2014-2015 Dönemi

Page 1

İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ

PSİKOLOJİ KULÜBÜ Sayı 1


İçindekiler

Başkanımızdan Mesajınız var! 2014-­‐2015 Dönemi Yöne/m Kurulumuz Üstün Dökmen ile Röportaj Murat Paker ile Röportaj Kulüp Etkinliklerimiz Kulüpçe katıldığımız etkinlikler Kitap Analizi: Çavdar Tarlasında Çocuklar Film Analizi: What’s Ea/ng Gilbert Grape Kitap Analizi: Arendt’in Gözünden Kötülüğü Yeniden Tanımlama

1


2014-­‐2015 Dönemi Kulüp Başkanımızdan mesaj var!

Herkese Merhaba! 2014-­‐2015 eğitim ve öğretim dönemi kulübümüz adına yaptığımız çalışmalar ile bir dönüm noktası sayılabilir. Bu yıl boyunca psikoloji öğrencileri olarak beraberce birçok etkinlik düzenledik. Kulübümüz akademik, sosyal sorumluluk ve psikoloji öğrencilerinin birbirleriyle bağ kurabilmesi adına sosyal etkinlik dallarında faaliyet göstermektedir. Kısacası hem eğlendik hem de birçok şey öğrendik. Derginin devamında düzenlediğimiz ve katıldığımız etkinliklere yönelik daha detaylı bilgiler mevcuttur. Etkinliklerimiz dışında, yapılan kitap analizleri, Prof. Dr. Üstün DÖKMEN ile Çocuk Gelişimi üzerine röportaj ve Yrd. Doç. Dr. Murat PAKER ile Klinik Psikoloji hakkındaki söyleşi ile çok faydalı bilgilere ulaşabileceğinize inanıyorum. Bölümümüze yeni giren öğrencilere bir önerim olacak; hazırlık veya 1. sınıfta üniversite ortamına uyum sağlama süreci hepimiz adına sancılı olabiliyor. Çoğu kişi sadece ilk tanıştığı birkaç arkadaşıyla beraber olup başka kişilerle iletişime geçmeye çekinebiliyor. Fakat bu sancılı süreci değiştirmek tamamen sizin elinizde. Bu noktada kulübün düzenlediği faaliyetlere katılımınız ve Türk Psikoloji Öğrencileri Çalışma Gurubu gibi kendini kanıtlamış bir öğrenci birliği ile iletişimde olmanız sosyal bağlarınızı kuvvetlendirmenizi ve eğitiminizin gelişmesine büyük katkı sağlayacaktır. Hepimiz Psikolog adayları ve geleceğin meslektaşları olarak gerek ağır bir eğitim alarak gerek Türkiye şartları ile zorlu süreçlerden geçmekteyiz. Fakat biz bu yola hep beraber girdik ve ancak kuvvetli ilişkiler kurarak bu süreçten kolaylıkla çıkabiliriz. Unutmayın ki bilgi paylaştıkça çoğalır. Kendinizi diğer öğrencilere bir rakip olarak değil, bir meslektaş olarak görmenizi ve her zaman dayanışma içinde olmanız size en büyük tavsiyemdir. Deneme yanılma yoluyla tek başınıza öğrenmek yerine üst dönemlerinizle ve diğer üniversitelerdeki meslektaş adaylarımızla kuracağınız ilişkiler sizi çok daha üst seviyelere taşıyacaktır. Bizim kapımız her zaman bütün öğrencilere açıktır ve sadece kapıyı tıklatmanız yeterli olacaktır. İlk göz ağrımız olan bu derginin devam sayılarında alanımıza yönelik daha farklı bilgiler de paylaşılacaktır. Takipte kalmanız dileğiyle. Son olarak derginin hazırlanma sürecinde emeği geçen tüm arkadaşlarıma sonsuz minnetlerimi sunarım. Sevgilerimle, Ercan EVCİMEN

2


2014-­‐2015 Dönemi Yöne<m Kurulumuz

Başkan

II. Ulusal Psikoloji Günleri Düzenleme Kurulu

Ercan EVCİMEN

Ercan EVCİMEN

Başkan Yardımcıları

Melis OKUR

Melis OKUR

Zeynep HAKTANIR

Naz ARSLAN

Merve İKİZOĞLU

Yöne<m Kurulu

Ecem CANPOLAT

Seda OKTAY

Başak UYGUNÖZ

Zeynep HAKTANIR

Özge HELVACIOĞLU

İdil BARAN Özge HELVACIOĞLU Kübra KARASU Meltem TURAN

3


Prof. Dr. Üstün Dökmen ile Röportaj “Çocuk hayatında meteoroloji mühendisi görmemiş bakıyorsun o bölümü okuyor.” Üstün Dökmen ile 13 Nisan günü Üstün Dökmen Yaşam Boyu Gelişim Eğitim ve Danışmanlık Merkezi’nde buluştuk ve keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Günümüzde en çok soru alan ve herkesin yaşadığı veya ileride yaşayacağı problemleri konu alan aile ve çocuk üzerine konuştuk. Aile ve çocuk konusu her ne kadar küçük grupları kapsar gibi görünse de çevresel etkilenmelerle tüm grupları içine alarak büyüyen ve toplumun sağlıklı, kaliteli yaşamasında, yetişmesinde en etkili rolü üstleniyor. Oldukça karmaşık görünen bu konuyu Üstün Dökmen’in aydınlatıcı yorumlarıyla açıklığa kavuşturmak oldukça keyifliydi. S: İçinde bulunduğumuz çağın getirisi olan aktif çalışma hayatı ile aileler çocuklarını çok küçük yaşlarda okullara gönderiyorlar ve bu okullarda çocuklar hayat ve eğitim hakkında ilk temel bilgileri ediniyorlar. Bu bilgiler genellikle kalıplaşmış meslekler üzerine kurulu ve bu yüzden de çocuklar çoğunlukla sosyal hayatta bir yer edinebilmek için sınırlarını zorlayamıyor. Bu sınırları kaldırmada ailenin nasıl bir eğitimden geçmesi ve çocuğunu nasıl özgür bırakması beklenebilir? C: Ailelerin çocuklarına ne olursa olsun herhangi bir mesleği empoze etmeleri uygun değil. Bunu çok anlatıyoruz ama bir faydası yok. Aileler çocuklarının geleceğini düşünüyorlar ve para getirmesi muhtemel mesleklere doğru adeta itiyorlar. Doğru değil, yanlıştır. Meslek seçerken çocuğun yeteneğine uygun olmalı, hevesine içindeki motivasyon kaynağına uygun olmalı. 1 yeteneğine, 2 hevesine ve isteğine uygun olmalıdır, 3 para, statü sonra gelir. Aileler sadece rehberlik yapmalı, farklı mesleklerle tanıştırmalı. Çocuk hayatında meteoroloji mühendisi görmemiş bakıyorsun o bölümü okuyor. Şimdi internete girdikleri zaman, çok farklı meslekler hakkında bilgi edinebilir, bir de canlı insanla konuşacaksa anne, baba götürüp onunla konuşturmalı. Ve şu mesleği seç diyerek zorlamamak gerekiyor. Anne babanın görevi katalizörlük, yani rehberlik olmalıdır, S: Dünya genelinde genç kuşaklar X,Y,Z kuşakları olarak adlandırılıyor. 2000 yılı ve sonrası doğanlara Z kuşağı deniyor ve bir çalışmaya göre ülkemizin %20sinden fazlasını oluşturuyorlar. En belirgin özellikleri; internet ve mobil teknolojileri çok iyi kullanmaları ve neredeyse tüm sosyalleşmelerini bu ortamlar üzerinden gerçekleştirmeleri. X ve Y kuşağının bu nesille doğru iletişimi sizce nasıl olmalıdır? C: Bu x, y, z kuşağı yeni çıktı. Bunlar yokken zaten farklı kuşaklar birbiri ile iletişim kurmakta zorluk çekiyorlardı. Anne babanın genç kuşakla iletişim kurması zor. Çünkü gencin, ergenin referans grubu kendi yaşıtlarıdır, gelecekte onlarla birlikte yaşayacak. Kuşaklar arası çatışma her zaman olmuştur. Yakın yaş grupları arasında çatışma olmuyor gibi fakat 25-30 yıl farkı olduğu zaman bir takım çatışmalar ortaya çıkıyor. Bu da gayet doğaldır, çatışma da iletişimin bir parçasıdır. Evet, yeni kuşak, iletişimi, sosyalleşmeyi bilgisayar üzerinden sağlıyor. İşte eski sıcak dostluklar, yakınlıklar, mahalle arkadaşlığı kalmadı deniyor ama bu da insanın, insanlığın gelişim sürecinde kaçınılmaz bir basamak.

