Genç Öncüler/Müslüman Tutsaklara Özgürlük!/92

Page 1

a r a l k a s t u t n a m ü l s Mü

Cezaevinden Mektuplar

9 771307 007009

ISSN 1307-007X

92

! k ü l r ü g z ö

BİN YILIN SONU

RAMAZAN KAYAN İLE RÖPORTAJ

ADEM ÖZKÖZE İLE RÖPORTAJ

TESLİMİYET AHDİ


EDİTÖR'DEN Kardeşim sen parmaklıklar arkasında da olsan özgürsün Kardeşim sen prangalara vurulsan da özgürsün Sen Allah’a bağlandığın zaman Sana kölelerin tuzağı ne zarar verebilir ki

Zindanlar Durağım Olsa Ne Olur…

Kardeşim küfrün ordularını kökten sileceksin Ve bununla yeryüzünde bir fecr doğacak Sen ruhunu fecrin doğuşuna teslim et O zaman fecrin bizi uzaktan karşıladığını göreceksin Kardeşim muhakkak ki ellerinden kanlar akmıştır Ve zillete mahkum olmaktan yüz çevirmiştir Muhakkak ki bir gün o şehadet aşıkları Ebediyet kanı ile cennete yükselecektir Kardeşim sana ne oluyor ki savaştan bıkmışsın Ve omzundan silahını atmışsın Söyle bana kim fedakarlık edecek ve yaraları saracak Ve yeniden sancağımızı kim dalgalandıracak Kardeşim muhakkak ki ben bugün sarsılmaz dayanağa sahibim Ve yerlerine dayanmış dağları, kayaları parça parça ederim Yarın bu silahımla siyonistlere karşı savaşacağım Ta ki küfrü yeryüzünden yok edinceye kadar Ben Rabb ve din için intikam alacağım Yılmadan Resul ve sünnet üzerine devam edeceğim Ya dünyayı kuşatacak zafer Ya da Allah’a sunulacak şehadet Kesinlikle kardeşim ben savaştan yılacak değilim Silahımı da kenara atacak değilim Şayet kardeşim ben ölürsem şehidim Sen de övülmüş bir zaferle devam edersin Muhakkak ki ben emin bir şekilde Yıldızların Rabbi olan Allah’a giden yol üzerindeyim İster beni affedin ister beni cezalandırın Muhakkak ki ben verilen ahde eminim Kardeşim yürü tereddüt etmeden arkana bakma Senin yolun kanla boyanmıştır Oraya buraya aldırış etme Allah’tan başkasına boyun eğme

Ahi Ente Hurrun

(Kardeşim Sen Özgürsün)

Kanadı kırık bir kuş değiliz ki Bundan dolayı zelil görünüp öldürülelim Adım adım çarpışmaya çağıran Kanların sesini işitiyorum Kardeşim benim üzerime ağlarsan Benim kabrimi o içten damlalarla ıslatırsan Ufalanmış kemiklerden kendine meşale oluştur Ve ışığıyla yaklaşan zafere doğru ilerle Kardeşim biz ölürsek sevdiklerimize kavuşacağız Rabbimizin bahçeleri bizim için hazırlanmıştır Muhakkak ki o cennetin kuşları etrafımızda kanat çırpacaktır Ebedi diyar(Adn Cennetleri) bizim için ne kadar hoştur.

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla… Sahibi PINAR YAYINLARI A.Ş. Adına İlhan Gündoğdu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Furkan Gençoğlu Yayın Sorumlusu Mehmet Semih Özdemir Yayın Kurulu Ali Tarık Parlakışık Mehmet Semih Özdemir Furkan Gençoğlu Burak Kalpaklıoğlu Uğur Demirel Betül Babacan Sümeyye Akgül Kübranur Yakupoğlu Nihal Açıkel Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Ali Tarık Parlakışık Abdullah Yasin Tok Burak Kalpaklıoğlu Furkan Gençoğlu Furkan Özer İsmail Ceylan Kübranur Yakupoğlu Mehmet Semih Özdemir Uğur Demirel Salih Babacan Sümeyye Akgül Sümeyye Ceylan Adres Çatalçeşme Sk. Defne Han No: 27/15 Cağaloğlu - Fatih / İSTANBUL bilgigenconculer@gmail.com Görsel Yönetmen Tekin Öztürk Grafik Tasarım Projesanat Tan. Org. Tel: 0212 640 20 90 www.projesanat.com.tr

Baskı Sanatkar Ofset San. Tic. Ltd. Şti. Maltepe Mh. Litros Yolu 2. Matbaacılar Sit. 4NF/4-5 Topkapı/İST. Tel: (212) 567 39 40-41

G

ençlerin dilinden gençliğin sesi olabilmek, meselelere kendi değerlerimiz açısından bakabilmek, önümüze sürülen gündemleri değil kendi gündemimizi oluşturmak hedefiyle çıktığımız yolda doksan iki yaşına ulaştık. Coğrafyamızda gençleri içinden çıkılmaz bir girdaba dahil etmek isteyen dogmalara karşı, genç olarak adeta toyluğumuzu ve somluğumuzu mecz etme uğraşı içerisinde, genç bir ses olarak çıktığımız yolda sayfalarımızda ele almamız gerektiğini düşündüğümüz her satıra yer vermenin cehdini verdik bu güne kadar. Dünya bir değişim yaşıyor… Türkiye de bir değişim yaşıyor… Dünya’nın bu değişiminde Türkiye’nin yeri neresi ve tersinden Türkiye’nin bu değişiminde Dünya’nın yeri neresi? Zeminini, zamanını, ilkelerini, değerlerini davamız için yontma aşkı cihetiyle meselelerin takibindeyiz. İslami mücadelenin saf saf, hale hale ahenginin takibindeyiz; işte buradan ilham alarak bu takibin peşinde olup da bugün cezaevlerinde bulunan Müslümanları bu sayımızda gündeme taşıdık. İslam davası Müslümana bir istek meselesi değil; bilakis sorumluluk, vazife meselesi! İşte bu şuura ulaşabilmek! Peygamberlerin mücadeleleri önümüzdeki sahih, som ve ulvi misaller! Onların arkadaşlarının, salih selefin mücadeleleri! Biliyoruz ki İslam davası rahatlık ve ferahlık içerisinde yürümüyor. Ve yaşadığımız coğrafyada jakoben batıcıların, laik kemalist kadroların ve bunların destekçilerinin elleriyle İslami hüviyete karşı adeta açılan savaşta birçok müslüman cezaevine girdi. Ve hala cezaevlerinde bulunan birçok Müslüman var. Müslüman Tutsaklar diyoruz… İslami hüviyetleri için, idealleri için, davaları için zindanlarda bulunanlar! İftira, baskı ve sindirme ile cezaevine giren Müslümanlar… Kitap yayınladığı, kitap okuduğu, birine selam verdiği, sohbet halkası kalabalık olduğu için cezaevine giren Müslümanlar… Bu sayımızı tutsak kardeşlerimize ayırdık. Avukat, aktivist, gazeteci ve yazarlarla röportaj yaparak başladığımız; yazı, cezaevinden gelen mektuplar ve şiirlerle sadece Müslüman tutsakları işlediğimiz bu sayıyı, hususi düzlemde yaşadığımız coğrafyadaki umumi düzlemde tüm dünyadaki zindanları Medrese-i Yusufiye’ye çeviren Müslüman tutsaklara ithaf ediyoruz. Allah’tan bu çalışmamızı faydalı kılmasını ve amel defterimize yazmasını niyaz ediyoruz. “Sen dinlerine uymadıkça, ne Yahudiler ve ne de Hıristiyanlar asla senden razı olmazlar. De ki: “Allah’ın yolu asıl doğru yoldur.” Sana gelen ilimden sonra, eğer onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, bilmiş ol ki, Allah’tan sana ne bir dost, ne bir yardımcı vardır.” Bakara/120 Şubat’15 • 1


Cezaevinden Mektuplar Ahmet ŞAT / Batman Cezaevi, Ocak - 2015

Subat 2015 • Sayı 92 • Yıl 12

95

Bin Yılın Sonu

Av. Necati CEYLAN ile Röportaj

Av. Mehmet Alagöz ile Röportaj

“Şahsım Sivas davasından dolayı yirmi iki

Abdurrahman BABACAN...............4

Furkan GENÇOĞLU......................49

A. Yasin TOK - İsmail CEYLAN......84

yıldır cezaevinde yatmaktadır. Cezam önce idamken sonra 2002’de değişen kanunla

Müslüman Tutsaklara Dair

Fahri Memur ile Röportaj

Bir Müslüman Tutsaktan

insafsız ve çıkışsız, tarihi olmayacak

Ali Tarık PARLAKIŞIK....................10

Ali Tarık PARLAKIŞIK....................52

Annesine Mektup..........................90

şekilde ağırlaştırılmış müebbete çevrildi.” Sivas Davası Mazlumu

Abdullah Yıldız ile Röportaj

Av. Muharrem Balcı İle Röportaj

Kitap Tahlili / Habbab Çetin Akdeniz,

İsmail Ceylan – Salih Babacan......14

Furkan GENÇOĞLU......................56

Guantanamo-Pakistan Uğur DEMİREL.............................91

Zindandan Mehmed’e Mektup

Hürriyet Kasidesi

Necip Fazıl KISAKÜREK................22

Namık KEMAL.............................62

Rıdvan Kaya ile Röportaj

Adem Özköse ile Röportaj

Uğur DEMİREL.............................24

Ali Tarık PARLAKIŞIK....................64

Harun GÜLBAŞ.......................... 109 “1995 Kasım ayında araba ile seyir halindeyken arkamızdan yanaşan sivil

Kitap Tahlili / ZEYNEP GAZALİ

“Toros” marka bir araçtan açılan ateş

“ZİNDAN HATIRALARI” KİTABI

sonucunda ben ve iki arkadaşım yaralı

Sümeyye CEYLAN........................92

olarak yakalandık.” Tamer ASLAN............................ 114

Ötesini Söylemeyeceğim Musa Bayoğlu ve Osman Yıldız ile

Mustafa Kaplan ile Röportaj

Röportaj / Abdullah Yasin TOK.....28

U. DEMİREL - A.T. PARLAKIŞIK.....67

Sezai KARAKOÇ...........................94

İslâmi Mücadele, Cezaevleri ve

“O koridor işkence koridoruydu. Her saniyesini işkenceyle geçirdik. Yoğun işkence ve uykusuzluktan dolayı iki gün

Birazdan Gün Doğacak

Av. Cüneyt Toraman ile Röportaj

Müslüman Tutsaklar

aklımı, şuurumu yitirdim.”

Erdem BAYAZIT...........................35

Furkan GENÇOĞLU......................70

Ahmet ŞAT..................................96

Mehmet TARDUŞ...................... 116

Ramazan Kayan ile Röportaj

Âtiyi Karanlık Görerek Azmi Bırakmak

Teslimiyet Ahdi

Şarkımız

Abdullah Yasin TOK.....................36

Mehmet Akif ERSOY....................76

Salih BAYTAP............................. 101

Necip Fazıl KISAKÜREK.............. 120

Cevat Özkaya ile Röportaj

Av. Kaya Kartal ile Röportaj

“Emniyet sorgulanmam esnasında bir

Rabbül Alemin

M. Semih ÖZDEMİR.....................42

Burak KALPAKLIOĞLU.................77

komiser bana sen Sivas’ta olmasan da

Şule Yüksel Şenler ..................... 121

bu olayda seni tutuklardık dedi.”

2 • Şubat’15

İşaret Çocukları

Tuncay Aksoy ile Röportaj

Cahit ZARİFOĞLU........................48

İsmail CEYLAN.............................81

Cafer Tayyar SOYKÖK............... 104

Şubat’15 • 3


Özel Sayı

A. Babacan

Bin Yılın Sonu* Abdurrahman BABACAN

“Zamanı, kıyısında oturup akışını izleyeceğiniz bir nehir hâline dönüştürecek; ve bileceksiniz ki içinizde zamana bağlı olmadan varolan öz, yaşamın zamandan bağımsızlığının zaten farkındadır. Ki dün, bugünün anısı; yarın ise bugünün rüyasıdır. Yine de eğer düşüncenizde zamanı mevsimlerle ölçmek isterseniz, her mevsimin diğerlerini içermesine izin verin” der Halil Cibran. Tunuslu on yaşındaki kız çocuğunun, Matmazel Nikol’un etekleri kıvrım kıvrım kırmızı ipekli gömleğini hiç giymek istemeyeceğini bildiren ses tonunda, Bay Fransız’a “gidiniz ve öteki yabancıları da beraber götürünüz; tuhaf ve acaip şapkalarınızı da beraber götürünüz emi” çağrısında utangaç ve efendi bir kararlılık vardır. Sezai Karakoç’un, Tunuslu küçük kıza “Ötesini Söylemeyeceğim”i söyletirken yaptığı, son tahlilde bir ufuk muhasebesidir. Zaman ve mekân odaklı yapılacak bir ufuk muhasebesine oldukça ihtiyaç var. “Anı yazmak, ölümün elinden bir şey kurtarmaktır” der André Gide. Not düşülen bir tarihin aktörü olarak insan, geriye dönüp hayıflanma ya da umutlanmaya bir bahane üretebilmek için tuttuğu notları tarihin büyük çöplüğüne atmadan evvel öğütmeyi öğrenmeli. Çünkü geçmiş, öğreniliyorsa yaşan4 • Şubat’15

mış demektir. Öğrenilmeden yaşanan maziden herhangi bir âti beklemek tarihi hiç anlamamış olmaktır bu yönüyle. Bir ay sonu, bir ay başı vaktinin tam orta yerinde, geçmiş ve geleceğin ironisini yapmaya elverişli bir tarih 28 Şubat. Eski muhasebe literatüründe defter-i kebir denilen hesap tutanağında gelir-gider kıyaslamasını mümkün kılan bir fırsat aynı zamanda. Muhasebe, her zaman rakamlardan oluşmuyor demek ki! İnsanlar, mevsimler, mekânlar… Yani anı yazan, ânı kaydeden herşey. Şimdi bir muhasebe zamanı herkes için! 28 Şubat tarihini, nasıl bir zamansal dil üzerinden anlamak gerekiyorsa, 1997 yılının, tarihsel birikim içerisinde oturduğu ayırdedici yerin niteliğini de bu anlam dünyası içerisinde bir yere konumlandırmak gerekir. Bu bakımdan, zamanda bir kısa seyahatin vereceği ufka, bu uzun tarihsel birikimin kodlarını okuma anlamında ihtiyacımız olacak. Bunu yaparken de tek boyutlu bir geliş-gidiş değil; zaman-mekân üzerine şekillenmiş, daha boyutlu ve derinlikli bir tasavvura başvuracağız. Bir binyılın sonu, bir binyılın başını ifade eder. Fakat bu, görünenin aksine, lineer bir çizgiden çok, Cibran’ın ifadesinde kendisini bulduğu “her mevsimin diğerlerini içermesi” ufku üze-

* Bu metin, yazarın “Binyılın Sonu: 28 Şubat” isimli kitabından alıntıdır. (Pınar Yayınları)

rinden, döngüsel bir zaman tasavvurunu anlatır. yapısal imkânsızlığı ise, hiçbir düşünme ufkuMekândaki konumlanma da benzer bir tasavvur na, ne zamana ne de mekâna dair bir kontrol ya üzerinden gerçekleşir. Herhangi bir mekânın, da üstünlük iddiası hakkı tanımaz. Tam da bu kendisine yöneldiği ufka doğru kesilen bir lineer yüzden zaman aslında döngüseldir; ve tam da bu çizgi, ufuk ve tasavvur kaybı yaşatır; zira mekânı yüzden her mevsimin diğerlerini içermesini; yani keser, koparır; parçacı, kategorik bir düşünme tarihi, kendi akışı içerisinde akan bir nehir kenaufku yaratır. Bu bakımdan yatay ya da dikey; fa- rında izler gibi izlemek gerekir. Klasik sömürge çağının de facto bitişinin, Tukat tek boyutlu bir düşünme metodu, başvuracağımız ve üzerinden analiz yapacağımız bir tutum nuslu on yaşındaki kız çocuğunun Bay Fransız’ın olmayacak. Bunun yerine, nasıl düşünüleceğini, tuhaf ve acaip şapkası ve Matmazel Nikol’un kıvrım kıvrım ipekli gömleğinden perspektifin önemine dair sorgulamaları ve bu kurtulması üzerinden okusorgulamalardan elde edilecek çıkarımları tartışacağız. nacağı bir mekân tasavvuru, Zamandaki yolculukta, bu zaman-mekân birlikteliTunuslu on yaşındaki kız “binyıl” kavramsallaştırmağinin oluşturduğu boşlukçocuğunun, Matmazel sının, deyim yerindeyse, suz ara kesitin mekâna dair Nikol’un etekleri kıvrım iddialı bir çıkış olduğu mubir tezahürüdür. Immanuel kıvrım kırmızı ipekli hakkak. Bir binyılı sonlandıWallerstein’ın, “hegemonik ran, yeni bir binyılı başlatan döngü” dediği sistemik altüst gömleğini hiç giymek bir okuma biçimi, Batılı düoluşlar, kısa zamanlı ve konistemeyeceğini bildiren şünme formu içerisinde tajonktürel gelişmeler değildir; ses tonunda, Bay Fransız’a rihi sahiplenen, bir yönüyle bu yönüyle de sonuçlarının “gidiniz ve öteki yabancıları gerçek anlamda olgunlaşması buyurgan ve üstünlük içeren bir tasavvur düzeyine işaret için, ciddi bir tarihsel zemin da beraber götürünüz; eder. Bu ise, zaman algısına gerekir. Binyılın sonuna adım tuhaf ve acaip şapkalarınızı dair ontolojik temelli bir soadım gidilirken, bu tarihsel da beraber götürünüz run yaratır; zira zamanın kavakış, yüzyıllar formundan onemi” çağrısında utangaç ramsallaştırıcısının; dolayısıyla yıllar formuna doğru tedricî; mülkiyetine dair bir sorundur. fakat niteliksel bir değişim ve efendi bir kararlılık Jerry Rubin, “tanım yapma yaşadı. Bir anlamda zaman vardır. Sezai Karakoç’un, hakkına sahip olan, kontrol ve mekân algıları paradigmal Tunuslu küçük kıza etme gücüne sahiptir” derken bir değişim süreci içerisine “Ötesini Söylemeyeceğim”i kastettiği, zımnî olarak içeselgirdi. Bu değişimin gerçekleştirilmiş, ontolojik kabulle söyletirken yaptığı, leşme aşamalarında ise, sisteyerleşmiş bu üstünlük algısıdır. mik altüst oluşların işaretleri son tahlilde bir ufuk Avrupalılık’ın neşet ettiği Batı aşama aşama geliyordu. On muhasebesidir. kimliği üzerinden Batı-merdokuzuncu yüzyıl uygarlıkezli bir yorumlama ve açıklama ğının çöküşünü resmeden biçiminin, düşünme metodu üzerinBirinci Dünya Savaşı, binyılın den tezahür etmesidir bu. Bu cihetle, yaptığımız son yüzyılının bu çerçevedeki ilk görünür sistekavramsallaştırmanın, bu yönlü bir algı temel- mik sallantısıydı. Ekonomisinde kapitalist; yasal li olmadığını özellikle belirtmekte fayda var. yapısında liberal; karakteristik özellikler taşıyan Bilâkis, bununla yapılan, tarihi, Cibran’ın ifade hegemonik kültürü bakımından burjuva; bilim, ettiği perspektiften anlama çabasıdır. Kadîm ge- sanat ve eğitimde ilerlemeci bir siyasal sistemi lenek ve kutsal dinlerin zaman tasavvurunda bu oluşturan Avrupa’nın merkeziliğine derinden döngüsel perspektif vardır. Mekâna dair çok bo- inanmış bir tasavvurun, zaman ve mekândaki yutluluk perspektifi de bu zaman algısıyla birlik- üstünlüğünün mahiyetine dair niteliksel bir te değerlendirilir. Ve iki algının oluşturduğu ara sallantıydı bu. Sonrasındaki onyıllar ise, tasavkesit, herhangi bir boşluk bırakmaz. Boşluğun vur düzeyinde hegemonik döngüye götüren Şubat’15 • 5


Özel Sayı bir felaketler çağını doğurdu. Marksist düşünce geleneğinin sınıfsal temelli yaptığı uluslararası ilişkiler kategorizasyonu, bu dönem bağlamında fonksiyoneldi. Zira klasik sömürge çağının hemen bitişi ile gerek algılar düzeyinde, gerekse pratikler düzeyinde oluşan boşluğun, Üçüncü Dünyacı ideolojilerin bağımsızlaşması ve atılımı ile kapatılacağı; buradan yeni bir Kuzey-Güney dengesi çıkarılacağı öngörüleri ve beklentilerinin sardığı bir tasavvur, Soğuk Savaş tasavvuru ile karşılıklı birbirini besleyen bir süreci doğurdu. Dünyanın içerisine girdiği bu tasavvur ikliminin, bir konjonktürel ve ara geçiş formu iklimi oluşu, Soğuk Savaş’ın, tarihi birikimin sistemik çerçevesi içerisinde bir ara kesit, durağanlık dönemi olduğu gerçeğinde makes buldu. Ki ardından gelen yeni süreç, Wallerstein’ın hegemonik döngü olarak tarif ettiği durumdan da derinlik itibariyle yapısal farklılıklar arzederek başladı. O kadar ki, yeni binyılın ilk onyıllarında yaşanan Arap Devrimleri’nin başladığı günlerde Batı’da yapılan “Berlin Duvarı” atıflarının, bu yönüyle tarihsel birikimin yeni, asli ve köklü kırılmalar çağının haberciliğini dışlayan öngörüsüz tavrı, Batı ufkunun gelinen noktadaki zihinsel ve entelektüel bunalımının somut bir dışavurumu. Fakat daha önemlisi, tek boyutluluğun ve Batı-merkezciliğin tasavvurlar düzleminde sonunun habercisi. Klasik sömürge çağının bitişinin işaret ettiği yeni gelecek, bir ara form dönemi olarak Soğuk Savaş ile bir miktar ötelenince, tarihin normal akış süreci de, bir süreliğine durağanlaştı. Batı ufkundan neşet eden tarihe hükmetme dürtüsü, Soğuk Savaş’ın sonuna gelindiğinde tarihi sonlandıran, henüz Soğuk Savaş’ın bitişinin on yıl sonrasında ise tarihin başlangıcını deklare eden kaotik bir zaman algısıydı. Fakat daha önemlisi, bu kaosa kapı açan asli unsurun, 1991-2001 tarihleri arasında niceliksel anlamda on yıl bulunmasına rağmen, niteliksel bir başkalaşma ve derinleşmenin göstergelerini vermesiydi. Francis Fukuyama’nın Soğuk Savaş’ın bitişiyle birlikte yönlendirici pop-teorisi çok da dikkate alınmaya değer bir tez olarak okunmadı ciddi sosyal bilimler teorisyenlerince; zira tarihin bitişine dair bu denli iddialı bir tez, ancak popüler, konjonktürel ve pragmatik bir tez olarak mütalaa edilebilirdi. Fakat ne var ki, henüz on yıl sonra, Richard Armitage’ın 11 Eylül gününün öğleden sonrasın6 • Şubat’15

A. Babacan daki ilk tepkisinde, refleksif bir biçimde yine bir zaman algısının dışavurumu olarak “tarih”e atıfta bulunup tarihin o gün başladığını deklare etmesi durumu, tarihsel birikimin bu kez farklı algılanmasına yol açtı. Ki bu, nihai tahlilde niteliksel ve paradigmal bir başkalaşmanın adımlarını gösteriyordu. Aradan henüz on yıl geçmesine rağmen zaman algısındaki bu başkalaşmanın Türkiye örneğine yansıması ise paralel tarihsel dilimlerde gerçekleşti. Türkiye’nin bu dönem itibariyle tecrübe ettiği geçiş döneminin, büyük oranda dünya siyasi, politik, toplumsal, kültürel seyrinin geçirdiği evrimle paralel düşünülmesi zaruridir. Bu da, tarihsel olarak, Soğuk Savaş siyasetinin son on yılından, Soğuk Savaş’ın bitiminin ardından geçen ilk on yılı ifade eder. Yani, Türkiye tecrübesini de içine alan bir büyük tecrübî birikim, belirli karakteristikleri bakımından, eski paradigmanın öğrettikleriyle dolu bir tecrübe havuzu inşa etmiştir. Geçiş dönemi, göçmenlik hâli, yapısal değil konjontürel gel-git’lerin periyodu, reaksiyoner tutumların dominantlığı, eleştirel dilin kuvvet kazanması, hep bu dönemde ortaya çıkan gerçeklikler olmuştur. Ki, 1990’ların Türkiye ekonomi-politik sahnesi de, bir paradigma olarak Soğuk Savaş tasavvurunu yansıtan bir fotoğraf vermekteydi. Henüz üzerinden geçen on yılın ardından askeri müdahalenin toplumsal, kültürel, siyasi ve ekonomik etkilerinin giderilmesine dönük bir vizyondan, 90’ların ortalarıyla beraber müesses nizamın “restorasyon”u vizyonuna geçerek Soğuk Savaş sonrası oluşacak paradigmayı öngörememenin sıkıntısı idi o dönem yaşananlar. 28 Şubat’a giden yolda döşenen çakıl taşlarının toplumsal, kültürel, siyasi ve ekonomik tezahürlerinde; güvensizlik temelli, güvenlik odaklı bir toplumsal algıyı, devlet-millet ilişkisinin niteliğinin eski ve ara form paradigmasınca domine edildiği bir siyaset felsefesini, değerlerin ve pratiklerin gelenek-bağımsız bir formda postmodern felsefenin kucağına atıldığı bir kültürel formu, yozlaşmış bir iktisadî aklı görmek, kabul edilebilir olmasa da, bu bakımdan kendi içinde anlaşılabilir bir durum yaratmaktaydı. 28 Şubat 1997 tarihini, bu geniş anlatının bir cüzü olarak konumlandırmak bu anlamda mümkün ve doğru olacaktır. Aksi halde parçacı bir tarih algısında, yerine oturmayan herhangi bir taşın altında, komplo teorisyenliğinden çıkacak realiteler ara-

mak gibi metodolojik bir sapmaya uğramak kaçınılmaz olacaktır. Bu sapmaya kaynaklık eden de yine eski paradigma doğrultusunda geliştirilecek düşünme biçimi ve formlarıdır. Türkiye’de, sayılan bu dört temel alandaki gelişmeleri ve tezahürleri bakımından değerlendirildiğinde 28 Şubat, eski paradigma ile yeni paradigmanın çakışma; ve nihayetinde çatışma noktası, süregelen bir sürekliliğin, yerini bir kopuşa bırakmak suretiyle niteliksel farklılığa uğramış; bu paradigmal kopuşun ardından gelen yeni bir sürekliliğinin imkanlarını zorlayan bir gerilim hattıdır. Mekân tasavvurunda ise, Batı yönlü bir doğrusal çizginin devamında, Avrupa’nın, Yunan’ın, Roma’nın, Endülüs sonrası İberya’nın, Atlantik’in; ve nihayetinde yeni dünyanın beşiğine gelecek bir mekân tasavvuru ile, çok boyutlu, derinlikli bir mekân tasavvuru arasında doğan bir gerilim hattıdır. Burada ise yine bir süreklilik, yine bir kopuş; ve nihayetinde yeni bir süreklilik ufku var. Yansıma alanlarında ise siyasi, iktisadî, toplumsal ve kültürel aklın ürettiği farklı tasavvur alanlarının çatışma durumu var. 28 Şubat, Türkiye tecrübesi içerisinde, bu yönüyle klasik bir askeri müdahale formu ile değil, postmodern bir form içerisinde mütalaa ediliyor. 28 Şubat, bir binyılın sonunda, bu sonun çağrıştırdıklarını; dahası, çağrıştırması gerekenleri ihtiva ediyordu. Zira, yeni binyılın yeni bir paradigmaya gebe oluşu, Türkiye’de 28 Şubat’la belirginleşiyordu. Yani bir ufuk ve tasavvur problemi olarak 28 Şubat, tüm “dün”e dönük çağrıştırdıkları, “bugün”e dair tezahürlerinden yola çıkılarak oluşturulan “yarın”a dair öngörülerin çöktüğü nokta oldu. Bu esasında son tahlilde bir tasavvur çöküşü idi. Zamana ve mekâna dair bir tasavvur ve ufuk çöküşü. Bin yıl süreceği öngörülen bir sürecin, bu tasavvur problemine kurban edilişinin ve bunu açığa çıkarmanın ifadesiydi 28 Şubat. 1997 ile 2001 arasındaki zamanın öğrettikleri ise, 2001 Eylülü’nde bu kez küresel ölçeğin bu imtihanla yüzleşmek ve bu sınavı vermek durumunda kalışını göstermesiydi. 11 Eylül’ü, “küresel 28 Şubat” olarak okumak, Fukuyama’ya atıfla, bir başka tasavvur problemini açığa çıkarması bakımından önemli bir okuma biçimidir. 11 Eylül saldırılarından hemen sonra Fukuyama, beşeriyet olarak hâlâ “tarihin sonu”nda olduğumuzu; ancak neredeyse dünyanın tamamı

bu sona doğru adım atmakla meşgulken, Müslüman dünyanın belli bir “direniş” gösterdiğini yazıyordu. Direkt olarak tarihsel, kültürel, sosyal ve ekonomik arkaplan tarafından şekillenen ve belirlenen bir olgu olan “siyaset” alanının dışına itilmek suretiyle bir kimlik sorunu ortaya çıkarmak, 28 Şubat’ın ve 11 Eylül’ün, tasavvur problemi temelindeki yapısal birlikteliğini ifade ediyordu. Siyaset alanı, toplumlara kimlik kazandıran, ontolojik anlam katan ve onlara ait olan özerklik alanıdır. Bu özerklikle beraber kimlik, ilkeler, aidiyet, ideoloji ve hayat tarzı anlam bulur; aksi halde bu unsurların anlamı konjonktürel ve zamana uyan bir zemini ifade edecektir. Yani anlam kaybını doğuran unsurlar, olayın bizatihi kaynağı ile alakalı bir sorgulamayı gerektirir; hacmi ya da niceliğiyle değil. Bu anlam meselesinin anahtarını da siyaset verir. Bu perspektiften, Müslüman tanımlamasının anlamlı bir kategori olarak reddi, basit bir epistemelojik egzersiz yahut akademik girişim değil; bir bütüncül içerim olarak Müslüman unsurun/kimliğin sistematik olarak dışlanması anlamında bir çerçeve oluşturmaktır. Siyasi olanın dışına atılma sürecinin; dolayısıyla ardından gelecek bir siyasi çöküşün temel kaynağı ise, “siyaset” alanını da inşa eden daha bütüncül bir kopuşa dayanır. Bu, paradigmaların gerilim hattında, eş zamanlı olarak yaşanan epistemelojik ve ontolojik kopuş biçiminde tezahür eden derin bir tasavvur çatışmasıdır. Dolayısıyla 4 yıl arayla 28 Şubat’ta ve 11 Eylül’de farklı ölçeklerde yaşanan “siyasi” çöküş, yaşanan tasavvur çatışmasının; ve epistemelojik ve ontolojik kopuşun kaçınılmaz bir sonucudur. Bu çöküşün en derin tezahürlerini Türkiye 28 Şubat’ta toplumsal alanda güvenlik-özgürlük ikileminde; siyasal, yasal ve hukuki çerçevede devlet-insan ilişkisinin niteliğinde; kültürel zeminde değer merkezli çatışmalarda; iktisadî düzlemde de yolsuzluk, yozlaşma ve bunalım olarak gördü. Ardından gelen 15 yıllık zaman dilimi, bu çöküşün derinleştiği ve süreci kopuşa doğru taşıyan bir 5 yılı; sonrasında ise kopuşla beraber gelen bir 10 yılı ihtiva eden bir gerçeklik yarattı. 1997 ve sonrasının tarihi böylece bir yeni sürekliliği inşa ederek, zaman algısında kırılma getirdi. Zamandaki bu niteliksel kırılmanın üçüncü boyutu da, 2002-2010 arasındaki süreklilik çizgisidir. Arap Devrimleri’ni başlatan sürecin zaŞubat’15 • 7


Özel Sayı

Batı-merkezciliğin ve oryantalizminzihinsel etkilerine dair kaygıların ve şüphelerin daha da derinleşmesi ya da önünün alınması gibi bir kırılmanın eşiğinde konumlanmıştı 28 Şubat. Bu bakımdan, dönem içerisinde yapılan binyıl göndermesi, zamana olduğu kadar; mekâna dair bir tasavvuru da içermektedir. Henüz üzerinden geçen onbeş yıl içerisinde, mekâna dair paradigmal sorgulamaların kazandığı ivme ve çevrildiği yön, gelinen nokta itibariyle bir gelecek perspektifine imkân sunmaktadır. man tasavvurunda nasıl bir değişime işaret ettiği, Türkiye’nin 28 Şubat ile içinden geçtiği tecrübe havuzunda, “dün”ün tüm ögelerinin tasfiyesiyle neticelenen 2002’nin işaret ettiği değişimle yapısal paralellikler barındırmakta. Tunus ve Mısır’ın seçim ve seçim sonrası sürecinin Cezayir örneği ile kıyaslanamayacak niteliksel farklılıklar arzediyor oluşunun, salt küresel, bölgesel, ülkesel ve kurumsal farklılaşmalar ve farklılıklarla izahı ne mümkün ne de doğrudur. O halde mesele, yeniliğin nerede olduğundadır. Durumu, sonucu, gerçekliği temelinden değiştiren ve dönüştürenin, FİS-Nahda; ya da Refah Partisi-İhvan-ı Müslimîn farklılığı mı olduğu sorusu, zamanda yaşanan niteliksel kırılmanın mahiyetine dair bir ufuk vermektedir. Ya da böyle değilse, zamanda bir başka kopuş yaşanmış; ve önce zihinsel, sonra psikolojik ve nihayetinde eylemsel şablonculuktan kurtulma adımlarının ayak izleri mi görülmüştür? Bu yönüyle paradigmal bir değişimin ön göstergelerinin 28 Şubat ardından Türkiye ile açığa çıkmaya başladığını belirtmek mümkün. 28 Şubat, zamanda olduğu kadar; ürettikleri, gösterdikleri, öğrettikleri ve sonuçlarıyla Türkiye’nin mekân tasavvurunu da değiştirdi. Kuzey Afrika ve Orta Doğu coğrafyasının içine girdiği niteliksel değişim ise, mekân tasavvurundaki daha geniş değişmenin doğrulanması idi. 8 • Şubat’15

A. Babacan Yani zaman ve mekân, normal seyrine, normal akışına dönüyordu. Kültürel birikimlerin, farklı tecrübelerin sunduğu imkân havuzunda, paylaşım ve etkileşimlerin arandığı bir dönüşüm sürecine girildi. Mekâna açılım olarak da adlandırılabilecek bir mahiyet değişikliği, klasik sömürge çağı ve oryantalist etkilerden arınmaya başlayan bir büyük coğrafyada yankılanan seslerin, önce Asya’nın en batısında yer alan yarımadaya taşınmasına sebep oldu; ardından gelişen normalleşme ve yerleşmeye başlangıç döneminde, Asya’nın bu en batı yakasından Kuzey Afrika ve Mezopotamya’ya doğru, karşılıklı bir etkileşime evrildi. Asya’nın en batısındaki yarımadadan neşet etmiş kültürel ve tarihi birikimin, doğrusal ve tek boyutlu bir mekân tasavvuruna kurban edilme sürecinin görünür en son örneği olarak 28 Şubat, bu gerilimin bundan sonra kazanacağı mahiyetin kırılma noktası ve belirleyici dönemeci olmuştur. Batı-merkezciliğin ve oryantalizmin zihinsel etkilerine dair kaygıların ve şüphelerin daha da derinleşmesi ya da önünün alınması gibi bir kırılmanın eşiğinde konumlanmıştı 28 Şubat. Bu bakımdan, dönem içerisinde yapılan binyıl göndermesi, zamana olduğu kadar; mekâna dair bir tasavvuru da içermektedir. Henüz üzerinden geçen onbeş yıl içerisinde, mekâna dair paradigmal sorgulamaların kazandığı ivme ve çevrildiği yön, gelinen nokta itibariyle bir gelecek perspektifine imkân sunmaktadır. Batı ile yüzleşebilme kapasitesi anlamında yaşadığı görece erken tecrübe sonrası 28 Şubat’la zirvesini gören yarımadadaki mekâna dair bu gerilim hattı, 28 Şubat’ın ardından gelişen süreçte, erken dönemde tecrübe edilmiş bu yüzleşmenin imkânlarını da Kuzey Afrika ve Mezopotamya’ya ilham etmiştir. Klasik oryantalizmden neo-oryantalizme geçişin tartışıldığı felsefi atmosferde, Büyük Orta Doğu Projesi türündeki projelendirmelerin, Arap Devrimleri ile birlikte anılmasının içerdiği mesajla beraber, mekâna dair tasavvur farklılaşması temelinde bir okumaya tabi tutulduğunda, gelecek perspektifi daha bir netleşecek, Tunus ve Mısır seçimlerinde İslami hareketlerin siyasal örgütlenmelerinin neden başarıya ulaştığı daha net anlaşılacaktır. Ülkelerin siyasal yapılanma ve iktidar erkindeki değişimlerin bu tasavvurun zemininin ifadesi ve yeşerebilmesi yönünde ciddi bir etken olduğu hususu tabii ki gözden kaçırılmaması ge-

reken bir noktadır. Zira, yakın geçmişte Lübnan ve Filistin’in seçim süreçlerindeki hareketliliğe ve alınan sonuçlara rağmen, bu tasavvurun kendisini ifade etmesinin, bir anlamıyla doğal akışa müdahâle suretiyle, engellenmesi; ötelenmesi durumu bu etkenin öneminin altını çiziyor. Ne var ki, nedenleri sonuçlar üzerinden okumak, metodolojik bir yanlış olur. Beraberinde, bu tasavvurun ürettiği yeni dinamiklerin gerçekliklerine yabancılaşmak suretiyle bilimsel bir körlük getirir. Neo-oryantalizmi, Büyük Orta Doğu Projesi’ni ve Arap Devrimleri’ni bir bütünün parçaları olarak görmek, bu metodolojik yanlışın ve bilimsel körlüğün tezahürüdür. Türkiye’de 28 Şubat, Batımerkezciliğin içine yedirildiği içselleştirilmiş bir oryantalizmden, mekân algısında belirleyici bir iradeye geçmek noktasında bir dinamiği tetiklemiş; bu yönüyle de eşiğin ne tarafa dönük bir kırılmaya uğradığı netleşmeye başlamıştır. Paralel bir tarihsel dönemde, Kuzey Afrika ve Orta Doğu coğrafyasının mekân algılamasında da ufuk sıçraması oldu. Zihinsel engellerin ortadan kaldırıldığı bir coğrafya, Sezai Karakoç’un Tunuslu on yaşındaki küçük kızın dilinden söylettiği, bir büyük yenilgi ve kaybedilmişlik psikolojisinden kurtuluşun, kendine gelişin doğal semptomlarını vermeye başladı. Tunuslu küçük kızın, klasik sömürge çağının bitişinin kaçınılmazlığını, tasavvur farkı düzleminde işaret ettiği şeyin, yeni binyılda üreteceklerinin asli mecrasını bulabilmesi yönündeki ilk göstergeler, uzun vadeli; fakat nitelik itibariyle farklı bir sürecin ilk aşamalarında olduğumuzu gösteriyor. Öyle ki, artık “Ötesini Söylemeyeceğim”i farklı bir muhayyileyle okumaya başlatacak bir farklılaşma! Belki tek eksiğimiz, bu dönemin hikâyesini hem Asya’nın en batısındaki coğrafyaya, hem de Kuzey Afrika ve Mezopotamya’ya anlatacak bir Sezai Karakoç... Kitaba, Çerçevesine ve Öyküsüne Dair... Türkiye’nin yakın dönemde, bütüncül bir süreç olarak 28 Şubat’ta yaşadıklarının oturduğu çerçeve, salt bir asker-sivil-bürokrasi-yargı-siyasetmedya-sermaye-STK işbirliği zemininde 54. Hükümet’in demokrasi dışı ve toplumun manipülasyonu yoluyla devrilmesi olayı değildir. Daha geniş bir resimde, başlı başına bir zihniyet ve tasavvur çatışmasının kültürel, iktisadî, siyasi ve toplumsal tezahürüdür. Devlet-millet formü-

lizasyonunda Cumhuriyet geleneğinin ürettiği birey ve millet algısı, devletin buradaki konumlandırılışı, bizatihi devletin ne’liği sorusu, kimlik ve aidiyet tartışması, ideolojik formattaki doku uyuşmazlığı problemi, değerler temelli çatışma alanları, iktisadî üretim imkânları ve paylaşımı hususunun niteliği, bu zihniyet ve tasavvur çatışmasının alt parametrelerini oluşturmakta. Ekonomi-politik, toplumsal ve kültürel alanlara dair pratik yansımalardan önce sıkıntının, yaklaşım, algı ve zihin sıkıntısı olduğu hususunda düğümlendiği daha temelli, daha köklü bir bunalımın sürekli tezahür eden patlama noktalarından sonuncusu. Fakat diğerlerinden niteliksel olarak ayrışan, metodik olarak da en sofistike forma sahip yeni moda bir müdahale biçimi. Hukukun, hukuksuzluğun icracısı konumunda işlevselleştirildiği, sivil toplum örgütlerinin sivil topluma rağmen sivil toplum için durumdan vazife çıkarırcasına icra makamına heveslendiği, ekonomipolitik zeminin, İstanbul’da Anadolu’ya karşıt olarak ürettiği elitokrasinin, Marx’ın tabiriyle, toplumsal olana duyduğu derin yabancılaşmanın yarattığı huzursuzluğun ayyuka çıktığı, “merkezçevre” örgüsü etrafında örgütlenmiş bürokrasi ve medyanın rant ve ideoloji temelli çıkarımlarla operasyonelleştiği, siyasetin, siyaset kanallarının daraltılmasına su taşıdığı akıldışı bir süreç. Son derece yerinde bir kavramsallaştırmayla, adına “postmodern darbe” denmesi de, sürecin akıldışılığının bir bakıma teyidi. Alev Alatlı’nın tıp dünyasına; özellikle de nöropsikologlara önerdiği bir kavram var: “toplumsal afazi” ya da “celbedilmiş afazi”. Afazi, tıpta zedelenme gibi travmalar nedeniyle beyindeki kortikal lisan alanlarının boşalması sonucu insanın konuşamaması, konuşulanı anlayamıyor olması durumuna verilen ad. Boşluğu ve karmaşayı ifade eden; çevreden gelen sesli ve yazılı uyarıların kişide bir izlenim uyandırmadığı bir anlamsızlık hâli. Postmodern teorinin zemininde, 28 Şubat’ın siyasi, toplumsal, kültürel, iktisadî alana sunduğu belki de tek vaad. Dolayısıyla, o dönem Türkiye’nin yaşadıklarında, bu afazi hâlinin izdüşümünün ciddi izleri var. Failleri, mağdurları; nedenleri, sonuçlarıyla bir bütün olarak yaşananlar yakın tarihin vesikaları olarak arşivlere girdi. Nihai kararı tarih verecek. Yargılayacak, değerlendirecek ve sonuçlandıracak. Şubat’15 • 9


Özel Sayı

A.T. Parlakışık

Müslüman Tutsaklara Dair... Ali Tarık PARLAKIŞIK -1Tarihi bir rivayet şu şekildedir; ‘Ömer b. Abdülaziz, Konstantiniyye’de Rumların elinde bulunan Müslüman esirler için fidyeleri Abdurrahman b. Amr’a verir ve ardından gitmesini söyler. Önerin nedir bana, eğer onlar bir adama karşılık bir adamı kabul etmezlerse ne yapayım diye sorar Abdurrahman b. Amr. Ömer b. Abdülaziz, başka bir kâfir teklifi yap, der. Abdurrahman b. Amr tekrar sorar; eğer onlar bir Müslüman’a karşı dört kâfiri bırakmamızı kabul etmezlerse ne öneriyorsun? Ömer b. Abdülaziz cevap verir; Müslümanları bırakmaları için ne istiyorlarsa ver. Allah’a yemin olsun ki elimdeki bütün kâfir esirler, tek bir Müslüman’dan daha sevimlidir bana. Sadece Müslümanların fidyelerini vermiyorsun sen, İslam’ı da kazanıyorsun.’ İşte! Şevk de, iştiyak da budur! -2İnsan, hayatının herhangi bir deminde yolunun cezaevinden geçmesini tabii ki gönlünden geçirmez. Müslüman bir dava adamının tavırları, hal ve hareketleri, mücadele esas ve usulleri; İslami membalardan fışkırır. İslam davasında ilkelerin üstünlüğü, alîliği, belirleyiciliği, yönlendiriciliği mevcuttur. İslam’da, ilkelerin tavizsizliği mühim bir dava hususiyetidir. Ve tabii ki us(l)anmamak ta aynı şekilde... İşte İslam’ın yüceliği davasında, geçmişte ve bugün de Müslüman dava adamının karşısında beliren menfi hallerden biridir, cezaevi. Cezaevi meselesinde Hz. Yusuf’un bulunduğu konum, mühim bir misaldir. “Rabbim, zindan, bunların beni kendisine çağırdıkları şeyden bana daha sevimlidir. Onların kurdukları düzeni benden uzaklaştırmazsan, onlara (korkarım) eğilim gösterir, (böylece) cahillerden olurum.”1 diyerek girdiği cezaevinde, “Ey benim zindan arkadaşlarım, müteferrik bir çok ilahlar mı hayırlıdır yoksa hepsine galip, kahhar olan bir Allah mı?”2 diyerek tebliğine, dava10 • Şubat’15

sına sadakatle devam ettiğini müşahede ediyoruz. Yalnız cezaevi değil. İslam davası için mücadele ederken zalimlerin, despotların, müstekbirlerin ve tağutların tarafından gelebilecek her icraatı bu minvalde tefekkür edebiliriz. Tutsak edilmeyi göze almak bir şuur işidir. İslam zaten baştan sona şuur… (Öte yandan tutsak edilmeyi göze almak fedakârlık işidir.) Dünyada Müslümanların korkulan, tereddüt edilen taraf olduğu bir dönemdeyiz. Buradaki korkma ve tereddüt etme hali, bir zarar, mazarrat membaı olma meselesi değil; bilakis, İslam’ın mutlak muvaffakiyetine şahit olabilmenin korkusu ve tereddütüdür. Arap Baharı ve Arap Baharı’nın önünde müşkül teşkil etme cehdleri burada elverişli bir misal olarak görülebilir. Afganistan’dan Cezayir’e, Mısır’dan Filistin’e, Arakan’dan Doğu Türkistan’a, Patani’den Suriye’ye ve hayat sürdüğümüz asırlık tecrübelere malik Türkiye’ye kadar, İslam coğrafyasındaki İslam davasının yükselişinde, fedakârlıkların mühim bir katkısı olmuştur. Dikkat edilirse, İslam dünyası keşmekeş halinde olmasına rağmen yine de daha önce belirttiğimiz gibi, korkulan ve tereddüt edilen İslam’dır. İşte mücadeleler meyvesini verirken birileri de kendilerinden bir takım fedakârlıklarda bulunurlar. Bu bağlamda cezaevi, bazen mücadelesi sırasında dava adamlarının muhatap oldukları bir mekân olarak karşımızda durmaktadır. Cezaevlerini belki dava adamları “zindanlar durağım olsa ne olur” diyerek karşılayabilirler. Ve dava adamları, nevi işkencelere muhatap olurken; dışarıda da birçok ifade kullanılabilir yolu “Medrese-i Yusufiye”den geçenler için. Sevgi Engin mühim bir misaldir burada. Ve hem tutukluluk hem de medya buudundan, bu konudaki işlevi buudundan aşağıda ki satırlar Sevgi Engin’den; “İzmir’in İslam’la Mücadele Masası, Ankara ve İstanbul’dan da yardım istemişti. İslam’la Mücadele Servislerinin koordineli işkenceleri gün geçtikçe artıyordu. Öncelikle başörtümü çıkardılar. Daha sonra elbiselerimi çıkarıp, işkenceye başladılar. Vücuduma elektrik verdiler.

-Tecavüz tehdidi... -Aynı işkenceleri, ellerinde esir olan çocuğumun gözü önünde sürdürme tehdidi... -Ellerinde esir olan Müslümanların çırılçıplak soyulmuş bir halde askıda, falakada avazlarının çıkabildiği en yüksek sesle işkence haneleri inleten tekbir sesleri arasında bağırmalarını bana gösterdiler. Bunlara karşı bana yapılanın az olduğunu söylüyorlardı. Hicabıma uzanan kirli eller, vücudumdaki ağrı ve sızılar, açlık ve susuzluk, esir alınan çocuğum ve de yanı başımda sadece Müslüman oldukları için en ağır işkencelere maruz kalan insanlar... Evet, bir taraftan bunları düşünürken diğer taraftan Suriye, Mısır, Irak... gibi tağuti diktatörlüklerin zindanlarındaki Müslüman kadınların feryatları gözlerimin önünde canlanıyordu. Mekkeli müşriklerin Sümeyye’ye reva gördükleri işkenceli ölümün sebebi neydi? Ya Aişe anamıza reva görülen zina iftirası?... … Gözaltına alınmamdan sonra işkencecilerin yayın organı niteliğindeki basın, hemen görev başı yaptı. Ama bunların içinde Zaman gazetesinin farklı bir misyon yüklendiği hemen göze çarpıyordu. 9 Haziran 1994 günlü Zaman Gazetesi “Kulis” köşesinde Taha Kıvanç ismini kullanan ve İslam düşmanlarının Müslümanları temsilen sık sık televizyon ekranlarından sundukları başyazarları ile dinamitin fitili çekildi. Bu yazıda «Türbanlı bir kadın» diye kaleme aldı beni... “... İslami Hareket adıyla takdim edilen örgüt, ...bizim burada olduğumuzu ve gelişmeleri sıcağı sıcağına izlediğimizi bilmiyormuş gibi davranmaktan vazgeçmeli...” diyerek olayları takip eden biri olduğunu söylerken, gazetenin icra ettiği fonksiyonun bilincinde olduğunu anlıyoruz. 10 Haziran 1994 günlü Zaman gazetesi İzmir bürosunun haberinde İzmir Emniyet Müdürü ve Terörle Mücadele Şubesinden BİR ÜST DÜZEY

YETKİLİ (?)’ye dayanılarak evlerde porno kaset, prezervatif, klips, vizyon gibi dergilerin bulunduğu, Suriye’ye ait dokümanlar çıktığından, PKK bağlantılı olabileceğimizden, davranış ve yaşantı olarak MÜSLÜMANLIK (!)’la bağdaşmayan bir hayat yaşadığımıza dikkat çekilmiş. (Öncelikle gazetenin kaynak olarak gösterdiği üst düzey işkencecinin ZAMAN çevresinin hangi medresesine abone olduğunu merak ediyorum doğrusu.) Yine aynı yazının sonunda “... hala gaspçılık, fidyecilik, banka ve otomobil hırsızlığı, tarihi eser kaçakçılığı gibi organize suçları işleyenlerin ‘İslami’ kimlikle dolaşmaları kendilerine daha kolay imkanlar veriyor olmalı galiba...” denmekte... Bir kere müsnet suçları, bu Müslümanların işleyip işlemediğini ortaya çıkarmak için rejim bile yargılama ihtiyacı duymakta ve yargılamalar sürmektedir. Rejimin yargısız infaz bürosu olan gazete, peşinen mahkumiyet kararını vermiş ve kamuoyuna açıklamakla infazı da gerçekleştirmiş bulunuyor... Müslüman kimliğine gelince; Allah’ın dinini bir hayat tarzı olarak benimsemiş ve tağutlara rağmen yaşantısını bu dine göre sürdüren Müslümanın sahip olduğu kimliktir. Yoksa otoriter, İslam düşmanı, dikta rejimlerini Mevlana mantığı ile memnun etmek gayreti içinde bulunan uzlaşmacı-işbirlikçilerin İslami kimlikle bir alakaları olamaz. 11 Haziran 1994 günlü Zaman gazetesi “Satır Arkası” köşesinde Tamer Korkmaz adlı (sözüm ona) Müslüman (!) yazar «Kara Mizah» başlıklı köşe yazısı ile bir kara mizah örneği gerçekleştirmiştir. KOMÜN hayatı benimsediğimizi, porno kaset izlediğimizi, kanunsuz her türlü işin içine girdiğimizi, nedense evlerimizde dini yayın da bulunmadığını yazdıktan sonra «...Hayret! Bir de birkaçının fotoğraflarını basın mensuplarının çekmesine izin verilmemiş...» demektedir... … Şubat’15 • 11


Özel Sayı Fotoğrafların basına gösterilmemesine gelince... Günlerce yapılan işkenceler neticesinde, ayakta duramayacak Müslümanları sedye ile basın önüne çıkarmak, işkencecilerin insan haklarına ve meri kanunlarına bağlılıklarını (!) gözler önüne sereceği için basına çıkarılmamışlardır... 12 Haziran 1994 günlü Zaman gazetesi İzmir bürosundan A. Yıldız, haberinde; “... Yakalanan kişilerde, İslami Çağrıştıran özellikler bulunmadığı gibi, evlerinde porno kaset, prezervatif gibi şeyler de ele geçirildi...” dedikten sonra belli sorular soruyor... “-Villalarda örgüt mensubu erkeklerle kadının bir arada yaşadığı tespit ediliyor. Müslüman bir kadın, nikahsız olarak kendisine haram bir erkekle nasıl olur da aynı mekanı paylaşıyor?” diye sormakta... Söyleyeyim: Bir kere ben, böyle bir villayı ne biliyorum, ne de burada kaldım. Beni, silahlı bazı siviller yoldan aldı... Ben, diğer basının adresini de verdiği bir evde çocuğum ve eşimle birlikte yaşıyordum. Eşimin bulunmadığı bir zamanda alındım. “-İslam adına eylem yaptığı, bu yolda hayatını feda ettiği söylenen insanlar, nasıl olur da porno kasetler seyreder?” Bu kasetler; işkencecilerin, operasyonda bu evlere bıraktıklarından olamaz mı? “-Sait Engin kimdir?” Sait Engin’in kim olduğunu, kişiliğini, okul arkadaşlarından, hemşehrilerine kadar herkes çok iyi bilir... Yazımın başında belirttiğim gibi bu maceralı operasyonlardan nasibini almış Müslümanlardan biridir. Benim esimdir. İslam’ı kendisine hayat tarzı seçmiş bir Müslümandır... «Kimdir» sorusu ile birilerini ihbar etmene gerek yok. Efendilerin onu, senden daha iyi tanırlar... “-Neden ısrarla yüzlerini kapatıyorlar?” Sizin çarpık ve gerçek dışı yayınlarınızdan dolayı beyefendi... “-Evde bulunan ilk 3 sayfası yazılmış ajandada ‘cihad nedir’, ‘İslam’ı anlamak” türü yazılar görüldü. Bu ajanda İslami Hareket iddiasını ispatlamak için sonradan mı yazılmıştır? Bu soru ile maskelerinizi kendi kaleminizle düşürmüşsünüz. Şu “senaryo”yu, “sözde”cilik ne kadar da ruhunuza işlenmiş... Göreviniz gereği şartlanmışsınız. İslami yazılar içeren defter, eve sonradan konulabilir de, porno kasetler vs... konulamaz mı?”3 12 • Şubat’15

A.T. Parlakışık Türkiye’de hüviyete karşı düşmanlık yasalarla, baskılarla, işkencelerle, sindirme politikalarıyla bu günlere kadar gelirken, akidesi uğruna cezaevine girenler ne yazık ki şu anda en az sözü edilenler arasında bulunuyorlar. Geldiğimiz noktada STK İslamcılığına evrilmeler, zaten farkında olarak veya olmayarak bize sorumluluklarımızı unutturdu. İşbu ve benzeri sebeplerden yirmi, yirmi beş yıla kadar cezaevinde bulunan Müslümanları gündem etmez olduk. Cezaevindeki Müslümanlar için vurucu, yaptırıcı organizasyonlar yapılmaz oldu. Devletin içindeki “derin devlet” ile birlikte terör, şiddet, provokasyon üreten sistemi, daha da gerilimli hale getirdiği zamanlar oldu. “Faili meçhul cinayetler” işlendi ve ardından gözaltılar oldu ve ardından yıllarca cezaevinde tutulanlar oldu. Bazılarına, suç isnat edilen iddialar; işkencelerle, tehditlerle, kabul ettirildi. Halbuki “faili meçhul cinayetler”in, failleri de belliydi, emirlerin nereden geldiği de. Ama olsundu. “Gericiler”e yüklenecek, cezaevine sokacak ve de halkın gözünde “gericiler”i ve o “gericilerin” dinlerini, yani İslam’ı gözden düşürecek, ya da en hafif haliyle İslam’ı sisteme mesafesiz hale getirecek sebepler hazır hale gelmiş oluyordu. Söz gelimi Uğur Mumcu’nun öldürülmesi olayında, kesinleşmiş bir suç olmadığı halde birçok kişi zor duruma sokuldu. Dikkat edin; Cumhuriyet Gazetesi ve muhiti, hiçbir zaman Uğur Mumcu’nun öldürülmesiyle ilgili gerçek bir çalışma yapmamıştır. Lakin Uğur Mumcu’nun öldürülmesi üzerinden, Müslümanlara her zaman hakaret etmeyi görev bilmişlerdir. Birçok kişi alakası olmadığı halde, Uğur Mumcu’nun öldürülmelerinden dolayı, cezaevine girmiştir. 28 Şubat Post Modern Darbesi diye bildiğimiz bir darbe vardır yakın tarihte. Birçok Müslüman’ın ve Müslüman muhitin adeta yok edilmeye cehd edildiği bir darbe. 28 Şubat ve sürecinde ne nevi işkenceler, yalnızlaştırma ve sindirme politikaları uygulandığına herhalde en iyi bilenler, o dönemde bu uygulamalara muhatap olanlardır. Öyle ya, işkencenin adı yok. Sistem her türlü işkenceyi yapabilir, gözüne batan cemaatleri sıkıştırabilir, istediği kişileri istediği cezaevine koyabilir. Burada mühim olan bizim tavrımızdır. 28 Şubat azgınlarının, azgınlıklarına nasıl tavır takındığımız mühim. Halen geçerli olan 28 Şubat yargı kararları hakkında Müslümanlar olarak ne yapıyoruz? Dile kolay; 28 Şubat Darbesi’nin üzerinden şu kadar zaman geçmiş, hükümet değişmiş, bazı noktalarda rahatlık ortamla-

rı oluşmuş. Ama! Ama 28 Şubat Darbesi’nin yargı kararları hala mevcut. ‘Darbe’ ve ‘yargı’ olgularının yan yana olduğu, 28 Şubat Darbesi ile cezaevine giren Müslümanlar hala cezaevlerindeler şu an. Kabaca mücadelelerinden ötürü cezaevlerine giren Müslümanlar ile batıl sistemi göz önüne aldığımızda; Müslüman’ın kendisi, Müslüman’ın itikadı, Sistemin itikadı, cezaevi meseleleriyle karşılaşabiliriz. Bir ayeti zikretmekte fayda var burada: “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.”4 Bu ayet Müslümanlar için cihadın/mücadelenin ehemmiyetini gösteren bir ayettir. Ulvi mücadele için her nevi fedakarlığı göze almanın, göstermenin vurgulandığı bir ayettir. İslam itikadı bellidir. İslam itikadına bağlanan, bu itikadı hayat sürmeye cehd eden, mücadelesini vermeye çalışan kişi (Müslüman) bellidir/aşikârdır, amacı bellidir. Sistemin itikadı, üzerine kurulduğu ve işlediği, yönlendirildiği, yönlendirdiği değerler bellidir. Cezaevleri ise bu minvalde Allah’ın rızasını kazanmak isteyen muvahhid Müslümanlara karşı sistemin önlemidir/engelidir/ cezasıdır/karşı koyuşudur. Lakin “Onlar, Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa Allah, kendi nurunu tamamlayıcıdır; kâfirler hoş görmese bile.”5 ayeti hiçbir şekilde Allah düşmanlarının galip gelemeyeceğini, bilakis Allah taraftarlarının galip geleceğini anlatır. Bu Allah’ın kendisinin taraftarlarına bir müjdesidir.

haşin tavırla yaklaşan cemaatleri, oluşumları unutmamak lazım... Müslüman tutsakları mevz u bahs ettiğimiz, bu hususi sayıdaki bir yazıda, bunu dillendirmek birilerinin işine gelmeyecektir muhtemelen. Lakin biliyoruz ki farklı çizgideki Müslümanlara öyle veya böyle bir şekilde zorluk çıkaran hizipler başka cemaatlerden, oluşumlardan nasıl destek bekliyorlar; bu da ayrı bir mesele olarak bulunsun.

-3Allah’ın farz kıldığı vahdet umdesi, Müslümanların ne kadar gündeminde? Burada gündem etmeye cehd ettiğimiz mesele, tutsak Müslümanlara ne kadar sahip çıkıyoruz, meselesi değil. Dışarıdaki Müslümanlar, vahdeti gerçekten ahenkli bir şekilde yaşıyorlar mı? Oysa ki vahdet, Allah’ın kullarına verdiği en büyük nimetlerden biridir. Cemaatler, oluşumlar, STK’lar sadece kendi iç meseleleri ile ilgilendikleri sürece, Allah’tan nasıl bir nusret bekliyorlar, anlamak güç. Her cemaat, oluşum, STK kendi meseleleriyle, kendi adamlarıyla ilgilendikleri sürece gerçek manada nusret bulmaları güç. Tabii burada diğer cemaatlere, oluşumlara karşı

-6Cezaevlerinde ki Müslümanlar, vebaldir üzerimize!

-4İmdi… Politik olarak karşımızda nasıl bir panorama var? Cahili dogma(lar) üzerine kurulmuş bir nizam… Cahili dogma(lar) üzerine kurulmuş bir cezaî nizam… Cahili dogma(lar) üzerine kurulmuş bir yasama, yürütme, yargı… Mamafih… Nefsi ihtiraslara, hevaya dayanılarak hazırlanan yasalar, uygulanan icraatlar insanı olması gerektiği gibi ele alamıyor. Mesele İslam ve davası olunca da haliyle küfrün, zulmün en çirkef hali devreye giriyor. -5Geçtiğimiz sene Doğu Perinçek, Tuncay Özkan gibi Kemalist, halk düşmanı, jakoben, Anadolu’ya has bütün değerlere düşman birkaç tip serbest kalmıştı. Uzun yıllardır üzerlerine atılan iftiralardan dolayı cezaevlerinde bulunan Müslümanlar çıkamazken, bu tipler serbest kaldılar. Vicdanı olan herkes bilir ki Doğu Perinçek, Tuncay Özkan ve ismini burada zikretmediğimiz bir sürü Ergenekoncu, Balyozcu bu ülkede “derin”lerde dolaşan tiplerdir.

-7İnancından dolayı cezaevlerinde bulunan Müslümanlara selam olsun!... 1 2 3

4 5

Dipnotlar Yusuf/33 Yusuf/39 İşkence, İşkenceciler, Müslüman Kadın ve Maskeli Zaman Gazetesi - Sevgi Engin; http://www.haksozhaber.net/okul/article_detail. php?id=692 Tevbe/24 Saff/8

Şubat’15 • 13


Özel Sayı

Abdullah Yıldız

“Ey Rabbim! Zindan bana, bunların beni davet ettikleri şeyden daha sevimlidir.”

