Genç Öncüler/Ucube Medeniyeti/84

Page 1

9 771307 007009

ISSN 1307-007X

84


“Rablerine olan saygıdan dolayı kötülükten sakınanlar; Rablerinin âyetlerine inananlar; Rablerine ortak tanımayanlar; Ve Rablerine dönecekleri için yapmakta oldukları işleri kalpleri çarparak yapanlar; İşte onlar, iyiliklere koşuşurlar ve iyilik için yarışırlar.” (Müminun Suresi 57-61)


EDİTÖR'DEN

Sahibi PINAR YAYINLARI Tic. ve San. Ltd. Şti. Adına İlhan Gündoğdu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Fatih Razi Yayın Sorumlusu Betül Babacan Yayın Kurulu Ali Tarık Parlakışık Burak Kalpaklıoğlu Furkan Gençoğlu Kübranur Yakupoğlu Mehmet Salih Babacan Mehmet Semih Özdemir Nihal Açıkel Osman Zinnur Aksu Zehra Gündoğdu Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Abdullah Yıldız Ali Tarık Parlakışık Burak Kalpaklıoğlu Cihad Kurt Eslem Çanak Fatih Yavuz Furkan Gençoğlu Havva Yılmaz Mehmet Salih Babacan Mehmet Semih Özdemir Merve Baykal Muhammed Salih Demirtaş Selimhan Gündoğdu Zeynep Beyza Sezen Zeynep Sude Özkan Adres Alay Köşkü Cad. Küçük Sk. Civan Han No:6/3 Cağaloğlu - Fatih / İSTANBUL bilgigenconculer@gmail.com Görsel Yönetmen Tekin Öztürk Grafik Tasarım Projesanat Tan. Org. Tel: 0212 640 20 90 www.projesanat.com.tr

Baskı Şekil Ofset Matb. San. ve Tic. Ltd. Şti. Gümüşsuyu Cad. Litros Yolu 2. Matbaacılar Sit. 2BB 3 Topkapı/İST. Tel: (212) 565 77 01

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Hamd Allah’a, salat ve selam Rasulüne ve ashabına olsun.

“Kente kapandık kaldık tutanaklarla belli” diyerek söze başlıyor Uyar, Acının Coğrafyası’nda. Biz kendimizi kente hasrettiğimizden beri; sürekli daha çok üretme, daha çok büyüme ideallerine gönül verdiğimizden beri karşımızda hesabıyla henüz yüzleşmediğimiz dipdiri bir acı var. Bu acıyı yüreğimize değil tutanaklara ısmarlamak ise, söze devam etmeyi büsbütün imkânsız kılıyor. “14 Mayıs Çarşamba günü Manisa-Soma’da yaşanan elim kazada yüzlerce vatandaşımız hayatını kaybetti.” bu cümleyi bir kenarda tutalım, tutmaya gücümüz yeterse. Bildirelim sonra herkese “2000 yılından bu yana şantiyelerde, tersanelerde ve madenlerde hayatını kaybeden işçilerin sayısı 12 bini aşmıştır.” Tutanakları birleştirince acı daha da görünür mü oluyor yoksa istatistiki bir veridir nihayetinde deyip üzerinden bilimsel açıklamalar yapma imkânı mı veriyor? Hâlbuki biz, dergi ahalisi olarak bu sayıda şehirleşmeyi ele alalım demiştik; hiç romantizme kapılmayarak bakmak istedik, bu şehirde hala nefes alabiliyorsak bunun şükrünü günde en az kaç kere eda etmek gerekir diye. Bunu anlamak için oturup kitap okuyanlar oldu, bir bilene soranlar oldu, sokak sokak gezenler oldu... Tüm yaşananlardan sonra bir kere daha iman ettik ki, aldığımız her nefes Allahü azîm-üş-şân’ın sonsuz rehmetinden bizim payımıza düşendir, ilanihaye O’nun yanına döndüğümüzde hiç değilse aldığımız nefesin hakkını verebilmek için, yeryüzünde adaletle şahitlik etmemiz gerekiyor. Şehadet ederiz ki, Allah’ın iradesi dışında hiçbir şey vuku bulmaz ve tekrar şehadet ederiz ki, Allah hesabı çetin olandır, din gününün malikidir. Orada başımız öne eğilmesin diye bu dünyada bu acıların ortasında İslam kalmaya çalışmak ve adaleti tesis etmek ise her birimizin boynunun borcudur. “artık öyle açık ki kuşkuya yer yok acıya hep yer vardır aramızda” Allah tüm ölmüşlerimizi rahmetiyle muhafaza etsin, yakınlarına sabır ihsan eylesin. Mayıs’14 • 1


Mayıs 2014 • Sayı 84 • Yıl 11

10

06

Osmanlı’dan Bugüne

ÜMMET BİZİ BEKLİYOR Şehircilik ve Medeniyet FİRDEVS BÜŞRA KALUÇ

Algısına Dair

M. Semih ÖZDEMİR

ZAYIFLARA YARDIM EDİNİZ Kİ YARDIM OLUNASINIZ* Abdullah YILDIZ

44

“Haramlara Karşı Savaş Açmaya Ne Dersiniz” Eylemin Öyküsü Furkan GENÇOĞLU

FİKİR NEDİR VERSUS BİZDEKİ FİKİRSİZLİK/ BİZDE OLMAYAN FİKİR Ali Tarık PARLAKIŞIK Röportaj: Burak KALPAKLIOĞLU

33 2 • Mayıs’14


“SÜLEYMANİYE’NİN İMARI” YENİ BİR “SULTANAHMET” ORTAYA ÇIKARIR MI?

19

M.Semih ÖZDEMİR

Mekanın Cennet Olsun Güzel İnsan / B.Kalpaklıoğlu, S. Gündoğdu, A. Parlakışık ....... 4 Zayıflara Yardım Ediniz ki Yardım Olunasınız/ Abdullah Yıldız .................................. 6 Osmanlı’dan Bugüne Şehircilik ve Medeniyet Algısına Dair / M. Semih Özdemir ..... 10 Yavaş Şehir (CITTASLOW) / Fatih YAVUZ ............................................................... 14 Röportaj / Erhan ERKEN ile Röportaj / Burak Kalpaklıoğlu ..................................... 16 “Süleymaniye’nin İmarı” Yeni Bir “Sultanahmet” Ortaya Çıkarır mı? / S. Özdemir .. 19 Röportaj / Avni ÇEBia ile Röportaj / İsmail Ceylan, Burak Kalpaklıoğlu .................. 22 Fatih’te YÜRÜYEMİYORUZ / M. Semih Özdemir .................................................... 30 Soma İçin Gıyabi Cenaze Namazı ve Dua / Mehmet Salih Babacan .......................... 32 Fikir Nedir Versus Bizdeki Fikirsizlik, Bizde Olmayan Fikir / Ali Tarık Parlakışık ........ 33 Eksikliği Kendi Özünde Arayan Film: Nokta / Havva Yılmaz ..................................... 36 Birinci Tekil Şahsın Günlüğü / Eslem Çanak ........................................................... 39 Atölye Kİtap / Sefiller / Zeynep Beyza Sezen ......................................................... 40 Bosna Halkı Köle Olmayacak / Cihad Kurt.............................................................. 41 Atölye Sinema / Bir Zihin Okuması Olarak Nuh Filmi / Muhammed Salih Demirtaş .. 42 Etkinlik / “Haramlara Karşı Savaş Açmaya Ne Dersiniz” Eyleminin Öyküsü / Furkan Gençoğlu ................................................................................................. 44 Okullardan Haberler / Müslüman Öğrenciler Buluşması 4 / Merve Baykal ................ 46 Etkinlik / Suriyeli Çocukların Günü / Zeynep Rabia Genç ....................................... 47 Karikatür / Zeynep Sude Özkan ........................................................................... 48

Mayıs’14 • 3


TAZİYE

Mekanın Cennet Olsun

İ

Güzel İnsan

nsanın ömrü boyunca hayatına türlü türlü insan girip çıkar. Çocukluk, lise, üniversite arkadaşlıkları hepsinin kendi içinde ayrı anlamları geride bıraktığı değerli hatıralar ve geçen zaman içinde oluşturduğu bir hafıza vardır ve hangi arkadaşlıklar daha değerlidir diye düşünürsek bunun cevabını elbette çok zordur. Ama belki dava arkadaşlığını, kardeşliğini diğerlerinden biraz daha öne koyabiliriz sanırım. Çünkü oradaki ilişkilenme biçimi biraz daha farklıdır diğerlerine göre. Dava dostluğunda insanlar bir duygu, bir gaye varoluşunu anlamlı kılma birtakım faaliyetler yaparak Allahın rızasını kazanma temeli üzerine bir araya gelirler. Dolayısıyla birlikte geçirilen vakitler de her zaman çok kıymetlidir beraber bir eylemde slogan atmak, sokakta gördüğünüz bir reklamdaki ahlaksızlığı, hayasızlığı dile getirmek için afiş asmak, kamplarda 3-4 gün boyunca her an birlikte vakit geçirmek, ekmeğini, yemeğini paylaşmak, bir toplantıda bir mesele üzerinde fikir alışverişinde bulunmak, çay sohbetlerinde bir aray gelmek bunların hepsi ya birer birer yıllar sonra bile tadından hatırlanabilecek yenmez özel anlardır. İşte Enes Muhammed böyabimiz le güzel zamanlarda

4 • Mayıs’14

tanıştığımız ve birlikte olduğumuz dava yoldaşımız, abimizdi. Bir Lapseki kampında tanışmıştık kendisiyle o kadar sıcak ve samimiydi ki 4 günlük beraberliğimiz abi-kardeş ilişkimizin oluşmasına yetmişti. Kendi adıma söylemem gerekirse geçen 3 sene içerisinde okul, ders başka yoğunluklardan ötürü ayda bir ya da iki defa görüşebilmiştik güzel insanla buna mukabil kısa sürede birbirimizle olan ilişkimiz, bağımız çok kuvvetliydi. En son görüşmemiz ise Boğaziçi Üniversitesinde Müslüman öğrencilerle solcuların kavgası sonrasındaydı. Boğaziçinin geniş bahçesinde bir bankta olayın nasıl başladığını ve nasıl geliştiğini anlatıyordu hararetli bir şekilde biraz yorgun görünüyordu ceketinin sol kolu yırtılmıştı kavgada 15-20 dakikalık bu hasbihalleşmemizin ardından okuldaki okulda tanıdık diğer Müslüman kardeşlerimize geçmiş olsun dilemek üzere ayrılmıştık o birbirimizden nereden nerede bilebilirdik son görüşmemiz olduğunu! Biz Müslümanlar olarak kaza ve kader anlayışı çerçevesinde hayır ve şerrin yalnızca Allahtan olduğuna bu dünyadaki dünyada varoluşumuzun yalnız onun için olduğuna ve geri dönüşümüzün de yalnızca g ona olduğuna iman ediyoruz elbette ama yine de hayat kendi akışı içerisinde devam ederken bir kişi içe eksilmenin verdiği acıya direnmek çok yıpratıcı bir a şey bizim için. Sen aramızdan ayrılmışken biz bu dünyanın iki perdeli hayatın ilk perdesi olduğu birabbimizin cenneti linciyle bir dahaki buluşmamızın bu olması umuduyla ve duasıyla avutmaya çalışıyoruz kendimizi abi. Sen aramızdan ayrılmışken biz senin a bize bıraktığın örnek abi profilinle kendimize bir rol biçmeye çalışıyoruz. Seni hep güler yüzünle, mütevaziliğinle, hafızamızda zamız bıraktığın güzel hatıralarla anacağız abi. Biz Müslümanlar gençler olarak MoMü dern Dünyanın gerçekleriyle yüzleşirken senin bize gerçe aktardıkların ve öğretti öğre klerin üzerinden bizden sonraki kuşaklarla bir bağ ba kuracağız belki de. Mekanın cennet olsun güzel abim Rabbim bir dahaki buluşma yerimizi cennet eylesin inşallah... ye Burak Kalpaklıoğlu


Muhammed Enes Ağabey

ani bazı insanlar vardır ya, konuşurken lafı uzatsa da rahatsız olmazsınız… Kısa konuşsa “neden böyle” diye düşünürsünüz… Hani bazı insanlar vardır, ölümlerine isyan etmezsiniz ama mahzun olursunuz… Hani bazı insanlar vardır ya, yaşı sizden büyüktür ama siz onların yanında herhangi bir çekingenlik hissetmezsiniz, onlar da size olabildiğince rahatlığı verirler… Hani bazı insanlar var ya, vefatlarının arkasından “keşke daha çok bir arada olsaydım, daha çok muhabbet etseydim” dersiniz, ama neticede onlar yoktur artık… Enes Ağabey… Enes Ağabey’le belki tanışıklığımız uzun yıllara varmıyor ama, yüz yüze geldiğinizde, insana pişmanlık hissi vermeyen insan…

H

Gitarını eline aldığında, yan yana samimice muhabbet ettiğinizde sonrasında pişman olmayacağınız bir insan… Şahsen ben, Enes Ağabey’le geç tanıştığımı ve sonrasında da vefatına kadar ki süreçte yeteri kadar vakit geçiremediğimi düşünüyorum… Vefatından iki hafta önce… Boğaziçi Üniversitesi’nde, İHH’nın yetim merkezlerinden biri için yardım kermesi var ve solculardan bir grup kermese saldırma temayülünde. Bize haber geldi ve üniversiteye gittik, kimseyi göremeyip bakındığımız anda Enes Ağabey geldi. Libasının üst katı yırtılmış, alt katı kalmış. Önce anlayamadım, sonradan anladım ki; Enes Ağabey, meseleye dahil olmuş, düşman taraf üstüne çullanmış. Beli ağrıyordu. Ama dikti. Eğilmemişti, eğik durmuyordu.

Hala dik duruyordu. En son o zaman gördüm Enes Ağabey’i… İki hafta sonra… Bir mesaj geldi, telefonuma; “Enes Uçar vefat etmiş.” Kala kaldım öylece. Sustum, konuşamadım. Arayıp meseleyi öğrenmeye çalıştım. Haber doğruydu… Enes Ağabey artık aramızda yoktu… Sevdiğinin yanına gitmişti… Artık bizde sadece temiz hatıraları kalmıştı… Eylemlerde yan yana çekildiğimiz fotoğraflar kaldı… Esasında Enes Ağabey’in vefatı üstümüzdeki yükü artırdı. Çünkü O, davasına sadık bir neferdi ve olduğu yeri gerçekten de, dolduran bir adamdı. O’nun boşluğunu da doldurmak bizim üzerimizde. Allah Cennet’inde buluştursun bizi. Ali Tarık Parlakışık

ani şu ‘her derde deva’ yada ‘ağrıya, sinire, strese bire-bir’ dediğimiz şeyler vardır ya, işte enes abi de aynen öyle bişey di. Hayatıma girmesi “olay” olduğu gibi, bu diyardan gidişi de benim için “olay” niteliğindedir. Enes abi hayattayken de giderken de bize gerçekten çok şeyler öğretti. Sevmeyi öğretti bize, sevdiklerimize zaman ayırmayı öğretti. Kardeş olmayı öğretti. Büyük adamdı vesselam. Aslında seni böyle yazdıkça daha çabuk unutacakmışım gibi geliyor. Sanki daha çabuk alışacakmışım gibi yokluğuna. Sanki eski hayatıma öylece devam edecekmişim gibi. Sanki “Enes Abisi” ni kaybetmemiş biri gibi. Vefat haberini aldığımda , sadece sustum. Çünkü konuşmak hiçbir şeyi, hiçbir şeye ulaştırmıyordu. Her neyse Enes Abi’min ardından bu tür şeyleri konuşmak artık boş. Onun ne derece “büyük” bir insan olduğunu anlatmama gerek yoktur sanırım. Bilen bilir nasıl bir “şey” olduğunu onun. 23 senelik hayata en fazla ne sığdırılabilir’in cevabıydı kendisi. Ardında kardeşler bıraktı. Kardeşlerinin yüreklerinde izler bıraktı. Yürünecek yollar, içilecek çaylar, söylenecek sözler bıraktı. En güzeli de kardeşlerinin aklında gülen yüzünü bıraktı. Yüzü hiç solmayan bir “Enes” bıraktı. İçten bir gülüş bıraktı. Allah ona rahmet etsin. Allaha şükür seni tanımışım, senle vakit geçirmişim de öyle gitmişsin abicim. Hani bir söz var; “Seninle ettiğimiz kavgalara da şükür, ya hiç olmasaydın”. Biz de böyle avutuyoruz işte kendimizi abicim. Ya hiç olmasaydın... Selimhan Gündoğdu

H

Mayıs’14 • 5


ÖĞÜT

ZAYIFLARA YARDIM EDİNİZ Kİ YARDIM OLUNASINIZ* Abdullah YILDIZ

ur’ân-ı Kerim, öncelikle Allah’ı birleyip O’na herhangi bir varlığı, nesneyi, gücü ortak koşmamayı, sonra da ana-babaya ihsanı emreder. Kendilerine iyi davranılıp gözetilmesi emredilenler listesi, ana-babanın ardından genellikle şöyle devam eder: akraba, yetim, yoksul, yolda kalmış, köle, esir. “Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anne-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve elinizin altındakilere güzellikle davranın.” (Nisa 4/36) Yine Kur’ân-ı Kerim, gerek miras ve ganimetten ve gerekse sadaka, infak ve zekât’tan kendilerine pay/hak ayrılması gerekenler listesini benzer şekilde ‘ana-baba, akraba, yetim, yoksul ve yolda kalmışlar’ (İsra 17/23, 26; Bakara 2/83, 215; Enfal 8/41; Haşr 59/7; Nisa 4/8) şeklinde sıralar ve şu zayıfları da ilave eder: fakir, âil, sâil, mahrûm, borçlu (Bakara 2/273, 280, Tevbe 9/28; Zariyat 51/19; Mearic 70/25; Duhâ 93/8, 10). Bu bağlamda Kur’ân-ı Kerim, inkârcıların belirgin özellikleri olan;

K

6 • Mayıs’14

-‘yetimi itip kakma, yoksulu doyurmaya yanaşmama’(Mâun 107/1-3); -‘yoksulu yedirmeye de teşvik etmeme’ (Fecr 89/17-18) gibi nitelikleri yererken; -‘köle azat etme, açlık gününde yakını olan bir yetimi yahut yere serilmiş bir yoksulu doyurma’ (Beled 90/13-16) gibi mümin özelliklerini de över. -Sevdikleri mallardanakraba, yetim, düşkün, yolda kalmış, yoksul, köle ve esirlere verenleri ise birr/iyilik-erdem sahipleri (ebrâr) olarak tebcil eder (Bakara 2/177; İnsan 76/8).


-‘Allah’ın kılıcı Allah düşmanını haklamadı’, dediler. Bunu duyan Ebû Bekir(r.a): Yüce Rabbimiz, Tevhid mücadelesinin zorlu -‘Bu sözü Kureyş’in büyüğüne ve efendisine yıllarında kutlu Peygamberimize (s.), özellikle mi söylüyorsunuz?’ dedi. zayıf Müslümanları müşrik ekâbir takımına karşı Sonra Hz. Peygamber’in (s.) yanına gelerek tercih edip korumasını emretmiştir: bu olayı anlattı. O zaman Rasûlüllah (s) şöyle “Sabah akşam Rablerine dua ederek onun rıbuyurdu: zasını kazanmaya çalışanlarla beraber sıkıntılara -“Ey Ebû Bekir! Bu sözünle belki de onları karşı dayan/diren. Dünya hayatının süslerine kagücendirdin. Eğer onları gücendirdiysen, Rabbipılıp da gözlerini onlardan ayırma.”(Kehf 18/28) Peygamberimizin (s.) fakir ve kimsesiz mü- ni de gücendirdin demektir.” Hz. Ebû Bekir (r.a) hemen o yoksul müslüminlerle beraber oturması, müstekbir taifesinin manların yanına gelerek: canını sıkıyordu. Onlara göre, -‘Kardeşlerim! Yoksa sizleri toplumun alt tabakası ancak “Size cennetlikleri gücendirdim mi?’ diye sordu. kendilerine denk olanlarla otubildireyim mi? Onlar Onlar: rup kalkabilirlerdi. Bu sebeple, hem zayıf oldukları -‘Hayır, sana gücenmedik. bazı konuları görüşmek üzere hem de halk tarafından Allah seni bağışlasın, kardeş!’ Rasûlüllah’a (s) geldiklerinde zayıf görüldükleri için dediler.2 fakir Müslümanlarla kölelerin, kimsenin önemsemediği Bu olay ve iki âyet-i kerime en azından kendileri gidene kadar dışarı çıkmalarını istediler. ve fakat şöyle olacak diye üzerinde, nüzul sebebi ile biryemin etseler, isteklerini likte iyi düşünmek ve günümüz Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. Allah’ın gerçekleştireceği dünyasına dersler çıkarmak geSa‘d b.Ebû Vakkâs’ın (r.a) rekir. Giderek dünyaya meylekimselerdir. Size anlatıyor: den ve dünyevileşen Müslümancehennemliklerin kimler Altı kişi Rasûlüllah’la (s) birolduğunu söyleyeyim mi? ların zayıfları ve toplumun alt likte oturuyorduk. Bunu gören Katı kalpli, kaba, cimri ve tabakasında yer alanları değil de müşrikler Hz. Peygamber’e (s): kurularak yürüyen kibirli üst katmanlarda yer alanları ön-‘Şunları yanından defet! celer hale gelmesi, bu âyetlerde kimselerdir.” Bize karşı saygısızlık etmeye ihtar edilen hayat ilkesini bugükalkmasınlar’, dediler. nün dünyasına daha bir anlamlı Orada Abdullah b. Mes’ûd, Hüzeyl kabile- ve önemli hale getirmiştir. sinden biri, Bilâl ve adlarını vermeyeceğim iki kişi daha vardı. Müşriklerin bu teklifi üzerine, Zayıflar Sayesinde Rasûlüllah’ın kalbinden (kendisine kırılmayacaYardım Olunuyoruz ğımızdan emin olduğu için) bizleri oradan uzakAllah Rasûlü (s.), kesin bir dille, zayıflar ve laştırma düşüncesi geçti. Bunun üzerine Allah fakirler sayesinde ilahi yardıma nail olduğumuTeâlâ şu âyeti indirdi: “Sabah akşam Rablerinin rızâsını dileyerek zu söyler: “Fakirleri kollayıp gözetiniz. Aranızdaki zaona yalvaranları huzurundan kovma!”(En‘âm yıflar sayesinde Allah’dan yardım görüp ve rı6/52)1 Yine bir gün Ebû Süfyân, aralarında Selmân-ı zıklandığınızdan şüpheniz olmasın.”3 “Allah bu ümmete, aralarındaki zayıfların Fârisî, Suheyb-i Rûmî ve Bilâl-i Habeşî’nin de (r.anhüm) bulunduğu bir grup müslümanın ya- duası, ibadeti ve ihlâsı sebebiyle yardım etmektedir.”4 nından geçti. Onu gören bu müslümanlar: İslâm Zayıf ve Yoksulu Tercih Eder