4


S:Bu özgürlük kaybına da sebep oluyor gibi? C: Öyle deniyor gibi ama çok emin değilim, bir bakıma özgülüğün kaybına sebep oluyor ama bir bakıma da yeni özgürlükler getiriyor. Önceden çocuk sabah 9’da sokağa çıkıyor akşam 9’da eve zor dönüyor. Özgür gözüküyor. Kaç arkadaşı var? 4 arkadaşı var diyelim. Güzel. Ama internetin başında kaç arkadaşı var? Yüzlerce arkadaşı var, bütün Dünya’ya açık. Bu da başka bir özgürlük veriyor. Şimdi genel eğilim bu. Eski kuşaklar; Z olmayan kuşaklarda genel eğilim ne; işte ”internet, bilgisayar özgürlüğü kısıtladı, çocukları bağımlı kılıyor, sosyalleşmeler azaldı, selam vermeyi bilmiyorlar, yürümeyi bilmiyorlar oyunlar oynamayı bilmiyorlar. İşte bu yüzden internet kültürü zararlı.” Bu doğru değil. Tüm teknolojik yenilikler önce tepki ile karşılanmıştır. Radyo çıktı, bunun beyni sulanacak diyor, bütün gün kulağını dayıyor, sesler geliyor. Woody Allen’ın hoş bir filmi vardı “Radyo Günleri” diye, kötü kelimeler, küfürler öğreniyor, ne bu böyle?. Ama ne oldu, hayatın atılamaz bir parçası oldu, arabalarda radyo var. Televizyon çıktı, sonra televizyon izlemeyi öğrendik. Açılışından, bayrak törenine kadar izlerdik. 70lerde 80lerin başında. Sonra, bunu usulü ile izlemeyi öğrendik. Şimdi de internet. “Ooo bütün gün başında”. Zamanla interneti de usulü ile kullanmayı öğrenecek insanlar ve gelecekte internete sahip olan, dünyaya sahip olacak. Hayat böyle. Şimdi bizim kuşak kırlara gitmek istiyor, şimdikiler AVM ye gidiyor. AVMyi sevmiyoruz tabii. Bir toplum üretmek istiyorsa köy enstitüsü kurar, üretmeden tüketmek istiyorsa AVM kurar. Bütün bir cumartesi, pazarı AVM de geçirmek, kötü hava, doğal hava değil, doğal ışık değil, orada o kadar saat geçirmek sağlıklı değil. Hadi 2 saat gezdin ama 2 saat de git çimenlerde vakit geçir. Yani doğal ortamlarda insanların bulunması azaldı. Fakat “internet, cep telefonu çok kötü, özgürlüğü azalttı, insanların sosyalleşmesini azalttı”. Buna katılmıyorum. Çünkü bugünden 100, 200 sene sonra bugün ki ana babaların kaygılarını insanlar gülünç bulacaklar. İlk aşı çıktığı zaman, “Aman yok çocuğuma mikrop veriyorlar” diyordu insanlar. Şimdi hayatın vazgeçilmez bir parçası oldu. Şimdi internet korkusu var, internete karşı bir reaksiyon, öfke var anne babalarda, bu doğru değil. S:Doğal ortam dediniz, şimdi eğitim artık bilgisayar üzerinden sağlanıyor, birçok ders, eğitim programları artık öğrencilerle beraber değil de online üzerinden olması olumlu bir durum mu? C: Olumlu bir durum, çünkü 24 saat içinde bir miktar uykuya, bir miktar öz bakıma, bir miktar gelişmeye, bir miktar yürüyüşe, vakit ayırmak gerekiyor. 24 saati etkili bir şekilde kullanmak gerekiyor. Evet! Doğada vakit geçirmek gerekiyor ancak şimdi, eskisi gibi günlerimizi ayıramıyoruz, doğada vakit geçirirken de internetten faydalanabiliyoruz, öğrenebiliyoruz. Benim bir teşbihim var, ilk insanlar ilk evcilleştirdikleri atların üzerinden inmediler herhalde, çok ilgi çekici, çok yeni bir şey. Atın sırtında çok güçlü oluyorsun, ta karşı tepeye 3 dakika da gidip gelebiliyorsun. Herhalde o zamanda da anneler “İn çocuğum atın üstünden, düşeceksin, belin zedelenecek” diyorlardı. Eski Türkler atın üstünde yemek yiyorlardı, anneler “Gel aile soframızda ye” diyorlardı. Gençlerin bu kadar at merakı saçma geliyordu. “ Ayakların var, yürüsene” diyorlardı ama ne oldu ata en iyi binen en büyük imparatorluğu kurdu. Şimdi, interneti az kullanıp ip oynayalım, top oynayalım diyorlar, tabii ki oynayalım ama yakın gelecekte internete sahip olan Dünya’ya sahip olacak. At, radyo, televizyon, internet kötü değildir, genel bir eğilim bu, büyük kuşağın korkusu, iletişimsizlik. Zaten ebeveynler, ergenlerle zor iletişime geçiyorlardı, bugüne kadar tek rakip ergenin arkadaşlarıydı, şimdi bir de internet çıktı. Şimdi ebeveynler “Hiç oturup, vakit geçirmiyorsun bizimle” diyor çocuklarına. Anne baba bu duruma hırslanıyor. Bu hırs normal mi? , doğal mı? . S:Katıldığınız bir televizyon programında “Çalış oğlum, çalış kızım diyorlar ve bu işe yaramıyor, işlevsiz cümle. Çocuklara ders çalış demeyin” diyorsunuz. Çocukları teşvik etmede aile nasıl davranmalı, ceza-ödül dengesi nasıl kurulmalıdır? C: Şimdi konular cazip olursa, çocuğun merakını uyandırırsak, araştırmak ister, mesela ödevler, kuru ödev yerine proje hazırlanırken mevcut bilgi eksikliğini giderme şeklinde olmalı. Konular okulda ilginç hale getirilmeli ve ondan sonra evde rahatlıkla çalışacaktır çocuklar. 1940lara 45lere kadar ödül-ceza ilişkisi üzerine eğitim vardı. 1945 ten sonra Frederic Skinner’in Operant Şartlanma Görüşü doğrultusunda eğitim sistemi vardı; ceza yok, ödül çok. Güvercini nasıl yetiştiriyorsun? Ödülü çok vererek, farklı tarifelerle ödül vererek güvercini şartlıyoruz. O zaman da çocuğa sadece ödül dediler. Son 25, 30 yıldır varılan kanı şu; ceza hiç yok, ödül yok, bol geri bildirim. Benim görüşüm az ödül, bol geribildirim, ceza yok. Ceza yerine mola, bazı okullar uyguluyor bunu. Ceza, doğa ile bağdaşmaz. Doğada geri bildirim vardır. Toplumda yaptırımlar vardır.

