1
2
Ä°LMEK
Hayalden Gökkubeye
İLMEK Aylık Kültür, Sanat ve Edebiyat Yıl:1 Sayı:00 Aralık 2016 Sahibi Dergi Atölyesi Adına F.Kürşad DÜNDAR Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Rumeysa KOÇER Editör Tuğba TAŞKABU İdari Müdür Mustafa DALKILIÇ Grafik-Tasarım Alper ŞENADAM Yayın Kurulu Metin SAVAŞ Misli BAYDOĞAN Ahmet Turan TİRYAKİ Hakan İlhan KURT Abdullah HARMANCI F.Kürşad DÜNDAR İletişim 0.312 418 90 99 bilgi@ilmek.net www.ilmek.net facebook.com/ilmekdergi twitter.com/ilmekdergi instagram.com/ilmekdergi İdare Merkezi King Otel Masa 5 Kavaklıdere Güvenlik Caddesi No:13 Çankaya/ANKARA Fiyatı: 7 TL Yıllık Abonelik Bedeli: 80 TL Yayın Türü Yerel Süreli Yayın CTP-Baskı-Cilt Çelik Kopyalama, Büyükesat Uğur Mumcu Caddesi 06700, Çankaya/ANKARA Tel: 0.312 446 95 79 ISSN: 2458-1071 Dağıtım: DPP
EDITÖRDEN Zaman hepimizin muhayyilesinde farklı şekillerde inkişaf eden mefhum. Bizlerle birlikte var olan ve vücut bulan bu kavram tıpkı düşünceler, hayaller, dergiler gibi değişen ve gelişen bir olgu.Bu nedenle zaman öncelikle ‘ belirli bir vakit aralığında doğan, büyüyen, ihtiyarlayan’ biz beşerler için fazlaca önemli bir olgu. Ve gitgide daha fazla önem kazanmakta. Zamanı üzerinde yürüdüğümüz bir yola benzetirsek ; bu yolun, üzerindeki izlerin, katlanarak tekrar açılmaz bir sarmala dönüşmesi, kaybettiklerimize geri dönemeyişimiz bu olgunun beni sarsan acımasız yanlarından. Bundan dolayıdır ki benim için içinde bulunduğum an hazinedir. Atilla İlhan ‘ an gelir ömrünün hırsızıdır, her ölen pişman ölür, hep yanlış anlaşılmıştır, hayalleri yasaklanmış’ mısralarında ne kadar da güzel ifade etmiştir an’ın kıymetini. 1.Sayımızda farklı yazarların bu olguya nasıl dokunduğunu veya zamanın onlara nasıl aksetiğini hissedeceksiniz. Aynı zamanda ‘genç, ortayaşlı ve yaşlanmış ‘ edebiyatçıların zaman’a nasıl ve hangi pencereden baktığını da irdeleyebileceksiniz. Konuyu deneme, şiir, söyleşi olarak hinterlandını geniş tutup farklı alanlara hitap etmeyi amaçladık. Bir edebiyat dergisi olarak zaman kavramına bilimsel olarak değil duygusal olarak yaklaştık. Vee dosya konumuzu zaman’ a bıraktık… Bu sayımızda A. Harmancıyla gerçekleştirdiğimiz sıcak söyleşi ‘ seni ne ihtiyarlattı’ kitabıyla ilgili. Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl Kısakürek, F. Kürşat Dündar’ın şiirlerine, Melek Altunun hikayesine ve anonim bir denemeye yer ayırdık. Dergi Atölyesi projesinde bize rehberlik eden Harun Kaban, Yasemin Abayhan, Arda Akçiçek hocalarımıza, konuşmacı olarak katılan Hamdi Turşucu, Naci Bostancı, Serhat Buhari Baytekin beyefendilere katkılarından dolayı teşekkür ederiz. ‘Zaman her yerde ve her şeyin içinde Zaman heryerde Acem’de ve Çin’de mısralarıyla yazımı bitirirken sizlere keyifli okumalar dilerim. Editör Notu
İçindekiler Ahmet Hamdi TANPINAR – NE İÇİNDEYİM ZAMANIN BİR ALMAN HOCANIN ZAMANI VERİMLİ KULLANMA HİKAYESİ Necip Fazıl KISAKÜREK – ZAMAN Melek ALTUN – KENDİNE İNANDIĞIN KADARSIN Furkan Kürşad DÜNDAR – ANKA Abdullah HARMANCI – SENİ NE İHTİYARLATTI “Geleceğe Dönüş” Film Eleştirisi
