Merhaba Değerli Okurlar, Sahibi PINAR YAYINLARI Tic. ve San. Ltd. Şti. Adına İlhan Gündoğdu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü İsmail Memiş Yayın Sorumlusu Nihal AÇIKEL Yayın Kurulu Ali Tarık PARLAKIŞIK Alperen GENÇOSMANOĞLU Ayşe Nur AKSU Betül BABACAN Fatma Büşra ÖZKAN Fatma Nihan DOĞAN Firdevs Büşra KALUÇ Muhammed TUTKUN Sabahat BOYNUKALIN Şeyma Nur EKREN Usame SARIYAŞAR Yusuf ELBAŞI Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Abdulvahid Yakup SİPAHİOĞLU Celile GÜNSELİ Enes GÜNASLAN Fatih RAZİ Hatice İNCEKARA Melike YURT Meltem GÜLEÇ Muhammed TUTKUN M. Yusuf MAHİTAPOĞLU Nesibe KANUNİ Nida-ul İslam GÜLER Rumeysa Firdevs BULUT Uğur DEMİREL Zeynep AKSU Adres Alay Köşkü Cad. Küçük Sk. Civan Han No:6/3 Cağaloğlu - Fatih / İSTANBUL bilgigenconculer@gmail.com Grafik Tasarım Tekin Öztürk www.tekinozturk.com.tr Baskı Şenyıldız Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. No:3 Kat:1 Topkapı-İstanbul Tel: (212) 483 47 91
B
asit kuralları olan “masum” bir oyunu mercek altına alıyoruz bu sayımızda. Bir top, on bir adam ve onları izleyen milyonlarca insan… Bir spor dalı olmaktan çıkarılmış, dünyanın en önemli sektörlerinden biri haline dönüştürülmüş “futbol”, her sezon önüne daha da fazla insanın paralarını, duygularını katarak hızla büyümeye devam ediyor. Bir zamanlar çoğunlukla erkeklerin ilgi alanına giren futbol, azımsanmayacak derecede kadınları da ilgilendirir hale geldi. Ya da getirildi mi demeliyiz? Sunuculuğunu kadınların yaptığı spor programlarının sayısının hızla artması, bir stadyumu dolduracak kadar kadının bir araya gelip dünya basınında bile kapak olması Türkiye’deki gidişatı gösteren örneklerden bazıları… Son aylarda yapılan şike operasyonları ise futboldan haz etmeyen insanlar için bir çeşit işkence oldu dersek haksızlık etmiş olmayız herhalde. Ramazan ayı da dâhil olmak üzere, ana haberlerin en “mühim” başlıklarından biri olan bu mesele, yetmezmiş gibi haberlerin ardından bir stüdyoda toplanmış bir grup insan tarafından da konuşulmaya devam edildi. Tam bu mesele kapanıyor derken, bu kez de milli maçlar silsilesi başladı, “coşku”muz doruğa çıktı. Dergimizin karantina bölümünde yer alan “Spor mu, hayatın anlamı mı?” ve “Futbol ve Teslimiyet” başlıklı yazılarda, futbolun ortaya çıkışı, geçirdiği evreler ve hayatlarımıza nasıl bu denli sirayet etmeyi başardığı incelendi. Gündem sayfalarında ise Afrika’nın kuraklı sorununa ve Palmer Raporu sonrası Türkiye-İsrail ilişkilerindeki gelişmelere değinildi. İslam Coğrafyası’nda bu kez, zulmün halen devam ettiği “Suriye”’ye yer verildi. Buna paralel olarak Tarih Defteri sayfasında da “Hama Katliamı” konu edinildi. Bu sayımızda Hayali Röportaj Bölümü’nde bir değişiklik yaptık ve bu kez de mikrofonu bir “kötü”ye uzattık. Etkinlik sayfalarında ise geleneksel Lâpseki yaz kampında ve Trabzon Kampında yaşanan, keyifle okuyacağınız anılara yer verildi. Kültür-Sanat bölümü geçmiş ve yakın gelecekteki etkinliklerden oluşan bir demet haber sunmakta. Karikatür Analizi, Cami Tanıtımı ve Kitap-Film Tanıtımı sayfaları da bu yıl itibariyle istifadenize sunulan diğer üç yeni bölüm. Yenilenen ve daha da gençleşen Genç Öncüler Yayın Kadrosu olarak, yeni eğitim-öğretim yılınızın hayırlı olmasını diliyoruz…
Ekim ‘11 • 1
Eylül 2011 • Sayı 66 • Yıl 9
10
04
Spor mu, Hayatın Anlamı mı?
Türkiye-İsrail İlişkilerinde Son Durum
NESİBE KANUNİ
CELİLE GÜNSELİ
12
AFRiKA’DAKi KURAKLIK VE
RAMAZAN RUMEYSA FİRDEVS BULUT
41
Bilmek UĞUR DEMİREL
2 • Ekim ‘11
20 Spor mu, Hayatın Anlamı mı ? / Nesibe Kanuni..........................................4 Futbol ve Teslimiyet / Enes Günaslan........................................................7 Türkiye - İsrail İlişkilerinde Son Durum / Celile Günseli..........................10 Afrika’daki Kuraklık ve Ramazan / Rumeysa Firdevs Bulut...................12 Hayali Röportaj Şeytan ile Röportaj / Abdülvahid Yakup Sipahioğlu.....14 (Kendini) Erteleme! / Firdevs Büşra Kaluç ............................................17 Karikatür Analizi / Sabahat Boynukalın .................................................18 İslam Coğrafyası - Suriye / Hatice İncekara............................................20 Objektifime Takılanlar............................................................................26 Dini Kavramlar - Tefsir Usulü / M. Yusuf Mahitapoğlu ..........................28 Kavm Kıyam / Şeyma Nur Ekren ...........................................................30 Bu Bir Özeleştiridir / Zeynep Aksu...........................................................33 Tarih Defteri - Hama Katliamı /Muhammed Tutkun................................34 Avrupa’nın Müslümanlara Bakışı / Nihal Açıkel.......................................35 Kültür Sanat Tanıtım / Ayşe Nur Aksu....................................................36 Benim Şehrim / Meltem Güleç................................................................38 Bilmek / Uğur Demirel...........................................................................41 Gezi Etkinlik - Bir Genç Öncü’nün Lapseki Günlüğü / Nida-ul İslam Güler...44 Kültür Sanat / Melike Yurt.....................................................................42 Trabzon Kampı / Fatih Razi.....................................................................46 Kılıç Ali Paşa Külliyesi / Sabahat Boynukalın..........................................48
Ekim ‘11 • 3
a
karantin
Spor mu, Hayatın Anlamı mı? NESİBE KANUNİ
F
utbolun dünyanın en eski sporlarından olduğu söylenir. Eski Mısır kabartmalarında top benzeri bir cisimle oynayan insan figürleri görülür. Kaşgarlı Mahmut’un da içlerinde bulunduğu birçok tarihçi Türklerin oynadığı “Tepük” isimli bir oyundan bahseder. Eski Türklerin kızlı erkekli gruplarla sadece ayak ve kafa kullanarak bir oyun oynadıkları anlatılır, kuralları şimdiki futbola çok benzemektedir. Bütün bunlarla birlikte ilk yazılı futbol maçı tarifi William FitzStephen tarafından 1170 yılında yazılmıştır. Londra ziyareti sırasında gençlerin ve çocukların yemek sonrası boş arazilere ve sahalara koşup çok meşhur olan top oyununu oynadığını anlatır. Futbolun özellikle son yüzyıldaki gelişimi yadsınamaz bir gerçek. Türkiye’deki etkisi de zira hiç azımsanacak gibi değil. O yüzden bir mercek tutmalı tüm olup bitenlere ve futbolu sahadan çıkarıp bir de tersten bakmalı diye düşündük. Futbolu dünyaya yayanların İngilizler olduğunu herkes bilir. Aynı şekilde Osmanlıya da İngiliz4 • Ekim ‘11
Futbol bir ölüm kalım meselesi değildir. Ondan çok daha önemlidir. Bill Shankly* ler tarafından getirilmiş ve ilk defa Rumlar ve Selanikliler gibi azınlık gruplar tarafından oynanmaya başlanmıştır. Bu ilk dönemde Türkler biraz daha temkinli yaklaşmış ancak cazibesine dayanamayıp kısa sürede onlar da bu oyunun etkisi altına girmişlerdir. Daha sonra kulüpler kurulmaya başlamış ve yüzyılın başından itibaren dört büyükler efsanesi yazılmaya başlamıştır. Teknolojinin ülkemizde giderek gelişmesi ve sanayi devrimiyle beraber futbol bir sektör haline gelmiş, hem para kazanılan ve kazandıran hem de toplumun alışık olmadığı bir kültür olan ‘zevk için vakit geçirme’ anlayışını başlatmıştır. Futbol, özünde zinde tutan ve sağlık için çok faydalı bir spordur fakat bu topraklara girişinden çok kısa bir süre sonra çok ayrı bir yere yerleşmiş, bir spor faaliyetinden ziyade kitleleri birleştiren bir zemin ve ortak milli duygu haline gelmiştir. Son günlerde meydana gelen şike tartışmalarıyla beraber kafamızda bir yere oturttuğumuz futbolun da tahtı sallanmaya başladı. Masum bir oyun olduğuna kendimizi ikna etmeye çalışıyorduk ama
artık bunu iddia edecek cesaretimiz kalmadı. Birkaç aydır süren şike davalarında başta Fenerbahçe’nin başkanı Aziz yıldırım olmak üzere pek çok kişi tutuklandı. Soruşturma derinleştikçe altından başka isimler çıkıyor, olay daha farklı bir boyut kazanıyor. Bu bir futbol şike davası mı yoksa Ergenekon çete soruşturması mı emin olamıyoruz. Kafamız karıştı ve itiraf edelim, biraz da güvenimizi yitirdik. Siyasi partiler tutuklulara sahip çıkıyor, köşe yazarları methiyeler düzüyor, cezaevi kapıları her kesimden destekçi tarafından aşındırılıyor. Hangi ülkede siyaset, para, spor ve çeteler bu kadar iç içedir bilmiyoruz. Bilmeyen birine açıklamak için çok karmaşık ve zor bir tablo var önümüzde. Bir spor dalı üzerinden bu kadar büyük oyunlar nasıl döndürülebilir, silah ticaretiyle futbolun ne ilgisi var, telefonları dinlemeliler mi? Tam bir bilgi kirliliği ve kavram kargaşası içindeyiz. Ligi kalan kısmından bırakmıyoruz izlemeye devam da ediyoruz. Birilerinin suça karışması diğerlerini etkilememeli! Şimdi bir süreliğine futbolu bir kenara bırakalım. Dini kitaplarda da evrimci biyoloji kitaplarında da insan, toplumsal bir varlık olarak tarif edilir. Tek başına yaşamını sürdürebilir ancak gelişemez ve kısıtlı imkânlar dâhilinde yaşayabilir. Neslinin devamını sağlayamaz. Psikoloji bir ilim olarak geliştiğinden beri insanın başkalarına ihtiyaç duyduğunu da
öğrenmiş olduk. Bunu peygamber efendimizin (s.a.v.) insanlaTeknoloji ya da uzay ra sunduğu ilk dini anlayışla da çağının insanları argörebilmiştik. İslam bir ümmet tık ekranlara bakarak, dinidir, Müslüman cemaat (topdinledikleri haberlerin luluk) içinde bulunmalı ve bireysellikten uzak durmalıdır. Bunun doğru veya yalan olhadisi şeriflerde teşvik edici ve duğunu kontrol edetoplumu daha güzele yönlendirmeden yaşıyor. Tutmeye vesile olabilecek örneklerikuyla bağlandığımız, ni görürüz. Birbirine karşı muhabbet ve kendi tarzımızı ifade merhamette, müminler, bir vücut eden programlarımız gibidir. Vücudun bir yeri rahatvar. Bazılarımız için bu sız olunca, bütün vücut, rahatsız, Amerikan veya Kore uykusuz kalıp, onun tedavisi ile meşgul olduğu gibi, Müslümanlar dizileri, bazılarımız için da birbirlerine yardıma koşmalısabahlara kadar süren dır. [Buhari] tartışma programları, İnsan bu toplumsal fıtrat üzere yaratılmış ve Allah (c.c.) ona bazılarımız için spor bu duyguyu neden bahşettiğini, gösterimleri bazılarınasıl bir ümmet oluşturması gemız içinse twitter’dan rektiğini detaylıca anlatmıştır. İnan be an takip ettiğisan tek başına güçsüzken kendisi gibi düşünen, aynı dava için çalımiz, dünyanın en ücra şan insanlarla bir arada bulunduköşesini bile bize açan ğunda göründüğünden çok daha kısa haberler, bazılagüçlü ve tesirlidir. rımız içinse facebook’ta Bir pencere daha açalım ve 21. yüzyılın getirdiği büyük teksaatlerimizi geçirmek. nolojik yeniliklere bir göz atalım. Yüzyılın ortalarından beri televizyon ve radyo hayatımızın oldukça içindeydi, son yirmi yıldır buna bilgisayar ve internet ağı da eklendi. Teknoloji ya da uzay çağının insanları artık ekranlara bakarak, dinledikleri haberlerin doğru veya yalan olduğunu kontrol edemeden yaşıyor. Tutkuyla bağlandığımız, kendi tarzımızı ifade eden programlarımız var. Bazılarımız için bu Amerikan Ekim ‘11 • 5
veya Kore dizileri, bazılarımız için sabahlara kadar süren tartışma programları, bazılarımız için spor gösterimleri bazılarımız içinse twitter’dan an be an takip ettiğimiz, dünyanın en ücra köşesini bile bize açan kısa haberler, bazılarımız içinse facebook’ta saatlerimizi geçirmek. Dünyada kurulu insani düzenin mimarı olan kişiler tarafından çok iyi bilinen insani eğilimler süslenip paketlenerek bize en sevdiğimiz biçimde sunuluyor. İnsanın en temel temayülü olarak bahsettiğimiz topluluk bilincine sahip olma, cemaatleşme ihtiyacına ilaç olarak son yüzyılın en büyük akımı olan futbolun verildiğini söyleyebiliriz. Dinsiz veya dinini unutmuş milletlerde sapık tarikatlar, illuminati, yuvarlak masa gibi efsanelerle insanları
toplayan anlayış, geleneksel bile olsa dinine sahip çıkan toplumlarda futbol gibi spor oluşu ve zararsız oluşu maskesinin ardından aynı düzeni rahatlıkla sürdürüyor. İnsanın bir yere bağlanma, yanında aynı duyguyu paylaştığı arkadaşlarını görme ve konuşacak ortak konulara sahip olma isteğini çok güzel bir şekilde karşılayan futbol genel geçer anlayışa göre her şeye rağmen anlayışla karşılanması gereken bir durum, bir vaziyet. Güçlü bir takımı tutmuyorsan ya da memleketini temsil eden bir takımı desteklemiyorsan büyük kayıp içindesin. Bu kadar büyük kitleler yanlış bir yoldan gidiyor olamazlar. Spora, spor faaliyetlerine ve insanlara sunulan her zevke körü körüne karşı çıkmak ve ‘aman kaçın’ demek elbette afakî bir istek olurdu. Komplo
teorileriyle zihnimizi yormak da değil yapmamız gereken. Fakat yaratıcımızın sık sık tekrarladığı “akletmez misiniz” soru ve nidası, üzerine çok da kafa yormadığımız konularda da aklımıza gelmeli. Diğer spor dalları değil de özellikle futbolun gündemden düşmediğini, reklamının ne kadar da sık yapıldığını, futbolun bir magazininin olduğunu, futbolcularla ağlayıp futbolcularla güldüğümüzü inkâr edemeyiz. Bizim topluluk olma ihtiyacımızı çok iyi bir şekilde giderdiğini de… Bunun yanında Müslüman gençler olarak nasıl bir düzene hizmet ettiğimizi de gözden geçirmemiz çok önemli. Büyük maçların öncesinde ve sonrasında şehirde kilitlenen trafiğin ortasında kalıp, elinde bira şişeleriyle otobüslerin camlarına vuran holiganların tacizine uğrayanlar mutlaka vardır. İnsanların ne kadar acizleştiğini, kendine zerre kadar faydası olmayan bir şeyin uğrunda parasını ve vaktini nasıl harcadığını, pek çok hayırlı işe yorabileceği beynini ‘iddia’lara yorduğunu görmek hiç de zor değil. Meseleyi milli bir davaya dönüştürmek ve ölüm kalım meselesi haline getirmek gibi abartılı davranışlar da katılarak futbol, diğer tüm uyuşturma yöntemleri gibi toplumun iliklerine nüfuz etmiştir. İnsanların düşünme yetisini kısıtlayıp, zihinlerinde ülkenin sorunlarını düşünecek yer bırakmayana kadar içine işlemiştir. Şans oyunları, televizyon dizileri, uyuşturucu, moda gibi farklı yöntemlerle de bu plan desteklenmektedir. Tüm bu etkilerin sonucunda toplumun fertlerini düşünemez ve üzerlerine oynanan oyunları fark edemez duruma gelirler. Kendini spordan ve zevk verecek faaliyetlerden uzak tutmak şeklinde değil fakat fanatikleşmek ve bunu bir din gibi hayatın merkezine koymak Müslüman için tehlikeli bir durumdur. “Takımım için ölürüm” diyen ve karşıt takımın destekçisine düşman edasıyla yaklaşan Müslümanlar görmek ise durumun en acı verici tarafı olsa gerek… Bilinçli Müslüman gençler olarak attığımız adımları hesap etmeli, kendini bilme ve insanlara hayrı emretme gayreti içinde olmalıyız. *Liverpool eski başkanı
6 • Ekim ‘11
Futbol ve Teslimiyet
a
karantin
ENES GÜNASLAN
İ
nsan bu! Kendisinde oluşan yığılmalar ile sürekli boşalma ihtiyacı duyan varlık. İlk toplumlardan bu yana, bireyin dışa vuracağı eylemlerle toplumun istemleri arasında bir uyum sağlamanın formülleri aranmıştır hep. İlk toplumlarda toplumsal dengenin sağlanmasında seçkin ve karizmatik olma önemli bir faktör olarak işlev görür. Şaman denilen ya da politik lider olarak kabul edilen kişilerin şahsında, bir kitlenin teskin bulabilmesi söz konusu olmuştur genelde. İlk toplumlarda doğal olarak sağlanan bir denge vardı. Toplumda kabul gören mevcut normlara ya da uygulamalara karşı ancak bireysel türden başkaldırılar olur ve bu tür tepkiler de taraf bulamamanın yalnızlığını yaşayarak sesi sedası kesilir duruma gelir. Başlıkla daha sıkı bir bağ yakalamak için, daha temel dayanaklar bulmak için biraz geriye gidelim.