Mayıs’14 • 7


ÖĞÜT Esasen; bu dünyada zenginlikleri, makam ve mevkileri ya da soy-sopları itibariyle kendilerine önem atfedilen ikiyüzlü ve inkârcı kimselerin Müslümanlar tarafından önemsenmemesi gerektiği Kur’ân’da daha açık ve kesin olarak beyan buyrulur: “Onları gördüğün zaman iriyarı cüsseleri hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar tıpkı elbise giymiş kütükler gibidir.” (Münâfikûn 63/4) Zayıfların duası Allah tarafından kabul edilmeye en lâyık dualar arasında sayılmıştır. Rasûlüllah (s.): “Saçı başı dağınık, eli yüzü tozlu, kapılardan kovulmuş öyleleri vardır ki, bu şöyle olacak diye yemin etseler, Allah onların dediğini yapar.”5buyurmuştur. Sonunda Cennet’i hak edenler de, dünya hayatında zayıf ve yoksul olanlardır; zorbalar ve kibirliler değil. Bir hadiste; cennet ile cehennemin şöyle konuştukları beyan edilir. Cehennem: -‘Bende zorbalar ve kibirliler var’, der. Cennet ise: -‘Bende yalnız zayıflar ve yoksullar var’, cevabını verir.6 Benzer bir hadis-i şerif ise şöyledir: “Size cennetlikleri bildireyim mi? Onlar hem zayıf oldukları hem de halk tarafından zayıf görüldükleri için kimsenin önemsemediği ve fakat şöyle olacak diye yemin etseler, isteklerini Allah’ın gerçekleştireceği kimselerdir. Size cehennemliklerin kimler olduğunu söyleyeyim mi? Katı kalpli, kaba, cimri ve kurularak yürüyen kibirli kimselerdir.”7 Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulur: “Cennetin kapısında durup baktım. Bir de gördüm ki, içeri girenlerin çoğu yoksullardı. Zenginler ise hesap görmek için alıkonulmuştu...”8 Evet, zenginlerin ve varlıklıların hesabını verecekleri şeyler, yoksullara göre elbette çok olacaktır. Zenginlik, bu dünyada çok arzulanan bir şey olsa da Hesap Günü hesabını vermenin zor olacağı açıktır. Önemsenmeyen Önemliler İnsanları genellikle dış görünüşleriyle değerlendirmek, kadim bir yanılsamadır. Görünüş 8 • Mayıs’14

ve gösterişin öne çıktığı modern çağda ise, bu büsbütün böyledir. Oysa görünüş bizi aldatmamalıdır. Bir gün Hz. Peygamber’in yanından bir adam geçer. Rasûl-ü Ekrem (s.), yanında oturan kimseye: -“Şu adam hakkında ne dersin?” diye sorar. O da: -‘Bu zât ileri gelen hatırlı kişilerden biridir. Vallahi böyle bir adam bir kıza tâlip olsa evlendirilmeye, birine aracılık yapsa sözü dinlenmeye lâyıktır’, diye cevap verir. Allah Rasûlü bir şey söylemez. Sonra oradan biri daha geçer. Peygamber (s.) yine yanında oturana: -“Ya bu adam hakkında ne dersin?” diye sorar. Bu defa o zât: -‘Yâ Rasûlallah! Bu adam fakir müslümanlardan biridir. Bir kıza talip olsa, istediği kız verilmez. Birine aracılık etse, ricası kabul edilmez. Konuşmaya kalksa, sözü dinlenmez’, der. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.) şöyle buyurur: -“Bu sonuncu adam, öteki gibi dünya dolusu adamdan daha hayırlıdır.”9 Bu dünyada önemli görülen çoğu insanın Allah katında bir sinek kanadı kadar değeri olmayacaktır. Rasûlüllah’ın (s.) diliyle: “Kıyamet günü, dünyada büyük diye tanınan iriyarı bir adam çıkagelir. Halbuki, onun Allah yanında sinek kanadı kadar bile değeri yoktur.”10 Esasen; bu dünyada zenginlikleri, makam ve mevkileri ya da soy-sopları itibariyle kendilerine önem atfedilen ikiyüzlü ve inkârcı kimselerin Müslümanlar tarafından önemsenmemesi gerektiği Kur’ân’da daha açık ve kesin olarak beyan buyrulur:


“Onları gördüğün zaman iriyarı cüsseleri hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar tıpkı elbise giymiş kütükler gibidir.” (Münâfikûn 63/4) “Bu Kur’ân, Mekke ve Tâif gibi iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?” (Zuhruf 43/31) diyen inkârcı müşriklerin ekâbir tavrının altında da bu kadim hastalık yatmaktadır. ZAYIFLARI GÖZETMEK Allah Teâla’dan (c.c); “Mü’minlere kol kanat ger.” (Hicr 15/88) talimatını alan Peygamberimiz (s.), risaletinin ilk yıllarından başlayarak toplumun alt katmanlarında yer aldığı için sürekli ezilen, horlanan zayıfları (yetim, yoksul, fakir, köle, esir…) koruyup gözeterek ümmetine de bunu tavsiye buyurmuştur. Mekke’de inen Beled sûresinde (90/8-16); zayıfları gözetmek, ‘zor geçidi aşmak’ diye nitelenir: “O (zor geçit/akabe) bir köle ve esir âzad etmek yahut açlık gününde yakını olan bir yetimi yahut toprağa serilmiş bir yoksulu doyurmaktır.” Yüce Rabbimiz, zayıfları gözetme sadedinde, onlara en sevdiği mallardan vermeyi, “birr” sahibi olmanın yani erdemli, sadık ve muttaki bir mümin olmanın ameli şartları arasında sayar: “yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara,

yoksullara ve kölelere sevdiği mallardan vermek”. (Bakara 2/177) Kur’ân’ın beyanına göre; yoksulu, yetimi ve esiri doyurmak, cenneti hak eden örnek müminlerin amellerindendir: “Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. ‘Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimiz’ (in azabını görmek) den korkarız’ (derler). ” (İnsan 76/8-12) Rabbimiz, insanlardan,‘başkasına kulluk etmeyin, ana-babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere iyilik edin, insanlarla güzelce konuşun, namazı kılın, zekâtı verin’ (Bakara 2/83)diye söz almıştır. *Mezkûr bölüm, Abdullah Yıldız Hocamızın “On İki Emir” İsra Suresi Işığında Kur’ân Edebi adlı kitabından derlenerek yayına hazır hale getirilmiştir. Dipnotlar 1 Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 46 2 Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 170 3 Ebû Dâvûd, Cihâd 70 (Ayrıca bk. Tirmizî, Cihâd 24) 4 Nesâî, Cihâd 43 5 Müslim, Birr 138, Cennet 48 6 Müslim, Cennet 34; Buhârî, Tefsîru sûre (50), 1, Tevhîd 25 (Ayrıca bk. Tirmizî, Cennet 22) 7 Buhârî, Eymân 9, Tefsîru sûre (68), 1, Edeb 61; Müslim, Cennet 47 (Ayrıca bk. Tirmizî, Cehennem 13; İbni Mâce, Zühd 4) 8 Buhârî, Rikak 51, Nikâh 87; Müslim, Zikir 93 9 Buhârî, Nikâh 15, Rikak 16. Mâce, Zühd 5 10 Buhârî, Tefsîru sûre (18), 6; Müslim, Münâfikûn 18

Mayıs’14 • 9


KARANTİNA

Osmanlı’dan Bugüne Şehircilik ve Medeniyet Algısına Dair M. Semih ÖZDEMİR

B

u ayki sayımızda günümüzün en mühim sorunlarından biri olan şehircilik ve şehirleşme meselesini Osmanlı örneği üzerinden inceleyip, günümüz şehircilik ve şehirleşme algısını bir değerlendirmeye tâbi tutmaya çalışacağız. Çoğu insanın ilgi alanına girmeyen, umursanmayan bir konu olan şehircilik aslında bir toplumun hayatta kalma mücadelesinin ta kendisidir. Şehir olgusu bütünüyle bir medeniyet, kültür ve inanç meselesidir, bu üç unsurun tabiri caizse vücut bulmuş halidir. Toplumun inancı, kültürü ve medeniyetinin ete kemiğe bürünmüş hali de diyebiliriz şehir için. Ya da istenilen kültür ve medeniyetin,

10 • Mayıs’14

mecbur bırakılmak suretiyle, bir elbise olarak giydirilmesidir. Şehir olgusu şüphesiz basit ve etkisiz bir eleman değildir. Bilakis toplumların can, ar ve haya damarıdır. Hiç şüphesiz bu değerlendirmelerimiz inancımızın, kültür ve medeniyetimizin bir yansımasıdır. Batılı insan da kendi şehriyle alakalı olumlu değerlendirmelerde bulunabilir bu da batılı insanın kendi inancı, kültürü ve medeniyet algısının bir sonucudur. Peki günümüz Türkiye’sinin ahvali nedir? Yüzyıllardır ait olduğumuz inanç, kültür ve medeniyetin vücuda gelmiş hali midir? Tabi ki gökdelenlerin, apartmanların, avm’lerin, camilerimizin, çarşı ve


pazarlarımızın ait olduğumuz kültür ve medeniyet ile hem şekil hem de fiiliyat açısından uzak yakın alakası kalmamış vaziyettedir. Ne kadar “bizler Osmanlı torunuyuz, ecdadın yolundan, kültür ve medeniyetinden ilerliyoruz” dense de bu ifadeler slogan olmaktan öteye geçememektedir. TOKİ ve özel girişimlerle her gün mahalle olgusuna vurulan darbe apaçık önümüzde dururken kimse bize “ecdad, kültür, medeniyet” sözleri söylemesin. Bunu ifade edenler maalesef yıllardır yolundan gittiklerini ifade ettikleri kültür ve medeniyete en büyük ihaneti kendi elleriyle gerçekleştirdiler ve gerçekleştirmeye tüm hızlarıyla devam ediyorlar. Maalesef ülkemizde şehircilik anlayışı ile medeniyetimize vurulan bu darbe bizzat bu medeniyetin mensupları olduğunu dile getiren kişilerce gerçekleştirilmiştir. Ülkemizin ve de özellikle İstanbul’un içinde bulunduğu vaziyet her geçen gün daha da kötüye gitmekte, “rant” uğruna bir “medeniyetsizlik” medeniyet olarak hayat bulmaktadır. Unutulmamalıdır ki rant ile kimilerine sağlanan “gökleri delen” haklar başkalarının hakkının gaspından başka bir şey değildir. Ve ölüm gelip çattığında kimilerine tanınan bu haklar rantçıların karşısına kul hakkı olarak dikilecektir. Şehircilik ve şehirleşme tamamen bir medeniyet algısının yansımasıdır. Maalesef şuan içinde bulunduğumuz hâl bir medeniyetsizlik yansımasıdır ve bu durum her geçen gün yeni nesillerin yok olmasına en büyük etkenlerden biridir. Onlarca katlı apartmanların dairelerine sıkıştırılan ve mahalle kültüründen koparılan hayatlar her geçen gün insani değerlerini yitirmektedir. İnsanlar sevgilerini, merhametlerini, muhabbet ve şefkatlerini yitirmekte, “komşusu tokken aç yatan bizden değildir” diyen bir peygamberin ümmeti, komşuluk olgusunu özünden kaybetmektedir. Sabah evinden işi veya okulu için çıkan fert günün sonunda tabiri caizse hapishanesinin yolunu tutar ve asansörde yahut merdivende şans eseri bir komşusuyla karşılaşırsa bu onun en büyük komşuluk ilişkisi olur. Sosyal ilişkilerin son derece yüksek ve mükemmel olduğu bir düzen! Dediğimiz gibi adeta hapishane yahut bir otel olarak yaşanılır evlerde. Tatil günleri ise “AVM”lerin yolu tutulur ve bir aile “TÜKETİM” ile bir dostluk ve muhabbet kurar. Bu insan kendisi dahil her şeyi tüketir. Sevgisini, merhametini, aşkını, inancını, güvenini, saygısını, hayasını ve ahlakını.

Günümüzün şehircilik anlayışı ile apaçık bir kültür, medeniyet ve nesillerin yok oluşuyla karşı karşıyayız. İçinde bulunduğumuz bu durumun en önemli sebebi şehircilik ve şehirleşme mantığının yanlışlığıdır. Öyle ki şuan toplumun çoğu için hayatın merkezi “AVM”ler olmuştur. Yapılan yeni yerleşim yerlerinin en önemli özelliği büyük bir “AVM” merkezli kurulmuş olmalarıdır. Fakat hiç şüphesiz bu değildir bizim medeniyet algımız. “Kayaşehir” “Başakşehir” “Sultanahmet” “Süleymaniye” “Fatih” ve “İstanbul” şuanki halleriyle yansıtmıyorlar bizim medeniyet algımızı. İstanbul kimilerince dünyanın en harika, en mükemmel şehri olabilir. Fakat ait olduğumuz medeniyet gereği yılların sonunda İstanbul bizim için bir “UCUBE” haline gelmiştir yükselen kuleleriyle. Bir silüetimiz vardı ona da kule diktiler tabiri caizse. Maalesef ecdadın kültür ve medeniyetine ait olduğunu ifade edenler tarafından gerçekleştirildi tüm bunlar. Toplumda her an geriye giden ahlak ve maneviyat, kesin ve nettir ki, şehircilik ve şehirleşme algısı da değişmeden özüne dönemeyecektir. Bu algı tüm unsurlarıyla değişmeden kurtuluş mümkün değildir. Şimdi ideal olan ve hayaliyle yaşanılan kültür ve medeniyetin bir parçası olan Osmanlı şehrinden bahsedelim. Osmanlı şehrinin ideal olmasının ve büyük bir kültür ve medeniyetin yansıması olmasının en önemli sebebi imar ve şehirleşme hususunun işin ehline bırakılmasıdır. Tabii ki yönetici sınıfın bu basirete sahip olması bir inanç, kültür ve medeniyetin yansımasıdır. İnşallah önümüzdeki sayılarda Osmanlı padişahlarının mimari ve sanattaki rollerini işlediğimizde bu fiiliyatın zeminini daha da iyi kavramış olacağız. Kısaca söylemek gerekirse Osmanlı padişahları edebiyat, sanat, mimari, askeri alanların her birinde bilgi sahibi eğitimli kişilerdi. Bu durum dünyaya karşı, günümüz yöneticilerinin dünyaya bakışına göre, farklı bir bakış açısı ortaya çıkartmaktaydı. Osmanlı’da bu meselenin ehilleri tarafından gerçekleştirilmesini merhum Turgut Cansever şöyle ifade etmiştir; “Bu şartlar altında tasarlanacak evlerin oluşmasına imkan verecek teknolojiyi mahalli şartlara göre kim tayin etsin? Bugün Türkiye’de olduğu gibi daha kümes çizmesini bilmeyen diploma sahipleri mi? Hatta hayatında hiçbir yapı yapmamış bakanlığın bir memurunun yazdığı standartlar mı? Evet, Osmanlı diyor ki, miMayıs’14 • 11


KARANTİNA mar taifelerinin en iyisi bunu yapsın.1” İşte merhu- larla ayrılır ve mahremiyet bu şekilde korunmuş mun ifadeleriyle kısaca günümüz ile ideal geçmişin olurdu. Özellikle kadınların hayatının çoğu ev içetemel farklarından biri ortaya çıkmış oluyor. Tabi ki risinde geçtiği için bu mahremiyete daha da önem Osmanlı işin ehli tek başına düzeni kurmuyor. Tüm verilmiştir. Duvar ile dış dünyayla bağlantısı tabiri unsurlarla birlikte ortak bir değerlendirme sonucu caizse koparılan ev, yine mimari bir muhteşemlikle ideal olan ortaya çıkıyor. Hassa mimarlar ocağının “cumba”lar ile dış dünyaya bağlantı kurmuş olubaşı standartlar düzenini tesis ediyor; temel ilke- yordu. Osmanlı şehrinin en önemli unsurlarından biri lerini. Bu temel ilkeleri tesis ederken bunu felsefi, dini açıdan şeyhülislam ve kadrosuyla tartışılması olan Osmanlı evi tam bir kültür, inanç ve medenisonucunda bütün bir metafiziğin, bütün bir kainat yetin yansımasını sunuyordu. Osmanlı insanının görüşüne ait İslam düşünce tarihinin en büyük şah- “İsraf haram”dır inancının bir karşılığı olarak evler siyetlerinin meseleleri nasıl yapı malzemesi ve teknolojisi, gördükleri müzakere edilerek iç ve dış görüntüsüyle asuananeden gelen biçim bilgisidelik, sadelik ve çekingenlik Tabii ki anlatırken nin, ona teşkil eden geometri ihtiva ediyordu. Öyle evler bile özlemin arttığı bu bilgisinin esasları oluşturulu3 kattan fazla olmayıp uzun yor.2 ömürlü bir ağaç olan “meşe” medeniyet farklı farklı ile yapılmaktaydı. Bu durum İşte bu muazzam düzen tüm insan unsurlarının doğal olarak maliyeti ve doğa bir medeniyetin temelini tahribatını azaltmaktaydı. Ve oluşturuyor. Şehirler, maetkisiyle var olmuştur. bu evlerin yapımında kullahalleler, evler sadece cansız Eşsiz Osmanlı eğitiminin nılan teknoloji de yapı malzeyapılar olarak düşünülerek, ve İslam inancına olan mesinin tekrar kullanılabildiği batı zihni/günümüz zihni gibi, ve nadir bulunan teknolojilerçıkarcı amaçla yapılmıyor. Bibağlılığın bir eseriydi den biriydi. Bu da sürdürülerinci ve en temel nokta olarak tüm bu yapılanlar. Bizce bilirlik, malzemenin tekrar şehir “cami” merkezli olarak Osmanlı şehir algısının tekrar kullanılmasıyla israfın yapılmak suretiyle hayat dolu önüne geçen, dolayısıyla tabibir hal alıyor. Cami, etrafındabir özetini geçtiğimiz şu at tahribatına da adam akıllı ki han, hamam, mektep, dasatırlar bile günümüzün rüşşifa, imaret gibi yapılarla engel olan bir teknoloji olarak tahlilini yapabilmek için yekûn olarak bir “külliye” hakarşımıza çıkıyor.3 linde hayatın merkezi oluyor. Osmanlı evinin mimarisi, son derece yeterlidir. Günümüzde ise ne kadar acı saraylar ve konaklar hariç, ki hayatın merkezi “AVM”ler son derece sadedir. Evlerin içi olmuş durumda. Merkezdegünümüz gibi bir sürü mobilki bu külliye etrafında mahalle şekliyle evler yer ya ve eşyalarla dolu değildi. Oturma ihtiyacı sediralıyordu. Mahalleler günümüzdeki gibi diz bir yol, lerle karşılanır, dolaplar ise duvara gömülü şekilde sağında ve solunda birbirine bitişik evler şeklinde idi. Kısacası Osmanlı evi içi ve dışı ile gösterişten, oluşmuyordu. Yollar ne yöne kıvrılıp gidiyorsa ev- masraftan uzak ve tüm işlevselliği ile var olmuşler o yol üzerinde kurulmaktaydı fakat günümüzle tur. Yani bugün yaşadığımız evlerden tamamen en önemli ayrım insanların birbirlerine ve mahre- zıt bir konumdaydı. Osmanlı evi insanın dünyanın miyetlerine olan saygılarında görünüyordu. Öyle ortasında dört istikameti fark edecek bir ortamda ki yeni bir ev yapacak kişi başkasının manzarasını yaşamasına imkan tanır. Bir taraftan bahçeyi görürkapatacak bir şekilde evini yapmazdı. Yine mahre- ken diğer taraftan sokaktan gelen geçenlere selam miyete müdahele olacak şekilde başkasının evinin verme imkanına sahiptir. Böyle yaşayarak “dünyaiçerisine, bahçesine bakacak şekilde evlere pence- nın her tarafına bakmaya” davet edilen insan olur, re açılmazdı. Genel olarak evler 1-2-3 katlı ve bah- ayette geçtiği gibi.4 Muhammed İkbal “Birisi yalnız çeli oluyordu. Evin bahçesi sokaktan yüksek duvar- kendine bakmayı emrederken, öbürünün bakma12 • Mayıs’14


yı emrettiği yer, dış dünya. İslâmın bakış açısının zenginliğini tasavvur edin.” diyor. Bütün varlığa bakmaya davet edilen insan tipi, işte bir medeniyet algısı böyle vücuda geliyor, böyle hayat buluyor. Tekrardan şehrin merkezine yani “külliye”lere dönersek, külliyeler kent refahının çekirdeğini oluşturmuşlardır.5 Sultanlar, devletin ileri gelenleri ve zenginleri tarafından hayrat olarak kurulmuşlardır. Vakıflar çok sayıda insana iş, yatak ya da bazen yiyecek sağlıyordu. 18. Yüzyılın ikinci yarısında, sadece İstanbul’da 30.000 kişiye halk mutfağından günde 2 öğün yemek veriliyordu. Öğrencilerde bunların arasındaydı ve onlara cep harçlığı bile veriliyordu.6 Görülüğü üzere “külliye”ler halkın tüm ihtiyaçlarını karşılayacak bir bütünlük arz eden merkez konumundaydı. İbadetinden ticaretine, alışverişine, eğitimine ve daha birçok ihtiyacına külliyeler ile erişiyordu. Böylece insanlar ihtiyaçlarını belirli bir merkezden karşılamak suretiyle zaman kaybı ve israfının önüne geçmiş oluyorlardı. Bir başka önemli nokta ise Osmanlı insanının yaşam alanlarını sevmesi idi. O insan yaşam alanına günümüz insanı gibi sadece çıkarcı ve ihtiyaç giderici bir şekilde yaklaşmıyordu. Tabiri caizse şehrine, mahallesine, sokağına, meydanına gözü gibi bakıyor ve temiz tutuyordu. İşte bu yaklaşım Osmanlı şehrine huzuru ve ferahı katan en önemli unsurlardan biriydi. Tabii ki anlatırken bile özlemin arttığı bu medeniyet farklı farklı tüm insan unsurlarının etkisiyle var olmuştur. Eşsiz Osmanlı eğitiminin ve İslam inancına olan bağlılığın bir eseriydi tüm bu yapılanlar. Bizce Osmanlı şehir algısının bir özetini geçtiğimiz şu satırlar bile günümüzün tahlilini yapabilmek için son derece yeterlidir. Yazımızı merhumun ifadeleriyle sonlandıralım. İçinde bulunduğumuz vaziyeti ve kurtuluş yolunu tam 15 sene evvel 1999

yılında merhum Turgut Cansever şöyle ifade etmiştir; “Türkiye önümüzdeki 30-40 senede 55 milyon insanına şehirlerde yeniden ev yapmak mecburiyetindeyse bu standartlar düzenini tesis etmek ve en yüksek vasıfta mimari tekniklere sahip evleri üretecek bir genç mimarlar nesli yetiştirmekle mükelleftir. Bu genç mimarlar nesli o zaman geniş bir sahtekarlık alanı olan dekorasyon, iç mimari safsatalarını da tasfiye ederek bir evi Osmanlı evinde olduğu gibi, bahçesi, mimarisi, sokak ilişkisi, cumbası, yerli dolapları, tavanı, döşeme kaplamasıyla beraber üretecek, belki bunun arasına birkaç araç daha ekleyecek. Ama bu büyük sadeliğin güzelliğini tekrar gündeme getirecek mimarinin standartlar düzenini kurmakla mükelleftir. Türkiye üniversiteleriyle, araştırma merkezleriyle, müteşebbisleriyle, üreticileriyle dosdoğru teknolojisini tasfiye ederek, politikacıları yanlışlıklara iten iptidai teknokrasisini tasfiye ederek, yeni teknolojileri yeni mahalleleri inşa etmek, yeni şehirler kurmak için nasıl vücuda getireceğini çözümlerse ve bu yeni şehrin yeni mahallelerini inşa ederek, önümüzdeki 30 senede şehirlerde 55-60 milyon insanını, köylerde de 15 milyon insanının ev sahibi yapacak şekilde halkın üretme gücünün önündeki bütün engelleri kaldırmazsa, toplum olarak yok olacaktır.7” Dipnotlar 1 Turgut Cansever, “Osmanlı Evi”, Osmanlı, c.10, Ankara 1999, s.443. 2 Age, s.448. 3 Age, s. 446. 4 Age, s. 448. 5 Doğan Kuban, “Türk-İslam Kenti Kavramı”, İstanbul Bir Kent Tarihi, İstanbul 2012, s. 243. 6 Age, s.244. 7 Turgut Cansever, “Osmanlı Evi”, Osmanlı, c.10, Ankara 1999, s.449.