6 7 8 9 11 12 14
5
NE İÇİNDEYİM ZAMANIN Ne içindeyim zamanın, Ne de büsbütün dışında; Yekpare, geniş bir anın Parçalanmaz akışında. Bir garip rüya rengiyle Uyuşmuş gibi her şekil, Rüzgârda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil. Başım sükutu öğüten Uçsuz bucaksız değirmen; İçim muradına ermiş Abasız, postsuz bir derviş. Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim, Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim. Ahmet Hamdi TANPINAR
6
BİR ALMAN HOCANIN ZAMANI VERİMLİ KULLANMA HİKAYESİ
Hoca çok disiplinli biriydi. Bilhassa zaman açısından hiç müsamahası yoktu. Bir hafta boyunca, kimin ne kadar dakika geç geldiğini tespit ediyor ve onları geç kaldıkları süre kadar sınıfta tutuyordu. Tabii bu durum, zaten kursa zor zaman ayırmış iş sahiplerinin hiç de hoşuna gitmiyordu. Bir gün, haftalık cezası 18 dakika tutan bir arkadaş kızarak şöyle dedi: - Neredeyse saniyeleri hesap edeceksiniz. Neyse hatırınız için bir başka zaman on dakika sınıfta kalayım. Şimdi çok acil bir işim var. Yaşlı Alman, gözlerini kırpıştırarak bir süre arkadaşı süzdü ve şöyle konuştu: - Olmaz. Çünkü siz acil işlerinize bu kadar önem vermiş olsaydınız, şimdi benden 18 dakikalık bu cezayı almazdınız. Zira ders de sizin için günlük, saatli acil bir işti. Bu bakımdan şimdi kalacaksınız ve 18 dakikalık bir ders vereceğim size. Belli ki, hoca da kızmıştı. Ben de merak ederek kaldım sınıfta. Şöyle devam etti: - Arkadaşlar zamanı iyi kullanmıyorsunuz. Bir broşür göstererek şuna bakınız lütfen, dedi. Bu bir tren tarifesiydi. Arkadaş göz ucuyla bakıp iade edecekti ki, “Hayır daha iyi incelemenizi istiyorum.” dedi. Trenlerin kalkış ve varış saatleri değişik ve karmaşıktı. Mesela kalkış 18.18 idi, 21.35’ti. Varışlar da hep öyleydi.12.46 ve 09.27 idi. Cezalı arkadaş şöyle dedi: - Bakınız, işte burada Avrupalı kafanın mantıksızlığı açıkça görünüyor. Ne demek yani 18 geçeler, 38 geçeler… Şuna üç buçuk, dört buçuk deseniz olmaz mı? Hiç olmazsa çeyrek deseniz de,hem de akılda kalacak bir sayı ve saat olsa… Yaşlı Alman belli belirsiz bir tebessümle şöyle dedi: - Kendinize hakaret etmeyin. Çünkü bu tarifenin böyle düzenlenmiş olması “Avrupa kafa”nın mantıksızlığı değil, “Müslüman kafa”nın tutarlılığıdır. Çünkü biz zamanı kullanmayı Müslümanlardan öğrenmişizdir. İşte bu tren tarifesi de aynı anlayışın bir örneğidir. - Siz Müslümanların ibadetlerinde yer önemli değildir. Dünyanın her yerinde ibadet edebilir; ama zaman çok önemlidir. Çünkü her ibadetin kendine ait bir vakti vardır. Hatta bu vakit, ibadetin şartıdır. İbadetlerin vakti de bizim tren tarifesi gibi, hep böyle 18,17,13 geçelerdir. Üstelik bu vakitler de sürekli değişirler. Böylece de Müslümanlar her gün değişmekte olan zamana karşı uyanık durmakta, zamanın kıymetini anlamakta ve onu iyi değerlendirmek üzere hazırlanmaktadır. Bizim zamana bakışımızın ilham kaynağı Müslümanlardır. Yaşlı Alman Hoca “çıkabilirsiniz” dediği zaman hepimiz tarifi imkânsız bir mahcubiyet içindeydik... (ANONİM)