Abdullah Yıldız* ile Röportaj İsmail CEYLAN – Salih BABACAN

H

ocam, Hz. Yusuf kıssasına giriş mahiyetinde başlayalım isterseniz. Bismillahirrahmanirrahim. Bütün peygamberlerin genel manada insanlık için örnek kişiler olduğunu, rol model kişiler olduğunu hatırlatmamız gerekiyor. Onlar tarihin derinliklerinde kalmış şahsiyetler değildir. Günümüze güncellenerek taşınmaları gerekiyor o örnekliklerin. Elbette Kuran’ı Kerim bütün peygamberlerin hayatını bizlere bütün detaylarıyla vermiyor. Hatta bazı peygamberlerden birkaç cümleyle bahsederken bazı peygamberlerin hayatlarını çok daha detaylı veriyor. Onların hayatlarından mücadelelerinden, tevhid mücadelesinden -her bir peygamberin- ve onların başlarına gelen bir takım sıkıntılardan bahsederken belli kesitler sunuyor bizlere. Hz. Yusuf ile ilgili kıssanın bu noktada biraz değişiklik arz ettiğini görüyoruz. Hz. Yusuf ile ilgili kıssa Kur’an’ı Kerim’de bir tek surede Yusuf Suresi’nde bir bütünlük teşkil edecek biçimde çocukluğundan başlayarak tabiri caizse kıssanın sonuna, öykünün sonuna kadar bir senaryo tadında adeta, bir roman, bir öykü tadında yer alıyor. Dolayısıyla bu nokta-

14 • Şubat’15

da son derece bütüncül olduğunu ifade etmemiz lazım. Bir ikincisi Hz. Yusuf’un kıssasını Rabbimiz Kur’an’ı Kerim’de “Ehsenü’l-Kısas” diye, kıssaların en güzeli diye isimlendiriyor. Bu tabii ki Hz. Yusuf’un kıssasının Rabbimiz tarafından bütün kıssalar güzel anlatılıyor. Rabbimizin kelamının bütünü güzel ama orada kıssaların en güzelinden kasıt –Allahu Âlem doğrusunu Allah bilir tabii ki ama- bir bütünlük teşkil etmesi, hayatının çocukluk, gençlik, zindan hayatı, krallık veya sultanlık- saltanat dönemi, yöneticilik dönemi gibi ve hayatının bütününden çıkarılabilecek dersleri içermesi bakımından. Ve tabii ki bütün peygamberler güzeldir ama birçok bakımdan güzel bir insan olması bakımından “Ehsenü’l-Kasas” dendi. Hz. Yusuf’un kıssasında dikkatimi çeken bir özellik daha var tabii ki bütün kıssayı anlatmak bu bağlamda uygun olmayabilir ama bir çocukluk devresinde bir “peygamber terbiyesi ne anlam ifade ediyor nasıl bir terbiyeden geçti o?” ikincisi bu ortaya çıkıyor ve o kardeşlerinin kıskançlığına neden olacak kadar faziletli, erdemli bir kişilik. Bu kişiliğe sahip olan Yusuf, kuyuya düşmüş olsa da, gömle* İlahiyatçı, araştırmacı, yazar

ği çıkarılarak üzerine sahte kan lekesi sürülmüş olsa da, mağdur edilmiş olsa da umudunu yitirmeden… 7 yaşına kadar belki, 9-10 yaşlarına kadar kesin rakam biliniyor… Çünkü yetiştiği o dönemde aldığı terbiye ile bütün bir ömür boyu ikamet üzere, tevhid üzere yürüyebilen bir genç, bir çocuk ve en zorlu dönemi de ikinci gömleği diye ifade ettiğimiz iffet gömleğini kuşandığı dönemdir ki, bir kadın fitnesi ile karşılaştığı zaman ben Allah’tan korkarım diyerek tavır alabilmesidir. Tabii ki bu zindanda da istikametini bozmayacaktır. Bu yüzden zindana girecektir. Sonra o yıllarda dünyanın en güçlü, en zengin, en varlıklı devletinin en tepe noktasına kadar geldiği zaman da istikametini bozmayacaktır. Yani kuyuya da düşse zindana da girse her türlü tehlikelerle de karşılaşsa en varlıklı zamanları da yaşasa değişmeyecektir. Bu açıdan Hz. Yusuf’un kıssası muhteşem bir örnekliktir, bütüncül bir örnekliktir. Hz. Yusuf nefsine hoş gelen bir şeyi reddetti ve cezaevine girdi. Sizce bu İslami Mücadelede dava adamı için neyi ifade etmelidir? Şüphesiz İslam davası, Tevhid mücadelesinin güzide isimleri, örnek ve önder isimleri peygamberlerdir. Onlar her konuda beşeri örneklerdir yani insani örneklerdir. Onların da her birimiz gibi her insan gibi yeme, içme, eğlenme, dünya nimetlerinden yararlanma gibi insani ihtiyaçları olduğu gibi bir takım insani tecrübeler anlamında elbette insani ihtiyaçlar da vardır. Dolayısıyla bir dava adamı için günümüzde tevhid mücadelesine kendini adamış bir dava adamı için peygamberler muhteşem örneklerdir. Eğer onların imtihan olmaktan çıkarıp melek haline getirirsek örnek alamayız. Bu yüzden evet o nefsinin de canının da arzuladığı insan olarak bir beşer olarak ve bir delikanlı olarak karşısındaki kadın da tuzak kurmuştu tabii ki ona Kur’an’ı Kerimdeki ifadeyle Yusuf Suresindeki ifadeyle kadın onu arzulamıştı ve o da onu arzulamıştı zaten böyle bir şey olmasaydı imtihan olmazdı. Böyle bir arzu istek böyle bir nefsinin çekmesi gibi bir olay olmasaydı iğrenç bir şey anlamında ya da ne bileyim çok tiksinç bir şey yahut zaten insanların pek arzulamadığı bir şey olsaydı bu zorlu

bir imtihan olmazdı. Dolayısıyla böyle zorlu bir imtihan karşısında Hz. Yusuf’un ben Allahtan korkarım ifadesi o “maazallah”; ben Allaha sığınırım aslında iki manaya gelir o ve aynı zamanda ben Allah’tan korkarım. Böyle bir zina fiilini, böyle bir kötülüğü böyle bir felaketi; beni felakete götürecek ve benim davam için yapacağım bütün çalışmaları iptal edecek ve beni mahvedecek beni ebedi zindana (bu dünyanın zindanı hiçbir şey değil) mahkûm edecek bir davranışı ben yapamam. Bu bir tercih olarak bakın zindanı zinaya tercih eden bilinç dedik Yusuf’un üç gömleği kitabımızda. Bu, bugünkü dava adamı için de son derce önemlidir. Tabi sadece mesele zinaya düşme tehlikesi değildir. İnsanların bütün insanlarda ortak olan bazı zaaf noktaları vardır. Mesela makam mevki de bir zaaf noktasıdır. Para pul maddi imkânlar dünya nimetleri dünya lezzetleri şehevi arzular. Şehevi arzular sadece cinsel arzular değildir elbet. Mesela Hz. Süleyman’ı da Rabbimiz atla imtihan eder. Ata olan sevgisi ve tutkusu bir imtihan vesilesi olur. Yunus peygamberi Rabbimiz kavminin tepkilerine karşı Tevhid mücadelesinde sabır göstermesini istemişken o bir an önce adeta tabir yerindeyse havlu atar ne haliniz varsa görün der döner. İşte bu bütün örneklerde aslında dava adamı için günümüzdeki dava adamları için pek çok örnekler var. Bütün peygamberler örnek. Günümüzdeki dava adamları için yani bir kadınla, parayla, makamla yahut tehditle, ölümle, hicretle, zulümle, baskıyla, işkenceyle her türlü tehditle karşılaşabilir. Ama dava adamı o bütün peygamberlerin mücadelesinden toplam bir sonuç çıkararak kendisine-bugüne taşımalı. Hz. Yusuf davasını sürdürmek için de olsa zinayı kabul etmiyor. Buradan ne gibi çıkarımlarda bulunmalıyız? Şöyle diyelim aslında bu konu çok basit. Hz. Yusuf böyle bir teklifi kabul edemezdi zaten (Allah muhafaza) haşa bir peygamberin böyle bir şey yapması zaten düşünülemez ama insan olduğundan dolayı Allah-u Teâlâ bir imtihan aracı kılmıştır; böyle bir şeyi yapmış olsaydı zaten bugün Hz. Yusuf’u konuşmayacaktık. Yani Yusuf Şubat’15 • 15


Özel Sayı bir örnek olarak karşımıza sunulmayacaktı. Mesela Karun’u örnek verelim. Karun, Hz Musa’ya iman eden akrabalarından amcaoğullarından. Başlangıçta Hz. Musa’ya iman etmiş, Tevrat’ı en iyi bilenlerden. Ona görevler de vermişti ama malını mülkünü parasını koruma arzusuyla tuttu Firavunlarla zalimlerle Haman’la işbirliği yaptı. Bir işbirlikçi oldu. Bir işbirlikçi olarak günümüze geldi. Yani bu noktada ben şu günahı işleyeyim sonra tövbe ederim demek olmaz. Bu büyük günahlar dava adamının imtihanıdır, hata yapılabilir dava adamı da hata yapıp küçük günahlar işleyebilir ama bu tür konularda ben bunu yaparsam sadece kendime değil davama da ihanet olur ve sadece insanlardan bana değil davama da laf getirmiş olurumun farkında olmalıdır. Dolayısıyla dava adamı o sorumluluk bilinciyle hareket eder. Belki böyle bir ders çıkarılabilir. Peki hocam, Hz. Yusuf’un zindanda iken yaptığı tebliğden nasıl dersler çıkarabiliriz? Mesela Hz. Yusuf’un zindandaki dili de dikkat çekici. “Ey benim zindan arkadaşlarım” hitabı ile bize ne öğretilmek isteniyor? Zindan hayatı üzerine biraz konuşabilir miyiz? Şimdi şu nokta üzerinde durmak lazım; Hz. Yusuf’un zindana girişi ile ilgili bilgiler verirken Kur’ân-ı Kerim’de, Yusuf Suresi 35. Ayette “O haksızca itham edildiği halde aleyhinde de hiçbir delil olmadığı halde” yani hakkında delil yok ve itham ediliyor bu fiili işlemediği halde mağdur edilmek suretiyle hapse atıldı. Şimdi mağduriyet noktası çok önemlidir. Eğer birtakım söz gelişi –haşa- bir hırsızlık, bir yolsuzluk, efendim bir bu manda demek ki bu bunu yapmış dedirtecek bir davranış söz konusu olsaydı gerçekten o zaman insanların onun aleyhinde konuşması noktasında hiçbir engel kalmazdı. Böyle bir durum yok. Haklı olduğu halde nahak yere haksız yere karşı taraf onu zindana attı. Bu nokta önemli. İkincisi zindana girdikten sonra insanların size bakışı “yav ne yapmış ki bu adam zindana atılıyor” olacaktır. Ama sizi tanıdıktan sonra diyecekler ki evet gerçekten bu iddia zaten sadece bir zanmış sadece bir yaygaradan ibaretmiş derler. Bu noktada Hz. Yusuf’un zindana girdiğinde tabir yerindeyse 16 • Şubat’15

Abdullah Yıldız bir sıfır galip başladığını söyleyebiliriz. Yani ya bu adam nahak yere atılmış. Bir ikincisi zindan arkadaşlarına ey benim zindan arkadaşlarım ifadesinde orda bir sıcaklık hitapta bir güzellik var. Şüphesiz davette tebliğde davetçinin sözlerine söylemlerine eylemlerine son derece dikkat etmesi lazım. Yani insanlara müşterek noktalardan ortak noktalardan hareket etmesi lazım ki birlikte mağduriyet birlikte o çileyi çekecekler. Bu manda bu üslubu iyi kuşandığını görüyoruz. Diğer insanlarla en güzel şekilde mücadele etmek Hristiyan Yahudi ve diğer inanç gruplarıyla ama insanlara en güzel sözü söylemek en sıcak ilişki biçimini kurmak zaten bir davetçinin özelliklerindendir ve Hz. Yusuf da bunu yapmıştır. Rüya bahsinde arkadaşlarının rüyasını yorumlamadan önce onları tebliğe çağırıyordu. Bunu nasıl algılamalıyız? Tabi o da gerçekten önemli. Yani sadece rüyalarını yorumlamakla yetinmiyor. Çünkü insanlar onun bazı olayların arka planını okuyabildiğini gördüler. Bu arada meallerde hep rüya yorumu olarak anlam verilir “tevili ehadis” diyoruz biz ona olayların ve sözlerin yorumunu çok iyi bilen bir insan. Onu birkaç gün tanıdılar; baktılar ki olaylar, sözler rüyadaki olaylar ve sözler dahi bütün bunları çok iyi yorumluyor ve son derece güven telkin eden birisi özü sözü davranışları kibarlığı asaletiyle her bakımdan mükemmel bir insan, o zaman, bu rüyamıza ilişkin bize bilgi verir misin, dedi. Çünkü oradaki insanlar zaten onu kabullendi. Yeni insanlar girdi, onlar da, rüyamızı yorumlar mısın, dedi kısa bir süre sonra. Tabii yorumlayacağım ama yemek vakti yemeğimiz gelmek üzere gelinceye kadar size bunu anlatmış olayım fakat önce kendisinin pozisyonunu takdim etmiş olması tebliğ açısından bir zemin oluşturması son derece önemlidir. İnsanlar, sadece rüya konusunda değil, diğer konularda da görüşünüzü merak edip sorabilecek bir pozisyona hazırsa… Ve size karşı “bunun söylediklerini ben dikkate almalıyım” diyecek noktaya gelmişse, nasıl ki bütün peygamberlerin daha peygamber olmadan önceki vasıflarından biri de emin olmaktır Hz. Musa ile karşılaştıklarında, Hz.Şuayb’ın iki

kızının o güçlü ve emin bir kişidir dedikleri gibi; ama arkasından mademki beni bu konumda görüyorlar, ben onlara kendi konumumu ve davamı -Tevhid bilincini- anlatayım. Bakın arkadaşlar hemen ilk en temel meseleden giriyor; Allahtan başka ilah olmadığını ona herhangi bir ortak koşmamızın yakışı kalmadığını ve bunun Allaha büyük bir haksızlık olacağını söylüyor. Şimdi bu ne demek Allah birken Allahtan başka ilah olmaması gerekirken ve bu en büyük hakikat iken ona ortaklar koşmak insan aklına da insan onuruna da yakışı kalmaz. Yani bir tek Allaha her şeyi var eden yaratan ve yöneten Allah’a kulluk etmek varken birtakım uydurulmuş tanrılara kulluk etmenin onların koyduğu kurallara uymanın veya onların karşısında eğilip bükülmenin onlara tapınmanın insanlık onuruyla bağdaşır bir tarafı yok. Gelin bunun bir mukayesesini yapalım. En başta bununla giriş yapıyor Hz. Yusuf ki bu son derece önemli. Yani hatta arkasından diyor ki Allaha ortak koşmamız bize yakışmaz diyor ki ben Allaha inanmayan Ahiret’e iman etmeyen bir kavmin milletini terk ettim. Bu ifade de enteresandır. Yani bir kavmin milletini terk etmek ne demek -kavramları da çok dikkatli kullanmamız lazım çok dikkat etmemiz lazım- kavim bir ırktır bir soy soptur yani topluluk olarak da kullanılmış tamam ama bir etnik topluluğu ifade eder fakat millet kelimesi bu topluluğun hayatına yön veren ilkeler bütünü demektir. Milleti İslam deriz o yüzden. Millet-i İbrahim ve İshak ve Yakup yani onların dinine diye çeviriyoruz ama onların yaşam biçimine hayat tarzına ve tabii ki merkezinde Tevhid Dini-İnancı olan akaid ilkelerine helal haram ve benzeri uygulamalara ibadet biçimine şeriata ve hayat tarzına uydum demektir bu. Ne yapıyor kendisinin niye farklı olduğunu niye diğer insanlardan veya o güne kadar tanıdıkları insanlardan farklı davrandığını farklı bir yaşam biçimine sahip olduğunu onlara izah ediyor. Benim temel farkım budur dolayısıyla Allaha ortak koşmak bize yakışmaz bu bize Allahın bir lütfudur insanlara fakat insanların çoğu bunun kadrini bilmez şükretmezler ve dahası düşün diyor bir tek tanrı mı yoksa her şeye hâkim ve galip olan tek bir ilahı mı ilah fikri anlayışı inancı

“Ey Rabbim! Zindan bana, bunların beni davet ettikleri şeyden daha sevimlidir. Eğer sen, bu kadınların tuzaklarını benden uzak tutmazsan, ben onların tuzağına düşerim ve cahillik edenlerden olurum”. Hz. Yusuf

mı doğurur yoksa birçok tanrılar mı? E bunun mukayesesini yaptığınız zaman karşıdaki insana kuranı kerimde ne diyor eğer birden çok tanrı olsaydı kâinat fesada uğrardı her biri farklı bir irade ortaya koyar çatışma çıkardı. Böyle şey olmaz. Tek bir ilah olacak ki her şeye hâkim olan güçlü olan yaratan her şeyi idare eden bir tek tanrı olacak ki alemde nizam egemen olsun. Hz Yusuf bu fikri onlara empoze ediyor çok tanrılı düşünceden putperestlikten vazgeçin tevhide gelin diyor. Evet, Allahı bırakıp da taptıklarınız sizin ve atalarınızın adlandırdıklarınızdan başka bir şey değildir sadece uydurma tanrılardır bunlara tapmak için Allahtan hiçbir delil gelmiş değildir. Ancak hüküm kanun emir ve yasak koyma veya yön verme karışma hakkı sadece Allaha aittir yoksa kendisinden başkasına kulluk etmememizi emretmiştir. Dosdoğru din budur fakat insanların çoğu bunu bilmez. Kendi dosdoğru dinini onlara bakın şu ifadelerle üç dört ayette belli temel esasları var izah ediyor. Bu aslında tebliğde önemli bir metoddur davette insanlara kendi inancımızı aktarmada çok önemli bir metoddur. Yusuf (a.s) yaptığı bir yöntemdir. Şubat’15 • 17


Özel Sayı

Hz Yusuf’a sunulan zina günümüzde farklı şekillere girmiştir. Buna ne gibi örnekler verebiliriz? Ne zaman bir zinayla karşı karşıya kalır bir dava adamı ve günümüzde dava adamını bekleyen tehlikeler neler olabilir neye karşı daha tedbirli olmamız gerekir? Şöyle diyelim günümüzde tabi ki araçlar çoğaldı. Yani batı dünyası modern dünya amaçlardan çok araçları üretmeye yöneldiği için her geçen gün yeni yeni aletler araçlar oyuncaklar tırnak içinde üretiliyor. Ve tabi ki bugün internet çağı denen görsel medya dediğimiz bir vakıayla karşı karşıyayız. İnsanlar arası iletişim çok fazla çok farklı boyutlar kazandı. Çok fazla iletişimin sıkı hale geldiği ve zinaya giden yolların da neredeyse iyice kolaylaştığı her türlü mahremiyetin her türlü gizliliğin batıdan kalktığı bir dönemde elbette zina konusunda çok daha dikkatli olmak gerekiyor. Az önce söylediğimiz gibi zina etmeyin değil de kuranı kerimde rabbimiz zinaya yaklaşmayın buyururken burada bir hikmet var çünkü etrafında dolaştığınız zaman o sizi her an içine düşürme tehlikesi besleyebilir oraya çekme cezbetme ve o tuzağa düşme gibi bir durumla karşı karşıya kalabilirsiniz. Hatta bir hadisi şerifte her kralın melikin yöneticinin bir koruluğu vardır. Allah-u Teâlâ’nın da koruluğu haram sınırlarıdır ve sakın o haramlara yaklaşmayın çünkü haramın içine düşebilirsiniz. Ne demek bu koruluk örneğini neden veriliyor bu? Hani şöyle diyelim 18 • Şubat’15

Abdullah Yıldız hayvanlar otlar merada dağda çayırda ama bir yer çevrilmiştir. Oraya eğer yaklaştırırsanız ve eğer orda gerekli sınırlar çevrilmiş tel engellere falan yoktur ama her an oradaki bir yere girip oradaki otları bitkileri yahut ürünleri ekinleri yeme tehlikesi vardır çünkü bu hayvanın iradesi de söz konusu değildir. Canı çektiği anda acıktığı anda oraya koşar ve onu engelleyemezsiniz. İnsanın da bu manada hayvani dürtüleri nefsani arzuları fıtri bir takım istekleri arzuları vardır ve siz eğer sanal âlemde internet dünyasında diyelim telefonla mesajla sosyal medyayla çoğaltalım diğer iletişim araçlarıyla görsel anlamda bu tür haramların etrafında dolaşırsanız ve bunlara kendinizi alıştırmaya başlarsanız bir süre sonra olağanlaşır sıradanlaşır ve bir süre sonra bunları çiğnemenin bu haramları çiğnemenin işlemenin o yasakları çiğnemenin sıradan hale gelmesi mümkündür. Günümüzde yapmadığı işlerden dolayı iftiraya maruz kalarak cezaevlerinde tutulan Müslümanlar var. Bu geçmişte Hz. Yusuf kıssasında da göze çarpmakta. Peki, hocam, bu hep böyle mi sürecek? Ve bu iftiralara karşı Müslüman’ın duruşu nasıl olmalı? Tabi ki orda elbette zindana atılan bir insana düşen şey sabırdır. Hz Yusuf o sabrı gösteriyor ama zindan arkadaşlarının rüyasını tabir ettikten sonra diyor ki ya beni bir hatırlatın. Bu kral bir gün öldürecek hatta onun tepesinde kuşlar uçuşacak öldükten sonra çürüyecek ve o idam edildiğinde kuşlar artık onu gagalayacak cesedini falan. Öbürü ise ikramda bulunacak krala yiyecekler sunacak bari o hayatta kalacak krala bu kadar yakın olacaksın -bu tabi ki rüya tabiri- o zaman beni hatırlatıver. Ben haksız yere buradayım en ufak bir zinam olmadığı halde ama Allah-u Teala diyor ki şeytan ona unutturdu hemen yani şeytan unutturdu nefsi unutturdu “oh kurtuldum ben gerisi önemli değil” insanlar biraz böyledir yani kendini kurtarınca bir zorluk çekerler falan o badireyi atlatıverince orda kalanları bir anda unutuverirler insanoğlunun böyle bir nankör tarafına da vurgu var orda. Öbür taraftan da Allah-u Teâlâ buyurur ki Hz Yusuf un bir çile dönemidir çile çekmesi dönemidir.

Takdir buyurur çektirir fakat Hz Yusuf zindanı burada hiç bir şey yapılmaz falan değil tam tersine bugün bir kavram olan artık literatürümüze girmiş olan Medresi-i Yusufiyye’ye çevirdi. Orada insanlara tebliğ etti oradaki insanlara tevhidin hakikatini anlattı. Onlarla beraber iman edenler oldu ve o iman edenlerle beraber zindanda bir alt yapı oluşturdu adeta. O insanlar kendisine iman ettiler ve ilk ümmetini ilk iman eden Hz İsa’nın havarileri gibi ilk yakınlarını orda oluşturdu. Bu konuda detaylı bilgi verilmiyor kuranda ama bu anlaşılıyor orda. Zindanı bir mahrumiyet bilerek bir sıkıntıdır bir sabır bilerek direnişi gerektiren bir ortamdır fakat sonuçta orayı bir imkâna dönüştürmek de mümkündür. Hz Yusuf bunun en güzel örneğidir. Orayı bir eğitim mekanizmasına bir medreseye dönüştürmek mümkündür. Hz Yusuf bunu yaptı ama ilk fırsatta da bakın daha sonra evet yıllar sonra biraz gecikti ama yıllar sonra bir rüya daha kralın rüyasını öğrenince ya bunu yorumlayacak bir arkadaşım var dediğinde Hz Yusuf -bakın oradaki tavır çok önemlidir- tamam ya oh ne güzel hemen ben çıkayım demedi evet rüyaya ilişkin birkaç bir şey söyledi ama kral seni çağırıyor denildiğinde ben çıkmam dedi çok enteresan bir durum. Çünkü orda zindana girmiş bir insanın çıktığında hangi ortamlarda nasıl mücadele vereceğini ve nasıl tavır takınacağını öğretmesi bakımından çok önemlidir. Ve dedi ki o kadınların derdi neymiş oradaki ifadeyle o kadınlar toplansın toplanmalı benim suçsuz olduğumun benim günahsız olduğumun ve benim onlara hiçbir kötülük yapmadığımın ve tam tersine onların bana tuzak kurduğunun herkes tarafından bilinmesi lazım. Yani o günkü kamuoyunca çünkü dedikodu gazetesi işlemişti dedikodu gazetesi derdi eskiler ve Aziz’in karısı işte kendisi o evlatlığı konumundaki Yusuf’un nefsinden murad almak istedi ve bununla nasıl ilişkilendirilmişti eleştiriler vardı ama bunda Yusuf’un bir günahı yoktu bunun ortaya çıkması lazımdı ve bu ortaya çıktı ama kral da dedi ki tamam -nasıl ortaya çıktı- toplayın kadınları yargılama yapıldı hepsi dediler ki: evet Yusuf günahsızdır hiçbir kötülüğü yoktur bütün pislik –tabiri yerindeyse- bizdedir diye söylediler. Bu-

radan çıkarıyoruz ki zindana düşen bir insanın bu konularda yani zindana düşmek bazen dava adamları için yani bir kayıp gibi zaman kaybı gibi gözükse de bir sonraki adım için daha sonraki günler için müthiş bir imkâna dönüşebilir. Şule Yüksel Şenler abla başörtüsü mücadelesinde simge isimdir ve - 1960ların sonları muhtemelen 70 olabilir tam olarak tarihini hatırlayamadımama o günlerde çıkan yeni istiklal gazetesi olması lazım orada yazdığı bir yazıdan dolayı cumhurbaşkanına hakaret kabul edilir bu yani- yöneticiler belki de ismini vermiş olabilir- hakaretten dolayı hapse atılır. Bursa cezaevine girer. Bursa cezaevine girdiğinde –kendisi anlatmıştı bunukadınlar koğuşu çok berbattır her türlü böyle hani maddi anlamda yani tuvaletler bilmem neler –affedersiniz- şunlar bunlar çok kötü. Hemen hapishane müdürüne çıkar ve efendim bu ne rezalet? Paspas yok şudur budur falan deyince müsaade ederseniz ben bir telefon edeyim buraları yaptırıvereyim. Biraz yok mok dediyse de ısrar eder – tabi o zamanlar orda Şule Yüksel Şenler efsane bir kişi gerçekten- Bursalı onun davasına yakın samimi Müslümanlar hemen kabul ettiler falan orayı bir iki hafta içerisinde pırıl pırıl hale getirdiler. Şule abla orda tebliğe başlar orası medrese-i yusufiyye ye dönüşür. Namaz kılanlar örtünenler vs derken bir iki ay sonra daha süresi dolmadan af çıkar cumhurbaşkanı af çıkarır onun hakkında, af kâğıdı verilir orda çağırırlar derler ki; Şule Yüksel Şenler çağırılıyorsun cumhurbaşkanı sizin hakkınızda af çıkardı çıkabilirsiniz ama imzalaması gerekiyor kâğıdı. Diyor ki “ben o kâğıdı imzalamam ne zamandan beri suçlular suçsuzları affediyorlar? Ben onları affetmiyorum. Gitmiyorum”. İki ay üç ay daha yatar ondan sonra çıkar ne kadar yattı bilmiyorum. Bu çok önemlidir. Hz Yusuf’un izzetli ve onurlu tavrı neyse – bakın bu kadınlar gelsin o mahkeme kurulsun yeniden yargılanayım ben aklanayım ondan sonra çıkayım dediği gibi- Şule ablamız da benzer bir tavır sergilemiştir. Dava adamların hepsi böyledir. Son olarak Hz. Yusuf örnekliğinden ne gibi çıkarımlarda bulunmalıyız? Hz. Yusuf çağŞubat’15 • 19


Özel Sayı lar ötesindeki kardeşleri olan bizlere ne gibi dersler vermeli? Evet tabi ki şöyle diyelim Hz. Yusuf’un zindan hayatı değil sadece ve en başta söylediğimiz o üç gömlek esprisine tekrar dönersek –bir bütünlük oluşturmuş olalım- Hz Yusuf’un hayatı bir insan için bir adamı için mesela ben çocuğumu nasıl yetiştirmeliyim, çocuklarımızı evlatlarımızı Hz Yakup Yusuf’u nasıl yetiştirdiyse biz de öyle yetiştirmeliyiz çünkü Yusuf kıssasının ilk başlarında bunlar var ne gibi mesela bir yerde der ki sıdk doğru sözlü, efendim bir peygamberin taşıması gereken birçok özelliği o yaşlarda babasından bir peygamberden alıyor tabi ki, o özellikleri kuşanıyor ama mesela evladım bu rüyanı kardeşlerine anlatma sana kötülük yapabilirler diyor o da anlatmıyor demek ki daha küçücük yaşlarda sır saklamayı öğretmiş ona gibi pek çok özelliklerle pek çok yönlerle ailesini düşünen ibadet eden doğru sözlü ve Allah’a tevekkül eden gibi birçok özellikleri o yaşlarda kuşanıyor. Son derece güzel yetişmiş. Peki delikanlılık çağında evet babasından koptu -diyelim ki 9,12, 17 ye kadar rakam dönemler var kuyuya atıldığı tarih itibariyle- hadi diyelim ki biz 12 13 yaşlarında olduğunu farz edelim- o yaşta o yıllarda alınan karakter eğitimi karakterin oluşumu için son derece önemlidir. Oradan hareketle siz her türlü zorluklara karşı o aldığınız sağlam karakterle iradeyle yapıyla her türlü tehlikeye karşı ikbalde idbarda eskilerin ifadesiyle yani ikbal en güzel dönemler idbar en aşağı dönemlerde de sarsılmadan yürüyorsunuz. Esir pazarında satılıyor ama insanlar onun bakışından daha o Aziz - aziz mısır azizi yani maliye bakanı olduğu söyleniyor- görür görmez onun farklı bir kumaş olduğunu fark ediyor. Demek ki fark ediliyor edebiyle hayâsıyla her şeyiyle ve arkasından diğer gelişmeler, zindan hayatı, zindan hayatına medar olacak şekilde zinayı değil kolayı değil nefsinin arzuladığı şeyleri değil nefse hoş gelecek şeyleri değil zor olanı ama Allah’ın koyduğu ilkeler neyse onu yapma anlamında onu tercih ediyor. Daha sonra iktidara geldiğinde de, yani Allah’ın lütfuyla zindan hayatından sonra önce maliye bakanı olduğu söyleniyor, arkasından hazine bakanı, sonra tüm ülkenin yetkilerini 20 • Şubat’15

Abdullah Yıldız ele aldığında da, yani ben şöyle bir zevk-i sefa süreyim öyle güzel bir kendime atlar, arabalar, elbiseler, yiyecekler falan elde edeyim dememiştir. Hz Yusuf’un son derece sade bir hayat yaşadığı, sultan saltanat döneminde ve hatta daha önce 3 günde 1 öğün yediği söyleniyor bir rivayette. Hadi diyelim günde bir öğün yemek yiyordu ve kendisine teklif edildiği halde yani tüm yiyecekleri getirelim sana- ama ülkede kıtlık olduğu dönemde özellikle- ben insanları doyurmadan kendimin yemesi, tıka basa yemem doymuş olmam doğru değildir der ve onlarla aynı sıkıntılara talip olur. Bu açıdan baktığımız zaman Hz Yusuf’un hayatında bütünüyle önce çocukluk yetişme dönemi, gençlik dönemi, delikanlılık devri, kemal devri… Zorluklar, zindan kuyuya düşme en umutsuz zamanda umudunu kaybetmeme ama en güzel dönemlerde de şımarmama, istikametini kaybetmeme ve Tevhid üzere yürüme dediğimiz zaman o Tevhid gömleğini çıkarmama anlamında, Hz Yusuf mükemmel bir örnekliktir. O açıdan davetçilerin Hz Yusuf’un hayatını sadece Yusuf ‘un üç gömleği eseri bir simgesel örgüsel üzerindeki kardeşlerimiz gençlerimiz için yazdığımız bir kitap tekrar edilmiş çok daha detaylı ama kesinlikle sahih kaynaklardan yani öğrenilmesi lazım yoksa kalkıp da Züleyha’yla evlendirme gibi bir takım masallarla hikayelerle ondan sonra evlendi çoluk çocuk sahibi oldu nasılsa o da tövbe etmişti olabilir ama bir peygamberin ismet sıfatına hikmet sıfatına böyle düşük karakterli bir kadınla evlenmesi yakışmaz caiz değildir birçok âlimin görüşü bu istikamettedir. Öbür rivayetler evlendiğine dair rivayetler sahih İslam kaynaklarında olmadığı gibi hadislerde olmadığı gibi kurandan zaten çıkmaz böyle bir şey İsrailiyyat Yahudi kaynaklarında bile yoktur. Bu bir yerden girmiş ama bizim halk arasında o Yusuf ile Züleyha masalına dönüşmüş efsanesine dönüşmüş. Efsanelerden arındırarak sahih özetle tefsirlerle kuranla yetinmesi hadislerde de çok fazla bir bilgi yok. Buradan çıkaracağımız derslerle dava adamlarının her türlü zorluğa karşı dik duracak bir örneklik anlamında Hz Yusuf ‘u önlerine koymaları lazım.

Hz. Yusuf zindandan çıktıktan sonra ülkeye sultan oldu dediğiniz gibi. Bu bizim için ne gibi bir örneklik teşkil edebilir yani mesela sistemin içini dönüştürerek onu yönetme gibi bir anlayış olarak bunu örnek gösteriyor musunuz? Bir ülkede İslami değişimi ve dönüşümü gerçekleştirmenin bir tane yolu yoktur yani bu sadece efendim güç kuvvet zoruyla veya şu yoluyla bu yoluyla diyemeyiz. Aslında bütün değişimler bütün dönüşümler özde temelde insanların zihin gönül kalp inanç değişimiyle başlar sonra onu ahlakla edeple diğer eylemleriyle amelleriyle devam ettirmek gerekir. Bu noktadan baktığımız zaman Hz Yusuf ‘un tabi orada yönetime gelmesinde bir takım dinamikler bir takım belirleyici unsurlar söz konusudur. Ne gibi? Bir kere o çok donanımlı bir insan babası çok iyi yetiştirmiş. Bir peygamber terbiyesinden geçmiş ahlaken edebi insani vasıfları itibariyle üslup itibariyle harama ilişmemesi itibariyle insanlara karşı çok nazik ve kibar zindan arkadaşlarına davranışlarında gördüğümüz gibi dik duruşu itibariyle sağlam iradeye sahip olması itibariyle – daha çok şey sayabiliriz- son derece kaliteli bir insan ama aynı zamanda Aziz’ in onu evlatlık aldığı o esir pazarında alıp evlatlık edindikleri zamanda maliye bakanı olduğu söylenir ki onun bütün işlerini tarlalarını hazinelerini Hz Yusuf ‘a emanet etmiştir o yönetmiştir. O yönden de bir ekonomi tecrübesi vardır yani hatta Ahmet Cevdet Paşa ‘nın tarihinde der ki o diyor buğdayları yahut ürünleri toplamayı onları korumayı ondan sonra insanlara onu daha sonra işte geri diyelim ki Cevdet bey dağıtma usulü falan o zaman biliyordu o zaman öğrenmişti. Diğer konularda da kendini yetenekli görüyordu ve çıktığında tabi olayların sözlerin yorumu anlamında tevil-i hadis dediğimiz o basirete karaktere de sahipti. Ben bunu yaparım, yani kim yapacak bunu dediğinde kim bu malları yedi sene stok yapacak yedi sene sonra da bunları dağıtacak ciddi bir planlamayı gerektirir bu ciddi bir maliye ekonomi bilgisini gerektirir bu, ben bunu yaparım. Demek ki buradan çıkarılacak sonuç eğer önümüzde yapabileceğimiz bir yani görev varsa biz yaparız diyebilmek ama Hz Yusuf ‘un hem orada hem görevi alır almaz şu andan itibaren bu ülkede tevhid dini geçerlidir

şeklinde bir şey demeyeceğini diyemeyeceğini herkes bilir. Böyle bir şey denmez ama Hz Yusuf ‘un kendisinin bir haram bir günah bir şirk işlemediğini –herhalde bir peygamber çünkü bunu yapmaz- o öncelikle bu ikisi arasındaki dengeye çok iyi anlamamız lazım böyle siyah beyaz gibi meselelere bakarak olmaz yani Hz Yusuf geldiği anda şeriat ilan etti falan gibi veya tevhid inancını ilan etti herkesi de bundan sonra şirk yasaklanmıştır efendim şu şu şu günahlar haramlar yasaklanmıştır diyemeyeceğini bunun olamayacağını biliyoruz. Değişimin dinamiğine aykırıdır bu. Dolayısıyla öyle bir imkan çıktı ve onu çok iyi değerlendirdi ve ama orada elbette örnekliğiyle yaşantısıyla aldığı tedbirlerle çalışkanlığıyla onlar açken kendisi tok yatmayarak -biraz önce o örneği verdik- onlar gibi kendisi de aç kalarak tantanaya şaşaaya lükse ihtişama yer vermeden -ne yaptı?- en güzel örnekliği sergiledi ve onun o halini görenler hızla değiştiler dönüştüler ve tevhidin tohumları Mısır’a öyle atıldı. Hz Musa çok yıllar sonra bakın yüzyıllar sonra o mirası onun bıraktığı mirası gelip orada İsrailoğullarını – Hz Yakup ‘un isminden geliyor- onları öyle kurtarmaya çalıştı kurtardı. Demek ki bu bir yöntem olarak uygulanabilir burada illa da İslam’ın bir ülkede değişimi gerçekleştirmesi Müslümanların tek bir yöntemledir o da şöyle yöntemlerledir efendim ihtilal yöntemidir devrimdir kan dökmektir tepeden aşağı özellikle de bakın tepeden aşağı yukarıdan aşağı yöntemler asla mümkün değildir. Bu öz değişim bir toplum kendi özünde olanı değiştirmedikçe Allah onun konumunu değiştirmez ayeti Rad suresi 11. Ayeti de burada devreye sokulabilir diyelim ve bununla yetinmiş olalım. Şubat’15 • 21


Özel Sayı

N.F. Kısakürek

Bir idamlık Ali vardı, asıldı; Kaydını düştüler, mühür basıldı. Geçti gitti, birkaç günlük fasıldı. Ondan kalan, boynu bükük ve sefil; Bahçeye diktiği üç beş karanfil...

Sükût... Kıvrım kıvrım uzaklık uzar; Tek nokta seçemez dünyadan nazar. Yerinde mi acep, ölü ve mezar? Yeryüzü boşaldı, habersiz miyiz? Güneşe göç var da, kalan biz miyiz?

Müdür bey dert dinler, bugün ‘maruzât’! Çatık kaş.. Hükûmet dedikleri zat... Beni Allah tutmuş, kim eder azat? Anlamaz; yazısız, pulsuz, dilekçem... Anlamaz; ruhuma geçti bilekçem!

Ses demir, su demir ve ekmek demir... İstersen demirde muhali kemir, Ne gelir ki elden, kader bu, emir... Garip pencerecik, küçük, daracık; Dünyaya kapalı, Allaha açık.

Saat beş dedi mi, bir yırtıcı zil; Sayım var, maltada hizaya dizil! Tek yekûn içinde yazıl ve çizil! İnsanlar zindanda birer kemmiyet; Urbalarla kemik, mintanlarla et.

Dua, dua, eller karıncalanmış; Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış. Gözyaşı bir tarla, hep yoncalanmış... Bir soluk, bir tütsü, bir uçan buğu; İplik ki, incecik, örer boşluğu.

Zindan iki hece, Mehmed’im lâfta! Baba katiliyle baban bir safta! Bir de, geri adam, boynunda yafta... Halimi düşünüp yanma Mehmed’im! Kavuşmak mı? .. Belki... Daha ölmedim!

Somurtuş ki bıçak, nâra ki tokat; Zift dolu gözlerde karanlık kat kat... Yalnız seccâdemin yününde şefkat; Beni kimsecikler okşamaz mâdem; Öp beni alnımdan, sen öp seccâdem!

Ana rahmi zâhir, şu bizim koğuş; Karanlığında nur, yeniden doğuş... Sesler duymaktayım: Davran ve boğuş! Sen bir devsin, yükü ağırdır devin! Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!

Avlu... Bir uzun yol... Tuğla döşeli, Kırmızı tuğlalar altı köşeli. Bu yol da tutuktur hapse düşeli... Git ve gel... Yüz adım... Bin yıllık konak. Ne ayak dayanır buna, ne tırnak!

Çaycı, getir, ilâç kokulu çaydan! Dakika düşelim, senelik paydan! Zindanda dakika farksızdır aydan. Karıştır çayını zaman erisin; Köpük köpük, duman duman erisin!

Mehmed’im, sevinin, başlar yüksekte! Ölsek de sevinin, eve dönsek de! Sanma bu tekerlek kalır tümsekte! Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir! Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!

Zindandan Mehmed’e Mektup Necip Fazıl KISAKÜREK

Bir âlem ki, gökler boru içinde! Akıl, olmazların zoru içinde. Üstüste sorular soru içinde: Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu? Buradan insan mı çıkar, tabut mu?

22 • Şubat’15

Peykeler, duvara mıhlı peykeler; Duvarda, başlardan, yağlı lekeler, Gömülmüş duvara, baş baş gölgeler... Duvar, katil duvar, yolumu biçtin! Kanla dolu sünger... Beynimi içtin!

Şubat’15 • 23


Özel Sayı

Rıdvan Kaya

“28 Şubat’ın kendisi bizatihi bir suç olarak kabul edilirken, bunun failleri aranırken ve hesaba çelilirken, yaptıklarının gündeme gelmemesi, yaptıklarından dolayı mağdur edilen insanların hala mağduriyetlerinin devam ediyor olması bir çelişkidir.”

Rıdvan Kaya ile Röportaj Uğur DEMİREL

Ö

zellikle son zamanlarda vuku bulan olaylarla beraber yargılamalardaki hukuksuzluklar tekrar gün yüzüne çıktı. Siz Türkiye’de hukukun gidişatını nasıl buluyorsunuz? Türkiye’de İslami sorumluluğa sahip olan insanlar açısından bakıldığında hukukun zorbalık temelinde yükseldiğini görmek lazım. Öncesi de tartışılabilir ama özellikle cumhuriyetle birlikte İstiklal Mahkemeleri, Takrir-i Sükun ve benzeri uygulamalar bu noktada kirli bir geleneğin belki ilk temellerinin atıldığı zemini bize gösteriyor ki arkasından İstiklal Mahkemeleri’yle başlayan süreç, daha sonra Sıkı Yönetim Mahkemeleri’yle, darbelerle, darbe hukukuyla bu günlere kadar geldi. 27 Mayıs darbesinin meşhur Yassıada yargılamaları, daha sonra 12 Eylül’ün yargılamaları ve en son 28 Şubat’ta hukukun bütünüyle ayaklar altına alındığı, yargının brifinglendirildiği süreçleri

24 • Şubat’15

en azından yakın tarihte yaşadığımız süreçler olarak görmek lazım. Böyle kirli bir zeminde gelişen bir hukuk sistemi var. Dolayısıyla İslami açıdan zaten sistemden kaynaklanan temel bir çelişki olarak bu sistemle, gayri İslamiliği nedeniyle mesafemiz olmakla beraber sistemin kendi içerisinde de iddası olan hukuk devleti söylemini bütünüyle boşa çıkartan uygulamalara sahip olduğunu görüyoruz. Gayri İslami olduğu gibi, tağuti olduğu gibi aynı zamanda kendi iç tutarlılığına sahip olmayan, tamamen bir zorbalık temelinde devam etmiş ve hukukun bilinen anlamıyla evrensel ilkeleri açısından da hukuku dikkate almayan, tamamen sistemin, resmi ideolojinin, Kemalist egemenlerin ihtiyaçlarına, taleplerine ve dayatmalarına göre her dönem ayrı şekillenmiş bir hukuki zemin var karşımızda. Son süreçte Türkiye’nin görece biraz daha esnekleşen, belli noktalarda insan hakları alanında birtakım gelişmeler yaşanmasıyla beraber, son süreçlerde kısmen bunun aşılmaya çalışıldığını da görmek lazım elbette. Başladığı noktada gelmiyor ama ana eksen olarak sistemin hukuk düzeni noktasında zorbalık hukukunun hakim olduğunu söyleyebilirim. Bu zorbalıklara maruz kalarak İslami mücadeleden cezaevlerine birçok müslüman girdi.
Bu müslümanların cezaevlerinde durumları nasıl, sıkıntıları nelerdir?

Türkiye’de müslümanların cezaevi süreçleri 28 Şubat’la başlayan bir süreç değil. Biraz önce bahsettiğimiz cumhuriyetle başlayan, İstiklal Mahkemeleri, idamlar ve benzeri süreçlerle temelleri atılmış bi sistemden bahsettik. Özellikle daha yakın sürece gelecek olursak 28 Şubat’la bunun zirve yaptığını gördük. Bu süreçte çeşitli İslami örgütlere mensup olma iddasıyla yakalanan ya da İslami faaliyetlerinden dolayı yargılanan insanların büyük bir hukuksuzlukla karşı karşıya kaldıklarını hep beraber gördük. Zaten bunu çok doğal olarak görmek lazım. Üniversite kapılarında, liselerde, orta okullarda 13- 14 yaşlarındaki genç kızların başörtüsünden dolayı zulme uğradığı bir süreçte, İslami kimliğini daha açık bir şekilde bir eyleme dönüştüren müslümanların çok hukuki bir süreçle karşı karşıya almasını beklememek lazım. Bunu 28 Şubat’la başlatmıyorum. Özellikle doksanlı yılların ilk döneminden itibaren, Türkiye’de gerek Orta Doğu’daki gelişmeler gerek Türkiye’deki İslami hareketlerin artmasına bağlı olarak Kemalist sistemin, özellikle de sistemi temsil eden güçlerin ciddi bir tepki içerisine girdiklerinin ve irticaya karşı mücadele söyleminin, Atatürkçülüğe sahip çıkma söyleminin asker ve sivil bütün bürokrasiye hakim olduğunu hatta bunu sermaye ayağıyla medyada ciddi bir kampanya haline dönüştüğünü görüyoruz. Bu süreçte gerilim her alana yansıdığı gibi bizatihi yargı alanında da müslümanlara karşı zalimane kareler olarak yansıdı. Bu süreçlerde DGM’ler de işkence altında alınmış ifadeler, buradaki gayri hukuki yargılamalar neticesinde çok ağır cezalar

verildiği sadece şüphe üzerine insanların ağır bedeller ödemek durumunda kaldığını gösteriyor. Bu süreçte, örneğin DGM’ler az ceza verdiğinde, bu ceza Yargıtay’a gittiğinde Yargıtay’da bozularak en şedid şekle dönüştüğünü yaşadık Sivas Davası, İslami Hareket Davası ve buna benzer davalarda. Bu anlamda somut olarak önümüzde zaten. Bu süreç, 28 Şubat büyük ölçüde bitti bugün. Ama maalesef 28 Şubat sürecindeki İslami kimlikli insanların yargılandığı davalara yansıyan yönüyle 28 Şubat kesinlikle bitmedi, hala devam ediyor. O dönemde hukuksuz kararlarla mağdur edilen, ağır bedellere uğratılan müslümanlar maalesef hiçbir şey olmamış gibi o sürecin etkilerini hem kendi şahısları nezdinde hem de belki yakınları, aileleriyle birlikte hala yaşamaya devam ediyorlar. Yapılan yenilikler de terörle yargılandıkları için müslümanlara etki etmiyor. Maalesef. Çeşitli düzenlemeler yapıldı bu süreçte. Fakat bu bahsettiğimiz davaların birçoğundan yargılanmakta olan müslümanlar bundan yararlanamadı çünkü bu süreçlerde zaten mahkeme süreçleri, Yargıtay temyiz süreçleri tamamlanmış ve aleyhte geliştirildiği için sanki hukuk kapısı bir anda kapanmış gibi bir görüntü var. Dolayısıyla devam etmekte olan mahkemelerle alakalı yapılan düzenlemeler buradaki kardeşlerimizin davalarına yansıtılmadı. Bu durumdan mağdur olan birçok aile var. Bu konuda pek çalışma da yapılmış değil. En Şubat’15 • 25


Özel Sayı azından halleri hatırları soruluyor, ne durumda oldukları biliniyor değil. Bu hususta ne söylersiniz? Bu genel olarak müslüman tutsakların yaşadığı sıkıntının aile boyutu, bizim Türkiyeli müslümanlar olarak yeterince sahiplenmediğimiz görevlerimizin sadece bir parçası. Bu noktada bedel ödeyen insanlar maalesef var. Tabii şunu görmek lazım. Güçlü, kitlesel ve sistematik bir örgütlülük sorunu yaşadığımız için bu konu da kalıcı olarak önümüzde duruyor. Bu anlamda insanların yaşadıkları sorunları paylaşılması ve sahiplenmesi konusunda eksiklikleri olduğu gibi gündemleştirilmesi konusunda da ciddi bir zaafları var. Attığı tivit yüzünden gözaltına alınan, sadece ifade vermek durumunda olduğu için ya da haklarında tutuklama, gözaltı olmaksızın dava açıldığı için, özellikle sol yada liberal kesimden yazdıkları yazıdan veya birtakım eylemlerden tutuklanan insanların aylarca gündem olduğu bir ülkede hiçbir hukuki gerekçe gösterilmeksizin ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum edilmiş müslümanların davalarını dahi gündemleştiremiyoruz. Dolayısıyla mahkumların hem kendi yaşadıkları sıkıntılar hem ailelerinin yaşadığı sıkıntıların sahiplenilmesinden öte gündemleştirilme aşamasında dahi ciddi bir zaafla yüz yüze olduğumuzu görmek durumundayız.
 Genel ilkelerimiz bağlamında bakarsak, müslümanlar ile sistem arasında gayet tabi bir açmaz var. Batıl güçlerin, müslümanların hareket alanına etki etme girişimine baktığımızda, karşımıza makamdan ziyade zindanı tercih eden Hz. Yusuf örneği çıkar. Müslüman tutsaklar özelinde, müslüman kadrolar ile sistem arasındaki bir araya gelmez açmazları nasıl değerlendiririz? Geçmişten beri mağdur edilen cezaevlerindeki müslümanların düşünceleri, örgütlülükleri ya da eylemlilikleri hepsi ayrı ayrı tartışılabilir. Kendi zaviyemden baktığımda bunların bir kısmına katılırım bir kısmına karşı çıkarım, bir kısmını benimserim bir kısmını eleştiririm. Burada genel olarak ben şunu amaçlarım: Mevcut hukuk düzeninde kendi iddiasıyla dahi uygun düşmeyen bir yargılama süreçleri yaşandı. Örneğin firavun mantığıyla “siz müslümansınız ve bu sistemi be26 • Şubat’15

Rıdvan Kaya nimsemiyorsunuz, dolayısıyla biz sizi cezalandırıyoruz” derse sistem, ben en temelde bunu sistem açısından yanlış bulmam. Biz müslümanız, evet bu sistemi reddediyoruz, bu sistemin muhalifiyiz. Sistem de bize karşı harekete geçebilir. Fakat bu hareketi kendi belirlediği mekanizması dahilinde, hukuk çerçevesinde yapması lazım. Bu noktada kendi açısından tutarlı olması lazım. Sistem adil olmadığı gibi, haklı olmadığı gibi tutarlı da değil. Mesela işkence altında verilen ifade geçersizdir deniyor. Ama yüzlerce müslüman işkence altında verilen ifadelerden dolayı ceza aldı. Yargılama usulüyle ilgili savunma hakkının kısıtlanmaması gerekir, fakat birçok müslümanın davasında savunma hakkının hiç dikkate alınmadığını ve baştan mahkum edildiğini biliyorum. Bu noktada şunu yapabiliriz. Evet mahkemeler sonuçta Kemalist resmi ideolojiyi temsil eden kurumlar. Müslümanları kendine muhalif olarak, daha doğrusu düşman olarak görüyor. Dolayısıyla bunlara karşı bir sempati duyması mümkün değil. Onlara yakınlık duymasını da zaten beklemiyoruz. Fakat kendi sistemi içerisinde, kendi hukuk düzeni içerisinde olmayan cezalar ihdas edip Müslümanlara verdikleri cezalar elbette kabul edilemez. Sistemin kendi tutarlılığı açısından bu yargılamalarla ilgili sorun var ve biz bunu eleştirmek durumundayız. 
Bunun ötesine geçince, kendilerine değişik eylemler ve suçlar isnad edilen Müslümanlar var. Biz bir kısmına suçlandığı konuyla ilgili yakınlık duyabiliriz bir kısmına duymayabiliriz. Ama bu adaletsiz bir yargılama sisteminin mağdurları oldukları gerçeğini değiştirmez.

 Müslüman mahkumlar farklı yapıların ve farklı akılların içinden. Çok farklı düşüncelerden mahkum oluyorlar. Ama nihayetinde söylemleri ve eylemleri İslami mücadele adına. Biz müslüman tutsakları dile getirirken vahdet kavramını nereye koymalıyız?

 Burada şöyle bir zorunluluk var. Sistemin mağdur ettiği müslümanlar açısından bakıldığında ciddi bir çeşitlilik var. Birbirinden farklı yaklaşımlar olduğu gibi birbiriyle çelişen yaklaşımlara sahip müslümanların da bu noktada bir arada olduğunu görüyoruz. Ben en temelde eylemlerinden ziyade yönelimleri ve niyetlerini baz alarak

müslümanların tümünün kardeşimiz olduğu bilinciyle hareket etmek durumunda olduğumuzu düşünüyorum. Yöntem ve eylem bazındaki farklılıları ve hatta bizim tartışabileceğimiz farklılılar, eleştirebileceğimiz yaklaşımlar dahi olsa İslami kimlik ve niyetlerinden dolayı, bu farklılıların paranteze alınması gerektiğini düşünüyorum. Birinci olarak, İslami kimlikli bir hat çizme noktasında bütün müslümanları bir çizgide toplayabiliriz. İkincisi de bahsettiğimiz süreçlerde, istisnaları vardır ama büyük çoğunluğunun tamamen adaletsiz bir yargılama sonucunda mağdur edildikleri için tümünün birden savunulması gerektiğini düşünüyorum. Diyelim ki haklarında birtakım suçlar isnad edilen insanların bir kısmı o suçları işlemiş olabilirler. Fakat bu genel olarak yargılama süreçlerinde ortaya çıkan hukuksuzlukları, zulümleri, usulsüzlükleri görmezden gelmeyi gerektirmez. 
Bir de şöyle bir süreç var. Türkiye’de farklı ideolojik kimliklerden insanların çok daha sınırlı mağduriyetleri söz konusu olduğunda bile bu kadar yoğun bir kampanyaya dönüşen zulüm, insan hakları gibi söylemleri dikkate aldığımız zaman, müslümanların maruz kaldıkları bu muameleyi hepimiz açısından bir vebal olarak görmek durumundayız. 

 Peki cezaevindeki müslüman tutsaklar için sesimizi nasıl yükseltmemiz gerekiyor, neler yapılabilir?
 28 Şubat öncesinden, belki 1993-94’ten başlayan bu süreçte yargılama noktasında ortaya çıkan zulümler ve aksaklıklardan dolayı yirmi seneye yakın bir süre geçti.
Burada sadece 28 Şubat yargılamalarıyla alakalı bir gündem yapmanın hukuk mantığı açısından da çok kolay olmadığını düşünüyorum. Burada çok temel bir çelişki var aslında. Bugün Allah’a hamd olsun 28 Şubat ile alakalı olarak sıkıntıların önemli bir kısmının aşıldığını görüyoruz. Buna seviniyoruz elbette. 28 Şubat’taki zulümlerin aşılmış olması demek Kemalist ideolojinin aşılması demek değil elbette ama en azından burada öne çıkan birtakım uygulamaların ve dayatmaların ortadan kalkması halkın geneli açısından olumludur, hayırlıdır. Ve daha ötesine geçildi. 28 Şubat’ı yapan insanlar yargılanıyor, bu da çok önemli bir gelişme. Yargılanma usulüne ilişkin bazı itiraz-

larımız olabilir, onları geçiyorum. Fakat burada şunu görmek lazım; 28 Şubatçılar yargılanırken 28 Şubat’ın kendisi bizatihi bir suç olarak kabul edilirken ve bunun failleri aranırken ve hesaba çelilirken, yaptıklarının gündeme gelmemesi, yaptıklarından dolayı mağdur edilen insanların hala mağduriyetlerinin devam ediyor olması bir çelişkidir. Hem 28 Şubat’ın yargılanması hem de 28 Şubat’ın mağdurlarının mağduriyetlerinin sürmesi konusunda da bir çelişki var. Bu çelişkilerin giderilmesi lazım. Bu da tabii öncelikle hükümetin ve meclisin görevidir. Komuoyunda da hepimize düşen sorumlulular vardır ama öncelikle adım atması gereken hükümet ve meclistir. Bununla alakalı bir sıkıntı var. Fakat ben konunun, kolay olmasa da, ancak genel afla çözülebileceğini düşünüyorum. Türkiye’de sadece ‘Müslüman Tutsaklar’ diye bir başlık açamayız. Hukuk mantığı açısından buna uygun bir zemin yok. 28 Şubat süreci sadece müslümanların yargılandığı bir süreç değil. O bir dönemdi ve o dönem içerisinde farklı ideolojik kimliklerden insanlar vardı, hatta aynı suçlarla yargılanan pek çok insan vardı. Bunları ayrıştırmak çok kolay olmayacaktır. Dolayısıyla bu noktada ben, en azından mağduriyetleri giderebilecek bir çözüm olarak, genel affın bir an önce gündeme gelmesi gerektiğini düşünüyorum. Bundan hak etmeyen insanların da yararlanacak olması bence bizi çok fazla düşündürmemeli. Çünkü en temelde bu sistemin hukuk düzeninin adil ve haklı bir zemine oturmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla burada kendisine hiçbir yakınlık duymadığım, kimlik olarak da asla yan yana durmayı düşünmediğim insanların dahi bundan yararlanmaları beni bu noktada çok fazla rahatsız etmez. Çünkü bizim için aslolan, mağdur olduğunu bildiğimiz müslümanların, bir an önce bu mağduriyetlerine son verilmesidir. Sadece bunlara dönük düzenleme yapılmasını hukuk mantığı açısından mümkün görmediğimden genel affın bu konuda müslüman komuoyu tarafından da bir çözüm olarak benimsenip talep edilmesi gerektiğini düşünüyorum. 

 Teşekkür ederiz. Şubat’15 • 27


Özel Sayı

M. Bayoğlu - O. Yıldız Musa Bayoğlu

“Emniyet bilgi raporlarında ve elde edilen delillerde suç unsuru olan hiçbir şey ama hiçbir şey elde edilememesine rağmen bugüne kadar 1828 yıl ceza veriliyor.”

Musa Bayoğlu ve Osman Yıldız ile Röportaj (Köklü Değişim Dergisi Yazarları) Abdullah Yasin TOK

H

izb-ut Tahrir davaları ile ilgili görüşmek için bir araya geldik sizinle. Dolayısıyla davalara geçmeden önce Hizb-ut Tahrir’in nerede, ne amaçla kim tarafından kurulduğu, çalışma usulü olarak nasıl bir yol izlediği, nasıl bir yapısı olduğu ile ilgili bilgi verebilir misiniz? Hizb-ut Tahrir, kuruluş tüzüğünü İslam’a göre belirlemiş; “ideolojisi İslam olan siyasi bir partidir.” Hizb-ut Tahrir, “Kurtuluş Partisi” anlamına gelmektedir. Allah’ın indirdiğiyle yönetmeyi, Hilâfeti tekrar varlık sahasına geri getirmek için ümmet içerisinde ümmetle birlikte çalışmaktadır. Hizb-ut Tahrir’in kurucusu ve direklerini diken Şeyh Takiyyüddin En-Nebhani’dir. 1977 yılında Nebhani’nin vefatının ardından binanın tamamlayıcısı ve güçlendiricisi olarak Âlim Abdul Kadîm Zellûm, Hizb-ut Tahrir’in emirliğini yapıyor. Abdulkadim Zellum’un 2003 yılında vefatının ardından ise Allah’tan kendisine nusret vermesi ve liderliğini pekiştirmesi için dua edilen Usül Âlimi Atâ İbn-u Halil Ebu’r Raşta, Hizb-ut Tahrir’in emiri olmuştur. Hizb-ut Tahrir bugün için Endonezya’dan Fas’a kadar 50’ye yakın ülkede faaliyet göstermektedir. Hizb-ut Tahrir, “Sizden hayra davet eden, marufu emreden, münkerden nehyeden bir ümmet (topluluk) bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” ayetine icabet ederek İslâm ümmetini düşmüş olduğu şiddetli çöküntüden kalkındırmak ve küfür fikirleri, düzenleri, hükümlerinden, kâfir devletlerin egemenliğinden, nüfuzundan kurtarmak gaye28 • Şubat’15

siyle kurulmuştur. Hizb-ut Tahrir ümmet için kurtuluşu İslami hayatı başlatmakta görmektedir. Hizb-ut Tahrir’in çalışmasının gayesi; toplum ve hayatta uygulamak için İslami devlet olan Raşid-i Hilafet devletini kurmaktır. Hizb-ut Tahrir’i ortaya çıkaran sebep ümmetin içerisinde bulunduğu vakıadır. Eğer vakıayı iyi teneffüs edersek Hizbut Tahrir’i ortaya çıkaran sebebi daha iyi anlamış oluruz. Nebhani bu dönemi anlatırken ümmetin iki büyük sarsıntı geçirdiğinden bahseder. Özellikle ikinci büyük sarsıntıyı bizatihi kendiside yaşamıştır. Bunlar: 1) 3 Mart 1924 yılında Mustafa Kemal’in eliyle Hilafet’in kaldırılması. 2) İlk kıblemiz olan Mescid-i Aksa topraklarında İsrail’in (!) kurulması İslam ümmeti 3 Mart 1924 yılında Mustafa Kemal’in eliyle hilafetin kaldırılmasının ardından büyük bir sarsıntı yaşıyor. İslam, yönetim mevkiinden düşürülüyor. İslam’ın hükümleri devlet, toplum ve hayattan kaldırılarak böylece yönetim, yaşantı ve davet olarak İslam ile birlikte ilerlemenin ve gelişmenin yaşandığı 14 asır boyunca âleme hükmeden ve diğer halklara liderlik eden bu ümmet, imamesi kopan tespihin taneleri gibi parçalanmış oldu. Bu durum ihsası yüksek alimleri harekete geçiriyor. Hilafetin kaldırılmasıyla birlikte yaşananlar ve ümmetteki çöküş daha net görülmeye başlanıyor. Ülkelerin parçalanması, servetlerin yağmalanması, namusların çiğnenmesine varacak derecede kötülükler ve felâketler, ümmetin evlatlarını bir çözüm ara-

yışına itiyor. Ümmet bu son yüzyılda yaşadıklarını hiçbir dönemde yaşamamıştır. Geçmişte bizi taklit eden milletleri biz taklit etmeye başladık. Diğer milletlerin gerisine düştüğümüz gibi onlara bağımlı hale geldik. Aslında fazla söze gerek yok. Ümmetin içerisinde bulunduğu durum herkes için açıklama yapmaktan ve somut tanımlama yapmaktan daha net. Bu durum tartışmasız bir şekilde şu sorunun sorulmasını sağlıyor. Kurtuluş nasıl olacak? Ümmetin tekrar izzetli ve şerefli günlerine dönmesi ne ile mümkün olacak? Hilafet’in yıkılmasının bıraktığı tesir daha henüz geçmeden bu defa da ikinci büyük bir sarsıntı yaşanıyor. İslam coğrafyasının tam kalbinde İsrail (!) kuruluyor. İşte bu ikinci büyük sarsıntının ardından birçok ihtilaf ve şaşkınlık baş gösteriyor. Herkes çözümü İslam’da arıyor. Ancak İslam’a dönüş tekrar nasıl gerçekleşecekti? Nereden başlanacaktı? Maalesef birçok ihtilaf yıllarca sürüp gidiyor. Ancak kapsamlı bir çalışmanın ortaya konulamaması, bir çıkış yolunun bulunamaması, metodun sınırlandırılmaması gibi daha birçok sebep, Şeyh Takiyyüddin En-Nebhani ve ihsası yüksek Müslümanların evlatlarından birçok kişiyi problemlerden çıkış üzerinde düşünmeye sevk ediyor. Böylece Kudüs’te ince ihsaslı, faik şuurlu ve aydın fikirli Şer-i Mahkemeler Kadı’sı Şeyh Takiyyüddin En-Nebhani ve beraberindeki bir grup muhlis âlimler topluluğu,

hem Müslümanların merkezî meselesini, hem de buna yönelik şer’i köklü çözümü sınırlandırıyor. Ardından İslâmî Hilâfet Devleti’nin ikamesi ile cisimleşen şer’i çözüme varılması tamamlanmış oluyor. Böylelikle çalışmaları için lâzım olan fikir ve metot hükümlerini sınırlandıran bir topluluk veya Hizb-ut Tahrir’i kurmaları kaçınılmaz oluyor. İşte bu topluluk, Hizb-ut Tahrir oluyor. Şeyh Takiyyuddin En-Nebhani, Hicrî 4. asırdan beri ortaya çıkan partileri, hareketleri ve örgütleri titizlikle araştırıyor. Üsluplarını, fikirlerini ve yayılmadaki başarısızlık sebeplerine bakıyor. Henüz Kadılık görevini bırakmadan önce tanıdığı birçok Âlim ile bir araya geliyor. Onlarla Mısır’da görüşmeler yapıyor, Müslümanları kalkındırmak için İslam esasına dayalı bir Hizb’in kurulması gerektiğini anlatıyor. Filistin’in birçok şehrini gezerek âlimlerden ve kanaat önderlerinden bariz şahsiyetlere mayalanan bu fikrini anlatıyor. Seminerler düzenliyor, hutbeler veriyor, farklı şehirlerden birçok âlimi bir araya getirerek onlarla diyalog kuruyor ve sahih kalkınma metodunun nasıl olması gerektiği hususunu onlara zikrediyor. Yine İslami cemiyetler ile Milliyetçi-Vatancı siyasi partilerin üyeleriyle tartışmalar yapıyor. Mescid-i Aksa, İbrahim Mescidi ve birçok mescitlerde siyasi hutbeler irad ediyor. Arap yöneticilere, onların Batı ile işbirliklerine yönelik hutbeler veriyor. Yine batı’nın planlarını ifşa ediyor, Şubat’15 • 29


Özel Sayı

M. Bayoğlu - O. Yıldız tedir. Fiili işgal edilmiş Afganistan, Irak ve Suriye gibi beldelerde dahi, parti fikri ve siyasi olarak çalışmaktadır. Ancak gerek gençlerinin gerekse de canını, malını, namusunu korumak için direnenlerin mücadelenin İslami fıkha uygun olduğu sürece gerekli olduğunu söylemektedir. Hizb-ut Tahrir Türkiye’de ilk kez 1963 yılında çalışmalara başlıyor. Ortadoğu Teknik Üniversitesinde okumak için gelen Ürdün’lü Hizb-ut Tahrir üyesi Annan Ali Hamdan ve Cevat el-Haruf tarafından fikirler buraya taşınıyor. Bu dönemde çıkardığı beyanları Hükümet yetkililerine göndermesi büyük yankı uyandırıyor. Hatta o dönemde şöyle bir sözün zikredildiği söyleniyor: “Bu ‘Hilafetçiler’ nerden çıktı? Biz bunları bitirmemiş miydik?”