Mayıs’14 • 13


KARANTİNA

YAVAŞ ŞEHİR (CITTASLOW) Fatih YAVUZ

H

ızı nasıl bilirdiniz? Hızlı arabalar, hızlı bilgisayarlar… Hızlı olan her şeyin makbul olduğu ön kabulü bu günün bunalımlarının başında geliyor. Her şeyden evvel, “durup düşünme’’ algısı, hızlı bir yaşamda düşüncenin de sakat kalacağının habercisi niteliğinde. Düşünmeye vakti olmayan insanların aslında hızlı yaşadıkları gerçeği de cabası… Günümüz modern hayatı, dinlenmek için çalışan, ömrünü mobilya, televizyon vs. harcamalarının ödemelerini tamamlamak üzere harcayan insanları makbul görüyor. Bu insanların çabalarını takdir ediyor ve devamını talep ediyor. Çalışmanın erdem olduğu anlayışı “çok satın al, çok çalış’’ anlayışı çerçevesinde değerlendiriliyor. Bu çalışmalar için hız ise değişmez bir faktör. Hızı olan, daha çok üretir, daha fazla zaman kazanır. Ancak, düşünmek için zamanı olmayan çok hızlı bir dünyada “sorgulama, algılama, karşı olma, kabullenme, içselleştirme’’ gibi manevî hallerin bir ölçüde hıza kurban gittiği, insan ruhunun hıza kurban gittiği rahatlıkla gözlenebilir bir gerçek. Bu hızı talep eden ise kapitalizmin bizzat kendisidir. Fabrika sahibinin daha hızlı üretmesi, hizmet sektörü erbabının daha hızlı hizmet vermesi, bilişim teknolojileri alanı ile ilgilenen kimselerin ise bilgiyi daha hızlı servis edilebilmesi bir başarı, her şeyden evvel bir gerekliliktir. İşte bu çerçevede bu gerekliliği kırmak, sistemden rahatsız olanlar için bir “çomak’’ niteliğinde neden olmasın? Bu gereklilik anlayışının farkında olanlar, biraz da kültürleri gereği gıda sektörüne müdahale ettiler. Hareket, kurucusu Carlo Petrini’nin, Roma Piazza di Spagna (İspanyol Merdivenleri)’da açılan Mc

14 • Mayıs’14

Donald’s restoranını spagetti makarnaları ile protesto etmeleri ile başladı. Bu hareketin devamı ise tek bir merkezden kontrol edilmeyen bir hareket haline dönüştü ve Dünya çapında bir etkiye sahip oldu. Nedir Cittaslow (Yavaş Şehir)? Hıza dayalı şehir konseptinin alternatifinin savunulduğu bir yaklaşım biçimi. İlki İtalya’nın Toskana eyaletinin Chianti şehrinde “Citta Slow” adıyla başlatıldı. Kelime kökeni İtalyanca “Citta (Şehir)” ve İngilizce “Slow (Yavaş)” kelimelerinin birleşmesiyle türetilen Cittaslow, “Sakin Şehir” anlamında kullanılmaktadır.[1] Süreç içerisinde İspanya, Portekiz, Avusturya, İngiltere, Polonya ve Norveç’de “Sakin Şehir” konseptini benimseyen şehirler artmaya başlandı. Sakin şehir kavramı içerisinde şehir merkezlerinde araba kullanımı yasaklanmakta, McDonalds’s şubeleri ve süpermarketler kapatılarak daha yaşanılır kentler oluşturulmaya çalışılmakta, toprağın işgali yerine kullanımının geliştirilmesinin yerel politikalarla desteklenmesi, bölgelerin kültür ve geleneklerinin korunulması, yerli üretimi teşviki sağlanmaktadır.1 Hareketin temsilcileri, “yavaşlığı’’ hızın antitezi olarak algılayıp, hızı kapitalist üretim mantığını ve onun çıktılarını dillendirmeden kırmayı planlamışlar. Yapılan aktivitelerin tatmin edici hızlıkta yapılması yani yapılandan içselleştirerek, buradan tefekküre uzanacak bir yol oluşturulması bu coğrafya için cittaslow mantığını cazip kılıyor.


Derin tefekkürün ve ona ulaşacak yolun engelleri sadece hızdan oluşmuyor elbette. Ancak, önceden de belirtildiği gibi, çomak niteliğinde gözden kaçırılmaması gereken bir anlayış olması gerektiğini bilmek gerekir. Bu anlamda, İlçe belediyelerine STK tarafından, olumlu yaklaşımlarla yapılacak olan eleştiriler ile yavaş şehir anlayışı sağlanması adına adımlar atılabilir. Ancak, bilinmesi gereken şey bugün cittaslow hareketinin bürokrasiye bir anlamda yenik düşüp sistematik hale getirilmiş olmasıdır. Cittaslow bugün bir belediyeler birliğidir. Bu anlamda, üyelik kriterlerinden biri: 55.000 nüfusa sahip olan belediyeler cittaslow şehirler sayılabilir. (Daha fazla bilgi için bknz: http://cittaslowturkiye.org/?page_id=1549) Bugün Türkiye’de mevcut 9 ilçe cittaslow niteliği kazanmıştır. Bunlar; Akyaka, Gökçeada, Halfeti, Perşembe, Seferihisar, Taraklı, Vize, Yalvaç ve Yenipazar’dır. Bu 9 şehrin de temel özelliği, ağırlıklı olarak turistik niteliğe sahip olmalarıdır. Daha önceden de belirttiğimiz gibi, yavaş şehir hareketi maalesef kriterlere yenik düşmüş. Hareketin, bir çomak niteliği kazanması ve sisteme tehdit oluşturması için, bu kriterlerden kurtulması gerekmektedir. Yeni kavramlar oluşturma niyeti ile belediyeciliği etkilemek mümkün olabilir. Mevcut gündemimiz, Ak Parti’nin şehirleşme politikalarının eleştirileri ve övgüleri ile meşgul iken, bu kavramı şehir planlamalarının ana gündem maddesi haline getirecek şekilde kamuoyu oluşturulabilir. Başbakan’ın “yaşanacak şehirler’’ vurgusu ve “Beton bilgisine, asfalt bilgisine değil, medeniyet bilgisine ihtiyacımız var’’ sözleri tam da yavaş şehir vurgusunun kolaylıkla kabul göreceği bir ortamın varlığını ortaya koyuyor. Yavaş şehir algısını 55.000 nüfuslu ilçeler dışında düşünerek bir konsept geliştirmek mümkün olmalı. Fatih ilçesini örnek alırsak, belediyenin yarım adaya araba girişinin yasaklanması bu anlayışın işaretleri olarak algılanabilir.[2]

Ancak, Fatih ilçesinin İstanbul’dan ve Dünya’dan ayrı düşünülmemesi üzerine bu anlayışın pek de işe yaradığı söylenemez. Yavaş şehir anlayışı, akademisyenlerin ve düşünürlerin bu şehri yaşanılacak alan olarak seçmesi ve hatta bu insanların burada yaşamalarını teşvik etmekle güçlenebilir. Düşünürlerin, düşünmeye ve üretmeye elverişli alanlarda bulunmaları -burada fildişi kulelerde yaşayan düşünürler anlayışı oluşmamalıdır- onların üretkenliğini bir anlamda arttırabilir. Dünya genelinde var olan sorunlardan soyutlanamayacağını sosyal medya ön kabulü ile ele alırsak, yavaş şehir uygulamasının, canlı olan şehirlerde uygulanması ve bu şehirlerin ilk müdavimlerinin akademisyenler ve düşünürler olacağını hayal edersek, son derece verimli bir uygulama merkezi ve pilot bölge elde edilebilir. A’RÂF/201: (Allah’tan) Sakınanlara şeytandan bir vesvese eriştiğinde (önce) iyice düşünürler (Allah’ı zikredip anarlar), sonra hemen bakarsın ki görüp bilmişlerdir.( Meal: Ali Bulaç) Dipnotlar [1] http://tr.wikipedia.org/wiki/Yava%C5%9F_Hareketi [2] http://www.haber7.com/guncel/haber/542091-sultanahmetarac-trafigine-tamamen-kapaniyor

Mayıs’14 • 15


KARANTİNA

Erhan Erken ile Röportaj Röportaj: Burak KALPAKLIOĞLU

E

rhan Erken ile değişen ve dönüşen mekânların ekonomik ve sosyal etkileri üzerine konuştuk. Kendisinin “Hanlardan Plazalara” başlığıyla Trt Türk Televizyonunda yaptığı belgesel dizisi, bu değişimin ticaret hayatındaki şahitlerini konuk ediyor. Bazılarına göre bu değişim ve dönüşüm modern zamanların kaçınılmaz bir getirisi iken, götürdükleri üzerine yaptığımız röportajı istifadenize sunarız. Siz hanlardan plazalara dediniz, bu mekânın farklılaşması meselesinden insan ilişkileri nasıl etkileniyor? Biz “Hanlardan Plazalara” adıyla TRT Türk Televizyonuna yaptığımız programda özellikle İstanbul’u merkeze alarak ticari hayatın eski dönemlerde daha çok Hanlar içinde ve çevresinde cereyan ettiğini ve zamanla bu hayatın plazalara ve sanayi sitelerine doğru kaydığını anlatmaya çalıştık. Bu değişim ve dönüşüm sırasında bir çok alanda farklılıklar yaşandığını görebilmek mümkün. Özellikle insan ilişkilerinde; daha küçük mekânlarda insanlar arasında dayanışma, komşuluk ilişkileri daha yoğun. Bire bir münasebet var. Geleneksel ilişki alışkanlıkları gündemdeki yerini koruyor. Mekânlar büyüdükçe fertlerin daha yalnızlaştıklarını ve geleneksel ilişki tiplerinin zayıfladığını gö16 • Mayıs’14


KARANTİNA rüyorsunuz. Firmaların iç yapıları da zamanla daha kurumsallaşıyor ve profesyonelleşiyor. Bu da ilişkileri daha formel bir hale getiriyor. Eskiden usta çırak ilişkileri daha etkin durumda iken zamanla bu da değişiyor. Çıraklık merkezleri, meslek liseleri ve meslek yüksek okulları kişilerin meslek içinde yetişmelerini sağlamaya başlıyor. Bu da firma içi insani münasebetlerde başka kritelerlerin öne çıkmasını sağlıyor. Firmalarda hem ölçek hem de mekânlar büyüdükçe müşteri ilişkilerinde de kişisel münasebetlerden çok iş yeri kuralları ve profesyonel kurallar öne çıkıyor. Mesela eskiden Eminönünde orta boy bir toptancıdan bizzat görüşerek mal alan bir perakendeci şimdi bu malı yeni sanayi sitesinde büyük dağıtımcının pazarlamacısından ve/veya satış elemanından alma durumuna geliyor. Bu misalleri çeşitli iş kollarında çoğaltmak mümkün. Mekân değişikliğiyle beraber siz konuştuğunuz esnafın en çok hangi meselelerde şikayetçi olduğunu gözlemlediniz? Küçük esnaf ülkede gittikçe artan ölçek büyüklüğüne adapte olamadıysa öncelikle işlerindeki azalmadan bahsediyor. Büyük işletmelerin piyasaların büyük bölümünü kontrol etmesi küçüklerin hem perakende hem de toptan işlerde mukayeseli olarak işlerinin azalmasını da beraberinde getiriyor. Buna karşı onların da ortaklıklar kurup daha sağlam ticari yapılara dönüşebilmelerini gerekli kılıyor. Ya değişen şartlara ayak uyduracaklar ya da küçülüp ortadan çekilecekler. Küçük ve orta boy esnaf ve tüccar, eski komşuluklarını bulamadığını anlatıyor. Finansman sıkıntısı çektiklerini söylüyor. Büyüyen imalat birimlerinin artık kendi ürünlerini kendi kurdukları dağıtım zincirleri ile büyük alış veriş merkezlerinde tüketici ile buluşturmaları arada kalan bir çok kesimi devreden çıkarıyor. Bazı kesimler bunu farkedebiliyor ve tedbir almaya çalışıyor: Bazı kişiler ise bunu yeterince okuyamadıklarından zor durumda kalıyorlar Kentsel Dönüşüm Türkiye reel politiğinde ne ifade ediyor sizce gerekli midir? Şu ana kadar değişen dönüşen yapılan şehrin tarihi dokusuyla uyuştuğunu düşünüyor musunuz ?

Özellikle büyük şehirlerde şehir kurguları Türkiye’nin gelişme hızı yeterli derecede hesaplanamadan yapılmış olduğundan son dönemlerde özellikle büyük şehirlerin kurgusunun yeniden ele alınması adeta zorunluluk halini aldı. Bir söyleşimizde konuşmacılarından biri olan hocamız bu durumun Avrupa’daki birçok şehirde de benzer tarzda olduğunu ifade etti. Fakat bu değişimin her yerde aynı hızda olmadığının altını çizdi. Bizde de her büyük şehrimizde bu dönüşüm hızı aynı değil. İstanbul bunun en şiddetli yaşandığı illerin başında geliyor... Tabii 1999 depremi sonrasında şehirdeki binaların yapılarının depreme uygun olmaması da zorunlu bir değişim ve dönüşümü gerekli kılıyor. Fakat burada şehirlerin ruhunun da hesaba katılması, şehirde yaşanılacak hayatın daha insanca kritelere göre düşünülmesi de önemli bir husus. Eski şehir kurgumuzda merkezinde Cami, Çarşı, Kamu kurumları, gibi ana birimlerin olduğu ve daha çok mahalleler şeklinde kurulan şehirlerden, mahalle kurgusuna çok önem verilmeyen site türü birimlere geçiliyor. Eskiden mahallelerde zengini, fakiri ve orta seviyesi ile bir mozaik varken bu gün maddi durumlarına göre toplaşan bölgeler ortaya çıkıyor. Camiiler artık mahalledeki insanların toplandıkları mekânlar değil. Bir çok büyük yerleşim biriminin maalesef orada yaşayan insanları toplayan fonksiyonel bir camiileri bile bulunmuyor. Binaların yatay olarak düşünüldüğü bahçeli nizam yapılaşmanın yerine, her biri adeta bir köy nufusuna ulaşan apartmanlar, gökdelenler yaygınlaşıyor. Özellikle eski İstanbul’un geleneksel bölümlerinde nufusun azaltılıp onların şehrin dış dairelerindeki bahsettiğim tarzdaki daha sağlam(!) yapılara geçmeleri adeta taşvik ediliyor. Yeni kurulan yerleşim yerleri de eski tarihi İstanbul’u ne kadar hatırlatıyor onu da okuyanların yorumuna bırakalım Kentsel Dönüşüm kapsamında mekân değişikliği yaşamış insanlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Tıpkı Hanlardan Plazalara ve Sanayi Sitelerine geçen insanların büyük bölümünün yaşadıkları yalnızlaşmayı onlar da büyük ölçüde yaşıyorlar. Tabii bu yalnızlaşmayı da insanlar farklı organizasyonların içinde yer alarak gideriyorlar. Eskiden insanlar Mayıs’14 • 17


KARANTİNA mahalle kültürü içinde birbilerine ev ziyaretlerinde bir yapılaşmayı sürekli vurgulamak gerekiyor. Tabulunurken şimdilerde dernek ve vakıflarda veya bii şehirde yaşayan insanların bu Camiileri sadece büyük sitelerin bu amaçla kurulmuş modern ka- dışını aydınlatarak gelen turistlere gösterilecek bir felerinde bir araya geliyorlar. Birbirlerini oralarda tarihi eser değil, içinde beş vakit namaz kılınacak buluyorlar. Hayat artık çok daha fazla bir şekilde bir ibadethane olarak bakabilmelerini sağlamak evlerin dışında cereyan ediyor. da önemli bir husustur. Caminin toplumun insanEski mahalle kültürünü yaşamış olanların bu özlemleri tabii ki çok daha fazla. Bu tadı almamış ları günde beş vakit içine alıp arındıran özelliğinin İstanbul’un ve şehirlerimizin ruhunun oluşmasına olanların hisleri aynı değil. Mesela dedelerinden bu güne Fatih’de yaşamış katkı sağlayan önemli bir özellik olduğu gözden kaama şimdi değişen şartlarda istanbul’a yakın büçırılmamalıdır. yük bir yerleşim birimine geçen bir arkadaBina yerleşiminde Bahçeli şın annesinden ben bu hissiyatı yapıları olabildiğince öne çıkarkendim dinlemiştim. Teyzemiz Bina yerleşiminde Bahçemalı, yeşil alanların göstermelik şu an iç mekân olarak çok daha li yapıları olabildiğince öne ve seyirlik değil özellikle çocukgeniş ve rahat bir evde yaşamaçıkarmalı, yeşil alanların lar için fonksiyonel ve kullanılasına rağmen Fatih’deki o mahalgöstermelik ve seyirlik değil bilir olmalarına dikkat çekilmeli. le arasındaki evini ve komşulaözellikle çocuklar için fonkAhşap yapılaşmanın önemli rını özlüyor ve oğluna geri dönsiyonel ve kullanılabilir olmek için baskı yapıyordu. bir alternatif yapılaşma örneği malarına dikkat çekilmeli. olarak toplumda tekrar önem Son olarak genelde kentlerin Ahşap yapılaşmanın önemli kazanması için gerekli çalışmalar özelde ise kadim medeniyetlerin bir alternatif yapılaşma ör- yapılmalı. En azından salt betonbaşkentliğini yapmış İstanbul’un neği olarak toplumda tekrar laşmaya karşı alternatif kanallar ruhunun nasıl korunacağına dair önem kazanması için gerekcanlı tutulmalıdır. çözüm öneriniz var mı ya da nasıl li çalışmalar yapılmalı. En Kadim medeniyetlerin başbir zihniyet geliştirilmelidir? azından salt betonlaşmaya kentliğini yapmış İstanbul’un Bir şehrin ruhunu oluşturanlar karşı alternatif kanallar canlı sadece bir finans ve turizm şehöncelikle orada yaşayan insantutulmalıdır. lardır. Bu sebepten her durumda ri haline getirilmesini savunan insan unsurunun önemine dikkat görüşlerin karşısına bu şehrin çekilmelidir. İnsan unsurunun ortaya ruhunu ve tarihini öne çıkaran güççıkması sürecinde tarihin, siluetin, ilişkilerin özetle lü tezlerle çıkılabilmelidir. çevrenin de önemi ihmal edilemez. İnsanlar çevreleri ile daha fazla ilgilenmeli, Öncelikle bu şehirde oturanlar şehirleriyle ilgili gelişmelere duyarlı olmalıdırlar. İmar planlarını, selamlaşma yaygınlaşmalı, komşuluk ilişkilerinin yeni şehirleşme çalışmalarını takip etmeli, yanlış kuvvetlenmesi için gayret sarfedilmelidir. Özellikle gördükleri gelişmelere karşı olabildiğince fikri ve tarihimizde yer etmiş “İstanbul beyefendisi“ ve “İssivil katkılarını sunabilecek zeminleri kullanmalı- tanbul Hanımefendisi” türü ideal insan tiplerinin dırlar. toplumda yaygınlaşması için gayret sarfedilmelidir. Şehir rantının belirli kişilerin ve kesimlerin topHerkes çevresindeki kendinden zayıf durumda lanmasının doğru olmadığı noktasından hareketolan kişileri bakıp gözetmeli. Mahalle esnafına ihtile, oluşan değerlerin şehrin tümünün istifadesine yaçların sağlanmasında öncelik tanınmalıdır. kullanılabilmesi için mekanizmalar üretilmesini Tüm bunlar İstanbul’un bir medeniyetin başönemsemelidirler. kenti olmasını sağlayan insani ve toplumsal özellikKentsel dönüşüm ve şehirde yeni merkezlerin lerdi. Her durumda bu özelliklerin var olmasına ve oluşması süreçlerinde Camilerin merkezde olduğu kuvvetlenmesine çalışılmalıdır. 18 • Mayıs’14


KARANTİNA

“SÜLEYMANİYE’NİN İMARI” YENİ BİR “SULTANAHMET” ORTAYA ÇIKARIR MI? M.Semih ÖZDEMİR

S

üleymaniye 16. Yüzyılda imar edilmiş bir yaşam alanı. İsmini Kanuni Sultan Süleyman’dan alıyor. Camileri, medreseleri, külliyeleriyle ve dükkanlarıyla bir Osmanlı semti. Özellikle 17. Yüzyıla kadar ulemaların semti olmuş Süleymaniye. 20. Yüzyıl itibariyle eski itibarını kaybeden Süleymaniye 1950 yıllarına kadar geleneksel mimari yapısını korusa da bu tarihten itibaren zamanla oluşan tahribat ve yangınlar sonucu eski mimariye ait birçok yapı yok olmuştur. Günümüzde Süleymaniye’nin tekrardan tarihi ruhu içerisinde ayağa kalkması amacıyla bu bölge 24.05.2006 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 2006/10501 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile yenileme alanı olarak ilan edilmiştir. Fatih belediyesinin projenin amacına dair açıklaması şu şekildedir: “İstanbul’un, 2010 Avrupa Kültür Başkenti seçilmesi ile birlikte İstanbul’u ve Fatih İlçesi’ni, tarihi ve kültürel değerlere sahip çıkan, hizmet sektörlerinin, ticari, turistik ve kültürel aktivitelerin bir arada var olduğu bir kent olarak yeniden tanım-

lamak ve İstanbul’un ve Fatih’in ulusal ve uluslar arası ve ön önemlisi de yerel seviyede pozitif ve çekici bir kent etkisi yaratmasını sağlamak, her türlü afetlere ve risklere dayanıklı mimari dokunun korunması ve yaşatılmasını sağlayacak, güvenilir, sürdürülebilir ve yaşanabilir kentsel yerleşme dokusu oluşturmaktır.” Süleymaniye proje gereği bölgelere ayrılmış ve buralarda mülk sahipleriyle devlet arasında görüşmeler yapılmaya başlanmış ve hala da devam etmektedir. Kimisi kendisinin bunu yapamayacağını söyleyip mülkünü devlete satıyor ki burada karşılarında muhatap KİPTAŞ oluyor. Kimisi kendisi aslına uygun olarak yeniden tarihi yapıyı restore ediyor. Hiçbir şekilde anlaşma sağlanamayanların yerleri devlet tarafından istimlak ediliyor ve belirlenen meblağ mülk sahibine veriliyor. Fakat mülk sahibinin buna itiraz hakkı bulunuyor. Mahkemenin mülke daha yüksek bir değer biçmesi durumunda İBB bu karara uymak zorunda kalıyor. Mamafih bu Mayıs’14 • 19