7
ZAMAN Nedir zaman, nedir? Bir su mu, bir kuş mu? Nedir zaman, nedir? İniş mi, yokuş mu? Bir sese benziyor; Arkanız hep zifir! Bir sese benziyor; Önünüz tüm kabir! Belki de bir hırsız; İzi, lekesi var. Belki de bir hırsız; O yok, gölgesi var. Annesi azabın, Sonsuzluk, şarkısı. Annesi azabın, Cinnetin tıpkısı. İçimde bir nokta; Dönüyor aleve. İçimde bir nokta; Beynimde bir güve. Akrep ve yelkovan, Varlığın nabzında. Akrep ve yelkovan, Yokluğun ağzında. Zamanın çarkları, Sizi yürütüyor! Zamanın çarkları, Beni öğütüyor. Zaman her yerde ve Her şeyin içinde. Zaman her yerde ve Acem’de ve Çin’de. Kime kaçsam ondan; Ha yakın, ha ırak? Kime kaçsam ondan; Ya sema ya toprak... Necip Fazıl Kısakürek 8
KENDİNE İNANDIĞIN KADARSIN Sol elinden kalemi hiç düşürmezdi. Derslerle ilgilenmezdi. Anlatılanlar bir kulağından girer, diğerinden çıkardı. Kendi âleminde kalemle bir şeyler karalar, bazen insan portresi çizer, bazen de süslü yazılar yazardı. Okul gömleğini yazılarla doldurması da cabasıydı. Gömleğine yazdığı yazıları müdür yardımcısının fark etmemesi için teneffüslerde dikkatli davranırdı. Müdür yardımcısıyla çoğu kez köşe kapmaca oynamak zorunda kalırdı. Gömleğinin kollarını sıvayıp pekâlâ işin içinden çıkabilirdi. Fakat bu kez de bileğinden dirseğine kadar iri puntolarla kollarına çizdiği şekiller belli olacaktı. Arkadaşları arasında adından sıkça söz ettirirdi. - Bizimle hiç konuşmuyor! - Bir sorunu mu var acaba! - Varlığıyla yokluğu belli değil. - Yazılı kâğıtlarına hep resim çiziyor, böyle giderse hep zayıf not alacak. - Arkadaşımız için ne yapabiliriz? Münevver Öğretmen, öğrencisinin bu durumuna üzülüyor ve durumun düzelmesi için çareler arıyordu. Derslerine ilgisiz olan Nuray’ın yanına kadar geldi. Gözleriyle onun gözlerini buluşturmaya çabalıyordu, ama boşunaydı. Sorununu öğrenmek için ailesiyle görüşmeye gitti. Annesinden, çocuğun küçükken kekeme olduğunu, solak olmasının ailesi tarafından hoş karşılanmadığını, sürekli resimler çizdiğini öğrendi. Ama annesine, öğretmenlerin yorumlarından, derslerdeki başarısızlığından hiç söz etmedi. Ertesi hafta Münevver Öğretmen, kompozisyon dersinde “başarı” konusundan bahsediyordu. Her zamankinden daha gür sesle ama her zamanki güleç bir yüzle: - Etrafımızdaki insanların ölçütleri bizim başarılı veya başarısız olduğumuzu belirleyemez. Başarı neye göredir? Başarı, kişinin yeteneklerinin en üst seviyeye çıkmasına göredir. Doğuştan müziğe yetenekli olabilirsiniz. Ancak bu yeteneğinizi ne kadar geliştirirseniz, o kadar başarılı olursunuz. Her insan, her şeyi başaracak diye bir şey de yoktur. Bir alanda başarılı olamayan, mutlaka başka bir alanda başarılı olur. Sevdiğiniz derslere karşı ilginizi başkaları keşfedemiyorsa, siz kararlılığınızdan vazgeçmeyin ve kendinize inanın. Varsın kimse inanmasın, insan ancak kendine inandığı kadardır. Elindeki kalemle defterine şekiller karalayan Nuray, öğretmeninin söylediği bu