5


S:Çocuklar, yapacakları işlerde, yetişkinlere göre daha cesur ve korkusuzdurlar. Ancak her zaman başarı ile sonuçlanan durumlar olmuyor. Burada ebeveynlere çok büyük sorumluluklar düşüyor. Öğrenilmiş çaresizliği önlemede aile nasıl bir rol oynamalıdır? C: Öğrenilmiş çaresizliğin oluşmasını önlemek gerekiyor. Öğrenilmiş çaresizlik nasıl olur? , her insan, her hayvan, her şeyi kontrol ve tahmin etmek ister. Bunu becerebilirsek insan öğrenilmiş çaresizliğe düşmez. Depresif durumlar, duygular ortaya çıkmaz. Bir, çocuğun öğrenilmiş çaresizliğe düşmemesini sağlamak gerekiyor. Çocuk her şeyi kontrol edemez ancak bazı şeylerin kontrolü çocukta olmalı. “Onu yeme, onu giyme, ona bakma” tarzı o kadar çok genelge veriyor ki bazı ebeveynler, çocuğa kontrol edecek bir şey kalmıyor. Robota dönüşüyor çocuk. Bu durumlarda öğrenilmiş çaresizliğe düşmemesi için imkan sağlanmalı, eğer varsa çocuğa kontrol imkanı verilmeli. Mesela aileler çocuğun en iyi elbisesini giydirip parka götürüyor, sonra, kuma girme, çamurla oynama diyor. Eski kıyafet giydirip izin verilmeli çocuğa. Çocuk bir şeyleri manipüle etmeli. Çocuğun yapmaması gerekenler listesi ne kadar uzarsa, o kadar kısıtlanır, zihinsel ve bedensel olarak gerilemeye başlar. Bunlar yapılmamalı. S:2012 yılında Küçük Şeyler programınızda “anne, baba eleştirmek ister, ancak eleştirme geliştirmeye yönelik olmalıdır. Eleştiri çocuğun karakterine yönelik olursa, kendi küçük otoriteleri yıkılıyor” diyorsunuz. Eleştiri yapılırken uzlaşma nasıl sağlanabilir ve üslup nasıl olmalıdır? C: Eleştiri cezalandırıcı olmamalı, geribildirim şeklinde olmalı. Mesela Forrest Carter’ın Küçük Ağacın Eğitimi adlı bir romanı vardır, orada dedesiyle yaşayan çocuk, dedesinin içki yaptığı kazanı temizlemek istiyor ve temizledikten sonra dedesi “çok güzel temizlemişsin, yarın içkilerimiz kötü kokmayacak” diyor ve çocuk kendiyle gurur duyuyor. Dede aferin demedi ancak geri bildirim verdi. Çocuk iyi temizleyemeseydi ve dede şurada biraz leke kalmış yarın içkilerimiz kötü kokabilir deseydi de ceza ya da eleştiri olmazdı, geri bildirim olurdu. Çocuğun durumu anlamasına izin vermek gerekiyor. S:Son olarak konuştuğumuz konudan bağımsız, bir psikoloji öğrencisi olarak merak ettiğim, psikoloji okuyanlara ve okuyacak olanlara sizin tavsiyeleriniz nelerdir? C: İnsanlarla iletişim halinde olun, psikolojik, sosyolojik, istatistik, SPSS kitapları okunmalı, bunlar güzel, ancak bunların yanı sıra güzel kitaplar okunmalı, Dostoyevski, Victor Hugo, Kemal Tahir, Yaşar Kemal, Hüseyin Rahmi gibi. Herkes okumalı fakat psikolog daha çok okumalı. Güzel, kaliteli film izlenmeli, Karagöz ve Hacivat Neden Öldürüldü? İzlenmeli, Nuri Bilge Ceylan filmleri izlenmeli. Güzel ve kaliteli filmlerde, insan ve insanın zengin iç dünyası ile bedavaya karşılaşırız. Mesela Arthur Miller’ın birkaç eserini izlersin, hayatta karşılaşamayacağın insanlarla tanışırsın. Mesleki bilgileri geliştirmek gerek ancak romanı, kaliteli tiyatroyu göz ardı etmemek gerekiyor.

Yağmur Zeynep KAROVA

6


Yrd. Doç. Dr. Murat Paker ile Röportaj İstanbul Bilgi Üniversitesi Klinik Yüksek Lisans Programı Koordinatörü Yrd.Doç. Dr. Murat Paker ile Klinik Psikoloji Master programları ve Psikoloji eğitimi hakkında güzel bir sohbet gerçekleştirdik. -Bilgi Üniversitesi’ni ülkedeki diğer okullardaki klinik psikoloji yüksek lisans programlarından ayıran özellikleri nelerdir? Bu program neleri içeriyor? 2005’ten beri tamamen uluslar arası kalite standartlarına göre oluşturduğumuz bir programdır bu. Klinik psikoloji master ve doktora programlarında birkaç temel olması gerekir. Bir tanesi teorik eğitim, diğeri pratik-uygulama yapabilme, bir diğeri ise tecrübeli klinisyenlerden terapi ve psikolojik testler için süpervizyon alabilmektir. Bizim programımız en başından itibaren bütün bu koşulları sağlayan bir programdır. Kadromuzda önde gelen klinik psikolog hocalarımız, süpervizörlerimiz var. Sadece akademi dünyasıyla değil, alanda klinik psikolog olarak çalışan değerli, kaliteli terapistlerimizi de programa entegre etmiş durumdayız. Çok yoğun bir klinik staj imkânı sağlayabiliyoruz. Türkiye’de bizden daha yoğun klinik staj ve süpervizyon imkanı sağlayan başka bir klinik yüksek lisans programı olduğunu sanmıyorum. En güçlü yanımızın bu olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca, Türkiye’deki en fazla kredi alınması gereken klinik psikoloji programı bizim programımızdır. Bazı doktora programları anca bu kadar kredi sayısına sahiplerdir. Teorik eğitimin yanında klinik eğitime de çok önem veren bir program. Diğer bir ayırıcı özelliği, ağırlıkla psikanalitik-psikodinamik bir yönelimi olması. 3 tane alt dalımız var; yetişkin, çocuk-ergen ve çiftaile terapisi alt dalları. Bu alt dallarda hangi yönelim ağırlıklı olursa olsun, dogmatik bir şekilde tek bir yaklaşımı izleyen bir program değil, olabildiğince esnek, danışanın ihtiyaçlarını ön plana alan, bütünleşik çalışmayı amaçlayan bir program. Çocuk-ergen alt dal programımız Türkiye’deki ilk ve tek çocuk-ergene özel programdır. Bu da bir başka ayırt edici özelliğimiz diyebilirim.

-Peki, bu programa girebilmek için insanlar nasıl bir süreçten geçiyorlar? Başvurular ya da sınavlardan biraz bahsedebilir misiniz?

Mart ayında tanıtım toplantısını yaptıktan sonra, nisan ortası gibi başvuru süreci başlıyor. Mayıs ortasında online olarak yapılan başvuru belgesiyle birlikte ek olarak transcript, diploma, niyet mektubu, referanslar vs gibi başka belgelerle birlikte bu başvuru dosyasını bize göndermelerini istiyoruz. Her yıl 120-140 arasında başvuru alıyoruz. Her alt dala maksimum 10 kişi alabiliyoruz. Dolayısıyla oldukça rekabetçi bir değerlendirme süreci var. İlk aşamada başvuru dosyalarını elden geçiriyoruz ve yaklaşık 15-20 faktörü puanlayıp bir başvuru dosya puanı ortaya çıkartıyoruz. Daha sonra eğer dosyada büyük bir eksiklik yoksa başvuranların çoğunu mayıs sonundaki “yazılı bilim sınavı” na davet ediyoruz ve oradan da bir sınav puanı çıkıyor. Bu sınav puanıyla başvuru dosyası puanını birleştirip bir sıralama oluşturuyoruz ve ilk sıradaki 40-50 kişiyi mülakata çağırıyoruz. Bu mülakat Türkçe oluyor ve 2-3 hocanın katılımıyla bir tür klinik görüşme gibi, kişinin kişilik yapısını, olgunluk düzeyini, terapist olmaya uygun olup olmadığını değerlendirdiğimiz bir görüşme yapıyoruz. Buradan da bir puan alınıyor ve başvuran kişi bu aşamaya kadar alınan bütün puanların toplanmasıyla nihaiyi bir puan elde ediyor. Bu puana göre insanları yerleştiriyoruz. Bunun dışında da ALES sınavından da en az 65 puan alınması gerekiyor.