Osman Yıldız

Müslümanlara vaciplerini gösteriyor ve onları İslam esası üzerine partileşmeye çağırıyor. Böylece Hizb-ut Tahrir, 14 Mart 1953 Cumartesi günü itibariyle yasal bir parti haline geliyor. Ancak hükümet çok sürmeden kurucu beş üye hakkında tutuklama kararı çıkartarak İslami Parti Hizb-ut Tahrir’in kapandığını açıklayan bir bildiri yayınlıyor. Ancak Nebhani tüm bu baskılara rağmen son nefesine kadar bu hareketin yürümesi için tüm cehtini ortaya koyuyor. Ve bugün 50’ye yakın ülkede çalışmalar yapılmaktadır. Hizbut Tahrir 60 yıllık davet mücadelesinde İslami devleti kurmak için fikri ve siyasi mücadeleyi metot olarak benimsemiştir. Fikri çalışmadan kasıt İslami akideyi ve bu akideden kaynaklı şer’i çözümleri anlatmaktadır. Siyasi olarak ise Kâfir devletlerin planlarını, onların yerli işbirlikçilerinin İslam ümmetinin aleyhine planladıklarını açığa çıkarmak ve hayat ile ilgili bütün sorunlara İslami çözümleri sunmaktır. İslam devletinin kurulmasının toplumsal değişim ile köklü bir değişim ile değiştirilmesi gerektiğini düşünmektedir. Hizbut Tahrir silahlı mücadeleyi metot olarak kullanmamaktadır. Parti çalışma yaptığı tüm beldelerde fikri ve siyasi olarak çalışmalarına devam etmek30 • Şubat’15

Peki, Hizb-ut Tahrir’in terör kapsamına alınması ve yargılanmalar? Ve ilk tutuklamalar bahsine geçersek ne söylemek gerekir? Musa Bayoğlu: Hizbut Tahrir’li kardeşlerimiz önce 163. Maddeden dolayı yargılanmış, daha sonra 2003 yılında Avrupa Birliği uyum yasaları gereği düşüncenin suç olmaktan çıkarılması ile cezaevinde olan bütün kardeşlerimiz serbest bırakılmış ve mahkemeler beraat kararları vermişlerdi. Daha sonra terörle mücadele kanunu değişikliği yapılmış silahlı ve silahsız terör örgütü tanımı yapılarak Hizbut Tahrir Silahsız Terör Örgütleri kapsamına alınarak yine zulümlere başlanmıştır. Daha sonra terörle mücadele kanununun silahsız terör örgütü olamaz, silahlı terör örgütü olmalı diyerek parti gençleri silahlı terör örgütü kapsamına alınarak yargılamalara başlanmıştır. Osman Yıldız: İlk olarak 16 Eylül 1967 yılında operasyon oluyor ve Annan Ali Hamdan, Cevat el-Haruf, Ercüment Özkan, Rıza Katı ve Nihat Eskioğlu ve diğer birçok genç tutuklanıyor. “Türk kültürünü ortadan kaldırmaya teşebbüs” suçundan Annan Ali Hamdan’a 5 yıl ağır hapis ve 3 yıl Tunceli merkezde mecburi ikamet cezası veriliyor. Cevat El-Haruf’a aynı maddeden 5 yıl ağır hapis ve 3 sene Ağrı merkezde mecburi ikamet cezası veriliyor. Ercüment Özkan’a ise 4 yıl ağır hapis ve 2 yıl Bingöl merkezde mecburi ikamet cezası veriliyor. Diğer tutuklananlara da üyelikten cezalar veriliyor.

sıyla yargılanmışlar. Bu yargılanmalardaki gerekHizb-ut tahrir ile ilgili davalarda, soruştur- çe ise sadece Türkiye’de görülen bir hukuk skanmalarda Silahsız Terör Örgütü’nden Silahlı dalı olarak tarihe geçecektir. Gerekçe olarak ise “Manevi Cebir” olduğu ifade ediliyor. 2002 yılınTerör Örgütü’ne nasıl değişti? Osman Yıldız: Cumhuriyet tarihi boyun- da iktidara gelen AK Parti, Avrupa Birliği Uyum ca devlet aklı İslam’ı, hep tehdit olarak gördü. Yasaları çerçevesinde bir dizi değişikliğe gitti. 30 İslam’ı, ideolojik olarak ortaya koyan ve bu doğ- Temmuz 2003 tarihinde Terörle Mücadele Kanurultuda çalışan Hizb-ut Tahrir’i de devlet, çalış- nundaki terör tanımı değiştirilmiş ve bir örgütün maya başladığı günden bugüne hep tehdit olarak terör örgütü olabilmesi için “cebir ve şiddete” başvurması ön şart olarak kabul algıladı. Cebir-şiddet-baskı-korkutma olmamaedilmiştir. Terör tanımında sına rağmen Hizb-ut Tahrir’le yapılan değişiklik ile birlikmücadelesinde belli ayakları te yüzlerce Hizb-ut Tahrir olduğunu görmekteyiz. Hizbut Tahrir silahlı davası düşüyor. Ard arda Bunlardan bir tanesi hiç mücadeleyi metot olarak beraat kararları gelmeye başdeğişmeyen haksız, hukukkullanmamaktadır. Parti lıyor. Çünkü Hizb-ut Tahrir suz bir şekilde yargı yoluyla çalışma yaptığı tüm ile ilgili Emniyet bilgi rapormücadele ki, bugüne kadar larında Hizb-ut Tahrir’in ce1828 yıl toplam cezalar verilbeldelerde fikri ve siyasi bir ve şiddet kullanmadığına miş. Yargı yoluyla mücadele, olarak çalışmalarına devam ilişkin raporları da mevcuttu. yukarıda ifade ettiğim gibi etmektedir. Fiili işgal Peş peşe gelen beraat kararilk olarak 1967 yılında “Türk larıyla cezaevlerinde bulunan kültürünü ortadan kaldırmak” edilmiş Afganistan, Irak ve pek çok Hizb-ut Tahrir üyesi suçlamasıyla cezalar veriliSuriye gibi beldelerde dahi, Müslüman dava adamları seryor. 1980 Askeri darbesinde parti fikri ve siyasi olarak best bırakılmıştır ki, bunların ise yine Hizb-ut Tahrir’den çalışmaktadır. Ancak gerek arasında Yargıtay’ın cezalarını gençler tutuklanıyor. 19 Şuonayladığı hükümlü konubat 1982 tarihinde Sıkı Yönegençlerinin gerekse de mundaki Hizb-ut Tahrir üyetim Komutanlığı 2 Numaralı canını, malını, namusunu leri de mevcuttur. Askeri Mahkemesinde görükorumak için direnenlerin Ancak bu uygulamanın len Hizb-ut Tahrir davasında mücadelenin İslami fıkha ömrü uzun sürmüyor. Kaişlenilen “suç” şu şekilde tarif nunla olmasa bile Yargıtay edilerek cezalar hükme bağlauygun olduğu sürece gerekli kararıyla bu boşluk doldunıyor: “Laikliğe aykırı olarak olduğunu söylemektedir. ruluyor. Kanunen suç kabul devletin içtimai, iktisadi, siyasi edilmeyen faaliyetler, Yargıve hukuki temel nizamlarını dini tay kararıyla suç kapsamına esas ve inançlara uydurmak amacı ile…” Bu davada da her zaman olduğu gibi suç alınıyor. Bu dönemde silahlı ve silahsız diye Tedelili olarak Hizb-ut Tahrir kaynaklı fikri ve siya- rör Örgütleri ikiye ayrılıyordu. Hizb-ut Tahrir’i si içerikli kitap ve beyannameler gösteriliyor. 12 bu defa da “silahsız terör” kapsamına sokuyorNisan 1991 tarihinde ise yani Turgut Özal döne- lar. 2003 yılında Adana 2 Nolu DGM’sinde açıminde 141, 142 ve 163. maddeler kaldırılıyor ve lan bir dava sonucunda beraat kararı veriliyor. bunların yerine tartışmalara ve şiddetli eleştirile- Savcılık itirazı sonucunda Yargıtay’a giden dosya re konu olan “Terörle Mücadele Kanunu” kabul Yargıtay 9. Ceza Dairesinin yaptığı bir içtihatla ediliyor. Ancak Hizb-ut Tahrir’in bu kanunla ta- savcının itirazı kabul edilmiş ve mahkemenin nışması 2000 yılında oluyor. Bu yıllarda yüzlerce verdiği berat kararı kanuna aykırı olarak 19 Hizb-ut Tahrir üyesi TMK çerçevesinde “Silahsız Nisan 2004 tarihinde bozularak şöyle bir karar Terör Örgütüne üye ve yönetici olmak” suçlama- veriyor: “...Ancak örgüt bugüne kadar herhangi Şubat’15 • 31


Özel Sayı bir şiddet eyleminde bulunmamış ve amacında şiddeti öngörmediği belirlenmiş ise de, Türkiye Cumhuriyetinin anayasal rejiminin yıkılması ve yerine şeriat esaslarında dayalı bir devlet kurulması amaçlandığına göre bu amaç zaten kendi içerisinde şiddeti öngörmektedir” denilerek sanıklar cezalandırmıştır. 2006 tarihinde ise Terörle Mücadele Kanunu’nda yeni bir değişikliğe gidilmiş. Hizb-ut Tahrir üyelerinin yargılandığı 7. Madde değiştirilmiştir. Silahsız terör örgütü olmaz denilerek terör tanımında “cebir ve şiddet” şartı ön şart olarak özellikle vurgulanmıştır. Bu değişiklikten sonra Hizb-ut Tahrir’in faaliyetlerin terör kapsamında değerlendirilmemesi gerekirken mahkemelerin ve Yargıtay’ın kanaat ve ictihat kararları yine Hizb-ut Tahrir mensuplarını ağır cezalara çaptırıyor. Verilen cezaların temyiz edilmesi için dosya yine Yargıtay 9. Ceza Dairesine gidiyor bu defa da; “Raşid-i Hilafet devletinin ihdasından sonra, Hristiyan devletlere cihat yolu ile kurulan Hilafet devletine dâhil etmek amacıyla silahlı mücadelenin başlayacağı amaç edinildiği anlaşılmakta” denilerek Hizbut Tahrir bu defa da “silahlı terör örgütü” kapsamına sokuluyor. Yani; 1968: Türk kültürünü ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. 2000: Manevi Cebir kullanarak devleti yıkmaya çalışıyorlar. 2005: Türkiye Cumhuriyeti demokratik yollar ile halkın desteğini ve sempatisini kazanarak yıkılması mümkün değildir. Bunun için bir gün mutlaka şiddete başvuracaklar. Onun için Terör Örgütü kapsamında yargılama yapılması gerekir. 2008: Şu anda cebir ve şiddet kullanmıyorlar ama Raşid-i Hilafet Devleti kurulduktan sonra Hristiyanlarla savaşacaklar. Dolayısıyla o zaman silaha başvuracaklar. Eğer bunun adına hukuk deniliyorsa işte Hizb-ut Tahrir yargılamaları üzerinde uygulanan hukuk budur. Emniyet bilgi raporlarında ve elde edilen delillerde suç unsuru olan hiçbir şey ama hiçbir şey elde edilememesine rağmen bugüne kadar 1828 yıl ceza veriliyor. Hali hazırda şuanda Yargıtay aşamasında 900 yıllık bir ceza bulunmaktadır. Bu konuyla ilgili bilirkişi raporları ve gerekli olan tüm kurumlarla görüşülmesine rağmen Hükümet somut hiçbir adım atmamıştır. Hükümet dışarıyla ilgili konularda “lobi ve üst akıl’a, içerde de paralel yapı32 • Şubat’15

M. Bayoğlu - O. Yıldız ya” sorunları atarak kendisini temize çıkarmaya çalışmaktadır. Ancak Hizb-ut Tahrir gibi İslami bir partiye tüm bu hukuksuzluklar uygulanırken hükümet bunları görüyordu, neden sessiz kaldı? Ortada bir zulüm var ve bunun en büyük payı da hükümete aittir. En azından bu saatten sonra bu hukuksuzlukları ortadan kaldırmalı ve bu doğrultuda adımlar atmalıdır. Kendiniz ile ilgili suçlamalardan ve davalardan söz açmak istiyorum burada. Ama ondan önce cezaevi ile ilgili söylemek istediğiniz bir şey var mı ? Musa Bayoğlu: Kocaeli’de 22 kardeşimizden 9 kişi tutuklanmıştı. Hepimizi aynı koğuşa koydular. Hepimiz ilk defa o soğuk duvarları, demir kapı seslerini, didik didik aramaları yaşıyorduk. İlk girdiğimizde hepimiz üzgündük çünkü sevdiklerimiz arkada kalmış ve bizim için üzülmüşlerdi. Hem de mutluyduk çünkü bu bize Allah ve Resulünün (sav) vaadi olan Allah yolunda imtihandı. Demir kapı kapandığında tüm kardeşler tekbir getirerek tıpkı Ashabı Kehf misali birbirimize sarılmış ve Rabbimize sığınmıştık. Normalde F tipi cezaevine gönderilmemiz gerekirken bürokrasi bizi H tipinde 3 ay zorunlu olarak ağırlamıştı. 6 kişilik yerde 9 kişi kalıyorduk, yemekler güzel değildi, diğer mahkûmlar ile görüştürülmüyorduk ama zaman su gibi geçiyordu. Bir kardeşimiz sorumlu olmuş ve güzel bir program hazırlamıştık. Kuran okumaları, siyer, yarışmalar, özel kitap okumaları, spor gibi etkinlikler ile zamanı değerlendirmeye çalışıyorduk. Adli mahkûmlar olduğu için onlarla görüşmemiz istenmiyordu. Diğer koğuşlardaki mahkûmlar bizden kendilerine İslam’ı anlatmamızı istiyorlardı. Cezaevi müdürüne çıkarak görüşme talebimizi söylediğimizde bana “devlet sizi insanlara düşüncelerinizi anlattığınız için tutukladı, burada size müsaade edersek bu cezanın ne anlamı kalır” demişti. Maalesef kendince haklıydı. Bir gün tıraş, muayene, görüşme aralarında diğer mahkûmlarla tanışma imkânımız oluyordu. Berberde adam öldürmekten dolayı yargılanan bir mahkûm ile tanışmıştım. Sürekli sorular soruyor ve İslam’ı öğrenmek istiyordu. Beni 20 dakikada tıraş etmesi gerekirken 2 saatte tıraş ediyordu.

Yine bir gün tıraş olmak için gittiğimde 24 yıl ceza aldığını söylediğinde ben üzülmüştüm, ama o çok mutluydu. Neden mutlusun üzülmüyor musun dediğimde ise ben burada çok mutluyum demişti. Nedenini ise “ben burada Allah’ı tanıma imkânı buldum, namaza başladım, günahlardan uzaklaştım, arkadaşlara da anlatıyorum, dışarı çıkarsam dışarı bozuk beni de bozabilir” diyordu. Onunla ilk tanıştığımda İslami bir davadan dolayı cezaevinde olmaktan dolayı hamd etmiştim. Bu açıklamalarından sonra ise Allah ile birlikte olan bir kişinin nerede olursa olsun mutlu olabileceğini bir kez daha gördüm ve yine Allah’a hamd ettim. Daha sonra 5 kardeşimiz ara tahliye ile serbest kalınca bizi de Tekirdağ F tipi cezaevine gönderdiler. Orada da aynı programları yapmaya çalışıyorduk. Günler birbirini kovaladı ve ilk mahkeme ile serbest bırakıldık. Tahliye sonrası devam eden mahkeme bizi terör örgütü üyesi olarak görmüş olacak ki 7,5 yıl ceza verdi. Bu dava şu an Yargıtay’da onanmayı bekliyor. Son olarak kendi suçlamalarınızı ve davalarınızı öğrenebilir miyiz? Osman Yıldız: Hizb-ut Tahrir’e üyelik suçlamasıyla 25 Aralık 2005 tarihinde ilk defa gözaltına alındım. Ardından beş ay tutuklu kaldıktan sonra ikinci mahkemede tahliye oldum. Dosyam şuanda Yargıtay aşamasındadır. O yıllarda Hizbut Tahrir “silahsız terör örgütü” olarak görülüyordu ve bana da “silahsız terör örgütüne” üye olmaktan 3 yıl ceza istendi. Evimde yapılan aramalarda bulunan Hizb-ut Tahrir’e ait neşriyatlar, suç delilleri olarak gösterildi. Demek ki bazı “kitaplar bombadan daha tehlikeli” görülebiliyormuş. Şimdi ise Türkiye’de yasaklı hiçbir kitap kalmadı. Tabi bizim kitaplarımızda artık serbest. Ancak Yargıtay eğer bu dosyayı onaylarsa şuan serbest olan kitapların suç kabul edildiği bir yargılamadan dolayı ceza alacağım. Daha sonra 2009 yılında Köklü Değişim Dergisi adına bir konferans gerçekleştirecektik. Tüm resmi izinler alınmıştı. Pazar günü konferans yapılacaktı. Ancak cuma günü yirmi üç ilde 200 kişi gözaltına alındı. Ben o gün evimde olmadığım için beni dört ay sonra çalıştığım işyerimde tutukladılar. Ancak polis komşumla evime girip yine evimdeki kitaplarımı

Düşmanlarım bana ne yapabilir ki: Hapsedilmem

halvet; sürülmem hicret; öldürülmem ise şehadettir..”

(İmam ibni Teymiyye)

delil olarak toplamışlar. Evin her yerini dağıtmışlar. Hiç kullanılmayan bacaya bile bakmışlar. Ancak tek buldukları şey “bombadan daha tehlikeli kitap.” 2009 yılında tutuklandığımda henüz diğer dosyam sonuçlanmamıştı. Yani bir insan bir partiye bir defa üye olur. Bana ikinci defa üyelikten dosya açıldı. Bu defa da kanunun değişmesi ve Yargıtay’ın ictihadına binaen “silahlı terör örgütüne” üye olmaktan dolayı tutuklandım. Bu defa da dört ay tutuklu kaldıktan sonra ilk mahkemede yine tahliye oldum. Bu dosyam da şuanda Yargıtay aşamasında bulunmaktadır. Eğer bu iki dosyadan da cezam onaylanırsa hem “silahlı” hemde “silahsız” terör örgütüne üye olmak suçundan toplam 10 yıl ceza alacağım. Cebir yok. Şiddet yok. Ama buna rağmen ben ve diğer Hizb-ut Tahrir üyeleri, “terör” suçlamasına maruz kalırken, devletin kolluk kuvvetlerinden yargısına ve hükümete varana kadar bunlar ise terörle mücadele etmiş oluyorlar. Özellikle “terör” kavramının çok tartışmalı bir konu olduğunu belirtmekle birlikte Hizb-ut Tahrir gibi bir siyasi partiyi “terör” olarak yargılamaları tam bir akıl tutulması olarak görmek gerekmektedir. Bir kavram olarak “terör” ve “terörizm” kelimesi vakıa itibariyle aslında en çok en örgütlü yapı olan devlete uymaktadır. Nitekim bu kavram ilk

Şubat’15 • 33


Özel Sayı Fransa’da ortaya çıkıyor ve Fransa devleti ilk olarak kanun adamlarına “terörü başlatın” diye çağrı yapıyor. Toplamda devlet siyasi olarak düşman gördüklerini fiziki olarak ortadan kaldırarak aslında en büyük terörü uyguluyor. Yani bir “kavram” olarak bakıldığında siz karar verin Hizb-ut Tahrir mi, yoksa Hizb-ut Tahrir’e bu cezayı reva görenler mi terörle suçlanmalıdır? Çünkü cebir, şiddet, baskı, korkutma ve yıldırma her türlüsünü yaşadık… Musa Bayoğlu: Benim Hizbut Tahrir ile tanıştığım yıllar 2000 yıllardı. Partiyi ve fikirlerini tanıdıkça İslam’ın bir hayat nizamı olduğunu, bunun için Allah’ın dininin yeryüzünde hâkim olması için çalışma yapmanın farz olduğunu anlıyor ve İslam ümmetinin içinde bulunduğu halin değişiminin nasıl olması gerektiğini araştırıyordum. Bütün bu araştırmalarım neticesinde Hizbut Tahrir’in Kuran ve Sünnete tabi olarak İslami hayatı başlatmak için kurulmuş bir parti edindiği çalışmalar mevcuttu. Gerek bugün, gerekse de Hilafet Devleti kurulduğunda ne yapılmalı ya da ne yapılacak gibi konulara Şer’i cevapları hazırlamıştı. İslam devletinin anayasa, ceza sistemi, yönetim sistemi, akide, fıkıh usulü, iktisat nizamı ve siyaseti, eğitim nizamı ve diğer bütün konularda kapsamlı ve kuşatıcı çalışmalarının varlığı da partinin en önemli özelliklerinden birisidir. 2000-2004 yılları arasında özellikle Afganistan ve Irak işgali ile ve Türkiye’de yaşanan zulümler ile ilgili sürekli beyannameler dağıtıyorduk. Bu dağıtımlar ile toplumu bilgilendirmek ve bu zulümlere karşı bir anlayışın oluşmasını hedefliyorduk. Ancak İstihbarat bu çalışmalarımızdan rahatsız olmuş ve sürekli Hizbut Tahrir’e karşı operasyonlar yapıyordu. Gün geçmiyordu ki bir kardeşimiz gözaltına alınmasın ya da tutuklanmasın. İşte bu operasyonlarda sıra bana gelmişti. 2004 yılı Ramazan ayının ilk günü sabah namazı vaktinde onlarca polis, ellerinde silahları ile kapıyı kırarcasına çalışıyorlardı. Ayakkabıları ile girmeklerine müsaade etmediysem de evin altını üstüne getirmelerine engel olamamıştım. Beni terör ile yargılayacakları İslami kitaplarımı, partimizin kitaplarını ve sohbetler için hazırladığım notları delil olarak kaydettiler ve TEM müdürlüğüne götürdüler. 3 gün gözaltında bazen iyi 34 • Şubat’15

E. Bayazıt polisler, bazen de kötü polisler sorgularında parti idari yapısı ile ilgili bilgiler almak için yoğun çaba harcadılar. Elhamdülillah ya hayır konuş ya da sus hadisi gereği haram olan şeylerden uzak kalarak ifademizi verdik. İşin ilgin tarafı bana yapılan operasyon bir kardeşimizin Gebze merkezde beyan dağıtırken gazeteciler tarafından görüntü alınması ve bir sonraki gün bu görüntülerin manşetten suç duyurusu yapılması sonrası yapılmıştı. Bana fotoğrafları gösterdiklerinde ben bu fotoğrafların bana ait olmadığını söylesem de inandıramadım. Sen değilsen bu kim dediklerinde ise onlara “Bu sizin göreviniz, ben kim olduğunu söyleyemem.” dedim. Gözaltında olduğum son gün bu fotoğraf sana ait değil demişlerdi, ancak sorgulanmaya devam ettiler. Savcılık tutuklanmamızı istese de -takdir-i İlahi- mahkeme tutuksuz yargılamak üzere serbest bıraktı. Bu dava daha sonra takipsizlik ile sonuçlandı. 2009 yılında Köklü Değişim Dergisi İstanbul Temsilcisi olarak çalışmalara devam ettiğimiz günlerde, Temmuz ayında İstanbul Hakkı Başar Spor Kompleksinde “Müslümanların Vakıası ve Yapılması gerekenler” isimli konferans çalışmalarımızı tamamladıktan sonra konferansa 2 gün kala yine kapımızda polisleri bulduk. Konferans için bütün çalışmalar yapılmıştı ve tüm izinler valilik ve emniyetten alınmıştı. Ancak yine birileri düğmeye basmış ve Türkiye genelinde 200 kişi gözaltına alınmıştı. Benimle birlikte 20 kardeşimiz hakkında ise 2 dava birden açılmıştı. Hem dergi yazarı olmaktan, hem Hizbut Tahrir üyeliğinden dolayı. Bu sefer 4 gün gözaltında kalmıştık ve bu süre zarfında Kocaeli TEM müdürlüğünde 22 kardeşimiz ile birlikteydik. Tek fark kötü polis yok gibiydi. Tüm polisler iyi rolündeydi. Hatta bazıları bizi gözaltına almak için sabah namazlarını kaçırdıklarını söylüyorlardı. TEM müdürü ile odasında sohbet ettiğimizde bize kendisinin şeriatçı olduğunu dahi söylüyordu. Tıpkı şehit Seyyid Kutup’un, idama götürülürken imamın kendisine şahadet getirmesini telkin ettiğinde söylediği “Ben bu kelimeyi söylediğim için idam ediliyorum.” cevabındaki sahneyi yaşıyorduk. Velhasıl emniyet, savcılık ve mahkeme sürecinden sonra adalet(!) bizi terör örgütü üyeliği ile tutuklamış ve cezaevine göndermişti.

Birazdan Gün Doğacak Erdem BAYAZIT Beton duvarlar arasında bir çiçek açtı Siz kahramanısınız çelik dişliler arasında direnen insanlığın Saçlarınız ızdırap denizinde bir tutam başak Elleriniz kök salmış ağacıdır zamana O inanmışlar çağının.

Ey damarlarımızda donan buz yüzlü heykeller beldesinden Yıkıntılar sonrası sığındığım şefkat anası Ey dağları yerinden oynatan ses ey mermeri toz eden rüzgar Ey alemi donatan ışık toprağa can veren el.

Zaman akar yer direnir gökyüzü kanat gerer Siz ölümsüz çiçeği taşırsınız göğsünüzde Karanlığın ormanında iman güneşidir gözünüz Soluğunuz umutsuz ceylanların gözyaşına sünger.

Gün olur toprak uyanır uyanır böcekler Sarı bozkır titrer çıplak dağlar yeşerir gök yıkanır kirli dumanlardan Su coşar deniz kabarır canlanır ölü şehirler Yemyeşil bir rüzgar eser yıldızlar arasından.

Gün doğar rüzgar eser bulut dolanır Rahmet şarkısı söyler yağmurlar Alnınız en soylu isyandır demir külçelere Gürültü susar ses donar sevgi tohumu patlar Sessiz bir bombadır konuşur derinlerde.

Şimdi siz taşıyorsunuz müjdenin kurşun yükünü Çatlayacak yalanın çelik kabuğu Sizin bahçenizde büyüyecek Aşkın ve inancın güneş yüzlü çocuğu.

Ey bizim sabır yüklü toprağımızın kutsal ağacı Sen bize hayatsın umutsun mezarlar kadar derin Bizi tutan bir şey varsa dirilten o sensin Üzerinde uyuduğumuz yavru kuşların tüy renkli sıcaklığı. Şubat’15 • 35


Özel Sayı

Ramazan Kayan

“Allah’tan bela, musibet istenmez; ama ne zamanki başımıza geldi o zaman da en güzel şekilde sınavımızı vermek için gayret ederiz.”

Ramazan Kayan ile Röportaj Abdullah Yasin TOK

İ

slami kimliğe sahip olduğu için ceza alan Müslümanların İslami mücadeledeki konumları nelerdir? Bismillahirrahmanirrahim, önce söze İslami kimlik ve İslami mücadeleden başlamak lazım. İslami kimliğin en önemli özelliklerinden biri muhalif bir kimlik olmasıdır. Özellikle İslam’ın hâkim olmadığı sistemlerde İslami kimlik, İslami duruşunun gereği olarak mevcut olan İslam dışı sistemlere, otoritelere, paradigmaya karşı, inancının kendine yüklediği muhalif çizgiyi sürdürmeli. Tabii bu durumda statüko, İslami kimliği ve İslami hareketi kendisi için tehlikeli görerek, onu etkisizleştirmek için baskıcı tutumunu sürdürür. O baskılar karşısında İslami mücadeleden yana olanlar ya baskılara boyun eğecekler ya da tüm zorluklara rağmen çizgilerini sürdürecekler. Çizgilerini sürdürme durumunda da statükonun başvurduğu en önemli yollarda biri taciz etme, takip etme ve sonucunda tutuklama ki bu ülkede özellikle biz bunun onlarca yüzlerce örneğine tanıklık ettik. Toplu tutuklamalar, tacizler, işkenceler, baskılar, tehcirler yıllar yılı bu ülke insanının maruz kaldığı zulümlerdir. Ve en çok da İslami kimliğini net bir şekilde orta36 • Şubat’15

ya koyanların… Ancak İslami kimlik derken özellikle şunun altını çizmek lazım: İslam’ı bir hayat biçimi, düzeni olarak kabul eden ve topyekûn İslam’ı hayatına hâkim kılma mücadelesi verenler ile ilgili bu sorunlar. Yoksa Sünni İslam’ın siyasal boyutunu, ahkâm boyutunu, cihadi boyutunu, direniş boyutunu gündeme getirmeden; muhalif duruşunu ortaya koymadan bireysel bazda İslam’ı yaşamakta belki diyebilir ki sıkıntı çekmedik. Burada deminde ifade ettiğim gibi bütünselliği içerisinde İslam’ı kabul eden ve onu hayata hâkim kılma mücadelesi verenler bu türden zorluklarla, engellerle karşı karşıya kalmışlardır. Ve hâlâ bu ülkede bedel ödeyenler vardır. Tek suçları Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle “Rabbimiz Allah’tır!” demeleri. “Rabbimiz Allah’tır!” tabirini şu şekilde açıklamak lazım: Allahın hâkimiyetini esas almak. Siyasette “Hüküm Allahın’dır!”, ekonomide “Mülk Allahın’dır!”, kültürde “Söz Allahın’dır!” gerçeğinden hareketle hayatı, mücadeleyi anlamlandıranlar böyle bir tehlike altındadır. Dolayısıyla İslami kimlik aynı zamanda bedel ödemeyi, bu işin çilesini cefasını çekmeyi gerektiriyor ve bugün bu bedelleri ödeyenler aynı zamanda İslami hareke-

tin öncü kadroları olmuşlardır. Bu öncü kadrolar zamana olan şahitliklerini bunun üstüne sürdürmektedirler. Bu zorlu süreçten geçenler gerçekten Müslümanlar tarafında da önder, öncü, özne olma noktasında hak ettikleri yeri alıyorlar. Yani Müslümanların bedel ödeyenleri takdir etmede, haklarını vermede gerekli hassasiyeti taşıdıklarını söyleyebiliriz. Bu bir imtihan dünyası ve herkes verdiği imtihanla Müslümanlar nezdinde hak ettiği yeri alır. Yoksa bu iş atamayla seçimle olacak bir iş değildir. Bu fiili mücadele sürecinde insanlar kapasitelerine göre tahammüllerine, sebatlarına, metanetlerine, cesaretlerine ve ilkeli duruşlarına göre neyi hak etmişlerse ümmet bunu takdir eder ve onlara hakkettikleri konumu biçer. Bunun şu ana kadarki tarih akışı içerisinde de böyle olduğunu gördük. Dökülenler olduğu gibi, çetin süreçleri alnının akıyla çıkanlar oldu. Nitekim cezaevi süreçlerinde de yılgınlık göstermeyen, çözülmeyen, korkularına esir düşmeyen, İslam’ın izzetini temsil edebilen, vakur duruşunu en zor şartlarda sürdürebilen yiğit Müslüman kadrolar yetişti. Cezaevleri zaman zaman birer mektebe dönüştü diyebiliriz. İslami kimliğe sahip olduğu için “ceza”landırılanlara karşı diğer Müslümanların sorumlulukları nelerdir? Mücadele bir bütündür. Herkes farklı yerlerde sınavını verir. Kimi cezaevinde sınavını verirken, kimileri için de bürokraside, akademide yahut işte, piyasada bekleyen farklı imtihan süreçleri vardır. Dolayısıyla herkesin aynı imtihanı vermesi beklenemez. Bu sünnetullaha da çok uygun değildir. Yani, herkesin cezaevi sürecinden geçmesi gerekir gibi bir yaklaşımda bulunmak doğru değildir. Allah’tan bela, musibet istenmez; ama ne zamanki başımıza geldi o zaman da en güzel şekilde sınavımızı vermek için gayret ederiz. O zorlu süreçlerde tabii ki cezaevi dışındaki Müslümanların içerdekilere karşı ciddi sorumlulukları vardır. Bunu sadece Türkiye için de düşünmüyorum. İşte dün Mısır’da Rabia’da ciddi bir direniş ortaya koyan Müslümanlar bugün aynı direnişi cezaevlerinde ortaya koyuyorlar. Bu durumda dünya Müslümanlarının Mısır’daki cezaevlerinde sürdürülen o direnişi sahiplenme-

leri lazım, gündeme getirmeleri lazım. Gazze de onurlu bir direnişe tanıklık ettik ve bugün İsrail zindanlarında binlerce kardeşimiz yine dik duruşunu sürdürüyor, İslam’ın onurunu taşıyor. Haliyle sadece Gazze’nin yetimlerini, açlarını, dullarını değil; cezaevlerinin zor şartlarında eğilmeden bükülmeden davayı temsil eden kardeşlerimizi de gündemde tutmamız lazım. Biraz da mücadelenin bereketi buradan kaynaklanıyor. Nitekim Rasulullah (sav) nasıl ki kendisine vahiy gelmeden önce Hira’da belli bir kıvama, ruhi bir dinginliğe ulaştıysa, cezaevlerinin de sanki bizim Hiramız gibi ruhumuzun demleneceği, zihnimizin netleşeceği, okumalarımızın derinleşeceği ve kalp dünyamızın zenginleşeceği mekteplere dönüştüğünü biliriz. Cezaevlerinde bulunanlara karşı kanaatimce en önemli sorumluluğumuz onların yıllarca verdiği mücadeleyi devam ettirmektir. Yani onlara, “Ben ceza evinde bedel ödüyorum ama elhamdulillah uğrunda bedel ödediğim dava yürüyor” dedirtebilmektir. Hatta şehitlerimizin müsterih olabilmesi için yıllarca uğrunda verdikleri o hak davanın kendilerinden sonraki kuşaklar tarafından devam ettirilmesidir. Bu bakımdan bunu önceleyeceğiz. Diğer türlü insani ihtiyaçlarda; çocukları, hanımları onların bir emaneti olarak göreceğiz çünkü cezaevlerindeki insanlar kadar birinci derecedeki akrabaları da çile çekiyor. Çocuklar esas bedeli ödüyor, eşler bu anlamda çok zorluklar yaşıyor. Onların maruz kalabilecekleri sıkıntıları gidermeye yönelik girişimleri geciktirmemek gerekir. Peki, Müslümanlar bu sorumluluklarını şu ana kadar ne ölçüde yerine getirebildi? Dışarıdaki Müslümanların hepsini aynı kefeye koymamız doğru değil, toptancı bir yaklaşımla tasnif etmek de doğru değil. Cezaevi dışındaki Müslümanlar içinde çok imtihanını güzellikle verenler olduğu gibi, kardeşlerini unutanlar da oldu. Haliyle bu bilinci yaygınlaştırmamız gerekiyor. Unutursan unutulursun noktasına dikkat çekmek gerekiyor. Yani bugün eğer siz hatırlanması gerekeni hatırlamaz iseniz yarın siz de hatırlanmazsınız. Siz bugün Allah’ın mazlum kullarını unutursanız yarın Allah katında unutulanlardan, mahrum kalanlardan olursunuz. Ben Şubat’15 • 37


Özel Sayı isterdim ki bu duyarlılık daha üst düzeylerde ol- mağdur kalabilecekleriyle ilgili Müslümanların sun. Şu an mesela Sivas davası sanıkları hala 20 bilinçlendirilmesi gerekiyor. Yasal mücadele zeyılı aşkın süredir cezaevindeler. Adeta unutul- mininde yeterli bir bilincin var olmadığını ifade dular, terk edildiler. Yeni ideolojik hareketlerle edebilirim. Bütün İslami yapılar Mazlumder ve ilgili açılmayan dava kalmadı. Ama Sivas davası Özgür-Der gibi, bu konuyla ilgili özel çalışmamağdurları ile ilgili ne sivillerde ne de siyasiler- lar yapmalı. Çünkü öyle bir ülkede yaşıyoruz ki de ciddi bir girişimin olmadığını görmekteyiz. yarın ne olacağını kestirmek çok zor. Haliyle her Yani düşününki bir insan 20 yıldır cezaevinde. an temkinli olmalıyız. 17-25 Aralık’ta Türkiye Bunlar tamamen o günün şartlarının neticesin- direkten döndü, başbakandan tut bilmem kime de kurban seçilmiş olan insanlar. Hiçbir suçları varıncaya kadar. Dönemin başbakanı için böyle ispatlanmamış ve Cumhuriyet’in kurulduğu yıl- bir risk varsa bizim için riskin boyutlarını çok larda ceza yağdıran İstiklal Mahkemeleri’nin yeni daha fazladır. bir versiyonu gibi davranan siyasi yargı tarafından mağdur Sivas davasından 20 yılı İslami hareket davasıyla edilmişlerdir. İslami hareket aşkın süredir Müslümanlar ilgili hâlâ cezaevinde olan davasıyla ilgili hâlâ cezacezaevinde. Bunun taşralarevinde olan kardeşlerimiz kardeşlerimiz üzerinden bu da etkileri daha büyük oluüzerinden bu kadar yıl geçyor diyebilir miyiz? kadar yıl geçmiş. Onlarla miş. Onlarla ilgili de hâlâ yaEvet, daha büyük oluyor ilgili de hâlâ yapılan bir şey pılan bir şey yok. Güya yeni diyebiliriz. Özellikle İstanbul, yok. Güya yeni Türkiye’den Türkiye’den bahsediyoruz. Ankara gibi yerlerin ne de Ama eski Türkiye’den arta kaolsa medyada sesini duyurabahsediyoruz. Ama eski lan mağdurların mahkûmiyeti bilme şansı kısmen var. TecTürkiye’den arta kalan devam ediyor. Bununla ilgili rübeli hukukçular ve STK’lar mağdurların mahkûmiyeti hem siyasi iradeye düşen cidburalarda sesleri duyurabildevam ediyor. Bununla ilgili di sorumluluklar var, hem de me imkânı tanıyor. Ancak sivil toplum örgütlerine çok Anadolu’ya gittikçe polis hem siyasi iradeye düşen önemli görevler var. İslami devleti daha da güçleniyor, ciddi sorumluluklar var, hem medyaya çok iş düşüyor. Faeski alışkanlıklar daha da şidde sivil toplum örgütlerine kat bunun yeterince gündeme detleniyor. Küçük yerleşim çok önemli görevler var. getirildiğini söyleyemeyiz. Bu birimlerinde, hele ki jandarkonuda hâlâ kendi haline terk ma bölgelerinde bu dediğim İslami medyaya çok iş edilmiş unutulmuş, sayıları şeylerin çok daha şedit bir düşüyor. önemsiz olsa da az olmayan bir şekilde devam ettiğini söysürü insan var. leyebiliriz. Bu süreçleri biYine mesela Hizbu’t-Tahrir’e yönezatihi yaşadık arkadaşlarımızla, lik sürekli operasyonlar oldu, hiçbir silahlı ey- o süre zarfında Doğu’da bulunuyorduk; Malatlemleri olmadığı halde. Ama birileri onları suçlu ya’daydık. Bir örnek veriyim: 28 Şubat sürecinsandalyesine oturttuğu için aralıklarla operas- de özellikle büyük şehirlerde başörtü yasağına yon yapılıyor. İlgili ilgisiz birçok insan el-Kaide protesto gösterilerinde 2911 sayılı yasayla işlem suçlamasıyla içeri alınıp, cezaevlerinde çürütü- yapılırdı ki bu şekilde insanlar muhalefetten 1-2 lüyor. Altı ay, bir yıl alıkonulup davası beraat- gün karakolda tutulup bırakılırdı. Aynı eylem, le sonuçlanan insanların mağduriyetleri nasıl Malatya’da İnönü Üniversitesi’ne emekli Genegiderilecek bilinmiyor. Bu konuda hukukçula- ral Ömer Şarlak rektör olarak geldiğinde iki bin rımıza büyük iş düşüyor. Karakolda, savcılıkta, beş yüz tane başörtülü kızın öğrenim hayatına mahkemede haklarını nasıl arayacakları, nasıl son verdi. Bunun üzerine Malatyalı Müslümanlar bir tutum takınmaları gerektiği, nerede daha çok Cuma namazından sonra başörtü mağdurlarına 38 • Şubat’15

Ramazan Kayan destek gösterisi yaptı. Türkiye’nin diğer yerlerinde polis sadece gösteri yerini dağıtmakla yetinirken Malatya’daki eylemlerde eyleme katılanlarda şiddet, silah, sabıka kaydı, hasar olmamasına rağmen 52 kişi idamla yargılandık. 146. Maddeden savcı dava açtı. 146. Madde o zaman şunu içeriyordu: devlete toplu başkaldırı. Tabii o zamanki cezası idam idi. Avrupa’ya uyum yasaları çerçevesinde idam kaldırılınca müebbetle yargılanmış olduk. Yüzlerce kardeşimiz cezaevlerinde çürütüldü. Yüzlerce diyorum, hâlâ o davadan cezaevinde yatan kardeşim var, Bursa cezaevinde Nurettin Kayan. Dediğimiz gibi doğu ile batı arasında fark bu, Malatya pilot bölge seçildi. Ve İslami çalışmaları sindirmek için Malatya üzerinden tüm Türkiye’ye gözdağı verilmek istendi. Bu şekilde 15 ay cezaevinde kaldım. 8 yıl bilfiil cezaevinde yatan kardeşlerimiz oldu. Bu da doğudaki hukukla batıdaki hukuk arasındaki uçurumun nasıl olduğunu gösteriyor. Kardeşiniz ( Nurettin Kayan) neden ceza aldı? Bahsettiğim Malatya’daki başörtü eyleminde 28 Şubat sürencinde o eylemleri organize edenleri bir örgüt olarak yargıladılar. O örgütün dini lideri olarak bizi tutuklamışlardı. Cezaevinde de 15 ay kalmıştık. Kardeşim o sıra Bursa’da bulunuyordu. Kardeşime isnad edilen suç, örgütün dini liderine yardım ve yataklık etmek. Karde-

şimin beni evinde barındırmış olması suç teşkil etti. 3 yıl 9 ay ceza aldı. Cezası Yargıtay’da geç onandığı için hâlâ bitmedi. Güya ben örgüt lideriyim halbuki, ben sonradan beraat etmişim. Çünkü ispatlanmamış olan bir şey, ama mağduriyet devam ediyor. Türkiye’de böyle hukuk garabetleri var, hukuk adına cinayetler var, adalet adına işlenen cinayetler. Bu da 28 Şubat zihniyetinin hâlâ devam ettiğini gösteriyor. Kimileri 28 Şubat bitti dese bile, fiiller çok da bittiğini göstermiyor. Ortalık tozpembe değil. Samimi bir şekilde bu hukuksuzlukları, zulümleri gidermek için çırpınan çalışan siyasi irade var. Ama Türkiye’de yapılacak çok iş var, bugün yarın bitecek gibi görünmüyor. 28 Şubat’ta Müslümanlar genel anlamda neler yaşadı? Türkiye Cumhuriyeti’nin laik, Kemalist, despot bir yapısı var. Baştan beri halka rağmen bir devlet kurulmaya çalışıldı. Batılılaşmak adına özellikle halkın inancına ve değerlerine çok şiddetli baskılar var. Siyasi yönetimler bunda yetersiz kalınca belli periyotlarla ordu devreye giriyor. 28 Şubat da post-modern bir darbe olarak yine halkı tek tipleştirme noktasında devlete bir müdahaledir. Özellikle İslami kesimleri… 28 Şubat sürecinde Türkiye’deki İslami hareketlerin siyasal, sosyal, kültürel zeminde etkinliğini budama, İslam’ı önce sınırlama, olmadı kısırlaştırma ve

Şubat’15 • 39


Özel Sayı temelde silme politikaları güdüldü. Batı çalışma kurumu bu anlamda epey hazırlıklı bir şekilde devreye girdi. İslami yapıları besleyen tüm damarlar tek tek kesildi. İmam hatiplerin kapatılmalarından okullarda başörtü yasağına, kesilen kurbanların derilerinden Kur’an kursularına kadar, her şeye yönelik yasakçı despot baskıcı politikalar uygulandı ve bu anlamda çok ciddi mağduriyetler oldu. Haksız yere cezaevlerinde çürütülenler oldu. Sadece bizim davada haksız yere 300 den fazla insan yargılandı cezaevlerinde bekletildi. Birçok mağduriyetler peş peşe devam etti, ediyor. Vakıflarımız derneklerimiz dergilerimiz işyerlerimiz ciddi bir şekilde tahribata uğradılar. Size şunu ifade edeyim: Bizimle ilgili dosyayı açıp baktığımızda Malatyalılar örgütü suçlamasında istihbaratın bizim ile ilgili raporu şu: Bu yapının Türkiye’de herhangi bir suç unsuru oluşturacak eylemine rastlanmamıştır ama ileride suç işleme potansiyeline sahiptir.” Olasılık örgütü diye bir şey ortaya çıkmış oldu yani. Bu ülke bunları gördü bunları yaşadı. Ve bunları yapanlar dışarıdayken, mağdurlar hâlâ içeride olabiliyor. İşte bu da hukuk devleti söylemlerinin ne kadar boşlukta kaldığının göstergesidir. Diğer verdiğim örneklerde de göründüğü gibi özellikle bu işin biraz temelli olması için laik Kemalist sistemin temel paradigmasının yeniden ele alınması lazım. Böylece halkın inancını, İslami değerlerini, hassasiyetlerini göz önüne alacak yeni bir anayasa kaçınılmaz oluyor.. İnsanca yaşamı öne çıkaracak sıfırdan bir anayasa… Ceza hukuku da ona göre gözden geçirilmeli, yargı sistemi de. Ve tüm şu ana kadar olup biten birçok çelişkili şeylerden, bu halkı inancıyla yabancılaştıran tüm baskıcı şeylerden vazgeçilmesi lazım. İnsanların fıtratına dönmeleri gerekir ve ben yaratılış amacına uygun yaşamak istiyorum. Bunun önündeki tüm engellerin bertaraf edilmesi gerekir ve en büyük engel Kemalist zihniyettir, laik despot tahakkümcü resmi ideolojidir. Günümüzdeki Müslümanların bu ideolojilere karşı bakış acısı ne olmalıdır? Bu ideoloji zaten baştan beri inhitatını doldurmuştur. İnsanımızı sıkan, dar gelen bu kalıplardan kurtulmak lazımdır. Bizim o cendereye 40 • Şubat’15

Ramazan Kayan sıkışmışlıktan kurtulmamız, düzene uygun kafalar yetiştiren sistemi terk etmemiz lazım. İnsan, insan olarak kalmalı, fıtratına göre hareket etmeli ve inandığı değerlere göre bir yaşam biçimi canlandırmalı. Artık devletin toplumu terbiye etmekten vazgeçmesi gerekir. Hizmet edecek bir devlet lazım. Küçültülmüş bir devlet, her şeye müdahale eden baskıcı bir devlet değil. Bu anlamda özgürlüğün önündeki tüm engellerin kaldırılması gerekir. Devlet sorun çıktığını zaman hakem pozisyonunda olmalı, hadim devlet olmalı, hâkim devlet değil. Bu da kendiliğinden olmuyor. Toplumun bilinçlenmesiyle, hak talebiyle devletin geri adım atmasıyla olur. Yoksa kendiliğinden devlet bu reflekslerden kolay kolay vazgeçmez. Neden? Ortada büyük bir rant var. Büyük bir saltanat var ve halkın üzerinden elde edilen müthiş bir çıkar ve çıkar ilişkisi var. Siyasi ve askeri vesayetin son bulması için sivil iradenin güçlenmesi lazım. Yıllarca askeri vesayetlerden çektik. İleride bu siyasi bir vesayet olarak karşımıza çıkarsa yine bizim için yıkım olacaktır, yine bizim özgürlüklerimiz kısıtlanacaktır. Siyasi iradenin güçlenmesi ve en önemlisi örgütlenmesi gerekir. Örgütlenmeden özgürleşemezsiniz, örgütlenmeden önünüz açılmıyor, örgütlenmeden özgüven de kazanamıyoruz. Şu an örgütlü bir sessizlikle karşı karşıyayız. İşte bu sessizliğin ses bulması gerek. Hak talebi noktasında ısrarcı olmak gerek. Bu bakımdan insanların sinmişlikten, sönüklükten kurtulması gerekiyor. Bu ruhu ve aksiyonu da İslam’dan beslenerek alabilir. Haklı direniş bilincinin menşei, mebdei İslam’dır. Bu toplum zaten kendini İslam’a nisbet eden bir toplum. İslam’ı bir yaşam biçimi olarak kuşandığı zaman, hak arayışında da daha cesur adımlar atma dirayetini kuşanmış olacaktır. Cezaevlerindeki 28 şubat mağdurları için şu ana kadar ne yapmalıydık ve şu anda neler yapmalıyız? Biraz önce de ifade ettiğim gibi köklü değişimler lazım. Böyle pansuman tedbirlerle olmuyor, torba yasalarla bu iş çözülmüyor. Anayasanın toptan değişmesi lazım. Ceza yasalarının ceza infaz yasalarının topyekûn değişmesi lazım. Şu anda özellikle devlet PKK ile çok ciddi şeyle-

rin barış sürecinde pazarlığını yaparken, o pa- neler yaşadığından bihaber, orada bir ağaç için zarlıkta bizler yokuz. Sadece bu anlamda PKK, Türkiye’yi havaya kaldırıyorlar. Kuşaklar arasıneli güçlü olduğu için bir takım şeyler dayatabi- daki bu kopuş hayra alamet değil, bu bilinç kıliyor. Ama biz İslami kesim olarak bu anlamda rılması yaşanırsa özellikle geçmişle ilgili hafızalar yeterince muhatap bile alınmıyoruz. Bu yüzden silinirse yeni tuzaklar, senaryolarla karşılaşılırsa dağınık olan İslami yapıların güç birliğine gir- savunmasız yakalanıp tavır alma noktasında sımeleri lazım ve bu konuda hak taleplerinin daha kıntı yaşanır. Tarihin tekerrürü de bundan ötürü üst mercilerde değerlendirilmeleri lazım. İslami oluyor. Alabildiğine rehavet ve atalet ortamında, medya, STK’larımız cemaatlerimiz, tarikatlarımız yeni gelebilecek o şiddet zü“Bugün benim bir mağduriyelüm karşısında tedbirsiz katim yok.” anlayışıyla harelınır. Bir diğer husus; bizzat İslami medya, STK’larımız ket etmemeli. Dolayısıyla 28 Şubat’ta bedel ödemiş, bütüncül bakmak lazım illa cemaatlerimiz, tarikatlarımız acısını çekmiş insanlara bile ateşin bizim üzerimize düş“Bugün benim bir mağduriyebakıyorsunuz ki sanki o acımesini beklememek lazım. ları yaşayan kendisi değilmiş tim yok.” anlayışıyla hareket Komşuda bir ateş varsa bietmemeli. Dolayısıyla bütüncül gibi rehavete kapılabilmiş. zim de yüreğimiz yanmalı. O halde 28 Şubat özellikle Farklı ideolojilerden olabilir, bakmak lazım illa ateşin bizim şunu yapmak istemiştir: Bizfarklı dinlerden olabilir, neüzerimize düşmesini bekleleri hafızasızlaştırmak, iraderede mağduriyet ve mahrumemek lazım. Komşuda bir sizleştirmek, itibarsızlaştırmiyet varsa biz orada olmamak ve iktidarsızlaştırmak. lıyız. Zaten zorba güçler de ateş varsa bizim de yüreğimiz Bunların çoğunda başarılı düşman olarak belirledikleri yanmalı. Farklı ideolojilerden oldu. Şimdi hafızasız bir nekitleyi küçültüp atomize edeolabilir, farklı dinlerden olarek etkisizleştirme yoluna gisil ortaya çıktı. İradesiz bir bilir, nerede mağduriyet ve diyorlar. Bu anlamda küresel kuşak ortaya çıktı. İtibarsız, zulme karşı küresel bir intimahrumiyet varsa biz orada onuru yerle bir edilmiş bir fada ruhunu yeni nesillerle nesil ortaya çıktı. Bizim özelolmalıyız. Zaten zorba güçler paylaşmamız lazım. likle hafızamızı korumamız, de düşman olarak belirledikirademizi güçlendirmemiz, leri kitleyi küçültüp atomize 28 Şubat’ın Müslümanitibarımıza sahip çıkmamız, lar önünde oluşturduğu ederek etkisizleştirme yoluna iktidar noktasında da kararhandikaplar nelerdir? gidiyorlar. Bu anlamda küresel lı olmamız gerekiyor. Toplumda maalesef bir zulme karşı küresel bir intifada hafızasızlıktan bahsediliyor. Müslümanların on iki ruhunu yeni nesillerle paylaşGündemler o kadar hızlı deyıllık iktidarında halkın ğişiyor ki bugün üniversiteli mamız lazım. 28 Şubat’a bakış açısı debir gence, bir liseliye sorsak ğişmiş midir? 28 Şubat hakkında en ufak bir Son 12 yıldır 28 Şubat’la bilgisi yok. Halbuki bunu çeken onun ailesi. Anne ve babaları bunu çocuklarına anlat- yüzleşme açısında adımlar atıldı ama bunlar da, mamış, öğretmenler öğrencileriyle, cami imamı dediğim gibi, kırık dökük, yüzeysel. Cüzi ya da cemaati ile paylaşmamış. Şimdi çıkan gençliğe lokalci. Eğer köklü bir anayasa değişikliğine gidibakıyoruz sanki öyle bir facia yaşanmamış gibi! lirse, 28 Şubat ve türevleri tüm uygulamalara yöÖzellikle bu gezi olaylarına katılan insanların nelik kökten bir tutum takınılırsa, o zaman sadra yaş ortalaması 20-25. Onlara 28 Şubat’ı sorsan şifa olacak şeyler gerçekleşir diyebilirim. Ama şu hiçbiri bilmez. Yani kendinden önceki kuşağın an çok yetersiz. Şubat’15 • 41


Özel Sayı

Cevat Özkaya

“Müslümanlar ve Kürtler Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren sistemin ötekisi olarak kurgulanmıştır.”

Cevat Özkaya ile Röportaj M. Semih ÖZDEMİR

Ö

zellikle Türkiye’nin kuruluş yıllarında ve 1990’lı yıllardan itibaren sistemin müslümanlara olan algısı ve bu algıyla beraber artan, baskı ve şiddetini görüyoruz. 28 Şubat’ta bunlardan bir tanesi. Bu dönemlerde müslümanların cezaevleriyle tanışmalarını, sokak eylemlerinde pek çok sıkıntıların çekilmiş olmasını biz gençler olarak okuduk, okuyoruz ve şahit olanlarımız var. Sizler sistemin müslümanlara yönelik baskı ve şiddetiyle alakalı genç nesillere neler söylemek istersiniz? Müslümanlar ve Kürtler Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren sistemin ötekisi olarak kurgulanmıştır. Ve bunlar 1990’lara gelindiğinde de böyle devam etti. İskilipli Atıf Hoca gibi birçok insan irtica söylemiyle ve müslümanlara karşı yeni rejimin bakışıyla beraber, daha rejim kurulmadan önce yaptığı birşeyden dolayı İskilipli Atıf Hoca idam edildi. Şeyh Said, Said-i Nursi gibi insanlar İslami isteklerde bulundukları için baskı gördüler. Ama Cumhuriyet Halk Fırkasının o günlerde içindeki insanlar bile irtica ile suçlanmıştır. Niçin? Terakki Perver Cumhuriyet Fırkasının tüzüğünde bu parti itikadad-ı diniyeye hürmetkardır dediği için. Yani bağlıdır değil, hürmetkardır. Dolayısıyla İslam sistemin ötekisi pozisyonuna gelmiştir. 1930’lu, 40’lı ve 50’li

42 • Şubat’15

yıllara kadar neler olduğunu üç aşağı beş yukarı biliyoruz. Müslümanlar çok büyük kitlesel hareketler yapmadı. Ama müslümanlığını önceleyen Necip Fazıl gibi bir takım entelektüellerin sıkıntı çektiklerini biliyoruz. 1960’dan itibaren nısbi bir özgürlük ortamı meydana geldi. Bu özgürlük ortamı, yani 60 ihtilalinden sonra yeni anayasayla beraber özgürlük ortamından herkes yararlanmaya çalıştı. Bizde kitap tercümelerinin yapıldığı dönemlerdir o dönemler. Ama sol bundan çok daha aşırı bir şekilde yararlandı. Nitekim 71 darbeleri, 80 darbeleri o süreç içinde geldi. 1917 Sovyet devrimi yapıldıktan sonra Batı’nın ötekisi olarak İslam değil de, Sovyetler tarif edildi. İslam o güne kadar batının ötekisi idi. Sovyetler 1990’da yıkılınca baştan beri öteki olan İslam, Batı tarafından tekrar öteki konumuna oturtuldu. Sonra Batıcı yönetimlerin bulunduğu ülkelerde, ki Türkiye bunların başında gelenlerden bir tanesidir, müslümanlar devletin şiddetiyle karşı karşıya geldiler. Müslüman geleneğinde muhalif olmak var ama muhalefetini sol gibi kitlesel eylemlerle ortaya koymak gibi bir alışkanlık olmadığı için müslümanlardan çok büyük kitleler tutuklanmadı. Müslümanlardan tutuklananların da mesela Sivas Olayını ele alalım; Sivas Olayı 93, bu olay şuan açıkça bellidir ki özel harp ope-

rasyonu gibi bir şeydir. Bunun ortaya çıkmasına rağmen oradaki Müslümanların, eğer hala varsa hak ettikleri bir cezayı yaşamaları ama, 20 senelik bir zaman geçti. Hala içeride yatıyor olmaları açık söyleyelim bizim camiamızın bu olaylara yeteri kadar sahip çıkmadığını göstermektedir. Dergimizde Sivas olaylarından bir mektup yayınlıyoruz. Ömür boyu hiç dışarıya çıkmamak üzere alınmış bir ceza var. Bu arkadaşımızın mektubunda da var. Yani 22 yıl 2 aydır cezaevinde bu arkadaşımızın durumunu da hatırlamamız lazım. Sivas olaylarının olduğu dönemde ben Mazlumder’deydim. Ve bir heyetle beraber olayların 3 ya da 4.günü Sivas Madımak’a gittik. Orada Chp’li vekiller, alevi, sünni kim varsa mümkün olduğu kadar görüşmeler yaptık. O görüşmelerde, Sünnilerin Şii mahallerine saldırdığına dair bir takım haberler yayınlanmış olmasına rağmen, bahsedilen tarzda en ufak bir eylemin ve saldırının olmadığını aleviler kendileri de söylediler. Sivas’ın iki tane alevi mahallesi var. Sünniler oraya doğru yürümediler çünkü bu kitlesel kavgayı ateşlemek için yapılan bir şeydi. Kitlesel kavga da yapılmadı. Devlet güçlerinin çok ciddi bir şekilde orada ihmalinin olduğu açıkça ortaya çıkmış olmasına rağmen (o rapor Mazlum Der’den temin edilebilir.) Yine devlet güçleri değil de o müslüman olan insanlar ideolojik bir grup tarafından muhatap kabul edildi. Ve o insanlar bana kalırsa birçoğu haksız yere ceza yediler. Sadece müslümanlar değil, adaletsizliğe kim muhatap olmuşsa, o adaletsizliğin gereğini yapması gereken müslüman insanlar olarak bizim çok da gereğini yaptığımızı söyleyemem. Öncelikle şunu söylemek lazım; adilane bir yargılamanın olması şart olan bir şeydir. Ama yargı adilane bir yargılama yapmıyor ve işi başka türlü tutuyorsa, sol olur, sağ olur, müslüman olur, başkası olur. Adaletsizliğe muhatap olanın hakkını aramak, gerçekten insan olmanın ve müslüman olmanın bir gereği olmalıydı. Ama bizim bu işi yeteri kadar yaptığımızı söyleyemem. 1990’larda sistemin müslümanlara olan mücadelesi sert miydi? Siz o dönemi birebir yaşadınız, yorumladınız, gözlemlediniz bir

birikiminiz var. Şimdi şöyle bir soruyla açsak diye düşünüyorum. Türkiye’deki İslamcılığın biriktirmiş olduğu bir birikim vardı. Bu insan bazında da, fikir bazında, bu birikim sistemi rahatsız etti ki,28 Şubat döneminde partiler, Kuran kursları, imam hatip okulları kapatıldı. Sivas’ta pek çok insana zulm edildi. Sistemden farklı ve müstakil düşünme, sistemi çok mu rahatsız etti. Siz ne dersiniz bu konuda? Bu düşünceye katılırım, rahatsız etmiştir. Çünkü sisteme alternatif olabilecek, alternatif üretebilecek tek şey Müslümanlıktır. Müslümanlar bu işin ne kadar farkındadır, değildir o ayrı bir mesele. Ama Müslümanlık üzerinden bir cevap üretilebilir. Elbette sistem bugün birini ötekileştirecekse zaten arızi olarak araya girmiş bir Sovyet döneminden sonra sistemin tabii olarak ötekisi durumunda müslümanlar oldular. Dolayısıyla bundan rahatsız olması çok beklenir bir şeydir. Hatırlayanlar olacaktır. Umran Dergisinde 28 Şubat’ı nitelerken “Psikolojik Savaş” diye manşet attık. Mesela Kuran kursundaki çocukların, kendi çocuğumun yaşadıklarını biliyorum. İmam hatiplerde çocukların maruz bırakıldıkları durumlar. Eyüp İmam hatip’teki çocukları otobüslere doldurup ormanlık araziye bıraktılar. Bu tam anlamıyla bir psikolojik savaştır, otobüslere doldurulup boş araziye kız çocukları neden bırakılır? Doğrudan doğruya Müslüman kitleyi tahrik etmeye, kanunsuz işler yapmaya dönük işler yapan bi operasyonun adıydı. Ben bir veli olarak çocuğum ağlayarak okuldan döndüğünde bir şey yapamamanın sıkıntısını çektim. Bu da netice itibariyle bir şiddet kullanma biçimidir ve çok içsel bir şiddet kullanma biçimidir. Gelip bana bir yumruk atmış olsa birisi, o kadar şiddete maruz kalmış hissetmezdim kendimi. Bir psikolojik harp taktiği olarak bunu uyguladılar. Bir siyaseti icra etmek için de aynı zamanda bunu yaptılar: 28 Şubat öncesinde Müslümanlar genellikle Avrupa Birliği’ne tamam diyen insanlar değildi. Tabi Müslümanlığını önceleyen camia diyelim, diğerleri de Müslüman; bu Müslüman bu değil diye ayırmaya hakkımız yok. Müslümanlığını görünür kılmaya çalışan insanların yüzde sekseni doksanı Avrupa Birliği’ne girmeye karşıydı. 28 Şubat’tan sonra, Avrupa Birliği MüsŞubat’15 • 43


Özel Sayı

Cevat Özkaya

Yani yılların birikimiyle meydana gelen İslami muhalefeti veya İslami düşünceyi tüm kurumlarıyla beraber çökertmek miydi istenen? Aynen öyle. Zaten hatırlayacaksınız. Kırmızı kitapta iç düşman diye bir şey icat edildi o günlerde. Öncelikli düşman müslümanlar yani müslümanlığını önceleyenler, irtica oldu. İrtica şudur; Türkiye’de sisteme muhalefet eden müslüman özellikli insanların nitelendirilmesidir. Bir de Kürt hareketiydi. PKK o günlerde adam öldürmesine rağmen kırmızı kitapta birincil tehdit Müslümanlığı önceleyenler olmuştur. Şunu açıkça belirtmek gerekir ki 28 Şubat Müslümanlığın birikiminin siyaseti etkilediği bir süreci ertelemek veya yok etmek meselesiydi.

lukla sistemin vesayeti altında olduğunu veya farklı vesayetlerin altına girdiğini, ortaya çıkan neticelerle görüyoruz. 28 Şubat döneminde hukuk mensuplarının, hakimlerin ve savcıların gidip komutanlardan brifing aldıklarını, bunun skandal hüviyetinde bir şey olduğunu eğer bir bilgiye devletin ihtiyacı varsa yüksek mahkeme mensuplarının herhangi birileri çağırılıp bundan bilgi almaları anlaşılır bir şeydir. Ama bir yönlendirme tarzında şunu şöyle yapın, bunu böyle yapın diye yönlendirme tarzında brifing alıyorlarsa bu, adaletin son derece naif hale geldiğinin göstergesidir. Ve maalesef Türkiye’de bu vardır. 27 Mayıs mahkemelerinde ve 12 Mart 1971de ve sonraki dönemlerde de var olan bir şey. Dolayısıyla aslolan kanunla hukukun birbirine örtüşebildiği bir anayasaya kavuşmaktır. Ve vicdanıyla cüzdanı arasına sıkışmayan, vicdanıyla sistemin arasına sıkışmayan adaleti gerçekleştirmeye çalışan bir hukuk kurumunun varlığı hepimiz için önemlidir. Sağcı, solcu, müslüman veya değil Türkiye’de yaşayan insanların adalete kavuşmaları hepimiz için önemlidir. Bunun arızalı olduğunu görüyoruz.