sözleri sınıfta can kulağıyla dinleyen tek kişiydi. Öğretmenin söylediklerini içinden onaylıyordu. Yine bir hafta bitmiş, cuma günü gelmişti. Cuma günleri okul bitiminde bayrak töreni yapılırdı. Törenden önce, haftanın “en iyileri” açıklanır; en temiz sınıf, en temiz kişi, en güzel sosyal çalışmayı yapan sınıf ve kişi anons edilirdi. Okul müdürü, eline mikrofonu almıştı. Elindeki listeyi okumaya başladı. Bir müddet durakladıktan sonra: - En güzel sosyal çalışmayı yapanı açıklıyorum: Nuray Yavuz. Bütün okul sessizliğe büründü. 9
Münevver Öğretmen, Nuray’ın yağlı boya tablosunu bütün okula gösteriyordu. Küçük Nuray, şaşkınlıktan dilini yutmuştu: -Bu... Bu... Bu... Ben... Benim... Tab... Tablom... diye kekeledi. Bütün gözler, takdir gören Nuray’a çevrildi. Ödülünü alması için Müdür Bey Nuray’ı tekrar anons etti. Titreyen ayaklarla ödülünü almaya giden Nuray’a, bir de başarı belgesi verilmişti. Başarı belgesindeki sözleri bir yerlerden hatırlıyordu: “Başkaları yeteneklerini keşfedemiyorsa, sen yeteneklerinden vazgeçme ve kendine inan. Varsın sana kimse inanmasın. Sen ancak kendine inandığın kadarsın.” Melek ALTUN (Yağmurun Ellerinden Tutmak)
10
ANKA Ne bir gökyüzüm var artık ne de bir kafesim, Bulutları unuttum, tel örgülerden bi haberim. Kanat çırpmak bir buğday tanesi ardınca. Ve uçmak neydi sonsuz ufukta tadınca. Asya’dan beri bu gök kubbeye esirim… Şimdi kaybolduğum bu fezada süzülmekteyim. Yanıp tutuştuğum alev alev satırlarca Yeniden küllerimden doğacak Anka gibiyim… F. Kürşad DÜNDAR
11
SENİ NE İHTİYARLATTI -Seni ne ihtiyarlattı? -Valla evlendiğimizde kayınpeder bize küçük bir arsa vermişti. Oraya bir ev yapıp başımızı sokmamız dört senemizi aldı. Derken hanım kooperatife girelim diye tutturdu. Girdik. Onu bitirdiğimizde çocuklar büyümüştü. Evlendirdik. Hanım büyük oğlan için küçük bir arsa almamızda ısrar etti. Aldık. -Ama ben ne sordum, siz ne anlatıyorsunuz? -Onu diyordum. Hanım küçük oğlanı da kooperatife soktu. İki oğlanın da ev işleri bitince Hacca gidecektik. Kavlimiz öyleydi. -Gittiniz mi? -O sene ben iki evi de satıp Meram’dan bir arsa almak konusunda ısrar ettim. Oğlanlar emlakçılık yapalım baba, sen bu işten anlıyorsun, diye tutturdular. Eee çocuklara iş lazım. Hayır demek olmaz… -Seni ne ihtiyarlattı? -Ben halde iyi karpuz atardım. Aslında kavun da atardım. Atarken atarken. Bir de baktım ki… Kocamışım… -Seni ne ihtiyarlattı? -Ben Sekiz Köşe’nin orda berberdim. Amma işim pek iyi değildi. Gelen giden olmayınca köşedeki kahveye giderdim. Arkadaşlarla batak oynardık. -Batak oynarken mi ihtiyarladınız? -Bataktan canım sıkılınca dükkâna dönerdim. Dükkânda çırak uyuyor olurdu. Onu döverdim. -Çırağı döverken mi ihtiyarladınız? -Ben avı da çok severdim. Avlanmayı da. Pazarları ava giderdim. -Avlanırken mi oldu? -Çetnevirlerde “kabak” oynamaya bayılırdım. -Kabak oynarken mi? -Ben aslında ihtiyarlamazdım, bir evin bir oğluydum, berber olacak adam mıydım? -Seni ne ihtiyarlattı? -Ben büyük bir şair olmak istemiştim.