Şehir devletlerinin ortaya çıkması beraberinde bir takım kurumların ortaya çıkmasını getirmiştir. Mesela kölelik kurumsallaşmasını site devletlerinin oluşumuna borçludur. Şehirler, ortaya çıkan sorunu daha çok kurumlar ortaya çıkararak çözme yoluna gitmişlerdir. Toplumların büyümesiyle denge sorunu yeni boyutlar kazanıyor ve daha geniş çözüm arayışları başlıyor. Mesela Roma döneminde imparatorluğun güdümüne giren Hıristiyanlık, baş kaldırıcı ruhunu kaybederek, bireyleri manastırlarda etkisiz hale getiren öğretilere yönelmiştir. Yani mistisizmin, kökenini o dönem insanlarının iç dünyasında oluşan bir talep yerine Roma yöneticilerinin bu yöndeki çabalarında aramamız gerekir. Yani egemen güçler üzerinde etkisi olması beklenen bireyler zararsız kitlelere dönüştürülmüş oldu. Maksat hâsıl oldu. Artık tıpkı misEkim ‘11 • 7
tisizm de olduğu gibi toplumsal denge kitlesel motivasyonun sağlanabildiği projelerle (futbol en etkili olanı) sağlanıyor. Kitlelerden gelecek tepkilerin dinamizmine bakacak olursak, sanayileşme dönemine kadar farklı toplumsal mekanizmalarla oluşması muhtemel tepkiler bir tehlike oluşmadan engellenmiştir. Kitlelerin kendi idari yapı ve işleyişlerine toplu olarak başkaldırmaları sanayileşmeyle birlikte görülmüştür. Sanayi devrimi bunun göstergesidir. Önceki ilk toplumlarda ise başkaldırılar
edecek yatıştırıcı formüller üretmeye başladılar. Sportif faaliyetlerin işleyiş biçiminin çekirdeği bu dönemde atılmış oldu. Daha çok seyirci toplayan uzmanlık alanları aranarak futbolun temeli atıldı. Bir karşılaşmayı milyonlarca insan büyük bir ilgiyle izleyebiliyor. Hem de saatlerce. Gazete ve TV de ciddi bir oran, spor ve futbola ayrılıyor. Kitleleşen halkın dikkatleri bu sportif yöntemlerle dağıtılabiliyor. Enerjileri ve psikolojik gerilimleri yok edilerek tepkisizleştiriliyor. Bir futbol karşılaşmasında yerinden zıplayarak havalara uçan, sokaklara taşarak iddia toto loto salonlarında, kuponlarında mesai harcayarak tüm gerilimini boşaltan bireyden hangi başkaldırının hangi fikri, ideolojik ya da fiili bir tepkinin dinamizmini bekleyebilirsiniz. Kafalardaki inanç, kuram ve sendromların yerini spor ve futbola ait öğeler doldurdu. Egemen yapı ve ideolojiler karşısında yumruğunu sallayan birey, bu kez arkasında yürüyüp dualar ettiği takımın galip gelmesi için sallamaya başladı yumruğunu. Sporun hemen hemen tüm branşlarında öncülük eden Batı, uluslararası spor platformlarında kitleleri peşinden sürüklüyor. Öte taraftan kapitalist üretici için ciddi bir
genellikle bir peygamber veya bir kaç arkadaşı ya da küçük muhalif gurup tepkileriyle başlamış tepki ya da reaksiyonlardır. Sanayileşmeyle birlikte toplumlar atomize edilerek birer kitle yığınına dönüşmüşlerdir. Üretim amaçlarını kaybeden köylü halk kesimi yavaş yavaş şehirlerin kenar mahallelerinde iskân edilmeye başlandı. Gelişen toplumun üretim mekanizmasının bir parçası oldu bu insanlar. Emeğini satmak zorunda bırakıldı. Patronlar asgari ücretlerle kadın çocuk demeden günde on altı saat çalıştırarak insanları köleleştirdiler. Bu zor koşullar, halkın kitleler halinde tepkisine yol açıyordu. İş, para ve iktidar mekanizmaları da bu tepkileri yok 8 • Ekim ‘11
sektör daha ortaya çıkmış oldu. Büyük kazançlar elde ediyorlar. Üretici kesimin bunca gözünü kamaştırmasına rağmen, sporun arkasında duran en önemli kesimin her zaman iktidar sahipleri olduğunu söylemek durumundayız. Dünyada kimliği ne olursa olsun sporun arkasında durmayan iktidar yoktur. Modern hayat toplumu dönüştürmek için önce kitleleştirmek durumundadır. Oysa kitleden değil bireyden işe başlar. İslam bireyin kitleleşmesine müsaade etmez. Sporun ve futbolun kurumsallaşması da kitleleştirmeyi beraberinde getirir. “takım ruhu, taraftarlık “ dediğimiz hadise kitleleşmenin edebi yönüdür. Ya da en masu-
mane tabirle; farkında olmadı-
Şentürk’ün: “Top önüme gel-
ğımız bir teslimiyettir. Var olan
di, Allah’ın verdiği güçle vur-
spor kulüpleri veyahut takımlar
dum.” demesinden tutun da
kendine has amblemleri, flama-
Volkan Demirel’in: “70 milyo-
ları, marşları, finans kaynakları,
nu bırakın tüm Müslümanlar
(kitlelerin
konumun-
bizim için dua ediyor.” demesi,
daki) statları, eğitim kampları,
Hakan Şükür, Ertuğrul Sağlam
bültenleri, medyaları, oyuncu-
gibi isimlerin namazlı niyazlı
mabedi
ları, yorumcuları, reklamcıları,
insanlar olması, Cuma namazı
lotoları, fanatikleri, holiganları
kılan örnek futbolcuların olma-
vs. ile örgütlenmiş ideolojik ya-
sı vs. İslami camianın bu sos-
tıştırma formülleridir. Konuyla
yal vakıa karşısında gösterdiği
ilgili dikkat çeken bir yön daha
muhalefeti kırmaya yetmiştir.
var. Özellikle futbol bağlamın-
Hâlbuki
da düşünecek olursak, futbolun
bu tarz duygusal tepkimeleri
sında değil de gelişmekte olan
kaldıramayacak kadar ciddidir.
ya da gelişmemiş ikinci dünya
Örnek Türkiye’nin son dakika-
ülkelerinde daha ön plana çıka-
da Hırvatistan’ı yenmesi ya da
rıldığını görüyoruz. Güney Amesonrasında Güney Afrika, Türkiye gibi ülkeler de bunun örneği durumundadır. Spor birçok boyuttan analiz edilebilir. Örnek olarak milli karşılaşmalar. Toplumların şuur altında saklı duran ortak duyguları açığa çıkaran coşkun ve tahrik edici bir güçtür. Sadece bir oyun gözüyle bakmak yanlıştır. Olay sosyolojik bir vakıadır. Son dönemde özellikle İslami camianın da futbolla arasındaki duygusal bağlar güçlenmektedir. Birkaç futbolcu ve teknik direktör hakkında söylenen sözler bu bağları sağlamlaştırıyor. Mesela 2008 Hırvatistan maçında son saniyede gol atan Semih
kontrolü
noktasında ortaya çıkan vakıa,
dünyanın gelişmiş ülkeleri ara-
rika ülkeleri Brezilya, Arjantin
kitlelerin
Modern hayat toplumu dönüştürmek için önce kitleleştirmek durumundadır. Oysa kitleden değil bireyden işe başlar. İslam bireyin kitleleşmesine müsaade etmez. Sporun ve futbolun kurumsallaşması da kitleleştirmeyi beraberinde getirir. “takım ruhu, taraftarlık “ dediğimiz hadise kitleleşmenin edebi yönüdür. Ya da en masumane tabirle; farkında olmadığımız bir teslimiyettir.
bir başka egemen karşısında aldığı başarı Arap ülkelerini, Malezya’yı, Mısır’ı, Afrika’yı, Endonezya’yı ayağa kaldırıyorsa, bu ülkelerin halklarını sokaklara döküyorsa, bunu ümmet bilinci diye değerlendirmek de yorumlamak da bir Müslüman kafa için acziyettir. Bu tarz milli müsabakalar derunumuzda saklı ümmet bilincini ortaya çıkarmıyor. Aksine bu bilincin yaratabileceği dinamizmi duygusal bir tepkimeyle etkisiz hale getiriyor. Var olan gerilimin yönünü ya da zeminini değiştiriyor. Dikkat etmemiz gerek. Tribünlerde oynanan galibiyetimizin değil, teslimiyetimizin maçı olabilir. Ekim ‘11 • 9
GÜNDEM
B
irleşmiş “İsrail’in uygun Milletler’in bir dille pişMavi Marmara manlığını dile raporu hukugetirmesi”ni kun her zaman teklif ediyor. adalet demek Türkiye’nin ilişolmadığını bir kilerin normalkez daha haleşme için bektırlattı bizlere. lediği “özür” Gazze’deki raporda İsrail’i insani durum tatmin edecek BM’in bir soşekilde üzünrunu değilmiş tülerinin ifade gibi sadece edilmesi şekliİsrail’in öncelikne dönüşüyor. lerini ele alan Gerginleşen, Palmer Raporu duran ve kohukuk istismapan Türkiyerının bir örneği. İsrail ilişkisiBu raporla birnin temelinde likte canlı canTürkiye’nin beklı izlediğimiz lediği tazminat Mavi Marmara ve özür yatıyor. baskını, gözler Aslında bu özür CELİLE GÜNSELİ önündeki Gazmeselesi bize ze açık cezaevi bugüne kadar de hukuk kuralgıladığımız Gerginleşen, duran ve kopan Türkiye-İsrail ilişkibanı oldular. ve algılamak sinin temelinde Türkiye’nin beklediği tazminat ve Bildiğimiz, görzorunda kalözür yatıyor. Aslında bu özür meselesi bize bugüne düğümüz ve dığımız devlet kadar algıladığımız ve algılamak zorunda kaldığımız hissettiğimiz bu kavramı üzerindevlet kavramı üzerinde de düşünme şansı veriyor. insanlık ayıbıde de düşünme Devlet dediğimizde aklımızda canlanan şeyin soyut nın ve dramın şansı veriyor. bir varlık, görünmeyen ama her şeyi düzenleyen bir bu raporla yok Devlet dediğiel olmadığını, devletin insanlaştığını ve insani vasayılması ve abmizde aklımızsıflara sahip olduğunu bu özür meselesiyle hissedelukayla beraber da canlanan biliyoruz. İsrail’in tutumuşeyin soyut bir nun meşru bulunması insanın idrakini ve sabrını varlık, görünmeyen ama her şeyi düzenleyen zorlayan bir durum. bir el olmadığını, devletin insanlaştığını ve inRapor sanki İsrail’in dilinden yazılmışçasına sani vasıflara sahip olduğunu bu özür mesele-
Türkiye-İsrail İlişkilerinde Son Durum
10 • Ekim ‘11
siyle hissedebiliyoruz. Koskoca devletlerarasındaki büyük anlaşmaların feshinde, ilişkilerin bitirilmesinde çok basit gibi ve duygusal görünen bir özür beklentisinin ve “özür dilememenin” yer alması ya mağrur “Orta doğululuların” –ki İsrail’de bu coğrafyanın içindedir- bir huyu ya da eskiden savaş sebebi sayılacak şeylerin artık günümüzde diplomatik atak sayılması. Ya da her şeyden evvel sadece dokuz şehidin anısına hürmet… Ya da her şeyden evvel “vaat edilmiş sayılan toprakları” koruma güdüsü… Büyük stratejik planların içerisinde böylesine insani beklentiler belki de bu zamanların devletleri için nefes aldıkları bir pencere. Ablukayı meşrulaştıran ve İsrail’in güvenlik paranoyasını Gazze’deki insanların hayatından daha önemli bulan rapor Mavi Marmara’yı Gazze’ye silah taşıyan bir gemi olarak atfedebiliyor. Ve böylelikle İsrail operasyonunu doğrulabiliyor. Zaten varılmış sonuçtan, yani nihai hedefi İsrail’i bu işten sıyırmak olan rapor her türlü insan hakları ihlallerini göz ardı ederek İsrail’i “hukuk eliyle” masumlaştırabiliyor. Fakat herkes biliyor ve görüyor ki İsrail sadece kağıt üzerinde masum olabilecek bir ülke. Fakat bu kadar aleni olan bu durumun
Ablukayı meşrulaştıran ve İsrail’in güvenlik paranoyasını Gazze’deki insanların hayatından daha önemli bulan rapor Mavi Marmara’yı Gazze’ye silah taşıyan bir gemi olarak atfedebiliyor. Ve böylelikle İsrail operasyonunu doğrulabiliyor. Zaten varılmış sonuçtan, yani nihai hedefi İsrail’i bu işten sıyırmak olan rapor her türlü insan hakları ihlallerini göz ardı ederek İsrail’i “hukuk eliyle” masumlaştırabiliyor. Fakat herkes biliyor ve görüyor ki İsrail sadece kağıt üzerinde masum olabilecek bir ülke. Fakat bu kadar aleni olan bu durumun BM tarafından görülmemesi dünyanın hangi düzen ile gittiğini ve evrensel hukukun güvenirliğini sorgulatıyor.
BM tarafından görülmemesi dünyanın hangi düzen ile gittiğini ve evrensel hukukun güvenirliğini sorgulatıyor. Adalet ve insan odaklı olmayan bir hukuk dokuz kişinin şehadetini, Furkan Doğan’ın öldürülme biçimini sadece“kabul edilemez” olarak açılayabilir. İHH yetkilileri, İsrail tarafından gelecek tepkiyi bile bile denizden yola çıkarak yolcuların hayatını tehlikeye atmakla suçlanıyor raporda. Sanki biz yaramaz çocuk İsrail’i zapt edemiyoruz siz kendinize çeki düzen verin der gibi. BM ve dünya, İsrail’i değiştirememe algısından ve İsrail’in kabullerini tartışamama korkaklığından kurtulduğu zaman belki de bu sorunun çözümüne yaklaşacağız. Tüm bu atışmaların, tartışmalar arasında kalan Gazze, Filistin belki de ilk defa bu kadar sahiplenilmenin sevincini yaşıyor. Dünyanın geri kalanı ise İsrail’e ilk defa “dur” denmesinin şaşkınlığında. Tüm bu sevincin ve şaşkınlığın nedeni Türkiye ise artık çok farklı bir konumda. Filistinlilerin ümidi haline gelmiş, çözüm olarak görülüyor. Zulüm ve kan ile abad olacağına inanan İsrail’e birilerinin dur demesinin yanında, karşısına çıkıp durdurması da gerekiyor. Unutmayalım ki; Allah İsrail’den büyüktür… Ekim ‘11 • 11
GÜNDEM
AFRiKA’DAKi KURAKLIK VE RAMAZAN RUMEYSA FİRDEVS BULUT
S
on bir aydır dünyanın ve ülkemizin gündeminde ilk sıralara yerleşen, küçük-büyük herkesin akıllarında yer etmiş olan bir insanlık krizi yaşanmakta: Doğu Afrika’yı etkisi altına alan kuraklık. “Afrika Boynuzu” diye adlandırılan ve Kenya, Somali, Etiyopya, Cibuti ve Uganda’yı içinde barındıran ülkelerde açlık ve kuraklık hayatları olumsuz etkilemeye devam ediyor. Öncelikle Somali’de üst üste yağışsız geçen sezonlardan sonra ziraat faaliyetlerinin ve dolayısıyla hayvancılığın yok olması, insanları ülkelerini terk etmek zorunda bıraktı. Aynı susuzluk sıkıntısı, bahsi geçen diğer ülkelerde de mevcut. Ülkelerini terk eden Somalili, Ugandalı, Cibutili insanlar Kenya sınırında var olan mülteci kamplarına akın etmeye başladı. Üç aydır devam eden göçler sonucu, mülteci kamplarında büyük izdihamlar yaşandı. Bölgede faaliyetler yürüten tüm kurum ve sivil toplum kuruluşları, şu an öncelikle açlıkla mücadele eden ve hayatlarını kaybeden insanları yaşatma faaliyetlerine ağırlık vermiş durumda. Acil yardımlar, temel gıda malzemeleri bölgeye ulaştırılmaya devam ediyor. Ancak eldeki son verilere bakıldığında, temel yardımların bile yetersiz olduğu, geçen birkaç ay içerisinde sadece “açlık” nedeniyle 29 bin çocuğun hayatını kaybettiği görülüyor. Bölgenin tamamında hala 11 milyon insan açlık tehlikesi altında yaşıyor. Sadece Somali’de 3,7 milyon insan hala açlık krizinde, 3,2 milyon insan ise acil desteğe muhtaç durumda.
12 • Ekim ‘11
Afrika Boynuzu’ndaki duruma genel olarak bakıldığında, kuraklığın en ciddi hissedildiği bölgenin Somali olduğunu söylemek mümkün. 19. yy.dan sonra İtalya ve İngiltere sömürüsü ülkenin istikrarını iyiden iyiye yok etmiş. Sömürge düzeni ülkeye iç savaş ve komşu ülkelerle sorunlar getirmiş, ayrıca dış müdahalelerin sürekli devam etmesi sonucunu doğurmuş. Silahlı çatışmalar da ülkedeki tarım ve hayvancılık faaliyetlerini olumsuz etkilemiş. Geçimini temelde tarım ve hayvancılıkla sağlayan halk ise çareyi göç etmekte buldu. Kenya ve Etiyopya sınırındaki Daadab, Dolo Ado, Dagahaley adlı mülteci kamplarına günde ortalama 1.600 kişi sığınma amaçlı giriş yapıyor. Kamplara sığınma süreci ise çok daha trajik tabloları gözümüz önüne seriyor. Etiyopya, Somali ve Cibuti’den Kenya sınırındaki kamplara ulaşmaya çalışan mültecileri yaklaşık 20 günlük bir yol bekliyor. Çok az su ve yiyecekle bu yolu tamamlamak zorunda kalan insanlar, bu yokluğa ek olarak bir de haydutların saldırılarıyla uğraşıyor. Bu çeteler zaten çok az olan yiyecek ve eşyalarını yağmalamakla kalmayıp, ailelerdeki kadınlara tecavüz ediyor. Kamplarda tutulan raporlara göre, 5 kişilik bir ailenin en az 1 ferdi kampa ulaşmaya çalışırken hayatını kaybediyor. Medyadan her gün gözlerimizin önüne serilen görüntüler, geride kalan insanların bir mezarı bile olamadığını, yol kenarlarında bırakıldıklarını ve yola böylece devam edildiğini gösteriyor. Doğu Afrika’da durum, aslında yukarıdaki üç paragrafla sınırlanabilecek gibi değil. Çocuğunu yolun kenarına bırakıp, bir damla su için yola devam etmek bir anne için ne kadar acı verici olabilir? Hasta eşini terk eden, beş çocuğunu yanına alıp yaşam mücadelesi veren bir kadının hissettiklerini kim tarif edebilir? Evini, yurdunu terk etmek zorunda kalmak nasıl bir histir? Ve en önem-
lisi, “açlıktan ölmek” nasıl bir şey olabilir? Öncelikle sakin bir kafayla “açlıktan ölmek” üzerine düşünelim. Biz farkında olmasak da bu söylemi aslında sıkça kullanıyoruz. Hangimiz bir gün eve gelip “Açlıktan ölüyorum!” dememişizdir ki? Muhtemelen en fazla 10 saat aç kaldığımızda bu tepkileri veriyoruzdur. Peki, hayatını açlık içinde geçirmek zorunda kalan Afrikalı insanları ne kadar düşünüyoruz / anlayabiliyoruz? Aslında bu mesele içinde yaşadığımız günlerin anlamına son derece paralel düşüyor. Medyada kullanılan bir tabir vardır ya hani; “Zamanlama çok manidar!” diye. Afrika’da ve bilhassa Somali’de 90’lı yıllardan beri hüküm süren kıtlığın son bir iki ayda gündemimize düşmüş olması son derece manidar duruyor. Çünkü içinde bulunduğumuz ay, Ramazan ayı. Açlığın, susuzluğun ne demek olduğunu bir nebze daha iyi hissetmemiz ve anlayabilmemiz için bize bir fırsat olarak verilmiş otuz gün... Düşkünlere ve ihtiyaç sahiplerine belki de en çok infakta bulunduğumuz, onların dertleriyle en çok dertlendiğimiz ay… Unutmadan ekleyelim, bir başka manidar zamanlama da 2010 yılı Ramazan ayında yaşanmıştı. Pakistan’da sel felaketi olmuş, binlerce insan evsiz, yurtsuz kalmış ve binlercesi hayatını kaybetmişti. Pakistan sel felaketinin yaraları hala sarmaya devam ediyor. Ancak insanlık krizi tam anlamıyla terk etmiş değil Pakistanlıları. Görüldüğü üzere son iki senedir, Ramazan ayını müteakip bir felaket ile sınanıyor insanlık. Burada amaç, felaketleri Ramazan gibi bereketli bir ay ile ilişkilendirmek değildir. Dünya üzerinde yaşanan kıtlık, sel gibi felaketleri ve bunlarla imtihan edilen insanların durumunu son iki seneye indirgemek, hiç değildir. Ancak buradan çıkarılacak dersler ve sorgulanması gereken kişilerin olduğu hepimizin malumudur. Dünya üzerinde refah ve bolluk içinde yaşayan bir çok toplum varken, bu felaketlerin ortaya çıkardığı sonuçları ciddiyetle düşünmemiz gerekir. Hele de bu toplumlar Ramazan ayı ile daha çok hassaslaştığı iddia edilen Müslüman toplumları ise, durumun ciddiyeti bir kat artıyor. Asıl imtihan edilen kim; kıtlıkla mücadele eden ve yiyecek bulabilmek için kilometrelerce yol yürüyen Afrikalı çocuklar mı, yoksa sofralarında her şeyi tastamam olan bizler mi? En basitinden sofralarımızdan artan onca yiyeceği, israf ettiğimiz suları onların gözünden görmeye çalışalım. Bizim umursamadığımızın, dünya üzerinde bir başkası için ne kadar hayati önem arz ettiğini ve burada bir adaletsizlik yattığını görelim. Sorumluyuz, yalnız sorumlu olduğumuz tek mesele şu anki açlık değil. Zengin yeraltı ve üstü kaynakları, enfes tarihi geçmişi,
renkli kültürlerin merkezi, İslam’ın Medine’den önce ulaştığı ve kök saldığı Afrika, bugün taşıdığı büyük potansiyel ve ticari arka planla nice olumsuzluklara rağmen dünyanın belki de en güçlü kıtasıdır. O halde, Müslüman Afrika’yı şu anki durumuna getiren, 100 sene öncesine kadar tek bir Afrika devleti olarak bir bütünlük içinde yaşayan Afrika’ya sınırlar çizen, iç savaşlarla birbirine düşüren sömürgeci-emperyalist zihniyetler iş başında iken bizler nerelerdeydik? Bunlar sormamız gereken sorular. Kendimizi ve geçmişimizi sorgulamalıyız. Müslümanlar olarak biz, sadece kendimizi düşünemeyeceğimiz için bir taraftan Ramazan’ın şükrünü eda ederken bir taraftan da diğer Müslümanlara nasıl faydamız olabileceği üzerine kafa yormalıyız. Bunun için önce elimizden gelen en pratik çözümlere başvuralım. Öncelikle yapılabilecek yardımları gözden geçirelim, elimizden geleni ardımıza koymayalım bir çocuğun daha ölmemesi için. Ama en önemlisi, insafımız ve vicdanımızı bir karşımıza alalım ve kendimizi muhakemeden geçirelim. Afrika’nın zengin bir kıta olduğunu, geleceğe sahip olduğunu unutmayalım. Afrika deyince aklımıza önce ne geliyor? Siyah renk, zayıf çocuklar, çaresiz gözlerle bakan analar. Hâlbuki siyah, basit bir renk olmadı hiçbir zaman. Çünkü beyaz da siyahı ister yanında. Siyah olmadan bir hiçtir, siyah, güzeldir. Afrika’daki kıtlıkla ilgili anlatılanların gerçekliğini biraz olsun hissedebilmek için, Somali’deki insan hikâyelerinden biri ile noktayı koymak uygun olacaktır. Fatuma Badel, hasta eşini geride bırakarak 8 çocuğuyla Somali’den kaçtı. “Çok hasta oldu ve onu taşıyamadım. Yaşıyor mu ölüyor mu bilmiyorum. Bu en küçük çocuğum, kampa ulaştığımda ölü gibiydi. Şimdi çok şükür yeniden ağladığını duyabiliyorum.” Ekim ‘11 • 13
HAYALİ RÖPORTAJ
Hayali Röportaj
Şeytan ile Röportaj ABDÜLVAHİD YAKUP SİPAHİOĞLU Genç öncüler dergisinde iki yıldan uzun bir süredir hayali röportajlar yapıyoruz. Öncelikle İslam ümmetinin iftiharı rahmetle andığımız isimlerin metinlerine yer verdik. Bununla beraber bu bölümde metinleriyle bizlere bir mesajı olduğunu düşündüğümüz sâir isimlere de yer verdik. Tüm bu isimlerde ve yazdıklarında öğrenebileceğimiz bir şeyler olduğunu düşündük ve umut ediyoruz ki bunda bir nebze olsun isabet etmişizdir. Dergimizin bu sayısında bütün gündemlerin üzerinde bir gündemle; insanlığa ilk günlerinden kıyamete kadar sürekli bir şeyler fısıldayan Şeytan’a yönelttik sorularımızı. Kendisiyle görüşmek için bir takım özel yöntemler aramadık. Zaten biz onu çok iyi tanıyor ve verdiği cevapları 1400 yıldan fazla zamandır okuyoruz. Dolayısıyla bu cevapları almak için kendisini bize en iyi tanıtan Kuran’a müracaat ettik. Şeytanla röportaj aslında kulağa hoş gelmeyen bir ifadedir. Biz bu rahatsız edici işi bir anlamda kendisiyle insanlık ailesi arasındaki ilişkiyi bir de hayalî röportajlar penceresinden okumaya çalışalım diyerek yapmaya giriştik. Ayetlerin bize bildirdiklerini buraya taşıdık ve onları İslâm geleneğinin yorum ve tefsirlerinden hareketle röportaj üslûbuna taşımaya çalıştık. Ve sorduk: bizimle derdi nedir, aslında neyi amaçlıyorken neler vaat ediyor, insanla ilişki kurarken neler yapıyor, onunla varış nereyedir….. İlk insandan bu yana insanlık ailesinin peşindesiniz bu daha ne zamana kadar devam edecek? Ben kıyamete kadar sizlerle beraberim.(Hicr 36, Sad 79) Bu tam olarak ne için istediniz. İnsanlarla beraber hoşça vakit geçirmek için değil herhâlde.