AK Parti iktidarı döneminde de müslümanların hala içeride olduğunu görüyoruz. Üstelik bu dönemde ceza alanların, yüksek yargı tarafından da cezalarının çok ağır bir şekilde onandığını görüyoruz. Öbür tarafta PKK gibi siyasal Kürt hareketinden veya DHKPC gibi sol örgütlerden içeriye girmiş insanların az ceza aldığı ve yahut da tahliye edildikleri görülmekte. Ama gerek Malatya’daki davalara, gerek Sivas’taki davalara bakıldığında çok yüksek cezalarla cezalandırılan arkadaşların cezalarının bu dönemde onandığını ve bunların hala içerde olduğunu gözlemliyoruz. Bunları isim isim sıralamak mümkün. Zaten dergimizin diğer sayfalarında da bu isimlerden bahsediyoruz. Acaba içerdeki bu müslümanlar neden tahliye edilmediler? Veya niçin böyle ağır cezalar bu dönemde onanır? Yargıtay 9.ceza dairesi geçtiğimiz günlerde arka arkaya iki tane ağır onamalar yaptı. Biz gençlere bu konuda bir şey söyler misiniz? Türkiye’de hukukun bu adalet dağıtma mekanizmasının hep sıkıntılı olduğunu, çoğun-

Yani şunu mu anlayalım bir şey kanuni olabilir ama hukuki olmayabilir. Evet aynen öyle. Mesela Hitlerin de kanunu vardı, Stalin’in de kanunları vardı, Saddam’ın da kanunları vardı. Hepsinin kendince kanunu vardır. Ama önemli olan bunun hakka dayanıyor olmasıdır. Doğru olan şudur; yasalla hukukinin örtüşmesi. Bu da Türkiye’deki her hangi bir ideolojiye, etnisitiğe, ırka, renge göre hukukun olmaması gerekir. Türkiye’de yaşayan insanların, insan olması hasebiyle haklarının teslim edilmesi ve adaletin buna göre tecelli etmesiyle nitelememiz lazım. Bu bağlamda müslüman camianın insanları, Malatya davasıyla ilgilendiler. Salih Mirzabeyoğlu davasıyla ilgilendiler. Bunlar hakikaten çok haksız yere yargılamalarla çok uzun süre yatan insanlar oldu. Ama ilgilenilmeseydi bu daha fazla sürerdi. Yani Sivas Davasıyla gerçekten ilgilenmek lazım. 1994 yılında Sivas olaylarının olduğu sıralar bir takım avukatlar, Necati Ceylan, Muharrem Balcı gibi bir sürü insan eğer o davalara hasbi olarak müdahil olmasalardı, bu davanın Müslümanları, ikinci bir Menemen vakası olarak

lümanlar arasında meşruiyet kazandı. Böylece, Avrupa Birliği’ne karşı çıkışın bütün argümanları yok edilmiş oldu. Birçok düşünür ve yazarın da dediği gibi, 28 Şubat sadece Türkiye içinden planlanacak bir organizasyon değil, Türkiye dışının da desteğini alarak rafine bir psikolojik savaş harekatı olarak tecelli etti.

44 • Şubat’15

asılacaktı. O arada hukukçu arkadaşlarımızın ve camianın müdahil olması bu Menemen olayını engelledi. Ama bu yetmez, insanların haksız yere orda çürümelerini engelleyecek mekanizmanın da devam etmesi lazım. 28 Şubat döneminde post modern darbecileri ayakta alkışlayan cübbeli hakim ve savcıların bunların yanında yüksek mahkeme üyelerinin olduğunu okuyoruz. Sizler bunu bi zatihi yaşayarak gördünüz. Acaba bu darbeci mantığı ayakta alkışlayan insanların özellikle son yıllarda İslami hassasiyetlerini önceleyen bir siyasi iktidarla karşı karşıya getirilmek için, İslamcı ve yahut da müslümanların davalarından dolayı içine girmiş mahkumları onamaları acaba hükümete yönelik bir ders gibi algılanabilir mi? Yani hala o savcılar ve yüksek yargı üyeleri hala iktidarda mıdır? 28 Şubat döneminin yargıda önde gelen ekibinin çoğunun dağıldığını biliyoruz. Nerdeyse yirmi sene geçti. Onlar o dönemde on beş-yirmi senelik meslekteydiler. Buradaki ciddi sorun, “Siyasal iktidara böyle bir ders vermek istiyorlar mı?” sorusunun, sorulabilecek bir tereddüttün ortaya çıkması bile hukuk açısından başlı başına bir arızadır. Çünkü hepimize lazım olacak bir şeydir: Müslüman’ız veya değiliz, inanıyoruz ya

da inanmıyoruz; herkesin hukuka ihtiyacı var. Böyle bir konumda bulunması gerekirken siyasalın bu kadar etkilediğini varsaymak bile, bir arızalı durumun varlığını gösteren bir şeydir. Bu arızalı durum da maalesef Türkiye’deki hukuk macerasına dönüp baktığımızda vardır. Hukukun görevi devleti korumak değildir; vatandaşa hakkını iade etmektir, vatandaşın hakkını tanımaktır. Devleti korumak için, devletin güvenlik güçleri var. Hukuk siyaseten yapmaz işini, yapmamalıdır diye düşünüyorum. Dolayısıyla, bu sıkıntılar yaşanıyor; yaşanacak da bundan sonra maalesef. Türkiye’deki hukuk eğitiminin de çarpıklığını gösteren en güzel şeylerden biridir bu. Basından izlediğimiz kadarıyla, aynı 28 Şubat dönemindeki, özellikle yüksek yargıdaki Müslümanlara karşı duruşun (bu kısmı basından aldığım bilgilere göre değerlendiriyorum) Paralel Yapı diye adlandırılan ve yüksek yargının içerisinde bu harekete mensup olan bazı yüksek yargı üyelerinin özellikle hükümeti zayıflatmak amaçlı bazı Müslümanların davalarını onadıkları, Müslümanların uzun süreli mahkumiyetlerine sebep oldukları gibi söylemler var. Bu konuda ne dersiniz? Acaba 28 Şubat’ın farklı bir versiyonu ile mi karşı karşıyayız? Şubat’15 • 45


Özel Sayı Bu ispatlanmış bir şey değil, bir söylenti tarzında ben de duydum bu tarz şeyleri. Şu anda birtakım şahitliklerle ve basına çıkan birtakım şeylerle bu kesimdeki yetkili bazı insanların hukuk karşısında son derece duyarsız oldukları ve insanların hakları konusunda kendi örgütsel menfaatleri var olduğu zaman birtakım insanların hukuklarını çiğneyebileceklerine ilişkin bir algı var orta yerde. Asıl üzerinde durulması gereken budur. Bir hukuk adamının herhangi bir şekilde bir insanın hakkını ihlal ederek buradan örgütüne, devletine, kendisine bir menfaat devşiriyor olması, başlı başına aldığı hukuki eğitimin ve vicdani kanaatlerinin sorunlu olduğunu gösterir. Önlenmesi gereken şey budur. Bu örgütsel yapının böyle bir şey yapıp yapmadığına dair benim delillerim yok, basından okuduklarımı ve birtakım şahitlikleri biliyorum. Asıl olan dediğim gibi bir hukuk nosyonunun yeteri kadar var olmayışı ve hukukun araçsallaştırılması gibi bir olayla karşı karşıyayız. Hukuk insanlara hakkını iade edecek bir kurum olmasına rağmen, bu hakkı bir şantaj vesilesi ve bir organizasyonun, örgütün menfaatine kullanabiliyor olmak başlı başına bir faciadır. Siyasal iktidarla mücadele etme yolu bu değildir. Evet bu değildir, zaten sorun da bu. Türkiye’de siyasi parti kurmak kimseye yasak değil. Hem parti olmayacaksınız, hem de parti gibi davranacaksınız; buna kimse müsaade etmez. Siyasi iktidarla mücadele edecekseniz siyaset alanı bundan on sene öncesine nazaran çok daha geniştir. Bu geniş alanda kendinize bir yer bulacaksınız. Bunu güvenlik güçleri ve hukuk müesseseleri kanalıyla yapıyor olmak hukuki nosyonun son derece yaralandığını gösteren arızalı bir durumdur. Biraz önce Sivas ve Malatya olaylarını anlatırken özellikle bu konuyla ilgili İslami hassasiyetleri öne çıkmış avukatların olduğunu ve cemaatlerin bunlarla ilgilendiğini söylemiştiniz. Cezaevlerinde bulunan birçok Müslüman kardeşimiz, ağabeyimiz var. Müslümanlar ve cemaatler bunların özgürlüklerine kavuşabilmeleri için neler yapabilirler ve yapmalıdır46 • Şubat’15

Cevat Özkaya lar? Son yıllarda bu arkadaşların kaderlerine terk edildi gibi bir algı var. Cemaatlerin bu konuda bir miktar daha atak davranmaları gerekir mi? Çok doğru ve yerine oturmuş bir soru oldu. Öncelikle bu camialar adaletin tecelli etmesine imkan sağlayacak organizasyonlara vücut vermelidirler. Mazlumder, Hukukçular derneği gibi birtakım kurumların ilgilenmesi olmasaydı, tek tek arkadaşlarımız bunu istiyor olmalarına rağmen, Sivas davasına gidilemezdi. Bunu sadece avukat arkadaşlarımızın sırtına bırakmak da doğru olmaz. Bana kalırsa öyle bir şey yapmak durumundayız ki bu tür adaletle ve mahkemelerle sorunlu olan, yani doğru yargılama yapılmadığı için içerde uzun yıllar hapis kalan, Müslüman olsun veya olmasın bu insanların hepsinin başvurabilecekleri, bu meselelerle ilgilenecek bir yapıya ihtiyacımız var. Bu üç-beş kişinin başlı başına kurabileceği bir şey değil. Çünkü Sivas davasıyla ilgilenecekseniz bunu söylem düzeyinde götüremezsiniz. Sivas davasındaki mahkumların dosyaları incelenecektir, nerelerde arızaların olduğu tespit edilecektir. Bu bir süreç ve zaman ister. Bu işlerle profesyonel olarak uğraşacak, bu işe zamanını ayıracak insanların ihtiyaçları da karşılanarak bu adaletin tecellisine yardımcı olabilecek bir kurumun var olması şarttır. Burada genç arkadaşlarımızın yaptığı (tebrik ediyorum kendilerini), genç insanlar sorunlarla genç yaşta ilgilenmeye başladılarsa, bunu ilgi alanına getirmişlerse kamuoyunun gündemine taşıyabilmişlerse, bunu sanal alemde de burada yeni bir tartışma da başlatıyorlar demektir. Burada genç arkadaşlarımızı tebrik ediyorum. İnsanların hukuksuzluğa uğramasından dolayı meydana gelen sorunlarla genç yaşta ilgilenmeye başlamışlarsa, bu arkadaşlarımız bu konuda üzerlerine düşen görevleri yerine getiriyorlar demektir. Yaşlı ağabeyleri olarak gençlere tavsiyem şudur ki; Genç Öncüler derginizin bu sayısını müslüman tutsaklara tahsis ettiniz, bir süre sonra Türkiye’deki adalet konusunu gündeme alan müslüman olsun veya olmasın, herhangi bir suçtan ceza almış, suçlu olan veya olmayan tutsakları, hapishane mekanizmasını, adalet meka-

nizmasını inanca, dine, etnisiteye bağlı olmadan işleyebilecekleri bir sayı yaparsanız çok daha fazla insanın derdine derman olursunuz. Bu önemli bir şey olur. Siyasal suçlular var. Bu memlekette siyasal suç neden olur bilmem. Siyasal suçun kategorik olarak gündemden kalkması lazım. Terör suçu örgütsel olarak şiddete bulaşma durumlarını ayrımlayarak Türkiye’deki hapishane sistemini yargılama sistemini ortaya seren çalışmaların çok daha iyi sonuçlar üreteceği kanaatindeyim. Umut verici bir gelişme olur. Biz gençler sizin bu anlattıklarınızı daha çok kitaplardan okuyarak, medyadan izleyerek elde ettiğimiz bilgilerle biliyoruz. Son yıllarda özellikle müslüman tutsak davalarıyla ilgilenmiyoruz, takip etmiyoruz, hissetmiyoruz. Bu duyarsızlık siyasal iktidarın İslamcı kimliğine havale edilerek, müslüman tutsaklarla ilgilenmeyi diğer toplumsal olaylarda olduğu gibi siyasal iktidara pas ederek sorumluluktan kaçma durumunda olabilir miyiz? Siyasal iktidarların tavrı ülkede özgürlükçü bir iklimin olması veya olmaması gibi sonuçlar üretir. Varsayalım ki sizinle aşağı yukarı aynı istikametten gelmiş siyasi bir iktidar olsa bile iktidarlar güncel işlerle uğraşmak zorundadırlar. İktidarlar Türkiye’nin toplamındaki insanların maslahatlarıyla uğraşmak zorundadırlar. Ve bunlarla uğraşırken Türkiye gibi henüz daha nereye gideceği çok fazla ahali tarafından ortaklaşa tayin edilmemiş bir iktidar süreci yaşıyoruz görüyorsunuz. Halkın oy vermesi yetmiyor. İktidarlar acil ihtiyaçları gidermeye yönelik çalışmalar yaparken bu tip şeyleri kaçırabilirler. Sizin gibi dergiler, Mazlumder, TGTV gibi vakıflar organizasyonlar bu meseleleri spesifik olarak gündeme getirip iktidarın gündemine sokmakla görevlidirler. Şuan arkadaşlarımızın yaptığı bu konuyu siyasetin gündemine sokmak için bir kapı aralamaktır. Benim çok hoşuma gitmiyor sivil toplum kuruluşu demek ama batıda sivil toplum kuruluşlarının siyasete müdahalesi tam da böyle bir süreçtir. Arkadaşların yaptığı yeni bir kapı aralamaktı. Bir siyasi iktidara müzmin muhalif olmak nasıl bir hastalıklı hal ise bunlar bizimkilerdir her

yaptıkları doğrudur demek de aynı şekilde hastalıklı bir haldir. Çünkü her zaman doğru yapamazlar. Yapacağımız şey doğrunun ne olduğunu gösterebilir tarzda bir davranışta bulunmaktır. Mesela bu röportaj bu mahkumları tekrar gündeme alın demektir. Öncelikle Türkiye’nin adalet sorununu çözebilecek bir şey siyasetin önüne gelmelidir. Siyaset bunu gündemine almalıdır. Hakikaten adalet mülkün temelidir. Bu mülkün sağlam olması isteniyorsa adaletli bir şeklide idare edilmesi de esastır. Dolayısıyla bu konuları siyasal iktidara bırakıp rehavete düşmek, sadece oy vererek her şeyin yapıldığını var saymak yanlıştır. Tarihsel olarak örnek istenirse de Ebu Hanife döneminde İslami özellikli bir siyasi iktidar vardı. Ebu Hanife o siyasi iktidardan uzak, iktidarı uyaran kamu nezdinde otorite haline geldi. Bir kanaat önderi oldu. O günün siyasi iktidarı Ebu Hanife’yi hapse atsa da söylediklerini dikkate alan kitleler vardı. Doğruyu söylersiniz fakat doğruyu yaptırabilmek aynı zamanda arkanızda meşru bir gücün olmasıyla alakalı bir şey. Ebu Hanife’nin kitleler nezdinde ki meşruiyeti Sultan nezdinde ki gücünü meydana getirdi. Bunu da çok dikkate almak lazım diye düşünüyorum. Zannediyoruz ki biz gençlere şunu söylemeye çalışıyorsunuz. Kendinize hiçbir şekilde tetikçi seçmeyin. Kendi görevinizi başkalarına yüklemeyin. Yaptığınız işin sorumluluğunu taşıyarak yapın. Gençlere ve kendime, akranlarıma söylüyorum. Hepimizin ortak görevleri var. Gençler daha aktif, canlı ve önlerinde yaşanacak zamanlar olduğu için onlar sorumlulukları daha fazla üzerlerine alacaklarıdır. Almaları da doğrudur. Ben kendimden başlayarak söylüyorum. Türkiye’deki adalet sorunu gündeme alınmalı derken bunu gençler alsınlar değil gençler bu alanda aktif rol oynayabilirler diyorum. Bizde işin içinde gücümüzün ve imkanımızın yettiği kadar aktif bir şeklide bulunmak zorundayız diye düşünüyorum. Dergimiz adına çok teşekkür ediyoruz. Şubat’15 • 47


Özel Sayı

Necati Ceylan

İşaret Çocukları Cahit ZARİFOĞLU

“Özellikle suikastlar sonucu öldürülen kişilerin failleri bu güne kadar bulunamadı. Buna en güzel örnek “Uğur Mumcu Suikastı”dır. Ülkeyi 28 Şubat’a götürecek toplum mühendisliğinin parçasıydı. Suikastta kullanılan patlayıcı C4 ancak TSK da bulunmaktadır. Uğur Mumcu suikastı ile ilgili birçok Müslüman hiç ilgisi olmadığı halde yargılandılar, işkence gördüler, suçlu bulundular.”

Av. Necati CEYLAN ile Röportaj Furkan GENÇOĞLU

Yasin okunan tütsü tüten çarşılardan Geçerdi babam Başında yağmur halkaları Anam yeşil hırkalar görürdü düşünde Daha ilk güzelliğinde Alnını iki dağın arasına germiş Bir devin göğsüne benzer Göğsünden dualar geçermiş Çarşılar ellerinde ekmek iğneleri Cami avlularına açılan Havuz sularına kapılan çocuklar Görmeden güneşin bütün renklerini Götürmezlerdi dükkandaki babalarına Ocaktan akan kaynar yemekleri Nenelerinin koyduğu avuç taslarına Başı ve yüreği şahbaz Kaleleri ağırlayan kadınların Süslerini kemerlerini Başlarını ağırlaştıran Ağır siyah şelale saçlarını Tutunca gençleşirdi erkekler Sonra insan o ki denizde Küçük ve büyük nehirde Bedeni ıslatan afsunlu suda Önce niyet sonra yıkanırdı

48 • Şubat’15

Zaman dert getirdi sulara İçinde eski balıkların yattığı kayalar Savaşan insanların elinde İnce yontulup taşındı balta mızrak şekline Anam kanları kuruyan Kavga ayıran bir kargı elinde Kara ocağın taşlarına İşaret koydu çocuklarını Belinde gezdiren babamın Beyaz yazılarla kazandığı adları Yüreği korkuyla kuvvetlendi babamın Unutup genç gelen günleri Zamanın sürerken çektiği günleri Çetin bilmecelerle Sürdü atını şehirlere Yün ören at güden kadınlar Ormanlara tepeden eğilen toprak evlerde Küçük pencereli karanlık dar odalarda Uzaktan uzayıp gelen kurt seslerinin Uzağa çekilip giden Ayazda donan gülmeler içinde Ormanlarda süt emziren anne Unuttu gittikçe uzayan çocuğunu Hep kaçarmış şehirlerin Demir dağlarına Uyuyunca toprak beşiğimde Sahipsiz kalan Ellerimden kayan aydınlık günlerim.

1946 Bolu’da doğdum. İlk ve orta tahsili Bolu’da yaptım. 1970 yılında İstanbul Hukuk Fakültesini bitirdim. 1971-1972 yıllarında yedek subay olarak vatani görevimi ifa ettim. 1973 yılından beri serbest avukatlık yapmaktayım. 1977-1979 Millet Partisi Başkanlığı, 1988 –2000 tarihleri arası Hukukçular Derneği Başkanlığı yaptım. 1996 ve 2000 yıllarında İstanbul Barosu Çağrı Avukatlar Grubu Adayı oldum. Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı Başkanı ve Araştırma ve Kültür Vakfı’nın Başkanlığını yaptım. Birçok dernek ve vakıfta üye bulunmaktayım. Halen Uluslararası Hukukçular Birliği Genel Sekreteriyim. Sistem neden doksanlı yıllardan itibaren Müslümanların üzerinde baskılarını yoğunlaştırdı? Sistem her dönem Müslümanlar üzerine baskı kurdu, sadece doksanlı yıllarda baskı kurmadı. Bu baskı sadece Müslümanlara değil toplumun bütün kesimlerine uygulanmaktadır. Bu ülkede her on senede darbe olmaktadır. Sistem darbelerle kendinin devamını sağlamaktadır. 1960, 1971, 1980 darbeleri ve 1990 yıllarda on sene dolmuş olup darbe için ortam oluşturulması gerekiyor-

du. Barış ve huzuru bozarak yeni bir darbeye zemin oluşturmak için her türlü çareye başvurulmuştur. Söz gelimi, 5 Ocak 1990 tarihinde irticai faaliyetlere karıştıkları gerekçesiyle, Hava Kuvvetleri’ne mensup 15 subay ve astsubay ordudan atıldı.31 Ocak 1990 tarihinde Türk Hukuk Kurumu Başkanı Prof. Dr. Muammer Aksoy, düzenlenen bir suikast sonucu öldürüldü. Ve yine Mart ayında Hava Kuvvetleri’nden, ‘irtica’ nedeniyle 146 subay ve astsubayın daha ordudan ilişiği kesildi. Hürriyet Gazetesi yazarı Çetin Emeç silahlı saldırı sonucu yaşamını yitirdi. Milli İstihbarat Teşkilatı’nda (MİT) Müsteşar Yardımcılığı görevinden emekli olan Hiram Abas, suikast sonucu öldürüldü. Keza 6 Ekim 1990 tarihinde Doç. Dr. Bahriye Üçok, kargoyla evine gönderilen bombalı paketin elinde patlaması sonucu öldürüldü. Bu olayı unutmam mümkün değil. -Paketi gönderen Araştırma ve Kültür Vakfı ismine benzer şekilde yazıldığından- Bende o dönem AKV’nin başkanı idim. Ancak bu kaos ortamını oluşturmak isteyen gladyonun veya diğer adı ile ergenekonun kendi bilgileri içinde olduğundan bizim yönümüzden problem oluşmadı. Zaten saldırıyı da İslami Hareket Örgütü üstlendi! Görülüyor ki darbe ortamı oluşturmak için baŞubat’15 • 49


Özel Sayı

28 Şubat post modern bir darbedir. Yasama, yürütme, yargı ve devletin bütün kurumları bir oldu. Birlikte hareket ederek özellikle Müslümanlar hedef alındı. Müslümanların birçok temel hak ve hürriyetleri ihlal edildi. Bu ihlallere yargı göz yumdu ve alet oldu. Ben bizzat kendim yaşadım. Akit gazetesine vermiş olduğum bir beyanattan dolayı Çevik Bir, Bağcılar C.Başsavcılığı’ na gizlilik kaydı ile Av. Necati Ceylan hakkında dava açılmasını “rica” ediyor. rış ve huzur ortamını bozacak her türlü yola başvurulmuş ve özellikle Müslümanlar hedef alınmıştır. Bu bir Gladyo’dur. Bu bir Ergenekon’dur. Yargılamaların adil yapılmadığı ifade ediliyor. Buna örnek verebileceğiniz bir yargılama süreci var mı? Özellikle suikastlar sonucu öldürülen kişilerin failleri bu güne kadar bulunamadı. Buna en güzel örnek “Uğur Mumcu Suikastı”dır. Ülkeyi 28 Şubat’a götürecek toplum mühendisliğinin parçasıydı. Suikastta kullanılan patlayıcı C4 ancak TSK da bulunmaktadır. Uğur Mumcu suikastı ile ilgili birçok Müslüman hiç ilgisi olmadığı halde yargılandılar, işkence gördüler, suçlu bulundular. Bunlardan Abdülhamit Çelik ve Yusuf Karakuş, yedi yıl sonra Mayıs 2000 deki “Umut Operasyonu’’yla kamuoyuna ‘’Mumcu’’nun Katilleri’’ olarak sunuldular! Oysa Abdülhamit Çelik, ‘’-İşkence ettiler, öldürdüm dedim. Oysa olayla hiç ilgim yoktu. Cinayet günü, İstanbul’’da düğünüm vardı!’’ Üstelik Ankara’ya hiç gitmedim, diyordu. Mumcu Suikastı ile alakalı olarak toplam 629 kişinin gözaltına alındığını, bunlardan 100’’ü aşkın kişinin gördüğü işkencelerin ardından ‘’Uğur Mumcu’yu ben öldürdüm’’ demek zorunda kaldığını söylüyordu. Bir çok kişi İslami Hareket ve 28 Şubat sürecinde uydurulan ve varlığı yıllardır tespit edilemeyen “Tevhid-Selam ve Kudüs Ordusu” gibi örgütlerin yöneticisi ve üyesi olarak suçlandılar ve mahkum oldular. Sivas davası, El Kaide davası, Anadolu Federe İslam Devleti davası ve buna benzer davalarda birçok Müslüman mağdur edildi. 50 • Şubat’15

Necati Ceylan Siyasal Kürt Hareketi ve Alevi-Sol örgütlerin davalarından içeri giren mahkumlar büyük oranda tahliye edilirken, İslami davalardan içeri giren tutuklu ve mahkumların devam etmesinin sebepleri ne olabilir? Ülkemizde ister sol, ister sağ, ister etnik örgütlerin faaliyetlerinden ve gelişmelerinden sistem ve özellikle batı korkmuyor. Kendi kontrolleri altında olduğundan bir tehlike söz konusu değil. Bunu bir misalle anlatmak istiyorum. ABD Başkanı George H. W. Bush (baba Bush) 1991 yılı Temmuz ayında Türkiye ziyareti oldu. Türkiye’ye geleceği günden iki gün önce Şişli ve Ümraniye’de iki sol örgütün 3 hücre evine baskın yapılarak 11 örgüt üyesi öldürüldü. Devlet örgütleri biliyor, takip ediyor, gerektiğinde bitiriyor. Genelde milletimizin değerlerine ters düşen solcu olsun, faşist olsun, ırkçı olsun, ayrılıkçı olsun bu tip bütün oluşumlar Batı nın işine geliyor, onların arkasında duruyor. Türkiye’yi ne kadar bölerlerse, birbirine düşürürse emperyalistlerin sömürüleri o kadar kolay olur. Müslümanlar ve oluşumları sistemin ve batının sömürülerine engel teşkil edeceğini bildikleri için birçoğunu kontrol altında bulunsalar dahi ileride kendileri için tehlike olarak görmektedirler. Onun için Siyasal Kürt Hareketi ve Alevi-Sol örgütlerin davalarından içeri giren mahkumlar büyük oranda tahliye edilirken, İslami davalardan içeri giren mahkumları çeşitli sebeplerle tahliye etmemektedirler. Buna en güzel örnek Sivas mahkumlarıdır. Müslümanlara gelince değişik sebeplerle tahliye edilmemektedirler. 28 Şubatta sürecinde Müslümanların gözaltına alınması, tutuklanması yargı-asker ilişkilerine dair neler söyleyebilirsiniz? 28 Şubat post modern bir darbedir. Yasama, yürütme, yargı ve devletin bütün kurumları bir oldu. Birlikte hareket ederek özellikle Müslümanlar hedef alındı. Müslümanların birçok temel hak ve hürriyetleri ihlal edildi. Bu ihlallere yargı göz yumdu ve alet oldu. Ben bizzat kendim yaşadım. Akit gazetesine vermiş olduğum bir beyanattan dolayı Çevik Bir, Bağcılar C.Başsavcılığı’ na gizlilik kaydı ile Av. Necati Ceylan hakkında dava açılmasını “rica” ediyor. Ve ayrıca bilgi ver

diyor. Bağcılar C.Savcısı da bu emri kendisi alt bir rütbeli asker gibi soruşturmaya, ifade almaya gerek kalmadan doğrudan Bakırköy (2).Ağır Ceza Mahkemesinde dava açarak Çevik Bir’in emrini yerine getiriyor. Bana mahkemeden duruşma günü çağrı kağıdı geldiğinde kendim avukat olduğumdan müvekkillerin duruşma davetiyesi zannettim. Bir de baktım sanık Necati Ceylan diyor. Sayın savcı benim böyle bir beyanım olup olmadığını soruşturmuyor, ifademi bile almıyor. Asker emri olduğundan hemen derhal yerine getiriyor. Yargı-Asker ilişkisi böyle olduğuna göre Müslüman tutuklu ve hükümlülerde de aynı tavır sergilendiğinden şüphemiz yoktur. 28 Şubat dönemi yargılamalarındaki hukuksuzluklara Türkiye’deki hukuk camiası nasıl bir reaksiyon gösterdi? 28 Şubat sürecinde maalesef usulsüzlükler, hukuksuzluklar yapılırken yasama, yürütme ve yargı bütün kurumları ile ya bizzat kendisi yaptı,ya da göz yumdu ya da hiç bir şey olmamış gibi davrandı. Hukuk Dernekleri ve hukukçular da çok azı istisna aynı tavrı sergilediler. İstanbul Üniversitesi rektörü Kemal Alemdaroğlu YÖK kanundaki ek 17.maddeyi kanundan çıkartarak YÖK kanunu bastırarak öğrencilere dağıttı. Öğrenciler üniversiteye ve kampüslerine başı örtülü diye özel güvenlik ve polis zoru ile alınmadılar. Öğrenci okuluna girer, dersine girer eğer başörtüsü suç ise tutanakla tespit yaparsınız Disipline verirsiniz. Disiplin kurulu, okuldan uzaklaştırma disiplin cezası verirse üniversite binasına daha doğrusu üniversiteye almazsınız. Üniversiteye almamak eğitim ve öğrenimi engellemek olup suçtur. Yargıya müracaatlarımız savcılar tarafından hiç nazara alınmadı. Aynı tarzda olan İzmir Ege Üniversitesi’nde başörtülü öğrencilerin şikayet üzerine “Öğretim özgürlüğünü engellediği” gerekçesi ile öğretim üyesi 2 yıl 1 ay ceza almış olup halen ceza evindedir. Yargıda mevzuata bağlı kalan hakimlerimiz yer değiştirerek cezalandırılmışlardır. Benim bizzat başörtü ile ilgili üç davamda yürütmeyi durdurma kararı veren iki hakim yerlerinden olmuştur. Bununla da kalınmayarak adli tatilde fikri yapılarına uygun hakimleri nöbetçi yaparak yürütmeyi durdurma kararını kaldırmışlardır.

28 Şubat sürecinde Hukukçular Derneği ve Mazlum Der, hukuksuzluğa karşı mücadele vermiştir. İnsan haklarından bahseden, hak ve hukuktan bahseden sol dernekleri sahada yoktu. Bunu söylediğimizde bizi döverken sizler seyrettiniz diyerek hukuksuzluğu onlar da seyretti. 12 yıllık Ak Parti iktidarı döneminde cezaevlerindeki Müslüman tutuklu ve hükümlülerin durumunda herhangi bir değişim oldu mu? AK Parti döneminde yargıda birçok olumlu gelişmeler oldu. Bunun yanında AK parti iktidar olmasına rağmen 2010 Anayasa değişikliğine kadar iktidar olamadığını, derin güçlerin iktidar olduğunu gördük. Komisyondan çıkan kanunun tasarısını Meclise giderken yolda nasıl başka şekle dönüştüğünü hala izah edilemiyorlar. AK Partiyi 12 yıllık iktidar olarak düşünmeyelim. 2010 Anayasa değişikliğinden sonraki iktidar ve icraatlarını değerlendirmemiz daha uygun olur. Genel olarak halen cezaevlerinde bulunan tutuklu ve mahkum Müslüman kardeşlerimiz ile ilgili neler söylemek istersiniz? İslami Hareket, Anadolu Federe İslam Devleti, Sivas Davası, El Kaide, Selam, Umut, Tahşiyeciler ve buna benzer davalardan suçu olmadığı halde mahkum olan bir çok Müslüman bulunmaktadır. Bu davalarda yeniden yargılanmanın sağlanmasını dilerim. Yoksa vebal altındayız. Şubat’15 • 51


Özel Sayı

Fahri Memur

“Yani dünya emperyalizmine karşı koymayan, abdest alıp namaz kılan, etliye sütlüye karışmayan, dünya görüşü olmayan, İslam’ı tamamen dünya hayatından söküp alan, ahirete has bir din şekline getirmek için uydurdukları bir olaydı.”

Fahri Memur ile Röportaj Ali Tarık PARLAKIŞIK

C

ezaevine girme sebebi olan faaliyetleriniz nelerdi? Cezaevine girdiğim dönemde ben esnaftım, ayakkabıcılık işiyle uğraşıyordum. Cezaevine giriş sebebim esnaflık yıllarıyla alakalı değil üniversiteye başlamamla başlayan bir süreçle alakalıydı. 1980-87 yılları arasında İnönü Üniversitesi matematik bölümünde okuyordum. 1. sınıftan itibaren insanların İslam’la tanışması, İslam’ı yaşaması, İslam’la haşır neşir olmaları amacıyla çalışıyorduk. Faaliyetlerimiz insanların Allah’ı tanımaları, Allah’ın dinini tanımaları, kendilerini tanımaları, dünyaya geliş gayelerini anlamaları uğrunda çalışmaktı. Bu faaliyetlerde illegal şeyler yapma şeklinde eylemler söz konusu değildi. Sadece insanlara İslam’ı anlatmak ve yaşayarak örnek olmaya çalışmaktı. İslami faaliyetlerinizi baz alarak, size hangi suçları isnat ettiler? 28 Şubat süreci başlı başına farklı bir olay. Önce biraz ondan bahsetmek gerekir. Benim kendi düşünceme göre 28 Şubat birkaç tane generalin ortaya koyduğu bir darbe değil. Bu darbenin gerisinde yine Amerika ve Amerika’nın yıllar öncesinde Türkiye üzerinde yapmış olduğu hesapların bir neticesi. Amerika’nın “Ilımlı İslam” düşüncesini oluşturmak amacıyla “paralel yapı” dediğimiz grup eliyle gerçekleştirdiği bir

52 • Şubat’15

darbe. Çünkü daha önce askeriye eliyle yaptığı darbeler çok kalıcı olmadı. Birkaç yıl sonra halk, darbeyi yapanlarla birlikte gömdü. Amerika bütün bunları görerek özellikle “Ilımlı İslam projesi” ile Fetullah Gülen’in şahsında yeni bir darbe kurguladı ve 28 Şubat sürecinin arka planında Fetullah Gülen ile birlikte askeriye de piyon olarak kullanılarak yapılan bir darbeydi. Bu darbeyle Türkiye’deki bütün İslamcı gruplar sindirilerek “Ilımlı İslam” öne çıkarılmak istendi. Bütün insanların Gülen Cemaati’nin süzgecinden geçirilerek Amerika’nın istediği gibi bir yönetim şekli oluşturulmaya çalışıldı. Yani dünya emperyalizmine karşı koymayan, abdest alıp namaz kılan, etliye sütlüye karışmayan, dünya görüşü olmayan, İslam’ı tamamen dünya hayatından söküp alan, ahirete has bir din şekline getirmek için uydurdukları bir olaydı. 28 Şubat süreci bu şekilde başladı. Bu şekilde başlandığı için de biz sorgulanırken bizi, Türkiye’deki bütün İslami camiayı terörist olarak gösterip “silahla mevcut yönetimi değiştirmeyi amaçlayan gruplar” olarak yargıladılar. Cezaevinde nasıl muamele gördünüz? Cezaevinde iken de, sizi ve fikirlerinizi ‘tehdit’ ve ‘düşman’ olarak gördüklerini müşahede edebiliyor musunuz?

Bizim ilk tutuklanmamız 2000 yılında oldu. 28 Şubat’ın en hızlı yaşandığı dönemlerdi. O yıllarda epeyce kalabalık bir grup olarak tutuklanmıştık. Tabii ki o yıllarda 28 Şubat’ın etkisi her alanda çok yoğun bir şekilde hissediliyordu. Cezaevinde de dışarıda da insanlar korku içerisindeydi. Bu şartlarda fiilen bir baskı olmasa da psikolojik baskı sürekli vardı. Ancak cezaevine girmeden önce 7 gün Terörle Mücadele’de sorgulandığımız bir süreç vardı. Orada fiilli işkencenin her türlüsüyle karşılaştık. Bir yıl kadar cezaevinde kaldığımız dönemde ise fiili işkenceden ziyade psikolojik işkence devam etti. Daha sonraki tutuklanışım 2007 yılında oldu. Bu yıllarda paralel yapının etkisini saymazsak 28 Şubat sürecinin baskısı kısmen kırılmıştı bu yüzden bir baskı görmedik. Siz cezaevinde iken aileniz dışarıda ne durumdaydı? İrtibatınızı nasıl sağlıyordunuz? Haftada 10 dakika telefonla görüşme hakkımız vardı. Ayda bir sefer açık görüş olmakla birlikte, yarım saatten az bir saatten fazla olmamak kaydı ile haftada bir görüşümüz vardı. Bu şekilde ailemizle görüşüyorduk. 28 Şubat sürecinde ‘silah zoruyla şeriat devleti kurma’ iddiasıyla ceza aldınız. Gözaltına alınan 550 sanıktan serbest bırakılmayan

iki kişiden birisiniz. Siz cezaevinde iken; 28 Şubat sürecinin atmosferini de göz önüne alırsanız, dışarda ki Müslümanlar nasıl bir durumdaydılar? Daha önce de belirttiğim gibi biz silahlı örgüt olarak yargılandık. Bu bir kurguydu. Son zamanlarda gerek Vasad Örgütü gerek Tahşiyeciler konusunda gündeme geldi. Paralel yapının o dönemde Türkiye’deki bütün İslamcı gruplara kurmuş oldukları bir oyundu. İstedikleri delili istedikleri şekilde üretip, dosyalayıp o dosyalarda istedikleri kişileri yargılayıp ceza veriyorlardı. Bu bir kurguydu ve bunu biz de yaşadık. Dışarıda ki insanlar için de bizim için de bu bir imtihandı. Kimileri içeride imtihan verdi kimileri dışarda. Tabii ki 28 Şubat süreci bütün islami camiaya büyük bir travma yaşattı. Paralel yapı kendilerine engel teşkil edebileceğini düşündüğü her grubu iftiralarla sindirme yolunu denediler ve bu konuda büyük başarı elde ettiler. Bu sebeplerden dolayı dışarıda kendi köşesine çekilmeye karar verenler de oldu mücadelesine devam edenler de oldu. Ama bu bir süreçti, büyük kayıplar vermekle beraber inşallah bu süreci atlattık diye düşünüyorum. Eski halimizden daha iyi olacağımıza, Müslümanların aldıkları derslerle daha iyiye gideceklerine inanıyorum. 2000’li yılların başlarında olumsuzluklar olmakla beraber son yıllarda güzel gelişmelerin olduğunu düşünüyorum. Şubat’15 • 53


Özel Sayı 28 Şubat sizce amacına ulaştı mı? 28 Şubat bir Amerika oyunuydu ve bu oyunda başrolde Gülen cemaatiydi ve Fethullah Gülen inisiyatifinde piyasaya sürülen bir tezgahtı. Amaçlarının uygulanandan daha büyük olduğunu düşünüyorum ama Allah onların oyunlarını bozdu ve kendi kazdıkları kuyuya kendileri düştüler. Ama bununla beraber onlar açısından tamamen verimsiz geçti diyemeyiz. 8-10 yıllık bir süre içerisinde Türkiye’deki bütün İslami kesim sindirilerek bütün alanlar Gülen Cemaatine bırakıldı. Bunlar olurken de mevcut iktidarla birlikte başka operasyonlar da yaptılar. Balyoz ve Ergenekon gibi operasyonlarla askeri vesayet rejimine darbe vurmaya çalışıldı. Bu askeri vesayete darbe vururken aynı zamanda biz askeri vesayete karşıyız diye göstererek küstürülmüş bazı İslamcıların gönüllerini kazanmaya çalıştılar. Fethullah Gülen hareketinin bu kadar büyümesinde de bu yaklaşımları etkili oldu. Bu alanda da başarılı oldular. Ama daha sonra Ak Partiyle karşı karşıya gelmeleri 28 Şubat’ın tam anlamıyla istenilen neticeye varmadığını gösteriyor. Tahliye edilmenizden sonra; cezaevine girdiğiniz döneme göre, Müslümanların mücadele sahasında bir farklılık gözlemlediniz mi? Her dönemin kendine has mücadele şartları vardır. 80li yıllarda 12 Eylül’ün baskın olduğu dönemlerde Türkiye’nin her yerinde insanlar, yaptıkları faaliyetler yasak olmamasına rağmen mevcut baskı rejiminden dolayı yaptıkları işleri gizli tutmaya çalışıyorlardı. Şuanda televizyonlarda bile anlatılan İslam’ı ancak kapalı kapılar ardında anlatabiliyorlardı. 90lı yıllarda biraz daha demokratikleşme gerçekleşti ve o gizlilik kısmen kırıldı. Bir takım vakıflar, dernekler ve sivil kuruluşlarının öncülüğünde biraz daha aleni bir mücadele yürütüldü. 2000li yıllarda gizlilik ortadan kalktı hatta bu faaliyetleri devlet kurumları bile yapar hale geldiler. Mücadele şartları değiştiği için bizim içeri girdiğimiz zamanla çıktığımız zaman arasındaki farklılıkları ben buna yoruyorum. O günün şartlarında yapılacak şeyler en iyi şekilde yapıldı. Bugünün şartlarında yapılması gereken şeylerde daha aleni daha şeffaf, daha kalabalık kitlelere hitap edilecek şekilde 54 • Şubat’15

Fahri Memur yapılıyor. Bu yüzden ben geçmişte daha az şey yapıldı ya da yanlış şeyler yapıldı diyemem. O günün okuması ne gerektiriyorsa onu yapmıştık. Bugün de ne gerekiyorsa o yapılmaya çalışılıyor. Mekke’de Medine dönemini yaşayamazsınız, Medine’de de Mekke dönemini yaşayacağım diye kafanızı kuma gömemezsiniz. Günün şartlarına göre mücadelenin şekli de değişebilir. Yakın bir zamanda denetimli serbestlik statüsünde tahliye edildiniz. Ergenekon ve Balyoz davalarından yargılananların bile serbest kaldığı Türkiye’de, ülkenin gerçek sahipleri olan Müslümanların hala içerde bulunmalarını göz önüne aldığınızda neler söylemek istersiniz? Ülkenin gerçek sahipleri Müslümanlar mı? Ya da Müslümanlar kendilerini ülkenin gerçek sahipleri olarak görüyorlar mı?, bu ülkeyi gerçekten sahiplenebiliyorlar mı? Bunlar tartışılması gereken meseleler. Ancak Balyoz ve Ergenekon davasından tutuklananlar paralel yapının planı dahilindeydi. Gider ayak serbest kalanlar da bir plan dahilinde serbest bırakıldı. Zaten şuan bu davalardan serbest kalan insanlarla kol kola olmaları bu düşünceyi destekliyor. Ben yargı üzerinde hükümetin çok etkili olduğunu düşünmüyorum. Bu yüzden Müslümanların tutuklanmalarında ve hala içeride olmalarında hükümetten ziyade paralel yapının sorumlu olduğunu düşünüyorum. Hatta bizim 2012 yılında yeniden yargılanma için bir müracaatımız olmuştu ve bu müracaatın her aşamasında paralel yapının yargıdaki etkin kişileri tarafından engellendik. Yeniden yargılanmamızın önü onlar tarafından tamamen kapatıldı. Hükümet orijinal ve güzel kanunlar çıkarıp bunun önüne geçebilirdi belki ama yapamadılar. İktidara gelmesinde Müslümanların da oylarının çok büyük etkisi olan bir partinin iktidarı döneminde Müslümanların hala cezaevinde bulunuyor olmaları, ‘Cumhuriyet idaresinin kurulduğu günlerden bu yana Müslümanların hala istenmeyen unsur olduklarını gösterir.’ yorumu sizce doğru mu? Bu yorum kısmen doğru olsa da bahsettiğim gibi iktidarın yargı alanında yeterince muktedir

olduklarını düşünmüyorum. Gün geçtikçe yargıdaki etkinliklerini artırıyorlar ama devlet aygıtına henüz tamamenhakim olduklarına inanmıyorum. Genel olarak Türkiye’de cezaevi şartları ile ilgili neler söyleyebilirsiniz? AB uyum yasaları çerçevesinde cezaevi koşullarında bazı değişikliklerin yapıldığı aşikar, peki sizce bu değişiklikler yeterli mi? Türkiye’de cezaevleri konusunda hala yapılması gereken, düzenlenmesi gereken meseleler var mı? Nelerdir? AB uyum yasaları ile yapılan değişiklikler güzel değişikliklerdi. Ancak bu düzenlemeler AB uyum yasası için değil ‘İnsanlık Yasası’ için insana insanca muamele etmek için yapılmalıydı. Bu hükümet döneminde bazı güzel düzenlemeler oldu ama tabii ki yeterli değil. Hatta bazı düzenlemeler yapılırken birçok şey göz ardı edilerek yapıldı. Bu yüzden yeterince verimli olduğu kanaatinde değilim. Ama bunlarla beraber 2000’li yıllardaki cezaevi şartları ile 2010’lu yıllardaki cezaevi şartları tabii ki aynı değil. Örneğin birçok alanda sosyal faaliyetler yürütülüyor. Bizim kaldığımız cezaevinde 35’in üzerinde kurs vardı. Dil, bilgisayar, el sanatları gibi birçok farklı alanda kurslar vardı. Bu kurslar mahkumun psikolojisinde olumlu etkiler bırakıyordu. Müslümanların, cezaevindeki kardeşlerine yönelik hassasiyetlerini yeterli görüyor musunuz? Bu soruya Müslümanları genelleyerek cevap vermek bence doğru olmaz. Bu konuda aşırı hassasiyet gösteren Müslümanlar da var, yeterince hassas olmayan Müslümanlar da var. Cezaevindeki Müslümanlara karşı hassasiyet göstermek bence bir imtihandır. Bu imtihanda da başarılı olanlar da var başarısız olanlar da. Sistem ve Müslüman kimlik perspektifinden baktığınızda ilkelerin yüceliği sizce hala belirleyici olan mı? ‘Sistem’e ‘karşı tavır’ konusunda Müslümanlar tevhid, vahdet gibi islami ilkeleri/kıstasları ahenkli bir şekilde ışıldatabiliyorlar mı? Allah’ı birlemek, sadece O’na kul olmak, sadece onu Rab edinmek bizim yıllardır hedefle-

diğimiz şey buydu. Atılan her adım da bu amaç çerçevesindeydi. Bunu gerçekleştirebildik mi diye sorarsak kısmen bazı insanlar kendi benliklerinde gerçekleştirebildi. Ama toplum olarak bu hedefin çok gerisindeyiz. Cezaevlerindeki menfi durumlara karşı Müslümanların yeterli tavra sahip olduklarını düşünüyor musunuz? Neden? Gerek cezaevinde gerek cezaevi dışında menfi durumlara karşı Müslümanların yeterince tepki koyduklarını düşünmüyorum. Sadece cezaevine has bir durum değil. Hayatın bütün kesimlerinde gördüğümüz olumsuzluklara karşı ciddi anlamda bir tavrımız söz konusu değil. Müslümanlar bu konuda yeterli düzeyde bir bilince sahip değiller. Burada konuşulması gereken sadece cezaevi sorunları, sadece Müslümanların sorunları ya da bir etnisitenin sorunları değil nerede bir zulüm varsa Müslümanların bu zulmü ortadan kaldırmak için mücadele etmesi gerekir. Fakat Müslümanlar hiçbir zaman bu konuda yeterli düzeye gelmedi ve kısa sürede de geleceğimizi zannetmiyorum. Bunun nedeni olarak somut bir şey söyleyemem. Bu konuda toplum olarak yeterince duyarlı değiliz. Mesela kategorize edersek sol kesimin bu konularda daha bilinçli olduğunu düşünüyorum. Baskılara karşı onlar biraz daha fazla direnç gösteriyorlar ya da öyle görünüyorlar. Fazla yeterli olmasalar da, bir şey elde etmeseler de bu uğurda mücadele verdiklerini, İslami kesimin bu konuda çok geride olduğunu görüyoruz. İslami mücadelenin mekânlar ve zamanlar üstü bir mücadele oluşunda; cezaevlerinin, mücadelenin önünde engel olmazlığı, hakkında neler söyleyebilirsiniz? Bu mücadelede cezaevinde olmak, bir kurum da çalışıyor olmak ya da bir belde de yaşıyor olmak bir şey değiştirmez. Bu cihanşümul bir mücadeledir. Kişi hangi yerde hangi durumda, hangi statüde olursa olsun bu mücadelenin içinde yer alıyor olması lazım. Cezaevindeki insanın da kendi şartları içinde mücadeleye devam etmesi gerekir. Şubat’15 • 55


Özel Sayı

Muharrem Balcı

“Hakk, hakkın raci olduğu yaratıcı tarafından insanlara bahşedilmiştir. İnsan bu haklara doğuştan sahiptir ve bu haklar için herhangi bir merciden izin almak zorunda değildir. Hiçbir merci ve makam bu hakları kendi zilyedinde, envanterinde tutamaz.”

Av. Muharrem Balcı İle Röportaj Furkan GENÇOĞLU

S

orulara Hak kavramı ile başlayarak; Hak nedir? Neyin hak olduğu ‘salt insana’ bırakılabilir mi? Hak verilir mi / alınır mı? Hakk, Arapça bir kavram olup, lügat itibariyle asıl olan, sabit olan, doğru olan, adalet, herkesin meşru iktidarı, bir şey üzerinde malikiyet, emek, pay ve din gibi anlamlara sahiptir ve bütün bu anlamlar insanla ilişkilidir. Aynı zamanda “hakk”ın yukarıda verdiğimiz anlamları “kesinlik”, “doğruluk” ve “genellik” içerir. Bu yönüyle hakk kavramı, herkes tarafından aynı şekilde değerlendirilmesi gereken bir kavramdır. Hakkın tanımından yola çıkarak kolaylıkla söyleyebiliriz ki, hakk asıl, sabit, meşru iktidar, malikiyet, din gibi anlamları itibariyle sadece kendisine mutlaklık izafe edilebilen bir varlığa, mutlak kudret sahibi olan, onu yaratana ıtlak edilebilir. Pozitif hukuk sistemlerinde ise hak; “Bireye (kişiye) çıkarlarını karşılamak amacıyla hukuk düzeninin tanıdığı irade gücü ya da hukuksal güç” olarak tanımlanmaktadır. Pozitif hukukta hak, ancak bir hukuk sistemi içinde kabul edilebilir. Günümüz Pozitivist hukukunu doğuran ve geliştiren Kişisel Haklar Öğretisi’dir. Bu öğretiye göre insan sadece birey değil, toplumun da bir parçası, üyesidir. Hakları ve yükümlülükleri, ilişkide olduğu toplum içinde ve toplum tarafından belirlenir.

56 • Şubat’15

Bir başka ifadeyle insanların hakları, ödevlerinin karşılığı olarak tanımlanır. Buradan, pozitif hukuk sistemlerinde hakkın gerçek sahibinin dikkate alınmadığı, insanın kendinden menkul ve hukuk sistemi tarafından verili haklara sahip olduğu anlaşılır. Pozitif hukuk sistemleri insanı birey olarak değil, hukuk sisteminin tanıdığı ‘kişi’ olarak kabul eder. Dolayısıyla kişi olarak ele alınan varlığın (bireyin) tanınmış hakları ve yüklenmiş yükümlülükleri vardır. Çoğu zaman da yükümlülükleri haklarının önünde gelir. Bu yönüyle pozitif hukuk sistemlerinde hakkın ‘toplum (onu temsilen yönetim) tarafından verilebilen’ değer olduğu kabul edilmektedir. Dolayısıyla hukuk sistemi kişiye haklarını verebildiğini iddia edebilmekte, bu kabule göre de hakları düzenleyebilmektedir. Tabiî Hukuk Öğretisi’ne göre; Birey hak sahibidir ve özgürdür. Özgürlüğü hak sahipliğinden de önce gelir ve doğuştandır. O halde bireyin hak sahipliği tanınmalı, özgürlük durumu hukuksal forma kavuşturulmalıdır. Bu görüş, tarih boyunca var olagelmiş, fakat uygulama alanını bulamamış, zihinlerde kalmaya mahkûm olmuştur. Zira bireysel özgürlüklerin kişiye göre değişebilirliği, bir hukuk düzeni oluşturmanın zorluğunu beraberinde getirmektedir. Bu nedenle Tabii Hukuk

Öğretisi, hiçbir zaman bir hukuk düzeni kuramamış, sadece insanların gönüllerinde bir ide, bir özlem olarak kalmış, bazen de elde edilmesi için bir aktivizm gerekliliği oluşturmuştur. Tabii hukukçuların Pozitif hukuka yaptıkları eleştiri ise; insanın sadece hukukun tanımladığı bir değer, “kişi” olarak ele alındığında, artık insana doğuştan bir takım haklar tanımanın da hiçbir anlamı kalmayacağı, kişinin insan hakları adına ileri süreceği her isteğin, devletin imkânlarıyla sınırlanacağı, bu durumda da geleneksel anlamda bir haktan söz edilemeyeceği yönündedir. Tarihi seyir içerisinde, hakların toplum/devlet imkânları ile sınırlı olabileceği yaklaşımı hak ve hürriyetlerin çok kolay kısıtlanabileceği hukuk dışı düzenlemelere “meşruiyet kazandırmaya” yaramıştır. Başlangıçta, “insanların birey olarak yaşayabilmeleri veya toplumdışı kalabilmeleri mümkün olamayacağından, toplumun kurallarına uymak zorunda oldukları” görüşünden yola çıkılarak günümüzde, “Toplumun kurallarını, temsilcisi olan devlet düzenler ve dolayısıyla insanların temel hak ve hürriyetleri, devletin kendilerine yüklediği yükümlülüklerin karşılığı olarak tanıdığı kadardır” anlayışına gelinmiştir. Hakların birtakım ödevler karşılığında tanınabileceği/tanımlanabileceği anlayışında, özgürlüklerin gerçek anlamda varlığından bahsetmek mümkün değildir. Bu yaklaşım sonucunda kılık-kıyafetten özel hayata, siyasî haklardan medenî hayata kadar tüm alanlar devletin düzenleme sahasına girmiştir. Aynı şekilde hak ve ödevlerin neler olduğu ve uygulamanın nasıl olması gerektiğini belirlemeyi, ‘salt insanın özgürlük alanı içinde’ saymak da, insanın toplumsallığına aykırı bir anlayıştır. Bu anlayış, tarih boyunca Akif Emre’nin de deyimiyle “hak almanın, hak kapmaya” dönüşmesine neden olabilmiştir. Nitekim nicelik olarak görece de olsa belli bir güce sahip olan kimi kişi ve gruplar, hakkın kendilerinde olduğu düşüncesini aktivizme taşırken, gerçekten hakları olandan fazlasını, bir ‘pay kapma’ yarışına dönüştürerek, muhalefet ettikleri devlet otoritesi gibi ‘hakkın özüne’ zarar verebilmişlerdir.

İslâm’ın görüşü Her yönüyle olduğu gibi, bu konuda da vasatı önceleyen İslam algısı Kur’an’ı Kerim’in birçok yerinde örneklemeler yoluyla ilkeleri belirlemiş ve insanoğluna gerçek değerini verirken, toplumsallığın da yara almamasını, aksine onurlu bir toplum yapısını işaret etmiştir. Kur’an’ı Kerim’de Kalem suresinde hak ve ödevlerle ilgili öngörü, yukarıdaki Tabii Hukuk ve Pozitif Hukuk anlayışlarını reddeden biçimde ortaya konulmaktadır. Burada hakların tamamen bireyin kendisine bağlı ve kullanımına açık olduğunu, herhangi bir zorlamanın olmadığını, salt insanın özgürlük alanı içinde bulunduğunu, ancak hakkı yaratan, tanımlayan ve bahşedenin iradesi doğrultusunda kullanılması halinde istenilen sonuca ulaşılabileceğini, gerçekten insanların onur içinde yaşamalarına ilişkin ister etik ister ahlaki densin, fakat insaniliği ve toplumsallığı inkâr edilemeyecek ilkeler konulduğunu görmekteyiz. Kalem suresinde, üç arkadaş/kardeşin ortak bir bahçelerinin olduğu, akşamdan kararlaştırıp ürünü devşirmeye gidecekleri ve bu devşirmede mutlak surette kendi iradelerinin olduğu, hatta bir yoksulun gelip o üründe bir pay istememesi için erkenden gidip devşirmeleri konusunda birbirlerini uyardıkları anlatılır. “Biz onlara da belâ verdik, bahçe sahiplerine verdiğimiz gibi. Hani onlar sabah olunca bahçeyi mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi. İstisna da etmiyorlardı (“inşaallah” demiyorlardı). Fakat onlar uyurken dolaşıcı bir belâ onu sardı da, bahçe simsiyah kesiliverdi. Derken sabahleyin birbirlerine seslendiler: “Haydi, devşirecekseniz erkenden ekininize gidin” diye. Derken fırladılar, aralarında fısıldaşıyorlardı. “Sakın bugün hiçbir yoksul bahçeye girip yanınıza sokulmasın” diyorlardı. (Zanlarınca yoksulları) engellemeye güçleri yeterek erkenden gittiler. Fakat bahçeyi gördüklerinde: “Biz herhalde yanlış gelmişiz” dediler. “Yok, biz mahrum edilmişiz.” (dediler). İçlerinde en makul olanı şöyle dedi: “Ben size Rabbinizi tesbih etsenize dememiş miydim?” “Rabbimizi tesbih ederiz, doğrusu biz zalimler imişiz.” (dediler). Ardından suçu birbirlerine yüklemeye başladılar. Yazıklar olsun bize, dediler, biz azgınlarmışız. Ola ki Rabbimiz bize onun yerine daha hayırlısını verir. Biz Rabbimize yönelir, ondan umarız. İşte azap böyledir…” 68/17-31. Şubat’15 • 57


Özel Sayı Üç ayrı hukuk anlayışından çıkardıklarımızı toparlarsak; Hakk, hakkın raci olduğu yaratıcı tarafından insanlara bahşedilmiştir. İnsan bu haklara doğuştan sahiptir ve bu haklar için herhangi bir merciden izin almak zorunda değildir. Hiçbir merci ve makam bu hakları kendi zilyedinde, envanterinde tutamaz. Tutmaya kalktığında zulm olur. Yaşam hakkı, savunma hakkı, eğitim-öğretim hakkı gibi… Bir gün radyoda bir milletvekili ile yapılan söyleşiyi dinliyordum. Milletvekili, Kürtler için, “Biz onlara haklarını verdik” diyordu. O anda Twitter’a sarılmış, ‘O hak eğer Kürtlere ait ise sizde ne arıyordu?’ diye yazmışım. Hukuk sisteminin tanıdığı kazanılmış haklar da vardır ki, bu haklar da insanların bunlar için verdiği mücadeleler sonucunda kazanılmıştır. Hiçbir otorite, bu hakları kendiliğinden vermek istemez. Otoriteler bu hakları kendiliklerinden tanımış iseler; bu tanımada, bu hakların kullanımının dünyada örnekleri olduğu, farklı zeminlerde mücadeleler verilerek kazanıldığı, dolayısıyla bu haklar tanınmadığında otoritelerinin sarsılacağı, yani sorunlar yaşanacağı düşünüldüğündendir. İnsanlara düşen görev, gerek doğuştan, gerek kazanılmış olsun, haklarına sahip çıkmak, onları birilerinin insafına bırakmamak olmalıdır. Bu aynı zamanda insanlık onurudur. Hiç kimse kendi isteği ile Allah’ın kendisine bahşettiği haklardan sarfı nazar edemeyeceği gibi, kazanılmış haklarından da vazgeçemez. Kalem suresindeki yoksulun, aynı zamanda Allah’a ait olan ‘yoksulun payı’ndan vazgeçmesi düşünülemez. Günümüzde ise devletler yoksulluğu ortadan kaldırmak için değil, yoksulluğu yönetmek için çalışıyor görünmekteler. Haklar birilerinin inisiyatifinde ise, bu hakların tanınması, verilmesi istenir. İsteğe rağmen verilmediğinde de insanlara bu hakları her türlü meşru yollardan elde etmeleri ve kullanmaları bir görev haline gelir. Tarihte hakları verilen milletler yoktur, haklarını almış milletler vardır. Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, hak mücadelesi, pay alma mücadelesine dönüştüğünde dikkatli olmak gerekir. Çoğu zaman pay alma mücadelesi, hak etmediği halde hak mücadelesini pay almaya dönüştürmektedir. Hukuk dilinde buna ihkak-ı hak denir ki, hak alma mücadelesinin meşruiyetini kaybettiği, meşru olmayan yollarla hakkın talep edildiği, mü58 • Şubat’15

Muharrem Balcı cadelesinin verildiği durumları ifade eder. Buradan da hak mücadelesinin meşru yollarla yapılması gerektiği anlaşılır. Yine Akif Emre’nin deyimiyle; “Bir şeyi hak etmek niyetin ve yöntemin samimiyeti ve sahihliği ile mümkündür. Asıl olan da bu hal üzre haklı olanı hedeflemek, ümit etmektir. Yani yol üzre olmak yolun kendisidir”. Kalem suresi bu sözlerimizin en önemli ve meşru dayanağıdır. Dindarlar açısından değerlendirirsek, dindarların iktidar dönemi hak arama mücadelesi yöntemleri ile muhalefet dönemi hak arama mücadelesi arasında bir yöntem farklılığı olmalı mıdır? Öncelikle dindar kavramanı kabullenmediğimi belirtmeliyim. İnsanların iman ve amellerinin değerlendirileceği zemin bizim bulunduğumuz zemin değildir. İnsanlara iman ve amel umdelerini belirleyen Allah’tır. Biz insanları ancak kendi beyanlarından hareket ederek inanan ve inanmayan olarak belirleyebiliriz. Zira Allah insanlara “Ey iman edenler, iman ediniz” diye hitap ediyor. Kimin iman ettiğini, kimin sadece teslim olduğunu bilemeyiz. Dindar kelimesi, bizim insanlar arasında inanan inanmayan şeklinde değil, az veya çok inanan, az veya çok iman eden ayrımlarına girmemize neden olan bir kavram haline gelmektedir. Maalesef ülkemizde iktidarda hak arama eylemi bulunmamaktadır. İktidarın hak dağıtım yeri olarak kabullenilmesi sonucu, iktidarda olanlar veya iktidardan nem’alananlar hak arama mücadelesini unutmuş, hakların dağıtımı görevi üstlenmiş gözüküyorlar. Hak arama mücadelesi ille de kendi haklarını arama anlamında değildir. Bir hak var ve bu ilgilisine teslim edilmemiş, kullanmasına engel olunmuş ise o hakkın sahibine iadesi için verilen mücadele hak arama mücadelesidir. Burada muhalefette olmak–iktidar olmak arasında fark yoktur. Herkes bu mücadele ile sorumludur. Hukuk devleti, herkesin istediği bir sonuçtur. Ancak bu sonuca hukuk toplumu olarak varılabilir. Geleneksel anlayış, hukuk toplumu aşamasından geçmeden, oluşturduğu iktidarlar eliyle hukuk devletine ulaşmak istemektedir. Hukuk toplumunun iktidarlar eliyle oluşabileceğini düşünmek büyük bir zaaftır. Kimsenin böyle bir beklentiye girmeye hakkı yoktur. Fakat politik arenada veya sivil toplum ve cemaat yapılanmalarında,

örgüte hizmette sosyal tatmine ulaşmış ve ötesine geçmek istemeyen bireysel ve toplumsal sorumlu/ sorumsuzların pasifliğini; üzerlerindeki görevleri liderlerine, ağabeylerine, üstatlarına, komisyonlara, uluslararası kuruluşlara ve süper güçlere ciro ettiklerini görüyoruz. Parçası oldukları topluma katkı olması bakımından hiçbir proje üretmeyen, eskinin tekrarında direnen, muhafazakâr, sorumluluktan korkan, inancının örneği ve önderi olamayan misyonsuz ve vizyonsuz insanlar. Bizleri bekleyen bir başka tehlike de kayıtsızlıktır. Kayıtsızlık, sayısal etkinlik veya etkisizliği gerekçe sayıp gücün sadece gövdeden veya kafa sayısından ibaret olduğu korkusuna kapılarak duyarsızlaşmaktır. Bu bir ‘gizli inkar’dır. Önümüze açılan onurlu uğraşın imkânlarını ve müjdelenen sonuçlarını görmeyip, payımıza düşürülen şeytani oyunun parçasına takılmak. Bu, aptalca oyuncaklarla oyalanmak ve sadece kof ideolojik beslenmelerle iktidarı veya muhalefeti sürdürmek arzusudur. Görece ‘güç ilizyonu’nun vehmettirdiği iktidar oyunu veya sol literatürde ‘burjuvazinin ahırına girmek’ olarak tabir edilen ‘hastalıklı muhaliflik oyunu’nun kimine gına getiren, kimine de geviş getirten bezginliği, oyalanması. Sonuç iki türde karşımıza çıkmaktadır:  Birincisi, arızî muhalefet gösterileri sonunda karşıtının kurumlarını meşrulaştırmak;  İkincisi, iktidar imkânlarının dünyaya nizam vereceği kuruntusunu içselleştirmektir. Her iki duyguyu ve olguyu ‘sağcılaşmak’ olarak da tanımlayabilirsiniz. Hakkın kazanımı insanı özgürleştirir mi? Özgürlük arayışında doyum mümkün mü? İnsanı özgürleştiren hakkın kazanımı değil, hak uğruna mücadele etmektir. Bu tıpkı, adaleti yerine getirdiğimizde ancak adil olacağımız gibidir. Biraz önce kısaca değindiğimiz gibi, bize veya ötekine ait olsun, hak uğrunda mücadele etmek insanlık onurunun gereğidir. Özgürlüğü, bir sosyal tatmin aracı olarak görmüyorum. Hak arama bilincimizi ve pratiğimizi tek başımıza belirlememiz sadece tekimizi bağlayabilir. Genel ve kurumsal anlamda bir hak arama misyonu belirlenmesi ancak bu bilince sahip sivil öncelikler tarafından yapılabilir. Yani toplumsal sorumluluk. Hukuksal bir kriz varsa, bu krizin aşılmasında özgürlükleri hedef alan bir donanım

gereklidir. Öyle ise önce özgürlüğü tanımlamalıyız: Özgürlük, pasifizm çemberini kırma azmi ve çabasıyla donatılmış, özgür ve onurlu insanların dünyasında, şu an ve gelecek için, her yerde, düşünsel ve eylemsel pratikte, üstün bir adanmışlık bağlamında var olabilmekle mümkün. Özgürlük, “izzet ve kudreti Allah’ın ve Allah’ın mazlum kullarının yanında arama” keyfiyetidir. İsyandan, içi boş feverandan bağımsız ve bağlantısız; bir duruş, bir konumdur. Bu tanımlamalar ışığında özgürlük arayışında doyumun mümkün olmadığı, aksine özgürlük arayışının kendimiz ve tüm insanlık için hayat boyu kıyamete kadar verilecek bir mücadeleyi işaretlediğimiz anlaşılmaktadır. Dünyada egemen emperyalist güçler “toplumsal rıza üretimi” için bazı faaliyetlere girişiyorlar. Son Charlie Hebdo saldırısı da Avrupa genelinde “islamofobi”nin artışı için kurgulanmış bir proje olduğu ifade ediliyor. Bu konu hakkında ne söylemek istersiniz? Çok genel olacak ama ‘küfür tek bir millettir’. Egemen emperyalist güçler, tüm dünyayı, sömürü düzenleri için tek tehlike olarak gördükleri İslam’a ve Müslümanlara karşı harekete geçirmek, algı oluşturmak için tüm imkânları kullanmaktadırlar. Charlie Hebdo karikatürleri de bu algı oluşturma örneklerinden biridir. Ancak Charlie Hebdo saldırısının “islamofobi”nin artışı için kurgulanmış bir proje olduğunu iddia etmek, islamofobiye su taşımaktır. Müslümanların doğru veya yanlış her aktivitesini komplo ile yorumlamak, Müslümanların imanamel bütünlüğü ile alay etmek olur. Saldırı bireysel olduğu ve Müslümanların onayı alınarak yapılmış Şubat’15 • 59


Özel Sayı bir saldırı olmadığı doğrudur. Örgütsel olabilir, ancak bu örgütsellik, saldırıyı meşru kılmadığı gibi, islamofobiye de su taşımaz. Bu aşamada hiçbir örgütün dünya Müslümanlarını temsil etmesi düşünülemez. Burada asıl üzerinde durulması gereken, Müslümanların bu tip saldırılar ve sonuçlarını değerlendirmede, kendilerine dayatılan seküler zihin mahsulü şeytani iğvaların sonucu oluşan yanılgılardır. Allah, bizzat kendi Peygamber’ini zor durumdan nasıl kurtardı ise, biz de Allah’ın yönlendirmesiyle bu saldırıların izahını yapabilmeliydik. Bakara 217. Ayeti tam da 11 Eylül ve Charlie Hebdo saldırıları karşısında takınacağımız tavrı bizlere öğretiyor. Mealen; “Evet, haram ayda (suçlu-suçsuz insanları bireysel cezalandırmak gibi) adam öldürmek günahtır. Ancak Allah’ın yolundan alıkoymak, onu inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine engel olmak ve halkını oradan çıkarmak, Allah katında daha büyük günahtır. Fitne katilden beterdir. Onlar, güç yetirebilseler, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler.” Sivil itaatsizlik bizim (Müslümanların) neyimiz olur? Seküler solun direniş metotları ile Müslümanların direniş metotları arasında ne gibi farklılıklar olmalıdır. Hakkın kazanımı için her yol mübah mıdır? Sorunuzu değil ama soru mantığınızı anlamakta güçlük çektim. Sivil itaatsizlik belki ilk defa solun lügatimize kazandırdığı bir kavram olabilir. Sol direniş, sivil itaatsizlik kavramını ve olgusunu yaşamış ve yaşatmış olabilir. Ancak kavramın Batılı olması, seküler zihin ve aktivizm tarafından kullanılıyor olması o kavramı lanetlenmiş statüye sokmaz, sokmamalıdır. Burada rahmetli Aliya’yı anmadan geçmek olmaz. Hatta Aliya’dan bir alıntı şart oldu: Aliya, Doğu ve Batı Arasında İslam adlı kitabının bir bölümünde sivil itaatsizliğe vurgu yapıyor. Hem de müthiş bir kıyaslama ile. Bizzat kitaptan alıntılayalım: TEBAA VE İTİZALCİLER (İtaat edenler ve karşı çıkanlar) İnsanlar var ki güçlü iktidarlara hayrandırlar; disiplini ve ordularda görülen, amiri ve memuru belli olan düzeni severler. Yeni kurulan şehir semtleri, sıraları dosdoğru ve cepheleri hep aynı olan evle60 • Şubat’15

Muharrem Balcı riyle onların zevklerine uygundur. Müzik bandoları, formaları, gösterileri, resmi geçitleri ve bunlar gibi hayatı “güzelleştiren” ve kolaylaştıran şeyleri beğenirler. Bilhassa her şey “kanuna uygun” olsun isterler. Bunlar tebaa zihniyetli insanlardır ve tabi olmayı; emniyeti, intizamı, teşkilatı, amirlerince methedilmeyi, onların gözüne girmeyi severler. Onlar şerefli, sakin, sadık ve hatta dürüst vatandaşlardır. Tebaa iktidarı, iktidar da tebaayı sever. Onlar beraberdir, bir bütünün parçaları gibi. Otorite yoksa bile tebaa onu icad eder. Öbür tarafta mutsuz, lanetlenmiş veya lanetli ve daima gayrı memnun bir insan grubu vardır. Bunlar hep yeni bir şey isterler; ekmek yerine daha ziyade hürriyetten, intizam ve barış yerine daha ziyade insanın şahsiyetinden bahsederler. Geçimlerini hükümdara borçlu olduklarını kabul etmeyip, bilakis, hükümdarı da kendilerinin beslediklerini iddia ederler. Bu daimi itizalciler umumiyetle iktidarı sevmezler, iktidar da onları sevmez. Tebaa, insanlara, otoritelere, putlara; hürriyetçiler ve isyancılar ise tek bir Tanrı’ya taparlar. Putperestlik köleliğe ve boyun eğmeye nasıl engel teşkil etmiyorsa, hakiki din de hürriyete mani değildir. Bu iki gruptan hangisine mensup olduğunuza kendiniz karar verin.” Arthur Kaufman’a göre, “Hukukun özü direnme hakkıdır. Direnme hakkını kabul etmeden insana diğer haklarını tanımak çok zordur.” Nitekim Dünyada direnme hakkı ve sivil itaatsizlik örnekleri çoktur. Önce sivil itaatsizliğin unsurlarına bakalım ki, konu hakkında bilgilerimiz tazelensin: Sivil İtaatsizliğin Unsurları · Yasaya aykırılık (İllegalite), · Şiddetsizlik, · Alenilik (Kamuya açık oluş), · Hukuk devleti düşüncesi ile çelişmeyen siyasi ahlaki yönelim (Ortak adalet anlayışına, kamu vicdanına yönelik bir çağrı), · Çiğnenen hukuk normunun yaptırımına katılma ve katlanma tutumu (Politik ve hukuki sorumluluğun üstlenilmesi), · Sistemin geneline değil tekil haksızlıklara karşı olması, · Ciddi haksızlıklara karşı yapılması ve haksızlıkla makul bir ilişki içinde olması,

· Haksızlıklarla ilgili çifte standart kullanılmaması. Sivil itaatsizlik eylemleri ciddi haksızlıklara karşı yapılır. Bu kapsamda tarihte bilinen sivil itaatsizlik eylemlerinden ve sivil itaatsiz kişilerden örnekler vermek gerekirse: - Antigone Olayı - Sokrates’in Savunması - Henry David Thoreau (Waldo sen neden burada değilsin?) - Mahatma Gandhi - Ebul Kelam Azad’ın Savunması - Lev Tolstoy - Martin Luther King - Muhammed Ali Clay Türkiye’de Sivil İtaatsizlik Örnekleri - Düşünceye Özgürlük Kitabına İmza Kampanyası - Cumartesi Anneleri - Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık - Başörtüsü Eylemleri - İnanca Saygı-Düşünceye Özgürlük İçin Bütün Türkiye El Ele Eylemi - Kocaeli – Sakarya – Akyazı Başörtüsüne Özgürlük Platformları - Sekiz Yıllık Kesintisiz Eğitimi Protesto Eylemleri - Beyaz Yürüyüş Yukarıda verili örneklerden de anlaşıldığı gibi, sivil itaatsizlik, hakkın kazanımı için her yolu değil, meşru olan yolları önceleyen, kabullenen bir eylem biçimidir. Yine görüldüğü gibi sivil itaatsizliğin unsurları münhasıran solun direniş metodları değil, insanlığın evrensel direniş metodlarıdır. Müslümanlar, geleneksel kültürlerinde sivil itaatsizliğe şaşı bakmışlarsa (ki kısmen böyledir) bu sivil itaatsizliğin değil, Müslümanların eksikliğidir. Nitekim yukarıda İslam dünyasından örneklere baktığımızda İslami pratik içinde de sivil itaatsizliğin örnekleri vardır. Bugün sivil itaatsizlik kavramını ödünç kullanıyor olsak da Aliya’nın çok veciz kullandığı İtizal gibi kadim bir kavramımızın olduğunu da unutmamalıyız. Son olarak cezaevlerindeki Müslüman tutsaklara bundan sonraki mücadelelerinde tavsiyeleriniz nelerdir?