12
-Oldun mu? -Öldüğümde hakkımda çıkan yazılar, büyük bir koliyi doldurmuştu. -Olmadın mı?? -Sonrasından haberim yok. Sonrasında işte buradayım. Büyük bir ihtimalle ölümümden sonra da bir hayli yazı yazılmıştır. Ama onları dosyalayamadım. -Öldüğünde meşhur olmamış mıydın? -Öldüğümde şöhret kavramı kaybolmuştu. Ya da herkes tanınır olmuştu. Orasını çıkartamıyorum. -Seni ne ihtiyarlattı? -Ben hiç ihtiyarlamadım. Ben yirmi üç yaşındayken balkonda çitlek çitliyordum. Taburem kaydı ve düştüm. -Nereye düştün? -Balkona düştüm ve sonra balkondan düştüm ve sonra işte… -Seni ne ihtiyarlattı? -İlk mektebe giderken babam Arapça bir kitap okuyordu ve ben babama bir gün ne okuduğunu sordum ve babam Arapça bir kitap okuduğunu söyledi. Ve ben babama kitapta ne yazdığını sordum. Ve babam bilmediğini söyledi. Ve ben baba olunca bir gün oğlum bana ne okuduğumu sordu. Arapça bir kitap okuduğumu söyledim. Kitapta ne yazdığını sordu. Ve ben oğluma bilmediğimi söyledim ve o zaman, oğlum bana bakıp güldü. Anlamadığın bir kitabı mı okuyorsun baba? dedi. Utandım. Arapça öğrendim. Kitabın ne dediğini anlamaya başlamıştım. Kitabın satırları beni sardı. Sardı. Sardı. Ve benim ellerim ayaklarım dillerim yandı ve ben yandım ve ben o zaman ihtiyarladığımı gördüm. Kitabı anladıkça ihtiyarladım. İhtiyarladıkça kitabı anladım. Beni bu kitap ihtiyarlattı. Öylesine ihtiyarladım ki, sabahları içimden bir delikanlı sokaklara fırlıyor, dereleri tepeleri dolaşıyor, derken içime gelip kıvrılıp bir köşede uyuyordu, sonra ben yeniden ihtiyarlıyordum. -Seni ne ihtiyarlattı? -“Beni Hud Suresi ihtiyarlattı?” -Hud mu? Hud da nedir? -“Elif lam ra… Öyle bir kitaptır ki bu…” Abdullah Harmancı Mart 30, 2015
13
Bir Bilimkurgu Efsanesi : Geleceğe Dönüş Bilmiyorum, başlık biraz iddialı mı oldu? Öyle olsa bile bilimkurgu ile uzaktan yakında ilgili olan herkesin severek izlediği bir seri olmuştur bu film. Ama benim için gerçek anlamda bir efsane… Bizim kuşağın önemli bir şansıdır bu. Tek kanallı dönemden, özel kanalların açılmasıyla başlayan yeni döneme geçişte, hiç değilse haftada bir defa izleme fırsatı bulduğumuz bu film, birçoğumuzu derinden etkilemiştir. Bulunduğum ildeki yerel kanalların da çevirip çevirip yayınlaması adeta müptelası yaptı beni. Hatta bir keresinde bir yerel kanal kendi elemanlarına dublaj yaptırmıştı ve film baştan aşağı küfürle geçmişti. Allah’tan henüz bilinci yerinde bir insan değilimdim o dönem ve bu sayede bilimkurguya bakışımı değiştirmedi… Filmin yönetim kadrosuna değinelim isterseniz. Yönetmen koltuğuna Robert Zemeckis’in oturduğu filmin senaryosunu yine Zemeckis ve Bob Gale birlikte yazmıştır. Ve bana göre en önemli kısım, filmin yapımcılığını Steven Spielberg’in üstlenmesidir. Ülkemizde bazı sanatçılar için hep deriz ya, “Bu adam öksürse bir milyon satar,” diye, işte Spielberg de bir projenin kıyısında köşesinde kendini göstermişse o proje iş yapar. Filmin oyuncu kadrosunda Michael J. Fox, Christopher Lloyd, Lea Thampson, Crispin Glower ve Thomas F. Wilson gibi birbirinden yetenekli ve başarılı oyuncular yer alıyor. Bu oyuncular canlandırdıkları karakterlerle