Tâbii ki değil. İnsanların yeryüzünde benim çağırdığım hayata uyması için böyle bir mühlet istedim. Bu süre içinde tüm çabam insanların Allah’ın yarattığı düzeni fesada vermeleri, bir işi yaparken benim emrettiğim şekilde yapmalarını sağlamak için kullanacağım bu süreyi. (Nisa 118-119) Allah’ın yarattığı düzeni fesada vermek büyük iştir. İnsan aklı buna nasıl ikna olur ki?
Tabi insanı boğmak için sıkı çalışıyorum. İnsanoğlunu dört bir yandan markaja alıyorum. Önden, arkadan, sağdan, soldan sürekli baskı yapıyorum. (Araf 17)
14 • Ekim ‘11
Dediğim gibi tüm çabam o aklı saptırmak içindir. Mesela bunun güzel bir yolu insanları kuruntulara boğmaktır. (Nisa 118-119) Hakikatlerin yerine kuruntuları koymak için nasıl bir taktik izliyorsunuz? Herhâlde insanı iyice sıkıştırmak lazım gelir bu işte, siz daha iyi bilirsiniz. Tabi insanı boğmak için sıkı çalışıyorum. İnsanoğlunu dört bir yandan markaja alıyorum. Önden, arkadan, sağdan, soldan sürekli baskı yapıyorum. (Araf 17) Ama burada şöyle bir sorun var. Siz insanlar gibi bir yaratılışa sahip değilsiniz. Bu önden, arkadan vs. geliş bizim bildiğimiz birbirimize gelişimiz gibi olmasa gerek. Bu dört taraflı baskıyı açıklamadan önce soralım: sizin insanla olan ilişkiniz nasıl gerçekleşiyor? Burada önce bir yanlış anlaşılmayı düzeltmemiz gerekiyor. İnsanlar yüzyıllardır yaptıkları işi benim yüzümden yaptıklarını söyleyip suçu bana atmaya çalışıyorlar. Ben yalnızca çağırırım yani benimkisi bir nevi davettir. Tabi davetimi cazip hâle getirmek için bazı söz oyunları yaptığım doğrudur. Cazip gösteririm, yanıltırım, dikkati başka noktalara çekerim. Yani iyi reklamcıyımdır. Ama dediğim gibi sadece davet benimkisi. Sinelerinden vesvese veririm Bunu bir nevi zihninizin içindeki ses gibi düşünün. Bununla beraber yalnız çalışmam. Uzun zaman üzerinde çalıştığım bazı insanlar yeterli olgunluğa erişince benim işimi zaten yaparlar. (Nas 1-5, Enam 43, İbrahim 22)
İnsanlar sizin işinizi nasıl yürütüyorlar, bir nevi taşeronluk anlaşması gibi bir bağ mı kuruyorsunuz aranızda? Hayır. Daha önce de söylediğim gibi ben bir şey yaptırmıyorum. Sadece davet ediyorum. Bazı arkadaşlar benim davetlerime uydukça bir çeşit kalp katılaşması yaşıyorlar. O noktadan sonra gösterdiğim her şey onlara süslü geliyor. Hâl böyle olunca benim yerime diğer insanları bu ‘güzelliklere’ davet ediyorlar. (Enam 43) Bu noktada şu soruyu sormak icap ediyor, herkesin bu davetinize kanması mümkün mü, yani reklam faaliyetlerinizi herkes yutar mı? İşe başlarken ben herkesi azdırabileceğimi iddia etmiştim. Ancak o gün bana verilen cevabı zaman la tecrübe ettim ve gördüm ki herkesi toptan saptırmam imkânsız. İnsanları korkutabilmem, kuruntuya boğabilmem dolayısıyla saptırabilmem için benim dostum olmaları gerekir. (Âl-i İmran 175, Hicr 42, Hicr 39) İnsanlar sizinle nasıl dost olabilirler? Benimle dost olmak çok kolaydır. Bunun için fazladan bir çaba göstermenize gerek yoktur. Beni düşman edinmemeniz kâfidir. Neticede ben sizin kötülüğünüzü isteyen biri değilim diyorum. Buna kanıp da davetlerime biraz iyimser yaklaşmanız yeterlidir. (Araf 21, Fatır 6) Bu noktayı biraz açalım istiyorum. Mesela Müslümanların elinde sizi iyi tanıtan ve size karşı uyaran, sizin düşman olduğunuzu bildiren Kuran var. Buna rağmen bu dostluk ilişkisini nasıl inşa edebiliyorsunuz?
Benimle dost olmak çok kolaydır. Bunun için fazladan bir çaba göstermenize gerek yoktur. Beni düşman edinmemeniz kâfidir. Neticede ben sizin kötülüğünüzü isteyen biri değilim diyorum. Buna kanıp da davetlerime biraz iyimser yaklaşmanız yeterlidir. (Araf 21, Fatır 6)
Ekim ‘11 • 15
İşin burası gerçekten hassastır. İnsanlar kitabı okur, ibadete devam eder dolayısıyla zikirde devamlı olursa zaten benim için şartlar son derece zorlaşıyor. Ben de işi başında kotarabilmek için zikri unutturmaya gayret ediyorum. Böylelikle zikri unutanlar benim tarafıma, fırkama geliyorlar. (Mücadele 19) Buradan sizin insanların hafızalarına müdahale edebildiğiniz sonucunu çıkarabilir miyiz? Hayır. Baştan beri sadece vesvese vererek, davet ederek işimi yaptığımı söyledim. Burada hafızaya müdahale yok, daha çok ‘efendim bu kadar namaz yeter, bugün de kuran okumayıver, okudukların sana yeter’ gibi ifadelerle zikri bir tarafa bırakmalarını sağlamaya çalışıyorum. Veya zikre merak salan adamı ‘yahu ne gerek var, sofumu olacaksın, hoca mı olacaksın, öğrenme sorumlu olursun’ gibi ifadelerle eline kitap almaktan sakındırmaya çalışıyorum. Eğer yutarlarsa değmeyin siz bizim dostlumuza arkadaşlığımıza. Ben ne dersem onu doğru zannediyorlar. (Zümer 36-39) Dostluğunuzun üzerine kurulduğu birkaç pratikten bahsedebilir misiniz? Okuyucularımıza tüyo olabilecek birkaç tane örnek aktarabilirsek güzel olur herhâlde? Mesela israf benim için çok önemlidir. Eğer biri israf ediyorsa kardeşim gibidir. Bunun yanında kötü söz ve fısıltı da çok işe yarar. Fısıltıyla konuşmaya davet ederim ki insanlar birbirlerini üzsünler. Sözün güzelinden de sakındırmak isterim ki fesat sokma işi daha kolay olsun. (İsra 26-27, İsra 53, Mücadele 10)
Burada baştaki meselemize dönebiliriz. İnsanlara önlerinden, arkalarından vs. yaklaşmak nasıl oluyor bunu nasıl yapıyorsunuz? Önce de söylediğim gibi insanlara yaklaşmam vesvese iledir. Bu ön, arka, sağ, sol da bu vesvesenin içeriği ile ilgili oluyor. Mesela önden yaklaşır onu gelmesini beklediği hesap gününde günahlarından dolayı affedilmeyeceğini söyler ümitsizliğe düşürmeye çalışırım. Arkasından gelir gerisindeki ailesinin fakirliği ile korkuturum. Sağdan yaklaşır onu överim ki böylece ne yaparsa yapsın affedileceğini sansın diye. Soldan yaklaşırım günahları güzel göstermeye onları cazip hâle getirmeye çalışırım.* İnsanları kandırmak için bu yaptığınız işler nasıl sonuçlanacak. Yani insanlar hesap günü sizin yakanıza yapışmasınlar? İnsanlar suçu bana atmasınlar. Yaptıkları işin sorumluluğu onlara aittir. O gün geldiğinde mutlaka beni bahane gösterenler olacaktır. Ama onlara vereceğim cevap bellidir. Yukarıda da söylediğim gibi ben sadece çağırdım siz de uydunuz, uymasaydınız. (İbrahim 22) * Büyük zatlardan biri şöyle demiştir: Her sabah şeytan dört yönden önümden arkamdan sağımdan ve solumdan bana gelir. Önümden bana geldiğinde ‘Korkma Allah gafur ve rahimdir.’ der. Allah Teala’nın ‘Şüphesiz ben tevbe ve iman edenleri ve iyi amellerde bulunanları bağışlarım.( Taha 82) ayetini okurum. Arkamdan geldiğinde, beni çocuklarımın fakirliğe düşeceği korkusu ile tehdit eder, ben de ona karşı, ‘yerde yürüyen bütün canlıların rızıkları Allah üstündedir.(Hud 6) ayetini okurum. Sağımdan geldiğinde bana beni överek yaklaşır ben de ona ‘Akıbet ancak muttakiler içindir’(Araf 128) ayetini okurum. Solumdan geldiğinde bana şehevi şeyler dünyevi arzular ile yaklaşır. Ben de ‘Onlarla arzu ettikleri şeyler arasına bir set çekilmiştir.(Sebe 54) ayetini okurum. Razi 10/315 İbn Kayyım 1/123
İnsanlar suçu bana atmasınlar. Yaptıkları işin sorumluluğu onlara aittir. O gün geldiğinde mutlaka beni bahane gösterenler olacaktır. Ama onlara vereceğim cevap bellidir. Yukarıda da söylediğim gibi ben sadece çağırdım siz de uydunuz, uymasaydınız. (İbrahim 22)
16 • Ekim ‘11
(Kendini) Erteleme ! FİRDEVS BÜŞRA KALUÇ
Yeni doğan her gün bize yapılacak işlerle beraber geliyor. Pek çok sorumluluğumuz var. Yapmamız gereken ödevlerimiz var. Ama biz bir türlü bu işleri yetiştiremiyoruz. Gün sanki yetmiyor. Her günün akşamını yapılamayan işlerle birlikte karşılaşıyoruz. Ve akşam diyoruz ki ‘’Yarın, söz veriyorum yarın hepsini tamamlayacağım!’’
E
rteliyoruz her şeyi. Yarına, bugünden daha güzel olan bir güne… Her gün ertelemeye devam ediyoruz. Aslında ertelediğimizin kendimiz olduğunu fark edemiyoruz. Ertelemek artık bir alışkanlık değil, hastalık oluyor bizde: Erteleme hastalığı Peygamberimiz ‘’Erteleyenler helak oldu‘’ diyor. Erteleyenler bir sonraki gün erteledikleri işleri bitirdiler, amaçlarına ulaştılar demiyor. Ertelemek başlangıçta güzel görünüyor. “Bugün vaktim yok ama yarın bu işi kesin bitiririm’’ diyoruz. Yarın geldiğinde de dün tekrar ediyor. Yapılamayan işler biriktikçe miskinleşiyoruz, tembelleşiyoruz. Yapamadığımız her iş sırtımızda taşıdığımız yüklerimiz aslında. Yol boyunca ağırlığını arttırıyor. Erteledikçe miskinleşiyoruz, miskinleştikçe de ertelemeyi arttırıyoruz. Her yerde boş bir şekilde oyalanıyoruz. Eski büyüklerin bazıları ekmek yemezmiş. Niçin ekmek yemedikleri sorulunca da ekmeği çiğnemekle, sulu bir yemeği çiğnemek arasında zaman farkı olduğunu söylerlermiş. Zamanımızı nerelerde israf ettiğimizin farkında mıyız?
Bir işe karar verdiğimiz an, o işi yapmak için en uygun vakittir. Çünkü o işi yapma fikri taptaze, sıcacık bir yemek gibidir. Ama o iş yapılmadıkça bayattır. İşimizi daha sonra sırf bitirmiş olmak için üstünkörü yaparız. Yaptığımız işler verimsizleşir. Hayatlarımız yapılamayan ve yapıldığı halde becerilemeyen işlerle dolar. Bu dünyadan çok güzel insanlar geçti. Arkalarında çok kaliteli eserler bıraktılar. O insanlarında günleri 24 saatti. Onların hayatının verimli olmasının sebebi ise ertelememek, çalışmak ve bitirmekti. Son sözler Mehmet Akif’ten olsun: ‘’Yer çalışsın, gök çalışsın sıkılmazsan otur! Bunlar hakkında bilmem bir bahanen var mı? Dur! Yaratılmışlar bir şey midir, boş durmuyor Yaradan bile: Bak tecelli ediyor çeşit çeşit binlerce olay ile. Ey, bütün dünya ve içindekiler ayaktayken, yatan! Leş misin, davranmıyorsun? Bari Allah’tan utan ! Ekim ‘11 • 17
KARİKATÜR ANALİZİ SABAHAT BOYNUKALIN
KAR‹KATÜR ANAL‹Z‹
Görmedim Duymadım Bilmiyorum Her ağacın her taşın dile gelip de ardımda bir Yahudi var diye seslendiği*, gözlerin dillerin ve kulakların bir olup rûh oldukları vakit evet dilsizler, âmâlar ve sağırlar kazanacak, belki topallar ve çolaklar. Muhakkak ki kazanacaklar onlar olacak. Onlar ki nefsine âmâ, nefsine sağır ve nefsiyle dilsiz olmuş, güzele ve hakka sırt çevirmemiş, güzele bakıp hakkı söylemeyi bilebilmiş olanlar. Onlar dilleri olduğu hâlde dilsiz, gözleri olduğu hâlde âmâ, kulakları olduğu hâlde sağır olanlar. Onlar önce görmüş, duymuş ve bilmişler sonra hepsini nefislerine kapatıp kalplerine açmışlardır. Bunlarsa açacak bir kalpleri olmadığından belki ancak nefislerine açarlar ellerini, gözlerini. Bunlar aslında körüz derler ama bakmadıkları dünya sahnesi yoktur, sağır olduklarını söylerler duymadıkları yoktur, sorsanız dilsizlerdir ama menfaat işin içinde oldu mu kimse susturamaz bunları. Bunlar görmeleri gerekenden fazlasını görüp, kelimeleri fazlasıyla israf edenlerdir. Hakikate... Yalnızca hakikate sağırdırlar. Şimdi belli ki onlar kazandı bunlar kaybetti ama biz neredeyiz? *Hâdis-i Şerif (Müslim,Fiten,82)
18 • Ekim ‘11
Biz ve Onlar “İmparatorluk günden güne zayıflamaktadır. Niçin saklamalı? Onu bu hâle düşüren sebeplerin başında Avrupalılaşma zihniyeti gelir. Temellerini III. Selim’in attığı bu zihniyeti, derin cehaleti ve sonsuz hayalperestliği yüzünden II. Mahmut son haddine vardırır. Bâbıâli’ye tavsiyemiz şudur: hükûmetinizi dinî kanunlarınıza saygı esası üzerine kurunuz. Devlet olarak varlığınızın temeli, Padişahla Müslüman tab’a arasındaki kuvvetli bağ dindir. Zamana uyun, çağın ihtiyaçlarını dikkate alın. İdarenizi düzene sokun, ıslah edin. Avrupa medeniyetinden sizin kanun ve nizamlarınıza uymayan kanunları almayın. Batı kanunlarının temeli Hıristiyanlıktır. Türk kalınız. Tatbik edemeyeceğiniz kanunu çıkarmayın. Hak bellediğiniz yolda ilerleyin. Batı’nın sözlerini kulak asmayın. Siz ilerlemeye bakın. Adalet ve bilgiyi elden bırakmayın. Avrupa efkâr-ı umûmiyesinin az çok değeri olan kısmını yanınızda bulacaksınız... Kısaca, biz Bâbıâli’yi kendi idare tarzının tanzim ve ıslahı için giriştiği teşebbüslerden vazgeçirmek istemiyoruz. Ama Avrupa’yı örnek olarak almamalıdır kendine. Avrupa’nın şartları başkadır, Türkiye’nin başka. Avrupa’nın temel kanunları Doğu’nun örf ve âdetlerine taban tabana zıttır. İthal malı ıslahattan kaçının. Bu gibi ıslahat Müslüman memleketlerini ancak felâkete sürükler. Onlardan hayır gelmez.” * *(Metternich isimli Avusturyalı bir devlet adamının mektubundan alıntıdır.)
Hâlimiz bir ecnebîye bile dert olmuşken... Heyhat! Biz hâlâ nelerle vakit öldürmekteyiz. Nereye gitmekteyiz? Hangi tecrübenin peşindeyiz? Kavgamız kiminle? Bu kadar zor mu dostu düşmanı ayırt etmek? Neden bu kadar cehâlet, neden başkalarının hayatını yaşamak? Biz zaten bizimkiyle doğmuşken... Neden?..
Adam-kuş-kafes Bir adam ormanda dolaşırken harikulâde bir kuşla karşılaşır. Önce bir süre seyreder. Hayran kalır. ‘Adam’ bu ya hayran olduğuna sahip olma arzusunu dizginleyemez. Kuşu aldığı gibi bir kafese hapseder. Şimdi keyfine diyecek yoktur. Kuş çırpınır o dinler, kuş öter o seyreder. Zaman alıp başını gider. Adamın vicdanı (o her ne ise) el vermemiş olacak cebinden kafesin kilidini çıkarıp kuşa en merhametlisinden(!) bir tebessüm bahşeder. Tabii bir tebessümün nelere kadir olduğunu görmemiz için buraya bir kelebek gerek ki etkisini de görelim. Amma kelebeği kafese hapsetmek ne mümkün. Her neyse biz kuşa dönersek. Adam tebessüm eder etmesine, kafesi açar açmasına ama kuşun ne kanatlarında bir kıpırdanma vardır ne de yüzünde bir heyecan kırıntısı. Kuş ne uçmayı hatırlar ne de gülmeyi. Eee adam olduğu yerde kalır tabii. Başta bir kuş ve bir adam vardır. Şimdi ise bir kuş, bir adam, bir küçük ve bir de büyük kafes mevcuttur. Küçüğün kilidi hadi tamam adamın elinde ama büyüğünkini kim açacak? Çocuklar/balon Beton keşfedildiğinden bu yana aramızda hep bir duvar var. Etrafımızda hep duvarlar uzayıp gidiyor. Gözlerimizin önünde, dillerimizin, ellerimizin önünde duvarlar. Kalplerimiz arasında duvarlar engel sürekli. Vicdanlarımız duvarlarla örülü, merhamet desen, adalet desem yine duvarlar ardında. Bir taraftaki öte taraftakini unutuyor bir süre sonra, ‘adalet(!)’ bir yanda mutluca yaşıyor. Öte yandaki adaletin mutlu olduğundan, öte yanda adaletin olduğundan dahi habersiz. Herkesi kendi gibi biliyor. Duvarın berisinde kendisiyle belki yalnızca umut kaldığı için öte tarafa ulaşmaya gayret ediyor. Beton keşfedildiğinden bu yana insanoğlu duvarlara sarınıyor. Bir taraf gözlerine duvar sarınmış bir tarafta ise ellerde duvar parçaları...
