SAYI : 5
PSİKOLOJİ KULÜBÜ DERGİSİ İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ GÜZ DÖNEMİ 2017-2018
İÇİNDEKİLER GİRİŞ...................(3) Güz döneminde neler yaptık ?....(4-6) “Mutluluk, kendinize birkaç damla bulaştırmadan başkalarına dökebileceğiniz bir şey değildir…”(7-8) WHIPLASH..............(9-12) NEREYE BAKARSAM KENDİMİ GÖRÜRÜM?.......(13-14) Hayati Kanı : Önyargı......(15-17) ALMANYA'DA ERASMUS......(18) Hiç Nöbetçi Pastane Aradınız mı ?(19-20)
2017-2018 GÜZ DÖNEMİ SAYI:5 Merhabalar, Yine bir dönemin sonuna geldik. Bir dönem ; 1 mevsim, 3,5 ay, 14 hafta, 98 gün. 98 günde hayatınızda değişen şeyleri sayabilir misiniz? Belki anımsamanızı sağlayabilmişimdir. İnsanın hayatında her günün ayrı bir önemi var; Bilgiyle, birikimle, beceriyle, emekle geçen her günün hatrı sayılır. Geçirdiğimiz güz dönemi boyunca, her yıl olduğu gibi, sizlere çeşitli akademik ve sosyal etkinliği sağlamakla birlikte birçok sosyal sorumluluk projesinde parçası olmanız için ön ayak olmaya çalıştık. Heyecanla belirtmeliyim ki her yıldan farklı olarak, kulübümüzün gelenekselleşmiş Ulusal Bilgi Psikoloji Günlerinin tarihini değiştirdik! Alışılmışın aksine, Ulusal Bilgi Psikoloji Günleri bundan sonra ekim ayında gerçekleşecek. Bu düzende IV.Ulusal Bilgi Psikoloji Günlerini geçtiğimiz Mart ayının başında kaybetmiş olduğumuz değerimiz Prof.Dr. Çiğdem Kağıtçıbaşı anısına 21-22 Ekim 2017 tarihinde santralistanbul kampüsünde gerçekleştirdik. Belki bölümde ilk yılınızın ilk döneminin sonundayız, belki de son’a yaklaşıyoruz artık. Hayatımızın hangi döneminde olursak olalım, yansımalar ve yanılsamalarla hayatlarımıza yön veririz. Bazen yanılsamalar yüzünden, yıllarca verilen emekleri yok sayıp yalnızca duyduklarımızın peşinden koşarken kendi doğrularımızdan ne kadar uzaklaştığımızı göremeyebiliyoruz. Yanılsamalarımızın diğerlerinin hayatına nasıl yansımalar yaptığını hiç düşünmeden karşı’mızdakileri karalayıp, kendimizi ortada konuşulan şeye adayabiliyoruz. Tüm bunlar yaşanırken içerisinde bulunduğumuz ortamı da göz önünde bulundurmalıyız. Birisi hakkında atıp tutmak, kendi isteklerimizi onun istekleriymiş gibi gösterip insanların tepkisini karşı’mızdakine yığmak, birilerini lekelemek çok kolay ancak hepimiz mezun olduğumuzda aynı işi yapacağız. Sistemin üzerimize yüklediği yarış temposunda yaşam insanların birbirini rakip olarak görmesine sebep oluyor ve daha az güçlü karakterler bunun birer çarklısı haline gelip hırslarının kurbanı oluyorlar ve birilerini olmayan şeylerle yaftalayarak kendilerini yüceltiyorlar. Saman alevi gibidir hırsla atılan her adım, önce yanar sonra söndüğünü size en sert poyrazla gösterir. Üniversite hayatınız boyunca aynı sıraları paylaştığınız insanlara karşı hırslarınızı birer kılıç olarak kullanmak yerine, birbiriniz için destek haline getirin. Sizi sert esen poyrazın değil, psikolojinin rüzgarıyla daima oradan oraya sürüklemesine izin verin. Psikolojiyle kalın!