7


-Başvuru dosyasında sosyal sorumluluk projelerine katılmış olmak ne kadar önemli? Tabi ki hiç önemsiz değil, ama her şey de değil. Tabi ki çok yönlü, kendisinden başka insanlarla, toplumla da ilgili biri olması kişi için pozitif faktörlerdir. -Tezli ya da tezsiz olarak mezun olmuş olmanın ilerde ne gibi farklılıkları vardır? Geleceğimiz açısından hangisinin artıları daha fazladır? Programa alırken herkesi artık tezli olarak alıyoruz. 1.yılın sonunda isteyenler ve bizim uygun gördüklerimiz projeliye geçiş yapabiliyorlar. Ancak tez daha kapsamlı bir araştırma yapmak, daha büyük bir ürün ortaya koymak demektir. Metodolojik olarak çok daha sağlam bir çalışma gerekiyor. Proje teze göre daha mütevazı, büyükçe bir ders ödevi olarak düşünülebilir. 40-50 sayfalık bir değerlendirme raporu, kapsamlı bir vaka raporu vb. projeye örnek olabilir. Teze göre harcanacak süre açısından daha küçük ölçekli bir şey. Farkından bahsedecek olursak, artık günümüzde bazı doktora programları tezli yüksek lisans programını şart koşuyor. Eğer ilerde öğrenci Türkiye’de doktora programlarına başvurmak istiyorsa, tezli yüksek lisanstan mezun olması gerekiyor. Ancak bazı doktora programları sadece lisans mezunu olmayı kabul edebiliyor, o zaman da yüksek lisansı tezli ya da tezsiz yapmanın bir farkı yok. Aynı şekilde yurt dışında doktora yapma niyeti varsa, o zaman da çoğu yer için tezli ya da tezsiz fark etmiyor. İyi bir rapor çıkarmak yeterli oluyor. -Programın çok yoğun olduğundan bahsettiğiniz. Bu yoğunlukta çalışmak mümkün mü? Full time çalışmaya pek izin vermeyen yoğunlukta bir program bu. 1.sene teorik dersler var ve toplamda iki tam güne yakın okulda derslere girmek gerekiyor. Boş günler olduğu için bir sürü öğrencimiz esnek işlerde, programlarını kendileri ayarlayabildikleri işlerde çalışabiliyorlar. 2.yıl yoğunluk daha da artıyor. Çok okuma yapmak ve ödev yapmak gerekiyor. Ayrıca staj devreye giriyor, bazı toplantı şeklinde dersler ve grup süpervizyonları var. Öğrencilerimizden hem iç staj, yani okulumuzdaki psikolojik danışmanlık merkezinde, hem de dış staj yapmalarını istiyoruz. Bunlara ek olarak tez-proje işleri var. Bu yoğunluktan dolayı genelde tez-proje 3.seneye sarkıyor. O zaman da öğrencilerimiz bir sene daha staj yapıp, bir miktar daha süpervizyon alıyorlar. Böylece öğrencilerin çoğu danışanlarını 1,5-2 sene kadar terapide izleyebilme şansı elde ediyor ki bu mesleğin başında oldukça değerli bir şeydir. Mezun olduktan sonra da bu danışanlarını çalışmaya başladıkları yere taşıma imkânları da oluyor. -Yüksek lisans için alınması gereken bazı dersler olduğunu biliyoruz. Onlardan bahsedebilir misiniz? Lisansı psikoloji olmayan öğrencilerinden 7 tane temel psikoloji derslerini almalarını bekliyoruz. Lisansı psikoloji olanların ise zaten bu dersleri almaları gerekiyor. Bunlar; kişilik kuramları, gelişim psikolojisi, istatistik I-II, araştırma yöntemleri, psikolojik ölçümler ve psikopatoloji. Klinik psikoloji dersi seçmeli ve yüksek lisans için zorunlu değil. -Yurtdışında yüksek lisans eğitimi almakla Türkiye’de almanın nasıl bir farkı var? Hangisi bizim için daha yararlı olur? Master düzeyinde konuşuyorsak, Türkiye’de gayet kaliteli programlar var, bizimkisi de dâhil. Yüksek lisans 20li yaşlarda yapılıyor ve hayatın o aşamasında, o olgunluk seviyesinde daha aşina olduğu bir ortamda klinik formasyonuna başlaması tercih edilebilir. Benim tercihim Türkiye yönünde olur, ancak kaliteli bir programda. Uluslar arası kalite standartlarına ait bir programda yapılmalıdır. Doktoraya devam niyeti varsa, o zaman eğer becerilebiliyorsa bir yurtdışı deneyimi, insanın ufkunu genişletmesi için hem akademik olarak hem yurtdışı tecrübesi olarak tercih edilebilir. Doktora konusunda klinik psikoloji alanında en gelişkin ülke Amerika’dır. İngiltere de düşünülebilir ama buradakiler daha kısa ve biraz daha yüzeysel programlardır. Türkiye’de ise doktora düzeyinde çok az program olduğunu biliyorum.

8


-­‐Sizce klinik psikolog olmak isteyen insanlarda nasıl kişilik özellikleri olmalıdır? En önemlisi duygusal olgunluk meselesidir. Kendinden başkalarını düşünebilme kapasitesine sahip, ani tepkiler vermeyip sakin ve sabırlı durabilen, bir sürü şeyi kendi içinde evirip çeviren, konuşmadan ve davranmadan önce bir düşünsel süreç geçirebilen kişiler olmalılardır. Kendini eleştirmekten kaçınmayıp, sürekli haklı olma peşinde olmamalıdır. Kendi narsisizmiyle epeyce yüzleşebilmiş olmak çok önemli. Bunlar olmadan iyi terapist olunamaz. -Son olarak şuan psikoloji eğitimi alan ve klinik psikolog olmayı düşünen öğrencilere tavsiyeleriniz nelerdir? Türkiye’de maalesef ilkokul, ortaokul, lise düzeyinde çok özel, nadide okullarda değilseniz hem kamu eğitim sistemi hem de özel okulların büyük çoğunluğu eleştirel düşünmeyi öğretmeyen, ezberci, monoton insanlar yetiştirmeye yönelik bir eğitim sistemimiz var. Üniversite gibi araştırma, geliştirme, yaratıcılık ve eleştirel düşünmeyi gerektiren bir yerde bu insanlar bocalıyorlar. Üniversitelerin çoğu da aynı kalitesizlikle eğitime devam ediyor. Klinik psikologluk yaratıcılık, derinlemesine eleştirel düşünmeyi gerektiren bir meslektir. Bir insanın iç dünyasına girebilmek, yardım etmek, kendi iç dünyanızı değerlendirebilmek ve bütün bunları teorik bir çerçeveye oturtabilmek sıradan bir iş değil ve beceri gerektiren bir şey. Dolayısıyla iyi bir donanım gerektiriyor ve bu eğitim sisteminde çocukların kendi kendilerini geliştirmeleri gerekiyor. Bol bol okumak, verilenle yetinmemek, gösterilenin arkasında ne olduğunu merak etmek, resmi müfredatların dışına çıkıp sorgulayabiliyor olmak, gündelik hayatta ne olup bittiğini takip etmek ve edebiyatla yakından ilgilenmenin gerekli olduğunu düşünüyorum. Önerilerim bunlardır.

9

Selin GÜNKAYA


Kulüp Etkinliklerimiz 18 Ekim 2014 Psikoloji Kulübü Tanışma Toplantısı

20 Kasım-20 Aralık 2014 Eğitime Kitap Köprüsü Projesi

Geçtiğimiz yıl Duygu Başak Gürtekin tarafından başlatılan BİLGİ’DEN EĞİTİME KiTAP KÖPRÜSÜ PROJESİ ile ihtiyacı olan 2 okula Kitap ve Eğitim Malzemesi Desteklerimizi sağladık. Zor durumda olan okullara elimizden geldiğince yardımcı olabilmek için bütün üniversitelerdeki öğrencilerin benzer projeler geliştirmelerini ve yardımcı olmalarını dileriz.