KARANTİNA

merhalelerin yaşanması Süleymaniye’de hala bir çivinin çakılmamasının en önemli nedenidir. Şuan Süleymaniye’nin büyük bir kısmı yıkıntılarıyla adeta bir savaş bölgesi görüntüsünü yansıtmaktadır. Maalesef bu yıkıntıların içerisinde yaşayanlar son derece insanlık dışı hallerde yaşamlarını devam ettiriyorlar. Yanlış anlaşılmasın bunlar mülk sahipleri değil, boş kalan yerleri değerlendiren sokakta yaşayan insanlar. Her gün Fatih’te rastladığımız dilencilerin çoğu buralarda yaşamakta. Yine kağıt toplayıcılarının da yaşam alanı haline gelmiş Süleymaniye. Fatih’te Fevzi Paşa caddesinde yürüyüp Süleymaniye’nin içlerine doğru gittiğiniz zaman iki farklı dünyayı yaşamış oluyorsunuz adeta. Bir tarafta ayakta duran ve içi yaşam dolu binalar diğer tarafta yerle bir olmuş bir kısmının içi yaşam dolu binalar. Tekrar söylemek gerekirse sanki bir savaş alanı. Süleymaniye’nin sokaklarında gezdiğinizde son derece pis kokular burnunuzu es geçmiyor. Hatta gün ortasında dahi güvenliğiz açısından tehlikede olduğunuz hissini yaşıyorsunuz. Şehrin merkezindesiniz ama bir o kadar da şehirden uzaksınız. Bölgede bahsettiğimiz yaşayanlar dışında ev ahalisi yok diyebiliriz. Ayakta olan ve yenilenmiş yerler vakıf, dernek, kafeterya, restoran olarak varlıklarını sürdürüyor. Özet olarak şuan Süleymaniye semtinin hali iç açıcı değil. Süleymaniye’nin yenilenmesi meselesine geri dönersek ifade ettiğimiz gibi Süleymaniye 5 bölgeye ayrılmış durumda. KİPTAŞ 10 hektarlık bir alanın projelendirmesini yapmış durumda ve burası şuan Süleymaniye’ye dair tek somut proje. Diğer bölgelerle alakalı projelendirme çalışmaları devam ediyormuş. KİPTAŞ’ın projesi 96 konut ve 189 araçlık bir otoparkı ihtiva ediyor. Konut ifadesini görünce biz de ilk anda yok artık dedik ama sonra bunların 3 katlı olduklarını gördük ve içimiz bir nebze olsun 20 • Mayıs’14

Bizler Süleymaniye’nin ait olduğu medeniyetin karşılığı olarak mahalleleri ve aileleriyle tekrardan imar edilmesinin kesin bir şekilde gerektiğini düşünmekteyiz. rahatladı. Projenin hazırlanmış görselleri göze hoş geliyor ve rahatsızlık vermiyor. Fakat KİPTAŞ’ın evvelden yaptığı projelerin fiyat aralığının yüksekliğini bildiğimiz için bu projenin sonucunda ortaya çıkacak olan evlerin çok yüksek rakamlara satılacağı aşikar bir vaziyette karşımızda duruyor. Hele ki bir de mülklerin şahıslardan alımı, istimlaklar için harcanan paraların karşılığının çıkarılacağı düşüncesi bu evlerin çok yüksek bedellere satılacağı öngörüsüne yönlendiriyor bizi. Projenin Süleymaniye’nin dokusunu bozmayacak bir mimariyle yapılacağı hususunda soru işareti yok aklımızda lakin şehirler, semtler, mahalleler ve bunlarla oluşan medeniyet sadece taş veya ahşap yapıların ideal mimariyle yapılmasıyla var olmaz. Bilakis en güzellerini en doğrularını yapsanız da oralarda yaşayacak insan


KARANTİNA

unsuru asıl manayı katacaktır yaşam alanlarına. Süleymaniye ile ilgili aklımızda üç ihtimal oluşmuş durumda. Proje bittiğinde şüphesiz astronomik fiyatlar ile satışa çıkacak evler. Bu evleri ya zengin Müslüman kesimden kimseler alacak fakat maalesef bugüne kadar zengin Müslüman kesimin dünya görüşü ve medeniyet algısı onların rezidans dairelerine ilgi duymalarına sebep oldu ve muhtemeldir ki bu camiadan çok fazla kişi Süleymaniye’ye rağbet göstermeyecek. İkinci olarak buralardan zengin seküler kesim insanlarının yer alması ki bu da çok düşük bir ihtimal olarak gözükmekte çünkü Süleymaniye Camii ve külliyesi çevresinde hemen Fatih semtinin dibinde yaşamak onların kaldırabileceği bir durum değil. Belki de en kötüsü sonuncu ihtimal. Maalesef bugüne kadar yapılan icraatlar bu hususta kaygımızı arttırmakta. Bu sonuncu ihtimal Süleymaniye’nin yeni bir Sultanahmet olmasıdır. Bilindiği üzere Sultanahmet Camii ve çevresi tamamiyle mahalle ve aile hayatından soyutlanmış, kafeler, içkili-içkisiz restoranlar, eğlence yerleri, oteller ve pansiyonlarla İstanbul’un fethi sonrası vurulan İslam damgası ortadan kaldırılmıştır. Osmanlı’da Sultanahmet, Süleymaniye, Fatih semtleri o büyük medeniyetin ana damarlarıydı. Maalesef bugün o damarlardan Sultanahmet tamamen kesilmiş, Fatih yaralı vaziyette ve Süleymaniye ise başına gelecekleri beklemektedir. Büyük medeniyete ait olduklarını ifade edenler tarafından Sultanahmet ve Fatih’in uğradığı ihanet Süleymaniye için de ,yapılanların bir sonucu olarak, gerçekleşecek gibi duruyor.

1)Yüksek fiyatlardan satışa çıkarılacak olan yerlerde kesinlikle “ev” dışı ruhsata izin verilmemelidir. İznin verilmesi halinde bugüne kadar bu büyük medeniyete vurulan darbenin en büyüklerinden biri daha bu medeniyete ait olduğunu ifade edenler tarafından gerçekleştirilmiş olacaktır. Bizler Süleymaniye’nin ait olduğu medeniyetin karşılığı olarak mahalleleri ve aileleriyle tekrardan imar edilmesinin kesin bir şekilde gerektiğini düşünmekteyiz. 2)Bu hususta devletin Süleymaniye’ye özel bir iskan politikası uygulaması gerekmektedir. Öyle ki semtler, şehirler sağlam mahalle dokularının yanı sıra bu mahallelere hayat katacak, medeniyet algısı katacak insanlar ile var olur. Sultanahmet ve çevresi mimari açıdan ideali yansıtıyor olabilir ama orası yanlış politikaların karşılığı olarak ticari mekanlarla dolup taşmış durumda. Mahalleler fiziki olarak varlar belki ama mahalleyi oluşturacak aileler yok. Bu durumun bir sonucu olarak bölge kafeler, restoranlar, oteller, pansiyonlar bölgesi haline dönüştü. 3)Bu ahvalin canlı şahidi olan bizler Süleymaniye’nin bu kötü sonuçla karşı karşıya kalmamasını istiyoruz. Yeniden imar edilen Süleymaniye’nin hakkıyla, özüne bağlı bir yaşam alanı olarak ihya edilmesini istiyoruz. Şüphesiz bu ihya hareketi hakkıyla gerçekleştirilirse kültür ve medeniyetimize ardı ardına vurulan darbelerin arasında hayırlı bir icraat gerçekleştirilmiş olacaktır. Ve son olarak Süleymaniye projesi devletin bugüne kadar şehirciliğe ve medeniyet algısına vurduğu darbelerin karşılığı olarak boyunlarının bir borcu olarak hakkıyla gerçekleştirilmelidir. Mayıs’14 • 21


KARANTİNA

Avni Çebi ile Röportaj Bu ayki sayımızda incelemeye aldığımız “şehir” konusunu, şehirleşme, kent politikaları ve bunların sosyal ve bireysel etkilerini MMG Etik Kurulu Üyesi Avni Çebi ile konuştuk. Röportajı istifadenize sunarız. Röportaj: İsmail Ceylan, Burak KALPAKLIOĞLU

G

enç Öncüler: MMG (Mimar ve Mühendisler Grubu) nedir? Bu çevrede bir dergi çıkardığınızı biliyoruz; ne gibi konular işliyorsunuz, şehirleşmeye nasıl bakıyorsunuz? Avni Çebi: MMG, 1993 yılında kurulan bir sivil toplum kuruluşudur. Mimar ve mühendislerden meydana geliyor İstanbul merkez olmak üzere Ankara, İzmir, Bursa, Konya, Kayseri, Sakarya, Diyarbakır ve Samsun’da şubelerimiz var. Yakında Erzurum ve Eskişehir’de şubeler açacağız. Tabi MMG’nin çalışma alanı çok geniş fakat biz meselelere sadece mimarlık ve mühendislik disiplini açısından bakmak istemiyoruz. Onları aynı zamanda sosyal bilimlerle ve insani bilimlerle harmanlayarak meseleye daha geniş açıdan bakmak istiyoruz. Toplumun merkezinde şehirleşme var, bununla beraber çevre var, üretim ilişkileri var, istihdam var. Tabi Türkiye’nin sanayileşme meseleleri var. Bu süreçte dikkat edilmesi gereken şey nedir: Emeğin değeri, ilim, bunun üzerine sanatı koymak ve bunların kendimize ait bir kültür ve üretim ilişkileri açısından tanımlanması... Bunlar çok önemlidir. Kendi değerlerimiz üzerinden yeni bir hayat inşa ederken ilk yapılması gereken, önce insan emeğinin değerinin korunmasıdır. Bununla bağlantılı olarak gelir adaletinin sağlanması ve mekânın insanın üretkenliğini ve coşkusunu diri tutacak şekilde tasarlanması, dünün birikimi ile bugünün malzemelerini harmanlayarak bugüne ait bir yapı ortaya koyabilmektir. Dergimizde ise, şehircilik konusu en önemli meselelerden biridir ve her sene, yıl içerisinde 6 sayı çıkarıyoruz, bir konuyu şehircilik üzerine yapıyoruz. Mesela son 4 senede, şehirleşme odaklı “kentsel dönüşüm”, “şehirlerimiz nereye koşuyor”, “başka 22 • Mayıs’14

şehirleşme mümkün mü” gibi dosya konuları ele aldık. Tabi bunu, hem araştırma yazıları hem de söyleşiler yaparak genişlettik. Konuyu hem insani gelişim anlamında hem sosyal gelişim anlamında hem toplumal gelir dağılımı ve kentlerin geleceği anlamında hem de psikolojik boyutlarıyla ele almaya çalıştık. Bunu yaparken tarihsel birikimden faydalandık fakat burada tarihi yalnızca bir geçmişte yaşanmışlara öykünmek olarak değil, onları bugüne nasıl yansıyacağını da düşünerek, bugünün sorunlarına çözüm üretmeye çalıştık. Genç Öncüler: Bir sayınızda da camilerin yeni mimarisi meselesine değinmişsiniz. Avni Çebi: Tabi klasik şehir yapılarında cami hayatın merkezindeydi. Caminin etrafında şehir inşa oluyordu. Mesela şu anda bile Anadolu şehirlerine gittiğiniz zaman özellikle köylere girerken en görünüri belirgin yapı camilerdir. Cami aynı zamanda sosyal olarak da bir yaşam merkezi idi. Hem eğitim kurumuydu, hem ibadet merkeziydi hem de sosyal aktivitelerin yapıldığı bir merkezdi. Tabi zaman içerisindeki gelişmelerle beraber cami, bu işlevlerin bir kısmını kaybetti veya kaybettirildi yalnız ibadethaneye çevrildi. Bununla beraber camiler bir namazgaha dönüştürüldü. Yani sadece namaz kılınan bir yer. Dolayısıyla bizim, camilerin bu işlevlerini artırmamız lazım, camilerin bir yaşam merkezine dönüşmesi lazım. Gerek camiler için gerekse diğer yapılar için olması gereken bir takım ilkeler var. Öncelikle bir eser işlevsel olmalı. Çünkü bir ihtiyacı karşılaması lazım. Ne kadar çok ihtiyacı karşılarsa daha tanınan


bir yer haline gelir ve insanların çevresinde daha çok bulunduğu bir yer haline gelir. İkincisi tabi camilerin estetik olması lazım. Bu estetiğin abartı değil sadelik ve Rabbaniliği çağrıştıran bir uyumu içermesi lazım. Çevreleriyle ve topoğrafya ile uyumlu olmaları lazım. Bunu Mimar Sinan’ın yaptığı tüm eserlerde görürüz. Misal İstanbul’da Kanuni döneminde Mimar Sinan’ın yaptığı eserler Süleymaniye Camii, Şehzade Camii, Mihrimah Sultan Camii, Üsküdar’da yaptığı Şemsi Paşa Camii bütün bu camilerin büyüklükleri farklıdır ama birbirinin tekrarı şeklinde değildir. Hepsi bulunduğu topoğrafyaya, bulunduğu zemine ve coğrafyaya uyumlu şekilde yapılmıştır. Abartılmamıştır ama gerektiği zaman da büyüktür. Ama içine girdiğiniz zaman küçüktür, çok farklı işlevleri var. Dolayısıyla camilerin işlevselliği yanında çevreyle uyumlu olması çok önemlidir. Camilerin ergonomik olması lazım. Her açıdan ekonomik olması lazım, sonuçta insana hitap ediyor ve insanın uzuvlarıyla uyumlu olması lazım. Ayrıca insanların yaş değişimleriyle uyumlu olması lazım. Yani bir tarafta çocuk bir tarafta yaşlı, bir tarafta sağlık bir insan diğer tarafta engelli bir insanın bulunacağı düşünülerek tüm bu unsurlar dikkate alınıp düşünülüp caminin ona göre yapılması lazım. İnsanın hem iç dinamizmini harekete geçirmesi lazım, gitme isteği olması lazım hem de erişilebilir olması lazım. Caminin yapım malzemelerinin steril ve sağlıklı olması lazım. İnsan sağlığını koruyan bir yapıda yapılması lazım. Bu noktada tabi camide kullanılan malzemeler yanında camilerdeki tuvaletlerin, abdesthanelerin hem temiz, sağlıklı olması lazım hem de hakikaten müminin onurunu koruyan şekilde yapılması lazımdır. Ayrıca camileri yaparken olabildiğince ekonomik olmasını sağlamamız lazım. Abartıya kaçmamak lazım

çünkü cami bir gösteriş mekânı değildir. Cami ne kadar sade ne kadar mütevazı olursa orda kendini o kadar iyi, sakin hissedersin. Ne kadar abartıya kaçarsan süslemede veya ayrıntıda, o ayrıntılarda kaybolursun. Kendine dönemezsin mekânda çakılı kalırsın. Mekânın insanı kendine döndürmesi lazım diğer türlü dışarıya takılır kalırsın. Hepsinden önemlisi tümü hakkaniyet ilkesi içerisinde yapılmalı. Arazinin temininden inşaatının yapılmasına, çalışan işçisinden malzeme temin eden işçilerine kadar herkesin hakkı hukuku korunup helallik anlayışı içerisinde herkesin gönüllü olduğu bir şekilde yapılması lazım ki orada hakka hukuka riayet edilsin ve adalet tesis edilsin. Bütün bu ilkelerin bir bütünlük içerisinde yapılması lazım. Günümüz şehir mimarisinde özellikle İstanbul’da bu noktada maalesef bir eksiklik var. Geçmiş dönemde özellikle 1950‘lerde göçlerden sonra yapılan camilerde cami, sadece işlevsel özelliği ön plana çıkan bir şekilde yapılmıştır. Estetik, ergonomi ve diğer hususlar göz ardı edilmiştir. Ama yeniden kentlerimiz yapılaşırken Türkiye’nin geldiği zenginlik ve imkânlar, bilim sanat ve ilmi imkânlar anlamında, bütün bu ilkelerin bütün bu fonksiyonların doğru bir şekilde tanımlanıp yerel ihtiyaçlara cevap verebilecek şekilde farklı yaştan insan grupları için camilerin adeta bir yaşam alanı olması lazım. Adeta bir vahaya dönmesi lazım insanların oraya geldiği zaman ferahlaması, dinlenmesi lazım,

Mayıs’14 • 23


KARANTİNA Şunu ortaya koymamız lazım. Türkiye, dünyada orta seviyede nüfus yoğunluğa sahip bir ülkedir. Avrupa ile karşılaştırdığımız zaman Avrupa ülkelerinin nüfus yoğunluğu Türkiye’den daha fazladır. Ama bu ülkelerin şehirlerine gittiğiniz zaman bir yoğunluk hissetmezsiniz. Gayet geniş alanlar vardır. Özellikle evvelden insanların iskân edildiği yerlerde evler olabildiğince az katlıdır. 1-2-3 katlıdır, sokaklar geniştir. İnsanların çoğu zaman kendi evlerine ait bir bahçesi vardır ama toplumun kaynaşmasını sağlamak için de hem semt parkları vardır hem şehir parkları vardır. Detaylarla ifade edecek olursak Türkiye’nin nüfus yoğunluğu yaklaşık km2 100’dür mesela Almanya’nın Genç Öncüler: Kentsel dönüşümü siz nasıl ta230’dur, İngiltere’nin 400’dür, nımlıyorsunuz? Yapılması gerekli midir? Hollanda’nın 410’dur. İspanya Avni Çebi: Kent oluşumunu ile Türkiye’nin nüfus yoğunluğu ikiye ayırmak lazım. Bir mevcut İspanya ile Türkiye’nin nüfus yaklaşık olarak aynıdır. Coğrafi kent/şehir alanında yapılması yoğunluğu yaklaşık olarak özelliklerimiz de aynıdır. Bizim gereken iyileştirmeler. Bir de aynıdır. Coğrafi özelliklerinasıl üç tarafımız denizlerle yeni kent alanına yapılması gemiz de aynıdır. Bizim nasıl üç kaplıysa İspanya’nın da öyledir. rekenler. Her yapılan yapı, boş tarafımız denizlerle kaplıysa Ama bugün İspanya’ya gittiğibir alan bile kentsel dönüşüm İspanya’nın da öyledir. Ama nizde kentlerinde bizdeki gibi olarak algılanıyor. Mevcut 50-60 bugün İspanya’ya gittiğiniz- bir yoğunluk göremezsiniz. Çünveya 100-150 yıllık alanlarda yade kentlerinde bizdeki gibi kü yerleşim politikalarını doğru pılan kentsel yenileme de kentbir yoğunluk göremezsiniz. kararlaştırmışlar. Bu tabi yalnız sel değişim olarak algılanıyor. Bunları bir kere kavramsal olarak Çünkü yerleşim politikalarını başına yerleşimle ilgili değil, ayırmamız lazım. Eğer bu ayrımı doğru kararlaştırmışlar. Bu üretim ilişkilerinin, endüstrinin, sanayinin sağlıklı yapılmasıyla yapabilirsek doğru bir kentleşme tabi yalnız başına yerleşimle ve doğru kararlar verilmesiyle politikası uygulayabiliriz. ilgili değil, üretim ilişkilede ilişkilidir. Tabi bunun öncesinde şuna rinin, endüstrinin, sanayiTürkiye sağlıklı şehirleşmekarar vermek lazım. Şehri hangi nin sağlıklı yapılmasıyla ve de geç kalmıştır. Türkiye şehirölçekte ve nasıl yapmamız lazım? doğru kararlar verilmesiyle leri evvelden daha farklıydı, Bu sorulara doğru cevap verirsek de ilişkilidir. fakat sanayi devrimi, göçler gibi bunu yeni alanlarda doğru yapasebeplerden dolayı kentlerimiz rız, mevcut alanlarda da yani şu ani bir baskıya uğramıştır. Yoanda yerleşimin olduğu bir şekilde sağlıklı yapılaşmaların olmadığı yerlerde de nasıl ğun göç almıştır. Bu göçlerde yeterli derecede koyapabileceğimize dair doğru cevaplar üretebiliriz. nut alanı yapılmadığı için insanlar uygun olmayan Mimarlık ve şehir plancılığı açısından bir boyutu şekilde evlerini yapmışlardır. Dar alana 1-2 katlı var ve bir de işin ekonomik boyutu var. Şehrin mi- evler yapmışlardır, daha sonra çocuklarımız olur mari ve şehir planlamacılığı açısından boyutunu diye 3-4 kata çıkarmışlardır. Sonra şehir, son 30-40 ekonomik olana tırnak içerisinde RANTA feda et- yılda şuan ki görünümünü kazanmıştır. Zamanla memek lazım. Çünkü rant bir kısım insanların ce- endüstrinin gelişmesi, ekonomik gelirin artması, bine giden bir değerdir ama kent geleceğe hitap insanların daha çok araç sahibi olmasından dolaeden bir şeydir. Dolayısıyla burada bu iki kavramsal yı şehir içerisinde yeterince mekân kalmamıştır. ayrımı doğru yaparsak sorunlara doğru cevaplar Araçların park yeri yoktur. Aileler bulunduğu yerlerde evi geliştirmek için kendi bahçesi içerisinde verebiliriz.

dolayısıyla tüm bu işlevselliği sağlayabilmek için cami mimarisinde yeni arayışlara girişmek lazım. Dünün tekrarını yaparak ve aynı zamanda bugünün bencilliği içinde de olmamamız lazım. Katılımcı bir anlayışla bütün tarafların ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir şekilde ve geleceğe toplumu taşıyacak şekilde camilerimizin yeniden yapılandırılması lazım. Cami yalnız başına o alana hitap eden bir eser değildir. Aynı zamanda yeni nesillerin cami ile birlikte estetik anlayışının, mimari anlayışının, kent anlayışının, mekân kullanım anlayışının geliştirildiği, beslendiği bir mekân olarak tasarlanması lazım.