İPEK İBER İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ PSİKOLOJİ KULÜBÜ BAŞKANI
GÜZ DÖNEMINDE NELER YAPTIK
Tea & Talk Sizin için yine çayları demlediğimiz bir dönemdi. Kulübümüzün olmazsa olmazı tea&talk'lar bu dönem de bizleri bir araya topladı.
Sıcak çaylarımız etrafında samimi sohbetlerimizle bir araya geldiğimiz tea&talk etkinliklerimizde bu dönem sizlerin seçtiği''Pardon Modunuz Düşmüş.'' ve ,''Sevişmeden Uyumayalım'' başlıklarından çağrışımlarımızı konuştuk.
“MUTLULUK, KENDINIZE BIRKAÇ DAMLA BULA Ş TIRMADAN BA Ş KALARINA DÖKEBILECE Ğ INIZ BIR Ş EY DE Ğ ILDIR…” SELİN YAVUZ
“Mutluluk”. Her insanın tanımı farklı olabilir, ama en basit tanımıyla, yüzünün gülmesidir. Kimileri mutluluğu heyecanla, kimileri mutluluğu hayvanlarla, kimileri de mutluluğu diğer insanların mutluluğuyla bağdaştırır. Bence mutluluk; kalbinin gülmesidir. Gerçek olmasa da yüzün gülebilir, ama kalpten gelen bir gülücük her zaman fark edilir. “Mutluluk paylaştıkça çoğalır!” lafı bana her zaman, ne durumda olursam olayım gülümsemem gerektiğini hatırlatır. Bir de “Her karanlık gecenin aydınlık bir sabahı vardır.” lafını çok severim. Çünkü inanıyorum ki, hayat bize her zaman ‘aydınlık bir sabah’ vermese de bir gün mutlaka o sabaha uyanırız, hiç o sabahı göreceğimize inanmasak da. İnsanlarla paylaşılmış olan mutlulukların da ömürlerinin kesinlikle daha uzun olduğunu düşünüyorum! Çünkü bence mutluluğun gerçekten paylaşmakla bir ilgisi var. Ben o ağzını tutamayıp mutlu olduğu ufacık şeyi bile haykıranlardanım! Etrafımda insanlar pozitif enerjimden etkilendiklerini, hatta bazen “Pollyanna” gibi olduğumu söylerler. Bence haksız da değiller!
Paylaşalım, paylaşmak önemli. Mesela vapurda simidinizi bir martıyla paylaşın, yanınızdaki arkadaşınızla anılarınızı paylaşın, belki de ona cesaret vermiş olacaksınız, mutluluğunuzu paylaşın! İnsanların mutluluğa, pozitife o kadar ihtiyaçları var ki bilseniz şaşar kalırsınız! Değinmek istediğim son noktada hayatı umarsızca “ertelemek”. Nereden biliyoruz başımıza neler geleceğini? Ya içinizde tuttuğunuz için pişman olursanız? Şimdi bana derseniz ki “Tutmadım içimde söyledim Selin, başıma gelmeyen kalmadı!” o zaman size sadece; “Tebrikler! En azından denedin. Emin ol şimdi göremesen de ileride ne ders çıkardığını göreceksin!” derim Hayat ertelenmeyecek kadar kısa.” Yapsam ne olur? İyi mi yaparım? Sonucu ne olur?” diye düşünüp aklınızı yoracağınıza, yapın gitsin! En azından ders çıkartmış olursunuz, bakarsınız sonuç iyi olur?