Sokakta hapis insanlar En janti kıyafetlerimi giyip, bir binanın 10. katında olup, harika bir manzaraya nazır evimizden çıkıp, en lüks arabamıza biniyoruz. Sitemizin bahçesine kusursuzca, on metre arayla dikilmiş çam ağaçlarından en temiz oksijeni içimize çekiyor, tam ‘güvenlik’ görevlisine selâm verecekken çalan son model telefonumuzu heyecanla açıyor, kimsenin baskısını üzerimizde hissetmeden dünya güzeli sevgilimize bir merhaba sunuyoruz. Son derece mutlu ve özgür bir insan portresi mi demeli? Yoksa biz o kıyafetlerin içine, o binanın onuncu katına mı hapisiz, on metreyi yürüyememeye, on tane ağacın oksijenine müteşekkir olup milyon tane arabanın egzozunu görmezlikten gelmeye mi mahkûmuz? Biz kör olmaktan mı hüküm giymişiz? Ekim ‘11 • 19
İSLAM COĞRAFYASINDAN
HATİCE İNCEKARA
Hamza el-Hatip, Tamer Muhammed Şera ve tüm gülümseyen şehidlere… Gencin Rabbi’nin adıyla, Rüzgârları rahmetinin önünde müjde olarak gönderen O’dur. Sonunda onlar (o rüzgârlar), ağır bulutları yüklenince onu ölü bir memlekete sevk ederiz ( A’raf :7/ 17)
B
ir müddettir, İslâm dünyasında esen rüzgârların farkında olan akıl ehli, basiret sahibi yazarlarımızdan şu yorumları okuyorduk: “ Bütün İslâm alemi hızlı bir değişim sürecine girmiş bulunuyor. Bu değişimin merkezi de Ortadoğu’dur. Son dönemde yaşanan değişim sürecinde tüm baskılara, şiddet uygulamalarına ve devlet terörüne rağmen sürekli güçlenen hareketin İslâmi hareket olduğu kesindir. Biz İslâm aleminin yakın gelecekte İslâmi Hareketin şahlanışına şahit olacağı ümidindeyiz”. Şimdi ise, İslâmi hareketlerle birlikte adalet ve özgürlük sevdalısı insanların şahlanışına dünya olarak şahit oluyoruz. Esen rüzgârlarla gelen bulutlar halklara yağmur bereketini, diktalara tufanı getirdi. “Allah gökten bir su indirdi ve onunla yeryüzünü diriltti” ( Nahl:16/ 65 ) , “Üzerlerine öyle bir yağmur yağdırdık ki…Uyarılanların ( fakat yola gelmeyenlerin ) yağmuru ne de kötü!” ( Şuara:26 / 173). Dikta rejimlerine karşı ayaklanan halklar ödedikleri bedellerle 20, 30, 40 yıllık tiranları devirirken, 20 • Ekim ‘11
ayaklanmalara hazırlıksız yakalanan emperyalistler, ilk devrimden sonra, hesapları adına sürece müdahil olmaya çalıştılarsa da büyük oranda başarısız oldular. “Tuzak kurdular; Allah da onların tuzaklarını bozdu. Allah, tuzak kuranların hayırlısıdır” ( Âl-i İmrân :3/ 54) Zulmün, ifsadın, isyanın ve tuğyanın yoğun olarak yaşandığı coğrafyamızda, Trablus’tan Şam’a, ‘hürriyet’ için adanan kardeşlerimizin kendi iradeleriyle doldurduğu meydanlar birçoklarının havsalasını zorlasa da, biz şahitliğimizi doğru yapabilmek adına, insanların öleceğini bile bile sokağa dökülmelerine sebep neydi diye soruyoruz. Tunus’ta , Mısır’da, Libya’da, Yemen’de, Bahreyn’de ve bu yazımızın konusu Suriye’de. Zulmün ve direnişin tarihi Bugünkü Suriye toprakları Hz. Ömer (r.a )’ in halifeliği döneminde M. 634, 635, ve 636 yıllarında gerçekleştirilen seferler neticesinde fethedilerek İslâm topraklarına katıldı. Sırasıyla Emeviler, Abbasiler ve Mısır hükümdarları, Selçuklular ve Eyyubiler’in elin-
Osmanlı’yla her zaman dayanışma içinde olan ve hiçbir zaman Osmanlı’yı arkadan vurmayan Suriye, 4. Ordu Komutanlığına getirilmesinden sonra güya İngilizlerden Mısır’ı almak amacıyla 1915’te girdiği Kanal Seferi’nde ağır yenilgiye uğrayan, sonrasında İngilizlerin Filistin’e saldırmaları karşısında da zayıf kalarak, 1917’ de o toprakları İngilizlere teslim eden, ardından Suriye ve Batı Arabistan Orduları Komutanlığı’na getirilen Ahmet Cemal Paşa tarafından büyük katliamlara uğradı. Aynı zamanda İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ileri gelenlerinden olan, o dönemin Siyonist örgütleriyle işbirliği içine girerek Sultan II. Abdulhamid’i tahtından indiren ihanet grubunun içinde yer alan Cevdet Paşa, bütün bu katliamları Osmanlı adına gerçekleştirerek Arap toplumlarında Osmanlı karşıtlığının yayılmasının da psikolojik altyapısını oluşturdu. de kalan Suriye 1250-1303 yılları arasında Moğol saldırılarına maruz kaldı. Daha sonra Memlükler’in eline geçen Suriye toprakları 1517’ de Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı devletine katıldı. 1831-1840 yılları arasındaki 9 yıllık süre içinde Osmanlılara başkaldırarak Mısır’da ayrı bir yönetim kurmuş olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın eline geçti. Ancak Mehmet Ali Paşa’nın idaresini istemeyen belde ahalisi Paşa’ya isyan ederek yeniden Osmanlı’ya bağlandı. Osmanlı’yla her zaman dayanışma içinde olan ve hiçbir zaman Osmanlı’yı arkadan vurmayan Suriye, 4. Ordu Komutanlığına getirilmesinden sonra güya İngilizlerden Mısır’ı almak amacıyla 1915’te girdiği Kanal Seferi’nde ağır yenilgiye uğrayan, sonrasında İngilizlerin Filistin’e saldırmaları karşısında da zayıf kalarak, 1917’ de o toprakları İngilizlere teslim eden, ardından Suriye ve Batı Arabistan Orduları Komutanlığı’na getirilen Cemal Paşa tarafından büyük katliamlara uğradı. Aynı zamanda İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ileri gelenlerinden olan, o dönemin Siyonist örgütleriyle işbirliği içine girerek Sultan II. Abdulhamid’i tahtından indiren ihanet grubunun içinde yer alan Cevdet Paşa, bütün bu katliamları Osmanlı adına gerçekleştirerek Arap toplumlarında Osmanlı karşıtlığının yayılmasının da psikolojik altyapısını oluşturdu. Suriye 1920’ de Fransızlar tarafından işgal edildi. Fransa klasik sömürgeci politikalardan böl, parçala, yönet taktiği çerçevesinde 1920-21 yılları arasında Suriye’yi azınlıkları temel aldığı beş ayrı eyalete böldü: Şam, Halep, Alevi Devleti, Cebel Druş ve Lübnan. Azınlıkların sempati ile yaklaştığı bu suni oluşumlar Sünnî çoğunluğun tepkisini çekti. Halk işgale ve işgal-
ci faaliyetlere karşı çıktıysa da, Fransızlar onbinlerce insanın canına kıyarak ve büyük şehirleri bombalayarak ayaklanmaları bastırdılar. Ayaklananların bastırılmasında ve idarede uygulanan sert tedbirler ülke genelinde Fransa’ya karşı duyulan huzursuzluğun daha da artmasına neden oldu. Bir müddet bastırılsa da halk işgal karşısında direnmeye devam etti ve direniş sonucunda Fransızlar 1946’ da Suriye’nin bağımsızlığını kabul etmek ve Suriye’den çekilmek zorunda kaldı. Ancak arkalarında kendi elleriyle yetiştirdikleri , kendi sistemlerini koruyacak ve kurdukları sistemleri ayakta tutacak bir bürokratlar tabakası bıraktılar. Halkın ezici çoğunluğunu oluşturan Sünnîleri daha kolay kontrol edebilmek için, yerel halk arasında kutuplaşmalara zemin hazırlayacak tarzda, çoğunluğu Alevi ( Nusayri ), Dürzi ve İsmaili gibi azınlıkların oluşEkim ‘11 • 21
Hafız Esad
turduğu bu bürokrat tabaka ülke yönetimini ele aldı. Bağımsızlığı kazandığı 1946’dan Hafız elEsed’in yönetimi ele geçireceği 1970’e kadar Suriye birbiri ardı sıra devam eden cunta idareleri tarafından yönetildi. 1949, 1954, 1962, 1963, 1966 ve 1970 yıllarında birbirinden farklı darbeler gerçekleştirildi. 1963’te General Hafız el- Emin’in öncülüğünde gerçekleştirilen darbe Mişel Eflâk’ın 1943’te Şam’da kurduğu Baas Partisi’nin iktidarı ele almasını sağladı. Baas partisi diğer tüm siyasi oluşumların her darbe sonrası yaşadığı iç çekişmelerden kendisini kurtaramadı. Neo- Baasçılar olarak tanımlanan iki Alevi ( Nusayri ) Subay Salah Cedid ve Hafız el- Esed, içlerinde Mişel Eflâk’ın da bulunduğu rejimin kuvvetli isimlerine karşı verdikleri iktidar mücadelesini 1966 yılında gerçekleştirdikleri darbeyle kazandılar. Ancak iç çekişmeler bununla bitmedi. Suriye yönetimine göz diken Hafız el- Esed, bu konuda Amerika’nın desteğini alabilmek için; Suriye’nin Hava Kuvvetleri Komutanı ve Savunma Bakanı olduğu 1967 Arap- İsrail savaşında, savaşın ilk 22 saatinde Suriye ordusunun herhangi bir harekette bulunmasına engel olarak ve Suriye birliklerini Şam’a çağırarak, son derece stratejik öneme sahip Golan Tepeleri’ni İsrail’e teslim etti. Hafız el- Esed daha sonra 1968 yılında başarısız bir darbe teşebbüsün de bulunsa da İsrail’e yaptığı fedakarlık! sayesinde 1970’te iktidarı ele geçirdi. “ Ben size izin vermeden önce ona inandınız öyle mi!.....Şimdi elleriniz ile ayaklarınızı tereddüt etmeden çaprazlama keseceğim ve hurma dallarına asacağım! Böylece, hangimizin azabının daha şiddetli ve sürekli olduğunu iyice anlayacaksınız” (Tâhâ :20/71 ) Hafız el- Esed yönetime gelmesinden sonra Sov22 • Ekim ‘11
yetler Birliği’yle sıkı bir dostluk içerisine girdi ve dağılmasına kadar Sovyetler’den sürekli destek gördü. İzlediği politikada ABD ve Batı’nın çıkarlarını gözetmeyi de ihmal etmedi. Hakkında ABD’deki Yahudi teşkilatlarıyla gizli ilişkiler içinde bulunduğuna dair belgeler yayınlandı. Bölgedeki diğer despot yöneticiler gibi Filistin Dava’sını kendi kişisel idaresini kuvvetlendirmek için kullanmaktan çekinmeyen Esed, 1967’de kendi elleriyle İsrail’e teslim ettiği Golan Tepeleri’ni daha sonra siyasi prestij meselesi haline getirdi. 1970’de başlayan iktidarı boyunca ülkeyi demir yumrukla yönetti ve hiçbir muhalif çalışmaya izin vermedi. Parti içi çekişmelerden galip çıkarak yönetimde tek söz sahibi olan Hafız el- Esed ülkedeki geniş halk desteğine sahip İslâmcı muhalefetle yüzleşmek zorunda kaldı. 70’li yıllardan itibaren ülkenin en büyük muhalif hareketi haline gelen Müslüman Kardeşler, Baas yönetimine zor anlar yaşattı. “Tek adam”, diktatör Hafız el- Esed Müslüman Kardeşler Cemaati’nin tüm faaliyetlerini yasakladı. 1979’ da Müslüman Kardeşler’e mensup tutukluları diğer tutuklulardan ayırmak için Tedmur hapishanesini açtı ve burayı yüzlerce insanla doldurdu. 7 Haziran 1980’ de çıkardığı 49. sayılı kanunla, kardeşi Rıfat Esed’in kontrolündeki ordudan bağımsız, kendi hava kuvvetlerine, istihbarat servisine ve hapishanelere sahip “Savunma Tugayı” adındaki özel birlikle Tedmur’ deki savunmasız tutukluları helikopterlerle bombalayarak “meşru” bir şekilde katletti. 600-1000 arasında tutuklunun katlini meşru kılan 49. sayılı kanunun 1. maddesi şöyleydi: “Müslüman Kardeşler Cemaati’ne mensup herkes suçlu kabul edilir ve idamına karar verilir.” Hala geçerli olan 49. sayılı kanunla tutukladığı insanlara çeşitli işkenceler yaptı. Bunlar, vücudun hassas bölgelerinde sigara söndürmek, cımbızlarla derinin ve tüylerin koparılması, kamçılarla vurmak, önce soğuk sonra sıcak suya sokmak, tırnak sökmek, tecavüz etmek ve onur kırıcı farklı yöntemler şeklindeydi. Tüm bunlara, yani aldığı sert tedbirlere rağmen, hareketi bir türlü kontrol edemeyen Esed, hareketi sindirmek için canice bir yönteme başvurdu. “Onlar, başka değil, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir” (Hac: 22/40 ). “ Allah’ın mescitlerinde O’nun adının anılmasını engelleyen ve
Diktatör Esed, Hama katliamından iki yıl önce adamlarını ve cellatlarını fitne tohumları ekmeleri, insanları tahrik etmeleri için şehre gönderdi. Bu kişiler insanların inançlarına saldırmak, erkeklerin onur ve haysiyetlerini, kadınların namuslarını kirletmek için gönderilmişlerdi. Amaç ise toplumu tahrik ederek bir katliamın zeminini hazırlamaktı. Gönderilen bu tahrikçi vahşiler kendilerinden istenenin fazlasını yaptılar. Öyle ki sadece büyüklere değil küçük yaştaki çocuklara bile saldırarak namuslarını kirletmeye kalkıştılar. İslâmi kimlik taşıyan herkesin evini aradılar, bazen bir evi ondan fazla aradılar. İlimlerinden dolayı hürmet gören insanların haysiyetlerini kirlettiler. onların yıkılmasına çalışandan daha hâin kim olabilir?” (Bakara: 2/114) İslâmi Hareket’in en güçlü olduğu şehirlerden biri olan Hama’da , Müslüman Kardeşler’in çok sayıda destekçisi ve mensubu vardı. Müslüman Kardeşler’i kendi sultasına karşı duran en tehlikeli akım olarak gören ve üzerine gitmek için fırsat kollayan Esed rejimi Hama’ya ve Müslüman Kardeşler Cemaati’ne uzun süredir diş biliyor ve komplo hazırlıyordu. Diktatör Esed, Hama katliamından iki yıl önce adamlarını ve cellatlarını fitne tohumları ekmeleri, insanları tahrik etmeleri için şehre gönderdi. Bu kişiler insanların inançlarına saldırmak, erkeklerin onur ve haysiyetlerini, kadınların namuslarını kirletmek için gönderilmişlerdi. Amaç ise toplumu tahrik ederek bir katliamın zeminini hazırlamaktı. Gönderilen bu tahrikçi vahşiler kendilerinden istenenin fazlasını yaptılar. Öyle ki sadece büyüklere değil küçük yaştaki çocuklara bile saldırarak namuslarını kirletmeye kalkıştılar. İslâmi kimlik taşıyan herkesin evini aradılar, bazen bir evi ondan fazla aradılar. İlimlerinden dolayı hürmet gören insanların haysiyetlerini kirlettiler. Esed yönetimi Hama’daki tahrikleri yaparken bir yandan da askeri tedbirleri arttırdı ve bölge ahalisini güvenlik yönünden sıkı bir denetime aldı. Şehir tamamen Sıkı Yönetim’in Kontrolüne alındı, askeri ve sivil istihbaratlar için karargahlar kuruldu. Yani, bir yandan halk devlete isyan etmesi için her yönden tahrik edildi, bir yandan da isyan edenlerin anında ortadan kaldırılması için her türlü tedbir alındı. Bütün zulümler artık dayanılmaz hale gelince halk rejimin insanlık dışı uygulamalarına karşı sünnisiyle, hristiyanıyla tepkisini ortaya koydu. Katliam gerçekleştirmek için bir kıvılcım arayan rejim ise 2 Şubat 1982’de planlanan kanlı eylemlerine başladı. Rejimin kendisi-
nin organize ettiği olaylara verilen tepkiyi bastırmak amacıyla uyguladığı şiddet üç haftadan fazla sürdü. Havadan helikopterlerle, karadan toplarla ateşe tutulan şehirde, şüphelilerin bulunduğu düşünülen binalarda yaşayanları öldürmek için siyanür kullanıldı, 38 cami yok edildi, 2 kilise yıkıldı. Üç ay boyunca ezan sesi duyulmadı. Bazı Hamalı kurbanlar toplu mezarlara canlı olarak gömüldüler, bebekler yalvaran annelerinin gözlerinin önünde balkonlardan aşağı atıldılar. Çocuklar kendilerini savunabilmek için yaralı askerlerin silahlarını kullandılar. Kadın ve çocuklara şiddet uygulamayan askerler de öldürüldü ve sonuçta 21 gün, gece ve gündüz süren katliamda yaklaşık 40.000 kişi hayatını kaybetti. Saldırılardan sonra başlayan operasyonlarda 13-17 yaş arası erkekler şehirde tutuklandı ve birçoğundan bir daha haber alınamadı. O günlerde gözaltına alındıktan sonra kaybolan ve bir daha kendisinden haber alınamayan insan sayısı 20.000 den fazladır. Katliamdan sonra 800.000 kişi ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Halkı katleden, kadınları inciten, babaların onurunu kıran Ortadoğu’nun en kanlı tiranlarından Hafız el- Esed kan ve gözyaşının hakim olduğu otuz yıllık iktidarı ardında bırakarak 2000 yılında öldü. “Her canlı ölümü tadar (Enbiya: 21/35), “ O hiçbir zaman Rabbine dönmeyeceğini sandı. Oysa gerçekten Rabbin onu görüyordu ( İnşikak: 84/ 14-15 ) Teoride cumhuriyet idaresini savunan, pratikte ise krallıklardan farkı olmayan Baas idaresi Esed’in yerine oğlu Beşşâr’ı cumhurbaşkanı sıfatıyla tahta çıkardı. “Onların çoğunda sözünde durma diye bir şey bulamadık. Gerçek şu ki onların çoğunu yoldan çıkmış bulduk(A’raf: 7/102 ). 2000 yılında ölen “yaşlı tilki” Hafız Esed’in yerine hiç hesapta olmayan göz doktoru genç oğlu Beşşâr Ekim ‘11 • 23