Cezaevlerindeki tutsak Müslümanların bundan sonraki mücadelelerine tavsiyelerde bulunmak biraz fantezi durum olarak algılanabilir. Zira onların yaşadıkları pratiklerin aynını bizler yaşamamış olabiliriz. Yine onların tutsak kaldıkları dönemde yaptıkları muhasebeleri de bizler yaşamadık. Bu nedenle Müslüman tutsaklara tavsiyeler yerine, onların nefislerinde ve kendi aralarında yaptıkları muhasebelerinden yararlanmayı daha efdal bulurum. Gerçekten de cezaevlerindeki tutsaklar, hak arama ve ümmet bilincinin önemli örnekleridirler. Bu örneklikleri zaten siyasal ve hukuk sistemi nezdinde karşılıklarını bulmuş, onlar ebediyen olmasa da geçici olarak susturulmaya çalışılmıştır. Ancak Müslüman siyasi tutsakların biraz önce ifade ettiğim muhasebeleri, hem kendi pratikleri hem de İslam Milleti için önemli deneyimlerdir. Nitekim bizler, hak arama bilinci ve mücadelemizde, yine yukarıda saydığımız büyük şahsiyetlerin tutsaklıkları ve tutsaklıkları öncesi ve sonrası dönemlerinden istifade etmekte, onları öncülerimiz, önceliklerini de öncüllerimiz olarak kabullenmekteyiz. Eylemlerimizde de bu öncü ve öncüllerimize bakarak hiza almaktayız. Gerçekten de Aliya’nın Tebaa ve İtizalcileri olmadan, Seyyid Kutub, Hasan El Benna, Ebul Kelam Azad, Aliya, Ercüment Özkan ve daha sayamayacağımız nice değerli öncülerimiz olmadan bugün bir hak arama mücadelesinden ne kadar bahsedebiliriz? Günümüz Müslümanları içinde de Medrese-i Yusufiye’de tutsak kardeşlerimiz için de yarınki kuşaklar aynı değerlendirmeleri yaptıklarında bu mücadelenin kıyamete kadar sürebileceğine inanabiliriz. O halde yinelemeliyim ki, tavsiyelerimiz tutsaklara değil, tutsakların yolunu takip edecek kuşaklara olacaktır. Genç Öncüler’e başarılar diliyorum. Allah yardımcınız olsun. Şubat’15 • 61


Özel Sayı

Namık Kemal

Muîni zâlimin dünyada erbâb-ı denâettir Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî-insâfa hizmetten Hemen bir feyz-i bâkî terk eder bir zevk-i fânîye Hayatın kadrini âli bilenler hüsn-i şöhretten Nedendir halkta tûl-i hayata bunca rağbetler Nedir insana bilmem menfaat hıfz-ı emânetten Cihânda kendini her ferdden alçak görür ol kim Utanmaz kendi nefsinden de ar eyler melâmetten Felekten intikam almak demektir ehl-i idrâke

Ne gam pür âteş-i hevl olsa da gavgâ-yı hürriyet Kaçar mı merd olan bir cân için meydân-ı gayretten Kemend-i cân-güdâz-ı ejder-i kahr olsa cellâdın Müreccahtır yine bin kerre zencîr-i esâretten Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gelsin Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetten Anılsın mesleğimde çektiğim cevr ü meşakkatler Ki ednâ zevki âlâdır vezâretten sadâretten Vatan bir bî-vefâ nâzende-i tannâza dönmüş kim Ayırmaz sâdıkân-ı aşkını âlâm-ı gurbetten

Edip tezyîd-i gayret müstefid olmak nedâmetten Durup ahkâm-ı nusret ittihâd-ı kalb-i millette

Müberrâyım recâ vü havfden indimde âlidir Vazifem menfaatten hakkım agrâz-ı hükûmetten

Çıkar âsâr-ı rahmet ihtilaf-ı rey-i ümmetten Eder tedvîr-i âlem bir mekînin kuvve-i azmi

Civânmerdân-ı milletle hazer gavgâdan ey bidâd Erir şemşîr-i zulmün âteş-i hûn-i hamiyetten

Cihân titrer sebât-ı pây-ı erbâb-ı metânetten Kaza her feyzini her lutfunu bir vakt için saklar Fütur etme sakın milletteki za’f u betâetten

Hürriyet Kasidesi Namık KEMAL

Değildir şîr-i der-zencire töhmet acz-i akdamı Felekte baht utansın bî-nasîb erbab-ı himmetten Ziya dûr ise evc-i rif’atinden iztırâridir Hicâb etsin tabîat yerde kalmış kâbiliyetten Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmaniyânız kim Muhammerdir serâpâ mâyemiz hûn-ı hamiyetten

Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selâmetten

Hakîr olduysa millet şânına noksan gelir sanma

Biz ol âl-i himem erbâb-ı cidd ü içtihâdız kim

Çekildik izzet ü ikbal ile bâb-ı hükûmetten

Yere düşmekle cevher sâkıt olmaz kadr ü kıymetten

Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten

Usanmaz kendini insan bilenler halka hizmetten

Vücûdun kim hamir-i mâyesi hâk-i vatandandır

Biz ol ulvi-nihâdânız ki meydân-ı hamiyette

Mürüvvet-mend olan mazluma el çekmez iânetten

Ne gâm râh-ı vatanda hak olursa cevr ü mihnetten.

Bize hâk-i mezar ehven gelir hâk-i mezelletten

62 • Şubat’15

Ne mümkün zulm ile bidâd ile imhâ-yı hürriyet Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten Gönülde cevher-i elmâsa benzer cevher-i gayret Ezilmez şiddet-i tazyikten te’sir-i sıkletten Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten Senindir şimdi cezb-i kalbe kudret setr-i hüsn etme Cemâlin ta ebed dûr olmasın enzâr-ı ümmetten Ne yâr-ı cân imişsin ah ey ümmîd-i istikbâl Cihânı sensin âzâd eyleyen bin ye’s ü mihnetten Senindir devr-i devlet hükmünü dünyaya infâz et Hüdâ ikbâlini hıfzeylesin hür türlü âfetten Kilâb-ı zulme kaldı gezdiğin nâzende sahrâlar Uyan ey yâreli şîr-i jeyân bu hâb-ı gafletten

Şubat’15 • 63


Özel Sayı

Adem Özköse

“Biz meselelerimize gerekli şekilde sahip çıkmıyoruz.28 Şubat sona erdi denilse de ben buna inanmıyorum. Bugün Türkiye zindanlarında yüzlerce 28 Şubat mağduru var.”

Adem Özköse ile Röportaj Ali Tarık PARLAKIŞIK

Yer: Eskişehir Cezaevi Zaman: 28 Şubat darbe günleri

İ

slami Camia, sizce cezaevindeki Müslüman siyasi tutsaklara gereken önemi veriyor mu? Cezaevindeki Müslüman siyasi tutsakların ihtiyaçlarıyla ilgilenen bir takım dernekler var. Fakat bu dernekler ihtiyaca cevap verebilecek güç ve nitelikte değiller. Ayrıca cezaevlerindekilerle ilgilenmek sadece onların bir takım ihtiyaçlarını gidermekle sınırlı kalmamalı… Bence asıl önem verilmesi gereken mesele suçsuz yere içeri atılan insanların hak ve hukuklarına sahip çıkmak, onların özgürleşmesi için gerekli zemini hazırlamaktır. Türkiye’de artık gerekli kamuoyu oluşturulduğunda kamuoyunun haklı taleplerine cevap verebilecek bir siyasi iktidar var. Eğer İslami camia cezaevlerindeki Müslüman siyasi tutsaklara gereken önemi gösterir, bu insanların mağduriyetlerinin giderilmesi için çabalarsa inanın durum şimdikinden çok daha farklı olur. Egemen siyasi sistemlerin Müslümanları sindirme noktasında cezaevleri nasıl bir işlev görüyor?

64 • Şubat’15

Devletler tarih boyunca cezaevlerini kendilerine muhalif insanları ezmek, boyun eğdirmek için kullanmışlardır. Mücadele eden, bir şeyleri değiştirmek isteyen insanların yolları da bir şekilde cezaevine düşmüştür. Hz. Yusuf’tan beri cezaevleri Müslümanlar için bir uğrak yeri olmuş, Müslüman öncülerin tamamına yakını cezaevi süreç ve imtihanından geçmiştir. Eğer inandığınız bir dava varsa yolda yürürken kimi zaman derin vadilerle, kimi zaman dik yamaçlar ve yalçın zirvelerle karşılaşırsınız. Siyasi yönetimler cezaevleri vasıtasıyla Müslümanları teslim almaya çalışıyorlar. İnsan fiziki olarak esir olabilir; fakat asıl mesele iradenizin hür olmasıdır. Fiziki olarak esaret altında olsanız da iradenizi teslim etmiyor, ısrarla direniyorsanız ne cezaevleri ne de başka bir şey sizi teslim alabilir. Genelde İslami çevreler tarafından desteklenen bir partinin iktidarı döneminde bile cezaevlerinde yüzlerce Müslüman siyasi tutsak bulunuyor. Birçoğu 28 Şubat darbe dönemin-

de cezaevlerine atılan bu insanların mağduriyetleri niçin giderilemiyor? Biz meselelerimize gerekli şekilde sahip çıkmıyoruz. 28 Şubat sona erdi denilse de ben buna inanmıyorum. Bugün Türkiye zindanlarında yüzlerce 28 Şubat mağduru var. Bu insanların mağduriyetleri giderilmeden, devlet bu insanların yakasından düşmeden 28 Şubat bitmeyecek. Gerçek anlamda 28 Şubat’la hesaplaşılmak isteniyorsa bu insanlar hemen özgür bırakılmalı, hatta devlet hayatları mapus damlarında geçen bu insanlardan özür dilemelidir. Salih Mirzabeyoğlu’nun özgürleşme sürecinde önce İslami kesim, sonra da toplum meseleye sahip çıktı, gerekli kamuoyu oluşunca devlet de serbest bıraktı. Bence biz oturarak hükümetten bir takım beklentiler içine girmek yerine ayağa kalkarak hükümeti bir takım meselelerde zorlamalıyız. Bize hakkımızın verilmesini beklemek yerine hakkımızı biz kendimiz almalıyız. Siz de 28 Şubat döneminde cezaevine atıldınız. O dönem ne tür hak ihlalleri yaşadınız? Bizim yaşadıklarımız başlı başına hak ihlaliydi. Metris Cezaevi’nden tahliye edilirken askerler bizi nizamiyeye götürmüş ve yüzlerce asker ellerimizi arkadan kelepçeleyip bizi ölesiye dövmeye kalkmışlardı. Bu başımıza tahliye anında gelmiş, cezaevinden tahliye edilirken bile işkence görmüştük. Başörtüsü eylemi sonrası Samsun’da tutuklanarak konulduğum cezaevindeki tek kişilik hücrede ise fareler cirit atıyor, hücrelerdeki yoğun rutubet nedeniyle zor nefes alıyordum. Hatta annem bir görüş günü yemem için bana domates getirmiş, fakat domatesler 1 gün içinde yoğun rutubet nedeniyle bembeyaz olmuştu. Benim yaşadıklarım belki de en basit olanlarıydı. O dönemin 28 Şubatçı paşalarının emriyle cezaevinde vurulan, hayatını kaybeden, işkence gören arkadaşlarımız oldu. Biz inancımıza sahip çıkmaya, Müslümanların değerlerine savaş açanlara karşı göğüslerimizi siper etmeye çalıştık. Yaşlarımız belki küçüktü, belki bir çok acemilikler de yaptık; fakat tıpkı Filistinli çocukların küçücük taşlarla Filistin davasına sahip çıkmaları gibi biz de milletimizin ruh kökü olan İslam’a karşı topyekün savaş açan 28 Şubatçılara karşı direndik, dik durduk.

Sizin cezaevine girdiğiniz 28 Şubat döneminin koşullarıyla bugünün cezaevi koşulları arasında ne gibi farklar var? Bizim cezaevine girdiğimiz dönemlerle bugün arasında tabi ki büyük farklar var. Türkiye eski Türkiye olmadığı gibi Türkiye’nin cezaevleri de eski Türkiye’nin cezaevleri değil. O dönemler gardiyanlar, askerler mahkuma işkence yapabiliyor, hatta asker mahkuma silah sıkıp öldürdüğünde kimse askerden hesap soramıyordu. Rüşvet karşılığında cezaevlerine aklınıza gelebilecek her şey sokulabiliyordu. Cezaevleri adeta bir çiftlik gibiydi ve parası, gücü olan düdüğünü öttürüyordu. Şu an cezaevleri bir çok eksiklerine rağmen daha denetimli… Ayrıca mahkûmun haklarını gözeten yeni yönetmelikler yapıldı. Peki yeter mi; yetmez. Türkiye’nin hala daha bir cezaevi sorunu var. Bu sorun bir an önce giderilmeli ve cezaevlerinin şartları mahkumlar için daha insani bir seviyeye getirilmelidir. Cezaevinde kalan insanların düşünce dünyalarında çoğu zaman değişiklikler oluyor. Cezaevi hayatınız sizin de düşünce dünyanızı etkiledi mi? İnsan değişiyor ve değişmeli de… İnsanın fiziki yapısı bile değişirken ilerleyen yaşına, yaşadığı tecrübelere rağmen düşünce dünyası, hayata bakışı değişmiyorsa o insan yerinde sayıyor demektir. Ben mücadele aşkımdan hiçbir şey kaybetmedim; fakat şu an durduğum yerin, düşüncelerimin düne göre daha kuşatıcı olduğu kanısındayım. Eğer iyi değerlendirilebilirse cezaevi insana yeni ufuklar, yepyeni bakış açıları kazandırabilir. Biz cezaevinde kalırken zindanların, hücrelerin bir mücadele alanı olduğunu, burada kendimizi daha iyi yetiştirip, vakitlerimizi en iyi şekilde değerlendirerek kendimizi geleceğe hazırlamamız gerektiğini düşünüyorduk. Bu anlamda bizim için cezaevleri hem fikri, hem de hayata dair yeni şeyler öğrendiğimiz okullara dönüştü... Ama bana, uslandın mı ağabey, diye soruyorsanız hiçbir şekilde uslanmadım, uslanmayı da düşünmüyorum… Cezaevindeki bir insan daha çok neye ihtiyaç duyuyor? Şubat’15 • 65


Özel Sayı Kitaba, mektuba, ilgiye… Bir siyasi mahkûm için en büyük moral uğruna zindanlara düştüğü davasını dışarıda yürütenlerin olduğunu bilmesidir. Ayrıca dışarıda hak ve hukukunu savunan insanların olduğunu bilmesi de ona büyük moral verir. Mektup bir mahkûm için çok önemlidir. Gardiyan hücrenin kapısına gelip isminizi söyleyerek mektubunuzun olduğunu söylediğinde dünyalar sizin olur. O mektubu defalarca okur, yıpranmasın diye en iyi yerde muhafaza edersiniz. Çünkü mektup dışarıda, bu dört duvarın ardında bir hayat olduğunun en güzel delilidir bir mahkûm için… Çünkü bazen kendi kendinize tıpkı Üstad Necip Fazıl’ın şu dizlerde sorduğu gibi acaba bu hücrenin, zindanın dışında hayat var mı diye sorarsınız: Sukut... Kıvrım kıvrım uzaklık uzar/Tek nokta seçemez dünyada nazar/Yerinde mi acep, ölü ve mezar?/Yeryüzü boşaldı habersiz miyiz?/Güneşe göç var da, kalan biz miyiz? Cezaevindeki bir insan dört duvar arasında vaktini daha çok nasıl geçirir? Biz daha çok kitap okuyarak, spor yaparak, sohbet ederek, fikri münazaralar düzenleyerek geçiriyorduk. Benim programın oldukça doluydu; hatta bazen kitapları yetiştirmek için vakit bulamıyordum. Aslında içerisi veya dışarısı fark etmez; mesele Allah’ın bize sermaye olarak verdiği bu ömrü nasıl geçirdiğimizde… Bazen dışarıda olursunuz fakat aslında esirsinizdir. Bazen de içeri de, dört duvar arasında olmanıza rağmen özgürsünüzdür. Bugün modern hayat insanları özgürüm zannıyla esir alıyor. Modern hayatın bize vaat ettiği özgürlük aslında bir aldatmaca, illüzyondur. Beden ne kadar özgür olursa olsun ruh özgür olmadıktan sonra özgürlük bir esarete dönüşür. Bir de cezaevlerinde kalan Müslüman siyasi tutsakların ailelerinin durumu var. Onlar da büyük mağduriyetler yaşıyorlar. İslami camia cezaevlerinde kalan insanların aileleriyle gerekli şekilde ilgileniyor mu? Bu soruyu iyi ki sordunuz. İnsanlar cezaevlerine girdiklerinde en büyük mağduriyeti eşleri, çocukları, anne-babaları yaşıyor. Kimse ilgilenmediği, yardım etmediği için elektrik faturalarını ödeyemeyen mahkûm yakınları biliyorum. Ce66 • Şubat’15

Mustafa Kaplan zaevindeki mahkûmun da aklı fikri yakınlarındadır. Eğer onlar rahatsa mahkûmun kafası da rahat olur. Ne yazık ki İslami camia olarak bu konuda çok zayıfız. Bir kişi içeri girdiğinde en fazla birkaç ay yakınlarını soruyor, sıkıntılarını çözmeye çalışıyor daha sonra da yıllarca semtlerine uğramıyoruz. Müslüman siyasi tutsakların yakınlarıyla daha yakından ilgilenmeli, onlara yalnız olmadıklarını hissettirmeliyiz. Sizce cezaevlerinde kalan kardeşlerimizin mağduriyetlerinin giderilmesi için neler yapılmalı? Öncelikle bu kardeşlerimizin dışarıdaki sesleri olmalıyız. Ülke genelinde büyük kampanyalar düzenleyerek özellikle 28 Şubat mağduru kardeşlerimizin uğradıkları mağduriyeti toplumun, ülkenin gündemine sokmalıyız. Cezaevlerindeki kardeşlerimizin mağduriyetlerinin giderilmesi diye bir gündemimiz, derdimiz olmalı… Siyasilere, yöneticilere bu konuda baskı yapmalıyız. Ayrıca Türkiye eğer 28 Şubat darbesiyle hesaplaşacaksa öncelikle 28 Şubat’ın mağdur ettiği insanlardan başlamalı ve bu insanlar bir an önce özgür olmalı… Hukuki mağduriyete uğrayıp kamuoyunun gözünden kaçan çok siyasi mahkûm var mı? Var tabi ki, hem de yüzlerce … 28 Şubat’ta hukuk diye bir şey yoktu. İrtica ile mücadele adı altında insanlar tutuklanıp içeriye atılıyordu. Bizleri zindanlara atarak bizim üzerimizden halka gözdağı vermeye, Müslüman Anadolu insanını sindirmeye çalışıyorlardı. Yakup Köse kamuoyu tarafından bilindiği, sembol olduğu için ön plana çıktı. İnanın biraz araştırılsa içeride bugün onlarca, yüzlerce Yakup var. Ayrıca 28 Şubat darbesinin mağdurlarının halan cezaevinde olmaları Yeni Türkiye’ye hiç yakışmıyor. Yeni Türkiye bir an önce Eski Türkiye’den geriye kalan mağduriyetlerden, kamburlardan kurtulmalı… Bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz… Asıl ben teşekkür ediyorum, Allah yardımcınız olsun. Rabbim sizlere her daim mücadele azmini, heyecanını kaybetmeyen bir ruh, hikmetli, ferasetli bir zihin nasip etsin…

“Fikre fikirle cevap veremeyenler, ellerindeki devlet ve medya gücünü kullanarak bizi sindirme yolunu seçtiler.” Mustafa Kaplan ile Röportaj Uğur DEMİREL - Ali Tarık PARLAKIŞIK

Sayın Kaplan, çok temel bir sual ile sohbetimize başlamak istiyoruz; Sizin, Risale-i Nur’a metodolojik olarak yaklaşımınız nasıl? İslam Dini’nin dört ana şubesi vardır: “Akaid, fıkıh, hakikat, kıraat.” Din ilimleri bu dört ana temel üzerine şekillenmiştir. Bediüzzaman Hazretleri’nin “Risâle-i Nûr” külliyatı bu dört ana temelden ikisinin sahasında mütalaa edilmektedir. Ahir zamanda “akâid” ile “hakîkat” dediğimiz “tasavvuf” sahası korkunç bir bozulmaya maruz kalmıştır. Dünyada kontrolü ele geçiren zındıka komitesi, bütün insanlığın ve bilhassa Müslümanların inancını bozmuş, tasavvufun ise içini boşaltmıştır. Dinin koruyucusu olduğunu Kur’ân’da beyan buyuran Cenâb-ı Hak, bozulan bu iki sahayı, her yüz senede bir gönderdiği müceddidlerin geçen asırdaki sonuncusu olan Bediüzzaman Hazretleri’nin eliyle tecdid ettirmiştir. Esasta “îmân” dersleri olan Risâle-i Nûr, okuyu-

cusunun inancını sağlamlaştırırken, aynı zamanda da tarikatların vereceği dersin son noktasını o iman dersinin içinde eritilmiş halde vermektedir. Yani dinin iki temel şubesi olan “akâid” ve “hakîkat” ilimleri mezc edilerek sunulmaktadır. Dolayısıyla, Risâle-i Nûr, İslâm Dini’nin bu iki branşında söz sahibi olan bir ilim külliyatıdır. Peki, Nur cemaatleri içerisinde size biçilen ve sizin kendinize biçtiğiniz rol nedir? Ben ve benim gibi Risâle-i Nûr’a bu perspektifle yaklaşanlar, nedense camianın statükoya bağlı geniş yelpazesinde gereği gibi kabul görmedi. İlmi değerlendirmeler yerine subjektif kanaatler ön plana çıkarıldı. Paralel yapı, aleyhimizde yürüttüğü tezviratla kitleyi tesir altına aldı. Bendeniz, özlenen İslâm birliğini gerçekleştirecek hareketlerin, ancak Risâle-i Nûr’un bu çerçeve de değerlendirilmesiyle kolaylaşabileceğine inanıyorum. Şubat’15 • 67


Özel Sayı

Mustafa Kaplan

Risale-i Nur’a olan ‘dinamik’ bakışınız dıkları hukuksuz yöntemler bugün ellerinde kimleri rahatsız ediyor? patladı. Gerek kendisini camiaya nisbet eden grupların dinin temel kaynaklarındaki bilgi noksanlıHükümete karşı paralel yapının darbe giriğı; gerek Üstad’ın vefatından sonra birer grubun şiminden önce bu mesele bilinmiyor muydu? önüne geçen insanların, bulunduğu yeri kay- Daha önce birlikte gözükenlerin çatışma nokbetme endişesi; gerekse Risâle-i Nûr hareketini taları ne kadar mühimdir bu meselede? İslâm’ın ana esaslarından koparmaya çalışan zınİdareciler, Paralel Yapı tarafından aldatıldıkdıka komitesinin içimizdeki maşalarının yalan larını alenen beyan ettikleri için başka söze geve iftira dolu çalışmaları bu meyanda sayılabilir. rek kalmıyor. Gelinen noktada elbette tarafların Lakin asıl rahatsız olan mihrak, içi boşaltılmış kendi menfaatleri de gözden uzak tutulmuyor; bir “Ilımlı İslâm” ve Kur’ân’dan koparılmış bir fakat bizim devlet eliyle mağdur edilmemiz o ka“Risâle-i Nûr” hareketi yerleştirerek bu ülkede dar güneş gibi meydanda ki, bu ipleri elinde tutmak isteyen dış operasyon sürecinde “hukuki güçlerdir. 40 yıllık bir çalışendişe” daha baskın gözüküyor. En büyük kârı ABD elde manın neticesinde devlete çöreklendirilen paralel kumpas etmiş olmalı ki o günkü Size atılan iftiranın arkamensupları ve çeşitli araçlarla sında, nasıl bir intikam duybaşkanın bize yapılan bu yapıya sempatizan edilen gusu vardır? Çalışmalarınızın operasyondan dolayı dini grupların, dinin özünden engellenmesinin kimin işine TC Cumhurbaşkanı’na uzak davranışlara sessiz kalmakgeleceğini düşünüyorsunuz? tan öte yardımcı olmasıyla elde teşekkür ettiği basına En büyük kârı ABD elde etettikleri konumu kaybetme tehaber olarak düştü. miş olmalı ki o günkü başkalaşına düşen “üst akıl”, bu beynın bize yapılan operasyondan Fikren mağlup olan nelmilel komplonun ayaklarını dolayı TC Cumhurbaşkanı’na yukarıda saydığım ilmen kıran Tahşiye Yayınları’na teşekkür ettiği basına haber olaherhalde rahmet okumayacaktı. unsurlar da sevinçle rak düştü. Fikren mağlup olan ellerini ovuşturdular. Ne yukarıda saydığım unsurlar da Fethullah Gülen’in bir sohçare ki güneş balçıkla sevinçle ellerini ovuşturdular. beti vesilesiyle başlayan, maNe çare ki güneş balçıkla sıvasıvanamadı lum sürecinizde size özel olarak namadı. kurulduğu anlaşılan “kumpas”ı özetler misiniz? Bir önceki sorunuza verdiğim cevaba bakınca, kurulan kumpasın ana sebebi rahat anlaşılmaktadır. Fikre fikirle cevap veremeyenler, ellerindeki devlet ve medya gücünü kullanarak bizi sindirme yolunu seçtiler. Bizlerin evlerini teröristler gibi basarak emniyete götürdüler; hiçbir ciddi soru sorulmaksızın tuttular; daha ifadelerimizi bile almadan gazete ve televizyonlara kirli bilgi servis ederek yalan ve iftiralarla karaladılar; hukuki hiç bir gerekçe bulunmadığı halde, bir arkadaşımızın misafirhanesine bomba koyup inançlarını dahi satarak tutukladılar; 16 ay sorgusuz sualsiz cezaevinde tuttular. Fakat kullan68 • Şubat’15

Hakkınızda “el-Kaide bağlantısı” dillendirildiğinde size karşı olan nazarlar ve sizin karşı nazarlarınız ne yöndeydi? Ben o malum ve mahud operasyon olmadan önce de “Kurân, Sünnet, İcma-ı Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâ” esasından ayrılmayan bir Risâle-i Nûr talebesi olma iddiası taşıyordum, şimdi de aynı iddiadayım. Yalan ve iftiranın ömrünün uzun olamayacağını ise tecrübeyle biliyordum. O iftiranın sahipleri şimdi hukuk önünde hesap verecekler. O iftiraya inanan safderunların ise bize karşı mahcubiyetten başka yapacakları bir şey yoktur.

Bugün hususi düzlemde Nur cemaatlerine, umumi düzlemde Müslümanlara nazarınız nasıl? Ehl-i Hakk’ın üzerinde ittifak ettiği “Kur’ân, Sünnet, İcma-ı Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâ” inancını taşıyan bütün Müslümanlar kardeşimizdir. Bu değerlere bağlı olmayanlarla ise inançta ortak bir noktamızın bulunması mümkün değildir. Meşrebini ve mesleğini ikinci, üçüncü derecede tutarak “Müslüman” kimliğini öne çıkaranlarla hiç bir problemimiz olamaz. Kardeşlik hukuku aramızda geçerlidir. Müslümanların başlarına gelen sıkıntılara karşı koymada ne tür eksikliklerimiz var? Şekil A’da görüldüğü gibi, bu meselede iyi bir imtihan verdiğimiz söylenemez. Sadece bizim sıkıntımızla sınırlı değil, bütün İslâm coğrafyasındaki sıkıntılar karşısında gereği gibi duyarlı olduğumuzu ifadede zorlanıyoruz. Eskiye göre mesafe aldığımız doğru, ama henüz bütün ümmetin yekvücut bir görüntü veremediği de gerçek. Şunu soralım o zaman: Herhangi bir sıkıntı karşısında, Müslümanlar olarak Vahdet umdemizi ahenkleştiremememizin sıkıntılarını nasıl etkisiz hale getirebiliriz? Kur’ân’a dönerek. Hepimiz, gerek ferden ve gerekse cemaatler olarak, kendisini İslam Camiası’nda kabul eden herkesin, “İnneme’lmü’minûne ihvetün” âyetini gündeminin birinci maddesi yapması ile bu mümkün olabilir. Bize bizden başkasının dost olamayacağını artık anlamak zorundayız. İttihâd-ı İslâm olmadıkça, bir tarağın dişleri gibi omuz omuza vermedikçe hiçbir problemimizi çözemeyiz. Bütün şoven duygulardan uzak, ümmet şuuru içinde hareket etmeyi öğrenmek zorundayız. Yemen’de ayağına diken batan mümin kardeşimizin acısını yüreğimizde hissedene kadar durmak yok. Her türlü paralel çelmeyi hem beynimizden hem kalbimizden hem de cemiyetimizden koparıp atmaya mecburuz.

“Zalimler için yaşasın cehennem!” Said Nursi

Şubat’15 • 69


Özel Sayı

Cüneyt Toraman

“Devletin, bu kadar kişinin ölmesini isteyeceğini sanmıyorum ama, bu kadar çok kişinin ölmesiyle, 28 Şubat darbesine giden yolda önemli bir desteği arkasına aldığına tanık olduk.”

Av. Cüneyt Toraman ile Röportaj Furkan GENÇOĞLU

S

ivas olayları öncesi Pir Sultan Abdal şenlikleri esnasında yaşanan hadiselerde örgütlü bir provakasyon olduğu söyleniyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu olaya, “iki taraf açısından” bakmak gerekir! Aziz Nesin’i protesto edenler açısından değerlendirme yapacak olursak, dosya içeriğine göre, 37 kişinin ölümüyle sonuçlanan sürecin, önceden planlandığını iddia etmek mümkün görünmüyor. 1 Temmuz 1993 Perşembe günü başlayan Pir Sultan Abdal şenlikleri devam ederken, 2 Temmuz günü, Cuma namazı sırasında (şenliklere davet amacıyla) caminin önünde yüksek sesle davul çalınması, cami cemaatinden bir grubun, Cuma namazından sonra protesto eylemini başlatıyor. 40-50 kişilik küçük bir grupla başlayan protesto yürüyüşüne, yürüyüş sırasında yüzlerce kişi katılıyor. Valiliğin önünde toplanan kalabalık, bir gün önce devrim şehitleri adına saygı duruşunda bulunan vali aleyhinde, “vali istifa” sloganları atıyor. Türk bayraklarıyla yürüyen grup, kültür merkezinin önüne gelip, Allaha ve peygambere hakaret eden Aziz Nesin hakkında sloganlar atıyor. Hiçbir müdahaleyle karşılaşmayan gruba, katılımlar daha da artıyor. Aziz Nesin’in Madımak Otelinde olduğunun söylenmesi üzerine topluluk Madımak otelinin önünde toplanıyor ve Aziz Nesin aleyhinde (Şeytan Aziz, 70 • Şubat’15

Sivas’tan defol vs.) sloganlar atıyor. Bu protestolar, yaklaşık 2 saat sürüyor. Bu süre içinde, otelde bulunanlar, pencerelerden protestocuları seyrediyor. Protestolar devam ederken, otelde bulunanlar rahatça otelden dışarıya çıkarken, otelin dışındakiler de otele girebiliyor. Otelin önündeki topluluğun, Madımak otelindeki kişilerin can güvenliğine yönelik bir kastı olsaydı, otelin önüne geldiği anda planını uygulamaya koyar, otelin içine girer, oteldeki kişilere zarar verebilirdi. İki saat boyunca otelin içine girmemeleri ve otele girme teşebbüsünde dahi bulunmamaları, topluluğun böyle bir amaç ve niyetinin olmadığını göstermektedir. (Sivas dışından gelen) birkaç kişinin otelin giriş katına tırmanıp perdeleri tutuşturmasıyla başlayan yangının dumanları rüzgarın da etkisiyle otelin içini etkisi altına alıyor. Otelde bulunanların bir kısmı, otelin bitişiğindeki Büyük Birlik Partisi binasında bulunanlar tarafından kurtarılırken, bir kısmı dumandan boğularak (asfiksi) yaşamını yitiriyor. O zamana kadar varlığı ile yokluğu belli olmayan polisler, otelde çok sayıda kişinin öldüğünü öğrendikten sonra olay yerine geliyor, havaya birkaç el ateş ediyor, otelin önündeki topluluğu birkaç dakika içinde dağıtıyor. Devletin, bu kadar kişinin ölmesini isteyeceğini sanmıyorum ama, bu kadar çok kişinin ölmesiyle, 28 Şubat darbesine giden yolda

önemli bir desteği arkasına aldığına tanık olduk. Olayı, şenlikleri düzenleyenler ve mağdurlar açısından değerlendirdiğimizde, organizasyon komitesi ile mağdurlar arasında ayırım yapmak gerekir. Her yıl Banaz’da düzenlenen şenliklerin Sivas il merkezine alınması, (yayınladığı Şeytan Ayetleri isimli kitabında Hz.Peygambere hakarette bulunan ve birçok ülkede onlarca kişinin ölümüne sebebiyet veren Salman Rüşdi’nin kitabını Türkiye’de yayınlayacağını açıklayan) Aziz Nesin’in şenliklere davet edilmesi, organizasyon komitesinin, Pir Sultan Abdal’ı anma toplantısının aşırı sol örgülerin kontrolüne geçmesine sessiz kalması, organizasyon komitesinin bilgisi dışında gerçekleşmiş olamaz. Organizasyon komitesinin (en azından bir kısmının) bu konularda önemli bilgilere sahip olduğunu düşünüyorum. Bir gün bu bilgileri kamuoyuna açıklarlarsa, Sivas olaylarında kimlerin parmağının olduğunu öğrenme imkanına sahip olacağız. Organizasyonda görevli olmayıp, şenliklere katılan ve otelde dumandan boğularak vefat eden kişilerin “kurban seçildiğini” düşünüyorum. Sivas olaylarını, “protesto edenler” ile “mağdurlar” arasında gerçekleşen bir arbede olarak görürsek, olayın gerçek yüzünü anlayamayız/ göremeyiz. Bu olay, devletin içindeki derin bir yapı tarafından planlanmış ve bu yapı tarafın-

dan uygulamaya konulmuştur. Her yıl Banaz’da düzenlenen şenliklerin, Sivas il merkezine alınması, Kültür bakanının şenliklere katılma vaadinde bulunması (katılımın artırılması), olay günü, 400 kişilik Komando birliğinin şehir dışına gönderilmesi, saatlerce süren yürüyüşe hiç müdahale edilmemesi, dağıtılmaması, (adeta kalabalığın artmasının beklenmesi), protestocu grup otel önünde toplanmaya başladığında, oteldekilere “bekleyin” talimatı verilerek otelde kalmalarının sağlanması, otelin giriş katına tırmanan ve perdeyi tutuşturmaya çalışan kişinin Sivas’lı olmadığının belirlenmesi, (ölüm olaylarının öğrenilmesinden sonra) bu kişilerin Sivas dışına çıkmasına göz yumulması, Sivas olaylarının son derece organize ve planlı olduğunu göstermektedir. Çok sayıda kişinin öldüğünün ortaya çıkmasından sonra, devletin bütün kurumlarının devreye girerek, birden fazla kişinin ölümüne sebebiyet vermek suçunun, terör suçu haline getirilmesi, yasayla yetkili Sivas mahkemelerine baskı kurularak Ankara’ya nakledilmesi, somut olayla uzaktan yakından ilgisi olmayan yasa hükümlerinin uygulanması, bu provokasyonun tam ortasında devletin olduğunu göstermektedir. Ergenekon davasında dinlenen gizli tanığın, “Sivas’ta otelin önündeki kalabalığı kışkırtıp, otelin perdelerini tutuşturduktan sonra, BaşbağŞubat’15 • 71


Özel Sayı lar katliamı için Erzincan kırsalına gitmek üzere yola çıktıklarını” beyan etmesi, bu olayın, devlet tarafından organize edildiğini göstermektedir. Her yıl kutlanan ve iyice bayatlayan Menemen tiyatrosu Sivas’ta planlanan yeni provokasyonla güncellenmek istenmiştir. Bu provokasyonun mimarları, sol örgütlerle güçlü bağları olan Alevi yapıdan tepe tepe yararlanılmıştır. Bu provokasyondan devletin kazanımlarına bakacak olursak; 1989-1990 yılına dönmemiz gerekiyor. 1989 yılı, komünizmin çöktüğü ve ABD’nin ilk askeri tatbikatta, komünizm tehdidinin yerine İslam’ı yerleştirdiği yıldır. 1990 yılının başından itibaren başlayan faili meçhul cinayetler, Sivas katliamı, Başbağlar katliamı, 28 Şubat darbesine giden yola döşenen taşlarıdır. 1990 yılının başından itibaren, yeni bir konseptin uygulamaya konulması, (dindar subayların astsubayların ordudan atılmaya başlamaları, kamu kurumlardan tasfiye hareketinin başlaması, başörtü yasağının hortlatılması, 8 yıllık kesintisiz eğitime geçilmesi, katsayı uygulamaları, vs.), Sivas olaylarınım münferit bir hadise olmadığını, 1990-1998 arasında gerçekleşen olayların birbiriyle sıkı şekilde bağlantılı olduğunu göstermektedir. Toplumsal bir olay olmasına rağmen Sivas olaylarına dair tutuklamalar örgüt suçlaması ile yapıldı. Örgüt var mı? Yoksa nasıl kurgulandı? Herhalde Terörle Mücadele Kanununda tanımlanan “terör örgütünü” kastediyorsunuz. Sivas davasında avukatlık yapmış biri olarak, Sivas olaylarında, kesinlikle böyle bir terör örgütünün veya herhangi bir örgütün olmadığını söyleyebilirim. Terör örgütünden söz edilebilmesi için, örgütün ve örgüt üyelerinin tamamının Anayasal düzeni ortadan kaldırma (kısmen veya tamamen işlemez hale getirme) amacı etrafında birleşmesi (amaç birliği), bu amaçlarını, yasal ve legal yollarla değil, silahlı mücadele (cebir ve şiddet) yöntemiyle gerçekleştirmeyi hedeflemiş olması, örgüt üyelerinin tamamının bu amaç etrafında birleşmesi, bu amaç birliğine ilaveten, örgüt üyelerinin önemli bir kısmının silahlı olması, örgüt içerisinde katı bir hiyerarşik yapının mevcut olması, 72 • Şubat’15

Cüneyt Toraman örgüt üyelerinin verilen emirleri sorgulamadan yerine getirmesi, emir komuta zinciri içerisinde hareket etmesi, terör eylemi gerçekleştirmiş veya terör eylemi için harekete geçmiş olması, vs. gerekiyor. Sivas olaylarında, bu koşullardan birini dahi bulamazsınız. Sivas olaylarının en net fotoğrafını görmek isteyenler, bütün siyasi parti temsilcilerinin katılımıyla hazırlanan TBMM Sivas Olayları Raporuna bakabilirler. Protesto eylemlerine katılanların farklı siyasi partilere mensup olması, yürüyüş sırasında Türk bayraklarını taşıması, bu insanların, Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı olmadıklarını, tam aksine bu devleti sahiplendiklerini kanıtlamaktadır. Sivas davasında yargılanan sanıklardan hiçbirinde silah ele geçirilmemiştir. Bu davada yargılanan sanıkların hiç biri, saatlerce süren protestolar sırasında, bir kez bile, devletin güvenlik görevlilerini hedef almamıştır. Valilik binasına veya diğer kamu binalarına en küçük bir zarar vermemiştir. Devleti temsil eden kamu görevlilerine ve binalarına hiçbir saldırıda bulunmayan bu kişilerin, anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs ettiği söylenebilir mi?! Valiyi protesto etmelerinin sebebi de, valinin Sivas’ın mülki amiri olması değil, devrim şehitlerini anma toplantısına katılmasıdır. Sivas olaylarında, protestoların merkezinde devlet değil, (sivil bir kişi) Aziz Nesin vardır. Pir Sultan Abdal şenliklerine katılanların ölümü de, Valilik veya başka bir kamu binasının içinde değil, (özel bir mülkte) otelde gerçekleşmiştir. Aziz Nesin’i devlet, Madımak Otelini de Valilik binası olarak kabul ederseniz, protestoların devlete yöneldiğini iddia edebilirsiniz. Sivas davasında mahkeme, örgüt kararı vermiştir ama bu örgütü, bu davada yargılanan sanıklar değil, terörle mücadele şubesi, mahkemeler ve Yargıtay kurmuştur. Mağdur aileleri “çocuklarının haksız yere tutuklu yattığını ve olaylar esnasında orada bulunmayan insanların orada bulunmadığı ispatlandığı halde tutukluluk hallerinin devam ettirildiğini” söylüyorlar. Bu noktada bu kadar açık deliller olmasına ragmen adil yargılanma hakkı nasıl bu kadar kolay ihlal edilebiliyor?

“Bu olay, devletin içindeki derin bir yapı tarafından planlanmış ve bu yapı tarafından uygulamaya konulmuştu.”

Sivas davası, yargılama tiyatrosudur! Askeri bando ne kadar müzikse, Sivas davası da o kadar yargılamadır! Olağan bir yargılamada, çok sayıda denetim mekanizması vardır. Soruşturmayı yürüten polislerin hataları, savcının denetimine tabidir. Polisin hatalarının önemli bir kısmını savcı düzeltir. Savcının hatası mahkemenin denetimine tabidir. Savcının hatasını mahkeme düzeltir. Mahkeme de hata yapabilir, onun hatasını da Yargıtay düzeltir. Sivas davasında bu denetim mekanizmaların tamamı devre dışı bırakılmıştır. Olaydan sonra olay yerinde tek bir kişi dahi gözaltına alınmamıştır. Bu davanın sanıkları, “ihbarlar” sonucunda, isimlerinin gazetelerde yayınlanması nedeniyle gözaltına alınmıştır. Olay günü Sivas dışında olanlar dahi bu davanın sanığı haline getirilmiştir. Protesto yürüyüşüne katılmaktan başka bir suçu olmayan insanlar, yargılamanın ileriki aşamalarında, cinayetle ve anayasal düzeni ortadan kaldırmakla suçlanmışlardır! Masumiyet karinesi ihlal edilmiş, peşinen suçlu ilan edilmişlerdir. Savcılar, birden fazla kişinin ölümüne sebebiyet vermek ve toplantı ve gösteri yürüyüşü kanununa muhalefet nedeniyle kamu davası açtıkları halde, DGM savcıları davaya müdahale etmiş, suç tipini değiştirtmiştir! Sanıklara, olayla ilgisi olmayan suç maddeleri isnad edilmiştir. Sanıklar, hukuki yardımdan (avukat tutma hakkından) yararlandırılmamıştır. Savunmayı temsil eden Türkiye Barolar Birliği, tüm barolara, Sivas sanıklarına avukat görevlendirmemesi için talimat göndermiştir. Bu davanın yargılaması, yasayla belirlenen yargı ye-

rinde değil, yetkisiz bir mahkemede yapılmıştır. Sanıkların gösterdikleri tanıklara, tanıklık dahi yapmadan, yalancı tanıklık yapacağı (!) iddiasıyla kamu davası açılmış, savunma hakkı kısıtlanmıştır. Bu davada, adil yargılamanın “A” sı dahi uygulanmamıştır. Mahkemenin, çok sayıda sanık hakkında verdiği, ölüme sebebiyet verme suçu, Yargıtay’da anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs suçuna çevrilmiştir. DGM savcıların, anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs nitelemesine ve yönlendirmesine itibar etmeyen, sanıklara, birden fazla kişinin ölümüne sebebiyet verme suçundan mahkumiyet kararı veren yerel mahkemenin üyeleri değiştirilmiş, yerlerine, (bu yönlendirmeye boyun eğecek) başka hakimler atanmıştır. Birbirini denetlemesi gereken, Emniyetin, Savcının, Mahkemenin, Yargıtay’ın ve HSYK’nın “birlikte hareket etmesi” böyle bir sonucu ortaya çıkarmıştır. Sivas olaylarında ölen insanların kurşunla öldürüldüğü iddiaları gündeme gelmişti. Bu iddialar doğru olabilir mi? Sivas olaylarında iki kişinin silahla öldürüldüğü iddia değil gerçek! Dava dosyasında iki kişinin ateşli silahla öldürüldüğüne ilişkin adli tıp raporları var. Yargılama sırasında, savunma avukatları olarak ısrarla “bu kişilerin kim veya kimler tarafından öldürüldüğünün tespiti için” balistik inceleme yapılmasını talep etmemize rağmen, mahkeme bu talebimizi kabul etmedi! Mahkeme sanki iki kişi silahla öldürülmemiş gibi yargılamaya devam etti ve karar verdi. Bu eksiklik temŞubat’15 • 73


Özel Sayı yiz dilekçesinde dile getirildiği halde, Yargıtay bu itirazlarımızı dikkate almadı. Eğer kurşunla öldürülen iki kişi, şenlikleri düzenleyenlerden biri olsaydı, dünyayı ayağa kaldırırlardı. Mağdurların ve mağdur vekillerinin, yargılama süresi boyunca, bu olaylara silahla öldürülenler yokmuş gibi davranması, ölümle, mağdurlar arasında bir illiyet bağı olduğunu göstermektedir. Bu kişilerden biri otel görevlisidir. Otel görevlisi, otelde kalanlarla tartışmış olabilir veya içeridekilerin aleyhine olabilecek bazı olaylara tanık olmuş olabilir. Talebimiz kabul edilseydi ve adli tıpta inceleme yapılsaydı, kurşunun hangi mesafeden atıldığı, yakın mesafeden (otelin içinden) mi, uzak mesafeden (otelin dışından) mi atıldığı ortaya çıkacaktı. Atış, otelin dışından yapılmış olsaydı, bu olay örtbas edilmeye çalışılmazdı. Otel görevlisi, muhtemelen otelin içinden birileri tarafından öldürüldü. Eğer ölüme sebebiyet veren kurşunlar güvenlik görevlileri tarafından atılsaydı, orada görev yapan güvenlik görevlilerinin tümünün silahlarının balistik inceleme yaptırılması (ölenin vücudundan çıkan kurşunla polislerin silahlarının karşılaştırılması yapılması) gerekmez miydi? Bu da yapılmamıştır. Aynı olayda, kurşunla iki kişinin öldürülmesi ve bu olayın mahkemece hiçbir araştırmaya tabi tutulmaması, “bu davada nasıl bir yargılama yapıldığını” çok net olarak ortaya koymaktadır. Alevi-Sol örgütleri davalarında zamanaşımı vb. Gibi sebeplerle mahkumlar cezaevlerinden büyük oranda tahliye edilirken, müslüman tutsakların halen cezaevlerinde bulunması ve bunun dindar-muhafazakar bir çevrenin iktidarda olduğu bir dönemde devam etmesini nasıl değerlendirmeliyiz? Sivas davasında, dönemin siyasal iktidarının ve medyanın sanıkları linç girişimine rağmen, mahkemelerde, (Sivas Ağır Ceza mahkemesinde) “birden fazla kişinin ölümüne sebebiyet vermek” ve (Sivas Asliye Ceza Mahkemesinde) “toplantı ve gösteri yürüyüşüne muhalefet” iddiasıyla davalar açılmıştır. Davaların açılmasından sonra Antalya’da toplanan DGM savcıları “Düşünce örneği” adını verdikleri bildiride, bu olayın, ana74 • Şubat’15

Cüneyt Toraman yasal düzene karşı işlenmiş bir suç olduğunu iddia etmişlerdir. Mahkemeler, bu bildiriyi takiben “görevsizlik kararları” vererek dava dosyalarını DGM’ne göndermeye başlamışlardır. Görevsizlik kararlarından sonra, dava dosyasının, Sivas’a en yakın Erzincan DGM’ne gönderilmesi gerekirken, (devletin önem verdiği davalarda operasyon merkezi) Ankara’ya nakledilmiştir! Ankara DGM, bütün bu baskılara ve yönlendirmelere rağmen, anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüsten değil, birden fazla kişinin ölümüne sebebiyet verme ve toplantı ve gösteri yürüyüşü kanununu ihlal suçundan hüküm kurmuştur. Yargıtay, dava dosyasında yer almayan bir slogan icad ederek kararı bozmuş, sanıkların, anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs suçundan yargılanması gerektiğine karar vermiştir. HSYK, Yargıtay’ın bozma kararını takiben, bu kararı veren hakimleri tamamen değiştirip yerine yeni hakimler atamış, bozma doğrultusunda karar verilmesini sağlamıştır. Yargıtay Ceza Genel Kurulunun vermiş olduğu kararı inceleyenler, kocaman kocaman hakimlerin, yürürlükteki mevzuat hükümlerine nasıl takla attırdıklarını göreceklerdir. Bu karar, yasalarda hiçbir değişiklik olmadığı halde, suçun vasfının nasıl değiştirildiğinin ibretlik bir vesikasıdır! (Yargıtay’ın, “laiklik karşıtı eylemleri” anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs suçu olarak nitelemesine ilgi duyanlar, Özgün İrade Dergisinin 2015 Şubat sayısında yayınlanan, “28 Şubat mağdurları niçin hala cezaevinde?” başlıklı makaleme bakabilirler.) Sivas davasının sanıkları, adam öldürmeye sebebiyet vermekten ve toplantı ve gösteri yürüyüşüne muhalefetten mahkum edilmiş olsaydı, sanıkların tamamı 5-6 yıl sonra tahliye olurdu. Bu davada yargılanan sanıkların 33’üne, somut olayla hiçbir ilgisi olmayan anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüsten “idam” cezası verildi. İdam cezasının kaldırılmasıyla idam cezaları, ağırlaştırılmış müebbet hapse dönüştürüldü. Olayla ilgisi olmayan bir maddenin uygulanması nedeniyle, ömürlerinin sonuna kadar cezaevinde kalmaları gerekiyor. Bu davanın yargılaması, suç tipinin belirlenmesi, Yargıtay’ın bozma kararı, bozma kararından sonra anayasal düzeni ortadan kaldır-

maya teşebbüs suçuna dönüştürülmesi, Ak Parti iktidarından önce yapıldı. Ak Parti, bu davadaki yargılama sürecinden sorumlu olmasa da, bu davada nasıl bir yargılama yapıldığını, Ak Partide bakan ve milletvekili olan çok sayıda kişi çok iyi biliyor. Ak parti, Devlet Güvenlik Mahkemelerini, Özel Yetkili Mahkemeleri kaldırırken, (İstiklal Mahkemelerinin güncel versiyonu olarak görev yapan) bu mahkemelerin yarattığı mağduriyetleri de gidermesi gerekirdi. Bu konuda hiçbir adım atmadı! Emniyet-DGM-Yargıtay arasındaki ilişkiler ağı yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. 17-25 aralık soruşturmalarında, Tahşiye davasında nasıl kumpas kurulduğu ortaya çıktı! İnşallah devlet, Ergenekon davası sanıklarından, Balyoz davası sanıklarından, 28 Şubat davası sanıklarından, Şike davası sanıklarından esirgemediği şefkat elini, Sivas davasının sanıklarından da esirgemez, bir an öne bu konuya el atar, bu insanların mağduriyetleri bir an önce sona erer! Alevi toplumunun yargı-medya-sanat camiasındaki etkinliği ile dava arasında herhangi bir ilişki oldu mu? Madımak Otelinde dumandan boğularak (zehirlenerek) vefat edenler arasında, sanat camiasının tanınan ve sevilen isimleri de vardı. Sanat camiasının meslektaşlarına sahip çıkmasını normal buluyorum. Ancak sanatçıların, insani tepkilerinin (mezhep merkezli) saptırılmasına izin vermemeleri gerekirdi. Pir Sultan Abdal şenliklerine katılan ve otelde dumandan boğularak vefat eden sanatçıların çok azı alevi olduğu halde, olayı, Alevilere yönelik bir hareketmiş gibi sunulmasına alet olmuşlardır. Sanatçıların büyük bir çoğunluğunun bu olayı sahiplenmesinde, sanatçıların siyasi tercihlerinin rolünü de dikkate almak gerekir. Son dönemde cumhurbaşkanını takdir ettiğini söyleyen bazı sanatçıların kendi camiaları tarafından aşağılanması, hakaret edilmesi, mahalle baskılarına maruz kalması, sanatçıların büyük bir çoğunluğunun CHP ideolojisine sahip olduğunu göstermektedir. (Son dönemde yapılan bir ankette, sanat camiasındaki kişilerin %90’ının CHP’yi desteklediği ortaya çıkmıştır.) Sivas olaylarının, Alevi mezhebine mensup kişilere karşı

yapılmış bir linç girişimi gibi sunulması, o dönemde Yargıda ve Yargıtay’daki alevi yapılanmayı da harekete geçirmiştir. Türkiye’deki medyanın, dindarlardan ve dindarlıktan hazzetmediği bilinen bir gerçektir! Medya organlarının en önemli gündem maddesi, bu akımın temsilcileriyle mücadele etmek olmuştur. Bu olay vesilesiyle, Refah Partisi zan altında bırakılmak ve yıpratılmak istenmiştir! Refah partisinin seçimlerde önemli bir sıçrama yapamamasının temelinde, bu ve benzeri provokasyonlar üzerinden medyanın algı operasyonu yatmaktadır. Genel olarak cezaevlerinde bulunan müslüman tutsaklara ne gibi tavsiyelerde bulunmak istersiniz? Mücadele bundan sonra nasıl devam ettirilmeli? Cezaevinde bulunan Müslümanların tamamına yakını, 28 Şubat darbecilerinin kumpasları nedeniyle cezaevlerinde yatmaktadır. Onlar, 28 Şubat darbesinin mağdurlarıdır. Tam 22 yıldır cezaevinde yatıyorlar! Çocuklarını ayda biriki kez, 60 dakikayı aşmayacak şekilde görebiliyorlar! Böyle bir zulme kaç kişi sabredebilir! Mağdurların tavsiyeye değil, teselliye ve yardıma ihtiyaçlarının olduğunu düşünüyorum. Bu insanların, nasıl bir kumpas sonucunda oraya tıkıldıkları gün gibi ortada iken, hiç kimse kılını kıpırdatmıyor! Adeta orada unutulmuş gibiler! Faili belli olmayan kişinin ölümünden, mahalleliyi diyet ödemekle yükümü tutan medeniyetin temsilcileri olarak, bu mağduriyetten hepimiz sorumluyuz! Belli bir kesim, çevrenin korunması (HES barajları, altın madeni, vs.) için kampanyalar düzenlerken, karıncaya bile zarar vermeyen Müslüman kardeşlerinin cezaevlerinde çürümelerine sessiz kalmalarını anlayamıyorum. Hani hepimiz tek bir vücut gibiydik? Bir yerimize iğne battığında bu acıyı hepimiz hissederdik? Öyle olmadığı anlaşılıyor! Kötülükleri eliyle düzeltmesini, buna gücü yetmezse diliyle karşı çıkmasını, buna da gücü yetmezse (zalimlere) buğzetmesini tavsiye eden bir dinin temsilcilerine, dünya hayatı daha tatlı geliyor! Şubat’15 • 75


Özel Sayı

Kaya Kartal “Oğullarım: Gidiniz de Yusuf’la kardeşini araştırınız; hem sakın Allah’ın inayetinden ümidinizi kesmeyiniz. Zira kafirlerden başkası Allah’ın ümidinden yardımını kesmez.” Yûsuf, 87

“Cezaevleri başlı başına hak ihlalidir.”

Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak... ; Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak. Dünyâda inanmam, hani görsem de gözümle. İmânı olan kimse gebermez bu ölümle: Ey dipdiri meyyit, ‘İki el bir baş içindir.’ Davransana... Eller de senin, baş da senindir! His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin? Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin. Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz? Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz? Âtiyi karanlık görüvermekle apıştın? Esbâbı elinden atarak ye’se yapıştın! Karşında ziyâ yoksa, sağından, ya solundan Tek bir ışık olsun buluver... Kalma yolundan. Âlemde ziyâ kalmasa, halk etmelisin, halk! Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk! Herkes gibi dünyâda henüz hakk-i hayâtın Varken, hani herkes gibi azminde sebâtın? Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun. Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun! Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar; Me’yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar Lânetleme bir ukde-i hâtır ki: çözülmez... En korkulu câni gibi ye’sin yüzü gülmez! Mâdâm ki alçaklığı bir, ye’s ile şirkin; Mâdâm ki ondan daha mel’un daha çirkin Bir seyyie yoktur sana; ey unsur- îman, Nevmid olarak rahmet-i mev’ûd-u Hudâ’dan, Hüsrâna rıza verme... Çalış... Azmi bırakma; Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma!