GÜZ 2017-2018
SAYI:5
WHIPLASH İLKEM KUTLU
Söz konusu gerçekten istediğimiz bir şey olunca ne kadar çabalarız? Hepimiz hemfikir olabiliriz ki bir şeyi gerçekten çok istiyorsak veya yapabileceğimize kendimizi inandırmışsak uğruna fedakarlıklar yapmak kaçınılmaz olur. Peki o şey için yaptığımız fedakarlıklardan pişman olma ihtimalimiz var mıdır? Pişman olsak bile geriye dönebilme cesaretimiz var mı? Sınırlarımızı ne kadar aşabiliriz? Neden en iyisi olmak isteriz? O büyük arzumuzu gerçekleştirdiğimizi varsayalım. Bundan ne kadar ve nereye kadar tatmin olabiliriz? Gerçekleştirdiğimiz şey mükemmel midir? Daha doğrusu mükemmel veya mükemmele yakın mı olmalıydı? Yaptığımız şeye mükemmel diyemiyorsak bu o şeyin yeterli olmadığını mı gösterir? Mükemmelliği düşündüğümüzde çoğumuzun aklına kusursuzluk kelimesi gelir. Fakat kusurlu olan bir şey mükemmel olamaz mı? Mükemmelliği her daim kusursuzlukta aramaktan vazgeçemediğimiz gerçeğinin ne kadar farkındayız? Tüm bu soruları akıllara getiren 2014 yapımlı Amerikan drama filmi olan Whiplash adlı yapıt hakkında öznel yargılarımdan oluşacak olan bir yazı yazmaya karar verdim. Özet geçmem gerekirse genel olarak film öğrenci-öğretmen ilişkisini konu alıyor diyebiliriz.
GÜZ 2017-2018
SAYI: 5
Filmimizin ana karakteri Andrew Neiman (Miles Teller) saygın bir müzik Konservatuarı olan Shaffer'da 1. sınıf öğrencisi. Küçüklüğünden beri bateri çalan ve bu işte en iyisi olmaya çalışan Andrew annesi tarafından terkedilmiş, babasıyla da ilişkileri çok iyi olmayan sosyal hayatı neredeyse yok denilebilecek bir genç. Filmdeki bir repliğinde arkadaş yapmanın gereksiz olduğunu ve kendisine bir yarar sağlamadığını belirtiyor. Bir diğer başrole baktığımızda ise Shaffer'ın en önemli müzisyenlerinden olan Terence Fletcher (J.K. Simmons) katı kuralları olan, aşağılayıcı üslubu ve davranışlarıyla bir otorite figürü olarak karşımıza çıkıyor. Fletcher Neiman' da ki ışığı fark edip onu okulun en iyilerinden seçilmiş ve sürekli yarışmalara hazırlanan kendisinin de şefi olduğu orkestraya seçer. Neiman kendisini hayallerine götüreceğine inandığı bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmesi gerektiğinin farkındadır. Fletcher'ın gözüne girebilmek ve onayını kazanabilmek için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdır ve oldukça kararlıdır. Sadece antrenmanlara odaklanarak hayatındaki birçok şeyden kendisini soyutlar. Hatta filmin başlarında Neiman'ın duygusal bir ilişkiye özendiğini ve bunu gerçekleştirmek üzere adımlar attığını fakat Fletcher'ın orkestrasına seçildikten sonra bu arzusundan vazgeçtiğini görüyoruz.
I AM HERE FOR A REASON !