10


22 Kasım 2014 Edirne Sultan II. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi Ziyareti İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji Kulübü olarak Aralık 2014’te Edirne’ye günübirlik çok keyifli bir gezi düzenledik. Sabahın erken saatlerinde yaklaşık 20-25 kişilik bir ekiple birlikte yola çıktık. Gezi boyunca olduğu gibi yolculuğumuzda oldukça keyifli ve eğlenceli geçti. 3,5 saatlik bir yolculuğun ardından ilk durağımız Edirne Balkan Şehitliği ve Müzesi’ydi. Sarayiçi’nde olan bu şehitlikte Balkan Savaşı’nda düşman işgaline karşılık verilen 300.000 şehit ve 1913 yılında Sarayiçi’nde aç ve susuz bırakılarak öldürülen 20 bin şehit anısına yaptırılan bir anıt da vardı. Orada görev yapmakta olan bir asker bütün samimiyetiyle şehitlikteki her köşede, oradaki müzede bizi gezdirip hikâyelerini anlattı. Edirne’ye gelindiğinde mutlaka gezilip görülmesi gereken bir yer olduğunu söyleyebiliriz. Burayı gördükten sonra, tekrar otobüse binerek Selimiye Camii’ne doğru yol aldık. Camiye geldiğimizde arkadaşımız İdil, bize Selimiye Camii’nin Edirne’nin her yerinden görülebilecek şekilde inşa edildiğinden bahsetti ve camiinin tarihini ve mimarisini anlattı. İçeride en ilgimizi çeken ise “Ters Lale” motifiydi. Oradaki insanlar bu lale motifinin rivayetlerinden bize bahsettiler ve birçok rivayet olduğunu öğrendik. Örneğin bir rivayete göre, caminin inşa edileceği alan önceden bir lale bahçesiymiş ve bahçenin sahibi arsayı satmak istememiş. Sonunda da camiye bir lale motifi konulması şartıyla satmayı kabul etmiştir. Caminin içinde ve camiinin altındaki kapalı çarşıda kısa bir turdan sonra meşhur Edirne tava ciğeri yemeğe gittik. Karnımızı da doyurduktan sonra gezinin en merakla beklediğimiz kısmı olan Sultan İkinci Beyazıt Külliyesi Sağlık Müzesi’ne doğru yola koyulduk.

Uluslar arası ödüller de almış olan bu müze, şüphesiz biz psikoloji öğrencileri için büyük önem taşımaktaydı bu yüzden hepimiz büyük bir heyecan ve merakla müzeyi gezmeye başladık. Bu müze, Avrupa’da aynı yıllarda delilik denilecek hastalık durumlarda, hastalar “bunlar şeytandır” gerekçesiyle yakılırken, bu hastanede özenle tedavi edilmeleri açısından oldukça öneme sahiptir. Müzenin her köşesi adeta bizi büyüledi. Özellikle binaya girilince tam ortada hastalar için konserler verilmesi, aynı zamanda su sesi ve güzel kokularla hastaların tedavisine destek sağlanması çok etkileyiciydi. Osmanlı mimarisini de inceleyebildiğimiz bu tarihi mekân, bizim için gezinin en önemli parçası oldu. Buradaki turumuzu da tamamladıktan sonra, yorgun ve oldukça üşümüş bir şekilde İstanbul’a dönmek üzere yola çıktık. Gezi boyunca bol bol fotoğraf çekildik ve birlikte çok güzel vakit geçirdik. Bu geziyi düzenleyen kulüp başkanımız Ercan Evcimen’e ve gezi boyunca gidilecek yerlerde bize rehberlik eden arkadaşlarımıza çok teşekkür ederiz. Selin GÜNKAYA

1 Aralık 2014 1. Psikoloji Söyleşileri – Çift Aile Terapisi Nedir Ne Değildir?

Uzm. Çia ve Aile Terapis/, Klinik Psk. Dr. Yudum AKYIL eşliğinde geçirdiğimiz 2 saatlik söyleşimizde değerli hocamız Çift ve Aile Terapisi alanını merak eden arkadaşlarımız için bir yol haritası çizdi. Kendisi ile Çift-Aile terapistinin neler yapabileceği, terapist olmak için izlenmesi gereken yollar, Yurtdışı ve Türkiye’deki uygulamaları, diğer ruh sağlığı alanları ile kesiştiği ve ayrıştığı noktalar üzerine interaktif bir söyleşi geçirdik.

11


17 Aralık 2014 Karanlıkta Diyalog Semineri

Proje Kurucusu Hakan Elbir, Proje koordinatörü Seçil Erden, Görme Engelli Rehber Harun Sarıkaya ve Psk. Tuğçe Şahbaz ile Üniversitelerde “Karanlıkta Diyalog Sergisi”ni bilgilendirme amacıyla çıktıları yolda kendilerine ev sahipliği yaptık. Seminer, kısa bir farkındalık sunumu ardından, aktarmak istenilenlerin anlatıldığı ve merak edilenlerin sorulduğu interaktif bir söyleşi olarak geçti. Bu güzel sergiyi ve söyleşimizi kaçıranlar için ise iyi bir haberimiz var. Ekibin projeyi geliştirip önümüzdeki yıl “Diyalog in the Silince” ve “Diyalog with Time” gibi projeler ile Gayrettepe Metrosu’nu Diyalog Müzesi haline getirmeyi amaçladıklarını öğrendik.

27 Aralık 2014 Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastane’sinde Yılbaşı Etkinliği

Bizler bu yüzyılda yetişen gençler olarak hayata 1-0 önden ve şanslı başlıyoruz. Etrafımızda bildiklerimiz dışında yüzlerce hastalık, sorun ve sıkıntı var; üstelik hastalığın kimi bulduğu maalesef hiç fark etmiyor; yaşlısı, genci, bebeği… Biz de bu sıkıntılara biraz olsun merhem olabilmek için Bilgi Üniversitesi Psikoloji Kulübü ve Hayata Renk Ver Derneği olarak 27 Aralık günü sürpriz bir parti düzenledik! Göztepe hastanesi çocuk servisinde yatan küçük kardeşlerimize eminim ki unutamayacakları (çünkü ben de unutamayacağım) bir yılbaşı partisi hazırladık. Par/nin kendisi kadar hazırlığı da çok eğlenceli geçti aslında. Balonlar, duvar süsleri, yazılar, oyuncaklar alındı, bir güzel paketlendi her şey, duvarlar süslendi, müzik provaları yapıldı, oynanacak oyunlar kararlaştırıldı ve sürprizi gerçekleştirmek kaldı sadece! Son olarak da tek tek odalarına girdik ve partimize çağırdık bütün aileleri. Gözlerinden o kadar belliydi ki ne kadar heyecanlandıkları, biz de onlarla aynı duyguları tattık. Canlı müzik eşliğinde başladı partimiz. Kurabiyeler, pastalar yenildi, oyunlar oynandı, şarkılar söylendi. Biz de onlar kadar eğlendik! Bu yılbaşı partisi benim psikoloji kulübüne girip katıldığım ilk etkinlikti ve o kadar güzel geçti ki, insanın elinden geldiği sürece başkalarına yaşattığı mutluluğun paha biçilemez olduğunu anladım! Unutulmaz bir gece olduğunu düşünüyorum ve bunun benim için sadece bir başlangıç olduğunu da biliyorum. Umarım seneye kulübümüze katılan yeni arkadaşlarımızla daha da güzel organizasyonlar gerçekleştirir ve büyük küçük genç yaşlı herkesin yüzünü güldürürüz. Peri PUR

12


12 Mart 2015 Otizm Farkındalık ve Bilgilendirme Semineri

12 Nisan 2015 tarihinde Uzm. Psk. Sandra Pasensya Duenyas'ın katılımıyla okulumuzda bir Otizim Ve Farkındalık Semineri düzenledik. Kendisinden sunum boyunca otizm ve otizmli arkadaşlarımız hakkında bilgiler aldık. Bizim için çok keyifli geçen bu etkinlikte bizimle birlikte olduğu için Uzm. Psk. Sandra Pasensya Duenyas'e teşekkür ederiyoruz

18-19 Nisan 2015 İstanbul BiIgi Üniversitesi II. Ulusal Psikoloji Günleri

18-19 Nisan’da Psikoloji Kulübü olarak dönemimizin en önemli ve geniş kitlelere hitap eden aktivitesini gerçekleştirdik. İstanbul Bilgi Üniversitesi 2. Ulusal Psikoloji Günleri okulumuz hocalarının da aralarında bulunduğu çok sayıda konuşmacı ve konuğun katılımıyla herkes için keyifli ve bilgilendirici geçti. Gün sonlarında yapılan workshoplarla gelen katılımcılarımız, uygulamalı olarak Psikodrama, oyun terapisi ve EMDR deneyimleri yaşadı. İki gün boyunca seminerlere katılan katılımcılarımıza sertifikalarını verirken konuşmacılarımıza da TEMA Vakfından adlarına dikilmiş fidanlar hediye ettik.