Âtiyi Karanlık Görerek Azmi Bırakmak Mehmet Akif ERSOY

76 • Şubat’15

Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş... Sesler de: ‘Vatan tehlikedeymiş... Batıyormuş! ‘ Lâkin, hani, milyonları örten şu yığından, Tek kol da yapışsam demiyor bir taraftan! Sâhipsiz olan memleketin batması haktır; Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır. Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar... Uğraş ki: telâfi edecek bunca zarar var. Feryâd ile kurtulması me’mûl ise haykır! Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır! ‘İş bitti... Sebâtın sonu yoktur! ‘ deme, yılma. Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma.

Av. Kaya Kartal* ile Röportaj Burak KALPAKLIOĞLU

S

izi tanıyabilir miyiz? İsmim Kaya Kartal İstanbul’da 2006 yılından beri avukatlık yapıyorum. 2007 yılından bugüne Mazlumder’de çeşitli görevlerde bulundum. 2010’dan itibaren cezaevi çalışmalarına odaklanmış durumdayım. Mazlumder Cezaevi komisyonu diye bir komisyon oluşturduk. Bu komisyon çalışmaları içerisinde gerek Türkiye’deki çeşitli cezaevlerini ziyaret etme oradaki mahpuslarla görüşme, gerek onlardan aldığımız verilerle ilgili kurumlara müraacatta bulunma, bunları bildirme, gerekse oradan aldığımız bilgileri kamuoyuna açıklayarak kamuoyunu bilgilendirme tarzında çalışmalar cezaevi komisyonunun bir ayağını oluşturuyor. Diğer ayağında cezaevine girmiş çıkmış insanlarla veya halihazırda cezaevinde olan mahpusların aileleriyle, eşi olabiliyor, kardeşi olabilyor, babası olabiliyor, çocuğu olabiliyor onlarla “cezaevi söyleşileri” başlığı altında söyleşiler yapıyoruz. Bugüne kadar 24 tane söyleşi yaptık. Yine bu çalışma bağlamında mektuplaşma ve bayramlarda tebrikleşme, çeşitli kitap hediyeleşmesi şeklinde kitap göndererek bir başka ayağını kurmuş durumundayız. Cezaevi komisyonu genel olarak bu çerçevede ilerliyor. Biz gerek bu gözlemlerimiz, cezaevi ziyaretleri, kurumlarla yazışmalar sayesinde ciddi anlamda bir veriye sahip olmuş durumdayız. Mazlumderde cezaevi çalışmalarını genel olarak bu bağlamda yürütüyoruz. * Mazlumder Cezaevi Komisyonu Başkanı

Hocam bir kavram olarak cezaevine ve Türkiye’de cezaevlerinde yaşanan hak ihlallerine dair genel bir çerçeve çizebilir misiniz? Türkiye’de cezaevleri mevzusuna geldiğimizde aslında sadece Türkiye’de değil bütün dünyada cezaevleri maalesef insan hakkı ihlallerinin en çok yaşandığı alanlar. Çünkü kapalı mekanlar özellikle Türkiye’de görüldüğü üzere dışarıdan gözlem imkanları çok zayıf veya bilinçli olarak zayıf bırakılmış durumda. Çeşitli kurumlar oluşturuluyor ama sivil toplum, sivil toplumun bağımsız kurumlarının müdahil olamamasından dolayı cezaevi gözlemi anlamında cezaevinde ne olup bittiğini öğrenemiyoruz ya da çok geç öğrenmiş oluyoruz. Deliller karartılmış oluyor. Atıyorum bir işkence iddası varsa. Ancak hatırlarsınız belki Engin Ceber vakasında olduğu gibi ölecek ki içerideki vatandaş artık gizlenemez hale gelsin oradaki ihlalin boyutu. İhlalller çok başlık altında Türkiye’de ve dünyada devam ediyor. Ama biz daha temelden bir yaklaşımla bizatihi bir cezalandırma aracı olarak cezaevinin başlı başına bir ihlal olduğunu düşünüyoruz. İnsan onuruna, insan ahlakına aykırı bir şey olarak görüyoruz. Daha da özelde biz bunun Müslümanlar açısından baktığımızda bu şekilde bir cezalandırmanın İslami ve insani olmadığını düşünüyoruz. Kur’an’a baktığımızda çok çeşitli cezalandırma yöntemlerinin sayılmış olmasına rağmen ki dönemi itibariyle birtakım özel örnekleri bulunmasına rağmen Kur’an’ın Şubat’15 • 77


Özel Sayı

indiği süreç içerisinde bir cezalandırma aracı olarak cezaevini görmüyoruz. Bu aslında bir tesadüf değil. Zaten müminler açısından Kur’an’ın boş bıraktığı ya da değinmediği hiçbir şey tesadüf değildir. Biz bunun bilinçli olarak Rabbimiz tarafından bir cezalandırma aracı olarak öngörülmediğini düşünüyoruz. Çünkü dediğim gibi gerçekten insan onuruna, insan fıtratına aykırı bir durum. Çeşitli örneklerini gördüm bunun. Cezaevinde mahpuslarla görüşüyoruz. Uzun yıllardır kalmış mahpuslarda bir kısım fiziksel rahatsızlıklar oluşmuş, çeşitli hastalıklara maruz kalmışlar. Dışarıdakiler için farkına varılamayan toprağa dokunma mevzusunun oradakiler için önemli bir ihtiyaç haline geldiğini görüyorsunuz. Dışarıdakiler için ufku görememek gibi bir sorun söz konusu değilken içeridekiler açısından özellikle uzun süreli mahpuslar açısından bunun kalıcı göz rahatsızlıklarına neden olan bir sorun haline geldiğini görüyoruz. İnsanı hürriyetinden mahrum bırakma adı altında bir ceza veriyorsunuz. Ceza tektir, bunun dışında bir ceza uygulamamanız gerekir artık ama cezaevi şartları dolayısıyla, doğası dolayısıyla mahpuslar içeride farklı şekilde cezalandırılmış oluyorlar. Hastalıklara maruz kalıyorlar. İnsani yaşam standartlarından mahrum kalıyorlar, aileleriyle görüşme anlamında, bir aile hayatı kurma anlamında ciddi problemleri oluyor. Sadece içeridekilerin değil cezaevi aynı zamanda dışarıdakiler açısından da cezaevi. Mahpusun ailesi açısından da ciddi bir ihlal mekanizması olmuş durumda. Şöyle ki bir çocuk babasıyla ilişki kuramıyor hiçbir şekilde. Belli tasarlanmış tanınmış sü78 • Şubat’15

Kaya Kartal reler var. O süre boyunca gidip bir gardiyanın huzurunda görüşebiliyor ama o kadar. Bir baba-oğul ilişkisi gelişemiyor, bir anne-oğul ilişkisi gelişemiyor. Eşler birbiriyle mahrem ilişki geliştiremiyorlar. Bununla alakalı aslında çeşitli düzenlemeler yapıldı. Mahremiyet demişken oradan devam edeyim ihlaller bağlamında. Türkiye dışında bazı ülkelerde uygulanan bir yöntem vardı. Cezaevinin en azından gayri insaniliğini düzeltmeye yönelik bir yöntem. O da mahpusların eşleriyle, anne-babalarıyla, çocuklarıyla görüşme adı altında gardiyanlardan, devlet denetiminden, jandarma gözetiminden bağımsız şekilde bir aile hayatı yaşayacakları alanlar oluşturulması. Yani işte cezaevinin içerisinde bir ev ya da prefabrik konut inşa ediliyor, mahpuslar kendisine tanınan zaman içerisinde orada bir aile hayatı yaşıyorlar. O duygusal ihtiyacı gidermiş oluyorlar. Türkiye’de de bu konuşuldu ve getirildi aslında 2012 yılında sanıyorum. Ama bu bir hak olarak değil, bir ödül olarak tasarlandı ve bir ödül yönetmeliği içerisine konuldu. Bizce temel bir hak olan bir husus bu. Böylece cezaevi idarelerine şöyle bir yetki verilmiş oldu ve sadece eşlerle sınırlandırılmış oldu. Yani çocuklar, anne-babalar bu kapsama dahil edilmedi. Mahpuslara uslu dururlarsa, idareyle iyi geçinirlerse -mahpuslar açısından bakıldığında ki onların söylemi bu idarenin bir anlamda dediği herşeyi yaparsa- idare tarafından tanınmış bir “lütuf” olarak tanınmış durumda. Bizatihi bu durum bile cezaevine devletlerin bakışını gayri insaniliğini gösteriyor. Neden siz bir insanı eşiyle görüştürürken eşiyle görüşmesini ona bir ödül olarak sunuyorsunuz? Yani mahpus gelecek, eşimle görüşmek istiyorum diyecek, siz de devlet olarak tamam görüş diyeceksiniz. Bu bir defa Türkiye’deki yerleşik namus algısı açısından, ahlak algısı açısından, din algısı açısından problemli bir durum. Cezaevine maalesef toplumsal anlamdaki ve devletin bakışındaki sıkıntılar bu tür uygulamaları getiriyor. En temel hakkı bile bir hak olarak değil bir ödül olarak düzenleyip olayı böyle bir hale sokma şeklinde yürüyor. Biraz önce saydığım cezaevinin farklı cezalandırmalarla devam ettiği bir defa değil sürekli bir cezalandırma şekline bürünme hasebiyle bunun makul ve insani bir cezalandırma aracı olmadığını düşünüyoruz. Bu yüzden ihlallerin en önemlisi zaten cezaevinin kendisi. Onun içinden çıkıp diğer ihlallere baktığımızda da mahpuslar cezaevine girip çıkana kadar çok seri halde ciddi hak

ihlalleriyle karşılaşıyorlar. Bir defa kaldıkları şartlar insani standartlara uygun değil. Şu an cezaevi kapasitesi dolmuş durumda. Birçok yerde kapasiteyi artırmak adına aynı ortak alanlar, aynı ihtiyaçları gidermeye dönük aynı hizmetler söz konsuyken birçok cezaevi nüfusu iki katına çıkarılacak şekilde ek ranza sistemiyle kapasite artırımına uğradı. Bu bir kapasite artırımı değildir. Çünkü tuvalet sayısı, banyo sayısı, görevli gardiyan sayısı aynıyken siz cezaevindeki ranzaların sayısını artırarak orayı kalabalıklaştırırsanız insanlar ortak kullanım alanlarını kullanamaz hale gelir. İnsanlar banyoları, tuvaletleri kullanamaz hale gelir ki bu yüzden birçok kavga çıktığını duyuyoruz cezaevlerinde. Yine cezaevlerinde yemeklerden tutun sağlıktan yararlanmaya kadar bir dizi ihlal söz konusu. Bazı cezaevlerinde yemeklerin çok yağlı olduğundan, bazılarında çok tuzlu geldiğinden, bazılarında çok kalitesiz olduğundan besin değeri açısından, bazılarında sürekli aynı yemeklerin çıktığı yönünde şikayetler, itirazlar alıyoruz. Cezaevlerinde sağlıkla alakalı çok ciddi problemler var. Cezaevleri şu an bizatihi insanların hastalanması için en elverişli ortam. Tamamen beton, rutubetli, havasız ortam, güneş girmiyor. Zaten tasarlanış şekli güneşin girmemesi üzerine kurgulanmış. Hastalandığınızda doktora gittiğinizde çok ciddi bir prosedür var, ciddi bir bürokrasi var. Örneğin diş ağrısı talebiyle başvuruyor mahpus bir ay sonra iki ay sonra sıra geliyor. Sırf o acıdan dolayı kendi dişini kendisi çekiyor mahpuslar. Ya da böbrek taşı olduğu için hastaneye gitmek isteyen mahpus artık dayanamayıp o acıyla kıvranırken sonra böbrek taşını kendi kendine düşürdüğünü fark ediyor. Hastalığı daha teşhis aşamasındayken sürelerin geçiştirilmesi dolayısıyla hastalığı kronik hale gelen mahpuslar var. Kanser hastaları çok fazla. Bunlar işin bir yönü. Sağlık imkanlarına ulaşırken başka sıkıntılarla karşılaşılıyor. Türkiye’de bizim sıkça eleştirdiğimiz ve dile getirdiğimiz bir protokol var. Bu Sağlık Bakanlığı, Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı arasında imzalanmış bir protokol. Üçlü Protokol diye geçiyor. Buna göre mahpuslar cezaevinden dışarıdaki hastanelere, devlet hastanalerine sevk edildiklerinde muayene sırasında jandarma komutanı muayene odasında bulunuyor. Protokolde tanımlanmış şekli şu: “Jandarma komutanı doktorla hastayı görebilecek ama duyamayacak şekilde konum alır.” diye

Şu an yaklaşık 600 tane ağır hasta mahpus var cezaevlerinde. Bunların 200’den fazlası artık cezaevinde kalamayacak kadar ağırlaşmış durumdalar. Bunlarla alakalı da birtakım düzenlemeler yapıldı ama uygulama çok yavaş ve çok engelleyici durumda. geçiyor. En temel hak olan mahremiyet hakkının ihlal edildiği bir düzenleme ve uygulanıyor. Özellikle kadın mahpuslar açısından düşündüğümüzde bu çok çok problemli bir şey oluyor. Erkekler için de büyük problem kadınlar için de çok daha büyük bir problem haline geliyor. Sırf bu yüzden böyle bir muayeneyi kabul etmediği için cezaevine geri gidiyor mahpuslar. Muayene olmuyorum diyor. Eğer beni dışarıdan bir erkek izleyecekse ben bu şartlar altında muayene olmam. Birçok zaman doktorlar kelepçelerin takılı kalmasını istedikleri için kelepçeli olarak muayene edilmek zorunda kalıyor mahpuslar. Muayeneyi reddettikleri için de tekrar cezaevine götürülüyorlar. Cezaevi de personeli gereksiz yere meşgul etti diye mahpuslar hakkında disiplin cezası bile verebiliyor, örnekleri de var bunun. Disiplin cezası veriyor. Niye? Muayeneyi reddettin diye. Daha öte böyle bir şekilde muayene yapmayacağını söyleyen doktorlar bazı onurlu doktorlar var. “Ben hastamın mahremiyeti ihlal edilirken muayene yapamam jandarma personeli dışarı çıkmak zorunda.” dediği için hakkında soruşturma açılan doktorlar oldu. Bu kadar problemli bir alanla yüz yüzeyiz. Türkiye’de doğrudur birçok şey ilerliyor. Birçok noktada ihlallerin giderildiğini görüyoruz veya bazı noktalarda tekrar geriye gidiş de yaşanabiliyor ama cezaevleri noktasında durum çok da iyi değil işin doğrusu. Evet işkence vakalarında ciddi azalmalar oldu. (onlar da bitmiş değil aslında) Ama saydığım problemler insan onuruna, ahlaka, hukuğa aykırı bir şekilde devam ediyor. Cezaevlerinde son dönemde yaşanan bir şey var. Yayınevleri yayın gönderiyorlar cezaevlerine; gazete,dergi veya kitap. Bunlarla alakalı bazı cezaevleri anlaşılmaz bir şekilde problemler çıkarabiliyor. Yayınların bu şekilde girmesini engelliyor veya Şubat’15 • 79


Özel Sayı diyor ki “Mahpus istesin biz zaten o süreli yayını alırız.” ama bu pratikte geçerli bir şey değil. Çünkü cezaevi bambaşka gerekçelerle o yayının bulunamadığı, o derginin o ilde satılmadığı, kalmadığı gibi gerekçelerle o yayının ulaşmasını engelliyor. Üstelik mahpuslar zaten öyle çok zengin insanlar değiller malum. Dışarıdan gönderen insanlar bir şekilde katkı olsun diye ücret almaksızın gönderiyorlar. Ama siz mahpusa parasını ver biz alalım gibi birşeyle mahpusu zorluyorsunuz. Bir kitaptan, yazıdan, yayından korkmanın bir anlamı yok aslına bakarsanız zaten cezaevi gelen her türlü kitabı, evrakı, yazıyı inceliyor. Suç unsuru var mı yok mu? Güvenliği tehdit edecek bir şey var mı? Bunun ötesinde farklı yasaklarla mahpusların içerideki en önemli aslında onları dünyaya açan, onların zihin dünyasını geliştiren, onları diri tutan en önemli araçlar kitabı, dergiyi, yayını engellemek çok problemli bir durum. Devletin hali hazırda bundan korkması önemli bir problem. Şu an yaklaşık 600 tane ağır hasta mahpus var cezaevlerinde. Bunların 200’den fazlası artık cezaevinde kalamayacak kadar ağırlaşmış durumdalar. Bunlarla alakalı da birtakım düzenlemeler yapıldı ama uygulama çok yavaş ve çok engelleyici durumda. Normalde eğer cezaevinde kalamayacağı yönünde bir raporu varsa mahpusun, hakimlerin, mahkemelerin bırakması gerekiyor mahpusu. Yani ölüm döşeğinde demek onu kastediyorum burada. Ama yine çok basit gerekçelerle cezaevinde kalamayacağına dair rapor alan mahpuslar özellikle terörle mücadele şubelerinden gelen güvenlik açısından risklidir raporları doğrultusunda tutuluyorlar hala içeride. Yani doktor heyeti toplanmış bir mahpusun ölüm döşeğinde olduğunu cezaevinde kalamayacağını, artık kendisine bakamayacak kadar hasta olduğuna dair bir rapor düzenlemiş ancak mahpusun güvenliği tehdit edebileceği gerekçesiyle içeride tutulması tercih ediliyor. Bu da hali hazırda yaşanan vakalardan maalesef. Hocam özellikle F Tipi cezaevlerinde daha çok hak ihlali yaşandığını duyuyoruz. Bu cezaevlerinin inşa edilmesindeki maksat nedir? F Tipleri 2000 yılında faaliyete geçmiş cezaevleri. Normalde bunlar yüksek güvenlikli cezaevleri sadece. Yüksek güvenlikli cezaevlerinde çoğunlukla örgütlü dosyalardan ceza almış insanlar kalıyor. Bizim klasik siyasi mahpuslar diye tanımladığımız 80 • Şubat’15

Tuncay Aksoy gruplar tutuklu olsun hükümlü olsun onlar tutuluyorlar F Tiplerinde çoğunlukla. Bu cezaevlerinin temelde amacı mahpusları tecrit etmek yani yalnızlaştırmak. Dışarıyla ya da diğer mahpuslarla ilişkilerini asgari seviyeye indirmek ki buna tecrit diyoruz. Eğer ağırlaştırılmış hapis cezası almış hükümlüler söz konusuysa onlar tek kişilik hücrelerde kalıyorlar ve günde sadece 4 saat hücrelerinden küçük bir alana çıkarılıyorlar. Bahçe diyorlar o alana ama toprak falan olmayan bir bahçe, tamamen beton. Oraya çıkıyorlar ve sadece gökyüzünü görebiliyorlar yani ufku görmeleri mümkün değil burada. Tek kişilik hücrelerde kalanlar yani yan yana 3 tek kişilik hücre düşünün onlar ortak bir bahçeye açılıyor yani günde 4 saat 3 kişi olabiliyorlar ama kendi hücrelerinde o 4 saat dışında 20 saat boyunca tek başına duruyorlar. Diğer mahpuslar müebbet ya da süreli mahpus cezası almış mahpuslar 3 kişilik hücrelerde kalıyorlar onlar da bahçeli 3’erli gruplarda 9 kişi olabiliyorlar. Genel tasarımı bu f tipi cezaevlerinin. Bu da tabi olarak mahpuslarda ciddi bir sıkıntı oluşturuyor. Psikolojik sıkıntılar, artık yalnızlığın verdiği sıkıntılar. Normalde kısa süreli mahpuslar için belki de faydası olabilecek yönleri var. Özellikle yazan, çizen yalnız kalmayı isteyenler olabiliyor ancak uzun süreli cezalarda bu f tipleri kurulduğundan beri f tipinde olan insanlar var. 14 yıldır f tipinde olan insanlar var. Onlar açısından baktığımızda tek başına bir yerde bir alanda ya da 3 kişiyle bir yerde 14 yıl kalmaktan bahsediyoruz. Bu doğal olarak insanlarda ciddi sıkıntılara neden oluyor. Bazı mahpuslarda artık konuşmada zorlanma görüyorsunuz, bazı mahpuslar kelimeleri bir araya getirmekte zorlanabiliyor. Normalde bir insan hücre olarak tutulacağı yerde 20 günden fazla tutulamaz daha fazlası sağlık açısından psikolojik açıdan sıkıntılıdır. 20 günü geçmemesi öngörülüyor aslında hücre cezalarının ama bazı siyasi mahpusları hücrelerde tutuyorlar ve bu yıllara yayılıyor 10 yıl olabiliyor 14 yıl olabiliyor süresi yok yani cezası bitene kadar. Hocam çok teşekkürler. Allah kolaylıklar versin.

“28 Şubat’ta, Müslümanlara karşı girişilen haksızlıklar ile zulümlerin haddi hesabı yoktu.” Tuncay Aksoy ile Röportaj İsmail CEYLAN

S

izce “Post-modern darbe” olarak vasıflandırılan 28 Şubat Darbesi’nin, Müslümanlar üzerindeki etkileri neler oldu? Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, 28 Şubat Darbesi, Müslümanların imanına musallat olmuş ABD-İsrail tandanslı, tamamı ile Müslüman Anadolu insanını hedef alan büyük bir darbedir. Bu darbenin etkileri günümüzde hala daha sürmekte olup, bunun etkilerini en çok göreceğiniz kesim de, genç kitlelerdir. İnançsız, duyarsız, fikirsiz ve kendi kendisini ifade dahi edemeyen, bölgesinden ve ülkesinden bihaber, Filistin, Suriye, Irak, Doğu Türkistan ve benzeri bölgelerde ki kardeşlerine uygulanan katliamlardan dahi haberdar olmayan bir nesil türetilmiştir. Amaçta zaten buydu; inançlarla oynandı ve bugün alkol, uyuşturucu, fuhuş, gençliği esir almış durumdadır. Uluslararası şer odakları ve küresel çeteler bir nevi amaçlarına ulaşmış durumdadırlar. Bunun yanında Kemalizm’in yaşaması için de böyle bir kitle gerekiyordu. Zaten malumunuz 28 Şubat’a en büyük destek de bu kesimden gelmiştir. Ömürlerini uzattılar ama Allah’ın izni ile son sözü Müslüman Anadolu insanı söyleyecektir.

Sizin de bir cezaevi dönemi yaşadığınızı biliyoruz. Kendi cezaevi sürecinizden bize bazı anekdotlar aktarabilir misiniz? Ne ile suçlandınız, nasıl muamele gördünüz? 28 Şubat’ta, Müslümanlara karşı girişilen haksızlıklar ile zulümlerin haddi hesabı yoktu. Özellikle; Devlet Güvenlik Mahkemeleri, generallerin bizzat müdahaleler ettiği ve Müslümanlara yönelik en küçük suçlamalara bile onlarca yıl cezalar verildiği, dönemin İstiklal Mahkemeleri gibi çalışıyordu. Biz de o ortamda, Akıncı Yol isimli derginin temsilcisiydik. Cuma günleri, İstanbul’un büyük camiilerinde başörtüsü yasakları ve İmam Hatiplerin kapatılmasına razı olmayan gençler olarak katılıyor, destek veriyorduk. Tabi fişlemeleri ile ünlü 28 Şubatçılar, bizi de bir yığın suçla suçlayarak ve Guantanamo’dan beter işkenceler yaparak cezaevine gönderdi. Guantanamo, diyorum; Türkiye’nin o dönemde ki Guantanamo üstleri bizlere işkence yapan, terörle mücadele şubeleridir. Bugün de görüyoruz ki, bir sürü polis ve şube müdürleri cezaevlerine alınmakta. O gün bize işkence yapanların ve bizlerin yıllarca cezaevlerinde kalmasına sebep olanların da tutuklanŞubat’15 • 81


Özel Sayı

Tuncay Aksoy bırakıp AB Haçlı Birliği’nin adaletine insanımızı terk etmek gayri İslami ve gayri ahlaki bir durumdur. Mamafih, AB Uyum Yasaları’nın ardından elbette ki cezaevlerinde bir takım değişikliklerin olduğunu biliyoruz. Özellikle yargının haksızca verdiği cezalarda bir takım indirimler olmuştur. Kısmi bir rahatlama söz konusu olsa da, adaletin tesisi adına yapılacak, elbette ki bir yığın iş var…

“Benim çocukluğumu çaldılar, şimdi de çocuklarımınkini çalmaya çalışıyorlar. İzin vermeyin.” Yakup Köse

ması, cezalarını çekmesi elzemdir. Yoksa 28 Şubat hiç bitmeyecektir... Özellikle Paralel Örgüt’e karşı gerçekleşen operasyonları önemsiyorum. Bu örgütün 28 Şubat’ta oynadığı rol’de araştırılmalı ve soruşturulmalıdır... AB uyum yasaları gereğince cezaevleri şartlarında yapılan değişikliler sonucu, cezaevlerinde ne gibi değişiklikler yapıldı? AB Uyum Yasaları’ndan önce belirtmeliyim ki; bizler çok köklü ve ihtişamlı ve bir o kadar da adaleti dünyaya hâkim kılmış, büyük bir medeniyetin çocuklarıyız. Osmanlı ve öncesinde, Selçuklu ve onun öncesinde de bir sürü devleti kurmuş olan dedelerimizin, bizlere bıraktığı bu asaleti ve emaneti terk edip, AB gibi ne olduğu belli olmayan bir kulübü şahsen kabul etmiyorum. Kaldı ki bu toprakların içinden çıkan bu köklü medeniyet, ruhunu İslam’dan almaktadır. Onların töreleri, geleneğini ve hukuki sistemini 82 • Şubat’15

Cezaevi şartlarına muhatap olmuş biri olarak, gazeteci hüviyetinizle beraber baktığınızda, Türkiye’de cezaevleri ile ilgili olarak düşünceleriniz, nelerdir? Cezaevleri, Türkiye’de her daim sorun teşkil etmiştir. F Tipi cezaevlerinin, özellikle mahkûmlar üzerinde ki etkisine değinmeme gerek yok; diye düşünüyorum. İnsanların tamamen tecrit altında yaşadığı alanlara dönüştürülmüştür. Kendimden örnek veriyim, bizler ezan okuduk diye, o dönemde aylarca ailelerimizle görüştürülmedik ve aylarca da telefon etme hakkımız engellendi. Böyle bir durumu düşünebiliyor musunuz; bir mahkûmun psikolojisinin nasıl etkilenebileceğini... Ve bunları uygulayanlar ellerine tutuşturulmuş bir takım yasa ve kanunlardan güç alarak zulüm perdesini aralıyorlar. Ayrıca şahsi bir takım kin gütmelerden dolayı da bazı cezaevi yöneticileri ile gardiyanların mahkûmlara yönelik hadsizlikleri olmaktadır. Bunu önleyecek olan merci de elbette ki devletin kendisidir. Ve sorumlusu da kendisidir, doğal olarak... Bunun yanında, insanların yaşadıkları illerin dışına, başka illere götürülerek ailelerinden uzaklaştırılması bile, gerçekten düşündürücüdür. Cezaevlerine haklı bir dava uğruna düşmüş hiç bir insan, tecrit edilmeyi hak etmiyor. Haksızlık da zaten buradan doğuyor… Müslümanların, İslami davalardan dolayı cezaevlerine giren Müslümanlar için çalışmalarını yeterli buluyor musunuz? Neden? Bugün 28 Şubat Darbesi’nden sonra, cezaevlerinde kalmakta olan 500’den fazla Müslüman var. Geçtiğimiz aylarda yaklaşık 17 sene cezaevinde tutulan Salih Mirzabeyoğlu, dosyadaki haksız suçlamaların ve 28 Şubatçıların yargısız infazının tespit edilmesi ile yeniden yargılama kapsamın-

da serbest bırakılmıştır. Lakin dediğimiz gibi, 500’den fazla Müslüman hala daha cezaevlerinde ve 28 Şubat yargı kararlarının uygulanması sonucunda onlarca yıl sonra Müslümanlar yeniden evleri basılarak cezaevlerine alınıyor. Yine bunun en son örneği Yakup Köse’dir. Bununla birlikte hiç bir silahlı eyleme karışmayan Hizb-ut Tahrir mensupları, devam eden yargı zulümlerine maruz kalabilmektedirler. Müslümanlar olarak yapacağımız oldukça çok şey var. Lakin az önce de bahsettiğimiz nedenlerden ötürü rahatlığımıza o kadar alıştırılmışız ki, zaten birileri yapıyor anlayışı ile hareket ediyoruz. Halbuki o insanların bir ay değil, bir gün değil, bir saniye bile oralarda kalmasının vebali üzerimizdedir. Düşünebiliyor musunuz? 22 senedir cezaevinde olan insanlar var tanıdığım. Ve biz oturduğumuz evlerimizde bunlardan bihaber, insanlık ve Müslümanlık iddiasındayız. Cezaevlerindeki Müslümanların ailelerinin durumları hakkında neler söyleyebilirsiniz? Bakın cezaevlerinde sırf inançları için ceza almış bu insanların, anne ve babalarının yanında, eşi çocukları da var. Ve bu insanların içinde, onların ziyaretine dahi gidemeyecek kadar muhtaç insanların olduğunu biliyorum. Bunu geçtik, cezaevine giren insanlardan devlet, elektrik faturası ve yemek parası dahi almaktadır. Bunu kaç kişi biliyor Türkiye‘de? Bu paraları dahi ödeyemeyen mahkûmlar var. Cezaevinden çıksa bile, ardından bu yemek ve elektrik faturaları gönderiliyor ve ödeyemezsen haciz dahi edilebiliyorsun... İslami ve insani olduğunu iddia eden bizlerin bu kardeşlerimizin aileleri ile ilgilenmeleri elzemdir. Hatta zarurettir.20 sene önce Cezaevine girmiş bu insanların yaşlı anne ve babalarının başka şehirlere giderken yollarda ne gibi güçlüklerle, zorluklarla karşılaştıklarını anlatmaya gerek mi var? Bizler kendi ailelerimizden biliyoruz bir kere bunu... Geçtiğimiz aylarda bir Hizbullah hükümlüsü, vefat eden eşinin cenazesine bile katılamamıştı… Müslüman Tutsakların cezaevi koşulları, ailelerinin durumları, dışarıdaki Müslümanların cezaevinde ki Müslümanlar ile ilgili olan

tavırları; yine bu minvalde sistem-Müslümanlar, bağlamında neler söyleyebilirsiniz? Her ne kadar bazı şeyler değişmiş olsa da, eski ve köhnemiş sistemin özellikle Müslümanlar üzerindeki etkisi devam etmektedir. Paralel Örgüt’e karşı gerçekleşen son operasyonlarla da görülmüştür ki, bir yığın iftira ve karalama ile hiç alakası olmayan suçlamalar tertip edilerek, Müslümanlar cezaevlerine konulmuş ve aylarca, yıllarca cezaevlerinde tutulmuştur. Sistemin köklü bir değişime olan ihtiyacı malumunuzdur. İstiklal Mahkemeleri zamanından kalma cezai yaptırımlarla adalet tesis edilebilir mi? Tabi sistem, Müslümanların topyekûn adalet istemesi ile değişebilir. Bunun için de 28 Şubat Döneminin ardından üzerimize atılan ölü toprağından kurtulmak lazım. Ayrıca partimize oy verdik ve artık onlar gereğini yapsın; diye beklemekte tavırsızlık örneğidir. Sen söyle ve iste ki senin güvendiklerin, partin, derneğin, kuruluşun vs. onu yapsın. Yoksa çok beklersin! Son olarak Müslüman tutsaklar ile ilgili neler söyleyebilirsiniz? Müslüman tutsaklar meselesi ise, şayet kendimizi İslam’a muhatap bireyler olarak görüyorsak ki, inşaallah öyleyizdir; Bu bağlamda, bir Müslüman olarak davasına inanmış Müslümanların her biri, bizler için onur vesikalarıdır. Düşünsenize; Yakup Köse, 14 yaşında cezaevine girmiş bir çocuk, onlarca sene sonra yeniden haksız ve hukuksuzca cezaevine alınıyor ve ailesinden, dost ve arkadaşlarından koparılıyor ve biz Müslüman olarak gerçekten mağdur ve mazlum olan birine sırtımızı çeviriyoruz. Bu mümkün mü? Hakeza yüzlerce insan var böyle, biz bunları savunmuyor ve her alanda dillendirmiyorsak, asıl orada büyük bir sorun oluşacaktır. Bırakın ocu veya bucu olmayı, bunlardan ziyade insani ve İslami DNA’larım buna müsaade etmiyor ki. Ümmet olabilmek de kardeş olabilmek de bunu gerektiriyor zaten... Bize bu imkânı sunduğunuz için, sizlere çok teşekkürler ediyorum. Allah işlerinizi kolaylaştırsın. Şubat’15 • 83


Özel Sayı

Mehmet Alagöz

“Müslüman tutsaklar problemi dediğim gibi sadece aileleri, yakınları ve bazı STK’lar dışında diğer İslami kesimler tarafından bile unutulmuş durumda. Zaten acı tarafı bu.”

Av. Mehmet Alagöz ile Röportaj Abdullah Yasin TOK - İsmail CEYLAN

Ö

ncelikle Av.Mehmet Alagöz kimdir, kendiniz hakkında biraz bilgi verebilir misiniz? 1974 doğumluyum ve Bingöllüyüm. 1998’den beri bir fiil avukatlık yapıyorum. 28 Şubat döneminde başladım avukatlığa. Bende İstanbul Üniversitesi’nde öğrenci olarak yaşadım 28 Şubat’ı. Hem de daha sonra avukatlığa başladığımda bizzat gördüm. Özgürder yönetim kurulu üyesi, Ahidder yönetim kurulu üyesi, Mazlumder’de hukuk komitesinde, Medical Hukukçular Derneği ve İstanbul Barosu’na kayıtlı bir avukatım. Evli ve 2 çocuk babasıyım. Bir avukat olarak Türk Ceza Sistemi hakkında neler düşünüyorsunuz? Türk Ceza Sistemi zaten başlı başına problemli bir ceza sistemi. Çünkü ceza sistemi kendisine özgü bir ceza sistemi değil. İthal bir sistem, yani cumhuriyet kurulurken İtalyan Ceza Hukuku’ndan ithal edilmiş bir sistem. Bunun içinde sık sık değişiklikler gerektiriyor. Bu değişiklikler de toplumu derinden etkiliyor. Özellikle bu sisteme karşı muhalif olan hangi kimliğe sahip olursa olsun bir şekilde bundan etkileniyor. Ceza yasaları toplumu baskılarla sindirmeye çalışırlar. Bundan dolayı sürekli yamalar yaparak devam ediliyor. Ceza sisteminin insan eksenli hatta 84 • Şubat’15

adalet eksenli belirlenmesi gerekiyor. Türkiye’de yaşayan insanların özelliklerine göre yeniden ceza sistemleri oluşturulması gerekiyor. Sistem kurulurken bir yasa bir de toplumun kültürüyle, diniyle bir şekilde örtüşmüyor. Böylece bir çatışma doğuyor. Bu çatışmada ister istemez halklara baskılar uygulanıyor. Bundan dolayı halkın haklarını korumamız gerekiyor. Ceza Hukuku’nun yeniden oluşturulması için kamuoyu oluşturulması gerekiyor. Günümüz Türkiye’sinde sizce cezaevlerinin şartları nasıl? Türkiye’deki ceza evleri şartları maalesef girenler açısından düşündüğümüz zaman içler acısı bir halde. Burada bunu değerlendirirken haksızlık da yapmak istemiyorum. Yaklaşık 8090’lara baktığımızda şuan çok daha iyi bir durumda. Şuan ki durumu ehven-i şer, mükemmel değil . Türkiye’de cezaevlerinde bir dönüşüm yaşandı. F tipi cezaevleri ile E tipi baskılarıyla yeni bir cezaevi sistemi getirildi. Bu modellerde cezaevlerindeki suçların önlenmesi, ağa sisteminin, kur sisteminin önlenmesi adına birlikte hak arayışında bulunanlar ayrıştırıldı. Tek kişilik, bir kaç kişilik oda sistemleri kurulmaya başlandı. Bu sistem insanların özgürlüğünü engel-

lemek bir cezalandırma yöntemidir. İkincisi ise insanlar cezaevindeyken şartları ağırlaştırmaktır. Üçüncüsü ise cezaevlerinde iken onların yaşam koşulları azaltılıp yarıya indirilmesi, aynı zamanda Türk cezaevlerinde pek çok şey idarenin keyfi yönetimine bırakılmakta. Cezaevlerinde tutuklu iken veya hükümlü iken yaptığımız herhangi bir şeyden dolayı cezaevi idaresinin takdiriyle haklarınız elinizden alınabiliyor. Ve kısıtlanabiliyor. Dolayısıyla idarenin keyfi takdiri yönetimden ziyade daha şeffaf daha denetime açık bir sistem olması gerekiyor. Eskiden cezaevlerinde insanlar kayıp olabiliyorlardı. Geçmişte insanlar ölüyordu ve insanlara işkence yapıyorlardı. Şimdilik cezaevlerine baktığımızda daha iyi bir durum görülebiliyor. Ama ben bir avukat olarak cezaevine giderken tedirgin oluyorum. Cezaevinde bulunan tutuklu veya hükümlü yakınları dahil cezaevine giderken tedirgin oluyor. Çünkü daha cezaevine giderken başlıyor eziyet. İnsanlık dışı muameleler başlıyor. Sizin üzerinizdeki herhangi bir metal eşya öterse cezaevine giremiyorsunuz. Ya elle aranmanız gerekiyor, bir avukat olsanız dahi ya da üzerinizdeki öten şeyden arınmanız gerekmektedir. Devlet cezaevlerine giren ve çıkanları kontrol altına almak istiyor. Ama bunu yaparken bunun insanlara insanlık dışı muamele etmek gerekmiyor. Cezaevlerine girmek apayrı bir şey. Aynı zamanda cezaevinde uzun süreli tutukluhükümlü insanlar açısından da bakarsak maalesef cezaevlerinde uzun süreli tutuklu kalanlarda psikolojik, fiziksel rahatsızlıklar görünmektedir. Çünkü toplumdan izole edilmiş, birçok haklardan kısıtlanmış en basit insani yaşam koşullarından mahrum bırakılmış. Dolayısıyla hem fiziksel hem de psikolojik etkiler görülüyor. Bu etkileri çoğu zaman kişinin kendisi ve yakınları dahil hissedemiyor. Uzun bir zaman sonra gidip tutukluyu ziyaret ettiğimizde o andaki değişimi gözlemleyebiliyoruz. Ve bir müddet sonra cezaevinde bulunan bir tutsak özgürlüğüne kavuştuğunda bunun etkileri çok daha net görülüyor. Toplumla uyuşması, sosyalleşmesi biraz zaman alabiliyor. Cezaevlerinde özellikle gündeme gelen bazı isimler üzerinden cezaevlerindeki koşullar Türkiye’de tartışılıyor ama yeterli değil. Çün-

kü sadece cezaevinde bulunan kişi ve yakınları veya çevresi tarafından gündeme geliyor. Çünkü Türkiye’de sanki sadece sol örgütlerin, sadece başka grupların yakınları cezaevinde oysa Türkiye’deki cezaevlerinde bulunan insanlar sonuçta Türkiye’nin insanları dolayısıyla hem onların, özellikle Müslümanlar tutsaklar açısından düşünüldüğünde kendi aile ve yakınları dışında çok az kişinin dert ettiğini, problemin çözüldüğünü düşünüyor. Çünkü Türkiye’deki 28 Şubat süreci sırasında cezaevi tutsaklarının sayısında çok ciddi bir artış vardı. Sonrasında özellikle 2012’deki seçimlerden sonra yeni bir hükümet, AKP hükümetinden sonra artık bütün bir sistemin hükümet tarafından bir kısmı çözülmüş. Dolayısıyla insanlarda bunun çözüldüğünü sanıyor. Çünkü dediğim gibi ateş düştüğü yeri yaktığı için diğer insanlar bundan etkilenmeyecektir. Dolayısıyla bizim bu konuyla ilgilenmemiz bile beni sevindirdi ve heyecanlandım. Çünkü ben de avukat olmasam belki hissetmeyecektim. Çünkü yakınlarımdan tutuklu yoktur. Ama avukat olarak gördüğümde bakıyorum ki bir avukat olarak cezaevlerinde insanlar ve aileleri arasında bir koridor, bir bağ oluşturuyoruz. O bağ bizi değiştiriyor. Cezaevlerine her gittiğimde tedirgin olarak gidiyorum. Çünkü cezaevlerindeki insanlar dışardaki pek çok şey ile kopuk gözüküyorlar, yani maddi olarak kopuklar ama ruhen çok diriler. O canlılık da bize can katıyor. Bize o ruh moral, motivasyon oluyor. Dolayısıyla onları daha fazla ziyaret etme ihtiyacı duyuyor insan. İslami mücadelede sizce cezaevleri nereye tekabül etmektedir veya etmelidir? Bir İslami mücadele yaşam tarzını benimsiyorsanız, bu yaşam tarzı bir bedel ödemeyi gerektiriyorsa bu bedeli ödemeyi göze almanız gerekiyor. Cezaevlerinde bu bedeli ödeyen güzel insanlar var. Yani sonuçta siz sistemle bir mücadele içindesiniz ve yaptığınız şeyler sistem tarafından benimsenmiyorsa er ya da geç cezaevlerine gitmeyi göze almanız gerekmektedir. Müslümanlar mallarıyla ve canlarıyla cihad ediyorlar. Mallarını ortaya koydukları gibi canlarını da şehid olarak verebilecekleri gibi hem de cezaŞubat’15 • 85


Özel Sayı evlerine tutsak olarak girebilirler. Dünyanın dört bir yanındaki cezaevlerinin Müslümanlarla dolu olduğunu, yani kendi ülkelerinde zulme karşı mücadele eden Müslümanların bir şekilde cezaevine düşebildiğini görüyoruz. Bu mücadelede cezaevleri unutulmaması gereken yerler. Çünkü bugün özgürsünüz yarın tutsak olabilirsiniz. Siz sonuçta bedelini Allah’tan bekleyerek mücadele ettiğiniz için yer mekan fark etmez. Bütünsel olarak baktığımızda Hz. Yusuf gibi cezaevine gitmeyi göze alabilirsiniz. Hz. Muhammed gibi cihad etmeyi düşünebilirsiniz. Gerektiğinde şehit olmayı da göze olabilirsiniz. Bütün mücadeleler sadece İslami mücadeleler değil, bütün toplumsal mücadeleler sonuçta bir bedel ödemeyi gerektiriyor. Müslüman toplumların cezaevlerini unutmamaları gerekiyor. Çünkü cezaevleri sadece sisteme muhalif gözüken sol grupların, ayrılıkçı grupların, bölücü grupların bulunduğu yerler değil. Çünkü cezaevi sorunu dendiği zaman insanlar hemen falanca örgütün insanları diye düşünüyorlar. Oysa böyle düşünmemek gerekiyor. Cezaevleri hepimizin sorunu ve İslami mücadelede olmazsa olmazlarımızdan biri. Bazı insanlar Allah rızası adına, Allah’ın rızasını kazanmak için mücadele ederlerken kişisel ikballeri için, kişisel beklentileri için değil, Allah’ın arzusu, muradı onları böyle bir mücadele yöneltmeyi belirleyip böyle bir cezaevine düşerlerse, özgür olan bütün Müslümanların onların hakkını korumak için duyarlı olması ve onlara sahip çıkması gerekiyor. Onların boşluklarını doldurmamız gerekiyor. Onların çocuklarını annesiz, babasız bırakmamamız gerekiyor. Onlardan utanmak yerine onlarla övünmemiz gerekiyor. Biz pek çok ülkeye bakıyoruz. Mesela Mısır buna çok iyi bir örnektir. Bugün insanlar cezaevinde, bugün Biltaci’nin veya Mursi’nin mahkemesi olduğunda bununla gurur duyuyoruz, onur duyuyoruz. Bununla onur duymalıyız. Yani İslami bir mücadele ile orada Allah’ın onlara emrettiği görevi yerine getiriyorlar. İslami mücadelelerini yerine getiriyorlar. Zalimlere karşı geri adım atmıyorlar. Kendi ülkemiz adına da böyle düşünmek gerekiyor. Mısır’daki insanlar neyle suçlanıyor? Ülkeyi satmakla, vatana ihanet ile 86 • Şubat’15

Mehmet Alagöz suçlanıyor kendi yönetimleri tarafından. Ama biz fasıkın haberine itibar etmiyoruz. Gerçeğin ne olduğunu bilecek basiretlere sahip insanlarız. Kendi ülkemizdeki durumlar açısından da hakeza böyle. Pek çok insan sisteme muhalif diye içeri atılıyor veya yapay üretilmiş deliller ile içeri atılıyor. Müslüman tutsaklar problemi dediğim gibi sadece aileleri, yakınları ve bazı STK’lar dışında diğer İslami kesimler tarafından bile unutulmuş durumda. Zaten acı tarafı bu. Yani insanlar AKP iktidarından sonra pek çok sorunun çözümünün gerçekleştiğini düşünüyor ve cezaevindeki insanlar unutuluyor. Aslında daha çok hatırlatılması gerekiyor. Görece olarak pek çok alanda iyi şeyler yapıyor olabilirler ama yapılan bu iyi şeyler her şeyi çözmüyor. Yani Hz. Ömer Fırat’ın kıyısında bir kuzunun hesabını vermenin derdini güderken bizimde bu soruyu sormamız gerekiyor. İçeride hakkı yenilerek kalan biri, herhangi biri sadece Müslüman da değil, herhangi biri dahi varsa bizim üzerimize İslami anlayış, Allah’ın bize emrettiği adalet anlayışı o haksızlığı giderme yükümlülüğünü yüklüyor. Dolayısıyla bizim Müslüman tutsaklar adına da, bu insanlar bu insanlar için tutuklanıyor, birisi onlara şunları şunları yaptılar dedikleri için bakmamız lazım. Gerçekten bunların niçin tutuklu olduğunu hepimizi aslında çok iyi biliyoruz ama pek çok kesimin bu işine gelmiyor olabilir. Çünkü o dönemde pek çok kesim mücadele edebilirdi. Bir kısım bedel ödedi. Bir kısım bedel ödemeyi göze alamadı ve bedel ödemediği için kendini mutlu ediyor ama bu mutluluk birilerini onun adına veya bedel ödeyenleri mağdur görmek veya onları unutmak, gündemden düşürmeye çalışmayı gerektirmiyor. Tam tersine onları gündemleştirmeli, onların haklarını ön plana getirmeliyiz. Yani bu meseleyi sadece iktidara bırakmamamız gerekiyor. Hükümet dediğimiz organ bu milletin arzularını yerine getirmesi gerekendir. Talepte bulunursunuz, ısrar edersiniz, gündeme taşırsınız onlar da milletin arzularına göre birşeyler yapmak zorunda kalır. Türkiye’de maalesef hep öten beri tersine işleyen bir süreç var. İnsanlar iktidarı doğru ya da yanlış bir yere çekmiyor.

Hz. Ömer’in döneminde ilk halife olduğu zaman “Ya Ömer seni kılıçlarımızla düzeltiriz!” diyen ashabtan bugün başımızdaki ne yaparsa onu kabul eden bir anlayışa gelmiş bulunmaktayız maalesef. Bugün eğrisiyle doğrusuyla bu meseleyi gündeme getirmemiz ve getirmekten de çekinmememiz gerekiyor. Bu bir hak sonuçta, bir adalet arayışı. İnsanların haklarını özgürlüklerini talep ediyoruz. Onlardan alınmış kısıtlanmış birşeyleri talep ediyoruz. Bu meseleler 28 Şubat, 12 Eylül dönemlerinde ağır da bir risk gerektiriyordu. Örneğin o dönemlerde siz cezaevine girmiş birine sahip çıkarsanız kıyısından köşesinden siz de risk altındaydınız. Siz de gözaltına alınabilir, tutuklanabilir, işkence görebilirdiniz. Bakın bugün bunların hiçbiri yok. Bu durumlar artık ortadan kalkmışken hala insanların sahip çıkmayışı bana manidar geliyor ve üzülüyorum böyle bir duruma. Güç altındayken insanlar daha samimi davranışlar gösteriyor ama bugün ciddi bir rehavet var. Dışarıda İslami faaliyet yürüten kuruluşların ve Müslümanların cezaevindeki kardeşlerine karşı sorumlulukları nelerdir? Türkiye’nin kuruluşunda hak-adalet eksenli bir hukuk sistemi kurulmamıştır. Pek çok ülkeden bazıları İtalya’dan, bazıları İsviçre’den ithal edilerek yasalar oluşturulmuş bu ülkede. Dolayı-

sıyla bu topluma uymuyor, ithal edilmiş sistem. İkincisi sürekli yenilik ve değişiklik gerektiriyor. Eksiklikleri aksaklıkları düzeltmekten ziyade sistemindeki, işleyişindeki bazı arızaları gidermeye yönelik tedavi yöntemleri uygulanmaya çalışılıyor. Aslında sistemde temelden yenilik yapmak gerekiyor. Sistemin tamamının yeni bir bakış açısıyla gözden geçirilmesi gerekiyor. Bu bakış açısı da devleti kutsayan değil hakkı, adaleti ve insanı önceleyen bir bakış açısıyla yeniden bir hukuk sistem kurulmasını gerektiriyor. İslami hukuk sistemi Allah’ın emir ve yasakları temelinde bizim yaşayabileceğimiz bir sistemin insanlar eliyle oluşturulmasıdır. Çünkü Allah insanı halife kıldığı zaman onda eşyaya, insana, mala zarar vermeden, birlikte adaletle ve hikmetle yaşanması gerektiğini emrediyor. Türkiye’deki bu ithal sistemle Müslümanların sistemi her zaman çatışabiliyor. Çatışmaktan başka bir seçenek yok. Çünkü insanlar ya ilahi olanı seçecek ya da insanların kendisine dayattığını seçecek. Bu çatışmanın olmaması için insanların inançlarına bir dayatmanın olmadığı bir hukuk sisteminin inşa edilmesi gerekiyor. Türkiye’deki sisteme baktığımızda da sistem kendisini laik, sosyal bir hukuk devleti olarak görür. Ama Türkiye’deki laiklik anlayışı da temelde dini kontrol etmek üzerinedir. Yani devletin dinlere özgürlük tanıması, onların içişlerine karışmaması ama onları da kontrol etmesi Şubat’15 • 87


Özel Sayı şeklinde işler Türkiyedeki laik sistem. Problem zaten devletin dini kontrol etmeye başladığı anda çıkıyor. Sistem dinin yaşam alanına yasaklar getirir, din ise yeryüzünde peygamberlerden aldıkları örneklerle insanların yaşamasını önemser. Dolayısıyla İslami olan yasakları yapmaktır, geri kalanı serbesttir. Ama o yasaklar kırmızı çizgilerdir. O kırmızı çizgilere müdahale olduğunda Müslümanların alanına müdahale etmiş gibi olunur. Müslümanlar da bu durumlarda ister istemez mevcut sistemle çatışmaktan başka çözüm bulamıyorlar. Ya çatışacaklar ya da uzlaşacaklar. Uzlaşma yöntemi de kendi dini anlayışlarına zarar veriyorsa hiçbir Müslümanın uzlaşma yöntemini seçeceğini düşünmüyorum. Türkiye’deki hukuk sisteminin Müslümanların alanına, daha doğrusu Allah’ın iradesinin alanına girmemesi gerekiyor. Sadece Müslümanların değil Hristiyanların da kendi dinlerini yaşayabilecekleri özgürlük alanları oluşturmaları gerekiyor. Eğer siz insanların dinlerine, dinlerinin emirlerine, insanların uygulamasına müdahale etmezseniz insanlar sizinle çatışmaz. Çünkü çatışma sebepleri ortadan kalkmış olur. Ama bütün dünya sistemleri İslamı bir tehlike olarak görüyorlar. Hukuklarını da buna göre dizayn ediyorlar. Çünkü Müslümanları terörist olarak görüyorlar, terörist olarak ilan ediyorlar. Radikaller, dinciler, irticacılar diye etiketliyorlar. Çünkü kabul edemedikleri birşeyi etiketliyerek, olumsuzlayarak topluma anlatmak daha kolaydır. Halbuki insanlara dinden anladıklarını, yaşam tarzından anladıklarını ifade etme imkanı tanınsa terörist olmadıkları herkes tarafından kabul edilecektir. AVRUPA BİRLİĞİ UYUM YASALARI öncesinde cezaevlerinin durumu sizce nasıldı ve şuan AKP hükümeti ile birlikte cezaevlerinin durumunda ne türlü değişimler oldu? Cezaevlerinde bir şeylerin değişmesi babında Avrupa Birliğine ihtiyaç var mıydı, Avrupa Birliği’nin düzenlemeleri şart mıydı? Avrupa Birliği iyi bir analiz yaparak Türkiye’deki pek çok şeyi değiştirdi. Çünkü Avru88 • Şubat’15

Mehmet Alagöz pa’daki yasalarda insan hakları söylemi daha fazla ve insan hakları vurgusu daha ön planda. Türkiye’de de değişimi sağlayan yasalara baktığımızda o dönemde Avrupa Birliği Uyum Yasaları adı altında Türkiye’de yapılan birçok değişikler, cezaevleri ve cezaevlerindeki bazı yasal düzenlemelerde değişiklikler getirdi. Genelde iyi şeyler getirdi ama şartları ağırlaştıran değişikliklerde oldu. Hepsi tamamen düzeldi demek doğru değil. Sisteme, devlete karşı işlenen suçlar da indirim olmadı tam aksine artırımlar oldu. Oysa Türkiye’ye Avrupa’dan gelen mahkumlar, onların Türkiye’de çok daha ağır şartlarda kaldığını görüyorsunuz. Çünkü cezalandırılma mantığı ıslah amacıyla yapılmıyor, ceza verme ve terbiye etme mantığı ile yapılıyor. Türkiye’de Avrupa Birliği Uyum Yasalarına ihtiyac var mıydı? İhtiyaç değildi ama bana göre hükümet orda Avrupa Birliği Uyum Yasalarının süreci içinde bu değişimleri daha hızlı yapabildi. Pek çok şeyi yaptı ama Türkiye’de Avrupa Birliği etkileri vardı, Avrupa Birliği’ne girip girmemek çok önemli değil şu konjonktürde, ama Türkiye’de gelişmiş bazı sistem içi oluşumlar var; zaman zaman derin devletten, bürokrasiden, oligarşiden sistemin kendini koruması için kilitlenmiş kadrolar vardı. Ordunun büyük bir etkisi vardı. Bunlara ilişkin hükümetlerin yaptığına baktığımızda, yani refah sürecini değerlendirdiğimizde Avrupa Birliği Uyum Yasalarıyla o rüzgarı arkasına alıp bu yasaları değiştirmesi daha sancısız geçti. Ama o sıra bir anayasa ile köklü değişiklikler yapmaya çalıştı ve başörtü yasası yapmaya çalıştı fakat bunlar olmadı. O dönemlerde bir sürü problemler oldu. Cumhurbaşkanının halkın tarafından seçilmesi meselesinde Anayasa Mahkemesi saçma sapan, hukuk fakültesinde öğrencilerin bile eleştirebileceği bir karar verilebildi Türkiye’de. Avrupa Birliği yeterli değil. Siz sadece bir gücü ve bir ağırlığı konjonktüre uygun kullanmaya çalışabilirsiniz ama sadece bir gücü güce bağlamak doğru değil. O dönemde böyle bir rüzgar vardı. Belki olumlu anlamda etkisi oldu ama o dönemde yapılan her şey olumlu anlamına gelmiyor.

Yabancı bir ülke vatandaşı Türkiye’de herhangi bir suç işlememesine rağmen yakalanıyor. Müslüman tutsaklar, mülteci konumunda bulanan insanlar, Avrupa’ya, Amerika’ya teslim edilebiliyor. Sadece Türkiye’deki cezaevlerindeki Müslümanlar açısından düşünmeyin. Bütün Müslümanlar açısından düşündüğümüzde, bunun sadece mekansal değişikliklerle yeterli olmadığını, insani anlamda da değişiklikler olması gerektiğini düşünüyorum. Özellikle bu dönemde de mültecilerle ilgili dünyada çok fazla problem var. Bu insanlar zor şartlarda nezarethanede kalıyorlar. Bir çeşit problem yaşayabiliyorlar. Avrupa ülkeleri ve ABD gibi bazı modern ülkeler, Türkiye’den bakıldığında her şey güzelmiş gibi algı yaratıyor. Orda görevini yerine getiren kendi vatandaşına karşı muamelesinde kötü bir şey olmaz. Onlara değer verir. Fakat sisteme muhalif gördüğü kişilere karşı çok acımasızdır. Bugün kendi ülkesinde yapmasa da diğer ülkelerde yapıyor. Guantanamo’yu hepimiz biliyoruz. CIA’in yaptığı işkenceler artık her yerde deşifre oluyor. Ama güçlü oldukları için, Müslümanlar bu anlamda parçalanmış, hüsrana uğramış ülkeler olduğu için tekrar soracak değil insanlar. Ebu Gureyb yakınımızda yaşandı. Avrupa’daki pek çok ülkede insalık dışı muameler var. Çine bakıyorsunuz bugün Türkmenistan’da ordaki Müslüman halklara işkenceler yapılıyor. Tayland’da işkenceler ediliyor. Dünyada Müslüman ülkelerde savaşlar oluyor. Kendi ülkelerinde özellikle Müslümanlara karşı çok acımasız bir baskı var. Avrupa Birliği’ne bugün belki Türkiye’nin ihtiyacı yok ama Türkiye halkının ihtiyacı olduğu için değişiklikler yapılmalı. Bunun hem normal hem tutuklu olan insanlar açısından yapılması gerekiyor. Bir Avukat-Akademisyen Olarak Siz Nasıl Süreçler Yürütüyorsunuz? Üniversite dönemimde avukat olup olmamayı düşündüğüm zaman acaba Müslümanlar avukatlık yapabilir mi? diyerek seçmiştim avukatlığı. Hakim, savcı olmaz mı? diye düşünmedim. 28

Şubat olduğunda öğretmenler, başörtüsü mağdurları bir sürü tutuklanan insanlar olduğunda oradaki her bir avukat çok ciddi işler gördü. Onların çalışmalarını daha yakından gördüm staj yaptığımdan. Müslümanlar varsa bir mücadele vardır. Bir mücadele varsa, bunun karşısında bedel ödenmesi gerekir. Bu bedel ödenmesi sürecinde hak aranması gerekir, hak aranma bilincinde de bu hakkı aramayı yasaları bilen, uygulamayı bilen, avukatlığın verdiği imkanları kullanabilen insanların bulunması gerekiyor. Dolayısıyla avukatlık bizim İslami çabalarımızda daha önemli bir rol aldı. Kişiliğimizi de geliştiriyor. Pek çok hukuk fakültesinde insanların okumasını ve avukat olmasını öneririm. Eğer ekonomik imkanlar onların hayat tarzlarını değiştirmeyecekse avukat olmalarını öneririm. Bütün avukatlar Müslüman olur demek hakikatten zor. Çünkü avukatlık hakikatten zor bir meslek. Bir yandan Müslüman olarak yaşayacaksınız bir yandan rızkınızı temin edeceksiniz. Ayrıca İslami mücadele alanlarında bulunacaksınız ve yoğun gündelik keşmekeşlikler içerisinde tefekkür edeceksiniz ve Allah’a olan bağınızı diri tutacaksınız. Avukatlık bu anlamda Müslümanlarla beraber olduğunda daha avantajlıdır. Biz kendi açımızdan hem dini anladığımız şekilde yaşama çabası içerisinde bulunuyoruz, hem de Allah’ın rızası uğruna mücadele eden, samimi olan, ihlaslı olan gerçekten şirke bulaşmamış, küfre bulaşmamış doğru işler yapma çabasında olan Müslümanlarla, onlarla birlikte onların haklarını kazanmalarında yardımcı olmanın içerisinde oluyoruz. Avukatlık mesleğimi iyi ki de yapmışım diyorum. Çünkü zor dönemlerde yaptım. Yani 97-98’lerde ama iyi bürolarda, iyi Müslüman bürokratların arasında, iyi bilgiler öğrenerek yaptım. Ayrıca cezaevinde olan her Müslümandan yeni bilgiler öğrenerek moral ve motivasyon kazanarak yeryüzünde çalışan ve uğraşan diğer Müslüman halkları gördükçe avukatlığın verdiği imkanlarla onlarla daha sık görüşünce avukatlığımı iyi ki seçmişim diyorum. Hem de benim gelişimimde katkıları olduğunu düşünüyorum kişi ve kurumların. Şubat’15 • 89


Özel Sayı

Kitap Tahlili

Bir Müslüman Tutsaktan Annesine Mektup

Kitap Tahlili

Habbab Çetin Akdeniz

Guantanamo-Pakistan Uğur DEMİREL

Ağlayanı olmayan bir din için ağlıyorum. Ancak sana defalarca söylemiştim ya anacığım! Allah’ın dini bizim için her şeyden daha değerlidir. Ve Allah’ın tevhidi bize herkesten daha sevgili... Eğer üzüntünün ve gözyaşlarının artmasına sebep olduysam bil ki mazeretim budur anacığım. Sabret... O da Allah’ın dini ve tevhididir. Bu onur payesini alnında gururla taşı anacığım. ‘’Neden korkuyoruz anne! Diyeceğimizi dedik. Sen yine de gülümse, gözyaşlarının arasından... Şu sevgili esir oğlunu, bir gün sana getirecek olan akşamlara emanet et...’’ Anacığım... Daha önceleri de sana defalarca anlattığım gibi biz, insanların çoğunun Allah’ın dinine yardım etmekten yüz çevirdiği bir zamanda, bizce çok değerli ve gurur veren bir suçla suçlanıyoruz... İnsanlar, tağutun darbelerine boyun eğmiş, zillet içinde bir hayata razı olmuşlar. Kendilerini bu yolda sıkıntılardan kurtaracak bir sessizliği seçmişler... Allah’ın bize layık görmüş olduğu bu değerli armağandan dolayı gurur duymalı ve mağrur olmalısın. Ve O’ndan bu yolda sebat edip bu yolda hayatımızı sonlandırmasını istemelisin. Davamızın ‘La İlahe İllallah’ demek olduğunu sana anlatmıştım. Artık bundan böyle söyleyecek sözümüz yok! Bana değil ey anam, şu kara güne ağla. Ağlayanı kalmamış şu yaralı dine ağla. Şu karanlık zindanlar diz çöktüremez bana. Ben ki tüm hayatımı adamışım Rahman’a. Hapishane dediğin daha evla zilletten. Zillete boyun eğen, diz çökmüş bir milletten. 90 • Şubat’15

Benim yüce davamı zindanlar hapsedemez. Onun sönmez nurunu hiçbir güç söndüremez. Bak yine özgürüm ben zindanlar arasında, ruhumu kamçılayan hizmete Hak yolunda, ben özgürüm anacığım. Zincir, pranga neymiş! Sen sakla gözyaşını, boyun eğmiş halkıma. Selam senin üzerine olsun anacığım. Sana bu yolun mahiyetini, Rasullerin, onlara tabi olanların ve dostlarının yolu olduğunu açıklamaya çalıştım. Öyleyse bu ağlayışlar ve gözyaşlarına boğuluş neden? Kurban bayramında bana veda ederken döktüğün gözyaşlarını asla unutmayacağım, zindanın penceresi ardında. Zannetme ki anacığım ben her zaman gülümsüyorum. Zannetme ki senin kederini ve üzüntünü anlamıyorum. Asla! Bu doğru değil. Aksine. Ben sana mahkumiyetimi unutturmak istiyorum, ve bu gözyaşlarını. Bu kederini daha yüce değerler için saklamanı istiyorum...