GÜZ 2017-2018
SAYI:5
Tam burada Whiplash'ın tıptaki kelime anlamı olan "araba kazasında kafa ve omurganın şiddetle sarsılmasından ileri gelen travma" anlamı anlam kazanıyor. Aldığı yaralara karşın sağlığını önemsemesine olanak tanımayan içindeki bu büyük hırs Neiman'ın içinde bulunduğu durumun ciddiyetini örtüyor. O an ki fiziksel yetersizliğinden dolayı aksayan Neiman Fletcher tarafından kovulsa da Fletcher'ın da Shaffer’da ki işine son veriliyor. Burada önemli olan bir nokta ise Fletcher'ın vefat eden müzisyen öğrencisi Sean'dır. Fletcher filmin başlarında Sean'ın bir trafik kazında öldüğünü belirtirken Sean'ı çok başarılı bir müzisyen olarak gördüğünü de söylemeyi unutmaz. Fakat asıl gerçek Sean'ın anksiyete ve depresyonla mücadele ettiği ve intihar ettiğidir. Ayrıca filmde Sean’ın annesinin Sean’ın ölümünden Fletcher'ı sorumlu tuttuğu belirtiliyor. Fletcher benimsediği eğitim tutumundan ödün vermese de tedirginliği yalan söylemesinden belli oluyor tahmininde bulunabiliriz. Son sahnelere doğru Fletcher asıl amacının caz tarihinde önemli bir isim olan "Charlie Parker"lar aradığını belirtirken Charlie Parker'a zillerini fırlatan Jo Jones'un bu hareketiyle Parker'ın "en iyi" olmasına neden olduğuna inanıyor. Fletcher'ın benimsediği bu katı ve baskılayıcı yöntemin ilham kaynağının bu örnek olduğu açık. Fletcher'ın baskıcı eğitiminin yararı olarak geleceğin Charlie Parker'larını ortaya çıkarmak olduğu vurgulanıyor fakat bu sistemin olası kötü sonuçları Sean örneğiyle belirtilmiş olsa da Neiman'ı başarıya götüren sistemin bu sistem olup olmadığını sorgulayabiliriz. “Başarıya götüren” dedim çünkü filmin son sahnesinde Fletcher ve Neiman tesadüfen karşılaştığında Fletcher samimi davranışlarıyla Neiman’a şefliğini yaptığı bir caz konserinde Neiman’ın da notalarını iyi bildiği parçalar çalacaklarını ifade ederek konserde çalmasını teklif ediyor. Bu arada Charlie Parker gibi birisini aradığını ama şimdiye kadar asla karşılaşmadığını çünkü Charlie Parker gibi bir caz ustasının asla pes etmeyeceğini belirtiyor. Fletcher’ın bu tarz söylemlerde bulunması Neiman’ı çalması için teşvik ettiğini ve böylece Neiman’ın teklifi kabul ettiğini düşünebiliriz. Konser günü Fletcher Neiman’ a “Beni aptal mı sandın?” diyerek orkestraya Neiman’ın bilmediği bir parça çaldırdığını görüyoruz. Haliyle parçaya bir türlü uyum sağlayamayan Neiman büyük bir hayal kırıklığıyla sahneden çıkıyor. Tam o sırada babasının “Haydi eve gidelim.” dediğini duyuyoruz. Bu cümlenin vermiş olduğu yenilginin yarattığı cesaretten midir bilinmez Neiman sahneye geri dönüp, kendi bildiği parçaları çalmaya başlıyor.
MAY 2020 • VOLUME 16
.İlk başta sinirlenen Fletcher Neiman’ın orkestra ile bir bütünlük oluşturuşunu ve o “mükemmel” performansını görünce yüzünde Neiman’ı onaylayan bir ifade belirir. Neiman’ı da mutlu bir şekilde gördüğümüz o son sahne Fletcher tarafından onaylanmanın verdiği hazdır. Görüyoruz ki Neiman sürekli onaylanmaya ve cesaretlendirilmeye ihtiyaç duyan bir karakterdir. Özellikle filmin bir sahnesinde ailesindeki kişilerden onay almak, başarılarını fark ettirebilmek için çabaladığını fakat aile bireyleri tarafından Neiman’ın başarılarının önemsiz görüldüğü açıkça belli oluyor. Fletcher