13


27 Nisan 2015 Yrd. Doç. Dr. Ryan Wise ile Film Analizi

National Geographic’in tabular ve dövmeler hakkındaki belgesel gösterimi yapıldıktan sonra Yard. Doç. Ryan Wise ile beraber dövmelerin psikolojisi üzerini bir konuşma gerçekleştirdik. Düzenlediğimiz ilk ingilizce olan etkinlikte yabancı öğrencilerin de aramıza katılabilmesi için güzel bir fırsat oluştu. Belgeselde dövmelerin tarihi, hangi kültürlerde nasıl uygulamalarının olduğunu öğrendikten sonra dövmeler hakkında yanlış bilenenler ve toplumun dövmeli kişilere karşı olan bakış açıları tartışıldı.

28-29 Nisan 2015 İSTPOD Programı

TPÖÇG ün bir organizasyonu olan ISTPODu bu dönem bölümümüzde gerçekleştirdik. İstanbul Bilgi Üniversitesi TPÖÇG Temsilcimiz Melis OKUR’un yardımıyla, gelen misafir öğrencilerimizle çok keyifli 2 gün geçirdik. ISTPOD bir günlük öğrenci değişim programıdır. Bu programda İstanbul'daki diğer üniversitelerden gelen 5 öğrenci bir ya da iki gün boyunca okulumuzda bizim seçtiğimiz psikoloji bölümü derslerine katılıyor. Misafir arkadaşlarımızla 2 gün boyunca Introduction To Neuroscience, Interpersonal Dynamics, Adolescent Development ,Psychopathology ve Social Psychology derslerine konuk oldular.

14


Kulüpçe Katıldığımız Etkinlikler 25 Ekim 2014 TPÖÇG Sabah Kahvaltısı

7 Kasım 2014 Komşu Çocukları Bilgi’yle Büyüyor

6 Nisan 2015 TPÖÇG Beyoğlu Öğretmen Evi Akşam Yemeği

1 Aralık 2014 TPÖÇG “That Face” Tiyatro Oyunu

12 Mart 2015 İst. Psikodrama Enstitüsü Spontanite Tiyatrosu

15


Kitap Analizi:Çavdar Tarlasında Çocuklar Jarome David Salinger tarafından yazılmış ve ilk baskısı 1951’de Birleşik Krallık ve ABD’de yayınlanmış, oldukça sıkıntılı süreçlerden geçmesine, birçok engelle karşılaşmasına rağmen, günümüzde en ilgi çekici ve önemli eserler arasında yerini kaptırmamış, her bir yoruma ayrı anlamlar katabilen, güncelliğini kaybetmeyen ve öngörüsü çok yüksek bir kitaptan bahsedeceğim. Bu kitabı bu kadar ilginç kılan özelliği ise söz ettiğim gibi, öngörüsünün çok yüksek olması. Çağının çok ötesinde bir anlatımının olduğunu görüyoruz. Günlük hayatta her ergenin düşündüğü, yaşadığı ancak dile getirirken zorluk çektiği olayları içtenlikle, “sanki benim düşüncelerimi okuyor” dedirtecek cinsten okuyor olmak ise okuyucuyu kitaba bağlıyor. Bu kitabı okuması oldukça güç, kendini tekrarlıyor ya da abartıyor düşüncesine kapılıyorsunuz fakat kitap bittiğinde bir müddet o satırları tekrar gözden geçirme ihtiyacı da duyuyorsunuz. Modern zamanların başyapıtı olarak değerlendirilen ancak “ahlak dışı” ve “açık saçık” bulunduğu için Amerika’nın belli kesimlerinde oldukça uzun bir süre yasaklanmış olmasına rağmen, okullarda en çok okutulan kitap olma özelliğini de taşıyor. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar misali. Stylist.co.uk sitesinin sonuçlarına göre, bu kitabın giriş cümlesi ilk 100’de ve kapanış cümlesi de ilk 15’de yer almaktadır. Kitap, ana karakterimiz Holden Caulfield’in ağzından yazılmıştır ve 3 gününü anlatmaktadır. Holden 17 yaşında bir çocuktur ve bir ağabeyi ve kız kardeşi vardır. Allie adında da ölmüş kardeşten söz edilir. Kardeşi öldüğünde Holden 13 yaşındadır ve çok üzüntü duyar çünkü Allie’ye karşı çok fazla sevgisi vardır. Holden başta kendisi olmak üzere herkes ile çatışma halinde olan bir ergen ve yaşadıklarını abartılı bir biçimde ortaya koyan bir çocuk fakat okurken farkediyoruz ki kendisinin de göremeyeceği kadar kırılgan, hassas ve sevecen bir çocuk. Herşeyden yakınmasına rağmen bir özlem içinde olduğu da açıktır. Holden anlatılan dönemden öncesinde iki kez okuldan atılmış ve üçüncüsü de dönem içindedir bu yüzden de öfkesi oldukça fazladır. Çevresine, kendisine, öğretmenlerine yüzeyde kibar ancak içten içe kızgın ve kırgın. Kardeşinin ölümü tam da ergenlik başlangıcına gelmiş ve bu yük ona ağır gelmiş olabilir. Zaten ergenlik başlı başına bir sorunken bu da eklenmiş. Derinlemesine inceleyecek olursak eğer; psikolojide ergenlik üzerine yapılmış araştırmalara bakmak gerekir. Erikson, ergenliği, psiko-sosyal gelişme evreleri listesinde; kimlik bulma dönemi olarak nitelendirmiş, ergenin “ben kimim” ve “ne olacağım?” sorularına cevap bulmayı görev edindiğini söylemiştir. Yine Erikson’a göre, her ergen kimlik bunalımı yaşamaktadır ve bu sorgulamanın sonucudur. Kardeşi öldüğünde Holden 13 yaşında ve ilk ergenlik dönemindedir. Bu dönemde ki çocuklar kendileriyle oldukça ilgilidirler, ve ailesinden birini kaybetme korkusu en çok bu dönemde yaşanır. Holden’ın da başına gelmiştir ve farkında olmadan ailesine karşı hissettiği sorumluluk artmıştır ve bu dönemde somut-soyut düşünceler anlam kazanmaya başlar. Soyut düşünceleri anlama ve yorumlayabilme bu dönemde oturur. Holden’ın geçirdiği zorlu dönemde bu kavramlarla başa çıkabilmek uğraştırıcıyken, yaşanan trajik olay, gelişiminde etken rol oynamış olabilir. Holden başarısızlıklarını insanların sahtelikleriyle bağdaştırmaktadır. Kimseyi samimi bulmaz Holden, insanların iyi görünüşlerinin altında hep farklı düşünceleri olduğuna inanır kendisine acıdıklarını düşünür. Bunun sebebi de kendi hatalarını farketmesinden kaynaklanıyor olabilir. Holden hatalarını farkediyor ancak bir değişim gerçekleştiremiyor ya da değiştirecek gücü henüz kendinde bulamıyor. Holden’ın kitapta anlatılan dönemine dönecek olursak; 17 yaşında bir ergen ve bu yaş grubunda orta ergenlik yaşanmaktadır. Kimlik arayışının yanı sıra cinsel kimlik arayışı da başlar. Dünyayı anlama kabiliyeti, neden-sonuç ilişkisi ve gelecek kaygısı bu dönemde yaşanır. Holden bu dönemde yaptıklarını farketmiş ancak duymak istememektedir. Holden 3 günlük hikayesinde kızlardan da söz etmiştir ve kızlara yaklaşımında dışarıdan oldukça girişken görünse de iç dünyasını anlatırken samimiyetsizliklerinden dolayı çekingenliği de vardır. Bu dönemde ergenler kendine bir idol seçer ve Holden her ne kadar ağabeyi için de aynı şeyleri düşünse de onu “olmak istediği kişi” seçmiştir. Bunu kitapta bir barda ağabeyinin eski kız arkadaşına yanaşmasından ve ağabeyini kötülemesinden anlıyoruz. Holden 17 yaşında kendini artık her şeye erişebilir ve olduğundan yaşça büyük görmektedir bu sebeple de karşı cinse yaklaşımı oldukça çocukça görünmektedir, kuramadığı ilişkilerden dolayı da öfkesi artmaktadır. Bu dönemde ki ergenlerde kaçış da gözlemlenir çünkü bu dönemde korku yoktur ve dışarıya özlem vardır. Holden küçük kız kardeşine oldukça düşkündür ve yaptığı kaçış planından önce Phoebe ile vakit geçirmek ister ancak Phoebe’de onunla beraber gelmek ister bu sebep olmuş olacak ki Holden o anda her şeyi tam olarak anlamış görünüyor ve planından vazgeçiyor. Bir anda kendisi dışında da bir sorumluluk ve yaşanan trajik olayın etkisi ile Holden her şeyi göze alır ve psikiyatr hastanesine yatar.