Habbab Çetin Akdeniz’in 2012’de ARK Yayınları’ndan okuyucusuyla buluşturduğu Guantanamo- Pakistan adlı eserde, yazarın Pakistan’da yaşadıklarının yanında şahit olduğu birçok akıl almaz olay, sebepsiz hapsedilenler, birbirinden korkunç işkenceler, hepsinden öte imanını göğsünde taşıyan mümin yüreklerin, kalplerinde olanı hayata hakim kılma davalarına Ebu Leheb’ce verilen tepki okuyucuya aksettirilir. Dünyanın dört bir tarafından Allah’ın dinini yüceltmek ve hiçbir iyilik ve kötülüğün karşılıksız kalmayacağı büyük mahkemede kendilerini bu yolda çaba sarfedenler olarak çağırtmak isteyen müslüman yüreklerin ödediği bedeller, bu yolda yaşanan acılar, sancılar, işkenceler kitapta kendine yer bulur. Bir bayram sabahı kitabı okurken isyan edip dilimden şu kelimelerin döküldüğünü anımsıyorum: “Habbab Çetin Akdeniz’in Guantanamo- Pakistan adlı eserini okuyun. Bayramı bekleyen, belki ölümü bayram gibi bekleyen müslüman yürekler, müslüman acılar bulacaksınız.” Kitapla ilgili tahliller ve tasvirler uzar gider. Zira müslümanlara karşı içinde zerre miktarı muhabbet besleyen bir zihnin bu kitabı okuduktan sonra etkisinden kolay kolay kurtulabileceğini sanmıyorum. Hal böyleyken sözü uzatmak yerine, okuduktan sonra beynimde şimşeklerin çaktığı, imtihanın ne olduğunu tekrar derin derin düşünmemi sağlayan onlarca anektod içinden kısa bir pasajı paylaşmak istiyorum: “Esedullah, sorulan soruların hiçbirinin cevabını bilmediğini söylemesine rağmen, Pakistan askeri istihbaratının acımasız işkencecileri yaptıkları vahşete son vermezler. Duvarında asılı tutulduğu hücreye karısını da getirirler. Kadın, Esedullah’ın kanlar içindeki halini görünce çığlığı kopartır. İki asker kadını sımsıkı tutar. Hafif kilolu ve saçları kısmen seyrelmiş elli yaşının üstünde üst düzey rütbeli bir asker Esedullah’ın karısını tokat-

lamaya başlar... Mahkumlar bu adama timsah diyordu... Timsah, Esedullah’ın karısının hamile olmasına hiç aldırış etmeden tokatlamaya ve saçlarını çekmeye devam eder. Hücreye üç asker daha girer ve genç kadına eziyet etmeye başlarlar. Kadın yalvararak ağlar. Esedullah işkencecilere yalvarır. Timsah, Esedullah’a; eğer sorularımıza cevap verirsen karına işkence yapmaya son veririz,yok eğer konuşmazsan bil ki karının namusu senin vereceğin cevaplara bağlıdır, der. Esedullah yalvararak ağlamaya başlar. Sordukları soruların cevaplarını bilmediğini defalarca yalvar yakar dile getirir. Timsah, diğer beş askerin genç kadına istediklerini yapabileceklerini söyledikten sonra hücreden çıkıp gider. Genç kadın ve Esedullah ne kadar yalvarsalar işkenceci Pakistan İstihbarat Subayları’nı yapmak istedikleri eziyetten vazgeçiremezler. Genç kadın defalarca tecavüze uğrar. Bir süre sonra Timsah içeri girer. Elindeki budaklı sopayla kadına vurmaya başlar. Esedullah, çaresizlik içinde yalvarsa da Timsah lakaplı ISI subayı, kadının etleri parçalanıncaya kadar vurmaya devam eder. Kadının karnına tekmeler ve sopalarla aralıksız vurur. Her tarafta kan gölcükleri oluşur. Kadın tanınmaz hale gelene kadar dövülür. Karnındaki dört aylık bebek parçalar ve kanlar içinde dışarı çıkar. Hücre, kadından boşalan kanlar ve sularla dolar. Esedullah bir yandan karısının çektiklerine bir yandan parçalanmış bebeğine bakarak çığlıklara boğulur. Kelimeler hıçkırıklarla birlikte boşalır. ... Genç kadın sürünerek Esedullah’a yaklaşır. Ezilmiş kanlı elleriyle Esedullah’ın ayaklarını kavrar. Güçlükle uzanır ve Esedullah’ın ayaklarını öper. Patlamış dudaklarının arasından kısık bir sesle cümle dökülür. Canım sana feda olsun Esed... Şubat’15 • 91


Özel Sayı

Kitap Tahlili

ZEYNEP GAZALİ

“ZİNDAN HATIRALARI” KİTABI Sümeyye CEYLAN

(Herhangi bir kimseye nisbedilmeden koyu puntoyla yazılan ifadeler Zeynep Gazali’ye aittir.) ‘Bir taraf küfre çağırıyor ve delalet sözlerini yüceltiyor, diğer taraf Allah’ın birliğine ve imana davet ediyor. Bu ikisinin anlaşması mümkün mü?’ Yaşantımızın her alanında tercih ettiğimiz her şeyde karşımıza çıkan iki yol ayrımı vardır: Hak ve Batıl. Hayatlarında karşılaşmış oldukları zorluklara rağmen Allah’a sığınıp şükreden insanlar yolun sonunda Allah’ın izniyle Allah’ın rızasına ulaşırlar. Bu kutlu davanın bir neferi olan Zeynep Gazali de bu kitabında Hak yolda yürürken dava uğruna karşılaştığı sıkıntılardan ve bunlarla nasıl mücadele ettiğinden bahsetmiş ve bizlere yaşantısıyla cesaret, mücadele, sabır, sadakat ve şükür dersleri vermiştir. 1917 doğumlu Zeynep Gazali Mısır’da Müslüman Kadınlar Birliğinin kurucusu ve Müslüman Kardeşlerin aktif üyesidir. Kendisi de bu davada kurumlar ile birlikte çalışmış olan Zeynep Gazali kurumların amacını şu şekilde açıklamaktadır: ‘Allah şahit olsun ki amacımız tevhid inancını gençliğin gönlünde diriltmektir, programımızda Allah’a karşı görevini bilen Müslüman ferdi yetiştirmekten ve kâfirlerden bir gün gelip ayrılaracak Müslüman bir toplum oluşturmaktan başka amaç yoktur.’ Hayatının her alanında -Zeynep Gazali için- önceliğinin Allah rızası olduğu; evlilik teklifine verdiği cevaptan, kararlı ve samimi tavrından anlaşılmaktadır: 92 • Şubat’15

‘İnancım odur ki Allah yolunda ölmek için gerektiğinde bir gün o adımı atacağım ve onun özlemini duyuyorum. Bir gün gelir de iktisadi çalışmaların ve şahsi çıkarların İslami çalışmalarımla çatışacak olursa ve evlilik hayatımın, İslam devleti ve Allah’ın sözünün üstün olması yolunda engel teşkil ettiğini görürsem ikimiz de yolların ayrılık noktasında oluruz.’ O dönemde birçok Müslüman; dönemin firavununu aratmayan hükümet tarafından türlü iftiralara, zorluklara ve işkencelere maruz kalmışlardı. ‘Öyle günler öyle bir devirdi ki; kanun derin uykuya yatmış, insanlık uzun tatile çıkmış ve rahmet sanki bu topraklardan göç etmişti.’ Müslümanların, bin bir türlü zorluk işkence ve zulme maruz bırakıldığı bir dönemde tüm bu zorbalıklara karşı dönemin firavununa Asiye’ce bir tavır takınmayı başarmış Müslüman bir portredir Zeynep Gazali. 1965 yılında dönemin diktatörü Abdunnasır’ı öldürme teşebbüsünde bulunduğu iftirasıyla haksız yere, mahkemede yargılanmak üzere tutuklanır ve bununla birlikte hayatında işkence dönemi başlamış olur Zeynep Gazali’nin. Erkeklerden birçoklarının sabredemediği/sabredemeyeceği şartlara büyük bir azim ve cehd ile katlanır İslam davası Allah rızası için. Gözünün önünde sevdiği Müslüman kardeşlerine eziyet ederek, ağza alınmayacak hakaretler ederek psikolojik baskı kurmaya çalıştılar. Azgın, aç köpekler ve farelerle aynı hücreye kapattılar. Yemek, su, tuvalet gibi en temel ihtiyaçlarını bile karşıla-

makta güçlük çektiği ağır şartlara maruz bıraktılar. Kızgın yağa bulanmış kırbaçlarla vücudunu dağladılar. Vücudunun her yeri yara bere içinde kalmış ve su toplamış bir halde olmasına rağmen bayılıncaya kadar türlü eziyetler ediyorlar ve daha sonra tekrar eziyet edebilmek için kısa bir süreliğine hastaneye kaldırıyorlardı. Zeynep Gazali öyle bir hayat sürdü öyle bir yaşam sürdü ki Peygamberimizin ‘Ey Ümmü Ammara! Senin katlandıklarına kim katlanabilir?’ hadisini hatırlattı bizlere. Tüm bunlara rağmen nazlanıp sızlanmıyor isyan etmiyor aksine şükrü dilinden düşürmüyor, işkence esnasında Allah’tan sabır ve dayanma gücü isteyerek dua ediyor ve çektiği acıyı unutmaya çalışıyordu. İşkence esnasında çektiği acılarla ağzından dökülen dualardan biri de şöyledir: ‘Allah’ım sabır ve dayanma gücü ver. Bizi zalim ve facirlerden koru. Sen olmasaydın hidayet bulamazdık. Namaz kılamaz sadaka veremezdik. Düşmanla karşılaşınca ayaklarımızı sabit tut.’ Ve hak yolundan vazgeçmesi, söyledikleri iftiraları kabul etmesi, bunun karşılığında kendisini tüm bu eziyetlerden kurtarıp mal ve makam vaat edenlere karşı verdiği tepkiler yürek isteyen cinstendir: ‘İslam’ın yalnızca adını ve dışarıdan görünüşünü bilen kişiler bile sizin İslam’a düşman olduğunuzu ve ona savaş açtığınızı bilir. Sizler batıl üzere olduğunuz halde hak ile ittifak mı etmek istiyorsunuz? İnanç ve ideolojinizi doğudan ve batıdan alıyor, sosyalist sloganları yüceltmeniz yanında bazen de kapitalizmin ilahlarına sürtünüyor, kısaca iki küfür arasında dolaşıp duruyorsunuz. Her şeyinizi, inançlarınıza varıncaya kadar her şeylerinizi, bu küfür karışımından alıyorsunuz. İslam bildiğiniz arzu ettiğiniz ve umduğunuz şeylerden öte başka bir şeydir.’ Tüm bu işkencelere, Müslümanların bu sağlam duruşuna şahit olan ve zulmünde yırtıcı canavarlarla adeta yarışan hapishane görevlisi Salah ise hiçbir insandan ümit kesilmeyeceğini her insanın kalbine giden bir yolun olduğunu gösteriyor kitabın ilerleyen kısımlarında. Yaptığı hatalardan utanarak Zeynep Gazali’ye ‘Ben gerçek İslam’ı öğrenmek istiyorum, bir insanın katlanamayacağı bu kadar çileye katlanmanızı sağlayan hakiki İslam’ı bilmek istiyorum.’ diyerek Allah’tan af diler. Her günü işkence ve ıstıraplarla geçen bir sene sonrasında tarih 17.05.1966’yı gösterdiğinde sonucu önceden belli olan mahkemeye götürüldü Zey-

nep Gazali. Alınan karar şöyleydi: ‘Zeynep El-Gazali, yirmi beş sene ağır işlerde çalıştırılmak üzere hapis ve zabtedilen tüm malların müsaderesine...’ Bütün değerleri ayaklar altına alan kanun ve nizam tanımayan bu göstermelik mahkeme aynı gün içerisinde Seyyid Kutub, Abdulfettah İsmail gibi birçok değerli Müslümanın şehit edilmesine de hüküm vermişti. Mahkemenin bitmesine rağmen zalimler hala işkencelerine devam ediyorlardı. Daha sonraları zalim hükümetin eşine kendisini boşamaları için baskı yaptıklarını ve mallarına el koyulması sebebiyle eşinin üzüntüden felç geçirdiğini ve ölümünün bu sebeple olduğunu öğreniyor ve Zeynep Gazali hala çok sevdiği eşinin ardından ağlayarak dua ediyordu: ‘Tekrar zindana döndüm. Zor günler geçti. Bir Cuma sabahında ise gazeteler geldi. Göz atmaya başladım. Bir de ne göreyim, kocamın vefat haberi yer alıyor. İnşallah yerin cennettir diyerek kendisine dua ettim.’ ‘Evet, bu zor günleri iki şeyle yaşayabildim. Birincisi Rabbimizin bize ihsan ettiği iman gücü! Ne şekilde olursa olsun bütün zorluklara dayanma gücünü kişiye veren ve tümünü aşma kuvvetini kazandıran İslam gücü!’ Abdunnasır’ın ölümünden sonra ise 10 Ağustos 1971 tarihinde üstten gelen bir emirle tahliye kararı verildi. Zeynep Gazali’nin dava ve hücre arkadaşını düşünerek verdiği tepki tam bir sadakat timsaliydi: ‘Tahliye kararını reddediyorum. Nasıl ben çıkabilirim de sesiyle bakışı ve nur yüzüyle varlığıyla gönlümü teskin eden gözümün önünden ayrılmayan yavrumu bu çirkeflikte tek başına terk edebilirim?’ Daha sonra arkadaşının kendisini teselli etmesi üzerine onlarla sarılıp ağlayarak vedalaştılar. Kutlu bir dava kadını, bir mücahide olan Zeynep Gazali’nin ibretlerle dolu hapishane hayatı böylece sona ermiş oldu. Biz elimizden geldiğince Zeynep Gazali’nin ‘Zindan Hatıraları’ adlı kitabından örnek alınacak noktaları özetlemeye ve sizinle paylaşmaya çalıştık. Kıssadan hisse çıkarma kısmını da zat-ı âlinize bıraktık. Rabbim istifade edebilmeyi ve İslam’ın gereğini gerçekleştirme uğruna hak yolda sabırla yürüyenlerden olabilmeyi nasip eylesin... Şubat’15 • 93


Özel Sayı

Ötesini Söylemeyeceğim Sezai KARAKOÇ

Kırmızı kiremitler üzerine yağmur yağıyor Evimizin tahtadan olduğunu biliyorsunuz Yağmur yağıyor ve bazı tahtalar vardır Suyun içinde gürül gürül yanan Dudağımı büküyorum ve topladığım çalıları Bekçi Halilin kız kardeşinin oğluna ait Daha doğrusu halasından kendisine kalacak olan Arsasındaki yıkık duvarın iç tarafına saklıyorum Hiç kimsenin bilmesine imkan yok İmkan ve ihtimal bile yok sizin bilmenize Bay Yabancı Ve yağmur yağıyor ben bir şeyler olacağını biliyorum Ellerime bakıyorum ve ellerimin benden bilgili Bir hayli bilgili olduğunu biliyorum Bilgili fakat parmaklarım ince ve uzun değil Sizin bayanınızınki gibi ince ve uzun değil Annemi babamı karıştırmayın işin içine İnanmazsınız ama onların şuncacık Şuncacık evet şuncacık bir alakaları bile yok Sizin def olup gitmenizi istiyorum işte o kadar Ali de istiyor ama söylemekten çekiniyor Halbuki siz insanı öldürmezsiniz değil mi? Gidiniz ve öteki yabancıları da beraber götürünüz Tuhaf ve acaip şapkalarınızı da beraber götürünüz emi Boynunuzdaki o uzun ve süslü şeritleri de Kirli çamaşırları tahta döşemelerin Üzerinde bırakmamanızı yalvararak istiyeceğim Yalvararak istiyeceğim diyorum Medeni Adam Siz bilmezsiniz size anlatmak da istemem Kardeşim Ali gömleğinizi mutlaka giyecektir Halbuki ben Bay Fransız sizin gömleğinizi Hatta Matmazel Nikolun o kırmızı ipekli gömleğini Hani etekleri şöyle kıvrım kıvrımdır ya Bile giymek istemem istemiyeceğim Evimizin tahtadan olduğunu biliyorsunuz Kibrit gibi iç içe sıkışmış tahtadan Hem şu bildiğiniz usule de lüzum yok Tepesi demir askerleriniz babamı alıp götürmeseler O zaman siz görürsünüz Bay Yabancı Ağaçların tepesine çıkabileceğimizi Ben ve kardeşim Alinin anlayabileceğinizi umarım Siz uyuduktan sonra odanıza girebileceğimizi -Ben bunu ispat edeceğimHani sizin şu yüzü kurabiye bir bayanınız var ya Beyaz ve yumuşak Hani tepesinde ikisi kısa biri uzun üç tüy var Onu siz başka yerlerden getiriyordunuz Sayın Bayanınızın gözleri çakmak çakmak yanıyordu Siz ötekini Bay Yabancı gizli gizli öpüyordunuz 94 • Şubat’15

Elinizle onu belinden tutuyordunuz sonra öpüyordunuz Siz bizi görmüyordunuz Biz ağacın tepesinden seyrediyorduk Siz onu çok öpüyordunuz Ötesini söylemiyeceğim Bay Yabancı Ben siz belki bilmezsiniz on yaşındayım Annem böyle konuşmak ayıptır dedi Annem o kadına şeytan diyor Bizim kediler de ona tuhaf tuhaf bakıyorlar Siz şeytanı çok seviyorsunuz galiba Bay Yabancı Siz şeytanı niçin bu kadar çok öpüyorsunuz Kabul ediyorum sizinki bizimkinden daha güzel Ama bizimki sizinkinden daha efendi daha utangaç Onu hiç görmedim o bize hiç gelmiyor Hele yağmur onu hiç deliğinden çıkarmıyor sanıyorum Ben yağmuru çok seviyorum Bay Yabancı Sizin ıslak saçlarınızı hiç sevmiyorum Tunusluların saçlarına benzemiyor sizin saçlarınız Bizim saçlarımıza benzemiyor sizin saçlarınız Ben karayım beni de amcamın oğlu seviyor Sizin o kadını sevmiyor Süleyman Süleyman benden başka kimseyi sevmiyor Ben de onu seviyorum Onu ve bizim evi seviyorum Bizim evin her tarafı tahtadandır Ayrıca matmazelin üzerine Bir akrep atabileceğimi de düşünün Tam karnının beyaz yerinden tutarsanız bir şey yapmaz Ama onu Matmazel bilmez ki o tam kuyruğundan tutar Sizin Matmazel bir ölse siz onu bir daha göremezsiniz Halbuki bizim ölülerimizi teyzem görüyor Onlarla konuşuyor onlara ekmek veriyor Onlar ekmek yiyor anladın mı Bay Yabancı Matmazel bir ölse ona kimse ekmek vermez Onun için gidip şapkalarınızı da beraber götürün Melekler bir demir parçasının üzerine oturmuşlar Her biri bir damla atıyor aşağıya İşte yağmur bunun için yağıyor Ben bunun için yağmuru seviyorum Yağmur bizim için yağıyor Çalılar için Süleymanın tabancası için Kalkıp gidin kırmızı kiremitler üzerine Bizim tahta evin üzerine yağmur yağıyor

n e d n i v e a z Ce r a l p u Mekt 2015 evi, Ocak a z e C n a m t a B Ahmet ŞAT /

Ahmet ŞAT Batman Cezaevi

Salih BAYTAP Bolu

Cafer Tayyar SOYKÖK E Tipi Kapalı Cezaevi D1 Koğuşu, Sivas

Tamer ASLAN F Tipi Cezaevi, Bolu

Mehmet TARDUŞ F Tipi Kapalı Cezaevi D1 Koğuşu, Sivas

Harun GÜLBAŞ Sivas Davası Mazlumu Şubat’15 • 95


en S m i ş Karde rsün... Özgü

Özel Sayı

Ahmet Şat

İslâmi Mücadele, Cezaevleri ve Müslüman Tutsaklar Ahmet ŞAT

Giriş…

C

umhuriyet’in ilanından sonra uzunca bir süre sesiz kalan ve daha ziyade kültürel çalışmalara ağırlık veren Türkiye İslamcılığının seyri hayli dalgalıdır. Yeniden dirilişin mücadelesini veren Müslüman bireylerin, milliyetçilik ve tasavvuf gibi deneyimlerinden sonra 70’li yılların başlarından itibaren yavaş yavaş filizlenen ve 80’li yıllar ile bir ivme kazanan bilinçlenme seyrine tanık oluruz. Bu süre zarfından fikirlerinden ötürü bireysel olarak birçok Müslüman cezaevleri ile tanışmış olsa da, Türkiyeli Müslümanlar 80’lerin ortalarından itibaren oluşturdukları örgütlü yapılanmaların bir neticesi olarak 90’lı yılların başından itibaren örgütlü olarak cezaevleriyle tanışmış oldular. 80’lerin ortalarından itibaren Türkiyeli Müslümanlar daha örgütlü yapılanmalara geçiş yapmışlardır. İslami çalışmalardan daha verimli sonuçlar elde edilmesi ve insanların daha doğru yerlere kanalize edilmesi için bu kaçınılmaz bir durumdu. Bugünden bakıldığında o örgütsel yapıların kullandığı enstrümanların eleştirilmesi mümkündür. Çünkü sonuca bakarak ilk adımların eleştirilmesi her zaman için en kolay olan yoldur. Ama o günkü İslami örgütlenmelerin oluşum dönemini yaşadığı unutulmamalıdır. Milliyetçi-muhafazakar bir kültür içinde yetiştikten sonra Tevhidî bilinçlenme sürecine geçiş yapılmış ve bunun için her türlü gayri İslami düşünceyi reddederek yola koyulmuşlardı. Bun-

96 • Şubat’15

dan önce örnek alabilecekleri bir mirasa sahip olmayan bu Müslümanların oluşturduğu bu organizasyonların, mücadelenin tabiatı gereği ağır deneyimlere maruz kalması doğaldı. Türkiyeli Müslümanlar olarak bugüne, her şeyin yaşanarak öğrenildiği bir süreçten gelmiş olduk. Ama şunu da unutmamak gerekir ki sıfır hata için mutlak hareketsizlik gerekir. Eğer hareket etmeye karar verirseniz hata yapma olasılığınız her zaman var demektir. Ve İslami mücadelenin, hareket/eylemsellik olduğu asla unutulmamalıdır. 90’lı yıllar dünyada devrimci dalganın varlığının hissedildiği son dönemlerdir. Nitekim kısa bir süre sonra artık devrimci söylem/eylem ve örgütlenmeler yerini daha ziyade STK’lara devredecekti. Bu zihinsel değişimden Müslümanlar da etkilenecek ve örgütsel yapılar daha ziyade bunlar üzerine inşa edilecekti. 90’lı yıllar Türkiye’si darbe kanunlarının ve uygulamalarının çok ciddi yaşandığı bir dönemdir. Olağanüstü hal ve Terörle mücadele kanununa (TMK) devletin ceberut ve adaletten yoksun yüzünün halkın üzerinde bir kılıç gibi durduğu yıllardır. Özellikle Kürt sorunu bağlamında ülkede oluşan atmosferden ötürü her türlü örgütlenme illegal kapsamında değerlendirilmiş ve birçok haklar askıya alınmıştır. Bu durum birçok İslami yapılanmaya da etki edecek ve bu kapsamda soruşturmalara maruz kalan Müslümanlar cezaevlerine girecekti. Türkiyeli Müslümanlar, ilk dönemlerinde İslami mücadele için zorunlu olarak illegal ör-

gütlenmelere yönelmek zorunda kalmışlardı. Bunun bir nedeni bunun Nebevî metot olarak algılanması diğer ise dünyadaki diğer devrimci örgütlenmelerin etkisinde kalınmasıdır. Bunun neticesi olarak o dönemde birçok Müslüman tutuklandı, ağır işkencelerden geçti ve önemli bir kesimi çok yüksek cezalar aldı. Bu arada bazı Müslümanların da şahadetine tanık olduk. Polisten kaçtığı için ya da evine aramaya gelenlere direndiği için şehid edilen bu Müslümanların yanlarına konan bir silah ve basın yoluyla “terörist” ilan edilmesi, muhtemel bütün destekleri ya da tepkileri önlemeye yönelikti. Zaten bu ülke, yaratılan tehditler üzerinden yıllardır yönetilmiyor muydu? Bu tehdit için üretilen özel kavramlar, halkın bilinçaltına hitap edecek tonlamaya sahipti. Çünkü kavramlar sadece bir ifade biçimi değil aynı zamanda tasavvur biçimidir. Bir kavrama yüklenilen/enjekte edilen anlam tüm toplumu istenilen merkeze doğru yönlendirecek bir potansiyele sahip olur. Terörist kavramı da bunlardan biri olup, resmi ideoloji tarafından tüm muhaliflerine yönelik kullanılan etkili silahlardan biri olmuştur. Terörist denince ahlak ve hukuk tanımayan, şiddet yanlısı, toplumu ıslah yerine ifsada kalkışan insan şablonu toplum zihnine yerleştirilmiştir. Özellikle o yıllarda bu ülkede Kürt sorunundan ötürü yaşanan acılar; faili meçhuller, köy yakmalar ve boşaltmalar ve hukuksuz yargılanmalar bir şekilde manipüle edilmeliydi. Bu kavramın o günkü atmosferde üstlendiği rol, devletin tüm bu hukuksuz ve zu-

lüm üreten uygulamalarını görünmez kılmak ve devleti haklı çıkarmaktı.

Yakalanmalar… Böyle bir ortamda yakalanan yüzlerce Müslüman, terörist etiketiyle medyada gösterilmesi, elbette yürütülen kara propagandadan öte bir şey değildi. Yakalandıklarında örgütlü suç işledikleri bahanesiyle “terörist” muamelesi gören birçok Müslüman insanlık dışı işkenceye maruz kaldı. Günlerce süren işkenceler sonrası elde edilen bilgi(!) ya da imzalatılan sözüm ona itiraflarla yüksek cezalar aldılar. Hatta örgüt ismi olmayan -ki neredeyse tamamı böyleydi- Müslüman gençlere kendilerine uzatılan listeden bir isim beğenmeleri isteniyordu. Kimisi zorla kimisi de bilgisizlikten seçtikleri isimlerin altına imza atarak TMK kapsamında ağır cezalar almalarına neden oldu. Çünkü bir örgüt ismi, o insanları örgütlü suç kapsamında Devlet Güvenlik Mahkemelerinde (DGM) yargılanmalarına neden oluyordu. Bu da TMK kapsamında örgütlü suç işledikleri bahanesiyle üç misli daha fazla ceza ve bu cezanın infazına muhatap kalmak demekti. Dönemin yargı-adalet anlayışını yansıtması açısından savcılık ve sorgu hâkimliğinde yaşadıklarımızı birkaç cümleyle anlatmak iyi olacaktır. Yaşadığınız ağır işkencelerden sonra çıkarıldığınız savcının “ne işiniz var burada, İran’a/Arabistan’a gitsenize” diyen öfke dolu bakışlarına mutlaka maruz kalırdınız. İslamcılara Şubat’15 • 97


Özel Sayı yönelik tekrarlanan bu retoriğin “Komünistler Cezaevi… Moskova’ya” söylemine ne kadar çok benzediği Müslümanların cezaevi geleneğinin olmadığı gözlerden kaçmamıştır. Bu topraklarda muhalebir toplumda ilk kez cezaevine girince yaşanılan fete tahammül edemeyen resmi ideoloji için kensıkıntılar daha bir ağır olmaktaydı. Ne tür hakdisi dışındaki herkes daima “öteki” olmuştur. Savcılığın, insanların gözaltına alınınca işken- lara sahip olduğunuz, nasıl davranacağınız veya ceye uğramamak için sorgulamalar boyunca ye- haklarınızı nasıl elde edeceğinizi düşe kalka öğrenmek zorundaydınız. Sol örgütlerle olan kısmi me-içmeyi reddetmesini örgütsel tavra sokması diyaloglarla geçiş sürecini atlattığımızı söyleyebive bu yönde iddianame hazırlaması hukuk adına lirim. Daha sonra Müslüman olmanın verdiği biyaşanan garabetlerdendi. Oysa iki haftalık sorgu linçle ve tavırlarınızla yeni bir duruşu yansıtmasüresince (ki bu süre hâkimin ya başlarsınız. Yapılan eylemizniyle dört haftaya kadar çıler neticesinde cezaevlerinde kabiliyordu) yediğiniz her birçok haklar kazanılmış ve şey bedeninizin daha fazla işİslami kimliğin onuru korunkenceye maruz kalmasından muştur. başka bir işe yaramıyordu. O Ve zaman içinde bu dönemde yakalanan birçok mekânlara adapte olmaya siyasi tutsağın sorgu süresince alışırsınız. Her ne kadar bu acile kaldırılarak serum takmekânların/ tutsaklığın inviyesi ile tekrardan sorguya sanın fıtratına aykırı oldualınması adettendi(!). Sorguğunu sürekli tekrar etsek de, lanma sonrası götürüldüğüsonuçta mevcut gerçekliğe nüz adli tıp kurumunun vüuygun bir yaşam sürmek en cuttaki tüm izlere rağmen “işdoğru davranışa dönüşür. kence görmemiştir” raporunu Nihayetinde gerçekliği olmavermesi, devletin tüm kurumyan bir doğrunun kabul ve larıyla organize bir şekilde ya“Zalimlerle elbet sürdürülebilir şansı yoktur. şanılan hukuksuzluğa/işkence Bu mekânlarda yaşıyorsanız Mahkeme-i Kübra’da suçuna ortak olduğunu göstutsaklığın üzerine sinmesihesaplaşırız.” termekteydi. ne asla müsaade etmeyecekSavcının devletin bekasına İskilipli Atıf Hoca siniz. Ama bunun yanında kendini adadığını düşünerek bulunduğunuz mekânlardaki yaşananları görmezden gelsezorunlu ikametinizi de kabul niz de daha sonra karşısına çıktığınız hâkimin, ederek “Müslüman’ca nasıl yaşanır” sorusuna yapoliste ifade vermeyi reddetmişseniz ya da veri- nıtlar vermeye çalışırsınız. Bu yanıtlar sizlere yalen ifade yetersiz ise –her haliyle işkenceye ma- şamınızı belirli bir disiplin içinde sürdürmenize ruz kaldığınız belli olmasına rağmen- “belli ki az katkı sağlamaya başlar. işkence yapmışlar. Yoksa bülbül gibi konuşurduKendine has kanunların olduğu bir dünyada nuz” diyerek memnuniyetsizliğini ifade etmesi, yaşıyorsanız, ister istemez bu kanunlara karşı yaşadığınız şaşkınlığı tarif edilemez bir noktaya alacağınız tavır sizin İslami/siyasi kimliğinizi ortaşırdı. Zaten polisin hazırladığı iddianame ile taya koyacaktır. Her ne kadar son on yıldır inhâkimlerin karar verdiğini söylememe gerek bile sani anlamda bazı düzenlemelere geçilmişse de yoktur. O dönem yakalanıp ağır işkencelerden birçok kural/genelge ve cezaevinin fiziki yapısı sonra yüksek cezalar alan tüm siyasi tutsakların sizi dış dünyadan izole ederek, sizi düşüncelerne tür bir süreçten geçtiğini anlamak için bu kü- den yoksun/kişiliksiz bireylere dönüştürmeyi heçük ayrıntılar yeter sanırım… deflemektedir. Müslümanlar için bu mekânlarda imtihan, kendi ruhuyla verdiği savaşla devam 98 • Şubat’15

Ahmet Şat eder. Ya bu sisteme entegre olacak ya da sisteme rağmen direnerek idealleri ile ayakta kalmak için kendine bir yaşam biçimi belirleyecektir… İşte bu anlarda “Allah’tan sabırla yardım dileyin” ayeti bütün anlamıyla ruhunuzda yer edinir. Zorluğun/sıkıntıların sizi kuşattığı her anda, bu tür ayetlerin indiriliş amacına ve insan ruhu üzerinde yarattığı etkiye yakinen şahit olursunuz. Böylelikle direnecek gücü ve amacı ta yüreklerinizde hissedersiniz. Elbette hem fiziki şartlar hem de kısıtlayıcı kanunlar yüzünden hareket alanınız epey azdır. Buna rağmen Allah’ın hiç kimseye takatinin üzerinde yük yüklemeyeceğine iman etmişseniz mutlak anlamda huzuru bulursunuz. O daracık havalandırmaların geniş bahçelere ya da ranzalarınızın yatak odasına dönüştüğüne şahit olursunuz. Aslında modern dünyanın tüketim kültürü ve aç gözlülüğü insanı doyumsuz kılmıştır. Yaşamak veya çalışmak için çok şeye ihtiyaç duyduğumuzu sanırız. Oysa yokluğun olduğu bu mekanlarda sınırlı malzemelerle insanın yaşamını kolaylaştıran/genişleten ve de mutlu kılan bir hayat tarzını yaşayarak öğrenirsiniz. O zaman hayata dair tüm yargılarınız/ön kabulleriniz değişime uğrar. Hayata ve doğaya karşı bakışınız daha doğal bir hal almaya başlar. En önemlisi ise insan tasavvurunuz netleşir. Cezaevine girmenize neden olan mücadele anlayışınızın temeli Allah rızası ve hesap verme endişesidir. Allah’ın razı olacağı bir hayat yaşamak bütün Müslümanların amacı iken bunu mekânlarla sınırlandırmak insanın en büyük handikabıdır. Elbette tutsaklığın arş-ı âlâda bir mazeret olacağına şüphe yoktur. Ama Allah’ın rızasına uygun bir mücadele/yaşam için yapılması gereken sadece zihinlerdeki duvarları kaldırmak olduğunu insan zamanla öğreniyor. Bugün özgür insanların Allah rızası için “ne yapmalıyım” sorusu içerdeki Müslümanlar için de geçerlidir. Tutsaklık Allah rızası için çalışma zaruretini dair hükmü düşürmez/iptal etmez. Onun için bu mekânlarda zihni/ruhi donanım için ilim faaliyetlerine ağırlık vermek kaçınılmaz hale gelir. Okumak-yazmak eylemi bir tutsağın rutin yaşamına dönüşmesi, onun bu mekânlarda ayakta kalmasına en büyük katkıyı sağlar.

İçerdekiler… İlk dönemler Müslüman kamuoyunun duyarlı olduğu Müslüman tutsaklar, 28 Şubat sürecinden sonra deyim yerinde ise “unutulmaya yüz tuttu.” Şuan İslami kimliğinden ötürü 28 yıldır cezaevinde yatan bir Müslüman’dan kimin haberi var? Ya da 20 yılın üzerinde yatan yüzlerce Müslüman’dan? Ve de yıllardır yatan diğer Müslümanlardan… Doğrusu bu soruya verilecek cevabı düşündükçe, içerdeki her Müslüman gibi hüzünlenmemek elde değil… Nihayetinde Müslümanların aralarında Allah’ın belirlediği kardeşlik hukukuna rağmen ortadaki umursamazlığın geleceğimiz için iç açıcı olduğu söylenemez. Ergenekon ve Balyoz gibi darbeci-Kemalist örgütlenmelere mensup insanların yakalandığı ilk günden itibaren taraftarlarının gösterdiği kararlı destek ve direniş takdire şayandır. Bunun neticesinde hepsi özgürlüğüne kavuşmuş oldu. Bunun bize bir şey öğretmiş olması gerekmez mi? İçerdeki Müslümanlara yönelik İslami camianın görmezden gelme tavrını düşündüğümüzde bu sükûneti hayra yormak imkânsız gibi geliyor bana… Evet, mücadele bedel ödemeyi gerektirir. Bunun için yakınmak imkânsız. Ama dışarıdaki Müslümanların içerdeki Müslümanlar için konforlarından biraz feragat etmesi ahlaki sorumluluklarının bir parçası değil mi? Sonuçta herkes Rabbinin huzuruna çıkacaktır. Bu konuda içerdekilerin en büyük tesellisi bu zaten… Eğer Ahirete yani Allah’ın mutlak adaletine inanıyorsanız sorun yoktur demektir. Ölümün/hesabın mutlak varlığı sizi sükûnete sokar. Bu yaşama sevincinizi yitirdiğiniz için değildir. Bilakis bir tutsağın yaşama sevincini asla ölçemezsiniz. Ama Ahiret bilinci sizleri yaşadıklarınıza karşı Allah’ın sonsuz adalet ve merhametine sığınmaya sevk eder. Üzerinize inen sekine yılların yorgunluğuna katlanmaya vesile olur. O zaman özgür Müslümanların sessizliği içerdekilerin yüreğine sadece bir parça hüzün bırakır. Onun dışında yaşadığınız her anın hesaba çekileceği bilinciyle yaşamınıza devam edersiniz… Belkide “içerdekiler ses vermiyor, onun için duyulmuyor” itirazı olabilir. Ama bu topraklarŞubat’15 • 99


Özel Sayı

Salih Baytap

da yaşayıp da içerdeki Müslümanlardan habersiz olmak mümkün olabilir mi? Elbette içerdekilerin “sahiplenme” gibi bir talebi olamaz. Bu onların uğruna mücadele verdikleri davanın tabiatına aykırıdır. Allah rızası için yola çıkmış bu Müslümanlar, dünyevi her beklentinin manevi dünyaları için yıkım olacağını iyi bilirler. Bu onların en doğal ahlaki duruşudur. Aynı duruşu İslami camianın da göstermesi ve bu bilinçle sahiplenme içgüdüsü göstermesi gerekmez miydi?

Son olarak… İslami mücadele bilincinin/geleneğinin oluşması uzun zaman diliminde gerçekleşen bir olgudur. Bunun için mücadelede sürekliliğin olması kaçınılmazdır. Türkiye İslami hareketin en büyük çıkmazı da budur. Örgütlü hareketlerin kısa bir süreli olması ve kurumsallaşma sürecini gerçekleştirmemesi uzun yıllar aynı hataların/ yanlışların tekrarlanmasına sebebiyet vermiştir. Aynı deneyimi sürekli tekrarlamak Müslümanların içinde yaşadığı kısırdöngünün bir neticesidir. İslami mücadele nasıl verilir sorusunun yanıtı, sahip olduğunuz din algısına/İslam düşüncenize bağlıdır. Bunun için birçok İslami mücadele türüne/savaşına tanık oluruz. Silahlı olarak mücadele veren olduğu gibi kültürel/ıslah faaliyetleriyle ağırlık veren de oluyor. Burada önemli olan verdiğimiz mücadelenin ahlaki ve hukuki bir alt yapıya sahip olmasıdır. Çünkü ahlaki ve hukuki olmayan bir mücadelenin meşruiyeti de olmaz. Aynı şekilde mücadele biçimimizin bir yorum olduğunu esas almamız gerekir. Bu bizi mücadelemizi mutlak doğru görüp diğer Müslümanları ötekileştirme yanlışlığından koruyacaktır. Verdiğiniz her mücadele size bir bedel ödetir. Kimisi ağır kimisi de hafif olabilir. Bu durum mücadelenin doğasında vardır. Bedeninizi, zihninizi, malınızı, ailenizi ve zamanınızı bu uğurda kaybetmeniz işten bile değildir. Bizden önceki nesillerin ödediği bedeller düşünülünce yaşadıklarımız bir anlam bile ifade etmiyor. Hatta Kur’an’ın bu yöndeki uyarıları, akıbetimiz için endişelenmemiz gerektiğini öğütlemektedir. Bugün modern dünyanın konforlu yaşamı, verilen mücadeleye de şeklini vermişe benziyor. Müslümanlar bir bedel ödemek veya mücadele100 • Şubat’15

nin bir yaşam tarzına dönüşmesinden öte, mücadeleyi işi olmadığı zaman/boş zamanlarının geçirip vicdanlarını tatmin edeceği bir araca dönüştürmüş durumdadır. İşi olmadığı zaman bir gösteriye, toplantıya, eğitim/öğretim faaliyetlerine veya sohbete katılmak ya da tebliğ faaliyetinde bulunmanın nasıl bir mücadele bilinci olduğunun sorgulanmaya ihtiyacı var. Özellikle STK tipi yapılanmaların esas itibari ile gönüllü kuruluşlar olması nedeniyle sanki İslami sorumluluğun da bireyin inisiyatifine bırakılmış gibi bir hal yaşanmaktadır. Cezaevlerinin bir okul olduğu konusunda şüphe yoktur. Burada elde edilecek birikimin tarifi imkânsızdır. İnsana her durumda nasıl bir yaşam sürmesi gerektiğini öğretir. Bu açıdan yalnızlığın iyi bir öğretmen olduğuna şahit olursunuz. Özgür insanın en büyük sorunu yoğun koşuşturma içine girip hayatı ve kendisini ıskalamasıdır. Biraz sonra kalkacak vapura yetişme telaşındaki yolcuya benzemekteler. Hayatın keşmekeşliği içinde ne kendisini ne de Rabbini hakkıyla düşündüğü/dinlediği söylenemez. Her insanın uzlete ihtiyacı var. Peygamberimizin Hira Mağarası’nda günlerce sadece düşünerek zihni ve bedenini arındırmış ve Rabbinin nimetine mazhar olmuştur. Benzer eylemi İbrahim peygamberde de görmekteyiz. Cezaevleri bu açıdan koşuşturmaların olmadığı bir yaşam biçimini size dayatır. İnsanın kendisiyle baş başa kalması ve tefekkürde bulunması ona yeni bir yaşam bilincini kazandırır. Çok okumadan sadece düşünerek bile bu mektepten iyi bir insan/Müslüman olarak mezun olmak mümkün hale gelir.

Teşekkür… Genç Öncüler Dergisi’nin bu sayısını “Müslüman tutsaklar”a ayırmasından ötürü içerideki bir Müslüman olarak, derginin genç yüreklerine teşekkür ediyor, yayın hayatında Rabb’imden muvaffakiyetler diliyorum. Selam ve dua ile… Ahmet Şat Batman Cezaevi Ocak–2015

Teslimiyet Ahdi Salih BAYTAP

H

apishane Müslümanlar için ne ifade edi- munda kalıyorduk, bizim için yeni olansa siyasi yor? Zaman zaman karşılaştığımız, içerden pozisyonu net bir islâmî kimliği bu derece açık bakınca fazla genel görünen bu sorunun ceva- ifade etmemizdi. bının bizim için, okuyucular için ve bu yazıyı Dışarının anıları henüz çok tazeydi. Zihin ve okumayacak birçok Müslüman için farklı olması beden kapalı bir mekânda kalmaya alışık değildi. bir yönüyle gayet doğal bir yönüyleyse aramız- Demir parmaklıklı kapılar yüksek duvarlar üzedaki kopukluğun işareti, bir yönüyle de hapisha- rindeki tel örgüler göze batıyordu. Duvarın ötenenin ülkemiz Müslümanlarının yolculuğunda sindeki hayatı hissediyorduk, bununla birlikte eksik olmayan bir gerçek olduğunu göz önünde koğuşta sadece dört kişi kaldığımız bulundurunca Müslümanların halde hapishanenin fiziksel yatarihindeki kopuklukların işapısı nedeniyle diğer tutuklularla reti. Benzer kopukluklar kendi Bedenimizin içeride görüşebiliyorduk. Yani hapishayat çizgimizde de mevcut olhanenin sessizliğini ve ıssızlığıaklımızın dışarıda malı ki hapishane bizim içinde nı yaşamıyorduk. Zamanı bol ve dışarıyla içerinin ilk günkü anlama sahip değil. kişiler de değildik zamanın en kesiştiği çizgide Olsun farklı cevaplara açık bir ince dilimlerini dahi değerlengezindiği o ilk soru her zaman irdelenmeye dedirmek zorunda hissediyorduk. ğerdir zaten yazımı asıl şekillenzamanlarda hapishane Bedenimizin içeride aklımızın diren hapishanenin kendisi değil dışarıda ve dışarıyla içerinin bizim için Müslüman hapishanede yaşayan biziz. kesiştiği çizgide gezindiği o ilk kimliğin ilanıydı. İzmir’de hapishane koridozamanlarda hapishane bizim runa ilk girdiğimizde imgesinin için Müslüman kimliğin ilaçağrıştırdığının aksine içerinin faznıydı. İslam’a dair tasavvurun son lasıyla kalabalık olduğunu düşünmüştüm. Göz derece çarpıtıldığı, çarpıtılmış tasavvura rağmen önünden uzaklaştırılanların yeri kendi içinde Müslümanın görmezden gelindiği o yıllarda bir fazlasıyla göz önünde bir yer. Daha önce Müslü- Müslümanın nasıl bir insan olduğunu nasıl yaşaman siyasileri misafir etmemiş bu mekânda dört dığını göstermek bizim için önemli ve değerliydi. arkadaş kendimize bir hayat kurmaya çalışırken Aynı zamanda yürürlükteki düzenden beri oldudiğer insanlarla (tutuklular ve memurlar) konuş- ğumuzun inancımıza ve hayat hakkımıza sahip malarımızda en çok gündeme gelen konu Müs- çıkacağımızın itilip kakılmaya göz yummayacalüman kimliğimizin ne ifade ettiğiydi. Bir Müslü- ğımızın işaretiydi. manın siyasi gerçeklerle hapishaneye girmesinin Dışarının gölgesinin ağırlığından kurtulmümkünlüğünü tekrar tekrar izah etmek duru- mak için bir yıl yetiyor. Duvarlar parmaklıklar Şubat’15 • 101


Özel Sayı

ve içeriye ait diğer unsurlar artık tuhaf değil. Bandırma’da kapıların ve pencere çerçevelerinin ahşap olması ilk anda tuhaf geliyor, buna rağmen ilk günlerde yalıtılmışlığı daha çok hissediyoruz. Büyük bir koğuşta dört kişiyiz başka tutuklularla görüşme imkânımız yok, az sayıda yakınımız haricinde ziyaretçimiz de yok. Kısa süre sonra sayımız artmaya başlıyor, epeyce hareketli ve karmaşık iki sene sonunda sayımız ve şartlarımız istikrar kazanıyor. Çok sayıda ziyaretçimiz geliyor artık, dışarıyla bağımız kopuk değil. Bununla birlikte dışarıdaki dünya bizden gittikçe uzaklaşıyor. Kendi geçmişimizi ve dünyayı izleyen bir seyirciye daha yakınız şimdi, gündemi tasavvuru ve tahayyülü farklılaşmış halimizle dışarıyı seyrettiğimiz o yıllar bizim için insanı, hayatı ve inancımızı yeniden keşfetme süreciydi. Dışarıda 28 Şubat baskısının arttığı o yıllarda biz ziyarete gelen Müslümanlardan daha rahat hissediyorduk kendimizi. Belki sorumluluktan azade hissetmek için makul bir mazeretimiz olduğundan daha moralliydik içeride, daha tatminkâr bir hayat vardı sanki. Konuştuğumuz ziyaretçi arkadaşlardan bir çoğu ne yapmaları gerektiğini bilmediklerini söylüyorlardı. Hapishanenin insan üzerindeki olumsuz etkilerini henüz hissetmiyoruz. İçerdeki düzenimiz ve istikrar huzursuzluğu engelliyor, içerdeki bazı arkadaşlar hapishanede bizimkine benzer bir ortamda bir veya iki yıl kalmak insana kayıplarından epeyce fazla kazanç sağlar görüşünü dile getiriyorlardı. 102 • Şubat’15

Salih Baytap Bu bağlamda hapishanenin en bariz özelliği kendini değerlendirme imkânını fazlasıyla vermesi. Ölüm anında hayatın bir film şeridi gibi gözlerin önünden geçtiği görüşünü herkes duymuştur, işte içeride bu imkânı defalarca bulursun. Üstelik bir noktadan geriye dönüp bir anlığına bakmak şeklinde değil, ilmin arttığında, olgunlaştığında, daha soğukkanlı davranmayı öğrendiğinde, arkadaşlarınla konuşup kanaatlerinin sağlamasını yaptığında geçmişin tamamını veya önemli anlarını epeyce yukarıdan yeniden görürsün ya da görmek zorunda kalırsın. Kendi geçmişinle beraber dışarıda akmakta olan hayatı da bazen sorumluluktan azade olmanın kolaycılığından kurtulmamanın zayıflatıcı etkisine rağmen farklı perspektiften görme imkânına kavuşursun. Bu gerçeğin pratikteki şekillenme tarzında insanın tavrının çok önemli bir etkisi var elbette. Kendi yerinde sayıyor gibi akıp giden hayatına yazıklanan öfke ve pişmanlık içinde kıvranan kişi sadece kendini yıpratma eylemini icra etmiş olur. İstikamet üzere durmaya çalışan, kayıplarını gözünde büyütmeyen, geleceğe ve nihai akıbete dair umut besleyen ve rabbine tevekkül eden insanlar ancak bu kaçınılmaz içsel eylemin olumlu taraflarından istifade edebilir. Günler su gibi akıp gitmektedir. Takvime gözün ilişip beş yılın geçtiğini anladığında beş koca yılın en fazla bir tek mevsim gibi göründüğünü fark edersin. Dışarıdaki beş yılın bir kitaba sığmayacak kadar hacimli iken içerdeki beş yıl bir avuca sığacak kadardır. Sanki dışarının zamanıyla içerinin zamanın farklılığını önceden de hissetmişsindir ama şimdi yakinen kavrıyorsundur. Dışarıyla ilgili planlarını ve hayallerini bir daha güncellersin. İki yıl önce kendini eskisinden daha iyi tanıdığını söylemiştin ama şimdi epeyce yeni özellik keşfetmişsindir. Hafifçe de olsa içe kapanma eğilimleri gözlemeye başlarsın kendinde ama duvarların ağırlığı hala omuzları zorlayacak kadar değildir. Sonbaharın renkli hüznü vardır sadece vakur derinlikle onurlu tatminkar kaybına karşı rabbinden bahşedilen bir huzurla beraber. Beş yıl hapishane de kalan kişi (kendimizi kastederek) dışarıdaki hayatta en fazla birkaç hafta içinde adapte olur gibi gelirdi. O zaman zihin dışarıdan kopmamıştır, teknolojik gelişme

takip edilecek seviyededir. İnsan ilişkilerine dair değişimleri, dışarıda yaşayacaklarını, planlarını gerçekleştirme imkânını tahayyül edebiliyorsundur. Dışarıdaki arkadaşların ömrün bir başka evresine geçmemiştir henüz, bununla beraber dışarıyla farklılaşmayı beş yıldan sonra daha iyi gözlemlemeye başlarsın. Grup içi davranış tarzların belirginleşir, dışarıdan yeni gelen kişilerin bazı davranışları tuhaf gelir. Konuşmandaki bazı nüansların bazı esprilerin dışardakilerce anlaşılmakta zorlanıldığını hissedersin. Yalnız kalmak isteği insanın her zaman hissedebileceği bir ihtiyaçtır ama yıllar geçtikçe biraz daha fazla hissedersin. Hapishanenin sadece ıssız ve yalıtılmış bir mekân değil yalnızlığa da izin vermeyen bir mekân olduğunu keşfedersin. Belki uyuma isteği biraz daha artar bazı insanlar daha sessizleşir, bazıları daha konuşkan olur. Tek başına yapacağın bazı işler arayışına girersin. Böyle ama kendini hala içeri girdiğin yaşta hissedersin. Bilgi, olgunluk, tecrübe, yeniden değerlendirmenin olumlu olumsuz yükü, hayallerin vs. içeri girdiğin zamanki haline eklenmiştir sanki. Durumun farkına varmak olumlu etkisini hafifletir ama olsun güzel bir duygudur, Allah’ın bir lütfudur. Kıssaların en güzelini başucundan eksik etmezdin ama mağaraya sığınan gençler saltataların değil kardeşlerindir artık. Kendimizi hep aynı zannederiz ama aynı olmadığımızı biliriz. Zamanın akışını hissetmeyiz ama asla durmadığını gayet iyi biliriz. Yaratılmış her şey gibi mevsimlerde döner, sonbahardan sonra kış gelir. İnsanın kendi ruhuna yolculuğunun sonu yoktur ama kaybolmak da vardır. Olgunlaşmanın sonu yoktur ama kokuşmak diye bir şey de vardır. Yalnızlığın farklı türleri var mı? Planlar yeniden yenilenmelidir. Kendimizle baş başa kalmaya en yakın yerdeyiz artık. Kendimizi daha çok tanımaya ihtiyacımız mı vardı? Kurtulmamız gereken yüklerimiz mi var? Hala özgürlük, gençlik, güç, dostlar, sağlık (vs.) güç vehmeden yanılsamaların geri kalanından da kurtulmamız mı gerekiyor? Bugüne kadar yaşadıklarımız asıl ağır imtihana hazırlık için miydi? Daha gençliğimizin ilk dönemlerinden bilirdik altın ateşle saflaşır, insan zorlukla sınanır, güç engellerle artar. Zaaflarının merasimini izlersin, insanlığın bütün zaafları her insanın

içinde mevcut mu acaba? Dünya küçük olur küçücük şeyler büyüyüp dünyanı kaplar, zaafların onları aşabilesin diye karşına dikiyordur belki. “İnsan her iddiasından imtihan edilecek” gerçeğinin tecellisi mi yoksa yaşadığın? İnsan hayatı doğrusal bir çizgide ilerlemiyor. Sıkıntıya doymak denilen bir şey varmış. İnsanın sınırı epey esnek olmakla beraber gün geçtikçe daha kötüye gideceğini düşünürsün ama gerçek öyle değilmiş. Olumlu ve olumsuz bütün ruh halleri arasında nedenini bile anlamadan gezinirsin. Ruh daraltan sıkıntılar bir virüs gibidir, vücuda girer ateşin yükselir zayıf düşersin sonra virüsü yenersin. Balığın karnının karanlığı etrafını sarmış durumda. Belki asıl şimdi düşünmek gerekir kalbini kaplayan kabuk üzerine. Mızmız çocukların sızlanması değil arayışının kaynağı. İnsanlığın çamuruna bulaşmış nankörlüğün peşine düşersin kalbinin pürüzlerinin kaynağını bulmak için. Bir daha kendini keşif… Bu defa keşfettiğin yakın anına yakın şekilde kavradığın Rabbin sana şah damarından daha yakın olduğu sünnetullah sadece genel geçer kurallar. Başıboş yaratılmadığın uyarısı imtihanın sadece genel yönüne işaret değil. Allah’ın her insan için bir planı vardır. Her insanın kendi yolu vardır. Rabb kimseyi unutmaz, hala kalbin atıyorken sorumluluktan tamamen azade olamazsın. Hayatındaki her anın bir anlamı vardır. Her hastalığın ipucu geçmişinde saklıdır. Her hastalık şifanın ipucudur. İmtihan ve yardım kalbinin en derinliklerindekine göre şekillenmiştir. İmtihanın sana özeldir, en bunaldığın anda nimetin kokusunu hissedersin. Rabbinin yardımını avuçların da görürsün. Kalbini açtığında ayetler daha derine iner, Rabbine teslim olmanın yıllar önce dile getirdiğin teslimiyet ahdinden ağır olduğunu idrak edersin. Öyledir ama daha güzeldir daha huzur vericidir. Kalbin gücünün gerçek kaynağıdır ve karanlıktan kurtulmanın tek çaresi kudreti sonsuz Allah’a sığınmaktır. Rabbine teslim olmaktır, teslimiyet kemale erince kapılar açılacak diye umut edebilirsin artık. Salih BAYTAP 12 Ocak 2015 Bolu Şubat’15 • 103


Özel Sayı

C. Tayyar Soykök

“Emniyet sorgulanmam esnasında bir komiser bana (ismi bende mevcut) sen Sivas’ta olmasan da bu olayda seni tutuklardık dedi.” Cafer Tayyar SOYKÖK

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla izi hidayete ulaştıran (7/43), imanları sebebiyle mü’minlerin kalplerini birbirleriyle kaynaştırıp kardeşler kılan (3/103) Allah’a hamd olsun. Salat ve selam tüm peygamberlere (37/78130) (33/56) ve peygamberlerin (a.s) getirdiği mesaja iman edip, gereğince amel eden, yaşam biçimi olabilmesi için mücadele içerisinde olan ve bu uğurda canlarını ve mallarını feda eden tüm müminlere olsun. Öncelikle “Müslüman Tutsakların” sorunlarını kaleme alma ihtiyacı hisseden Genç Öncüler Dergisi sahibi, sorumluları, çalışanları kardeşlerime teşekkürü bir borç biliyor ve teşekkür ediyorum. Bu konu kısmen dergilerde gündeme getirilmiş olsa da, mağdur Müslümanların göndermiş olduğu yazılarla yine de bu konu gündem yapılması gereken, özelde Müslümanların genelde her insanın bilgilendirilmesi gereken bir konu. Çünkü insanlar olayları hep medyanın göstermek istediği şekilde öğrendiklerini düşünerek öğrendiklerini düşündükleri yanlı-yanlış bilgiler üzerinde fikir yürüterek kanaat sahibi olabiliyorlar. Halbuki Rabbimiz biz Müslümanlara: “Ey iman edenler, size bir fasık bir haber getirdiğinde bilmeyerek bir topluluğa zarar verip

B

104 • Şubat’15

de yaptığınıza pişman olmamanız için o haberin doğruluğunu araştırın.” (Hucûrat/6) buyurarak bilgilenmede nasıl davranılması gerektiğini öğretiyor. Yaşadığımız coğrafyada İslâm düşmanı iki yüzlü bir kısım medya, İslâm ve Müslümanlarla ilgili haber, yorum, karikatür, film, tiyatro vs. hep yanlı, yönlendirici-saptırıcı davranarak insanların İslâmdan uzaklaşmalarını, Müslümanlardan nefret etmelerini arzulamış ve bu arzularını gerçekleştirebilmek için her yolu denemişler ve denemeye halen de devam etmektedirler. Bu girişten sonra kendi yaşadıklarımızı örnek olarak verebilirim. Kamuoyunda Sivas Olayları olarak bilinen ancak medyanın çarpıtma ve yönlendirmesi ile Alevi-Sünni davası imiş gibi Alevilere yönelik bir katliam gibi gösterilen bu olay, aslında peygamberimize (sav) yönelik iftira ve karalamaları protestodan başka bir amacı olmayan bir protesto yürüyüşünden başka bir şey değildir. Bizler Sivas’ta Alevisiyle Sünnisiyle içiçe yaşayan, arkadaşlık, komşuluk vs. ilişkileri olan ve yıllarca bir arada sorunsuz bu ilişkileri sürdüren insanlarız. Yürüyüşe 15-20 bin kişi katılmasına rağmen bir Alevinin evine, dükkanına zarar verilmemiş, Alevilerle ilgili en küçük bir slogan dahi atılmamıştır. Atılan sloganlar, peygamberimize yönelik iftira ve hakaret dolu Salman Rüşdi adlı

bir alçağın yazı dizisini Aydınlık Dergisi’nde yayınlayan Aziz Nesin denilen ateist bir yazarı ve onun şehrimize gelişine izin veren Sivas Valisi’ni protesto eden “Vali İstifa!” “Sivas Aziz Nesin’e Mezar Olacak!” “Aziz Nesin Sivas’tan Defol!” şeklinde atılan sloganlardır. Bizler ırkların, renklerin, ve dillerin Allah’ın ayetlerinden olduğunu (30/22), insanların farklılıklarından dolayı ayrıştırmanın, ötekileştirmenin Allah’ın ayetlerini inkar anlamına geleceğine inanan insanlarız. İnsanları zorla Müslüman yapmaya çalışmanın (2/256) doğru olmadığını, Rabbimiz böyle bir şey isteseydi herkesin ister istemez iman edeceğini (10/19), insanların iman ya da inkârlarını kendi tercihlerine bıraktığını (18/29), insanın kendi tercihinin kendi sorumluluğunda (10/18), (30/44) olduğunu bilen, böyle inanan insanlar olmamız sebebiyle böyle bir yanlışlığa girmemiz söz konusu olamaz. Bizim sorumluluğumuz doğruyu gösterebilmektir (5/67), (16/125), (41/33). Yürüyüş iki bölümden oluşmaktadır. Paşa Camii’nden Kültür Merkezi’ne kadar olan bölüm sloganlarla Kültür Merkezi’ne kadar yürüyüş, orada yapılan bir konuşmadan sonra dağılma. Diğer bölüm ise dağılan insanların duyguları istismar edilerek Aziz Nesin’in Madımak Oteli’nde olduğu şayiası ile insanların bir kısmını yeniden toplayıp otelin önüne götürme ve protestoya orada devam etme. Otelin önünde kalabalığın gittikçe artması saat 17.00’dan sonra işyerlerinin, resmi kurumların da dağılmasıyla kalabalığı görenlerin otelin önünde toplanması, Aziz Nesin’i otelden alabilmek için otelin taşlanarak camlarının kırılması, saat 20.00 ‘da ise otel önündeki bir taksinin ters çevrilerek yakılması, yükselen alev ve dumanların aniden çıkan ve beş dakika süren

rüzgarla birlikte otele dolması ve oteldeki insanların karbonmonoksit gazı sebebiyle zehirlenmesi ve bir kısmının otelde bir kısmının da kaldırıldıkları hastanede yaşamlarını yitirmesi şeklinde gerçekleşen bir olaydır. Bu, mahkeme kayıtlarında ve hastane kayıtlarında da mevcut raporlarla tespit edilmiştir. Ancak buna rağmen İslâm düşmanı medya, olayı bir Alevi-Sunni çatışması, gözü dönmüş canilerin oteli yakarak insanları diri diri yakması şeklinde vahşi bir olay olarak göstermiş, buna insanları -ki Müslümanların çoğu da dahilinandırabilmiştir. O nedenle de olay mecrasından saptırılmış, katliam davası gibi gösterilmiştir. Olaydan sonra Alevilerin çoğunlukta olduğu Ali Baba Mahallesi’nde ispiyon-ihbar tahtası kurulmuş, suçlu-suçsuz demeden insanların isimleri oraya yazılarak emniyete bildirilmiş, ayrıca Aydınlık Dergisi bazı mücadeleci Müslümanların isimlerini yayınlayarak -ki ben bunlardanımolayla ilgili olduğu şeklinde ihbarda bulunarak rastgele bir tutuklama kampanyası yürütülmüş ve insanların tutuklanmaları sağlanmıştır. Emniyet sorgulamasında ise insanlara hiçbir delil olmadan suç isnat edilmiş, insanlar görmedikleri ve kendilerinin teşhis etmemiş olan polisler arasında paylaştırılarak tutanaklar düzenlenmiş, bu tutanaklar bizim imzalamamamıza rağmen polisler tarafından imzalanmış, kimisine zorla imza ettirilmiş, kimilerine de imzalamaktan imtina ettim şeklinde imzalatılmış, bu tutanaklar mahkemece kabul görmüş, insanlar buna göre cezalandırılmış, kendimizi aklayıcı ifadelerimiz ve şahitlerimizin ifadeleri mahkeme katında hiçbir işe yaramamış hatta dikkate bile alınmamış, şahitlerimizin bir kısmına bile yalancı şahitlikŞubat’15 • 105


Özel Sayı ten ayrıca dava açılmış, gözleri korkutulmaya çalışılmıştır. Emniyette on beş gün sorgulama yapıldıktan sonra savcılığa çıkarıldık. Savcının önündeki listede insanların isimlerinin karşısı kimileri kırmızı ile kimileri yeşil ile önceden işaretli vaziyetteydi. Sorgu hakimi ne çıkarken katip tutuklama müzekkerelerini yazıyordu. Tutuklamamız 18’inde yapılmış ancak katip tutuklama müzekkeresi üzerinde yeniden tarih değiştiriyordu. Yani tutuklamamız bizden habersiz 17’sinde yapılmış, 17 18’ e tebdil ediliyor, değiştiriliyordu. Bu müzekkerelerimizde daktilo yazısıyla 17 18’e dönüşmüş şekilde her iki rakam da belli bir şekilde mevcut. Emniyet sorgulanmam esnasında bir komiser bana (ismi bende mevcut) sen Sivas’ta olmasan da bu olayda seni tutuklardık dedi. Tutuklamadan sonra bizleri Sivas Cezaevi’ne götürdüler. Beş tane koğuşa yerleştirdiler. Sivas’ta üç ayrı mahkemede soruşturma açıldı. Asliye Ceza Mahkemesi, Ağır Ceza Mahkemesi ve Kayseri DGM mahkemeye çıkmamıza iki gün kala Adalet Bakanlığı emriyle (ki o zaman CHP’li nin Mehmet Moğultay bakandı) 55 kişi Kırşehir Kapalı Cezaevi’ne, 56 kişi ise Afyon Kapalı Cezaevi’ne nakil-sürgün edildik. Amaç hem bizi ailemizden koparmak hem de bizde birlikte ailemizi de mağdur etmekti. Mağduriyetimizi daha da artırmak için dosyamızı Adalet Bakanlığı emri ile Ankara DGM’ye gönderttiler. Halbuki suç işlenilen yerin mahkemesinde yargılanmamız hukuken gerekliydi. Eğer suçun işlendiği yerde yargılama yapması gereken mahkeme bulunmazsa en yakın şehrin mahkemesinde yargılanmamız gerekiyordu. Yani Kayseri DGM’de yargılanmamız gerekirken Ankara DGM’de yargılanmamız sağlandı CHP iktidarı tarafından. Böylece ailelerimiz mahkemeye gelemeyecek, gelseler de hem maddi sıkıntı hem de psikolojik sıkıntı içerisine girecekler, bizlerde mahkemeye üç, üç buçuk saat cezaevi araçlarıyla sıkıntı içerisinde gelecektik. Mahkemeler bir hafta sürdüğü için de Ankara Cezaevi’nde mahkeme süresince kalıp sonra Afyon Kırşehir’e cezaevine 106 • Şubat’15