24 • Mayıs’14


bir ev daha yapmıştır. Hem sosyal değişim hem de kentsel değişimin getirdiği yeni unsurların doğru planlanmaması dolayısıyla özellikle İstanbul ve büyük şehirlerde ciddi nüfus yoğunlukları oluşmuştur. Dolayısıyla bu durum şehre baskı yapıyor. Trafik akmaz oluyor, çocukların oynayacağı alan kalmıyor. Aynı durum camilerimiz için de geçerli. Burada bireyin nefsiyle istemleriyle devletin iradesinin, aklının beraber doğru bir şekilde işletilmesi gerekiyor. Çünkü acaba bu kentsel dönüşüm ne kadar süre devam edecek? Bu kentsel dönüşümü yaparken binalar parseller üzerinde oluyor. Parseller adalar oluşturuyor iki sokak arası, iki cadde arası gibi o adaların bileşkesinden de daha büyük alanlar meydana geliyor. Şimdi eğer biz kentsel dönüşümü İstanbul ölçeğinde düşünecek ve bunu parsel bazında yapacak olursak: Neden İstanbul’un kentsel dönüşüme ihtiyacı olduğu söyleniyor depremden dolayı değil mi? Beklenen bir deprem var ciddi hasar gelebilir bu yüzden bu binaların güçlendirilmesi lazım. Ama İstanbul’un sorunları yalnızca binaları güçlendirme sorunu değil çünkü artık her hane halkının bir veya iki tane aracı var dolayısıyla bizim kent mekânında belki de daha çok araçları öğütmemiz gerekiyor. Dolayısıyla sen binayı aynı parselde yıkıp daha sağlam yaptığın zaman binayı belki güçlendirmiş olabiliyorsun hatta bu müteahhit kanadıyla yaptığın zaman aynı sokakta, caddede bunu yaptığın için ekstra bir yoğunluk oluşturmuş oluyorsun. Parsel bazında yaptığın için artık araçların park edeceği alan oluşturamıyorsun artı çocukların oynayabileceği insanları dinleneceği bir mekân üretemiyorsun. Burada yapılması gereken

şey bir şekilde kentsel yoğunluğu azaltacak politikaların uygulamaya geçirilmesidir. Çünkü bu yoğunluk çatışma alanları meydana getiriyor. Haydi uzlaştık diyelim mevcut çatışmayı sadece ertelemiş oluyorsun. Dolayısıyla konu çok kompleks tabi burada yapılması gereken şey özellikle İstanbul çevresindeki veya Anadolu’daki yeni inşa edilen kentlerde yaşanabilir kentler üretmemiz gerekir. İnsanlar Konya’da, Bursa’da, Balıkesir’de, Trakya’da ve yahut Tekirdağ’da, Edirne’de, Sakarya’da daha yaşanılabilir olduğuna inanacak ve şehirle ilişkilenir olacak yani ekonomik anlamda erişilebilir olacak. Genç Öncüler: İstanbul’da dönüşen mekânlar içerisinde bir Sulukule örneği var. Sulukule’de yapılan değişim, dönüşüm ile bu mekândaki sosyolojik yapı epey değişti. Önümüzdeki süreçte Tarlabaşı’nda Fikirtepe’de de aynı durumun olması muhtemel siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Kentsel dönüşümle beraber zengin-yoksul ayrımının daha da derinleşeceğini zengin mahallelerle yoksul mahallerlerin birbirinden daha ayrılacağını düşünüyor musunuz? Avni Çebi: Eskiden bizim şehirlerimiz ayrıştırıcı şehirler değildi; bütüncül mekânlardı. Orada her yaştan her ekonomik durumdan, sosyal gruptan, farklı etnik gruplardan insanlar kendilerine bir varlık alanı bulabiliyordu. Komşuluk üzerinden birbirleriyle kaynaşabiliyorlardı. Şehirlerde eskiden zengin ve yoksul aynı mahallede yaşardı. Şehrin imkân sahibi zengin insanları aynı zamanda şehrin babası gibiydi. Herkesin güvenebileceği bir insandı. Dolayısıyla aralarında bir duygu, bir rahmet, merMayıs’14 • 25


KARANTİNA hamet alışverişi birbirleriyle yardımlaşarak ihtiyaç giderme durumu vardı. Çünkü veren tanıdığı bildiği bir dostunun ihtiyacını giderdiği için Allah ona bu imkânı verdiği için ondan mutlu oluyordu. Alan da kendi ihtiyacını karşılayan, sorunlarını paylaşan birisini bulduğu için kendini iyi ve güvende hissediyordu. Dolayısıyla kent duyguları besliyordu. Tabi kent kendi içerisinde parçalanmamıştı mekânsal kimlik ile duygusal bütünlük iç içe gidiyordu. Bu uzun bi süre devam etti. Özellikle şu son kentsel dönüşüm hadiselerinden sonra mekânsal bir parçalanmaya doğru gidiyor Türkiye. Hatta Türkiye tarihinin kuruluşundan beri görmediği en büyük değişimi geçiriyor Türkiye şu anda. Aslında çok büyük bir toplum mühendisliği yapılıyor bilinçli ya da bilinçsiz olarak. Önceden bu mekânlar kendiliğinden üretilir kendiliğinde var olurdu tasarlanmış bir mekân yoktu. Herkes kendi evini yapıyordu ve bu imkana sahipti. Ama yeni dönemde kent bir tasarım ürününe, bir imaj ürününe çevrildi. Bütün bunlar yapılırken işin bir tarafında müteahhit bir tarafında da finans çevreleri var. Bu tasarımlar yapılırken de insanlar olabildiğince birbirlerini rahatsız etmesin diye fakir fukara veya belirli etnik gruplardan insanlar buraya gelmesin diye olabildiğince heterojen yapılar kuruldu. Dolayısıyla mekân bir yardımlaşma ve dayanışma alanından çıktı bir gösteri alanına döndü. Kent zaten mal yerine dönüştü önceden mahremiyet komşuluk önemliyken şimdiyse gösteri ve şov önemli. Önceden evlerimiz cumbalı veya pencerelerimiz daha küçükken; mahremiyeti korurken şimdi pencerelerimiz büyüdü, fransız balkonu oldu dolayısıyla ev bir şov alanına döndü. Bu değişimlerin hangi dönemde olduğu önemli değil, yani senin ideolojik görüşün farklı olabilir ama senin bir kent algın yoksa topluma yönelik bir yere girmiyorsa sen yavaş yavaş toplumu dönüştürürsün. Sonra dönüşen bu toplum bir süre sonra ,siyasal anlamda söylüyorum, sana mı oy verecek çünkü sen artık o değerleri temsil etmiyorsun. Çünkü toplum farklı bir yere evrildi. Siteler oluşuyor ve siteler arasında da farklar oluşuyor marka olarak; daha büyük havuz, 24 saat açık havuz, fitness center, yürüyüş yolları gibi. Mekân –yani kent- artık gösteriş merkezine dönüşmüş durumda. İnsanın verimliliğini korumak, insanın ruhunu geliştirmek diye bir şey yok bu şehirde. 26 • Mayıs’14

Şehirlerde eskiden zengin ve yoksul aynı mahallede yaşardı. Şehrin imkân sahibi zengin insanları aynı zamanda şehrin babası gibiydi. Herkesin güvenebileceği bir insandı. Dolayısıyla aralarında bir duygu, bir rahmet, merhamet alışverişi birbirleriyle yardımlaşarak ihtiyaç giderme durumu vardı. Çünkü veren tanıdığı bildiği bir dostunun ihtiyacını giderdiği için Allah ona bu imkânı verdiği için ondan mutlu oluyordu. Alan da kendi ihtiyacını karşılayan, sorunlarını paylaşan birisini bulduğu için kendini iyi ve güvende hissediyordu. Dolayısıyla kent duyguları besliyordu.

Aslında insan ruhani bir varlıktır. Onun arayışları daha çok rahmanidir, daha çok sorumluluk almak, kendisini ve diğer insanları geliştirmek, onlar için bir değer ifade etmek üzerine kuruludur insanın arayışı. Ama bu bugün perdelendi kentte. Dolayısıyla bugün İstanbul şehri ve maalesef Anadolu’da birçok şehrimiz de kendi içinde parçalanıyor, pragmante oluyor. Adeta site devletleri gibi oluşuyor onlar, geçmişin site devletleri tekrar hortluyor, tabi buna devlet denmiyor ama sitenin yönetimi, buradaki yaşam tarzı, orada kullanılan markalar ve imajlar… Siteler arasında da farklar var, ciddi farklar var. Bir site, bir diğer siteyle gösterişte veya başka şeylerde yarış yapıyor. Neyin yarışını yapıyor bu insanlar? Daha pahalı evde oturmak, daha “markalı” mekânda oturmak insanın tek esprisi oldu. Ve insanlar çok büyük paralara borçlanıyorlar, ama bu borçlanmayı kimin üzerinden finanse ediyorlar? Bankalar mı? Emeğin üzerinden yapıyorlar. Çalıştırdıkları insanları asgari ücretle çalıştıran ve onlara verdiği küçük artışları bile nerdeyse kaldıramayan bir yapıya doğru toplum gidiyor. Tabi yalnız orada bir değişim yok, okullarda da bir değişim var. Her şeyde bir değişim var, aslında toplum bir ayrışma üzerine gidiyor şu anda. Devlet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ne kadar sosyal politika geliştirirse geliştirsin bu ayrıştırmayı önleyemez. Mekânın yeniden sağlıklı bir şekilde üretilmesi lazım, mekân her şeyi belirler. Devletin birincil görevi bu anlamda arsa üretmektir. Burada TOKİ’ye geliyoruz. Eğer sen arsa


üretirsen halk orada yapacağı evi bilir. Türkiye gerçekten boş bir ülke, biraz önce anlattım, dünyada nüfus yoğunluğu fazla olmayan bir ülke. Gerekirse bütün insanımıza müstakil bir ev versek ve desek ki “Kardeşim sana bir alan veriyorum, burada müstakil evini yapabilirsin. 400-500 metrekare alan veriyorum, üzerinde % 20-25 oturumlu 1-2 katlı ev yapabilirsin, bahçen de olabilir. Aracını da park edebilirsim, çocukların oynayacağı alanlar olabilir. Orada üretim yapabilirsin.” Artık 500 metrekarelik bir yer sokak, cadde, yol olsa; bir hane için gerekli olan 1000 metrekaredir. Bu ülkenin nüfusu 100 milyon kabul etsek, ortalama aile yoğunluğunu 4 kabul etsek, toplam 25 milyon hane için gerekli olan arazi 25 bin kilometrekaredir. Yani bu ne demektir? Konya’nın topraklarının % 70’ine biz istersek bütün Türkiye’yi fabrikaları, tesisleri –barajları ve tarımsal alanları saymıyorum- yerleştirebiliriz. Bunlara iş yerleri ve fabrikalar da dahildir, her şey dahil. Fakat bu biçimde insanlarımızı tabiattan ve birbirinden koparıyoruz. Bu kentleşme, sağlıklı bir kentleşme değil, sürdürülebilir değil. Bugün yapılan bu çok katlı binalar –zaten o ayrı bir başlık, onu da konuşmak lazım- geleceği olmayan bir şehirdir. Genç Öncüler: Kentsel dönüşüm geçirmiş şehirler ya da ıslah edilmiş mekânlar daha mı güvenilir sizce?

Avni Çebi: Güvenlik kavramı üzerine konuşuyoruz. Aslında bugün güvenlik kavramını satın aldırıyorlar insanlara. Şu an satılan şey sağlıklı, güvenli binalar değil, aslında şu an yapılan kentler de güvenli değil. Bugün mesela diyelim ki kentsel dönüşüm yapılan alanlarda 20-30-40 katlı binalar yapıyorlar, İstanbul için söylüyorum bunu. Güvenlik kavramı hayatın gerekliliklerinden biridir, ama bir sürü boyutu var hayatın şehri inşa ederken. Dolayısıyla bireyin kendini geliştirmesi; komşuluk ilişkisi, kendini iyi hissetmesi, sağlıklı bir çevrede yaşaması, ekonomik bir konuta erişmesi gibi bir sürü başlığın yanında güvenlik onlarca maddeden bir tanesidir. Üstelik bu kent hakikaten ne kadar güvenli? 20-30 katlı bir bina yapıyorsun ve bu bina tamamen enerji bağımlı bir bina. Yani elektrik olmazsa suyu çıkmaz, asansörü çalışmaz. Yarın olağanüstü bir kriz çıktığı zaman, diyelim ki Türkiye’ye enerji verilmese, diyelim ki her kentte en basit 4 saat elektrik kesintisi olsa, böyle bir durum olduğunu düşünelim. Doğal gaza bağlı biliyorsunuz Türkiye’nin elektrik enerjisi, % 60 doğalgaz bağımlısı. Diyelim ki Rusya dedi ki “Ben doğal gaz vanasını kapatıyorum.”. Biz ne yapacağız? Elektrik üretemeyiz, elektriğimizin %60’ı doğalgaza bağlı yaklaşık olarak. Diyelim ki yarıya indirdi gaz devresini, sen ne yapacaksın? Mecburen günlük elektrik kesintilerine gideceksin bu kentlerde ve İstanbul’da. Sanayiyi geçiyorum, yalnız konutu konuşuyoruz. Diyelim ki 4 saat elektrik kesintisi yaptın. Bu binaların hepsinde sözde jeneratör var. Diyelim ki jeneratörlerin kapasitesi 4 saatlik değil, en fazla 1 saatliktir, çünkü onlar kısa süreli kesintilerde devreye girmek için. Ne yapacak şimdi bu adam? Diyelim ki elektrik yok, 20. katta yaşıyorsun. Orada yaşamını sürdürebilir misin? 3 saat elektrik olmasa ne yapacaksın? İnip-çıkamayacaksın demektir. Bu en iyi ihtimal. Diyelim ki savaş oldu, olağanüstü bir durum oldu, adamlar enerji santralini bombaladılar. O zaman o 20-30 katlı binada yaşayan insanlar inip çıkabilecekler mi o binalara, su gelebilecek mi pompalanabilecek mi o binaya? Dolayısıyla suyun olmadığı ve hareketin olmadığı evlerin neresi güvenli? Neye göre güvenli? Aslında çok güvenliksiz binalar onlar, sağlıksız binalar aynı zamanda. Genç Öncüler: Sadece hırsızlara karşı güvenli. Avni Çebi: O koruma duvarları anlamında. ŞimMayıs’14 • 27


KARANTİNA

di o binalarda çok ciddi hırsızlıklar da oluyor. Adam bir şekilde içeri giriyor. İnsanlar güvenliği böyle sağlayamaz. Emniyet duygusu aslında yanındakinden emin olmakla ilgili bir şeydir. Sen komşundan emin değilsen, komşun senin malını mülkünü korumasa, kapıdaki bekçi mi koruyacak? Bu ülkenin her yerinde polis ve bekçi var. Esas olan gelir adaletinin sağlanması ve komşuluk ilişkilerinin geliştirilebileceği bir kentsel yapının kurulması. Komşunun birbirinin malından haberdar olması lazım, en iyi koruma böyle olabilir. Sen 1 milyonluk evde otur, kapıdaki bekçi asgari ücretle çalışsın. Bu savunulabilir bir şey değil, ahlaki bir şey de değil, bir yerde patlar bu. Kentin her anlamda güvenlik sorunu var. Dolayısıyla bu enerji bağımlı yapılan, sözde korunaklı siteler geleceği olmayan şeylerdir. Ben zaten böyle giderse Türkiye, bu kentleşme böyle devam ederse 3-4 katlı binaları yıkıp yeni yeni binaları yapmayı düşünüyorsak, yarın kentsel terki konuşacağız. Nasıl bu şehirleri terk edebiliriz, daha güvenli yerlere gidebiliriz? 30-40 sene sonraki Türkiye’nin konusu bu olacak. Türkiye’nin bu kadar parası var mı? Bu kadar para harcıyoruz, kentler kuruyoruz, kısa süre sonra bunlar işlevsizleşiyor işlevsizleşiyor ve yaşanmaz hale geliyor veya sürdürülebilir bir yaşam olmuyor. Kentleri kurarken temel eksik şu olmakta: Bina statiktir insan ömrü ise dinamiktir; yani insanın çocukluk dönemi var, orta yaşlılık dönemi var, yaşlılık dönemi, daha yaşlılık dönemi var, özürlülük durumu var, hastalık durumu var... Bütün bunlar insanın gücü, kuvveti, eylemselliği, hareket kapasitesi değişiyor. Ama bina statik, hep aynı. Ben şimdi çok 28 • Mayıs’14

katlı bina yaptığım zaman statikliği içinde kalıyor. Oysa binayla insan arasındaki ilişkiyi sürdürülebilir kılmak lazım, yani insanın tüm ömrünü orada geçirebilmesi lazım, yaşayabilir konutlar kurmak lazım, insani ölçekli olması lazım, kentin beton yığınları halinde oluşmaması lazım... Biz yukarıya doğru beton yığınları yaparken aşağıya doğru da beton yığınları yapıyoruz. Bütün ekosistemi dağıtıyoruz. Toprak dediğimiz aslında çok değerli bir şey. Tüm doğayı hem ekoloji anlamında, hem hayatın sürdürülebilirliği anlamında, hem diğer canlıların varlığına saygı duyma anlamında, hem de diğer komşumuzu önemseme anlamında tekrar gözden geçirmemiz lazım. Bir konut için insanların bu kadar uzun vadeli borçlanması mesela... Bu borçlanmayı da çalıştırdığı taşeron işçiden finanse eden gayri ahlaki ve adil olmayan sistemin sorgulanması lazım. Bu kentte yaşayan insanın hiçbir zaman üretken olması mümkün değil. Bir birey düşününki her yeri çevrilmiş; kendine ait bir bahçesi yok, oynayacağı bir alanı yok... Küçük bir çocuğun gelişim evrelerinde çocuğun inkişaf etme, merak, fark etme gibi duyguları gelişmez. Burada her şey korunma üzerinedir. Biz binaların korunmasını yaparken kendimizi de diğer insanlardan koruyoruz. Korunmanın olduğu yerde insani merhamet, insani keşif, insani varoluş ve sağlıklı birey olma anlamında insanın gelişim sağlaması mümkün değil. Aklı başında hiç bir değerlendirme yapılmıyor. Bu İkinci Dünya Savaşı öncesi terk edilmiş kentleşme modelidir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde bireyin gelişimi, gelir adaleti, toplumsal paylaşma, insanın kendini iyi hissetmesi gibi tüm bu noktalardan baktığımız zaman insanlar bu kentleşmeyi terk etmiştir. Genç Öncüler: Özellikle son beş altı yılda neredeyse her mahallede bir AVM inşa edildi.AVM’lerin yaygınlaşması ile kapitalist üretim-tüketim ilişkilerinin daha da kökleşmesi değişen ve dönüşen dünyanın icaplarından mı sayılmalı? Başka bir dünya mümkün mü? Avni Çebi: Buna şu soruyla başlamak gerek: Gerçekten Türkiye’de konut sorunu var mı? Bugün açıkta olan insan var mı? Türkiye’de herkesin bir evi, konutu var. Gecekondu dediğimiz evlerin bile çoğu şu zaman yapılan evlerden daha avantajlı.


Bugün yapılan evlerin çoğunun bahçesi yok. Gecekonduların en azından kendine ait bir girişi, çatısı var. Sana ait ne var yani o apartmanda? Bir kapıdan öte... Mekânsız yapılar bunlar aslında, ama konutta yani gecekondu dediğimiz yerde gerçek bir mekân vardır... Mekânsız yapılar bunlar aslında. Ama konutta gerçek bir mekân var, yani gecekondu dediğimiz yerlerde. Onlar öyle olmalı mıydı o ayrı bir tartışma konusu. Ama benim demek istediğim herkesin bir konutu vardı. Gelelim oradan AVM’lere. Şimdi Türkiye’de AVM yapılmadan önce alışveriş yapılmıyor muydu? İnsanlar aç mıydı, sokakta mıydı, giyinemiyor muydu, ihtiyaçlarını gideremiyorlar mıydı? Gideriyorlardı, artı sosyal ihtiyaçlarını da gideriyorlardı. Komşuyla esnaf konuşuyordu. Şimdi sen AVM’de alışveriş yaptığın yerde herhangi bir satıcıyla insani bir ilişki kurabiliyor musun? Pazarlık bile yapamıyorsun, fiyatlar belli, kredi kartını basıp gidiyorsun. Alışveriş merkezi ve yaşam merkezi; neyin yaşamı? Üç beş tane sinema var, birkaç tane restoran var, bir taraftan kurmuşlar buz pisti falan. Ve kapalı bir alan. Aslında bizim kendi kültürümüzde de kapalı çarşılar vardı o noktada baktığımız zaman. Ama kapalı çarşılarda esnaf vardı. Yani her dükkanın sahibi dükkan sahibiydi. Büyük resme baktığımız zaman AVM’lerin çoğunun sahibi uluslar arası firmalar. Markalar görüntüde Türk markaları. Ama AVM’lerin sahipleri, bunları satın alan, kiraya verenlerin çoğu uluslar arası şirketler. Dolayısıyla bunlar aslında günün koloniyal döneminin gemileri gibi. Adeta ülkenin içerisinde bir gemi gibi. Önce nasıl kadırgalardan gidip insanları sömürüp, mallarını alıp, kendi ülkelerine getiriyorlardı, hatta insanlığını alıp gidiyorlardı. Şimdi AVM’ler de adeta bir gibi o ülkenin içine girmişler ve bir gemi gibi ülkenin kaynaklarını alıyorlar. Yani AVM’lerde çalışan insanlar hangi ücrete çalışıyor? Ve orada iş yapan bir sürü işveren kime çalışıyor? AVM sahiplerine çalışıyor. Mesela her AVM yapılınca şöyle denir. Burada bir AVM yapılacak, 1000 tane istihdam üretecek. Her AVM 1000 istihdam üretirken, 15002000 tane istihdam öldürüyor. Dün kendi iş yerinde onurlu bir esnaf olan insan, kendi mesaisini kendi kullanan, karar sürecinde kendisi bulunan insan bu süreçte belki işini kaybediyor, sıradan bir kasap oluyor ve düşük ücretlerle çalışıyor. Gayri ahlaki. Ciddi bir toplumsal dönüşüm yapılıyor AVM’ler

üzerinden. AVM’ler üzerinden Türk toplumunun bütün kültürel kodları değiştiriliyor aslında. Ayrıca AVM’lerin bu kadar çok olması ayrı bir başlık zaten. Bu AVM’lerin bir kısmı zaman içinde kaybolacak. Var olabilmek için diğerinden çok farklı özellikler getirerek tutunmaya çalışacak. Yani bunların çoğunun geleceği de yok. Önümüzdeki 5-10 yıl içersinde bunların belki %30-40’ı kapanacak veya dönüşecekler. Buralar belki okul, spor merkezi, eğlence merkezi olacak veya yıkılıp yeni konut yapılacak. O ayrı bir süreç. Ama sonuçta bu kapalı alanlarda aşağı yukarı hep aynı markalar var. Aslında bütün bu şeyler AVM sahiplerine çalışıyor, yani kiracı olarak ciddi paralar ödüyorlar. Bir yandan rant dediğimiz şey orada ortaya çıkıyor ve çalışanların emeği burada değersizleştiriliyor. Ülkemiz serbest siyaset ekonomisi içersinde olduğu için ve ciddi bir kentsel planlama da yapılmadığı için Türkiye’de maalesef önüne gelen araziyi alan istediği şeyi yapıyor. Bir taraftan ne yapılıyor? Şu gerçeği kaçırmamak lazım. Türkiye’de uzun dönem muhafazakar kesimin veya merkez sağın dayandığı taban olarak esnaf kesimini, orta gelirli insanları görüyoruz. Bu şekilde aslında esnaf da bitiriliyor. Esnaf dediğimiz mahallede hem kendi işini yapar, hem de mahallede insanlarla iletişim kurar fakat sosyal dayanışmanın ve yardımlaşmanın mekânı olan, aynı zamanda sohbet, selamlaşmanın merkezi olan yerler yavaş yavaş yok ediliyor. Acaba bu yok edişten sonra o ürettiğimiz değer ve mekânlar ne kadar insani ne kadar sürdürülebilir bunu düşünmek lazım. Genç Öncüler: Çok teşekkür ederiz, verimli bir konuşmaydı. Mayıs’14 • 29


KARANTİNA

FATİH’TE

YÜRÜYEMİYORUZ! M. Semih ÖZDEMİR

Fatih’te yayaların yürümesi için var olan kaldırımlar arabalar ve dükkan sahiplerince işgal edilmiş durumda. Bu durum ile ilgili söyleyeceğimiz çok şey var ama bu sefer sadece fotoğraflarla derdimizi anlatmayı tercih ettik.