Zeynep Yağmur KAROVA

16


Film Analysis What’s Eating Gilbert Grape Synopsis: Gilbert Grape lives in Endora with his family, where “nothing really happens”. The care of his handicapped brother is mostly upon his shoulders while his obese mother is also a burden in his life. Everything is pretty much the same in everyone’s lives at Endora until Gilbert experiences a shift in the course of his life which will lead him to reconnecting with his emotions. Analysis: As Gilbert has put it, “describing Endora was like dancing to no music”. We see that almost every character in the story has problems about moving on and making changes in their lives. The town has a depressive, passive mood. Gilbert’s ordinary life is consisted of taking care of Arnie, his handicapped brother and working at an unsuccessful market. When he is at home, he and his sisters take care of their obese mother. Gilbert has many responsibilities which keep him from changing, evolving. The extremely obese mother is one of the reasons for Gilbert’s current situation. Her husband, the father of the children killed himself 17 years ago in the basement of the family’s current house without saying goodbye or giving any explanations. The father had also built this house. The mother, after the suicide of her husband was left with all the children and responsibility in addition to the shock of the sudden death of her husband. The first 10 years after the death, she had managed well but the last 7 years; she has not left the house. We usually see the mother in the living room couch. She sleeps there, she eats there (the dinner table is brought to her) and rarely ever gets up. She is extra devoted and attached to her children both because of her medical condition and her fear of being left behind again. She keeps telling her children “not to disappear on her like that”. The condition of the mother has a severe effect on Gilbert. We see that he has a passive aggressive attitude towards her; he does not feel connected to her and at times does things deliberately that will hurt her. The reason for this might be both because he is left with all the responsibility and because he feels that his mother does not ever take control over things and leaves the children alone. The fact that his mother is “wedged in the house” as Gilbert says is a reason for the lives of the children to stay the same perpetually. They cannot move, change their place because she is in such condition. The father is another reason behind Gilbert’s passive aggressive behaviour and hopeless state of mind. We never actually see the father but it is clear that it is an unsolved issue for Gilbert. The fact that her husband is dead is still unbearable to the mother and Gilbert’s heart is still broken. Later in the movie we find out that Gilbert’s father used to be a man who “didn’t give anything”, “no one knew what he felt” and that “it was as if he was already dead”. He was possibly in depression and this description of him shows that he was probably just as passive, unchanging and motionless as the mother and also Gilbert himself. It is also possible that the mother took a position as she did, not leaving the house, making herself immobile because she wanted to reflect the mood of her husband. It might be that she missed her husband so much or felt the absence of him so much that she became like him in a way, reflecting a similar kind of emotion to the family, creating a similar stabilization. There is also a great possibility that the mother attached herself to the house so much because the house is the only thing that is left of the father. He had made the house and he had killed himself in it. The house has a very specific role in the movie. The mother is attached to it so the children are attached to it. The mother was probably so afraid of letting her husband go that she decided to almost lock herself in the house as well as the rest of the family. Gilbert states in the movie that they cannot move away from the house because of her mother’s situation. Staying in that house somehow connects them to the father and keeps them attached to the past. The shift begins when Becky drops in town for a while with her grandmother while passing by with their van. Becky is a soul who cannot settle, she is always on the move. As they get to know each other with Gilbert, he starts to change. The first thing that changes when Becky gets in the picture is that Gilbert now has somewhere to escape to. He starts to want to spend time with her and in order to do this he will have to give up some of his responsibilities. Becky gets the weight off of his shoulders and his feelings for her help him to discover and express other emotions he’s been avoiding. A key point in the story is when Becky asks Gilbert, “What do you want?” and Gilbert responds with a list made of wishes for everyone around him but himself. Right after he’s able to say what he actually wants for himself, we see that Arnie has put himself in danger and Gilbert has to save the day again. Although this time he is not able to and Arnie is arrested. This is an important turn in the story because for the first time ever, someone other than Gilbert, the mother, decides to take control, to act. Arnie is not being released and she is determined to get him back home. She gets up, gets out of the house and to the police station with the rest of the family. After they get Arnie back, they are faced with the stares of a big crowd. Their mother is out of the house for the first time in 7 years and the local people see her for the first time. They look at her like she’s an act at a circus because of her weight. It is the first time the children also feel the shame. They experience it together. This incident changes everything. From this day on, we see a movement in the children. The movement of the mother is like a permission for the children to get moving as well. Gilbert’s attitude towards her mother also changes, it is seen that he starts to care for her and decides to protect her. Another shift happens when Gilbert faces his anger towards Arnie. He ends up hitting him and running away. He drives out of Endora but returns in a short while. He is seen crying for the first time and he is also able to give in to Becky completely for the first time. It can be said that many of his emotions are laid out that day. Becky will soon be leaving yet Gilbert is able to open up to her completely and he shares his unspoken issues about his father. It can be interpreted as Gilbert figuring out his anger for his mother was actually towards his father. Yet not even towards his father but towards himself. He was possibly angry with himself because he became like his father, motionless, inert. He was angry he could not be himself, live for himself. These scenes are basically the climax of Gilbert’s process of changing and becoming more in touch with himself and his emotions. He progressively lets go of all the bottled up emotions towards his mother, father and brother. The final resolution in the story happens when the mother meets Becky. This is specifically important because Gilbert is making something he wanted to happen, happen, maybe for the first time ever. We see him saying, “No, this is what I want.” After they meet, the mother decides to go upstairs which is a shocking decision. Due to her extreme weight, it is almost a miracle that she would climb the whole flight of stairs. Yet she does, without stopping or looking back. This is somehow a bigger step than getting out of the house because she is not doing it for somebody else this time but solely out of her own desire. She goes upstairs and lies in the bed her daughter had set up for her ages ago. She makes a change. Here, she talks to Gilbert. It is the first time we see him receiving recognition and approval from his mother. After a while, she passes away. The grand finale is when Gilbert decides he won’t let his mother “be a joke” which is kind of like a last promise he keeps to her and he suggests they burn down the house as a funeral. They all know that if they were to bury her, she would be humiliated. So they all agree and the house is burnt down. It is burnt down with all the weight of the past, of their mother and their father. The children are now free. They have no attachment, the anchors are set free. Then, we see Gilbert and Arnie, exactly one year later. A line which has been said throughout the movie was, “We’re not going anywhere.” Yet now, at the end, Gilbert tells Arnie, “We can go anywhere, if we want.” Tuvana ADALI