C. Tayyar Soykök tekrar getirilecek, aynı mağduriyet ve psikolojik işkenceyi bizlerde ailelerimizle yaşayacaktık. Bizler mahkemeye ancak dört buçuk ayda çıkabildik. Yakınlarımız görüşlerimize gelemiyor o nedenle şahitlerimizle de bir irtibatımız olamıyordu. Görüşe gelebilmek için ailelerimiz geceden otobüse biniyorlar, 8 saatlik bir yolculuktan sonra ancak Afyon’a gelebiliyorlar, cezaevine girebilmek 1 saat, görüşme yapabilmek için saatlerce kuyruğa girip yazılıyor yine kuyruğa girerek görüş için cezaevine girebiliyorlardı. Cezaevinde ise yönetim en doğal haklarımızı bile engellemeye çalışıyor, ailelerimizin getirdiği yiyecek ve giyeceklerden kimileri iade ediliyor, kimisi de karmakarışık hale getirilerek yenilemez, giyilemez şekilde bize teslim ediliyordu. Koğuş aramalarında eşyalarımız dağıtılıyor, birbirine karıştırılıyor, eşyaları bulabilmek için “bu kimin” şeklinde seslenerek eşyalarımızı bulduktan sonra yerleştirebiliyorduk. Bu işlem saatlerce sürüyor ve psikolojimiz bozulmaya çalışılıyordu. Tabii ki onlar bize işkence yapıyorlardı böylece ama bu işlem bizi birbirimize kaynaştırıyor, acıyı ve sevinci paylaşmayı ve gasp edilen haklarımızı alabilmek için bizleri bir ve beraber olmaya, birlikte mücadeleye yöneltiyordu. Bizler çoğunlukla birbirini tanımayan, birbirleriyle ilişkisi olmayan insanlardık. Tanıyanlarımız da 3 kişi yada 5 kişi şeklinde komşuluk ya da aynı işyerinde olmanın verdiği bir tanışıklıktı. Ne yazık ki birbirini tanımayan bizler medyada örgüt üyesi, örgüt yöneticisi gibi gösterildik. Bu yayınlar mahkemeyi de ziyadesiyle etkiledi. Başlangıçta DGM yargılama neticesinde 15’er yıl cinayetten ceza verdi. Hem de o dönemde hakim ve savcıların askerler tarafından brifing verilerek Sivas Olayları ile irticai bir kalkışmanın ülkede başladığı, Erbakan iktidarı ile bunun devam ettirildiği vs. şeklinde medyanın da desteğini yanlarına alarak cezalandırılmaları için 28 Şubat süreci denilen irtica ile mücadele adı altında BÇG (Batı Çalışma Grubu)’nin kampanyası başladı. Müslümanlar mağdur edilmeye başlandı. O dönemde bile bizlere baskı ile 15 yıl

ceza verdiler. Hem de adi suç şeklinde. Karşı tarafın (müştekilerin) avukatlarını organize eden Türkiye Barolar Birliği başkanı Önder Sav bile bu cezayı yeterli görmüş “Bizim için bu dava adliye koridorlarında bitmiştir. Artık gönüllerde devam edecektir.” demişti. Ancak Yargıtay aşamasında CHP’li Seyfi Oktay’ın (dönemin Adalet Bakanı) baskısıyla dava yeniden bozulup, hakimler değiştirildikten sonra dosyadan habersiz olan mahkeme heyeti 50 klasör olan dosyamızı o zaman zarfında okunması mümkün olmamasına rağmen bizlere siyasi 146/1’den idam cezasını vermiş, Yargıtay da bunu onaylamıştır. Örgütsüz, hükümeti yıkmaya yönelik bir kalkışma şeklinde cezaya hükmetmiş. Ne adlilere verilen haktan ne de siyasilere verilenlerden yararlanamayan mahkumlar haline getirmişlerdir bizleri. İki arada bir derede örneğindeki gibi. Afyon Cezaevi’ne ve Ulucanlar Ankara Cezaevin’e her gelişimizde tezgahlar kuruldu. O saatteki vardiyalar tarafından dayak yedik, dayak attık, her birinden ayrı ayrı mahkeme açılarak mağdur edildik. İki vardiyanın birleşimi (sayım) esnasında koğuştan 5 kişi zorla dışarı çekilip alınarak 50 kişilik elleri sopalı gardiyanların arasında kalıp kendimizi korumaya, savunmaya çalıştık. Mağdurken suçlu gösterilip mahkemeye sevk edildik. Haklarımızı alabilmek, kendimizi koruyabilmek, sesimizi dışarıya ulaştırabilmek için ölüm orucuna (16 gün) gittik. İsyan çıkarmak zorunda kaldık, haklarımızı alabildik ancak hücreye (2x2 metre) alındık, mahkemelik olduk. Cezaevlerini, ayak oyunlarını, onlardan korunabilmek için bir ve beraber olabilmeyi, birlikte mücadele etmeyi öğrendik. Böylece kendi haklarımızı alabildiğimiz gibi, adli mahkûmların problemlerini çözüp haklarını alabildik. Böylece onlarla diyalog kurup Rabbimiz’in mesajını onlara ulaştırabilmeye insanların İslami mesajı tanıyı,p sorumluluklarını anlamalarını sağladık. Böylece kimileri hidayete ulaşırken kimilerinin de gerçek İslam’ı öğrenmelerine sebep olduk. Tabii ki bundan önce İslam’dan bihaber ancak kendileri-

ni İslam’a nisbet eden, atalarından gördükleri ve işittiklerini din edinmiş, bunu yeterli gören dava arkadaşlarımızın İslam’ı anlama ve öğrenmelerini sağlayabilmek için onların bilgilenmelerini sağlayabilmek için acizane bir çalışma içerisine girerek dava arkadaşlarımın çoğunun İslamı anlamalarını sağlayarak yaşama dönüştürebilmek için, sorumluluk bilinci vermeye, cezaevini Medrese-i Yusufiye’ye dönüştürmeye çalıştık. Hamd olsun Rabbimize yararlı da oldu. Bizler 21 sene 6 ay oldu içerideyiz. Bu zaman zarfında her birimiz acıları yaşadık, acıları paylaşarak azaltmaya çalıştık. Allah için sabrettik, acılara katlandık en yakınlarımızın ölüm haberini aldık, ölümlerinde yanlarında bulunamayıp sorumluluklarımızı yerine geçiremediğimiz için üzüldük ancak gücümüzün üzerindeki şeylerden güç yetiremediklerimizden sorumlu olmadığımızı düşünerek Allah’a güvenip dayandık, sabır, dua ve namaz ile Rabbimizden yardım diledik, ayaklarımızın kaymaması için çaba sarf ettik. Rabbimiz’in yardımını istedik, acılara göğüs germeyi direnerek öğrendik ve olgunlaşmaya çalıştık. Rabbimiz “…. Allah yolunda uğradıkları bir susuzluk, bir yorgunluk, bir açlık, kafirlerin şaşırtan bir adım atmaları ve düşmana karşı bir başarı sağlamaları, kendileri için iyi bir salih amel olarak mutlaka yazılacaktır. Çünkü Allah iyi davrananları amellerini asla boşa çıkarmaz.” (Tevbe 120). Yaptıklarının en güzeli ile ödüllendirir (9/121). “Bilsin ki insan için çalışmasından başka bir şey yoktur. Çalışması da ileride görülecektir. Sonra ona karşılığı tastamam ödenecektir.” Buyurmuştur. (Necm 39/41) Cezaevleri, zindanlar her mücadele adamının karşılaşabileceği bir gerçekliktir. Bir amaç, bir dava uğruna yola çıkan her mücadele adamının yolu bir gün zindan, cezaevinden geçebilir. İslam’a giren, bu dine iman eden her mümin insanları Allah’ın dinine davet etmenin gerekliliğini, cenneti elde edebilmenin, kurtuluşa edebilmenin yolunun (3/104) buradan geçtiğine inanır ve bunun mücadelesini vermeyi de kaŞubat’15 • 107


Özel Sayı bullenir. Böylece Allah yolunda mücadeleyi kendine bir gaye edinir ve ömrünü bu gayeye adar (6/161,162) Mücadele inançların çatışmasını, ayrışmasını beraberinde getirir. Bu mücadeleden en çok iktidar ve sermaye sahipleri rahatsız olacaktır. İktidar sahipleri tarih boyunca hep davetin karşısında durmuşlar ve davetçileri anarşi çıkarmakla suçlamış, onları cezalandırmayı çalışmışlardır. (40/26) Cezalandırma yöntemlerinden bir tanesi de toplumla bağlarını koparmak, ilişkilerini kesmek olan cezaevleridir. O nedenle ömrünü bu davaya, yüce bir gayeye adayan her dava adamı çok iyi bilir ki bu mücadelede mücadele erinin yolu bir gün cezaeviyle kesişebilir. Bu dünya hayatı bir sınavdan ibarettir. (51/56) Rabbimiz hayatı ve ölümü hangimizin güzel davranacağını belirlemek için yaratmıştır. (67/2) İnsan inandım demekle kurtulamaz. İnandım diyen insan imanının sınavını vermek, inancını Rabbine teslimiyet ile ispat etmek zorundadır. (29/2,3) Rabbimiz bizleri bu sınavda sadece sözlerimizden değil, davranışlarımızdan da hesaba çekecektir. Ayrıca toplumsal ilişkilerimizden, çevremizde olup biten kötülükler hususunda nasıl davrandığımız hususunda da hesap vereceğiz. (5/62, 63, 78, 79) Eğer davet görevimizi, marufu emir ve münkeri nehiy hususunda üzerimize düşeni yerine getirirsek (3/104) sorumluluğumuzu yerine getirmiş, herkesin birbirinden kaçıştığı o dehşetli günde (80/33-37) “Rabbim biz sorumlu olduğumuz şeyi yerine getirdik.” diyebileceğimiz bir mazeretimiz olacaktır. (7/164) İmtihan alanımız olan şu dünyada, özgürce sorumluluklarımızı yerine getirebilmek, dinin önündeki engelleri kaldırabilmek, zulmün yok olabilmesi ve adaletin tesis edilebilmesi için mücadele etmek için zulmün egemen olduğu bir sistemde ister istemez yolumuz bir şekilde cezaevi ile kesişecektir. Zira cezaevlerinin yapılış amaçlarından bir tanesi ve en önemlisi muhalif ideolojilere sahip kişilerin cezalandırılması, düzen karşıtı eğilim ve fikirlerin tasfiye edilmesi, nihayetinde bireyselleştiril108 • Şubat’15

Harun Gülbaş meleridir. Bugün o amacın tamamen gerçekleşmediğini gören zindancı anlayış, cezaevlerini oda sistemlerine dönüştürmüş F tipi cezaevlerini inşa ederek dışarıyla irtibatını kopardığı insanları kendi aralarında da yalnızlaştırarak, birer ve üçer kişilik odalara hapsederek birbirleri ile irtibat kurmalarını da engellemiş, topluma yönelik mesajlarında bu odaları konforlu odalar şeklinde, demogoji yaparak, bir mezara dönüştürdükleri odaları toplumunda kabullenmesini sağlamaya çalışmış, nisbeten de başarılı olmuştur. Bir Müslüman için hayat devam ettiği sürece imtihan da devam ediyor demektir. Cezaevleri de imtihanın bir parçası demektir. Hayatın en karanlık, en dar bir alanında da olsa rızay-ı ilahiyi kazanabilmek, kulluk görevimizi yerine getirmek gerekir. Zaman ve mekanın kendine has kuralları vardır. Her ne kadar burada bizim hayatımızı kurallarla zindancı gelenek sınırlandırmış olsa da inancımızı ve irademizi elimizden alamayacaktır. Bizim hangi şart ve ortamda nasıl davranacağımızı Rabbimiz belirlemiştir. Bize düşen ise Rabbimiz’in çizdiği sınırlara riayet ederek O’nun rızasını kazanabilmektir. (89/27-30) Zindanı gülistana çevirebilmek sorumluluk bilincinde olan biz dava erlerine bağlıdır. Sabır, azim, kararlılık ve tevekkülle yolumuza devam etmek, yoldaki engellerin kaldırılmasını sağlayacak, yolumuz açılacak ve aydınlanacaktır. (29/69) Selam olsun hidayete uyanlara. Selam olsun Rabblerine verdiği sözü yerine getirenlere ve sözlerini gerçekleştirmek için mücadele edenlere. (33/23) Selam olsun zindanları aydınlatan, gülistana dönüştürenlere. Selam olsun kardeş olma bilinci ile kardeşlerinin derdini dert edinip habersiz olanlara, işitmeyenlere işittirmeye çalışanlara. Sivas zindanından kardeşiniz Cafer Tayyar Soykök E Tipi Kapalı Cezaevi D1 Koğuşu Sivas

“Şahsım Sivas davasından dolayı yirmi iki yıldır cezaevinde yatmaktadır. Cezam önce idamken sonra 2002’de değişen kanunla insafsız ve çıkışsız, tarihi olmayacak şekilde ağırlaştırılmış müebbete çevrildi.” Sivas Davası Mazlumu Harun GÜLBAŞ

Bismillahirrahmanirrahim llah’ın peygamberine salat; ehli beytine, ashabına ve onun yolunda gidenlere selam olsun. Kardeşlerim Çalışmalarınızda başarılar, bereket ve hayırlar dilerim. Derginizin şubat sayısının tamamını Müslümanlara, Müslüman tutsaklara ayırmanız nedeniyle de şükranlarımı sunarım… Gündemi belirlemek: İslami şiarları yükseltmek ve gündeme taşımaktır. Kuran, İslami şiarların ana eksenidir. Gündem, bu ekseni esas almalı ve bu eksen etrafında dönmelidir. Dolayısıyla Kuran’ın bütün ayetleri (her alanda) her an hareket halinde ve capcanlıdır. O halde ona tabi olmalı, tabi olanlarda her an hareket halinde olmalı ve anın adamı olmalıdırlar. Bütün fikir ve tasavvurlarımız (dünyevi- uhrevi, içsel- dışsal, ruhi-bedeni…) an be an Kuran’la ve de tekrar tekrar onunla hemhal olacak şekilde süreklilik arz etmeli; bütün emellerimizi ona sunarak/sunacak şekilde çalışmalıyız. Hayal kurmalıyız ama gerçekle yaşamalıyız. Hayalimizi gerçeğin önüne koymamalı ancak gerçeğe de tabii ki kadercilikle teslim olmamalıyız.

A

Kısaca, hayalimizi gerçekte birleştirmeli, buluşturmalıyız. Yani ifrat ve tefrite bulaşmadan mücadelemizi sürdürmeliyiz. “Allah’a çağıran, salih amel işleyen ve “Ben Müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kim vardır?” (Fussilet/33) “Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: “Korkmayın, üzülmeyin, size vad olunan cennetle sevinin!” derler.” (Fussilet/30) “Ben ancak, bu şehrin Rabbine -ki o burayı (Kabe, Mekke) dokunulmaz kılmıştır- kulluk etmekle emrolundum. Her şey de zaten O’na aittir. Bana Müslümanlardan olmam ve Kuran okumam emredildi. Artık kim doğru yola gelirse, yalnız kendisi için gelmiştir; kim de saparsa ona de ki: Ben sadece uyarıcılardanım.” (Neml /91-92) “Tağuta kulluktan kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele! İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. İşte onlardır gerçek akıl sahipleri.” (Zümer/17-18) Ve pratiğimiz açısından bu nasıl olacak denilirse de, elbette yüce önderimizi örnek almalıyız. “And olsun ki Rasulallah sizin için Allah’a Şubat’15 • 109


Özel Sayı ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için güzel bir örnektir.” (Ahzab/21) “De ki: Allah’a ve Peygambere itaat edin. Dönerlerse kuşkusuz Allah o kâfirleri sevmez.” (Ali İmran/32) “Nice peygamberler vardı ki, beraberinde birçok Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever.” (Ali İmran/146) “Eğer Allah size yardım ederse, artık sizi yenilgiye uğratacak yoktur ve eğer sizi ‘yapayalnız ve yardımsız’ bırakacak olursa, ondan sonra size yardım edecek kimdir? Öyleyse mü’minler, yalnızca Allah’a tevekkül etsinler.” (Ali İmran/160) Ve yine gündeme ilişkin olarak her şeyden haberdar olmak… İçlerinden Peygamberi incitenler ve: “O (her sözü dinleyen) bir kulaktır” diyenler vardır. De ki: “O sizin için bir hayır kulağıdır. Allah’a iman eder, mü’minlere inanıp güvenir ve sizden iman edenler için bir rahmettir. Allah’ın elçisine eziyet edenler... Onlar için acı bir azab vardır.” (Tevbe/61) Kısaca gündem dediğimiz şey, Kuran ve yirmi üç yıllık onun pratiği olan Peygamberimizin hayatı ve mücadelesidir. Dünyada mücadele etme, ahirette kurtuluşa erme gayesi; bu noktada siz değerli kardeşlerimizin tebliğ ve aydınlatma amaçlı çıkardığınız derginizin şubat sayısını tutsak mümin kardeşlerimizin dertlerini davalarını, yapılan zulüm ve haksızlıkları kamuoyuna yansıtmak üzere gündeme taşıma gayret ve çabasını takdirle karşılıyor, teşekkürlerimi sunuyor ve Rabbimden bu amelinizin kabulünü diliyorum. Mamafih; el’an izninizle kendimi tanıtmak ve davamla ilgili olarak da kimi bilgileri ve görüşlerimi sizinle paylaşmak istiyorum Şahsım Sivas davasından dolayı yirmi iki yıldır cezaevinde yatmaktadır. Cezam önce idamken sonra 2002’de değişen kanunla insafsız ve çıkışsız, tarihi olmayacak şekilde ağırlaştırılmış müebbete çevrildi. Eski TCK 146/1 yeni TCK 110 • Şubat’15

Harun Gülbaş 309 maddeler anayasal düzeni yıkmak, değiştirmek teşebbüsü… Bilindiği üzere tarihte ve tabii Kuran’da anlatıldığı gibi müminlere her zaman ve zeminde egemenlerce toplumlar ve devletlerce zulmedilmiş iman edenlerin Rablerinin yolunda ve onun emirleri doğrultusunda koydukları her tür tavır ve eylemlerine karşılık en ağır tonda karşılık verilmiş aşağılama, korkutma, sindirme, baskı altına alma, ölümler, sürgünler, işkenceler, en ağır kıyımlar yaşanmıştır; yapılmıştır. Şeytan’ın Adem (as)’e ırkçı ve maddeci düşmanlığı ile başlayan ve insü-cinsü ile tüm şeytanların bu düşmanlıklarını her türlü haksızlığa, zulme dönüştürerek artan bir şekilde devam ettirdikleri zulümleri… Allah’ın varlığı ve birliğinin kabulünün, ferdi ve içtimai alanda hakim olmasının engellenmesi sürecini yansıtan insanlık sürecidir bu. Eski zindanlardan yeni guantanamolara, Irak ve Filistin hapishanelerinden uçaklarda ve gemilerdeki süreli süresiz gözaltılara, E tiplerinden F tiplerine, son dönemlerin mahpusluğuna tabi zulümlere kadar bu süreç hala tüm boyutlarıyla ve sıcaklığıyla firavunların ateşi şeklinde bugün de devam etmektedir, ettirilmektedir. Her Şeytan, Firavun, Haman, Karun, Samiri ve Belam kısaca her ekabir, mütnef takımı bu sürecin zulüm ve haktan engelleme boyutunda birer başrol oyuncusu, aktörü, senaristi, yönetmeni olmuştur. Figüranlarsa bunlara tâbi olan her kesimdir yani Şeytan’ın tebaasıdır. Aktörler (ekabir), bilinçli ve üst kesimi; tebaa ise bilinçli veya bilinçsiz alt kademeyi temsil etmektedir. İşte kurulan bu düzenlerde çark; zulüm çarkı, Allah muhalifliği, Peygamber düşmanlığı-hazımsızlığı, kısaca İslam karşıtlığı şeklinde devam etmektedir, edegelmiştir. Şeytan’ın sağı da solu da merkezi de aynıdır ve Şeytan’ın bir parçasıdır. Bilindiği gibi parçalar bütünü oluşturur. İşte tam bu esnada, zulmün bu boyutunda, firavunların figüranı-oyuncağı-tebaasından olan Salman Rüşti, Teslime Nesrin ve Aziz Nesin’in İslam’a Kuran’a Peygambere ve hanımlarına yö-

nelik kitap ve tercümeleri, genelde birçok Müslümanın olduğu gibi özelde de Türkiye’de Sivaslı Müslümanların, halkın tepkisi neticesinde rejim tarafından şiddetli cezalandırılmasına neden olmuştur. Bu ülkede malesef çoğunluk Müslüman olduğu halde dine ve dince kutsal sayılan değerlere yapılan saldırılar ya cezasız kalmakta ya da çok cüzi bir ceza almaktadır. Atatürk’ün büstüne yapılan bir hareket veya söz bile daha ağır ceza ile cezalandırılmakta, aynı şekilde değerlerimize hakaret alay küçümseme ve dahi her türlü saldırı çok rahat bir şekilde fiiliyata geçebilmekte, lakin kimse de bu duruma bir dur dememekte veya diyememekte veyahut da demek istememektedir. Ve bu başı bozukluk halen dünyanın her yanında halen aynı şiddette devam etmektedir (karikatürler vesaire). Yani geçmişin tıpkısının aynısıyla özelde Aziz Nesin’e ve o dönem tepkiler ve sonrasında gelen tutuklama yargılama ve cezalandırmalara geldiğimizde malum Aziz Nesin’in “Aydınlık” dergisinde Rüşti’nin küfür dolu kitabının tercümeyle yayınlanmasıyla başlayan bu süreç onlarca mazlumun idam olması, birçoğunun da yedi buçuk yıla cezalandırılmasıyla, maddi-manevi birçok kayıplarıyla neticelenmiş ve bu mağduriyet ve haksızlıklarsa zaman geçtikçe katmerlenerek artmıştır; halende devam edegelmektedir. Aziz Nesin’in malum kitabının tercümeyle Aydınlık’ta yayınlanmasının ardından mahkemelerce bu derginin ilgili yayınlarına yasak gelmiş, toplatma kararları alınmış. Ancak Aziz Nesin ve ilgili dergi, pislik görüşlerini küfürlerini yayınlamaya devam etmiştir. Ardından Aziz Nesin, Pir Sultan Abdal Derneği’nin “Pir Sultan Abdal Şenlikleri” bahanesiyle ve bilimum imansız militan çapulcuların eşliğinde Sivas’a çıkartma yapmış, Sivas’ta bir hafta boyunca gezip dolaşmış, hakaretlerine bu kez de Sivas’ta devam etmiş; ne devletten, ne polisten, ne de kendini demokrat insancıl gören kesimlerden hiçbir önleyici-durdurucu-gönderici tavır sergilenmemiş hatta bunların faaliyetlerine göz yumulmuş, yardım edilmiştir.

Bilahare dönemin Kültür Bakanı Fikri Sağlar’ın Pir Sultan Abdal Derneği yöneticilerinin ve dahi Sivas valisi Ahmet Karabilgin’in ortaklaşa uygulamaya koydukları senaryo sahnelenerek Aziz Nesin Sivas’a getirilmiş, her yıl Banaz köyünde düzenlenen Pir Sultan Abdal Şenlikleri Sivas’a hatta Sivas’ın göbeğinde bulunan ve devlet kurumu olan kültür merkezine taşınmış, Ankara ve diğer şehirlerden ne kadar militan varsa otobüslerle Sivas’a getirilmiş, bir hafta boyunca da her türlü sitayiş bunlara yaptırılmıştır. Yine merkezde medreselerin bulunduğu alanın kimi taşlı yollarına izinsiz izansız stantlar açılarak Che Guevera, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan vesaire bütün yasak kitap, dergi, broşür, komünist kaynak, bayrak, flama, yayınlar, semboller ve amblemlere izin verilmiş; günlerce aynı sitayişler sürmüştür. Öyle ki 2 Temmuz’dan bir veya iki gün önce beş bin kişi ile Sivas’ın merkez caddesinde, istasyon caddesinde bu militan kesim yürüyüş yapmış, İslam karşıtı sloganlar atarak adeta muhafazakâr halka-topluma meydan okumuştur. Bu yürüyüş ve hakaretlere, meydan okumalara yine aynı yetkililer en ufak bir tepki göstermedikleri gibi, halkın değerlerine sahip çıkmayıp, huzurunu, asayişini sağlamamışlar; bir seyirci gibi sadece seyretmekle yetinmişler. Hatta bu izinsiz ve küfür dolu sitayişlerini, yürüyüşlerini adeta desteklemişlerdir; çoğunluk, vatan hainliği mesabesinda bu illegal gruba rehin verilmiştir. Sivas terk edilmiş, legal görünenlere işin kılıfı oluşturulmuştur. Tüm bu stayişlerle ilgili, ilgililerce hiçbir önlem alınmamış, talep eden kişiler azarlanmış, kaale bile alınmamıştır; itilip kakılmış, hatta tutuklanmak istenmiştir. 2 Temmuz öğlen başlayan protesto kültür merkezinin önünde dönemin belediye başkanının sakinleştirici konuşmasıyla sona ermiş, saat üç gibi de grup dağılmış, ancak gizli bir el birbir buçuk saat sonra otelin karşısında “dinsizler burada” diye -kim oldukları meçhul ki geçen yıllarda görüntülerde dört PKKlı gruptan ayrılırken tesbit edildi- insanlar bu kez de otelin önüne çeŞubat’15 • 111


Özel Sayı kilmiştir. Kültür merkezinde, şenliklerin başında kimi konuşmalar yapılmış, bu esnada devrim şehitleri adına saygı duruşunda bulunulmuş. Bu saygı duruşuna Vali Ahmet Karabilgin de ayağa kalkarak iştirak etmiştir (devrim şehitleri tabirinin neye tekabül ettiği malumunuzdur, sanırım komünizm yolunda ölenleri simgelemektedir). O dönemde SHP’nin koalisyon ortağı olması nedeniyle tüm bu gelişmelerin yönünü ve çapını artık siz düşünün. Yeni bir gün öncesinde ve gece vakti kimsenin haberi yokken Pirsultan Abdal heykelinin kültür merkezinin önüne dikilmesi de aynı süreç içerisinde gerçekleşmiştir. Bunlar aslında Sivas’ın kurtarılmış bölge ilan edilmesi için tertiplenmişti bence. Zaten komünist fraksiyonun bilinen hamleleridir bunlar: kurtarılmış mahalle, köy, kasaba ve şehirler… Habis fikirlerine yeni tarlalar açmak… Sonuçta kurşunla öldürülenler dahil (ki en az on tane de faili meçhul var resmiyetleşmeyen) 37 kişi hayatını kaybetmiştir. Bu 37’den ikisi resmiyette kurşunla öldüğü halde ölümleri ile ilgili hiçbir işlem yapılmamış, Ankara DGM bunun da üzerini örtmüştür. Soran da yok sorgulayan da… Sadece sessizlik, derin bir sessizlik… Kim kime dum duma denir ya, öyle işte… Resmiyetteki bu iki kişinin dışında 35 kişiden de en az 18-20’si kurşunla öldürüldü. Ancak bugün için bunları sorgulayacak hiçbir irade bulunmamaktadır. Devlet Denetleme Kurulu geçen yıl açıkladığı raporda bu yönde kimi tespitleri dolaylı yapmış, 10 tanesinin sadece ölü muayenesi olduğu, (otopsi yok) yani sadece ölü dendiği, yine 18’inde ise bilimsel otopsi yapılmadığı, ilkel bir otopsi yapıldığı tespitine yer vermiştir. Ama ne yazık ki hiçbir mahkeme bu raporu inceleme gereği duymamış, yargılandığımız mahkeme ve bir üst mahkemeye bu raporun incelenmesi ve yeniden yargılamamızın yapılması doğrultusunda yaptığımız başvuruları ise her iki mahkemede amiyane bir şekilde reddetmiştir. Kısaca bu mahkemeler Cumhurbaşkanlığı’nı ve DDK raporunu ciddi makamlar ve kurallar olmasına rağmen ciddiye almamışlardır. 112 • Şubat’15

Harun Gülbaş Raporun 200 sayfa kadarı kamuoyuna açıklanmış 1200 sayfası ise devlet sırrı kapsamında saklı tutulmuştur. Ancak mahkemeler raporun tamamını isteyebilir ve inceleyebilirken, her nedense gerek görülmemiştir. Raporda adil yargılama yapılmadığı davaya esas teşkil eden kimi sloganların sonradan eklendiğini, yine davaya esas teşkil eden Atatürk büstünün yıkılmadığı sağlam bir şekilde depoya konduğu, yine ölülerle ilgili çok şüpheli raporların tutulduğu vesaire birçok olgu ve tespitler bulunmaktadır. Ama dediğim gibi hakimlerin kararları isterse saçma olsun veya yerinde ve gerçekçi olmasın, sorgulanmıyor maalesef… Aynı mantık 93-2 Temmuz yargılama kararında da yaşandı zaten… Her zaman aynı kafa aynı mantık işliyor. Haksız tutuklamalar ve yargılamalarla gelen idamlar…. 15 gün boyunca küçük nezarethane hücrelerinde kaldık. Bir hücrede 20 kişi: battaniye yok, yatacak ne bir minderi var ne bir şey, betonda ayakta oturarak duvarlara ve parmaklıklara yaslanarak ne kadar ve nasıl uyunur size bırakıyorum. En fazla birbirimize yaslanarak sırt sırta, omuz omuza uyumaya çalıştık. Her bir yanımız uyuşarak beton keserek… 3 gün aç bırakıldık. 150 kişi 25 gün boyunca tek bir tuvalete alındık. O da sabah ve akşamları arada olanı da tutacaksın artık… Teşhislerse tam bir komedi, ama trajikomedi: karpuzlama (yalandan) teşhis oyunları… Önce toptan teşhis tutanağı hazırlıyorlar ardından ferdi tutanakları da bu toplu teşhis üzerinden geçiyorlar yani kendileri belirliyor sonra tek tek teşhis yapılmış süsü veriliyor… Kendi aralarında ve kimsenin haberi yokken eldekileri suçlamak, suçtan delilden yola çıkılarak suçlu bulmak yok. Önce adam topla, sonra onlara hangi suçları yükleyelimi düşün. O dönemki emniyet mantığı, bilen biliyor ya kitabına uydurmaca ve alenen düzmece işlemler… Yine önce Sivas ve Kayseri DGM’de açılan davalar, sonrasında kinle ve hukuksuz bir şekilde ve de ihsas-ı reyle “Düşünce Derneği” ismi ile

kanunsuz bir dilekçeyle, başında militan kadrocu Adalet Bakanı Dede Seyfi Oktay’ın bulunduğu adalet bakanlığına yapılan dönemin Ankara savcılarının talebiyle davaların Ankara adliyesine taşınması süreci… “Düşünce Derneği” dilekçesi dahi bu davanın nasıl bir tezgahla görüldüğüne bir delildir ve sırf bu dilekçesinin varlığı bile bu davanın nasıl görüneceğini ve nasıl sonuçlanacağının en büyük delilidir. Bu bile dosyamızın bırakın yeniden görünmesini, komple çöpe atılması için bile yeterlidir aslında. Yetmedi… Sivas’ta ilk aşamada ifademizi alan savcının tutumu ve davranışını, suratsızlığını alevi ve solcu olması nedeniyle kimi hakaret ve sert tavırlarıyla ve de ifadelerle, habire olmadık şeyler eklemeye çalışmasını, aynı şekilde sulh hakiminin ifadelerimi alırken vurdumduymaz tavırlarını, beşer dakikalık ifade almasını itirazlarımızı sert cevaplarla susturuşunu adeta siz ne dersiniz deyin “siz tutuklanacaksınız” şeklinde yüze bakmaz kaale almaz tutumunu anlatsam belki sayfalar tutar… Peşinden tutuklamaların ardından Sivas Cezaevi’ne alınışımızın sonrasında bir ay sonra apar topar Afyon ve Kırşehir cezaevlerine gönderilişimiz, oradan da adli mahkumların içine üçer beşer dağıtılışımız vesaire zulüm üstüne zulüm çektirmeler, ailelerin yollarda yıllarca perişan oluşları da cabası… Anlatmaya yetmez yani. Yıllarca Ankara DGM’ye her gidiş gelişlerde eski tangur tungur araçlarda yollarımızın geçişi, hele Ankara Ulucanlar Cezaevi’nde kurulmak istenen tezgahlar, komplolar, bıyıkları ağzının içerisinde Seyfi Oktay ve Moğoltay’ın kadrolu komünist gardiyanları ile yüz yüze gelişlerimiz, kavgalarımız, mücadelelerimiz, şarıl şarıl suyun aktığı yerlerde yatışlarımız, direnişlerimiz, sloganlarımız, kavgalarımız yine hakeza devamla… Allahuekber! Her türlü oyun, komplo, tezgah var; yani uydurmaca tutanaklar. Her aşamada tezgahlar, baskılar derken geldiğimiz süreç rejimin zindanlarında 22 yıldır hala yatıyor oluşumuz… Kayıp-

larımız, giden gençik, hastalıklar, ihtiyarlık derken zulüm diz boyu vesselam. Kardeşler! Mesela benim hem annemin hem de çok değerli ve bana 20 yıldır dayanak olan ağabeyimin vefatı örnektir yaşanan acılara ve kayıplara. Fert fert arkadaşların yaşadıklarını ve delilsiz ispatsız ceza alışlarını da daha yansıtmadım üstelik; en az 10 cilt yapardı mübalağa olmasın… İşte emniyet, işte yargı, işte rejim, işte devlet ve işte adalet değil adavet, işte memleket manzaraları… Zaten rejim de bu komplolarla kurulmamış mı? İstiklal mahkemeleri Takrir-i sükunlar Asmalar kesmeler Hokus pokus Abraka dabra Bak tavşan çıktı şapkadan Ve de Siyasallaşmış yargının ikiyüzlü marifetleri… Burası Türkiye arkadaş! Adalet mi? Kime gore, neye gore? Jakobenizm, vandalizm, anarşizm Yaşasın Führer, Yaşasın Musolini, Stalin, Mao! Sen çok yaşa e mi amca! İşte böyle kardeşlerim! Daha çok yazılacak şeyler var ama bu kadarı kâfi. İslam tarihi zulüm ve mücadele tarihidir. Bize düşense sabretmek, dayanmak, Allah’a tevekkülle inancımızda ve davamızda kararlı olmaktır. Ve bir de sabırla Allah’a yönelmek… Rabbim tüm mücadele eden ve zulüm çeken kardeşlerimizin yardımcısı olsun. Kardeşlere selam ve muhabbetlerimi sunuyor, mücadelenizde Rabbimden başarılar diliyorum. Allah’a emanet olunuz. Vesselam. “Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır.” (Saf/8) Şubat’15 • 113


Özel Sayı

Tamer Aslan

“1995 Kasım ayında araba ile seyir halindeyken arkamızdan yanaşan sivil “Toros” marka bir araçtan açılan ateş sonucunda ben ve iki arkadaşım yaralı olarak yakalandık.” Tamer ASLAN

F Tipi Cezaevi / Bolu

80

’li yıllar İslami direniş ve devrim hareketlerinin dünya gündeminde sık sık yer bulduğu dönemlerdi. Türkiyeli Müslümanların İslami hareketleri heyecanla takip ettiği bu yıllarda bizde her gelişmeyi takip eder, Müslümanların maruz kaldığı kötülüklere üzülür, başarılarıyla gurur duyardık. Aynı yıllarda ülkemizde ise İslâm içi kaba karikatürlerle doldurulmuş, irtica söylemi ile özdeş hale getirilmiş, irtica yaftasının baskısı altında olup, İslami duyarlılığa sahip insanlar ise büyük ölçüde sindirilmiş vaziyetteydi. İslami hayat tarzının alay ve hakaretlere maruz kalmasının ötesinde, bireysel veya toplu hayatı inşa edecek bir fikrin bağlıları olarak Müslümanların pek ciddiye alınmadığı bir dönemdeydik. Müslüman gençlerin henüz küçük nüveler halinde kimliklerini bulmaya çalıştığı bu yıllarda, bizde vaziyetimize bakıp neler yapabileceğimizi tartışıyorduk. Seyyid Kutub’un genç yüreklerimizi kamçılayan coşkulu ve özgüveni yüksek söylemi, yolumuzu aydınlatan bir fenerdi. Allah Resûlü’nün yolunu yegane güzergah bilen Ashab-ı Kiram gibi geleceği inşa edecek Kur’an neslinin öncüleri olmak arzusu ve azmindeydik. Yüce Yaradan’ın insanlara son mesajı Kur’an-ı Kerim’in doğru anlaşılması ve vahyin iletilmesi

114 • Şubat’15

yolunda önümüze çıkan engelleri aşabilmek için bir yandan kendimizi hazırlarken aynı zamanda güç ve donanım sahibi olmanın yollarını arıyorduk. Canımızdan aziz bildiğimiz inancımıza saldırılar içimizi daraltsa da yolun uzun soluklu olduğuna inanır, sabredip daha zorlu süreçlere kendimizi hazırlamak gerektiğini düşünürdük. Birlikte yürümenin ilk şartı olan bir araya gelebilmek anlayışıyla gençlere has ve temiz bir ruhla ve samimi kalple muazzam bir kardeşlik duygusu tesis etmeyi başardık. Dürüst, disiplinli, ortak paylaşıma dayalı hayat tecrübeleri edinerek birbirimize katlanmayı, zaaflarımızı kabullenerek bunları törpülemeyi öğrendik. Yolda bocalamamak ve engelleri aşabilmek için hazırlığı sıkı tutmalıydık. 20 yıl boyunca küçücük kapalı mekanlarda 24 saatimizi paylaşmak durumunda kaldıktan ve hâlâ Rabbimiz’in nimetiyle kardeş kalmayı ve beraber olmayı başardıktan sonra dönüp geriye baktığımızda o zaman ki duygularımızın ve kazandığımız azığın kıymetini daha iyi anlıyorum. 1993 Ocak ayında medyaya yansıyan İslami Hareket Örgütü haberiyle arkadaşlarımızdan bazılarının gözaltına alındığını ve yoğun işkencelere maruz kaldıklarını öğrendik. Ağır işkenceli sorgulamalara maruz kalmak o günlerin en çetin imti-

hanıydı. “Rabbimizin imtihanı elbet bizimde başımıza gelecektir.” diyerek yolumuza devam ettik. 1995 Kasım ayında araba ile seyir halindeyken arkamızdan yanaşan sivil “Toros” marka bir araçtan açılan ateş sonucunda ben ve iki arkadaşım yaralı olarak yakalandık. Silahlı çatışma sonucu yakalandığımız şeklinde haber yapılmasına rağmen aracımızda bir tornavida bile çıkmamıştı. Sivil araçtan uyarı yapılmadan ateş açıldığından bir soruşturmaya maruz kalmamak için silahlı çatışma söylemi yoğun bir biçimde kullanıldı. Neticede üç yıl sonra cezaevindeki can dostlarımızla bir araya geldik. Kardeş yüzlerin sıcak tebessümleriyle yaralarımızın acıları dindi. Maddi ve manevi güzelce beslenirken Rabbimizin lütfuyla iyileştik. Cezaevi hayatında bizim için önemli olan kişiliğimizi korumak, kimliğimizi zedelemeden, inancımıza gölge düşürmeden Müslüman onuruna yakışan bir hayat sürmekti. Önceden oluşturduğumuz birlik ruhu ve düzenli, disiplinli yaşam tarzının onurumuzla ayakta kalmamıza büyük katkısı oldu. Baskılara, haklarımızın elimizden alınma girişimlerine yek vücut olup direnerek kendimizi koruduk ve aynı zamanda aramızdaki bağları güçlendirdik. Kazandığımız tecrübeler sayesinde Müslüman tutsaklara ait bir yaşam kültürü oluşturmayı başardık. Kişiliksizleştirme çabalarına karşı hep beraber direniş, bireysel ve toplu olarak zamanı değerlendirme, bezginliğe ve yılgınlığa kapılmama, bizden daha çok sıkıntı çeken ailelerimizin ve sorumlulukları bizimkinden ağır arkadaşlarımıza manevi destek olmaya çalışma… Bunlar cezaevinde adeta yaşam biçimimiz ve mücadelemizin yeni vehcesi haline geldi. Yazdıklarım, aynı ortamı paylaştığımız arkadaşlarımızla her konuda aynı görüşlere sahip insanlar olduğumuz anlamına gelmez. Bu süre boyunca çok farklı İslâmi gruplara mensup arkadaşlarla beraber de kaldık. Daima kontrol altında tutulan birçok insanın beraber yaşamak zorunda olduğu dar bir ortam, fikirlerin dayatılacağı, her konuda ortak fikir oluşturulabileceği, bireysel tavırların sınırsızca sergilenebileceği mekanlar değildir. Bütünün parçalanması beraberinde güçsüzlüğü edilgenliği ve ezilmeyi getirir. Güçsüz, pasif ve ezilen insanlarsa zaman içinde kişiliklerini ve inançlarını kaybetmek zorunda

kalır. Düşünceler ifade edilir, görüşler olabildiğine tartışılır, ortak çalışmalar yapılır. Bununla birlikte aynı düşünce ve kanaate sahip olma şartı aranmaz. Yaygın kabul gören fikirler bireylere dayatılmaz. Müslüman olmanın ilkeleri ve kardeşlik değerleri çerçevesinde herkesin kişiliğine ve hakkına saygı gösterilir ve birlikte yaşamak temel gaye edinilmiştir. Elbette ki insanlar formüllerle inşa edilemez. Yapılar ve topluluklar bir kalıba sığdırılamazlar. Kusurlar, eksikler ve zaaflar sona ermez. Kardeşlik kusursuz insanların birlikteliği değildir. Zaaflarımız ve noksanlıklarımız nedeniyle birbirimize muhtacız ve bu nedenle dayanışmak ve omuz omuza durmak zorundayız. Bugün bunları yazarken yıllardır bir ailenin fertleri gibi yaşadığımız bu mekanda 28 yılını devirmiş olan bir dostumuzu özgürlüğe uğurlamayı bekliyoruz. Yüzüne her baktığımızda 16 yaşında askeri darbe mahkemesinin cezaevine gönderdiği günün masumiyetini ve ah vahlarla değil vakarla geçirdiği yıllarının kazandırdığı derinliği görüyoruz. Biz onu özgürlüğe uğurlamanın sevinç ve heyecanını yaşarken o içeride bırakmak zorunda kaldığı can yoldaşlarından kopmanın hüznünü yaşıyor. Rabbim dünyanın bütün güzelliklerine bedel bu temiz duyguları bütün müminlere yaşatsın. Kapitalist tüketim kültürünün her gün yenilenen ürünlerle sahte ihtiyaçlar üreterek gençleri peşinde koşturduğu sanal dünyanın hipnotik çekiciliğinin hayatın içine sızıp iç dünyamızı ele geçirmeye yeltendiği bu çağda, gerçeğin öteki yüzü ile yüzleşmek zor olabilir. Postmodern zamanın çekici anlamsızlığının, parçalanmışlığın, konforun, yüceltilen bencillik kültürünün hayatımızı kuşattığı umutsuz kaotik fikirlerin bulanıklaştırdığı benliklerin aksine burada zamana, çağa, ortama inat hiç tükenmez kocaman umut var, umutsuzluk yok. Sözlerimi içerdeki bir dostumun zindan tanımlamasıyla bitiriyorum: “Zindan tefekkür dershanesidir. Hayatı, mematı, kainatı ve insanı yeniden ve daha derinden okumak ve anlamak için müstesna bir zemindir. Zindan şu fani dünyada henüz can ten kafesinde yaşarken uyanma, kaybın farkına varma, arama, bilme ve bulma vaktidir.” Şubat’15 • 115


Özel Sayı

Mehmet Tarduş

“O koridor işkence koridoruydu. Her saniyesini işkenceyle geçirdik. Yoğun işkence ve uykusuzluktan dolayı iki gün aklımı, şuurumu yitirdim.” Mehmet TARDUŞ

Bismillahirrahmanirrahim üm varlığı, her canlıyı sonsuz rahmet ve sevgisiyle yaratan, onları rızkı ile yaşatan, bizleri hidayetiyle doğru yola eriştiren, hayatın ve ölümün, dünyanın ve ahiret hayatının tek “elmalik”i olan yüceler yücesi olan Allah’a sonsuz hamd- ü senâ olsun şükürler olsun. Salat’u selam; Tüm insanlığa bir rahmet, bir müjdeci, bir uyarıcı, bir şahit olarak gönderilen sevgili peygamber efendimiz önderimiz rehberimiz örneğimiz olan Hz.Muhammed Mustafa (sav)’ya olsun onun yolunu takip eden, inanıp inandığı gibi yaşayan tüm müminlerin üzerine de selam olsun. Çok kıymetli ağabeylerim kardeşlerim! Sizleri, selamın en güzeliyle selamlar, sevgi ve saygılarımı sunarım. Rabbimden rahmet, bereket, mağfiret, hidayet, yardım ve sabır dilerim. Adınız gibi dünyada da ahirette de hayatın önde gidenlerinden öncülerinden olmanızı, bizlere de nasip etmesini yüce Allahtan niyaz ederim. Değerli kardeşlerim! Sizin, Cafer Tayyar Soykök hocama gönderdiğiniz mektupla beraber derginizden ve önümüz

T

116 • Şubat’15

aydaki çalışmanızdan haberdar oldum. Cafer hocamla aynı odayı paylaşıyoruz. Her konuda birbirimize yardımcı ve destek olmaya çalışıyoruz. Çalışmanızdan bahsedince “sende yaz” dedi. Yazmaya karar verdim “Müslüman tutsakların” sorunları ile ilgilenmenizden dolayı sizlere çok teşekkür ederim. Gerçekten bu konuda çok dertliyiz. Bu konuya el atmanızdan dolayı çok memnun, bahtiyar olduk. Şuan Müslüman tutsakların dışarıdaki kardeşlerinin her türlü ilgi, yardım ve desteklerini ihtiyaçları vardır. Bir mektup dahi mahkumun iç dünyasında mutluluk esintileri oluşturmasına yeter de artar bile. Bu örnekliğinizin diğer kardeşlerimize de örneklik teşkil etmesini Rabbim nasip eder inşallah. Değerli Kardeşlerim! Kısaca kendimi tanıtayım. Ben Mehmet Tarduş Batmanlıyım. 1994 yılından beri çok genç yaşta, 21-22 yaşından beri zindanda mahkum olarak bulunmaktayım. Bizler Diyarbakır’da Menzil Kitapevi çevresinde toplanıp gönül birliği yapmış İslami davet çalışması yapan kardeşler idik. Başta, Fidan Güngör (95 yılında derin güçler tarafından kaçırılıp ortadan kaybedildi.)

ve diğer ağabeylerimizin gayretleri ile geleneksel İslamî anlayıştan uyanıp tevhidi inancın şuuruna bilincine kavuştum. Onlardan bu dinin sadece namaz ve oruç olmadığını hayatın tüm alanlarını kuşatan, yaşanılması gereken, son nefesimize kadar İslami ilkelere göre yaşanılması gerektiğini, yani gerçek tevhidi, İslamı öğrendim. Yüreğimize bu din aşkını, sevdasını yerleştiren Rabbime hamd olsun. Bu dava aşkının yüreğimizde tutuşturduğu bu ateş bu aşk bize insanlara davete yöneltti. Bu dava aşkı, yüreğe düşmeye dursun, artık insanı koşturmadan bırakmaz masum bir yüreği İslam’ın aydınlık yoluyla mutluluğuyla buluşturmadan bırakmaz. İstersin ki tüm insanlar İslam’la tanışsın bu tatlı mutluluğu huzuru onlarda tatsın. Bu aşk ateşi insanın yüreğinde bitimsiz bir enerji üretir. Yerinde duramaz hale getirir. Şu mahalle, bu mahalle derken akşamı buluruz. Bir heyecanla bu aşk ile hepimiz bu güzel tebliğ mücadelesini veriyorduk. Bu tevhid mücadelesine çıkarken, bu yolda yürürken, İslâmi hareketin önünde engellerin zorlukların olacağını biliyorduk. Rabbimiz bizleri imtihanlardan geçireceğini açıkça bildirmişti: “İman ettim demekle cennete gidilemeyeceğini” biliyorduk. Bu yolda ya şehadet ya hapis işkence ya da hicret gibi musibetler ile karşılaşacağımızı biliyorduk. Ama bu kutlu din için her türlü fedakârlığı yapmaya kararlıydık. Bu dava aşkını yüreğimize atan Rabbimizin, önümüze çıkaracağı zorluklara karşı bizlere yardım edeceğini de biliyorduk. Rabbim dert verdi mi, yanında dermanı da verir. Zorluk verdi mi yanında kolaylığı da verir. Rabbimiz öylesine şefkatli ve merhametlidir ki yeter ki sizler iradenizle aşkınızla bu yolda yürüyün sabır, metanet, yardım ondan. Yeter ki yola çıkmasını bilelim. İbn Teymiye’nin dediği gibi “Düşmanlarım bana ne yapabilirler ki öldürülmem şehadet, sürülmem seyahat, hapsedilmem halvettir.” Bu yola çıkanlar şunu çok iyi biliyorlar ki tüm peygamberler bu tür engellerle, zorluklarla karşılaşmışlardır. Tevhid davasının yılmaz savunucusu olan,

put kıran, önderimiz Hz.İbrahim de aynı zorlukları yaşamıştır. Yani hapsedilip, ateşe atılmış her türlü zorlukları Rabbinin izniyle aşmıştır. Sevgili Peygamber Efendimizin, Rabbimizin yoluna uyması istenmiş, Sevgili Peygamber Efendimiz de tevhid mücadelesinde her türlü zorlukla, engelle, hapsedilmekle, öldürülmekle ve sürülmekle tehdit edilip aleyhinde planlar yapılmıştır. Hepsi de verdikleri mücadeleyi azimle sürdürerek Allah’ın yardımıyla muzaffer olmuşlardır. İşte bunlara uyan tüm önderler bizim rehberimiz, örneğimiz, verdikleri mücadele yöntemleri yöntemlerimizdir. Bunlar zorluklarla karşılaştıkları gibi bizlerin de daha doğrusu kıyamete kadar bu davayı omuzlayacak olan tüm dava adamlarının yoluna bu tür zorluklar, engeller, imtihanlar çıkacaktır. Bu dava sabır, irade, azim , kararlılık, dik duruş, akıl, mantık, basiret, feraset ister. Bu soluksuz yürünecek olan yoldur. “Sizler, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men edersiniz ve Allah’a iman edersiniz”( Ali İmran 110) “Sen Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır. Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Rabbim yolundan sapanları da bilendir ve O hidayete erenleri de çok iyi bilendir.” (Nahl suresi 125) “Yavrucuğum namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış. Başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar azmedilmeye değer işlerdir”(Lo kman17) Hidayet rehberimiz olan yolumuzu aydınlatan Kuran ayetlerinden de anlaşıldığı gibi bizler bu hayata, şahit olmaya yani İslami ilkeleri hayatımıza uyarlamaya, tüm insanlığa örnek olmaya, bu şahitlik görevimizi güzel bir mücadeleyle sürdürüp, sorumluluğumuzu yerine getirmek için gönderildik. Bu yolda hikmetle, güzel öğütle, karşılaşılan zorluklara azmetmekle, sorumluluğumuzun bilincinde olarak yürümemiz gerektiğidir. Bizler hedef değil, sefer odaklı bir mücadeleyle sorumluyuz. Rabbim zafer nasip eder veya Şubat’15 • 117


Özel Sayı etmez bize düşen bu yolda kararlı yürümektir. Davet çalışmalarımız toplumun her kesiminde bir yankı bulmuş, insanlar davete karşılık veriyorlardı. Bizler sadece tebliğ çalışmasında bulunuyorduk. Tabi ki bu davet çalışmaları şeytani ve tağuti sistemlerin, zulüm yöntemlerinin, hasetçilerin gözüne batacaktı, battı da. Zor bir coğrafyada, zor yıllardaydık. Derin güçlerin Doğu Güneydoğu’da farklı planları vardı. Başta PKK zulmüne uğradık. Daha sonra bizden olduğunu zannettiğimiz, ellerimiz sandığımız eller tarafından zulme maruz kaldık. Daha sonra sistemin, zalim düzenin zulmüne maruz kaldık. Kimi kardeşlerimiz Rabbimizin davetine uyup, şehit oldu. Kimi kardeşlerimiz başka illere hicret etmek zorunda kaldı. Kimi kardeşlerimizle beraber payımıza zindan düştü. Polisler tarafından gözaltına alındığımız zaman aklınıza gelebilecek her türlü işkenceden geçirildik. Beni ve diğer kardeşlerimi 15 gün boyunca demir bir kapıya kelepçeleyip sert bir sandalyede oturttular. Bizlere soğuk betonu bile çok gördüler. O sandalye üzerinde uyuyamıyorduk. O koridor işkence koridoruydu. Her saniyesini işkenceyle geçirdik. Yoğun işkence ve uykusuzluktan dolayı iki gün aklımı, şuurumu yitirdim. Durumumun kritik olduğu anlaşılınca bana işkence yapmaktan vazgeçtiler ve yaralarımızın iyileşmesi için bizleri dar bir hücreye attılar. O dar hücre bile bizlere huzur kaynağı oldu. Vücudumuz işkenceden dolayı şişmişti. Gözaltına alındığımız zaman işkenceciler tarafından bizlere, “Bakın, sizler Ortadoğu’nun en büyük işkence hanesine geldiniz” dediler. Dayanın dayanabilirseniz. Her gün ölümlerden ölüm beğenir olduk. Nihayet bir ayın sonunda bizleri mahkemeye çıkaracaklardı. Ama o da ne! Sayın savcımız ifademizi adliye binası yerine, işkence hanede yani gözaltı merkezinde almaya gelmemiş mi? Neye uğradığımızı şaşırdık. Kimimiz işkence korkusundan dolayı ifade verdi, kimisi de konuşmayıp mahkemeye çıkmayı bekledi. Nihayet bizi mahkemeye çıkardılar. İşkence altında alınan tüm ifadelerimizi reddettik. Ben de vücudumdaki işkenceden dolayı yara izlerimi kanlı elbiselerimi Hakim beye gösterdim. Bana ne dese beğenirsiniz “Olur oğlum olur. Her karakola düşen birkaç tokat tekme yer.” dedi ve o da işkenceye alet oldu. Mahkeme 118 • Şubat’15

Mehmet Tarduş sonunda bizler “T.C. anayasasını değiştirmek laik düzeni yıkıp yerine şer’i kurallara dayalı devlet kurmak” suçlamasıyla tutuklanıp zindana gönderildik. Bu bir ay boyunca ailelerimize bile bilgi verilmemiş. Gözaltında olduğumuz bile reddedilmiştir. Sonradan cezaevinde gözyaşları içinde tel örgüler, camlar ardında ailemizle görüşme imkanımız oldu. Diyarbakır cezaevinde yer yok mazeretiyle Adıyaman cezaevine gönderildik. Yani payımıza gurbet, hicran, yollar düştü. Evet bu yolda bu engeller olağandı, azimle aşılması gereken zorluklardı. Yılmadan, yıkılmadan, gevşemeden, dağılmadan sabırla yola devam etmek zorundaydık. Çünkü bizler ister dışarıda olsun, ister zindanda olsun yaratılış gayemize göre yaşamakla sorumlu idik. Bunu yerine getirdiğimiz zaman inşallah görevimizi de yapmış olacaktır. Çünkü bizler sefer odaklıydık, bu yolda sadece yürüyecektik. Bizler sahip olmaya değil şahit olmaya gelmiştik. Zindanlı yıllarımız başlamıştı hızla eksiklerimizi gidermeye başlamıştık. Tefsir, fıkıh, tarih, siyer, dil, Kuran arapçası çalışmalarımız oldu. Zindanda yapılacak en güzel şeyi yaptık yani sürekli okuduk. Dört yıllık Açık Öğretim Fakültesini bitirdim. Yıllar yılları kovaladı beş yıllık mahkeme süresinde mahkeme hayatı, bizlere ömür boyu hapis cezasına mahkum etti. Yani şu fani dünyada payımıza zindan düştü. Evet zindan bizler için medreseyi Yusufiye idi. Hep öğrenci olduk. Hep öğrenip, dersler çıkarmaya çalıştık. Ve bence bu öğrencilik hep sürmeli, öğrenmeye, anlamaya o kadar muhtacız ki bu uzun yıllar içinde Adıyaman Elazığ Bolu F tipi en son Sivas cezaevinde yattım. İslamî mücadelenin doğasında var. Mısır ülkelerine bakın çok iyi görüp öğreneceksiniz. On binlerce masum insan, hapishanelerde işkence tezgahlarından geçiriliyorlar. Ne için? Rabbimizin rızası için, İslâm davasını yüceltmek için. Bu yolda canlarda, mallarda, ömürlerde feda edilmeye değerdir. Bu yıllarda ailelerimiz de aynı cefayı, acıyı çekti. Görüşe gelmek, bir saat görüş yapabilmek için bazen binlerce kilometrelik yollar tepiliyordu. Yaz, kış, yağmur, çamur, kar, tipi, fırtına bu zorluklara fedakârlıklara katlandılar. Canımız anamıza, babamıza hep acı çektirdik. Yükümüzü çekmek zorunda kaldılar. Kapı önlerinde saatlerce kaldılar, hakaret görüp itilip kakıldılar. Yani

onlar da bizimle aynı acıları çektiler. Zindan, sıkıntılar, meşakkatler içinde sabrın ve tahammülün öğrenildiği mekandı. Bedenin esarette, ruhun özgür olduğu yer idi. Dünyaya kapalı Allah’a açık olan kapıydı, şuur, uyanış ve yükselişin, manevi duyguların kabarıp, ibadetten en yoğun lezzet alındığı yer. Dıştan içeriye doğru yani afaktan enfuse doğru bir yolculuk mekanıydı. Hasret ve özlemlerin yoğun yaşandığı, hatıraların, hayallerin en çok kurulduğu yerdir zindan. Evet zindan kimsesizlikler, mahrumiyetler, yalnızlıklar eviydi. Evet zindan insanın yaratılış fıtratına ters idi, anormal bir ortam, psikolojilerin bozulduğu, bedeni rahatsızlıkların çok olduğu, bir yerdir. Geçmişi sorgulayıp, hayatın yeniden anlaşıldığı, doğuş ve yükselişler mekanıdır. Zindan her yönüyle bambaşka bir dünya, havasıyla, suyuyla, insanıyla, dört etrafını saran beton duvarlarıyla başka bir dünya. Beton çölündesiniz âdetâ. “Zindan bir boşluktur. Herkes orayı kendine göre doldurur.” “Deniz misali kimi zaman sessiz sakin, durgun ve suskun, kimi zaman da coşkulu, dolu, dalgalı, ve fırtınalı insan manzaralarının olduğu yer.”Görüşçünün, postacının, mektubun hasretle beklenildiği yerin adıdır zindan. Acıların, mutlulukların, hatıraların, çokça paylaşıldığı yerin adıdır. Ruhun uyanışının, şuurun inkişafının, manevi yükselişin yeridir. Bazen en zaruri ihtiyaçlarını karşılanamayıp, acılara, öfkelere yenildiğin yeridir mapushane. Bir şey yapamamanın, çaresizliğin en çok olduğu yerin adıdır zindan. Gurbetçinin çilecilerin evidir. “Zindan genişliği olmayan dar ve zor mekan.” İnsan zindanda ya adam olup çıkar, yada darmadağın olur. “Hayat ve ölümün arasındaki çizginin inceldiği yer.” Dünyanın ne kadar da fani olduğunun en iyi görüldüğü yerin adıdır zindan. “Esaret dalgaları arasında, yol arayışlarının olduğu, çırpınışların, boğuşmaların, savrulmaların olduğu yer, an be an değişen duyguların düşüncelerin mekânıdır zindan.” “ Bir musibet bin nasihattan iyidir.” sözünün anlaşıldığı yerdir. En güzel nasihat mekanıdır zindan. “Değerlendirmesini bilene mehdi yar, değerlendirmesini bilmeyene lahdu mezar, olduğu yer”

Neticede “Her insan kendi arzularının zindanında mahpustur. Arzularından kurtulduğu kadar özgürlüğe kavuşur.” Zindan bir okuldur. Buradan alınan ders ve ibretler, hiçbir fakülteden öğrenilmeyecek kadar değerlidir. Düşünmenin, sorgulamanın, anlayıp dirilmenin mekanıdır. Evet çok değerli kardeşlerim! Zindan, İslamî hareketin önündeki engellerden biridir. Önden gidenler de, bununla yüzleşmişlerdir, onlardan sonra gelecek olanlar da yüzleşeceklerdir, aşanlara ne mutlu! Önemli olan bu engeli İslamî ilkelerden taviz vermeden, yılmadan, yıkılmadan, azimle, sabırla geçmektir. Bu daveti hikmetle, öğütle, basiretle, ferasetle yapmaktır. Bu din rahmet ve adalet dinidir. Bu peygamber rahmet peygamberidir. Müslümanlar da birbirlerine karşı rahmetle, sevgiyle, şefkatle yaklaşmak, sahiplenmek zorundadırlar. Gerçek anlamda kardeş olmak zorundalar. İnsanlara karşı olan tavrımız, ilkemiz Hz. Ali’nin şu sözünde dediği gibi olmalıdır. “İnsanlar ya dinde kardeşindir, ya da insanlıkta(soyda) kardeşindir.” Dinimize karşı, Müslümanlara karşı düşmanca saldırılar olmadıkça bu ilke üzere davranılmalıdır. Özellikle bu dönemde birbirimize karşı öylesine şefkat göstermeye muhtacız ki İslâmî hareketin basiretli ve ferasetli önderlere ihtiyacı vardır. Müslümanları her türlü sinsi tuzaklara karşı koruyacak, kirli tezgahları bozacak öncülere muhtacız. Rabbimizden duamız da budur. Rabbimiz hiçbir alanda boşluk bırakmamıştır. Her işin başı ahlak ve edeptir. Ahlak ve edepten mahrum olan herşey çirkindir, uzak durulması gereken şeylerdir. Evet birbirimize en muhtaç olduğumuz bir çağda ne kadar da birbirimizden uzaklaşıp ayrılmışız. Halbuki rabbimiz tam tersini beraber olmayı, kardeş olmayı emretmiştir. Bir ve beraber olan, kardeş olanlara selam olsun. Hepinizi tekrar sevgiyle selamlıyor yüce Allah’a emanet ediyorum Kardeşiniz Mehmet TARDUŞ E Tipi Kapalı Cezaevi D1 Koğuşu / Sivas Şubat’15 • 119


Özel Sayı

z ı m ı Şark Necip Fazıl KISAKÜREK

Rabbül Alemin Şule Yüksel Şenler

Demir parmaklıklardan kuş uçar, ben uçamam, Kilitli kapıları zorlasam da açamam. Hak uğrunda zindana girmem mukadder imiş, Takdir-i İlahiden gafil gibi kaçamam! Değil mi ki müminim, baş eğemem zalime, Zalimin zulmü vardır, Hak yolunda aleme Zindanda olsam dahi görünür bana Cennet, Şeref duyun kardeşler, acımayın halime! Üzerime vurulsa kat kat iri kilitler, Çekilse duvarlara cereyanlı telden çitler,

Kırılır da birgün bütün dişliler, Döner şanlı şanlı çarkımız bizim. Gökten bir el yaşlı gözleri siler. Şenlenir evimiz barkımız bizim.

Kurtulur dil,tarih,ahlâk ve iman. Görürler nasılmış neymiş kahraman. Yer ve gök su vermem dediği zaman, Her tarlayı sular arkımız bizim.

Yokuşlar kaybolur çıkarız düze. Kavuşuruz sonu gelmez gündüze. Sapan taşlarının yanında füze, Başka alemlerle farkımız bizim.

Gideriz nur yolu izde gideriz. Taş bağırda, sular dizde, gideriz. Birgün akşam olur, biz de gideriz. Kalır dudaklarda şarkımız bizim.

Hapsedemezler asla bendeki gür imanı. İsterse öldürsünler... Ölmezler ki şehitler! İlk İslam şehidesi Hazret-i Sümeyye’nin İzinden gideceğim o kahraman ninemin, Ebu Cehil birdi dün, bu günse binlercedir, Hepsiyle savaşım var, zafere ettim yemin! Demirler kara burada, ama alnım ak paktır, “Zalime Hakk’ı ihtar, hükümdar olsa haktır!” Firavun’a, Nemrut’a kalmamış fani dünya, Sorarım size hangi zalime kalacaktır? Bir gün elbette Hakk’ın divanı kurulacak. O yüce mahkemede hesaplar görülecek, Zalim bilinen mazlum, mazlum görülen zalim Kimmiş hakkıyla o zaman bilinecek!

120 • Şubat’15

Sözde mani oldular dıştaki hizmetime, Bilseler ki kavuştum burada hürriyetime. Nura muhtaçlar varken olamam dilsiz zira Hizmet aşkı işlemiş kanıma ve etime! Kadınlar koğuşunda huri oldu kadınlar, Aydınlığa kayboldu kapkaranlık yarınlar. Elemler dindi artık, ıstıraplar duruldu. Secde-i Rahman’dadır şimdi bütün alınlar! Dışarıda bulunup da “mahkûm hür” olmaktansa, “Hür mahkûm” olmak evla, kahırdan solmaktansa Bir can borcum var Hakk’a işitin ey zalimler: Feda ettim yoluna davamdan dönmektense! Din ve ahlak yolanda çalınan mazlumları Mahkum eden zihniyet yüklenir günahları, Zalimin zulmü varsa, mazlumun ALLAH’ı var, Zalimde kalmaz asla mazlumların ahları!

Hakk’ın gazabı şedid, azabı çetin lakin, Her hakimden adildir zira o yüce Hakim Bir kırmızı koyundan, bir ak koyunun öcü Alınacak o günde elbette sakin sakin...

Dinle ey genç kardeşim, ninem, dedem dinle bak; İnanandır zafer milletçe uyanırsak. Dinsiz tepene bindi, sen neden uykudasın? Silkin biraz Hak için, artık sen de durma kalk!

Hapishane denilen şu dört duvar arası Alnı kara olana olmakta yüz karası. Vicdanı ak, alnı pak olan müminler için Hapis bir ceza değil, bir şeref madalyası!

Ey Şule! Yeter artık, coştu yine kalemin, Hak yerini bulacak, dinsin artık elemin. Her gecenin ardından aydınlık bir gün doğar, Zafer vadediyor bak bize Rabbül Alemin!...


Şüphesiz size, üzerinize şahid olacak bir elçi gönderdik; Firavun’a bir elçi gönderdiğimiz gibi. Fakat Firavun elçiye isyan etti, biz de onu pek vahim bir tarzda (azapla) yakalayıverdik.Eğer inkar edecek olursanız, çocukların saçlarını ağartan bir günde kendinizi nasıl koruyacaksınız? (Müzzemmil Suresi/15-17)


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.