30 • Mayıs’14


Mayıs’14 • 31


GÜNDEM

OKULLARDAN HABERLER

Mehmet Salih BABACAN

Soma İçin Gıyabi Cenaze Namazı ve Dua 13 Mayıs Salı günü, Soma’da yaşanan elim facianın ardından 15 Mayıs Perşembe günü öğle namazını müteakip, İstanbul Şehir Üniversitesi’nde vefat eden madencilerimiz için gIyabi cenaze namazı kılındı ve ardından dua edildi. “Allah’ım Soma’da hayatını kaybeden kardeşlerimize rahmet eyle. Allah’ım onların ailelerine sabırlar ihsan eyle. Ey Bâsit olan, ferahlatan-genişleten Allah’ım. Babasını, evladını, kocasını, kardeşini kaybeden yüzlerce aile var. Sen onların kalplerini genişlet ya Rabbi, acılarını dindir. Allah’ım helal kazanç uğruna mücadele eden kardeşlerimize yardım eyle ve bu yolda hayatını kaybeden eden tüm kardeşlerimize rahmet eyle. Âlim olan, Hâbir olan herşeyi bilen Allah’ım. Fazla para kazanma uğruna insanların hayatlarını tehlikeye atan kim varsa sen onları ıslah eyle ya Rabbi. Hâfiz olan, koruyan kollayan Allah’ım. Dünyanın her neresinde olursa olsun zulme uğrayan tüm mazlumlara sen yardım eyle ya Rabbi. Suriye’de, Mısır’da, Irak’ta, Patani’de, Orta Afrika’da, Afganistan’da, Çeçenistan’da, Yemen’de ve dünyanın her yerinde senin yolunda mücadele eden tüm kardeşlerimize yardım eyle.

Soma’ya İthafen

Soma’da yaşanan facianın ardından 15 Mayıs Perşembe günü gıyabi cenaze namazı kılınan İstanbul Şehir Üniversitesi’nde 16 Mayıs Cuma günü basın açıklaması ve dua yapıldı. Menar Öğrenci Grubu, Şihab Fikir Eylem Topluluğu ve îsâr Topluluğu’nun birlikte düzenledikleri eylem için Cuma namazı çıkışı Batı kampüs meydanında toplanıldı. Öğrenciler, “Rabbim sen hesap sorucusun. Bizleri de 32 • Mayıs’14

Kâhhar olan, kahreden Allah’ım. Zulümlerinde ısrarcı olan tüm zalimleri kahreyle, onları helak eyle ya Rabbi. Allahüm mağfir ümmeti Muhammed Allahüm merham ümmeti Muhammed Allahüm mansur ümmeti Muhammed Allahüm mahfaz ümmeti Muhammed Allahüm mecma’ ümmeti Muhammed Allahüm maslih ümmeti Muhammed Allahumme ferric ‘an ümmeti Muhammed” Âmin.

vesile kıl” yazılı bez afiş açtı.Muhammed Yasir Bodur’un okuduğu bildiride taşeron işçi sistemine ve insanların buna mecbur bırakılmasına karşı müslümanların mücadele etmesi gerektiği vurgulandı. Varolan konumunu korumak ve yahut siyasi rant elde etmek için sürdürülen kirli kampanyalara da karşı açık bir mesaj verildi: “Bizler, insanlık, tarih ve vicdan sizleri affetmeyecek”. Siyasî gücün faciayı olağanlaştırma çabalarının islamdan uzak olduğuna değinilen bildirinin ardından Burak Kalpaklıoğlu dua etti ve eylem sonlandırıldı. “Birbirlerine karşı muhabbet ve merhamette mü’minler bir vücud gibidir. Vücudun bir yeri rahatsız olursa bütün vücud rahatsız, onun tedavisiyle meşgul olduğu gibi müslümanlar da birbirine yardıma koşmalıdır.” Rabbim, Soma’daki

kardeşlerimize hakkıyla yardım edenlerin sayısını artır, bizi de onların arasına kat. Kardeşinin derdiyle dertlenmeyen ziyandadır. Bizi duyarsız bir topluluk kılma. İnsanlığımızı unutturma.” Âmin. .............................................................

Boğaziçi’nde Somadaki Madenciler İçin Cenaze Namazı

16 Mayıs Cuma günü Boğaziçi Mekteb ve Şûrâ çağrıcılığı ile kütüphane önünde Soma’da vefat eden madenciler için gıyabi cenaze namazı kılındı. Namazın ardından okunan bildiri ve dua ile şahitliğimizi beyan ettik.


ATÖLYE

FİKİR NEDİR VERSUS BİZDEKİ FİKİRSİZLİK/BİZDE OLMAYAN FİKİR Ali Tarık PARLAKIŞIK

Ö

yle bir haldeyiz ki; fikirsizlik dört bir tarafımızı kuşatmış. Öyle bir haldeyiz ki; (farklı buudlar göz önüne alınmalı) fikirler, olmasa da olur ya da olmasaydı daha iyi olurdu cinsinden nazar edilen mevzular halinde. Fikirler, doğumlarının vaat ettiği ve verdiği mutluluk ve sevinçlerin, tekevvün süreçleri ve sonucu(nda); maddi buudu ile ölçülebilen getirilerin vaat ettiği ve verdiği mutluluk ve sevinçlerden, tekevvün süreçlerinden ve sonucundan daha aşağı görülüyor. Fikri meseleler yeterince itibar görmüyor. ‘Fikir’in, kendisi yeterince itibar görmüyor. Bunun acısını çekenler yok. Fikirlerin, itibar görmemesinin yanında, apayrı bir veçhe var ki, o da fikirlerin istismar edilmesi, iltizam görmesi ve fikirlerin bir tatmin vesilesi olarak görülmesi. Fikir namusu diye bir telakki yok. ‘Fikirlerin kullanılması’ ise ürkütücü seviyede. Fikre, fikirden membaını bulan her şeye ve

fikir adamlarına duyulması gereken itibar yok. Ve fikir adamları yok. Ve fikir yok! “Fikir”, adı altında manalandırdığımız/manalandırabileceğimiz manalar şu şekilde sıralanabilir; 1) Belli bir okuma-anlama-tefekkür etmeyoğurma-doğurma işleminin sonucunda, akıl ve kalp ortaklığında üretilen her türlü “şey”. 2) Her nevi mesele ve mevzu ile nispetli veya taalluklu ve alakalı ‘bilgi’. 3) ‘Fikri zemin’ diye de isimlendirebileceğimiz bir iş, eylem, icraat (yani topyekûn fiil), bir objevakıa (yani topyekûn canlı veya cansız karşımızda duran), herhangi bir tekevvün veya tekevvün süreci, herhangi bir akide veya ilke, herhangi bir (başka) fikir, bir üretim, bir tüketim, bir tez, bir antitez, bir sentez ilh. İle muhatap olunduğunda; ‘o’na göre, ‘o’ndan dolayı, ‘o’nun için ilh. olan, yönlendiren, engelleyen, teşvik eden, durduran, Mayıs’14 • 33


ATÖLYE yürüten, ilh. ve nihayetinde topyekun bütün bunların gerçekleşmesinde etkili ve etkin olan; belli bir tahsil veya okuma veya tecrübe veya görme ve izleme ilh. süreçlerine dayanılarak oluşturulan ve oluşturulmuş ‘zemin’; yani ‘fikri zemin’. Ve bu liste uzatılabilir. İlk nazarda göze çarpan telakki ve manaları bu şekilde sıralayabiliriz. İktisat, edebiyat, psikoloji, içtimaiyat, siyaset, hukuk, felsefe, doğa, fert, toplum ilh. ile fikir bağlantılıdır. ‘Fikir’in şümullü bir yapısı olduğu görülüyor olsa gerek. Her nevi mücerret alanına girebilecek ve her nevi müşahhas alanına girebilecek ve de insanın (içtimai budunu bir an görmezden gelelim) fert bazında her türlü ilişkisinde alakalı olduğu bir mesele; fikir. İşte bu sebepten ötürü şümullü. İşte bu sebepten ötürü, ‘fikir’e, sadece muhalif olma adına malik olma cehdi, fikir için ayıptır. Çünkü fikir öyledir ki, (kelime manalarını göz önüne alalım) muhalif olma, muhafazakâr olma adına malik olunmaz. ‘Fikir’e, ‘fikir’ olduğu için malik olunur. Sonrasında fikir zaten, zamanına ve zeminine göre, siyasi ve içtimai duruşu verir. Fikir için şümullü dedik ya… Akıl, kalp, şuur, havsala, inanma, cehd; ne amaçla göz önüne aldık bu kelimeleri? Bu kelimeler bir manada bağlantılıdır; yani mütefekkirin bulduğu ve ürettiği manasındaki fikir için, oluşma ve gerçekleşme yani topyekûn doğma sürecinde alakalıdır. (Buraya kadar anlatılanlarla alakalı veya alakasız görünsün; bir misalle devam edelim. Seyyid Kutub, Mevdudi, Ali Şeriati; fikri manada umumi planda peş peşe zikredilir (hep böyledir demiyoruz, umumi planda, diyoruz). Farklı bir buuddan bu üç kişiye yaklaşmayı deneyelim. Seyyid Kutub, âlim değildir. Seyyid Kutub, kendini yetiştirmiş bir fikir adamıdır. Yaşadığı tarihlerde Mısır’da Müslümanlara taarruz halindeki bir devletin olduğu bir ortamda yaşamıştır. Ve yaşadığı dünyada, Müslümanların fikri ve siyasi manada gerilediğini müşahede etmiştir. Bazı kitaplarının isimleri şu şekildedir; ‘Cihan Sulhu ve İslam’, ‘Çağdaş Uygarlığın Sorunları ve İslam’, 34 • Mayıs’14

‘İslam Düşüncesi’, ‘İslam-Kapitalizm Çatışması’, ‘Özlenen İslam Toplumuna Doğru’. Yani, kendisini İslami ilimlerde dâhil olmak üzere, gerekli alanlarda yetiştirmiş bir fikir adamı. Fikirleriyle, ürettikleriyle, çözüm yollarıyla Müslümanlara bir takım meseleleri anlatmaya çalışmış. Mevdudi, ilim ehlidir ve İslami ilimlerin haricinde fikri bir ağırlığı da vardır. O da kendi dönemini Müslümanlarının fikri ve siyasi sahalarda sıkıntılar çektiğini müşahede etmiş ve çözüm yolları aramıştır. Bazı kitaplarının isimleri şu şekildedir; ‘İslam’da Hükümet’, ‘Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim’, ‘Gelin Müslüman Olalım’, İslami Hareketin Ahlaki Dinamikleri’, ‘İslam’da Savaş Hukuku’, ‘İslam Hukuku’nda Sünnetin Anayasal Konumu’, ‘İslam Medeniyeti’, ‘İslam’ı Yaşama Biçimi’, ‘İslam’da İhya Hareketleri’, ‘İslam İnkılâbının Yolu’, ‘İslam İnkılâbın Süreci’. Genelde ilmi yönü vardır. İlim ehli, sıfatına haizdir. Ali Şeriati, İran toplumunda yetişmiştir. Fikri yönü yoğundur, dini ilimlerde bir derinliğinden ziyade, yaşadığı dönemde ki İranŞii toplumuna yönelik bir çalışmanın peşindedir. Bazı kitaplarının isimleri şu şekildedir; ‘Öze Dönüş’, ‘Aydınlara Umut Çağrısı’, ‘İslam’ı Tanıma Metodu’, ‘ Anne Baba Biz Suçluyuz’, ‘İslam Bilim’, ‘Biz ve İkbal’, ‘Kendini Devrimci Yetiştirmek’, ‘Dine Karşı Din’. Ali Şeriati (şu an Müslümanların içinden gelen/çıkan iktidarın, Sol-İslam karışımı bir dille tenkidinde önemli bir ‘malzeme’ olarak ‘görülmesini’ de ihmal etmeden) fikri yönü mevcut bir kişidir. Bu kadar açıklamayı neden yaptık? Bir telakkini oluşturulmasında, Seyyid Kutub’un fikri ve ilmi vurgularla ve içtimai ve siyasi açıklamalarla çözümler üreten kitaplarından sonra, Mevdudi’nin, Seyyid Kutub’la alınan fikri ve ilmi (Seyyid Kutub gözünden) vurgular içeren çözüm yollarına, İslami ilimler veçhesinden yoğun açıklamaları meseleyi derinleştirir. Kutub’la girilen sokağa, Mevdudi’yle ilerlerken Ali Şeriati’nin ilmi ve yönü de bulunan ama asıl fikir planında meseleye, dâhil olma, tafsilatlandırma ve genişletme ve çıkış/çözüm yolları aramasıyla üçlü bir çalışmanın/okumanın sonucu; doğru, planlanmış, ölçülmüş, tartılmış, öğrenilmiş, temelleri atılmış,


İktisat, edebiyat, psikoloji, içtimaiyat, siyaset, hukuk, felsefe, doğa, fert, toplum ilh. ile fikir bağlantılıdır. ‘Fikir’in şümullü bir yapısı olduğu görülüyor olsa gerek. Her nevi mücerret alanına girebilecek ve her nevi müşahhas alanına girebilecek ve de insanın (içtimai budunu bir an görmezden gelelim) fert bazında her türlü ilişkisinde alakalı olduğu bir mesele; fikir. İşte bu sebepten ötürü şümullü.

direkleri dikilmiş ve nihayetinde de kurulmuş bir telakki. Yani, fikri zemin. Yani, olması gerekene malik olmak; fikir planında. Neticede demek istiyoruz ki; bu üç kişinin peş peşe zikredilmesine, böyle bir zaviyeden bakıldığında meselemize dair bir, nazar açısı olabilir (mi?). (Sözü geçen yazarları tasvip edip etmeme değil meselemiz, var olan durum üzerinden misal üretmek, cehdimiz.)) Netice de; ‘fikir’, öyle bir geniş yelpazeye sahiptir ki, tırnak kesmekten, herhangi bir kanun çıkarmaya kadar; hem işlevsel hem de zeminsel kilometre/hareket taşı olarak görebiliriz. Şümullü dedik ya; hem icraat manasında hem de icraatın nevi manasında, bunu müşahede edebiliyoruz. Dolayısıyla geldiğimiz nokta şudur; fikir, diye bahsettiğimiz vakıa/mesele; idraki zor, peşinden gidilmesi, içinden çıkılamayacak bir mesele değildir. Kapsadığı alan alabildiğince geniştir. Fikir, mademki, tırnak kesmekten bir kanun çıkarmaya kadar geniş bir yelpazeye malik, imdi o zaman ısrarlı bir şekilde üzerinde durduğumuz mesele de şu; iktisattan edebiyata, fizikten metafiziğe, insandan topluma kadar makro ve mikro alanlarının içine girebilecek her şey ‘fikir’ ile alakalıdır. Yani, ‘fikir’ledir, ‘fikir’dedir. Ama coğrafyamızda, siyaset ve ilim sahalarında yeteri kadar ehil mütefekkirlerimiz var mı? Ulusal sınırların tutsağı kalplerimize hitap edebilecek mütefekkirlerimiz var mı?

Ve sualler; Fikirsizlikten ötürü yok olmaya doğru gidecek miyiz? Kim bu gidişe dur diyecek? Kim ‘fikir’in değerini bize öğretecek? Kim bunun farkına varacak? Kim fikir üretecek? Kim fikir üretmenin peşinde olacak? Ne zamana kadar müfekkiremize nazar ettiğimizde canımız acıyacak? Son; Artık farkına varalım. Müfekkiremize kan pompalamamız elzem. Müfekkiremizi, günü birlik meselelere kurban etmeyelim. Birileri el atsın şu meseleye. Artık farkına varılsın. “Mahalle”mizin kanaat önderleri, şairleri, sanatkârları, kalem sahipleri artık, fikirsizliğimiz meselesine/meselemize dikkat çeksinler. Nazar edin artık, bu meselenin ciddiyetine/vahametine. Bir son verelim artık bu gidişe. Nesiller fikirsizlikten harap oldu. Geçen zaman geçti. Ama hiçbir şey için geç değil. Müfekkiremize kan pompalamaya hemen başlayabiliriz. Ve hemen başlayalım! Hemen! Fikirsiz olmuyor; olmadı da. Genciyle, yaşlısıyla, kadınıyla, erkeğiyle, küçüğüyle, büyüğüyle, şairiyle, edebiyatçısıyla, ressamıyla, fikir adamıyla, uzmanıyla, kanaat önderleriyle, kalem sahibiyle ilh. herkes taşın altına elini koymalıdır. Mayıs’14 • 35


ATÖLYE

Eksikliği Kendi Özünde Arayan Film:

Havva YILMAZ

“Ve duydum Her şey ki bir yorumdu, sonuç değildi Sonuç ki zaten yoktu.” (Edip Cansever)

B

aşlamak bitirmenin yarısıdır derler. Her klişe gibi bir parça haklıdır, hakikatlidir fakat bir o kadar da yoruma muhtaçtır. Kimi zaman koca bir dünyanın kaderini şekillendiren olaylar belki sadece bir kişinin bir şeylere başlamasıyla gerçekleşir. Ve genellikle her şeyi başlatan o ilk adımı atmak, bütün bir olayın kendisinden çok daha zordur. Ancak, bazen zor olan başlamaktan ziyade bitirmektir ki başlamak hiçbir şekilde bitirmeyi garanti etmemektedir. Bazen de, zor veya kolay, herhangi bir şekilde başlanmış, uzun mesafeler kat etmiş iken, son adım bir türlü atılamaz. Yarım kalan bir cümle gibi ne başı, ne sonu belli ya da sadece başı belli bir 36 • Mayıs’14

kelime öbeği olarak kalıverir her şey. Ya da Derviş Zaim’in Nokta’sındaki gibi aynı boşluk içinde zamansız ve mekânsız bir hale dönüşür. Nokta, Zaim’in geleneksel sanatlarla sinemayı meczettiği filmlerinden sadece birisidir. Yönetmen, ebru ve minyatürden sonra bu defa kamerasını hat sanatına yöneltir ve daha ilk sahnede ortaya koyar niyetini: Çölün ortasında kaleme aldığı af’Allahü anh yazısını tamamlamaya çalışan bir hat ustasının, öğrencisinden mürekkep istemesiyle başlar film. Yazı aslında tamamlanmış gibidir, sadece nûn’un noktası eksiktir ama aksilik bu ya mürekkep de bitmiştir. Bunun üzerine hat ustası öğrencisini şehre


ATÖLYE

mürekkep almaya gönderir. Oysa çırağın kafası kuşkularla doludur. Moğollar az sonra orada olacak, muhtemelen onları öldürecek, her yanı talan edeceklerdir. Böylesi bir durumda bir noktanın peşinde koşmak, bir cümleyi tamamlamaya çalışmak ona göre anlamsızdır. Usta ise cümlesine güvenmektedir, çırağına hikmetten bahseder, çırak gelene kadar cümlesinin başından ayrılmayacaktır. Çırak, ne o cümleye inanmaktadır ne de nokta umurundadır ama yine de ustasının verdiği Mushaf’ı yanına alır ve kuşkularıyla beraber yola çıkar. Hikâyenin devamı yüzyıllar sonra yaşayan bir hattatın karıştığı yasa dışı bir iş nedeniyle çektiği vicdan azabını ve arınma serüvenini sunar bize. Lakin bildiğimiz anlamda bir hikâye değildir anlatılan. Ahmet’in başına gelenler, işlediği suç, hatta çektiği vicdan azabı filmin yüzeyini oluşturan somut olaylardır. Fakat yönetmen bunları ne başı sonu belli bir kurgusallık içinde anlatır, ne de olayların ayrıntılarına boğar izleyiciyi. Yönetmenin izleyiciden beklediği daha fazlasıdır. Olayların ardındaki asıl hikâyeye, belki de Ahmet’in arınma macerasından çok oluş sürecine yani hale odaklanmamızı bekler. Olaylar bize bir öykü anlatır ama bu yönetmenin tabiriyle filmin bir ‘masal’a dönüşmesini engellemek içindir. Çünkü masallar çocuklara anlatılır ve hayata dokunmak zorunda değildir. Oysaki Zaim filminin gerçek hayattan kopmasını istemez çünkü diğer filmleri gibi Nokta’nın da amacı ‘bu ülkeyi, hayatı daha farklı algılayabilmek, gösterebilmek ve temsil edebilmek’tir1. Bunun için seyirciyi ikna etmek zorundadır. Ahmet’in öyküsü bizi kendisine inandırır ve daha fazlasına ikna olmamız için bize yardım eder. Gözlerimizi somut bir zeminde ısındırarak zahirin ardındakini görmeye hazırlar adeta. Filmde, zaman ve mekânın bulanık fakat bir o kadar da bütünsel olması da bununla ilişkilidir. Her

şey tek bir noktanın içinde olup bitmekte gibidir film boyunca. Mekânın Tuz Gölü, çekim tekniğinin tek plan olması bu anlamda oldukça isabetli tercihlerdir. Zaim, hattatların kullandığı ihcam tekniğinden esinlenerek filminin merkezine oturttuğu tek plan tekniği için ‘[h]iç ara vermemeye, kurguyu kullanmamaya gayret ettim. Bununla da bir hattatın yazı yazarken kimi zaman başvurduğu bir tekniğe gönderme yaptım’2 diyor. Filmin girişinde yapılan alıntıda belirtildiği gibi ‘hayatı daha geniş zapt etmek’ çabasının bir ürünüdür bu açıdan tek plan tekniği. Mekân tercihi de bu bağlamda Zaim’in işini kolaylaştıracak niteliktedir. Olay akışının kırılmadan devam edebilmesi için gerekli zemin Tuz Gölü’nün engin beyazlığıyla sağlanıyor filmde. Zaim, böylece izleyicinin hayal gücüne imkân tanımış olduğunu düşünüyor. Bu bağlamda Karagöz-Hacivat’taki Küşteri meydanından esinlendiğini de ifade ediyor3. Mekân, aynı zamanda yönetmenin beyaz bir sayfa üzerinde hat sanatını icra eder gibi filmini “yazmasına” imkân sağlıyor. Kişiler ve olaylar metni oluşturan harfler ve noktalama işaretleri gibi görünüyor böylece. Olaylar yazıldıkça cümle biraz daha tamamlanıyor. Ahmet’in öyküsü bir cümlede tamamlanıyor da diyebiliriz bir bakıma. Öte yandan, bu tamamlanma halinin sonuçlandığını söylemiyor film, bunu izleyicinin yorumuna bırakıyor. Ahmet’in noktası olmaya razı olduğu cümlenin nerede başlayıp nerede bittiğini bilmiyoruz. Her nokta bir cümlenin sonuysa, başka bir cümlenin de başlangıcı. Tuz Gölü’nün beyazlığı üzerinde küçük bir noktanın neye tekabül ettiğinin tefsiri izleyiciye kalıyor bu anlamda. Fakat izleyicinin işini kolaylaştırmak için bazı ipuçları vermeyi ihmal etmiyor Zaim. Filmi sunduğu zaman perspektifinin izleyiciye bir şeyler çağrıştırması bekleniyor. Mayıs’14 • 37