Esed geçti. Büyük oğul Basil’in 1994’te bir trafik kazasıyla ölümü, amca Rıfat’ı iktidarın tek adayı bırakırken, Hafız Esed bir değişiklik yaparak Rıfat’ı azletti, böylece genç oğlunun önü açılmış oldu. Babası öldüğünde 34 yaşında olan Beşşâr’ın yaşı devlet başkanlığını tutmadığı için, meclis toplanıp anında çıkardığı bir kanunla devlet başkanı seçilme yaşını Beşşâr’ın yaşına indiriverdi. Birkaç dakika içinde oylanıp kabul edilen kanunla Beşşâr Esed hem ordu komutanı hem de devlet başkanı oldu. Ölen abisi ve amcası ile karşılaştırılamayacak kadar farklı bir yapıya sahip olan Beşşâr Esed ilk radikal değişimi özel hayatında yaptı. Kendisi Nusayrî azınlığa sahip olmasına rağmen Sünnî bir eşle evlenerek Esed ailesinde bir ilki gerçekleştirdi. Bu, onu halk nazarında daha “sevimli” kıldı. Beşşâr Esed yönetime gelince en başta babasının çok sıkı tuttuğu ipleri biraz gevşeterek ülkeye kademeli bir şekilde hürriyet ortamı getirmeye başladı. Daha önce ülkeye sokulmayan bazı kişilerin ve kesimlerin ülkeye girmelerine izin verdi. Örneğin Müslüman Kardeşler Cemaati’ne yönelik ülkeye girme yasağını kaldırdı. Daha önce inanç ve düşüncelerinden dolayı hapse atılmış olanların bir kısmını serbest bıraktı. Genel özgürlükler ve haklar konusunda birtakım reformlara gidilmesinin zorunluluğundan söz etti. Tüm eğitim kurumlarında başörtüsünü yasağını kaldırdı. Babasının Şam’a tepeden bakan sarayını terk ederek, halkın arasında bir evde yaşamaya başladı. Yeni cumhurbaşkanı, farklı, iyi, reformcu, genç Beşşâr babasının dönemindeki bazı ağır toplardan rahatsızdı. Çünkü bu kişiler devletin kilit noktalarını tutmuşlardı ve değişim sürecinin önünde engel oluşturuyorlardı. Yapılmak istenen değişikliklere ayak sürüyen bu eski kadro yüzünden bir çok değişim gecikiyordu. Engelliyorlardı Beşşâr’ı. O tüm kalbiyle yenilik yapmak istiyordu, ama babasının zamanından kalma fosiller yok mu o fosiller..Üzülüyordu zavallı Beşşâr.. Ya Beşşaar! Suriye’de gösterilerin başladığı 15 Mart’tan sonrasını saymazsak, Beşşâr’ın Cumhurbaşkanı olduğu 2000 yılından bu güne 11 yıl geçmesine rağmen Beşşâr’ın vaatlerinin hiçbiri gerçekleşmedi. Ne çözeceğini söylediği Kürtlere yönelik ayrımcı politikalar ne de insan hakları ihlalleri ile ilgili sıkıntılar. Yapılan bir iki şeyse kendi çıkarları için yapılmış şeylerdi. 24 • Ekim ‘11
Meselâ Suriye yönetimi Mart 2005’te özellikle siyasi mahkumlara yönelik bir af çıkardı ve bu af kapsamına Müslüman Kardeşler Cemaati’nden de bir çok kişi alındı. Ama yine 2005’in Kasım ayında Hama katliamında Irak’a iltica eden bir babanın 1985 doğumlu oğlu, hiç görmediği ülkesine gelmesine herhangi bir sakınca olmadığına dair resmi belgesi olmasına rağmen, ülkeye ayak basar basmaz tutuklandı ve 49.sayılı kanun gereği, idama mahkum edildi. Dolayısıyla Beşşâr’ın siyasi affı, o dönem uluslar arası güçler tarafından yalnızlığa itildiğini görünce halkıyla daha çok bütünleşme, ihtiyacı duymasından başka bir şey değildi. Yine 2007’ de Irak’ta yaşayan muhalif bir babanın Suriye’de yaşayan oğlu ‘muhalif bir babanın oğlu olmaktan tutuklandı. 2010’da ise Suriye’nin insan hakları mücadelesi alanında tanınmış isimlerden Avukat Heysem el-Malik siyasi sebeplerle 79 yaşındayken askeri mahkemede yargılandı. En son 2011 Mart ayında okullarının duvarına ‘özgürlük’ yazan ortaokul öğrencisi çocuklar, gözaltına alınıp günlerce işkenceden geçirildi. Çocuklarının ailelerinin verdiği haklı tepki karşısında sistemin takındığı tavır, aslında baba Esed rejiminin hala yerinde durduğunu ve en ufak bir ilerleme kaydedilmediğini bir kez daha gösterdi. “Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın denildiğinde, ‘Biz ancak iyileştiricileriz!’ derler. Değil mi, asıl bozguncuk yandaşları onlardır; ama, bilincinde değildirler!”( Bakara 2/11 ) Ne zaman onlar bir antlaşma yaptılarsa, yine kendilerinden bir grup onu bozmadı mı? (Bakara: 2/100). “Onlara , ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiğinde, ‘Hayır, biz atalarımızı ne üzere bulduysak, ona uyarız!’ derler. Ne! Ataları bir şey anlamamış ve doğru yolu bulamamış olsalar da mı?” ( Bakara: 2/170 ) Der’a’da Arap Baharından etkilenen 10-15 çocuk okullarının duvarına “özgürlük” yazdı. Haberi alan Muhaberat çocukları apar topar götürdü. Aileler çocuklarını almak için valinin kapısını çaldı olmadı. Ardından gittikleri istihbarat merkezinden kovuldular. Sonrasında valilik basıldı ve çocuklar verildi. Ama bir sorun vardı: Çocukların tırnakları çekilmiş, bazılarına da tecavüz edilmişti. Ailelerin bağlı olduğu aşiretler tepkilerini göstermek için 10.000 kişilik eylem yaptılar. Eylem sırasında da uygulanan şiddet halkı tekrar
sokaklara döktü. Tepkilerini ve taleplerini anlatmak için sokağa dökülen halka Beşşâr Esed silahla karşılık verdi ve hayatının hatasını yaptı. Eylemler arttı.Halk uzun süre Beşşâr’ın çıkıp bir şeyler söylemesini bekledi. Beşşâr konuştu ve meydanlara dökülenleri ayrımcılıkla, fitne çıkarmakla, ülkeyi bölmeye kalkışmakla suçladı. Konuşmadan sonra halktan bir kadın Beşşâ’rın arabasına koşarak arabanın camlarına tükürdü. Halk vazgeçmedi. Der’a’da başlayan eylemler Haleb’e, Humus’a kadar yayıldı. Halkın kararlılığını gören Beşşâr sıkıyönetimi kaldırdığını söyledi ardından en büyük katliamını yaptı. Genel af ilan etti, ardından yine katliam yaptı. Eylemler yine devam etti. Gündüz, gece, Salı, Cuma.. Sıkılmış yumruklarından başka hiçbir şeyi olmayan halk her eylemde tutuklandı ve öldürüldü. Bir çocuğun dişleri ve tırnakları söküldü, gözleri oyuldu, bir adam alnından vuruldu ve beyni aktı, bir genç arkadaşının ‘şahad!’ çığlıkları arasında Rabb’ine gitti, bir kız çocuğu incitildi ve bir mülteci terliğini bile giyemeden kaçarken bir karanlığa, bir çocuğuna, bir de arkasına baktı. Bunlar çocuklar için 40 kez, genç için 2000 ?! kez, mülteci için onbinlerce kez yaşandı. Yetmedi öldürülenler toplu mezarlara gömüldü babasının ve amcasının tabiatından çok farklı olan Beşşâr’ın yönetiminde. Farklıydılar çünkü babası toplu mezarlarda bulunan cesetlerin özel makinelerle kemiklerini öğütmüş bazılarının kemik kırıntılarını dahi denize dökmüştü ispatların önüne geçebilmek için. “Yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. Nerede olsanız o sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür” (Hadîd: 57/4). “ Ve şahit olarak Allah kâfidir” ( Nisa: 4/166 ) Kimse babasını aratmadı. Mazlum babaların mazlum oğulları babaları gibi ölürken, zalim babanın zalim oğlu da babası gibi öldürdü. “İşte böylece sizin insanlığa şahit olmanız, Rasûl’ün de size şahit olması için sizi mutedil
bir millet kıldık” ( Bakara: 2/143). “ Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimselerden olun (Nisa:4/135 ) “Zulmedenlere meyletmeyin; sonra size ateş dokunur..( Hûd: 11/13 ). Bizim coğrafyalarda diktatörlere ve diktatörlüğe karşı altı ay önce başlayan isyan gözün ve kulağın şahit olabileceği her şeyle haykırdı: ‘halklar rejimin değişmesini istiyor!’ Beşar Esad diye. Kimi duydu inanmadı, kimi gördü unuttu. Kimi meydanlardaki her bir gencin zulmü devirmeye yeminli Mehdiler olduğunu yadsıyarak, ‘fitnedir, Mehdi gelip düzeltecek’ derken kimi meydanlara inip halka konuşma yaptı Cevdet Said gibi. Kimi tuttuğu köşede Baas sözcülüğü yaparken, kimi hakikati haykırdı Adem Özköse Gibi. Kimileri de yardımlar, eylemler organize ederek yaptı şahitliğini, Hatay köylüleri, İHH, Akabe Vakfı, Akdav, Araştırma ve kültür Vakfı, Anadolu Platformu, Fatih Akıncıları,Hikmet Vakfı, İnsan ve Medeniyet Hareketi, Mazlumder, Medeniyet Derneği, Özgür-der, 16 Temmuz Hareketi gibi. Biz de buradan, zalimlerin yaptıklarından, yalakaların yalanlarından, Siyonistlere darbe vursak dünyaya meydan okusak da değerlerimize değil çıkarlarımıza sarılmaktan beri olduğumuzu söylüyor, zalim sultan karşısında hakkı haykıran kardeşlerimize selâm duruyoruz. Şahid ol, Ya Rab! KAYNAKÇA Kur’an’ı Kerim ve açıklamalı meâli, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara 2007, Aziz Kur’an, Muhammed Hamidullah, Beyan Yayınları, 2000, İstanbul, Şam kitabı, Taha Kılınç, Fide Yayınları, 2005, 2010 Suriye İnsan Hakları İhlalleri Değerlendirme Raporu, Mazlumder Medeniyetlerin Çatıştığı Nokta Ortadoğu, Ömer Turan, Gündem Analiz Programı, Hilâl Tv, 06.04.2011 www.vahdet.com.tr, www.haksozhaber.net, www.timeturk.com, www.dunyabulteni.com,
Ekim ‘11 • 25
Objektifime Takılanlar
Salih
Yılma
z
ız
kyıld
A Ezgi 26 • Ekim ‘11
z
Niha
l Aç
ıkel
yıldız
k Ezgi A
Ekim ‘11 • 27
DİNİ KAVRAMLAR
TEFSİR USULÜ M. YUSUF MAHİTAPOĞLU (ANKARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ ÖĞRENCİSİ)
u Bismillahirrahmanirrahim
mensuh) ve anlaşılması güç ve kolay (müteşabih
Sözlükte bir şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak
ve muhkem) ayet ve kavramlar üzerinde ciddi
ve üzeri örtülü bir şeyi açmak manasına gelen-
tartışmalar ve farklı, bazen ise aklın almayacağı
fesera fiilinden türeyen tefsir; açıklanması iste-
derecede ilginç rivayetler ortaya atıldı. Mese-
nilen meseleleri, daha iyi anlaşılması için parça-
la şarabın haram olduğunu bildiren ayet nazil
lara ayırmak manasına gelir. Tefsir terim olarak
olunca, Hz. Peygamber’e, önceden şarap içen-
ise “müşkil olan lafızdan murad edilen bir şeyi
lere ne olacak diye sorulmuş(Sahihu’l Buhari VI,
keşfetmektir”(İbn Manzur’dan aktaran Demirci,
68),bunun üzerine Rasulullah(s.a.v)’a Maide
2008: 22).Temel esas, dayanak ve kök mana-
suresinin 93.ayeti inmişti. Ayette haram olma-
larına gelen(Büyük Haydar Efendi’den aktaran
dan önce yiyip içtiklerinden dolayı onlara günah
Demirci, 2008: 22)usül, terim olarak ise, hükmü
yazılmaz ibaresini daha sonra Kudame b. Mauz
tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine
ve Amr b. Ma’dikerip şarabın mubah olduğuna
bina edildiği şey diye tarif edilir (el-Cürcani’den
delil olarak göstermişlerdir(Tefsiru’l-Kasimi, I.
aktaran Demirci, 2008: 23). Yani tefsir usulü;
22-23; el-Itkan, I. 29; el-Isabe, III. 457).Gördü-
tefsir ilim dalıyla alakalı bilginin sistemli bir şekil-
ğümüz gibi sahabe döneminden sonra ayetlerin
de incelenmesini sağlayan belli esas ve metod-
esbab-ı nuzüllerinin anlaşılmasında ciddi sorun-
lar bütünüdür.
larla karşılaşılmıştır.
Sahabe döneminde Allah-u Teâla’nın ve
Hicri II. asırdan itibaren ele alınmaya baş-
Hz.Peygamber(s.a.v)’in beyanları anlamına ge-
lanan Kur’an ilimleri ilk dönemlerde genellikle
len tefsir daha sonraları ise sahabenin açıklama-
esbab-ı nüzul, nasih-mensuh gibi konularda
larını da içine almıştır. Zira sahabeler ayetlerin
ele alınıyordu. Bu sahada yazılan ilk eser ola-
inişine şahit olmuşlar ve hükümler ile sebep-
rak kabul edilen eser ise Haris el-Muhasibi(ö.
ler arasındaki münasebeti Allah Resul’ünden
243/857)’ye ait el-Akl ve Fehmu’l Kur’an adlı
öğrenmişlerdi. Dönemler ilerledikçe ayetle-
eseridir. Bu alanda birçok eser veren âlim yetiş-
rin tefsirinde ciddi sorunlar ortaya çıktı. Allah
miş, birçok eser te’lif etmişlerdir. Bunlara örnek
Resul’ünün ve sahabenin vefatlarıyla Kur’an’ın
olarak et-Taberi(ö. 310/922)’ninCamiu’l-Beyan
inişinin şahitleri yeryüzünden ayrılmışlardı. Bun-
an te’vili-l- Kur’an ve er-Rağıb el-İsfahani(ö.50
dan sonra ayetlerin iniş nedenleri (esbab-ı nü-
2/1108)’ninMukaddimetü’t- tefsiradlı eserleri
zul), hangi hükümlerin ortadan kalktığı(nasih ve
gösterilebilir.
28 • Ekim ‘11
Yukarıda
da
belirttiğimiz
gibi
Allah
Resul’ünün ve sahabesinin yeryüzünden ayrılmalarından sonra Kur’an’ı tefsir etmede ciddi problem yaşayan Müslüman alimler ciddi gayretler ortaya koydular ve Kur’an’ı belli kaideler ve kurallar ortaya koyarak tefsir etmeye,ayetlerin nüzul-sebep ilişkilerini açıklamaya ve daha sonraki dönemlerde batılı müşteşriklerin ciddi eleştirilerine karşılık olarak Kur’an’ın kendi içinde çatışmadığını göstermeye çaba sarfettiler. Genel bir çerçeve çizecek olursak tefsir usulünün amacını aşağıdaki gibi sıralandırabiliriz: -Kur’an’ın ilahi vahiy olarak farklı özelliklerini yansıtan çeşitli ilim dalları, -Kur’an’daki edebi sanatlar, genel prensipler ve ayetlerin tefsiriyle ilgili huşularda ihtiyaç duyulan birtakım kaide ve esaslar üzerinde durmaktadır (Demirci, 2008: 23). Her ilim dalının belli bir usule ve kurallara ihtiyacı olduğundan diyebiliriz ki; Kur’an’ın sağlıklı bir biçimde tefsiri için tefsir usulü ilmine ihtiyaç vardır. İşte bu yüzden söz konusu ilmin gayesi de öncelikle kendi alanına giren hususları tespit edip ortaya koymak, sonra da bunları Kur’an’ın hem lafzi hem de içsel manalarının anlaşılmasında yardımcı bir unsur olarak kullanmaktır. Yazımıza son vermeden önce şunu da belirtmeliyiz ki Kur’an’ın anlaşılmasına sadece usule vakıf olanlar değil bütün akıl sahipleri erişebilir. Zira Allah Teâlâ,Kur’an’da akıl sahiplerinin ayetlerini anlayabileceğini belirtmiştir. Ama unutulmamalıdır ki, tefsir usulü ayetlerin derinliğine inen ve ayetlerin kavranıp yaşanmasına olanak sağlayan önemli bir sahadır. KAYNAKÇA 1. CERRAHOĞLU, İsmail (2010) Tefsir Usulü,Ankara: TDV Yayınları. 2. DEMİRCİ, Muhsin (2008) Tefsir Usulü,İstanbul: İFAV yayınları. 3.Sahihu’l Buhari
Ekim ‘11 • 29
DİNİ KAVRAMLAR
Kavm-Kıyam ŞEYMA NUR EKREN
u
KAVM-KIYAM Kavm, kavmiyetçilik, kıyam etmek, ikame etmek sık sık karşımıza çıkan kavramlardandır. Kavramlar tıpkı yazı yazmada ve okumada kullanılan harfler (alfabe) gibidir. Nasıl ki okuyup yazmak bu harfleri bilmeye bağlıysa, harfler bilinmeden okuyup yazmak mümkün değilse; tıpkı bunun gibi Kur’anî kavramları bilmeden de Onu gereğince anlamak mümkün değildir. İşte bu sebeple bu yazımızda Kurani kavramlardan “kavm ve kıyam”I birlikte inceleyeceğiz.
Kavm Günümüzde yanlış kullanılan kavramlardan birisi kavmdir. Zira Arapçâ da kavm; aynı soydan gelsin veya gelmesin, insan topluluğu mânâsında kullanılmıştır. Asabe ve aşirette “nesep birliği” ön plandadır, yani kan bağı gerekir. Ancak kavm için, nesep birliği zaruri değildir. Nitekim Kâmusta bu mesele şu şekilde açıklanmıştır: “kavme; cemaat ve topluluk anlamı verilmesi, 30 • Ekim ‘11
önemli işlere kalkışmaları (kıyamları) düşüncesine dayanır.” Mesele bu açıdan ele alındığı zaman kavm; kıyam edebilen ferdlerin bir araya gelmesiyle meydana gelen bir topluluktur. Kur’ân-ı Kerim’de kavm terimi hem devlet, hem topluluk mânâsına kullanılmıştır ( Nisâ sûresi-92, Zariyat 46). Resûl-i Ekrem (sav)’in: “Kim bir kavme benzerse, o (kimse de) onlardandır.” hadisi de, bu açıdan değerlendirilmelidir.