17


Kitap Analizi:Arendt’in Gözünden Kötülüğü Yeniden Tanımlamak Kötülüğü her zaman gerçekten içlerinde kötülük barındıran, şeytani insanların yaptığını düşünürüz. O insanlar öyledir ki; akılları, kalpleri nefretle doludur. Kimseyi sevmezler, düşünmezler. Aileleri, arkadaşları, diğer insanlar eğer menfaatlerine uymuyorsa bir önemleri yoktur. Gerçekten içlerinde şeytani bir dürtü vardır ve hep kötülüğe çalışırlar. Aslında böyle düşünmek bizi, vicdanlarımızı rahatlatır biz her ne kadar farkında olmasak da. Çünkü onlar zaten kötüdür ve bizden değildir. Onların kötü olması sorumluluğumuzu alır üzerimizden. O insanlar için yapabilecek bir şey yoktur. Kötülük bütün bedenlerini ve ruhlarını esir almıştır ve dünyada her zaman böyle insanlar olacaktır. Peki ya kötülüğün o “karanlık” insanlar tarafından değil de gerçekten içimizden olan, bizim “normal” olarak addettiğimiz insanlar tarafından yapılabileceğini düşünürsek, kötülüğe ve “kötü” dediğimiz kişilere bakışımız nasıl olurdu acaba? Hannah Arendt, Margaretge Von Trotta’nın yönetmenliğini yaptığı ve fikirleriyle bizlere bambaşka ufuklar sunan Arendt’in hayatını anlatıyor. Arendt kimsenin aklına gelmeyen ve mümkünlüğüne inanmadağı, kötülüğün çok sıradan dediğimiz insanlar tarafından yapılabileceğini görüyor ve şiddetle savunuyor “kötülüğün sıradanlığını”. Film Yahudi soykırımında bir nevi koordinatörlük yapan Adolf Eichmann’ın yakalanmasıyla başlıyor. Aslında Arendt de Eichmann’ı görene kadar kötülüğe dair böyle bir düşünceye sahip değil. Herkes gibi o da, insanları ölüme gönderen bu adamın bir şeytan olduğuna, Yahudilere karşı büyük bir kin ve nefret beslediğine inanıyor. Ancak onu yargılamak için gittiği mahkemede görüyor ki; Eichmann yaptığı onca kötülüğe, bile bile ölüme gönderdiği onca cana rağmen sıradan bir insan. Hatta o kadar sıradan ki Arendt’e kötülüğü sorgulatıyor ve Arendt o noktada farkediyor bütün herkesi karşısına alması gereken o gerçeği. Mahkemede Eichmann’a suçlamalar yönlendirildiğinde, Eichmann kendisini suçlu olarak görmediğini, sadece bir devlet memuru olduğunu bir Nazi olarak ona ne dendiyse onu yaptığını ifade ediyor. Bunları söylerken de gerçekten kendisini suçlu hissetmiyor. Onu yargılıyan Yahudi mahkemesi yaptığı savunmaları kabul etmiyor ve suçlu buluyor Eichmann’ı. Ancak Arendt farklı bir noktadan bakıyor ve kimsenin göremediğini görüyor. O görüyor ki; Eichmann Yahudilere karşı bir kin beslemiyor; bunu gerçekten onları sevmediği, nefret ettiği, içinde kötülük barındırdığı için yapmıyor. Bunları yapıyor çünkü işi bunu gerektiriyor; tabiri caizse o bir “ emir kulu”. Yani mahkemenin dediği gibi Arendt, Eichmann’ı yalancılıkla suçlamıyor. Ancak bu demek değildir ki o Eichmann’ın yaptıklarını haklı görüyor. Kendisi de bu yapılanların bir suç olduğunu iddia ediyor; ancak baktığı yer diğerlerinden çok farklı. Arendt'in en çok üzerinde durduğu ve kötülüğü bu denli sıradanlaştıran olarak tanımladığı şey "düşünmemek". Bunu Eichmann'ın yaptığı kötülüklerin gerekçesi olarak sunuyor bize. "Onun tek suçu bir an durup düşünmemesiydi." diyor Eichmann için.Düşünme kabiliyeti aslında ,insanoğlunu diğer canlılardan ayıran ve onu diğer canlılara hakim kılan şey. Aynı zamanda insana empati yapma yetisi veren bir faaliyet ve bence insan düşünüp de empati yapabildiği zaman gerçekten kendisine verilen bu farklılığın ve üstünlüğün hakkını vermiş, yaptıklarını bir manaya bürümüş, bir değerlilik kazandırmış oluyor. Yoksa düşünmeyen ve düşünmesinin sonucunda diğer insanları anlayamayan bir insanın yaptıklarında bir mana aramanın, onlara değer atfetmenin çok da doğru olacağını düşünmüyorum . Dolayısıyla Arendt'in Eichmann'ın kötülüğüne atfettiği sıradanlığı haklı buluyorum. Peki ama Arendt de Yahudi kökenli biri olmasına ve asla Eichmann’ın yaptıklarını haklı görmemesine rağmen neden Yahudiler de dahil herkes onun karşısında yer alıyor, iddialarından ötürü onu suçluyor? Bunun altında yatan asıl nedeni irdelersek diyebiliriz ki; aslında bütün insanlar olarak kötülüğü kendimizden öteleme ve uzakta görme isteğimiz var. Ancak Arendt’in baktığı yerden bakarsak aslında kötülük bu kadar da dışımızda ve bizden uzakta değil. O kötülüğü “düşünmemeye” bağlıyor. Onun perspektifinden bakarsak aslında içinde kin, nefret, düşmanlık barındırmayan sıradan insanlar olsak da eğer düşünmekten uzaklaşırsak biz de bu vahşet olarak gördüğümüz kötülüklerin içinde bulabiliriz kendimizi. Kötülüğü bu kadar yakınımızda ve bizi de ele geçirebilir bir pozisyonda görmek korkutuyor insanoğlunu. İşte tam da bu sebepten ötürü Yahudiler ve diğerleri Arendt’i bu denli sert eleştiriyorlar. Arendt’in baktığı yerden bakmak aslında içinde yaşadığımız dünyayı çok daha iyi anlamımızı sağlıyor. Çünkü onun Eichmann ile farkettiği nokta; kötülüğün düşüncesizlikten kaynaklandığı. Biz öyle bir dünyada yaşıyoruz ki yapılan kötülükler, işlenen cinayetler, katliamlar müthiş zeka sahibi insanlar ve onların kusursuz planları sayesinde gerçekleşmiyor. Aslında Arednt'in de dediği gayet basit ve sıradan insanlar tarafından yapılıyor bunca kötülük. Gücü ellerinde tutan ve bu gücü kaybetmemek için her türlü şeyi yapabilecek olan insanlar tarafından. Bencillik ve güç hırsı onları o kadar kör etmiş ki; bir an olsun durup düşünmüyor, ne yapıyorum demiyorlar. Onların bu tavrında Eichmann'ın daha vahim bir halini görüyorum. Eichmann gerçekten kötü olan ve bunu kötülük için yapan insanların kumandasında çalışıyor; ama günümüz dünyasında bu kumandayı ellerinde bulunduranlar düşünme kabileyetinden yoksun ne yazık ki. Sonuç olarak; Arendt'in kitabında işaret ettiği ve kötülüğü bile sıradanlaştırabilecek güce sahip olan şey; düşünmemek. İnsanı yüceltecek olan da, yerin dibine sokacak olan da aslında kendi içinde. Bu içinde bulundurduğu potansiyeli hiçe sayıp düşünmeyerek, önemsemeyerek kendi sonunu ve birçok insanın sonunu da hazırlayabilir; kullanarak insanlığı kurtaracak çok büyük işler de yapabilir.

Sena DÖNMEZ

18


Hazırlayanlar: Ercan Evcimen Melis Okur Peri Pur Selin Günkaya Sena Dönmez Tuvana Adalı

Bizi destekleyen tüm hocalarımıza ve emeği geçen tüm arkadaşlarımıza teşekkür ederiz.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.