ATÖLYE

Aristo’nun dediği gibi zaman, noktaların birbirleri içinde hem yok olup hem çoğalmalarına benzer şekilde anların içiçe geçmesinden ibaretse, yüzyıllar öncesinin çırağıyla Ahmet’in kuşkularının, cümlesini tamamlamaya çalışan hat ustası ile Ahmet’in yardım istediği hat ustasının üzerinde buluştuğu bir andır sanki bütün film. Başka bir ifadeyle, şimdinin geçmişte ve gelecekte tekrar tekrar kurulması, Heraklit’in nehri gibi tek bir planda akmasıdır. Hatta Ahmet’in kendisiyle mücadelesini aralıksız bir şekilde hissetmemizi sağlayan da biraz budur. O, Tuz Gölü’nün üzerinde zamanlar-mekânlar arası yolculuğunu sürdürürken, izleyici de, onunla beraber, o noktanın içinde hâlden hâle geçer. Her hâlde nokta biraz daha çoğalır ve kelimeye, cümleye akar. İzleyici de kelimeden kelimeye atlar bu şekilde. Cümleyi tamamlayacak o son noktayı koymak ya da koymamak izleyicinin tercihidir. Bu yönüyle, bütün tamamlanamayan cümleler gibi rahatsız edicidir film. Oysaki söylenemeyen her sözcük gibi tamamlanamayan her cümle de, tamamlananlardan çok daha fazlasını anlatmaktadır. Tam da gerçek hayatta olduğu gibi… Hayatlarımız çoğu zaman adını koyamadığımız, noktalandırmaya cesaret edemediğimiz karmaşık olaylarla çevreleniyor. Kelimelerin sıralamasından, içerdikleri doğrudan veya dolaylı her türlü imalara kadar her şey bir muammaya dönüşebiliyor. Kimi zaman tek bir kelimenin etrafında bir ömür dönüp duruyoruz. Bazen, bazı kelimelerin gücüne sığınıp doğru yerlere, doğru noktaları koyduğumuzu sanıyoruz. Kendi hikâyemizin yazıldığını sanıyoruz böylece. Hâlbuki ansızın karşımıza çıkan yeni bir kelime bütün cüm38 • Mayıs’14

lelerimizi yanlış kurduğumuzu söyleyebiliyor. Her şeyi en baştan, tekrar tekrar düşünmek, tüm noktaları silmek zorunda kalıyoruz. Bittiğini, noktalandığını sandığımız yerlere bir virgül koyup yolumuza devam etmeyi deniyoruz. Zaim, tam da böylesi bir gerilimin, etik problemin içinde bırakıyor bizi. Tasavvufi anlamda Ahmet’in oluş hikâyesini noktalandırmak bize düşüyor. Günlük hayatta çoğu zaman kolay olanı tercih etme eğiliminde olduğumuz düşünülürse, sinema ve etik bağlamında filmin hedefi on ikiden vurduğunu söyleyebiliriz. Soğuk Dağ’ın Ada Monroe’su gibi kim olduğunu bile bilmeden kararlılıkla ve inançla bir sevgiliyi beklemek yerine, genellikle şiirlerimizi kendimize saklayıp, anlatılmayanın, söylenmeyenin ardına düşmeyi reddediyoruz. Oysaki kelimelerin hikmetini, noktaların doğru yerlerini bize söyleyecek olan tam da bu inanç olsa gerek. Hat ustasının Mushaf’ı uzatırken öğrencisine söylediği gibi, ‘inanmayan yazamaz’ zaten. Yazdığını sandığı her cümle zandan ibarettir. Sadece söylenenlere, duyulanlara itibar etmekten mülhem zanlar... Hakikatse noktayı doğru yere koyabilmek için virgüllere sabretmeyi gerektirir. Ya da filmdeki meczubun yaptığı gibi ‘yalnız rüyalara inan’mayı. Dipnotlar 1 Ali Koca-Musa İğrek, Hattat Fuat Başar ile Derviş Zaim, ‘Nokta’da buluştu, 9 Mayıs 2009. http://www.zaman.com. tr/cmts_hattat-fuat-basar-ile-dervis-zaim-noktada-bulustu_846075.html 2 Elif Nesibe Özbudak, Derviş Zaim, bu sefer ‘Nokta’ koymuyor, Aksiyon, 18 Mayıs 2009. http://aksiyon.com.tr/aksiyon/haber24037-dervis-zaim-bu-sefer-nokta-koymuyor.html 3 A. g. e.


ATÖLYE

Birinci Tekil Şahsın Günlüğü Eslem ÇANAK

İ

nsanlar görüyorum günlük, yaşadıklarını sanıyorlar. Tek yaptıkları oksijen alıp karbondioksit vermek olan insanlar… Sevginin yalnızca sözlükteki bir kavram olarak kaldığı yitik insanlar… Egolarının yuttuğu, huzurun unuttuğu, değerlerini öğüten insanlar… Tüm öznelerin kendileri olduğu, cümleleri yüklemsiz kalan insanlar… Bir yetimin gülüşünü görmemiş gözleri var bu insanların. Bir yüreğe dokunmamış elleri… Bir teşekkür işitmemiş kulakları… Komşusuna bir selamı çok görmüş dilleri var… Bir insanın ruhu ne kadar buruşabilir sahi? Bireyselleşmek adına elimizden kayıp giden insanlığımıza okuyacak bir Fatiha’mız bile yok. Enaniyetin kokusunu bir sokak öteden alabiliyoruz artık. Yürüyüşümüz bile değişti günlük. Yürüyüşümüz “ben” diyor kaldırıma oturmuş yalınayak çocuklara, poşetlerini taşıyacak birinin yolunu gözleyen yaşlı teyzelere, mahallemizdeki bakkal amcaya… En son ne zaman tanımadığımız birine iman kardeşliğimizden dolayı sıcaklık duyup selam verdik? Gülümsemek sadakaydı, en son ne zaman sadaka verdik? Seviniyor muyuz başkalarının mutluluğuna gerçekten? Hep bir ücret mi bekler olduk yoksa? Alt komşumuzun evinde bir gürültü koptuğunda endişemiz iyi niyetimizden mi kaynaklanıyor yoksa sadece merak mı ediyoruz? Mahallemizde kaç insan aç olarak sabahlıyor, biliyor muyuz sahi? Sorulacak çok soru var günlük. Ama bize gereken sadece cevaplar. Cevapları bulduğumuzda ölen insanlığımız

dirilip, vicdanımızla beraber divan durabilir belki. Yalnızlıktan şikayet ediyoruz bazen. Oysa yalnızlığı biz çağırıyoruz. Sevgi yok, merhamet yok, fedakarlık yok, iletişim yok. Varsa yoksa “ben” varım ve yalnızım. Huzur istiyoruz ama huzura kilit vurup en ücra köşesine kaldırmışız benliğimizin. İstesek de anahtarını bulamıyoruz artık. Peki ne yapmalı günlük? Bir şeyleri değiştirmek için ilk hangi adımı atmalı? Bu soruya verilecek pek çok cevap var. Ama bir yerden başlamalı, ana değer katmalı. Otobüste birine yerini vermeli mesela. Selâm işitilmeli bizden yana. Arkamızdan ne kadar güler yüzlü olduğumuz konuşulabilmeli. Çocuklara verebilecek şekerlerimiz olmalı çantamızda. Bir ayet paylaşmalıyız çevremizle. Yüreğimizi açmalı güzelliklere. Sağlam durmalı. Değerlerimize sahip çıkmalı. Süslü cümleler yerine, gönlümüzden geleni söylemeli. Hediyeleşmeli. Sevmeli. Daha çok sevmeli. Fedakar olmalı. Ortak dertlerimiz olmalı. Yeri geldiğinde üzülmeli, sevinmeyi de bilmeli. Diktiğimiz bir tane fidanımız olmalı en azından. Her insana değer vermeli… Daha o kadar çok şey var ki hayatta günlük. Bize basit gibi görünen şeylerle örülü aslında yaşantımız. Önemli olan bunların farkında olmak ve kıymetini bilmek. Kendimizi ne kadar belli kalıplara sokup, belli şeylerle etiketlesek, “ben aslında böyle biriyim” desek bile şu bir gerçek ki; İnsan kendini tanımladığı kadar değil, yüreğinde taşıdığı cenneti kadardır. Yüreğimizdeki cennetimizi geniş tutmalı, vesselam.

Mayıs’14 • 39


ATÖLYE KİTAP

SEFİLLER

Zeynep Beyza SEZEN

S

on okuduğum kitap Sefiller. Okumadan önce muhakkak orijinalinden okunmalı diye düşündüğüm bu kitap, okuduktan sonra bana; “bazı yerleri kesmek fena olmazdı.” diye düşündürdü. Yine de eğer kısaltılmış bir versiyonunu alsaydım şimdi beğenerek okuduğum pek çok yer olmayabilirdi. Kısaltılmış eserlere pek güvenim yok. Siz de benim gibi düşünenlerdenseniz kitabın orijinalini alın derim. Hangi yayından seçmek gerektiğine gelince, internet taraması sırasında karşınıza pek çok farklı yayın çıktığında kafanız karışabilir. İnsan hangisini seçeceğini bilemiyor. Ben sayfaların kokusunu içime çekmeden seçemeyeceğime karar verip kitapçıya gittim. İyi de oldu. Seçeneklerim 50-60’tan 5-6’ya düştü. Özet olanları ve Antik Yayınlarını –Bilenler bilir, Antik en kötülerinden biridir, insan nasıl da bunca kitapçıya sızabildiğine şaşıp kalıyor- eleyince elimde iki seçenek kaldı; Ötüken ve İmge. Daha önce İmge’den yalnızca bir kitap okumuş olduğumdan Ötüken’e kendimi meyilli hissediyordum. Ama iki kitabı önüme açıp çevirileri karşılaştırdığımda İmge’yi çok daha iyi buldum ve onu almaya karar verdim. Bu kitap bana iki türlü çok pahalıya mal oldu; Birincisi, tek pakette satılan 2 cildi ayrı ayrı kasadan geçiren kasiyer yüzünden iki kat fiyat ödemiş oldum. Bunu eve gelince fark ettim ama fişi ortalıktan yok olmuştu. İkincisi ise okuma zorluğu ve sık sık olaydan tamamen kopup 40 • Mayıs’14

50-60 sayfa sonra geri dönen Hugo amcamız sayesinde epeyce zaman da kaybetmiş olmamdı. Neyse, canımız sağ olsun. Gelgelelim bunca teferruattan sonra kitaba… Sevgili okurlarımın bana lafı bunca uzattığım için kızmayacaklarını umuyorum. Çünkü bu kitap Sefiller’i orijinalinden okumaya azmetmişler için bir sabır sınavıdır. Bunu okumak sizi sinirlendiriyorsa, Sefiller’i okurken köpürmeyeceğinize garanti veremem. Ne diyorduk? Evet, Sefiller… Her şeyden önce Victor Hugo ateşli fikirleri, kahramanlarını merhametle kucaklayan halleri, bir türlü sadede gelemeyişiyle en büyük romantikler arasındaki yerini sonuna kadar hak ediyor. Zaman zaman kızdım, zaman zaman bir babadan çok bir anneyi anımsatan şefkatine hayran oldum; pek çok yerde de adalet algısına ve sağlam fikirlerini yumuşacık anlatan diline hayran kaldım.

Din’e dair, duaya dair görüşlerine insan en azından “ iyi dedin” demeden geçemiyor. Kadınlara, aileye ve sokaklara dair görüşleri ise çok içten, samimi ve çok gerçek. Bu kitap Müslüman’ı dindar, okuyanı yazar, farklı düşüneni devrimci, cömerdi vakıfçı, seveni aşık edecek cinsten. Verdiği şey coşku, coşku, coşku! Her ne yapacaksan cesaretle atılmana sebep oluyor. Kitap beklentileri yalancı çıkarmıyor, sefaleti sokak sokak anlatıyor. Dedikodunun fahişeliğe sürüklediği bir kadın, annesinden “bakmaları karşılığında(!)” para aldıkları çocuğa hizmetçilik yaptıran bir aile, kendilerine yardıma geleni soyan insanlar, öz evlatlarını sokağa terk edenler, karşısındakilerin kardeşleri olduğunun henüz farkında değilken kendisinin zor bulduğu ekmeği küçüklerle paylaşan küçük bir çocuk… Elbette ki bu kitabın baş karakteri bir ekmek çaldığı için 19 yıl kürek mahkumu olan, sonra da seneler boyu kaçan, isim değiştiren, ev değiştiren, şehir ve ülke değiştiren bir adam olacak. Bunun adı Paris hukuku, vakit, 19. Yüzyıl! İslam’da aç olup da ekmek çalana bir ceza yoktur. Aksine, onun aç olduğunu bile bile umursamayan komşunun, akrabanın, devletin suçudur bu. Bunun adı İslam hukuku, vakit 7. Yüzyıl! Şimdi varın siz hesap edin. Hak nedir, adalet nedir? Bir şeyin doğruluğunu hesap ederken çağa mı bakıyoruz, çağlara uzanmış adalete, Hakka, gerçeğe mi? Bunlar dünya gerçeği, acıdır. Bir de bizim inkılap gerçeği var ki acı-


dan da acıdır! Aile ve borçlar hukuku İsviçre’den, ceza hukuku Almanya ve İtalya’dan, idare hukuku Fransa’dan!, ticaret hukuku ise eşsiz Avrupa ülkelerinin bir karması olarak gelip hayatımıza böylece yerleşti. Hepsini en son çıkanından aldık ki, geri kalmayalım (!). Kitap bir yanda adaleti sorgularken öbür tarafta “İnsan değişebilir mi?” sorusuna değiniyor. Bir yanda “insan ya iyi ya kötüdür, değişmez!” diyerek acıma duygusunu ayaklarının altına alıp sonuna kadar kanunların dediğinden taviz vermeyen Javert, öte yanda seneler boyu kendiyle, sonra toplumla mücadele veren, iyi olmak isteyen, fakat toplumun iyi olmasına izin vermeyen parmaklıklarından çıkamayan Jean Valjean. Ya kanundan kaçarak iyi olacak, ya da sefalet içinde ölecek. Yine Fantine… Ya namusundan ya evladından vazgeçecek… En zavallısı Cosette, en zavallı hep çocuklar olur, onun seçme şansı hiç yok. Ya 6 yaşında iş yükünün altında ezilecek, ya yediği dayağın altında. Birini kanunlar, birini toplum, birini kimsesizlik sefalete mahkum ediyor. İşte bu hislerle okudum Sefilleri. Okuyun derim. Romancılık açısından tartışılır fakat felsefi ve toplumsal açıdan bir harikadır Sefiller.

BOSNA HALKI KÖLE OLMAYACAK Cihad KURT

Cihad kardeşimizin, vakıfta lise sohbetinde Bosna üzerine yaptığı sunumun özetidir. Kendisine tekrar teşekkür ederiz, ağzına sağlık Cihad Allah razı olsun.

T

arih boyunca Bosna hep kan, acı ve gözyaşı dökmüştür. Bunun sebebi bence Boşnak nüfusunun ve halkının Müslüman bir halk olmasıydı. Çünkü Boşnakların Osmanlı fethinden sonra hızlıca Bosna’da Müslümanlığın kabul görmüştür. Bosna acılar içinde isyanlar, savaşlar, işgaller vb gibi birçok durumu yaşamıştır. Kimi zaman Sırplardan kimi zaman Hırvatlardan zulüm görmüşlerdir. Avrupa’da milliyetçilik akımlarının en etkili olduğu bölgelerden biri de Balkan coğrafyasıdır. Özellikle bu bölgelerdeki isyanlar 1. Dünya savaşına kadar varlığını koruyan imparatorlukların sonunu hazırlamıştır. Bu isyanlar belki de dünyanın kaderini değiştirmiştir. Daha sonrasında Balkan Savaşları patlak verdi ve Osmanlı yavaş yavaş dağılmaya başladı. Daha öncesinde Bosna, Avusturya-Macaristan Krallığı etkisi altına girdi. Avusturya-Macaristan 1. Dünya savaşında yenildikten sonra Yugoslavya krallığına verildi. Bosna’yı her zaman farklı terimlerle anarız; ümmetin yetimi, gönlümüzün kanayan yarası Bosna vb gibi. Bosna gerek halk olarak gerek ordu olarak Sırp Devleti’ne karşı çok çetin mücadeleler vermiştir. Bosna hep kanlı, savaş dolu ve zengin bir kültüre sahip olmuştur. Her ne kadar kültür tarihi olsak da Sırp Devleti 1990’lardaki Bosna savaşı ile Bosna’nın kültürel tarihini yıktılar. Batılılar Bosna’da Srebrenitsa’da Müslüman katliamı yapsalar da Müslümanlar hiçbir zaman davalarından vazgeçmemişlerdir. Kendilerini gerek silahla gerek hukuki anlamda korumuşlardır ve düşmana karşı adeta “Siz Batılılar Balkanlarda Müslümanların varlığına engel olamayacaksınız. Bosna Savaşı’nda Müslümanları öldürüp etnik temizlik yapmak istediniz başaramadınız. Şunu anlamalısınız ki artık İslam ve Müslümanlık Balkanlarda hiçbir zaman yok olmayacaktır.” denmiştir. Şu an yine Bosna’da Müslümanlar aleyhinde karışıklıklar çıkarmaya çalışıyorlar. Ancak Allaha şükür ki Bosna Müslümanları şu süreçteki durumlardan fazla olumsuz etkilenmedi ve inşallah etkilenmeyecektir de. İnşallah Bosna’lı Müslüman kardeşlerimiz adımları sabit bir şekilde İslam davası yolunda ilerleyeceklerdir ve sözlerimi Bilge Kral Aliya İzzetbegoviçin her toplantıdan sonra söylediği cümlesiyle bitiriyorum. “BÜYÜK ALLAHA YEMİN EDERİZ Kİ KÖLE OLMAYACAĞIZ”.

Mayıs’14 • 41


ATÖLYESİNEMA

BİR ZİHİN OKUMASI OLARAK

NUH FİLMİ Muhammed Salih DEMİRTAŞ

Ö

ncelikle filmin kurgusunun gerçekliğini, kutsal kabul edilen kitaplara uygunluğunu ve Kuran’a uygunluğunu bir tarafa koyup tartışmanın dışında tutarak, filmi okumaya ve anlamaya çalışmalıyız. Olayları ve hadiseleri yorumlarken kendi bağlamlarında ele almalıyız. Realiteyi iyi okumalıyız, yoksa duygusal refleksler göstererek çıkmaz sokaklar içerisinde bisiklet turlayan çocuklar gibi hareket alanımızı dar tutarız. Bu durum duygusal anlamda -kendi sokağımızda olduğumuz için- bize güven vermekle beraber, diğer düşünceleri anlamamız konusunda noksanlıklara sebebiyet de verebilmektedir. “Başlangıçta hiçbir şey yoktu...” diyerek başlayan film, Ahd-i Cedid’den Ahd-i Atik’e geçerek evrenin yaratılışını ve oluşumunu ağırlıklı olarak Kitab-ı Mukaddese göre anlatır. Kurgu tam Kitab-ı Mukaddes’teki gibi olmasa da ondan önemli izler taşımaktadır. Filmin ana teması eski Yunan düşüncesi ve Ahd-i Atik (Kitab-ı mukaddes)’in harmanlanıp, araya biraz Ahd-i Cedid (incil) sosu da verilip, kahraman üst-duyumcul insan tipinin tragedyasını, onun eylemsel ve iradi gerilimi üzerinden ve kan bağının kutsanarak dünyanın kurtarıcılığını üstlenen bir ailenin ve o aile reisi olan Nuh’un, tufandaki mücadelesini ele almaktadır. Belki bu cümleyi bölerek kurmalıydım. Fakat sanki bir bütün gibi zihnimden çıkarak kendisini ifade etmek istemiş gibiydi. 42 • Mayıs’14

Sorokin ve Schurbat’ın kavramsallaştırdığı insan prototiplerinden biri olan promethuscu üstduyumcul insan tipi filmde hakim olan karakterdi. Sorokin ve Schubart’ın belirttiği gibi alabildiğine gergin olması, hayatının ağırlıklı olarak tragedya üzerine kurgulanması ve sorumluluğun verdiği eylemsel gerilim, bu insanın özelliklerindendir. O dünyayı kurtarmak ister; çünkü kahramandır, dünya şekil verilmesi ve ona hakim olunması gereken acılarla ve mücadelelerle dolu olan bir yerdir. Bu dünyanın, her zaman bir iyi ve bir de kötü insanları vardır. Nuh’un ailesi iyileri temsil ederken, diğer insanlar dünyanın kokuşmuşluğuna sebebiyet veren kötülüğü temsil eder nitelikte gösterilmiştir ki, Tanrı bu durumdan dolayı öfkelenir ve yeryüzünü yaşanmaz bir cehenneme çeviren bu insanlığın kökünü kazımak ister. Sonuçta Tufan’ı gönderir. Burada dikkat çekilmesi gereken bazı hususlar olduğunu düşünüyorum. Mesela diğer toplumun (günahkar toplumun) yaşayışı tasvir edilirken, dünyayı tahrip eden aç gözlü insanların hakim olduğu, gücün yegane söz sahibi olduğu, zayıfların ezildiği ve çeşitli baskılara cebren maruz kaldığı, görüldüğünde bütün insanların kanını donduran bir tablo çizilir. Nuh ve ailesi ise onlardan


uzak bir alanda izole edilmiş bir hayat yaşayarak temiz kalmış bir gruptur! Fakat ilginçtir ki Nuh o topluma hiçbir şey anlatmıyor ve herhangi bir uyarıda bulunmuyor, hallerini düzeltmeleri gerektikleri gibi bir telkinde bulunmuyor ve onlara herhangi bir mesaj ulaştırmıyor. Kendisini sadece Tanrı’sının , insanoğluna ceza verme dileğini paylaşarak doğada yaşayan bütün canlıları ve ailesini kurtarması gereken bir memur olarak görüyor. Öncelikle Kuranî çerçevede bir bakış açısına sahip olan bir kişi için bunun doğru olmadığı ve peygamberliğin asıl görevinin insanları zihnî kölelikten kurtarıp sadece tek bir İlah’ın onlara lutf etmiş olduğu sevgiyle harmanlaşmış adaletin üzerine oturtulan tatminkâr bir imanın, kalbin tam merkezinde tohumlanması için gereken hatırlatmayı ve çabayı göstermesini bir kenara koyarsak, filmde Nuh’un rolü sadece kan bağından gelen bir asaletle Tanrı’nın gemi yapmakla memur kıldığı bir kişi olarak sunulmaktadır. Seçilmiştir. İlginç olan Tanrı’nın tufandan sonrası için buyruğunun net olmaması ve onun Nuh’un iradesinde şekillenmesiydi. Eğer gemide Nuh’un insan soyunun devamı noktasında yaşamış olduğu ikilemi hatırlarsanız, ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. Filmin karakteri olan üst-duyumcul kahraman insanın, sevgi-adalet kavramlarını değerlendirmesi ise katı bir mantık kuralı çerçevesinde ele alınmış. Gemide yapılan bazı diyaloglarda Nuh, geminin dışında olan insanların, çaresizliklerini haykıran çığlıklarını duysa da, eşinin, aralarında suçsuz iyi insanların da olabileceğini savunarak onları gemiye kabul etmesi için ısrar etmesine rağmen gemiye almayı reddeder ve bunu Tanrı’nın cezası ve adaleti olarak yorumlar ki, bu da Tanrı’yla ilgili bir çok soru işaretini de beraberinde getirmektedir: Güçlülerin zayıfları ezdiği ve haklarını gasp ettikleri bir yerde neden Tanrı hepsine beraber (aralarında uyarılmamış iyiler ve hakikate ihtiyacı olduğunun bilincinde olup yola nasıl çıkacağını bilmeyen kişiler de olabilir) toptan ceza vererek adaletini gerçekleştiriyor? Bu soru acımasız ve sert bir Tanrı figürü çizmekle beraber, Kitab-ı Mukaddes’in Yahve’si ve Yunan Tanrı’sı Zeus’un da bir karışımını sunmaktadır. Binaenaleyh, filmde Nuh’un tufandan sonra kendi ailesinin de ölümünün Tanrı’nın bir adaleti gereği olduğuna karar vermesi, -çünkü Nuh’a göre bütün insanlar ölmeliydi; kötülük insanın tabiatında olan bir şeydi ve insan ölürse yeryüzü huzura kavuşacaktı- onu derin bir iradi gerilime sokmuştu.