Kıyam Kavm terimi ve ıstılâhı ile birlikte ele alınması gereken bir kavram da kıyamdır. Zira kavm ile kıyam arasında (mühim işleri gerçekleştirme açısından) bir ilişki vardır. Bu ilişki de Müslümanların kıyam edebilmek amacıyla kavm/topluluk oluşturmalarıdır. Peki nedir kıyam, yani müminler ne yapmak için birlikte olurlar? Kıyam kelimesi, Ka-Me fiil kökünden gelir. Bu fiil ve kendinden türeyen “müstakim, makam, ikamet, istikâmet vb..” gibi kelimeler, birçok ıstılâhı gündeme getirir. Kame, kalkmak, ayakta durmak, yerine gelmek ve düzelmek
mânâsınadır. Alâ harf-i cerri ile kullanıldığında “Ey iman edenler! “Allah yolunda seferber “devam ve sebat etmek”, “li” harfi cerri ile kul- olun”denildiği zaman, size ne oldu da, yere bülanıldığında zaman “yönetimi ve işi üzerine al- tün ağırlıklarınızla mıhlanıp kaldınız; Âhiret’i bımak” demektir. Ekâme; yerine getirmek, ikâmet rakıp da dünya hayatına mı razı oldunuz?” (Tevetmek, doğrultmak, düzeltmek be:38) ve hakkını vererek yapmak Belirtilen ayetlerde çizilen mânâsınadır. Kayyûm, her şeyi Namaza kalkmak‘oturan insanın portresi’ oldukayakta tutan, koruyan; kayça çarpıcıdır. Nefsin arzuları ve kıyam, her türlü uyuyime, tam ve kâmil; mekam, dünya hayatının geçimlikleri, şukluktan, uykudan ve ayakların bastığı yer, oturulan gaye haline geldiği zaman insagafletten kurtulup, inmevki ve oturan kişiyi belli nı yere mıhlayan birer paslı zineden nokta; mûkim, ikamet cir olur. Bu kalblerine ve ruhsanı oturmaya ve yere eden, oturan anlamlarına gellarına, dolayısıyla da ayaklarına mıhlamaya yönelten mektedir. Sırat-ı müstakim tervurulmuş zincirleri özgürlük her türlü etkiye; Allah’ı kibindeki müstakîm kelimesi sanarak, dünya hayatının gede aynı kökten gelir. Peygamber’i, Kitab’ı, çimliğini hayatın tek gayesi ve İnsanlar için asıl olan; iman gerçeği olarak kabul eden inÂhiret’i bilmedikleri etmek, sâlih amel işlemek, sanlar, hangi durum ve şartlarveya bunlardan gaflet hakkı ve sabrı tavsiye etmekda olursa olsunlar, isterse çeviçinde yaşadıkları gibi, tir. Hüsrandan kurtulmanın relerinde büyük ihtilaller olsun, yolu budur. Dolayısıyla sürekisterse yüzbinler ölsün, milyonkendilerini oturmaya li mücadele esastır. Bu sebeple lar açlıktan kırılsın, isterse en zorlayan, çevrelerinde oturmak değil, ayakta olmak büyük zulümler işlensin hatta olup bitenleri görme(kıyam) önemlidir. Allahû kendi onurları lekelensin, vurTeâla (cc)’nın rızası için kıyam mek için gözlerine perdumduymaz kesilirler: zaten İslâmî hükümleri yerine getiren onurları da kalmamıştır. İşte, de çekip, kulaklarına (ikâme eden) ve ihlâsla hesap böylesi insanlar, ‘yazın sıcağıağırlık vuran, yani otugününe hazırlanan mü’minler nı, kışın soğuğunu, toplanacak ran insanların vurdumsırat’ül-müstakîm üzerindedirekinleri, bakılacak bağları ve ler. Dolayısıyla kıyam, her türbostanları, yetim kalmalarını duymazlığı karşısında lü salih amelde gündeme girer. korktukları çocuklarını ve dul yeryüzünü fesada veMümin kulların değişmez vasfı, kalmasından korktukları karıren insanlara karşı bir kıyam üzere olmak ve İslâm’ın larını, pek tatlı hale gelmiş busilkinme ve ayaklanma hükümlerini ikâme etmek/ lunan canlarını’ bahane ederek, ayakta tutmak, yaşatmaktır. yerlerinden imkansız kalkmak demektir. ‘Oturmak’ ise kokuşmanın, istemezler; dünya hayatı tek habozulmanın, paslanmanın simyat olarak algılanmaktadır artık gesidir. ‘Oturanlar’ Kur’ân’da onlar için. Âhiret ise ya unutulşiddetle yerilir: “Eğer onlar (savaşa) çıkmak iste- muş, ya da inkâr edilmiştir. selerdi elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların davranışlarını çirkin gördü ve Namazla Kıyam onları geri koydu; onlara “Oturanlarla (kadın ve İslâm, böylesi insanları uyarmaya ve oturdukçocuklarla) beraber oturun!” denildi.” (Tevbe:46). ları yerden kaldırmaya girişir. Bunun için önce Oturmak, bütün zincirlerle, nefsin arzulanamazı emreder; namazın en büyük gerçeği de rıyla, dünya hayatının ağırlıklarıyla yere çakılıp ‘ayakta durmak’tır. İslâm, omuzlarındaki sorumkalmak demektir; bu, büyük bir rezilliktir, köle luluğun farkında olmayan, içlerine yuvarlandıkruhluların işidir, hiç bir zaman mü’minlere yakıları günah çukurlarından habersiz, çevrelerinde şan bir durum değildir; Ekim ‘11 • 31
olup bitenlere, işlenen cinayetlere akıtılan kanlara seyirci kalan ve tam bir uykunun içine dalmış bulunan insanlara “kûmû-KALKIN” der. Kalkan insanın üzerindeki uyuşukluğu atması, uykunun ağır basıp yeniden yatmaması için “ellerini, kollarını, yüzünü ve ayaklarını yıka” ve çevik bir şekilde ‘kıyam et’ der. Namaza kalkmak-kıyam, her türlü uyuşukluktan, uykudan ve gafletten kurtulup, insanı oturmaya ve yere mıhlamaya yönelten her türlü etkiye; Allah’ı Peygamber’i, Kitab’ı, Âhiret’i bilmedikleri veya bunlardan gaflet içinde yaşadıkları gibi, kendilerini oturmaya zorlayan, çevrelerinde olup bitenleri görmemek için gözlerine perde çekip, kulaklarına ağırlık vuran, yani oturan insanların vurdumduymazlığı karşısında yeryüzünü fesada veren insanlara karşı bir silkinme ve ayaklanma demektir. Ve, rükü ve secdeyle Allah’ın huzurunda eğilen, aczini ve fakrını itiraf eden, asıl Kudret ve Zenginlik Sahibi’ne müracaat eden ve başka hiç bir şeyin huzurunda eğilmeyecegini, başka güç ve servet sahiplerine el açmayacağını ortaya koyan insanın bu davranışlarına ikamet denilir. Kur’an sürekli olarak, “ekimü’s-salat / namazı ikame edin” der de, “sallü / namaz kılın” demez. Demek ki namaz, nefse, her türlü beşeri ve şeytani güce ve etkilere karşı ayaklanıp, sadece Allah’a kul olmanın adıdır.
Kıyam Yeri ve İşareti: Kabe Günde beş defa namazlarıyla kıyam eden insanların, evrensel bir kıyam için toplanıp harekete geçecekleri yer ise Kabe’dir. Bazı rivayetlere göre insanın yeryüzünde varoluşundan bu yana Mekke’de ayakta duran Kabe, Hz.ibrahim(a.s) ve oğlu Hz. İsmail(a.s) tarafından temelleri üzerinde yeniden yükselmiştir (Bakara 127). Allah, Kabe’yi insanlar için güvenlik ve toplantı yeri yapmış, Hz. İbrahim (a.s) ve Hz. İsmail’e (a.s), orasını her türlü şirk kirinden temizlemelerini emretmiştir (Bakara 125). Hz. İbrahim (a.s), insanlığın tarihinde dönüm noktasıdır: ondan sonra, kıyam görevi, O’nun Ailesi’nin önderliğinde İbrahim Milleti’ne tabi olan ümmete geçmiştir; ve İbrahim, imam kılınmıştır (Bakara 124). Allah Kabe’yi insanlar için 32 • Ekim ‘11
bir Kıyam yeri ve işareti yapmıştır (Maide 97). İşte, namazla benliklerinde kıyam edip, yalnızca Allah’a ruküda ve secdede bulunan insanlar, hep birlikte Kabe’de toplanıp, orayı her türlü şirk kirinden temizleyerek, evrensel kıyamı başlatırlar ve orada topluca Allah’ın önünde ruküya ve secdeye varırlar (Bakara:125). Hz. İbrahim, Kabe’nin temellerini Hz.İsmail’le birlikte yükseltmiştir. Çünkü Hz. İbrahim’in risalet çapındaki son mirasçısı İsmail’in soyundan gelen Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s)’dir. Rasulullah (sav) de ‘İbrahim Mileti’ne uymuştur; Kabe’yi yine şirk kirinden temizlemiş ve İbrahim’in Makamı’ nda namaza durmuştur; çünkü Kabe’de evrensel kıyamın sembolü ve bu kıyama girişmenin başlangıç noktası olarak Makam-ı İbrahim vardır.
Dosdoğru Olmak Özetleyecek olursak, Allah için kıyam edip, Allah’ın hükümlerini yerine getiren, yani ikame eden ve kayyim, yani dosdoğru, sağlam, eğrilikten uzak, hükümlerinde adil, Kitab’ın emir ve yasaklarının istikametinde giden, bir başka deyişle, Kitabı ikame eden insanların üzerlerinde yürüdükleri yol, sonunda dosdoğru Allah’a ve Cennet’e ulaşan ‘Sıratü’l-Müstekim’ dir. İnsanların bu yolda dosdoğru gitmeleri gerekir: “Emrolunduğun şekilde dosdoğru ol” (Hud 112). Müstekim (dosdoğru) kelimesinin yatay değil, dikey bir doğruluk, dimdik olmayı ifade etmesi, kıyam kavramıyla ilişkisini görmek bakımından ilgi çekicidir. Bu ise, kişinin benliginde, namazla kıyam etmesi ve sonra yalnızca Allah’ın önünde rükü ve secdeye varması ve bunu Kabe’de evrensel çapta uygulamaya koyması ve sonrasında da Allah’ın hükümlerini ikame etmesiyle mümkündür. İşte bu şekilde dosdoğru olabilenlerin üzerlerine melekler iner (Fussılet 30); Allah onları bitip tükenmez suyla sular ( Cinn:16 ) ve yukarda belirtiğimiz gibi , kendilerine başlarının üzerinden ve ayaklarının altından nimetler yağar. Gerçek kurtuluş ve mutluluk işte budur. KAYNAKLAR - Kelimeler ve Kavramlar II / Kavm-Kıyam, Yusuf Kerimoğlu. -http://www.islamforum.net/f4/kiyam-kavrami-24290/ - Diyanet İşleri Meali (Yeni)
BU BİR ÖZELEŞTİRİDİR! -1 ZEYNEP AKSU
Ç
ok flu bir dönemdeyiz. Karmaşık zihinlerimiz, çözemediğimiz problemlerimiz var. Belirsizlikler karşısında kararsız olduğumuz kadar tutarsız ve itidalsiz de olabiliyoruz. Her ne kadar “Müslüman için fluluk olmasa gerek”se de kendi yarattığımız bulanık deryada yüzüyoruz çoğu zaman. Oysa net olmamıza engel bir durum yok görünürde. Zira haramlar belli, helaller belli. Ve ikisi arasındaki şüpheliler karşısındaki tavrımız da… Evet, aslında gayet basit. Haramlardan kaçınıp helal dairede keyfimizi kifayet ettirip şüpheliye de yaklaşmadığımız zaman her şey tamam olacak. Ama nedense realitede durum öyle değil! Hattabilakis mesele tam olarak burada başlıyor. Çünkü biz modern sonrası zamanların gençleri; düşünen, sorgulayıp, yargılayan entelektüel gençleriz! Yapmadığımız şeyi emredecek cürete sahip olmak bir yana, sınanmadığımız günahların masumu olmakla övünüp, diğerlerini çok da iyi eleştirebiliyoruz. Eleştirerek oyalanmaya devam ediyoruz ve bundan büyük haz alıyoruz. Şeytanın oyalamayı sevdiğini unutuyoruz. Ve omel’unun teferruatla bizi böylesi iştigaliyle asıllardan uzaklaşıyoruz. Pratize edemediğimiz emirleri sahabe teslimiyetiyle yerine getiremezken “kapitalist” sahabelerin adaletini sorguluyoruz. İslamcılığın çok popüler ve “in” olduğu bir dönemde okuyup araştıran, taklitçilikten uzak “dindar”lığımızla gurur duyuyoruz! Sonra yaptığımız işlerin, amellerin, okumaların bereketini-bereketsizliğini sorguluyor ve tıkanıyoruz. İşte tam olarak bu noktada, ‘faydasız ilimden Rabb’ine sığınan’ peygamberin ümmeti olmamız, çözümsüz kalmamızın sebebini ve çözümümüzün nerede olduğunu hatırlatmalı bize. Hatırlayabilme-
miz için peygamberî bir teslimiyete kavuşmamız gerek evvelce. Mevzû bir hadisin kim tarafından uydurulduğunu tartışmak yerine, O’nun sünnetini layıkıyla anlamak, kılavuz ve metot edinmek. Boynumuzdaki canonla en güzel ânı yakalamaya ayırdığımız vakit kadar Kur’an’ı okuyup, anlayıp, hayata geçirmeye ayırmak… Bizden olmayanla ne kadar çok ‘ortak nokta’ da ve ortak ‘izm’ de buluşup omuz omuza haykırabiliyorsak, bizden olanla da ihtilafları en aza indirgemek. Başkalarına karşı elzem gördüğümüz hoşgörü ve tahammülü kendi kardeşimize de göstermek, gösterebilmek… Ümmetin sorunlarına, dünyadaki tüm zulme ve adaletsizliğe miting meydanlarında “Hayır!” dediğimiz kadar teheccüt secdelerinde de “Amin!” demek… Gençliğin yüksek potansiyeli ile tenkit ettiğimiz büyüklerin yine tenkit ettiğimiz ‘koca karı’ imanlarının teslimiyet boyutunu birleştirebilmek umuduyla. Ekim ‘11 • 33
TARİH DEFTERİ
HAMA KATLİAMI Muhammed Tutkun
S
uriye’de Hafız Esad’ ın 1971 yılında iktidara gelmesinden sonra Nusayriler Suriye yönetiminde güçlü bir konuma geldiler. Bu durum Sünni grupların tepkisini çekti. Suriye bu sıralarda Lübnan savaşı nedeniyle zor durunda bulunuyordu. Bu zor durumdan faydalanmak isteyen Müslüman Kardeşler grubu bu durumu avantaja çevirmek istedi.Nusayri kökenli Hafız Esad’ın rejiminden hoşnut olmayan Müslüman Kardeşler ülke çapında silahlı bir ayaklanmaya girişti.Müslüman Kardeşler 1970’lerin sonlarından itibaren Suriye içindeki sivil ve askeri hükümet görevlileri, Hristiyanlar ve altyapı tesislerini hedef alan gerilla savaşına giriştiler.Hükümet ise buna işkence,toplu tutuklama ve ve katliam gibi sert yöntemlerle karşılık verdi.Hafız Esad ve rejimi aleyhtarı saldırılar Haziran 1979 ‘da Halep’teki bir topçu okulunda çoğu Nusayri 83 öğrencinin öldürülmesi ve AğustosKasım 1980 arasında Şam’da yüzlerce kişinin öldürüldüğü bombalı saldırıları da içeriyordu. Hafız Esad’ın verdiği sert cevaplara karşı Müslüman Kardeşlerin tepkileri daha da arttı. Olaylar 1982 yılında muhafazakar Sünni kasabası Hama’daki bir ayaklanma 34 • Ekim ‘11
ile doruğa çıktı.Bu olay üzerine Suriye ordusu seferber edildi.Hafız Esad kardeşi Rıfat Esad’ı özel kuvvetleri ile bölgeye gönderdi.Saldırı başlamadan önce şehrin teslim olması için son bir çağrıda bulunuldu.Askerlerin ve tankların dar sokaklara daha rahat girip daha rahat hareket edebilmesi için şehir merkezi havadan bombalandı ve evler yıkıldı. Eski şehrin tamamı bu şekilde yerle bir edildi. İddialara göre Suriye ordusu zehirli gaz kullanarak yıkılmış binaların içindeki kişileri dışarı çıkarmaya ve öldürmeye çalıştı. Şehrin teslim olmaması üzerine şehir büyük toplarla çevrilerek üç hafta boyunca top atışına tutuldu. 2 Şubat 1982 gününde Suriye ordusu geniş çaplı bir top saldırısıyla birlikte şehre saldırdı. Saldırı sonrası sivil ve askeri güvenlik görevlileri Müslüman Kardeşlerin üyelerini bulmak için şehre dağıldı. Bulunan şüpheliler ise işkenceden geçirildikten sonra gruplar halinde idam edildi. Katliam sonrasında hükümet ölü sayısı hakkında bir açıklama yapmadı ancak çeşitli kaynaklara göre bu sayı 7000 ile 35 000 arasında değişmektedir. Suriye İnsan Hakları Komitesinin rakamlarına göre ise bu sayı 30 00040 000 arasındadır.
SÖZ SİZDE
AVRUPA’NIN MÜSLÜMANLARA BAKIŞI NİHAL AÇIKEL
Elif TİPİ (Almanya) Açıkçası Almanya’ya gelmeden önce bir takim korkularım vardı. Yani herkesin de bildiği gibi Almanya’da İslam karşıtları epey bir fazla ses çıkarıyor. İslam, gerek medyada gerek burada yaşayan bozuk Müslümanlar yüzünden hep yanlış anlaşılıyor. Bu yüzden bazı insanların bizlere karşı önyargılı olmalarını anlayabiliyorum. Ama tüm bu medyada söylenenleri bir kenara bırakırsak, burada kendimi bazen Türkiye’de olduğumdan daha rahat hissettiğimi söyleyebilirim. Bunun sebebi de burada özgürlük kavramının insanların içine Türkiye de olduğundan daha fazla işlemiş ve herkesin birbirine ve farklı hayat tarzlarına karşı anlayışlı ve hoşgörülü olması bence. İlk başlardaki korkularıma rağmen, şu anda düşününce aklıma gelen bariz kötü hiç bir anı bulamıyorum. Burada dil kursuna gittiğimden, dünyanın her bir ucundan arkadaşlarım var ve çoğunun ilk Müslüman arkadaşıyım. Beni tanıdıktan sonra söyledikleri ilk şey benim hem gerçek bir Müslüman hem de normal bir insan olmuş olmam. Bu onları şaşırtıyor çünkü bu niteliklerde insan sayısı burada cidden çok az. Kısacası her şey bizlerde bitiyor. Onların önyargılarını ancak biz kırabiliriz.
Elif ÇAKMAK (İngiltere) Geçen staj
sene
için
kurs
2,5
İngiltere’de
ve
aylığına
bulundum.
Müslümanlara ve aslına bakarsanız tüm dinlere karşı inanılmaz bir hoşgörü vardı. Orada bekar bir bayanın
evinde
kaldım.
Giderken çok endişeliydim ‘ne yerim? bayan nasıl bir bayan? helal gıda nasıl bulurum?’ Evdeki bayana karşı iyi bir temsilde bulunabilmek için valizimin büyük bir kısmını buradan geleneksel hazır çorbalar, bisküvi gibi şeylerle doldurdum. Bournemouth’a gelince gördüklerim beni çok şaşırttı. Evine gittiğim bayan, ben domuz yemiyorum diye önceden evinde kalan müslümanları baz alarak tavuk yapmış bana. Bütün alışverişlerini bana göre yaptı. Birçok helal gıda satan market vardı. İçkisiz marketler bile vardı. Kursumda mescit vardı, yakının da cami. Gezdiğim yerlerde parka filan seccademi serip namaz kıldığım oldu, kimse fotoğrafımı çekmeye kalkmadı, garip garip bakan da olmadı sanırım. İnsanlar çok hoşgörülüydü. Sokakta kapalı, açık, kocaman hindu sakalı olan her türden insan gayet özgüveni yüksek bir şekilde yürü-
Merve KAPLAN (Macaristan) ‘Macaristan’da Müslümanlara genel olarak bir önyargı yok ama mesela Prag’ta insanların önyargılarını çok rahat hissedebiliyorsunuz. Tabi bunda basının da çok büyük etkisi var. Prag’ta sık sık anti-islamcı yazılar okuyabilirisiniz gazetelerde, bunun üzerine de halk haklı olarak önyargılı oluyor. Bence böyle bir önyargı oluşmasında Müslümanların da hataları var. Örneğin Hıristiyanlar o kadar güzel misyonerlik faaliyetleri sürdürüyorlar ki bir Müslüman olarak ben bu kadar sistemli, bıkmadan, usanmadan çalışamam. Müslümanlarda şöyle bir algı var: adamlar zaten önyargılı ve biz bu önyargıyı kıramayız, bu yüzden uğraşmaya, yorulmaya bile gerek yok. yani Avrupa’da Müslümanlara bakış ülkeden ülkeye değişmekte, ama bizim zihnimizde önyargılar kırıl-
yorlardı. Üniversitenin binalarından birinin ilk katını (zemin kat ve kuytu köşe değil dikkatinizi çekerim) kocaman bir mescit yapmışlardı. Orada hatimli teravi kılınıyordu. “Islamic Society” diye bir topluluk varmış ayrıca üniversite bünyesinde. Bu teraviyi onlar düzenliyordu. Belki ülkemizdeki gibi her yerde cami yoktu ve en çok ezan sesini özledim, ama beklediğimin çok ötesindeydi. Bir de en çok müslümanların birbirlerini tanımasa da selam vermesini sevdim orada. Aslında müslüman olmayanlarda da selam çok yaygındı. Durakta duran tanımadığın adam “günaydın”, otobüs biletini verince şoför “teşekkürler” diyordu. Gelince burada da bir süre selam vermeye devam ettim ama burada insanların bakışları gerçekten garip oluyor sanırım, cevap aldığım çok olmadı. Herkes garipseyince yeniden eski suratsız modumuza ister istemez dönüyoruz sanırım. Öte yandan annem hep “Allah seni iyi insanlarla karşılaştırsın.” diye dua eder. Dolayısıyla ben onların ender rastlanan iyi insanlarını bulmuşta olabilirim.
maz gibi bir düşünce söz konusu olmamalı. Ekim ‘11 • 35
KİTAP-FİLM TANITIMI
KİTAPLAR
SAİD NURSÎ BURHAN BOZGEYİK Bin sekiz yüzlü yılların sonlarına doğru Anadolu’da kurulu olan düzenin ortadan tamamen kaldırılması için uğraşan İslam düşmanlarına kafa tutmuş, onların yaptırımlarına hiçbir zaman boyun eğmeyeceğini her fırsatta dile getirmiş ve hayatına da yansıtmış bir ilim adamını yakından tanımaya ne dersiniz? Cesaretiyle tüm makam sahiplerinin ilgisini çeken ve sırf ilim yaymaya çalıştığı, Risale-i Nur kitaplarını çoğaltmaya, talebeler yetiştirmeye uğraştığından türlü işkencelere maruz kalmış kendini İslam uğruna hizmete adamışlardandı o. Bu kitabı okurken Said Nursî’nin çağımıza iz bırakmış önderlerden olduğunu örnek alınması gerektiğini görecek ve İslam’ın zor şartlar altında yayılabildiğini bir kez daha fark edeceksiniz.
36 • Ekim ‘11
A’MÂK-I HAYÂL FİLİBELİ AHMET Hayalin derinlikleri anlamına gelen a’mak-ı hayal’de eserimizin kahramanı Raci ile felsefî rüyalara dalacaksınız. Batılıların anlatageldikleri çoğu felsefî kavramları bu kitapla bizden kimselerin de bu tarz romanlarla okurların ilgisini çekebildiğini göreceksiniz. “ilimde derinleşenler” (Âl-i İmrân/7) ile süslenen akıcı bir eser. Tasavvufla ilgilenen herkesin beğeneceği cinsten okunulası bir kitap.