o kadar bütünleşmişlerdir ki, örneğin Christopher Lloyd’u ne zaman görsem veya duysam, hep Doc. Emmet Brown’un o beyaz saçları ve patlak gözeri gelir aklıma. Sanki bu karakterden öncesi ve sonrası yokmuş gibi… Çok fazla uzatmadan 3 filmin de konusunu şöyle kısaca açıklamak istiyorum: İlk film 1985 yılında çekilmiştir. Filmin ana karakteri Marty Mcfly(Michael J. Fox), tipik bir seksenler Amerikan gencidir. Haşarı, yaramaz, düzensiz… Ve de rock’n roll meraklısı… Tabii bir de sevgilisi vardır. Marty’nin en yakın arkadaşı, tuhaf buluşları olan ve etrafta “Deli” olarak bilinen Doc. Emmet Brown(Christopher Lloyd)’dur. Marty bir gün Doktor’un zaman makinasına çevirdiği bir arabayla(Delorean), bir aksilik sonucu 1955 yılına gider. Burada istemeden annesi ve babasının gençlik dönemlerine denk gelip, onların bir şekilde tanışmalarını engeller. Ve çok daha kötü bir şey olur: Marty’nin annesi Lorraine(Lea Thampson) Marty’e aşık olur. Tabii bu Marty’nin ileriki hayatını etkileyecektir ve en kısa sürede annesi ve babasının tanışmalarını, birbirlerine aşık olmalarını sağlayamazsa kendisi de yok olacaktır. Burada Marty’nin, Bif(Thomas F.Wilson)’la girdiği mücadele anlatılır. Bu mücadele sonunda Marty, annesi ve babasını birbirine aşık etmeyi başarır ve 1985 yılına geri döner. Tabii 1955 yılındaki Doc. Emmet Brown’u zor da olsa ikna etmiş ve onun yardımıyla bunu başarmıştır. Zaman makinasının geleceğe gitmek için ihtiyacı olan 1.21 Jigovatlık enerjiyi de bir yıldırım vasıtası ile elde ettiklerini unutmamak gerek. İkinci film ilkinden tam 4 yıl sonra, 1989 yılında çekilmiştir. Bu filmde Doc. Emmet Brown, Delorean’ı kullanarak 2015 yılına gitmiştir ve orada Marty ve karısı Jennifer(ilk filmde Claduie Wells, ikinci ve üçüncü filmde Elizabeth Shue)’ın evliklieri ve çocuklarıyla ilgili sorunlar görmüştür. Bunları düzeltmek için onları da alıp 2015 yılına götürmüştür. Burada bu sıkıntılar düzeltilmeye çalışılırken, 2015 yılındaki yaşlı Bif zaman makinasını çalıp son 50 yılın (1950-2000) spor organizasyonlarının sonuçlarını içeren bir kitabı 1955 yılındaki Bif’e vermiştir. Marty, Jennifer ve Doktor 2015 yılındaki sorunları çözüp tekrar 1985 yılına döndüklerinde, bir şeylerin ters git-
14
tiğini görmüşlerdir. Bif dünyanın en zengin insanı olmuş, kendine bir kumar ve krallık merkezi kurmuştur. Marty’in babası ölmüş, annesi Bif’le evlenmiştir. Doktor’un yaşlı Bif’in asasının başını Delorean’da bulmasıyla her şeyin nedeni anlaşılacaktır. Bundan sonra Doktor ve Marty tekrar 1955 yılına giderek o kitabı yok etmeye ve olanları düzeltmeye çalışacaklardır. Nitekim öyle de olmuştur. Kitap yok olduktan sonra her şey eski haline dönmüş, ama istenmeyen bir aksilik daha yaşanmıştır. Doktor zaman makinasında tek başına olduğu bir sırada teknik bir sorun yaşanmış ve Delorean 1885 yılına gitmiştir. Marty olanları anlamaya çalışırken bir anda bir posta görevlisi arkasında belirir. Doktor, 1885 yılından Marty’e mektup yazmıştır ve tam olarak onun bulunduğu yerde ve saatte o mektubu almasını sağlamıştır. Mektupta Marty’e 1885 yılında mutlu bir şekilde yaşadığını, Marty’nin