Burada parantez açarak bir noktaya daha değinmek istiyorum. Nuh, tufandan önce günahkar toplumun arasına oğullarından ikisine kız bulmak için gittiğinde insanların “nasıl yaşadığı” ve “neler yaptıklarına” şahit olurken, kendisine çok benzeyen hatta kendisi gibi olan birisinin onların yaptığı gibi barbarca bir hayvanı yerken görür. Nuh karşılaştığı bu durumdan irkilir ve aslında kötülüğün herkesin içinde olduğuna, ne kadar temiz bir kandan(!) gelse de kendisi ve ailesi için de öyle olduğuna kanaat getirir. Eşiyle olan tartışmasında bu durumu kabullenmeyen eşi, oğullarını misal göstererek Şem’in sevgi dolu olduğunu, Ham’ın dürüst olduğunu ve Yafes’in ise hayat dolu olduğunu söyler. Nuh ise, Şem’in şehvetine düşkün olduğu, Ham’ın tamahkâr olduğu, Yafes’in ise keyfi için yaşayan biri olduğu şeklinde cevap vererek aslında insanın ahlaki yönden içinde bulunduğu ikilemlerini güzel bir şekilde dile getirmiştir. İnsanın ahlaki tabiatını bu iki gerilim üzerinden okuyan filmin, ahlaki olarak var olan iyi-kötü düalizmini ontolojik bir boyuta taşıma meyilini -kötülüğü arizî olarak görmekten aslî olarak algılamak- gösterdiğini düşünmekteyim ki, bu ise kötülüğün meşruiyetini ilan etmek demektir. Algının bu şekilde olmasının sonuçlarını ise zaten günümüz dünyasında rahatlıkla müşahede edebiliyoruz. Parantezi kapatarak kaldığımız noktaya geri dönecek olursak , Nuh iç dünyasındaki gerilimli bir süreç sonucunda kendisini ve ailesini öldürmemeye karar verir. Bu durum aslında ona göre bir zayıflıktı. Çünkü kendisini Tanrı’nın buyruğunu tam olarak yerine getiremeyen , duygularına yenik düşüp zayıflığın kollarına teslim olmuş biriymiş gibi hisseder. Fakat ailesine alarak sahiplendiği sonra büyük oğluyla evlenen kızı ona, aslında Tanrı’nın buyruğuna karşı gelmediğini , Tanrı’nın insanın içine yerleştirmiş olduğu sevgiyi tercih ettiğini söyleyerek soylu bir eylemde bulunduğunu ima etmiştir. Daha sonra yeni bir dünya için birlikte çalışmaya ve yaşamaya başlarlar. Tanrı-seçilmişlik-sorumluluk- günah-ceza-iradi gerilim-eylemsel gerilim-adalet-sevgi... Sanki bu sürecin sonucunda Nietzsche’nin sessiz çığlıklarını duyar gibiyim. “Dua: Allah’ım zihinlerimizi inşa ederken doğru bir tasavvur edinmemizde bize yardımcı ol. Sen her şeyi en doğru, en iyi ve en güzel şekilde bilensin.” Mayıs’14 • 43


ETKİNLİK

“Haramlara Karşı Savaş Açmaya Ne Dersiniz” Eylemin Öyküsü Furkan GENÇOĞLU

B

ilirsiniz her yıl yaz yaklaştıkça, havalar ısındıkça üstümüzden kıyafetlerimiz bir bir eksilir. Kısa kollu tişört ve kaprilerimizle yaza merhaba deriz. Fakat elbette insanlık onuru açısından ve değer algılarımızdan ötürü edepli giyinmeye dikkat ederiz. Fakat İstanbul’da son zamanlarda metro, tramvay, otobüs duraklarında, havalimanlarında, yollarda reklam panolarında aşırı çıplaklık içeren, uygunsuz ürünlerin reklamları halkın gözüne sokuluyor. Her yaş grubundan insanın dolaştığı sokaklarda, genel ahlaka uygun olmayan, toplumumuzun değerlerini yozlaştırmaya yönelik, çıplaklığı alenileştirerek meşruiyet kazandırma amacı güden çıplaklık, bu açık hava reklamcılığı ortamlarında bizim dikkatimize sunuluyor. Genç Öncüler olarak stabil programlarımızı planlarken Ömer Kars kardeşimiz bu ahlaksızlığa, hayasızlığa dur dememiz gerektiğini belirtti ve kafasındaki düşüncesini açıkladı. Elbette bu pervasızlığa verecek bir cevabımız vardı. Uzun bir istişare sürecine giriştik. En ufak detayına göre yapacağımız eylemi planladık. Biz vandal, barbar özel mülke zarar verecek tıynette insanlar değildik. Fakat kamunun yozlaştırılması, kamu malına zarar vermekten çok daha vehameti olan bir durumdu. Ve bu pervasız reklamlara ellerimiz ile müdahale etmeye karar verdik. Hangi afişi kullanacağımızı, hangi sloganı öne çıkaracağımızı ve medya mecrasına hangi etiketle çıkacağımızı belirledik. Afişleme yapılacak bölgeleri ve güzergahlarını belirledik. Araç sayımıza göre arkadaşlarımıza böl-

44 • Mayıs’14

gesel bazda görev dağılımlarını yaptık. Şehir dışındaki kardeşlerimizle irtibata geçerek onları eylemimize entegre ettik. Afişlerimiz bastırıldı, asacağımız pankartlar hazırlandı. Ve afişleme yapılacak geceye eriştik. Fatih’te bulunan merkezimizde arkadaşlar olarak toplandık. Şehir dışından arkadaşlarla anlık iletişimde bulunmak amacıyla bir whatsapp grubu kurduk. Eylemimiz için son hazırlıklarımızı yaptık. Rotalar son bir kez kontrol edildi. Bölgelere dağılacak gruplar gözden geçirildi. Sosyal Medya ekibi hazırlıklarına hız verdi. Eylemimize namaz ve hoş muhabbetle hazırlandık. İlk defa afişlemeye çıkmıyorduk elbette. Fakat bu afişlememiz son yıllardaki en anlamlı afişlemelerimizden biri olacaktı. Ve yola çıkıldı. Bir grup kardeşimiz Anadolu yakasında yerini aldı. Metrobüs hattında bir grup kardeşimiz işe koyuldu. Sirkeci- Emirgan sahil hattında çalışmalar başladı. İstanbul’un batı bölgelerine dağılan arkadaşlarımız çalışmalarına başladı. Fatih ekibi çalışmalarına başladı. Sosyal Medya ekibimiz bilgisayarlarının ve telefonlarının başına kilitlendi. İlk fotoğraf İzmit’teki genç öncü kardeşlerimizden geldi. İzmit’i, Ankara, Bursa, Trabzon ve Sakarya’daki kardeşlerimiz izledi. Yüzlerce fotoğraf whatsapp grubuna düşmeye başlamıştı. Genç Öncü kardeşlerimiz yaklaşık 6000 afişi büyük bir azim ve kararlılıkla ahlaksızlığa edepsizliğe hayasızlığa karşı adeta birer mermi olarak kullanıyordu. Bu toplumu yozlaştırma, ilkesizleştirme, değersizleştirme operasyonuna karşı kendi operasyonunu gerçekleştiriyordu. Sosyal Medya ekibide zaman


Seçim meydanlarında müszaman bütün çalışan gruplara lüman kimliğini ön plana çıkartelefon üzerinden nasheedler tıp, insanlardan inançlı oldukdinletiyor onların moral ve ları için oy toplayan belediye motivasyonunu artırıyordu. başkan adayları, toplumsal ahÇalışmalar sabah namalak nutukları çeken parti liderzına kadar sürdü. Gün aydınleri maalesef yozlaşmaya, delanmaya yakın arkadaşlarımız ğersizleştirmeye, ahlaksızlaşmerkeze dönmeye başladılar. tırmaya çanak tutar pozisyona Tek olan Rabbe doğru yögelmiş durumdadır. Belediyeler neldiler ve secdeye vardılar. Allah’ım eylemimizi mübarek bu açık hava reklamcılığı meckıl diyerek dua ettiler. Yorgunralarını denetim altına almak Ve biz diyoruz ki, bizim teplukları gözlerinden okunuyorzorundadır. Sözleşme şartnakimiz ne bu reklamlara, ne du. Belki birçoğunun ertesi mesine ‘’genel ahlaka aykırı olbu markalara, ne bu şirketgün okulu vardı. Birçoğunun mama’’ maddesi getirilmelidir. leridir. Bizim tepkimiz kadının Ve bir şekilde bu hayasızlığa bir işi vardı. Ama başarılı bir iş çımetalaştırılmasınadır. Bizim son verilmelidir. karmanın hazzı yüzlerine yansımıştı. Bütün İstanbul ve altı Kadına şiddetin her geçen tepkimiz kadın bedeninin sofarklı ilimiz afişlerimizle donangün arttığı, çocuklara tecavüzlekaklarda ahlaksızca pazarrin her geçen gün arttığı, vahşemış ve insanlardan ilk tepkiler lanmasınadır. Bizim tepkimiz tin, katlin, ahlaksızlığın, fahşagelmeye başlamıştı. Olumlu kadının onurunun, milyon- nın, pespayeliğin her geçen gün olumsuz yüzlerce tepki mesajı yağmaya başladı. Bir dahaki çalarca insanın dolaştığı kent arttığı yaşadığımız bu toplumlışmamıza katılmak isteyenler, meydanlarda aşağılanması- da, ‘’iyiliği emredip kötülükten alıkoyma” vazifemiz olduğunu afiş gönderin bizde burda yapanadır. Bizim tepkimiz bu fazcağız diyenler, teşekkürlerini subir an bile unutmamak zorunla önemsenmeyen ama sinsi dayız. Devletlerin parayı öncenanlar, destek açıklaması yapan bir şekilde toplumun ilkesel gazeteciler ve daha yüzlercesi. leyen insan onurunu hiçe sayan Haber merkezlerine ilk haberler neoliberal politikaları bizi ilgideğerlerini, ahlaki bir takım düşmeye başladı. Türkiye’nin bir lendirmez. Biz doğru bildiğimizi tutumlarını yozlaştıran yoz çok noktasında bir avuç inanmış okuruz ve insanlığın yararına anlayışadır. Bizim tepkimiz genç bu pervasızlığa karşı tepkiolacak çalışmaları sürdürürüz. tüm bu pervasızlıklara çanak sini başarıyla ve çevreye hiç bir Ve bu tutumu göstermek her tutan, izin veren başta AK zarar vermeyerek, taşkınlık yap“ben müslümanım” her ‘’ben mayarak göstermişti. onurlu bir insanım’’ diyen karPartili belediyeler olmak üzeVe biz diyoruz ki, bizim tepdeşimizin başlıca sorumlulure diğer tüm belediyeleredir. kimiz ne bu reklamlara, ne bu ğudur. Ne mutlu muttaki olanmarkalara, ne bu şirketleridir. lara. Ne mutlu insan onurunu Bizim tepkimiz kadının metalaştırılher şeyden üstün tutanlara. Ne masınadır. Bizim tepkimiz kadın bedeninin sokak- mutlu Allah yolunda koşar adım çalışanlara. “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerilarda ahlaksızca pazarlanmasınadır. Bizim tepkimiz kadının onurunun, milyonlarca insanın dolaştığı kent nin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakınmeydanlarda aşağılanmasınadır. Bizim tepkimiz bu dırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler fazla önemsenmeyen ama sinsi bir şekilde toplumun ve Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederler. İşte Allah’ın ilkesel değerlerini, ahlaki bir takım tutumlarını yoz- kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, laştıran yoz anlayışadır. Bizim tepkimiz tüm bu per- Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibivasızlıklara çanak tutan, izin veren başta ak partili dir.” [9:71] belediyeler olmak üzere diğer tüm belediyeleredir. Mayıs’14 • 45


OKULLARDAN HABERLER

okullardan haberler Müslüman Öğrenciler Buluşması 4

senedir gerçekleşen “Müslüman Öğrenci Buluşmaları” na bu sene bir yenisi daha eklendi. 20 Nisan Pazar günü Boğaziçi Üniversitesinde gerçekleşen buluşmanın çağrıcılığını bu yıl Boğaziçi Mekteb yaptı. Buluşma, farklı üniversitelerde mücadelesini sürdüren kardeşlerimizin tebliğlerini sunmasıyla başladı. Daha sonrasında ise katılımın 200 kişinin üzerinde olduğu ve 55 kişinin söz aldığı bir açık forum gerçekleştirildi. Ey iman edenler iman ediniz ilahi çağrısının muhataplarının, üniversitelerindeki İslami mücadeledeki sorunları, çıkmazları ve çözümün “ne” liğine ve “nasıl” lığına dair söz söylediği bir buluşma gerçekleştirildi. Böyle bir organizasyonda nelere tanık olduğumuza baktığımızda – Emirin tebliği üzerinden söylenenler- Müslümanların bazı konularda ısrarcı bir şekilde takılıp tıkanabildiği gördük. Zira birçok kişi, bir şekilde önceden dile getirilmiş şeyi defalarca tekrarlama ihtiyacı hissetti. Fakat bağımsız bir davet olan bu buluşmada, İstanbuldan, Ankaradan, Kocaelinden, Sakaryadan vs. gelen birçok “dertli” Müslümanın vesilesiyle İsla-

3

46 • Mayıs’14

mi bir ahlâk olan istişarenin, şûranın gerçekleşmesi için ümitvâr olabileceğimize şahit olduk. Konuşmalarda, buluşmanın “belli” bir konu üzerinden yapılmamış olmasının verimi azalttığına dair itirazlar yer aldı. Bununla beraber Müslümanların bir vücut gibi olabileceğinin imkânını ve bu davanın yükünü omuzlarında taşımaya yürekli kişilerin mevcudiyetini gördük. Bu ise bize bu davaya gönül vermiş insanların boş laflarla, kuru bir eleştiri üretmenin ötesinde derdine çare bulmak için bir arayışta olduklarını gösterdi. Buluşmada “yerellik” gibi bazı konular ön plana çıktı. Mesela, ODTÜ’de okuyan bir arkadaşın belirttiğine göre oradaki Müslümanların durumu Mekke’deki Erkam’ın evinde olmaya benzer bir hâlin getirdiği zorlukları barındırırken, Şehir gibi üniversitelerde muhafazakâr, apolitik ve liberal bir ortamın getirdiği zorluklar olduğu belirtildi. Bu gibi farklılıklardan ötürü herkesin kendi dilini üretip ona göre bir yöntem gütmesinin gerekli olduğu söylendi. Kısacası nabza göre şerbet verilmesi gerektiği fark edildi.

Merve BAYKAL

Tebliği sunan bir arkadaş ise dinamiklerini bildiğimiz zeminde yaraları sarmaya çalışmanın daha öncelikli olduğunu belirtti. Her ne kadar yerelliğin önemi ve gerekliliği vurgulansa da farklı okullardaki gruplarla ortak işler yapılabileceği imkânı da göz ardı edilmedi. Bir başka tebliğdeki konu ise modern bir çağda geleneksel bilgiyi dışlamadan ondan yararlanarak çağımızı daha iyi anlayabileceğimiz üzerine idi. Bu konuda forumda çağdaşa ve geleneksele ait okumaların birlikte yürütülmesinin önemli olduğu görüşü de yalnızca çağdaşın yeterli olabileceği fikri de gündeme getirildi. Özgür Açılım Platformunda aktif rol almış bir arkadaşımız ise okuldaki problemler hakkında söz sahibi olmanın önemini vurguladı. Ayrıca mevcut iktidarın ürettiği algı ile muhafazakârlaşmaya başlayan Müslüman öğrencilerin apolitikleşmeye doğru giderek birçok konuda sessizleşmesi sorunu dile getirildi. Bunca dile getirilen konular arasında neden LGBT gibi mevzuların hâlâ Müslümanlar tarafından gündeme getirilmediği ve yokmuşçasına davranıldığı soruldu. Aclen bu sorunlarla yüzleşilip Müslümanca bir duruş sergilenmesinin gerekliliği hatırlatıldı. Yapılan kimi işlerdeki aceleciliğin sebebinin rekabetten kaynaklanabileceği ve bu kadar ayrılıp bölünmenin sebeplerinin doğru sorgulanması gerektiği dile getirildi. Müslüman öğrencilerin başlatmış olduğu bu gelenek, zamanla birçok hayrın yürütülmesinde bir kapı görevi göreceğe benziyor. Zira buluşma ile içime düşen ateş beni yakıp kül haline getirmekten ziyade diriltmeye başladı. Ümit ediyor ve şahit oluyorum ki birçok kişi için de bu Buluşma hayırlara sebep oldu ve olmaya devam ediyor.


ETKİNLİK

SURİYELİ ÇOCUKLARIN GÜNÜ Zeynep Rabia GENÇ

Çünkü, gülümsemeyi en çok çocuklar hakeder... Bilhassa hayatlarının merkezi cihadsa artık... Ve büyümek hicret olmuşsa onlar için... Uzaklardan gelip yakın olmuşlarsa bu kadar... Bir de onların küçücük mutlulukları artık imtihansa bizler için… Yaşanan bu günün kısa özeti buydu aslında…Bu imtihan fikrinin idrakiyle yola çıkmaya karar verdik biz. Bazen yalnızca bir günse elinizden gelen; o bir günün vakıf olacağı sevinçlerin peşine düşmelisiniz. Bizler de o küçük gülücüklere talip olduk ve ayağa kalkıp peşlerine düştük. Gönüllü bir kovalamacıydı bizimkisi, ebe olmayı seçtik onların hayatlarında… Kovalayan, kovalanandan daha mutluydu belki de bu güzel çocuk oyununda…. Koşuşturmaca bir hayli sürdü aramızda; oyunlar oynadık çeşit çeşit, birkaç küçük lokmayı paylaştık, ardından dualar ettik birlikte minicik ellere kocaman kalpleri sığdırarak … Bazen uyuşmadı dillerimiz biz de kalbimizi kattık kelamlarımıza… Mızıkçılık yaptık belki de yarışmalarda çocuk olup oyunlarına katılarak… Çocuk her coğrafya da çocuktu elbette ama bizler çocukların göz yaşlarını yalnızca istediklerini alamadıklarında döktüklerini sanırdık oysa sebep yalnız bu değilmiş… Bir çocukta anlarmış savaşı, mecbur kalırmış da büyüyüverirmiş… öyle anlar yaşadık ki büyümüş çocuklarla, bilinç denen hayat tecrübesini henüz yaşları altı, yedi olan miniklerin gözlerinde gördük… Hadi yüzünüzü boyayalım

dediğimizde küçük bir kelebek yerine ‘’Suriye bayrağı ama Özgür Suriye ‘’ bayrağı diyen kardeşimizin dilinden duyduk… Fotoğraf çekilirken verdikleri tepkilerinden, sahip oldukları küçücük şeyleri cömertçe paylaşmalarına kadar çok ciddi anlara şahit olduk. Unutmayacağımız ve şahit olmasak asla bilemeyeceğimiz mutluluklara….Bu güzel kovalamaca onların samimi sarılışlarında son buldu. Ebe olduğumuz bu oyunda sıcacık sevgileriyle ebelenen olmak bizlere nasib buyruldu. Sevgi dolu bakışlarını üzerimize yönelterek bilhassa bizim dilimizde etmeye çabaladıkları teşekkür bu güne kadarki her teşekkürden daha kıymetliydi belkide… Henüz bilmiyordu kocaman yürekli küçük mücahidler ama aslında bizler onlara bir teşekkür borçluyduk, küçücük dünyalarına bizleri kabul edip imtihanımıza katkıda bulundukları için… Bizlerle gülüp, sevgi sözlerine isimlerimizi kattıkları için…Bir kez daha çocuklar gülümsediğinde etrafa saçılan yıldızları görmemize vesile oldukları için… Masum yanımıza, çocuk tarafımıza dokundukları için… Genç Öncüler dahilinde Salıncak Çocuk Kulübü olarak 6 Nisan 2014 Pazar günü gerçekleştirdiğimiz Suriyeli çocuklar için düzenlenen Çocuk şenliğimizin bizlerin gönüllerine yansıması buydu. Evvela bunu bizlere nasib eden Rabbimize hamdediyoruz. Ardından da katılan ve emeği geçen herkese çok teşekkür ediyoruz. Yeni programlar ve hayırlarda buluşmak duası ile…

Mayıs’14 • 47


KARİKATÜR | ZEYNEP SUDE ÖZKAN

48 • Mayıs’14



“Abi Mahmut çıkmadı. Mahmut ÇIKAMADI! Beni bırakın onu alın abi. Onun karısı hamile.” “Çizmelerimi çıkarayım mı? Sedye kirlenmesin”


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.