KÂİNAT’IN EFENDİSİ PEYGAMBER EFENDİMİZ SALİH SURUÇ Asrımız müslümanlarının temel sorunu: dinimizi derinden tanıyamayışımız. Önderimizi tanıyamayışımız ve bunun getirisi olan onun örnekliğinden faydalanamayışımız. Evet Efendimiz’i tanıyabilmeliyiz çünkü o yaşayan Kur’an’dı. Onun yaşamında ne tarz sorunlarla ne şekilde başa çıkabildiğini bu kitapta göreceksiniz. Salih Suruç’un Siyer ödüllü Dünya çapında 1.liğe imza attığı bu kitap iki ciltten oluşuyor. Efendimiz’in yaşamını ziyadesiyle öğrenecek ve kitabın sayfalarını çevirirken vaktin nasıl geçtiğini anlamayacaksınız.
MEKKE’YE GİDEN YOL MUHAMMED ESED Bir zamanlar Yahudi asıllı Avusturyalı genç bir gazeteci olan Leopolde Weis’in nasıl Muhammed Esed’e dönüştüğünü bilmek ister misiniz? Çalıştığı gazete tarafından Ortadoğu’da görevlendirilen bu batılı genç, bu coğrafyanın insanlarından çok şey öğreniyor. Onların davranışlarındaki ve ilişkilerindeki samimiyet, gündelik hayatlarındaki huzur ve sükunet kısa sürede dikkatini çekiyor. Doğu kültürünü tanımaya çalışırken, İslamiyet’i de farkında olmadan tanımaya başlıyor. Doğu-batı yaşantılarını kıyaslamak, bedevileri, çöl hayatını, Arap halklarının gündelik yaşantılarını tanımak ve en önemlisi dinimizi araştırma konusunda ne kadar eksik olduğumuzu Muhammed Esed’in çabalarını okuyarak anlamak için oldukça faydalı bir kitap. Muhammed Esed, dostu Zeyd ile çöllerde ilerlerken, sanki biz de onların yanındaki bir devenin üstünde, onlarla birlikte ilerliyoruz. Yazarın akıcı üslubu, kitabın kalın görünümünü bir anda silip atıyor, haberiniz olsun :)
ÇÖL ARSLANI Çağrı filminin yönetmeni Mustafa Akkad’dan Ömer Muhtar’ın hayatını konu alan bir film. Hatta Ömer Muhtar rolünü almış olan oyuncumuz da Çağrı filminde Hz. Hamza rolüyle gönüllere taht kuran Anthony Quin’dir. Diktatör Mussolini Müslümanları Afrika kıtasından yok etmek için şiddete ve türlü işkencelere başvurur. Asıl mesleği öğretmenlik olan Ömer Muhtar, Libya’da direnişin önderliğini yapar. Ve sonunda işgalci İtalyan komutası Ömer Muhtar’ı idam sehpasına oturturlar. O’nun Allah’a olan tevekkülü izleyen işgalci Graziani’yi dahi şaşırtmıştır. İzlerken gözleriniz dolacak ve yaşanılmış olduğunun bilinciyle belki ağlayacaksınız bile.
KORO 2004 Fransa yapımı müzikal duygusal bir filmdir. Christophe Barratier’in yönettiği ve senaryosunu Philippe Lopes-Curval’le birlikte yazdıkları film; sorunlu eğitimcilerin görev yaptığı ve öğrencileri kötü yönde etkileyen baskıcı bir idareye sahip olan bir yatılı okulun dramı gözler önüne seriyor. Hal böyleyken okula gelen bir müzik öğretmeni, öğrencilerin hayatına müziği dahil ederek yaşamlarına farklı bir boyut kazandırıyor. Öğrencilerin hepsine bir görev tayin ederek onları sorumluluk sahibi bireyler haline getiriyor. Ve bu çocukların hayatlarında dönüm noktası oluyor.
PERSEPOLİS Sosyalist olan Marjane Satrapi’nin hayatı özelinde İran devrimini bir sosyalist gözünden distopik ve subjektif bir yaklaşımla anlattIğı çizgi-roman ve bundan uyarlanan 2007 yapımı animasyon filmi Persepolis, İran İslam Devrimiyle değişen hayatları, yaşıtlarına göre erken serpilmiş ve açık sözlü bir kız olan dokuz yaşındaki Marjane’nin gözünden anlatmaktadır. Filmde Şah’ın devrilmesine sosyalistlerin destek vermesinin ardından hükümeti ele geçiren radikal İslamcıların kişisel hakları kısıtlaması, daraltması, kadınlara tesettür zorunluluğu, kadın erkek bakılmaksızın yargısız hapisler ve infazlar sosyalistlerin gözünden işlenmiş ve acıklı bir senaryoyla gözler önüne serilmiştir.
KAPLUMBAĞALAR DA UÇAR Filmimizin
yönetme-
FİLMLER
AYŞE NUR AKSU
ni: Bahman Gobadi. Amerika’nın
Irak’a
saldırmasına
birkaç
gün kala Irak-Türkiye sınırında bir mülteci kampının yaşayışı… Ailelerini savaşta yitirmiş çocukların kendi yaşamlarını sürdürmeye çalıştıkları ve geçimlerini mayın toplayarak sağlayabildikleri
bir
kamp burası. Çocukların birçoğu meslekleri dolayısıyla sakat. Diğer yandan savaş esnasında yaşadığı evi basılan, ailesi katledilen ve en acısı da küçük yaşta anne olmak zorunda bırakılan Agrin, ağabeyi ve oğlu… Amerika-Irak savaşını anlatan ilk film olarak biliniyor bu İran yapımı film. Ekim ‘11 • 37
HİKAYE
BENİM ŞEHRİM MELTEM GÜLEÇ
G
ece soğuk. Dışarıda ayaz var. Rüzgârın pencere camına çarptığı ağaç dalları hiç bu kadar hırçın olmamıştı sanki… Esen yel dışarıda. Hırçın ağaç dalları, havlayan köpekler, evsiz insanlar, tehlikeli yabancılar ve yabancı tehlikeler… Hepsi dışarıda. Yarın gece ben de dışarıda olacağım. Korkuyor muyum? Aslında hayır. Aklımda bu hayaller varken korkuya bile yer kalmadı sanırım. Öylesine dolu dolu olmuşum ki zihnimdekilerde, düşünmüyor da yaşıyor gibiyim hepsini adeta. Mesela, diyorum ki; mavi olmalı bu şehir. Hani, İstanbul dedikleri işte. Diye diye de bitiremedikleri… Gerçi, taşı toprağı altın da denir hakkında, ama altın sarısı dahi karşılayamadı ki bu şehri imgemde. O, kalıbına sığmaz büyüklüğüyle, kendi büyüklüğünü dahi aşan umuduyla, koynundan taşan denizleri ve altındaki gizemli dehlizleriyle; koskoca İstanbul. Dipsiz bucaksız bir mavi yaraşır ancak. Yine düşünüyorum da; sonunda İstanbul olmasa çıkar mıydım yine de bu yola? Gariptir ki, en çok bunu sorguladım kendimde. Evet, garip. Çünkü aslında en kolay soruydu bu sorduğum. Cevabını yıllar önce, belki de İstanbul’dan dahi bihaberken öğrendiğim tek soru. Cevapsa basit: ‘’Herkes bir gün gider.’’ İstikamet bir yerde önemsiz kalır bu yüzden, İstanbul’a ya da bambaşka bir yere, her halükarda olur bir seyr-ü sefer. Velhasıl kelam, bana dünya’ya karşı bir gönül borcu ödemek gibi görünüyor birden bu yaptı-
38 • Ekim ‘11
ğım. Ne de olsa –ve hatta, kabul etmesi zor da olsa- ayrılığın memleketi bu dünya. Ruhun bile bedeni terk ettiği bu diyarda; anne, baba, sevgili ve evlat da elbette bir gün gider. Hiçkimsenin vazgeçilmez olmaması da bundandır ya. Geride kalanlar -kim olursa olsunlar- hayatlarına devam edebilsin diye bahşedilmiş bir yetenek; vazgeçebilmek. Ya da bambaşka kelimelerimiz de elbet var yeteneklerimiz arasında; tahammül, hasret ve vuslat, hep yanı başımızda. Düşüncelerim geceden de uzun. Sabah olup da veda vakti geldiğinde hala dört dönenler var kafamın içinde. Onların uğultularının arasından annemi duyuyorum güç bela; ‘’Dünya hali.’’ diyor annem.’’Giden var, dönmez; dönen var, bulmaz.’’ Topak topak oluyor işte o an sözleri, topak topak bürüşüp de göğsüme akıyor sanki. İri kayalar gibi oturuyorlar içime. Saklanmış endişelerim de hemen dirilip tepiniveriyor bu kayalar üzerinde. Ve toz kalkıyor kayalardan. Hüzün, bu tozlardan bir sis olup dağılıyor tüm bedenime böylece. Bense, direniyorum yine de. Bir şeyler söylemek istiyorum. Aslında, çok şeyler söylemek istiyorum da, kelimeleri yetiremiyorum. Kendimi de annemi de mutlu edecek, avutacak kadar güçlü değil ki kelimeciklerim. Söyleyeceklerimi bulup buluşturamayınca, bakışlarımı buluşturuyorum annemle. Annemin gözleri… Mavi ve ümitvar aslında, sözlerinin aksine. Annemin gözleri, tıpkı İstanbul gibi…
İşte o an fark ediyorum ki bazen sarılmalı insan sadece. İkna etmeler, dil dökmeler gereksiz çaba bazen. Sadece sarılmalı insan umuduna. Ve böylece çıkmalı yola. Sarılıyorum ben de anneme. Onun verdiği kokuyu çekip içime, saklıyorum en derinime. O anki tek varlığım olan ümitlerimden serpmeyi ihmal etmiyorum onun yüreğine. Sonra etrafımızdakiler ayrıldık sanıyor, bizse sarılı kalıyoruz. İkimiz de birbirimizden aldıklarımızla daha emin adımlar atıyoruz yollarımızda. Tek farkla; ben gurbete, o sılaya… Otobüste tüm düşüncem bu ayrılık anı şimdi. Tekrar tekrar düşünüp, tekrar tekrar derin nefeslerle nokta koyuyorum hayalimdeki sahnelere. Her noktada çektiğim nefes içimde zehir gibi kaygılar bırakarak terk ediyor ciğerlerimi. Sigara dumanı misali… Bırakır gibi oluyorum kendimi o zaman. Annemin omzuna yaslarmışçasına yaslıyorum kafamı pencere camına. Soğuk cam, şimdi otobüsün geçtiği her tümsekte hatalarımı kafama kakar gibi. Böylece ilk dersini çıkarıyorum gurbet halinin. Yalnızlık, dik durmayı gerektiriyor, yaslanmamayı kimseye. Dik durmak için güçlü olmak gerekiyor. Deniyorum... Çok kereler deneyeceğimi de şimdiden biliyorum. Otobüs mola yerine yaklaşınca ancak hissediyorum oturmaktan kemiklerimin ağrımaya başladığını. Temiz bir soluk almak iyi gelecek gecenin ayazında. Kendimi dışarı atıyorum. Gecede, her hamlede verdiğim soluk gözümün önünde. Ağzımdan buharlar çıkararak attığım her adımda daha da hafifleyerek yürüyorum sanki çay
ocağına. Soğuk gerçekten iyi geliyor insana. Mola vakti uzun. Böylesi bir havada üşüyüp çayla ısınma keyfine varabilecek kadar uzun en azından. Etrafımda onlarca yolcu. Birçoğu da gurbetçidir benim gibi. Çayımı alıp onların arasında kendime güç bela oturacak boş bir masa bulduğumda, hala aklımda ‘gurbetçi’ sıfatı. Ne eğreti… —Pardon masanıza oturabilir miyiz? Bir kadın, bir elinde tepsi, diğer yanında elinden tuttuğu bir çocukla karşımda. Çocuk sanki kadının devamıymış, bir uzvuymuş gibi, sol yanında. Üşüdüğü belli. Kadın neden içeri geçmiyor da soğukta oturmak istiyor acaba? —Başka hiç boş yer kalmamış da. —A, tabi, buyurun buyurun. Kusura bakmayın, dalgınım biraz. —Önemli değil, yolculuk hali işte. Sessizlik. Gerçek anlamıyla bir sessizlik hüküm sürüyor. Şu ana kadar hiç susmayan düşüncelerim bile terk etti, gitti bir anda. Birden gelen sessizlikse huzur vermekten uzak, sadece kulak tırmalıyor. Masamdaki kadın böyle bir şey düşünmüyor besbelli, çocuğa yemek yedirmeye çalışırken sessizliğin farkına bile varmadığı o kadar açık ki… Nereden baksan on yaş büyüktür benden. Yanındaki de kendi çocuğu olsa gerek, öyle muamele ediyor. Çayım bardağımda soğuyor ve sessizlik devam ediyor. Rahatsız olan ben olduğum için, söze başlamak bana düşüyor: Ekim ‘11 • 39
—Ufaklığın ismi ne? —Abiye ismini söyle, bak adını soruyor. Utku, abiye baksana oğlum. Utku, ürkek ürkek bakıyor. Kendi yaşlarındaki her çocuk gibi, bu saatte dışarıda olmaktan huzursuz. —Maşallah, oğlunuz çok sevimli. Gülümseyerek kucağına alıyor çocuğunu. Yemeği bitti sanırım. Çocuk, annesinin göğsüne yaslanıp büzülüyor iyice. Annesi sarıyor onu. Çocuk, ne kadar da huzurlu görünüyor. Tekrar bir sessizlik çörekleniyor. —Senin yolculuk nereye? Bir an duraksıyorum. Belki de, bu sessizlik onu da rahatsız ediyor. —İstanbul’a gidiyorum ben. —Okumaya mı? Yaşın küçük daha, belli. —Yok, öyle... Gurbete gidiyorum işte, çalışmaya. Birkaç hısım akraba var da. Okul, belki daha sonra. Bilmem. Gülümsüyor kadın. Gülümseyince ablama benziyor. Neden güldü ki şimdi? —Siz de mi gurbete yoksa? —Ben… Gurbetten geldim, gurbete gidiyorum aslında. Öylece bakıyorum kadının yüzüne. Anlam veremediğimi bakışlarımdan anlamış olsa gerek, açıklamaya girişiyor: —İnsan evlenince öyle oluyor işte. İki evin var esasında, birindeyken diğerine uzak kalıyorsun, mecbur. Birindeyken diğerini özlüyorsun. Derler ya; bir yanda baba ocağı, bir yanda yar kucağı. İki memleket arasında kalınca insanın gurbeti de daim oluyor. —Zor gibi. 40 • Ekim ‘11
—Evlenince anlarsın, diyor gülümseyerek. Ben de gülümsüyorum.’Daim gurbet’ deyişi kafamda yankılanıyor. İstanbul’da ne kadar kalacağım? Çabuk geçecek sayılı günüm bile yok. En çok bilmediği huzursuz ediyor insanı, en çok belirsizlik yoruyor. Çayım soğuyor bardağımda, çocuk annesinin kucağında uyuyor. Kadın daha fazla üşümek istemiyor gecede, iyi yolculuklar dileyip gidiyor. Kendimle baş başa kalıyorum ardından. Düşüncelerim ve ben. O, masadan kalkar kalkmaz bir uğultu kaplıyor ortalığı bir de. Uğultu kafamın içinden geliyor. Otobüsüme dönsem iyi olacak. Yarım saat kadar önce yürüdüğüm yolu gerisin geri dönerken otobüsüme doğru, içimde değişik bir şey fark ediyorum. Artık benim otobüsüm olduğunu mesela bu otobüsün. Terk ettiğim masanın benim masam olması gibi. İnsan benimsemek istiyor sanırım, kendisine ait bir şeyler olsun istiyor illaki. Hele yanı başında olmazsa evi, ailesi, annesi. Annem… Eksiklerimin içinde en çok onun yokluğu dokunuyor galiba. Ya da hicran alışkanlık yapıyor da, ondan mı benimseyip benimseyip ayrılıyor insan acaba? Sırf rutinleşsin diye özlem. Böylece unutulabilsin diye asıl ayrılık. Aslının üstüne başka başka ayrılıklarla özlemler bina ediyoruz bilmeden, altta kalanın görünmemesi temennisiyle. Belki de… Otobüsüme vardığımda daha bir huzurlu geçiyorum yerime. Sanırım yaşamayı yeniden öğreniyorum ben. Yirminci yaşımda, soğuk bir ekim gününde, İstanbul varken önümde. * Öykünün devamı Kasım sayısında yayınlanacaktır.
ŞİİR
Bilmek UĞUR DEMİREL
Haydan mıdır huydan mıdır bilinmez ama, İnsanoğlu tutarsızdır genelde. Hele konu israfsa, üstelik işe bir de dünyevi menfaat giriyorsa, Unutuverir birden niye gönderildiğini dünyaya. Buharlaşır fikirler, amaçlar. Kalbi çevreleyen toz bulutu görmez eder kalp gözünü... Ortalığı kaplayan sis, eğriyi düz, yanlışı doğru gösterir. Ve insan düşünmeyi unutur düşünülmesi gerekilenleri... Unutur, ‘’Melik’’ olanın her şeyin sahibi olduğunu, ‘’Aziz’’ olanın mutlak galip gelen olduğunu, Ancak ‘’Fettah’’ olanın her türlü sıkıntıyı kaldıracağını... Her şey gönlünce olsun ister ama, Unutur ‘’Âlim’’ olanın her şeyi en iyi bildiğini... İnsan unutur unutulmaması gerekilenleri ama ‘’O’’ unutmaz insanı. ‘’O’’dur ‘’Rahman’’ olup esirgeyen, ‘’Rahim’’ olup bağışlayan, ‘’Muizz’’ olup kullarını şereflendiren... Çünkü âlemlerin Rabb’i ‘’O’’ dur. Ve kulunun zatını tamamen unutmasının imkânı yoktur... Ve insan, unutmuşken her şeyi bir anda aklına ‘’Allah(c.c)’’düşer. O zaman anlar sevginin ne olduğunu. Anlar, kime, nasıl, ne kadar değer vermesi gerektiğini. Anlar ama iki yolu vardır hala. Ya anladığını yapıp Tâlut’un yolundan gider, Ya işine geleni yapıp Câlut’un yolunu tutar. Tâlut kurtuluş, Câlut ateştir... Geç de olsa inşallah kul, Rabbini bilendir... Ekim ‘11 • 41
Kültür Sanat Melike YURT
3. Albaraka hat yarışması başlıyor
Sanat sokağa taştı LET’STANBUL 2011 Deneysel Sanat Festivali Bahçeşehir Üniversitesi Yaratıcı Fikirler Enstitüsü’nün organize ettiği enteresan bir festival. Çeşitli mekanlarda 12 farklı sanat uygulamasının izleyiciyle kolay buluşması asıl amaçları, bu yüzden de sanatı sokağa taşıyıp, sanatı halka götürmüş oluyorlar. İlginç sanat dallarından bazıları ise şunlar; Tipografik şiir enstalasyonu, gerçek zamanlı hikâye gösterimi ve iPad, iPhone resitali gibi denemeler. Etkinlikler için seçilen mekanlarda dikkat çekiyor; Galata Kulesi, Haliç Tersanesi, Gebze- Haydarpaşa Treni. Sanatın sınır tanımazlığına yönelik organizasyon 11-15 Eylül tarihleri arasında İstanbul’u sanata buladı.
42 • Ekim ‘11
Hat sanatına katkıda bulunmak ve onu zenginleştirmek amacıyla Albaraka Türk Katılım Bankası tarafından üç yılda bir gerçekleştirilen uluslararası hat yarışması bu yıl üçüncü kez yapılıyor. Yarışmanın bu yılki konusu ‘adalet ve kul hakkı’. Yarışma; celî sülüs, sülüs, sülüsnesih, celî ta’lîk ve celî divanî olmak üzere beş dalda gerçekleştirilecek. Eserler 1 Nisan 2012 tarihine kadar yarışma sekreterliğine gönderilebilecek. Sonuçları 15 Mayıs 2012’de açıklanacak yarışmada, 5 dalda toplam 15 eser ödüllendirilecek. Eser sahiplerinin derecesine göre 7, 10 veya 15 bin TL para ödülü alacağı yarışmada, toplamda 160.000 TL ödül verilecek.
5. İstanbul Şiir Festivali Uluslararası İstanbul Şiir Festivali, şiirin en uzun ve köklü edebi gelenek olduğu ülkemizin şairleri ile dünyanın önemli şairlerini, tarihi boyunca kendisine sayısız şiirin ithaf edildiği İstanbul’da bir araya getiren büyük bir edebiyat etkinliği. 13-17 Eylül tarihleri arasında düzenlenen etkinliğin bu yılki konuğu Makedonya. Onursal başkanlığını Doğan Hızlan, direktörlüğünü Adnan Özer’in yaptığı festivale `Şiir Okumaları`, `Şiir Tartışmaları` başlıkları altında, Ali Ayçil, Baki Asiltürk ve Hüseyin Akın, Cafer Turaç, Didem Gülçün Erdem, Fatma Şengül Süzer, Gökçe Nur Ç., Gülce Başar, Mehmet Erte, Metin Cengiz, Oktay Taftalı, Turgay Nar, Yavuz Türk gibi isimler katılacak. Sekiz ülkeden şairler de şiirleri ve eleştirileriyle festivalde farklı coğrafyaların tınılarını İstanbul`a taşıyacak. Bu sene sponsor sıkıntısı nedeniyle daha sessiz geçen festivalin, seneye farklı bir konseptle düzenleneceği söyleneceği söyleniyor.