kendisini kurtarmak için 1885’e gelmemesini belirtmiştir. Tabii Delorean’ı gömdüğü yerin haritasını da beraberinde göndermiştir. Bu noktadan sonra yaşananlar, üçüncü filmde anlatılmaktadır. Üçüncü filmde Marty, zaman makinasını bulmak ve tekrar çalışır hale getirmek için 1955 yılındaki Doktor’dan yine yardım istemiştir. Delorean’ı tamir ettikten sonra Doktor’un dediğini yapıp 1985 yılına dönmemiş, Doktor’u da kurtarmak için 1885 yılına gitmiştir. Çünkü Doktor’un mezarını tesadüfen bulmuştur ve onun Çılgın Köpek Tannen tarafında sırtından bıçaklanarak öldürüldüğünü öğrenmiştir. 1885 yılına gittiğinde arabanın yakıt deposu delinmiştir. Doktor’u bulduktan sonra arabayı nasıl saatte 88 mil hıza çıkaracaklarını düşünmeye başlamışlardır. O dönemde benzin hâlâ bulunmadığı için arabayı tren vasıtasıyla itmeyi kararlaştırmışlardır. Tabii trenin geleceği pazartesi gününe kadar 1885 yılında kalmak zorundalardır. Bu sırada Tannen’le epey bir muhattab olmuşlardır. Tannen demircinin, yani Doktor’un nalladığı atın nalının düşmesi sonucu attan düşmüştür. Bundan sonra vurduğu atının ve düştüğü sırada üzerinde olan içkisinin parasını Doktor’dan istemektedir. Doktor da bu parayı vermeyi reddetmiştir. Doktor ve Tannen arasındaki husumet, zamanla Marty’e de sıçramıştır ve bir kavga sırasında Marty ve Tannen, pazartesi günü saat 8’de vuruşmak için anlaşmışlardır. Marty’nin içi rahattır; çünkü pazartesi günü zaten 1985 yılına döneceklerini düşünmektedir. Ama işler hiç de onun düşündüğü gibi gitmez. Bu bölümde Doktor, istemeden de olsa Clara Clayton(Mary Steenburgen) adında bir öğretmene aşık olur. Bu Marty’nin işlerini daha da zora sokmuştur. Çünkü Doktor, Clara yüzünden Marty’le geleceğe gelmekten vazgeçmiştir. Marty zor da olsa Doktor’u ikna eder. Ama geleceğe gitmeden önce atlatması gereken bir problem daha vardır: Çılgın Köpek Tannen’le vuruşmak zorundadır. Marty yaptığı bir kurnazlıkla Tannen’i yener ve Doktor’la birlikte treni kaçırırlar. Delorean’ı trenin önüne dayarlar ve treni saatte 88 mil hıza çıkarmaya çalışırlar. Bu sırada beklenmedik bir şey olur. Clara Doktor’u takip etmiştir ve atla kendilerini taşıyan trene yetişir ve biner. Tam bu anda Doktor ve Marty treni terk etmiş, Delorean’a binmişlerdir ve trenin saatte 88 mil hıza ulaşmasını beklemektedirler. Doktor Clara’yı fark eder ve onu almak için trene geri döner. Marty’nin hava kaykayı sayesinde Clara’yı kurtarır. Ama bu arada tren saatte 88 mil hıza ulaşmıştır ve Marty tek başına 1985 yılına gitmiştir. Doktor, Clara ile 1885’te kalmıştır. Marty 1985’e geldiği an bir kaza olmuştur ve zaman makinası yok olmuştur. Kısalta kısalta ancak bu kadar anlatabildim 3 bölümü. Film yayınlandığı dönemde gişe rekorları kırmıştır. Hakkında olumlu ve olumsuz yüzlerce eleştiri yapılmıştır. Özellikle Frank Capra’nın “Şahane Hayat” filmiyle tematik benzerliklere sahip olması, olumsuz anlamda eleştiri konusu olmuştur. Bunun dışında hemen tüm otoritelerin ortak görüşü, filmin sinema tarihinin en iyi bilimkurgu filmlerinden biri olduğudur. UFUK GÜLTEPE
15
An ki, dalgalar misalidir yaşamın kıyısında... F. Kürşad Dündar 16