Kültür Sanat Edebiyat Yarışması Sanatalemi.net sitesi ahde vefanın bir örneği olarak vefat etmiş beş yazarı adına bir edebiyat yarışması düzenliyor. Ahmed Yüksel Özemre, Ergun Göze, Hamit Can, Olcay Yazıcı ve Ümit Fehmi Sorgunlu adına düzenlenen yarışma farklı edebi türleri de kapsıyor. Katılımcılar hikâye, şiir, makale, deneme ve hâtıra türlerinde olan eserlerini 31 Ekim tarihine kadar yarisma. sanatalemi@gmail.com adresine göndermeleri gerekiyor. Konu sınırlaması bulunmayan yarışmaya yaş sınırlaması olmaksızın herkes katılabilir.
İslam Coğrafyası Günleri Daha önce de sayfamızda Zarif Haykırışlar adlı toplantılarına yer verdiğimiz Mavera Gençlik Hareketi bu kez çok daha kapsamlı bir programın altına imza atmak üzere, üzere diyorum çünkü 8 gün sürecek olan etkinlik yazıyı yazdığın günlerde devam ediyor. Sekiz ülkenin sekiz günde tanıtılacağı program her ülkeye bir gün tahsis edilmiş. Libya, Mısır, Amerika, Hindistan, Pakistan, İran, Bosna, Çeçenistan anlatılacak olan ülkeler. Geçmişleri, bugünleri, yetiştirdikleri önemli şahsiyetler konuşmaların ana konuları. Bu şahsiyetler ise Ömer Muhtar, Hasan El-Benna, Seyyid Kutub, Malcolm X, Mevdudi, Muhammed Hamidullah, Muhammed İkbâl, İmam Humeyni, Aliya İzzetbegoviç, Şamil Basayev, Cevher Dudayev, Aslan Mashadov. Tek başlarına bile efsane olan bu kişileri anlatanların dilinden dinlemek kaçırılmayacak bir fırsat. Müslüman olarak hiçbir zaman sadece kendimizden sorumlu değiliz, kendimiz kadar din kardeşlerimizi de düşünmek, sıkıntılarını bilmek, anlamak ve desteklemek öncelikli görevlerimizden, bu nokta da Mavera Gençlik Hareketi görevini iyi kavramış gibi gözüküyor.
Server Vakfı Edebiyat Ortamı 2011 Şiir Yarışması Genç yeteneklere bir fırsat olan yarışmalardan birini de Ankara’daki Server Vakfı düzenliyor. Adaylar yarışmaya, kitap bütünlüğü taşıyan şiir dosyasıyla (sayfa sayısı önemli değildir) veya yayımlanmış ilk şiir kitabıyla katılabilir. Yarışma katılım şartları ile alakalı detaylara: http://www.servervakfi.org.tr/ adresinden ulaşmak mümkün. Son katılım tarihi 30 Kasım 2011 olan yarışmanın sonuçları 10 Şubat 2012 tarihinde açıklanacaktır.
4. Babıali Günleri Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER), Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin bu yıl 4.sunu düzenlediği Babıali Şenlikleri bu sene Babıali günleri adı ile yapıldı. 14-18 Eylül tarihlerinde Sultanahmet Parkı’nda, Firuzağa Camii ile Sultanahmet tramvay durağının arkasında gerçekleşti. Faaliyette konserler, sergiler, imza günleri, paneller yer aldı. Gazeteler, dergiler, internet siteleri, yayınevleri okurlarıyla, televizyonlar izleyicileriyle, radyolar dinleyicileriyle Bâbıâli’de buluştu. Beş gün boyunca ESKADER standında bulunan yazarlar arasında Üstün İnanç, Mehmed Niyazi, Zeki Kuşoğlu, Muhterem Yüceyılmaz, Yavuz Bülent Bâkiler, Yavuz Bahadıroğlu, Meryem Aybike Sinan, Bestami Yazgan, Abdurrahman Şen, Ahmet Mahir Şen Mahir Şen ve Yusuf Dursun da vardı. Ayrıca gazetecilik mesleğine yönelik çok çeşitli kitaplarında bulunduğu stanttaki kitaplarda ilgi çekiciydi. Ekim ‘11 • 43
GEZİ/ETKİNLİK
BİR GENÇ ÖNCÜ’NÜN LAPSEKİ GÜNLÜĞÜ… NİDA-UL İSLAM GÜLER
S
ınavlarımızın bitmesi, okulun tatile girmesiyle
Her sene aynı evde kaldığım arkadaşlarımla daha bir kay-
dört gözle beklediğimiz Lapseki yaz kampı hazır-
naşmış olarak eve dönüyorum, sadece uzaktan tanıdığım
lıklarına başladık. Kampa gideceğimiz gün gelip
karakterini tam olarak kestiremediğim kişileri keşfetme
çattı. Biz de bavullarımızı aldık, vakıfta arkadaşlarla top-
olanağı buluyorum. Hıh, işte sıra bana geldi. Yeni ev ar-
laştık. Çanakkale’ye gitmek için sabırsızlanırken otobüsü
kadaşlarımla takıldım ablamın arkasına ilerliyorum. Tabi
beklemek, yolculuk hepsi çok uzun geliyor insana. Neyse
yol yorgunluğuyla birlikte uykunun hayalini de kurmadan
otobüse yerleştik, dualarla birlikte çıktık yola. Dostlarla
edemiyorum. Yarın kampın ilk günü, kim bilir ablalar bize
yolculuk yapmayı bile özlediğimi fark ettim. Bir yandan
ne kadar dolu bir program hazırlamışlardır. Her sene daha
yaşayacağımız kamp günlerinin heyecanı, diğer yandan
da gelişmiş oluyor günlük program. Gücümü toplamam
dostlarla muhabbet derken yolculuğumuz bitti. Ablaların
lazım Midemin gurultusu ile irkiliyorum. Bir de açtım değil
sesi; “Bavulları ortadaki alana bırakıp konferans salonuna
mi? Neyse ilk gece için annelerimizin yaptığı börek, kekleri
geçelim arkadaşlar”… Evet, ilk akşam konuşması; hangi
yiyeceğiz. Sonrasında da marifetimizi ortaya koyan kendi
evde, kimlerle kalacağının belli olacağı konuşma. Hangi
ellerimizle yaptığımız yemekleri. Getirdiklerimizi yedikten
ablanın evinde kalacağım acaba? Her abla farklı dene-
sonra arkadaşlarımın “Uyumayalım, ilk gece bu gece, ko-
yim kazandırıyor insana. Kimiyle dostun gibi çoğu şeyini
nuşalım, tadını çıkaralım.” demelerine karşı vücudumuz
paylaşıyorsun, kimiyle eğlenip coşuyorsun. Her biri farklı
buna direncini yitiriyor ve bir güzel uyuyoruz. Sabah na-
dünya yani… Gruplar belirlenirken sıranın bana gelmesini
mazı vaktinde kalkıp evdeki arkadaşlarımla otelin yolunu
heyecanla beklemekteyim. Söylemeden geçemeyeceğim.
tutuyoruz. Cemaatle namaz kılmayı da özlemişim. Evleri-
Kamp, ihtiyacımız olan bilgileri sıkıştırılmış sihirli bir kap-
mize giderken sabah kahvaltısını bizim hazırlayacağımız ve
sül olarak bize sunarken; gelecekte iyi günümde, kötü
bir evi konuk edeceğimizi öğreniyoruz. Olamazzz Aslında
günümde yanımda olacak dostlar da kazandırıyor bana.
misafirperverimdir de uykuyu çok seviyorum. Kamp gün-
44 • Ekim ‘11
lerinde bir gün bir evi kahvaltıya davet edersiniz, diğer gün farklı bir eve siz misafirliğe gidersiniz. Size kahvaltıya gelinen gün hazırlık yapacağınızdan daha az uyuyacaksınız demektir. İşte bu sabah az uyuma sırası biz de. Sabah erkenden kalkıyoruz hazırlıyoruz bir güzel kahvaltımızı. Kahvaltımızda yok yok. Patatesli yumurta, peynir, zeytin, reçel, söğüş domates, salatalık, çay ve vakıftan bir teyzenin bütün evlere ikramı çokokrem Aslında bazen (ev halkının önceden hazırlığına bağlı olarak) kahvaltı çeşidimiz artabiliyor. İlk gün ya bugün önceden hazırlık yapamadık işte. Kahvaltıdan sonra programda ders görünüyor. Defterlerimiz, kalemimiz, mealimiz elimizde otelin yolundayız. Ders yapacağımız ortama geçip ablayı bekliyoruz. Kampta dersi en az 2 abla anlatır. Farklı iki ses derste uyumamızı engeller, bir de derse katıldık mı dersin tadına doyum olmaz. İlk dersten sonra sırada ne var? Temizlik ve öğle yemeği hazırlama… Aslan yattığı yerden belli olur, genç öncüye kirlenmiş bir evde yaşamak yakışmaz. Biz de genç öncü olmak için burada değil miyiz? Kirlettiğimiz evleri nöbetleşerek temizleyeceğiz tabi. Bazı arkadaşlar temizliğe girişirken birkaçımız da ablayla birlikte yemeğe giriştik. Yemekleri de iki ev birlikte yemekteyiz. Açık söylemek gerekirse dönem içinde okul nedeniyle yemek işlerine giremiyorum pek, bu kampta eve bir kaç yemek öğrenerek gitmek hem annemi sevindiriyor, hem de beni geleceğe hazırlıyor. Temizlik saatinden sonra programda ders ve ardından havuz saati var. Havuz saati programda en gözde etkinliklerden olur her zaman. Ablalar da bunu bildiklerinden havuz için 2,5 saat ayırmışlar, sağ olsunlar. Havuzdan sonra öğle yemeğini yiyoruz komşu evle. Böylece sadece kendi evimizle değil, diğer evlerdeki arkadaşlarla da kaynaşmış oluyoruz. Yemekten hemen sonra “söz sizde” saati yapıyoruz. Söz sizde nasıl oluyor diye soranları duyar gibiyim. Söz bendeyken anlatayım Ablaların belirlediği konularda gruptaki arkadaşlarına fikirlerini beyan edip, konuşup tartıştığın, ufkunu açan bir saattir söz sizde. Düşünce egzersizi yapıp arkadaşlarına bunu anlatma yeteneğini geliştiren yönüyle kampın vazgeçilmezidir. Bu sene söz sizde de konulardan farklı olarak karikatür okumaları ve şiir okumaları da eklemişler ablalar, bizim için. Söz sizdeden hemen sonra akşam yemeği hazırlığına girişiyoruz. Ardından da etkinlik saatine… Etkinlik saati el işi dersleri gibi. Toka, bileklik gibi hem kullanacağımız hem de kamptan birer hatıra olarak saklayacağımız şeyler yapıyoruz bu sene. Bir de birincileri seçiliyor etkinlik saatlerinin. Bazen de hep birlikte deniz kenarına inip çevreyi keşfediyoruz. Sırada ne var? Oyun saati… Bu arada namaz saatlerinde cemaatle namaz kıldığımızdan her seferinde bahsetmiyorum da siz tahmin ediyorsunuzdur zaten. Oyun saatimiz için birçok seçenek var. Sahada voleybol, basketbol oynamak, evde tabu, jenga oynamak, ya da dostlarla kafede manzaraya karşı dondurma yemek bunlardan birkaçı. Size
manzaradan hiç bahsetmedim değil mi? Kaldığımız yer deniz kenarına yakın hafif eğimli araziye konumlanmış evlerden oluşuyor. Evin terasından, camlarından her daim o muhteşem denizi, güneşin batışıyla oluşan muhteşem manzarayı izleyebiliyorsun. Ben izle izle doyamıyorum. Bir de geceleri gökyüzünü izlemeye doyamıyorum. Kafamı kaldırınca gökyüzünde binlerce yıldız… Bütün bunlar şehrin karmaşasında yaşayan bizler için bulunmaz nimetler. Neyse oyun saati de bittikten sonra akşam yemeğini yiyoruz yine komşu evle. Yemek sonrasında da ya akşam oturması ya da toplu akşam programları oluyor. İki evin birlikte coşup, kaynaştığı akşam programlarında zaman nasıl geçiyor anlamıyorum. Akşam programları da tüm arkadaşlarla (hatta ablalar da dâhil) birlikte oynadığımız oyunları içeren bir program olarak tasarlanmış. Bu saatin ardından toplu olarak yaptığımız son etkinlik yatsı namazını cemaatle kılmak oluyor. Sonra evlerimize dağılıyoruz ve yeni bir güne dinç uyanmak için yataklarımıza geçiyoruz. Gördüğünüz gibi gün içerisinde yaptıklarımızı anlat anlat bitiremiyorum. Aslında anlatmak da yetmez, yaşamak lazım. Böyle dolu dolu yaşarken günleri bir bakıyorsunuz ki son gün gelmiş. İçinizi kaplarken hüzün, son günü son gün yapanlardan da bahsedeyim size. Bunlardan ilki mangaldır tabii ki. Vahap amcamızın yaptığı mangalı hep birlikte yerken yaptığı duaya “âmin” demek kampın sevdiğim klasiklerindendir. Diğeri de kapanış programıdır işte. Ablaların bizim için hazırladığı bu programda ayrılmanın hüznünü ve programın coşkusunu birlikte yaşayabilirsiniz. Program sonunda da otobüsümüze bineceğimiz yerde toplaşır önce ablalarla sonra tüm arkadaşlarınızla helalleşirsiniz. Bu helalleşme sırasında kimileri gözyaşlarına hâkim olamaz. Ağlamaya ne gerek var ki demeyin. İnanın kamptan, dostlardan, ablalardan ayrılmak kolay değil. Otobüse bindikten sonra camlardan ablalara el sallarsınız. Ablaların sesleri gelir “Güle güle, yine bekleriz Genç Öncüler”. Otobüsünüz hareket eder, sesler uzaklaşır. Ve yeni dönemde aynı dostlarla vakıftaki programlarda buluşma ümidi ve sonraki kampa gelme ümidini içinizde taşıyarak Lapseki’den ayrılırsınız. Ekim ‘11 • 45
GEZİ/ETKİNLİK
TRABZON KAMPI FATİH RAZİ
Genç öncüler Trabzon Kampı’nda bir araya geldi… Bu kampın farklı bir özelliğini belirtmeden geçmek doğru olmaz her halde, katılımcı olarak Araştırma ve Kültür Vakfımızın; İzmit, Isparta, Ankara, İstanbul ve ev sahibi olarak Trabzon ekibinden öncü kardeşlerimiz oluşturuyordu… Bir araya gelme amacımız kardeşlik bağlarımızı daha da sağlamlaştırmak ve “Genç öncüler olarak 2012 senesini nasıl yaparız da daha verimli hale getiririz?” sorusu üzerine fikirler üretmekti. 1 haftalık kampta neler mi yaptık? İlk olarak Trabzon ekibimizin sıcak karşılamasıyla kamp alanına yerleştik. Sonrasında genel bir tanışmayla programımıza başlamış olduk. Genç öncüler kimdir? Genç öncülerin amacı nedir? Sorularına en güzel cevapları ile bizleri ay46 • Ekim ‘11
dınlatan, kafamızdaki karışıklığı berraklaştıran, eşsiz sunumlarıyla ve doyumsuz sohbetiyle dersleri daha verimli hale getirmek için anlamlı fıkralarıyla ümmet olma şuurunu bizlere aşılayan “Burhanettin Can” hocamızla program bir başka havaya girdi… Yoğun konularla devam eden programımızı daha verimli kılmak adına bir gezi yapalım dedik ve Trabzon’un eşsiz doğa harikası olan Uzungöl yoluna doğru hazırlıklara başladık. Sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra yollara düştük. Yaklaşık bir buçuk saatlik yolumuz vardı. Tabi bir otobüste Genç öncüler varsa o otobüsün havası farklı olması gerek düşüncesiyle ezgilerimizi önceden hazırladık. Kardeşlerimizin eşliğinde yol boyunca bir an bile susmayarak Uzungöl’e vardık… 1 saatlik serbest gezinin ardından göl kenarındaki mescitte öğle namazını kılmak için bir araya geldik. Namaz ile ruhumuzu doyurduk ve istedik ki bedenlerimiz de doysun, tabi ev sahibi ekibimiz
bunu da düşünmüş ki meşhur alabalık tesislerinde bulduk bir an kendimizi ve bedenlerimizi de böylece doyurmuş olduk. Zaman hızla ilerliyordu. 2 saatlik serbest gezi zamanımız daha vardı. Tabi Uzungöl’ü yaya olarak gezmek pek yorucu olurdu ve bisiklet kiralama yöntemiyle Genç Öncüler Uzungöl’e adeta çıkartma yapmış oldu… Vakit ikindi vaktiydi ve bizim için dönüş çağrısıydı. İkindi namazını kıldıktan sonra tekrar yollara düştük… Şu cümle kardeşlik bağlarımızın hakikaten sağlamlaştığının göstergesi olsa gerek. Trabzon ekibinden öncü kardeşlerimiz “çokça Uzungöl’e geldik; ama bugünkü kadar zevk almamıştık.” dediler. Bu cümleyi duymak Genç Öncüler’in farkını bir kez daha ortaya koymuş oldu. Kamp alanına vardığımızda herkes bir hayli yorulmuştu ve dinlenme moduna herkes çoktan girmişti.
Sayılı günler çabuk geçermiş gerçekten ve dönüş vakti gelmişti artık Genç Öncüler için… Ama Genç Öcüler ayrılıkları bir son olarak değil, bir dahaki buluşmanın müjdecisi olarak baktığı için herkes mutlu ve memnun bir şekilde evlerine gitmek üzere yollara düştü. Farklı şehirlerden öncü kardeşlerimizle bir araya gelmek programa farklı bir hava kattı. Öyle gözüküyor ki gelecek senelerde bu tarz buluşmalar daha sık olacak. (inşaAllah) Programda emeği geçen ve bizlere bu imkanı sunan büyüklerimize şükranlarımızı sunarken, bizleri eşsiz sunumlarıyla yalnız bırakmayan “Burhanettin Can” hocamıza ne kadar dua etsek azdır… Ev sahibi olmak kolay değildir; ama Trabzon ekibi bunun hakkını fazlasıyla verdi. Her birine ayrı ayrı şükranlarımızı sunarken, bir başka etkinlikte bir araya gelme duası ile…
Ekim ‘11 • 47
CAMİ TANITIMI
KILIÇ ALİ PAŞA KÜLLİYESİ
SABAHAT BOYNUKALIN
T
ophane Meydanı`ndadır. Bir cami, medrese, türbe, sebil ve hamamdan oluşan küçük bir külliyedir. Uluç Ali Reis olarak da bilinen Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa tarafından 1581 yılında Mimar Sinan`a yaptırılmıştır. Mimar Sinan`ın yaşlılık dönemindeki son eserlerindendir. Halk arasında anlatılan hikayeye göre, cami yaptırmak için Sultan III. Murad`dan yer isteyen Kılıç Ali Paşa`ya sultan “Sen denizlerin kumandanısın git camini denizde yap,” der. Bu yüzden denizi toprakla doldurtarak, bir rivayete göre de su gördükçe sertleşen bir cins ağaç ile camiyi yaptırmıştır. Caminin inşaasında Don Kişot’un yazarı Cervantes amelelik yapmıştır. Cami geniş bir avlu tarafından çevrelenmektedir. Son cemaat yerinin üzeri, aşağı doğru meyilli bir sundurma ile kapatılmıştır. İç bahçenin üç kapısı da işlemelidir. Son cemaat yerinin pencere üstlerindeki çini panolarda ve kıble kapısının üzerinde ayetler yazılıdır. Bahçesinde sekiz mermer sütunlu ve kubbeli bir şadırvanı vardır. Ayasofya`nın planının geliştirilmiş bir örneği olan cami tam bir diktörtgen biçimindedir. Pencere üstleri çinilerle süslüdür. Dört mermer fil ayağına dayanan büyük kubbesi, kıble ve kapı tarafındaki iki küçük yarım kubbe desteklemektedir. Kubbenin iki yanındaki yarım kubbeler, diğer iki yanındaki kemerler ve destek duvarlarıyla cami Ayasofya’nın küçük boyutta bir kopyasıdır. Mihrap tarafındaki çiniler İznik’in parlak döneminin ürünüdür. Ayasofya’nın model alınmasının ardındaki sebep bilinmemektedir. Büyük kubbenin 24 penceresi ile birlikte toplam l47 penceresi vardır. Kubbesinden sarkan XVI. yüzyıla ait bir gemici feneri 1948 yılında Deniz Müzesi`ne kaldırılmıştır. Sağda tek şerefeli bir minaresi yükselir. Kılıç Ali Paşâ ya ait olan türbe caminin bahçesinde ve kıble yönünde bulunmaktadır. Bahçe duvarının caddeye bakan kısmında ise sebil yer almaktadır. Hamam, caminin sağ tarafındadır ve bugün de kullanılmaktadır. Medrese ise hamamın deniz yönünde bulunmaktadır.
48 • Eylül ‘11