Neiman’ın aradığı bu cesaret kırıntılarını verse de bunu katı bir yöntemle yaptığından bahsetmiştik. Bunları düşünürken demek ki iyi bir caz müzisyeni bu yolla yetişir gibi bir izlenim alıyoruz. Özellikle filmin başından beri Fletcher’ın Neiman’ı motive etmek için sürekli olumsuz tepkiler ve olumsuz yargılarda bulunduğunu görüyoruz. Hatta öyle ki Fletcher bir repliğinde aferinden daha tehlikeli bir kelime olmadığını belirterek asıl motive edenin bu sistem olduğunu düşünüyor ve filmin sonunda aslında kendi başarısına da ortak oluyoruz diyebiliriz. Neiman’a baktığımızda ise Neiman’ın “34 yaşında sarhoş ve beş parasız şekilde ölüp insanların yemek masasında benden bahsetmesini 90 yaşında zengin ve ayık şekilde ölüp kimse tarafından hatırlanmamaya tercih ederim” cümlesi dikkat çekiyor. Bu da Neiman’ın öldükten sonrada hatırlanma, başka bir deyişle ölümsüz olma ihtiyacını açıklıyor. Peki bir insan öldükten sonra neden hatırlanma ihtiyacı duyar? İnsanın ölüm korkusundan başlayıp yaptığı öznel başarı tanımına kadar bu soruya farklı şekillerde farklı cevaplar verebiliriz. Belki de Neiman ancak öldükten sonra hatırlanacak kadar büyük bir başarıya ulaşırsa çevresi tarafından onaylanacağını ve kendisine saygı duyulacağını düşünmektedir. İnsanın kendisiyle olan rekabetini de yansıtan bu film içimizdeki en güçlü duygulardan birisi olan hırsı iyi bir şekilde yansıtmış. Öyle ki hırs insanın içindeki en karanlık duyguları ortaya çıkarabilir. Tabi ki hırs duygusunun tek başına bizi başarıya götüreceğini düşünemeyiz. Bizi başarıya götürebilecek olan bir sürü etmen ve duygu sayabiliriz. Aynı şekilde bizi motiven eden içimizde saklı kalmış duygular farklı olabilir. Filmimizin despot karakteri Fletcher’ a dönersek kimisinin Fletcher’ın zorlayıcı ‘motive’ modelinden pes edebileceğini kimisinin de daha çok hırslanmasını sağlayacağını düşünebiliriz.
GÜZ 2017-2018 SAYI:5
Nereye Bakarsam Kendimi Görürüm ? GÖZDE USLU
''DOĞA SAKLANMAYI SEVER.'' HERAKLEİTOS
Kara kara düşünürken gecenin bir vakti, kara bulutlardan karanlığa inat açık açık damlaların akıyordu gökten. Gecenin karanlığından da kara bulutlardan akan damlaların hüzünlü şarkısı gibiydi o an. Hüzünlü ve şaşırtıcı gece şarkısı. Zıtlıkların bir arada bulunması kadar doğal olan bir olguydu oysa sadece. Bulut karaydı damlalar ak. Şu an, işte tam da şu an geceydi, ardına gündüzü doğuracak gece. Hafifçe yanan ampulün bir ucu artıydı, ötekisi eksi. Ben kadındım o erkekti. Doğanın kendisiyle konuşmak istedim o an. Oysa doğayla konuşmak iliklerine kadar duyumsamak demekti. İliklerine kadar hissetmek ve görmek, dokunmak ve koklamak, anlamak demekti. Yeşil yaprak akışında sarardıkça, üzerine dökülen yağmurlarını kana kana içtikçe çöller, biber kadar acı olmadıkça dalından kopardığın üzüm; doğa hep aynı şeyi dile getirecekti şarkılarında. ‘’Karşıtlıklar’’ diyecekti, ‘’O kadar güzel ki…’’ Kimi zaman bir haykırış olacaktı şarkılarında, kimi zaman sakinlik. Kasıp kavuran renksiz fırtınalar da, yumuşacık örtüler misali maviyle dans eden denizler de onun çünkü. Zaman zaman da yakarırcasına söyleyecekti farklıkların şarkısını. Zaman zaman yalvarıp yakarsa da doğa, ne kadar da güçlüymüş oysa. En güçlüymüş, en doğalmış hatta.
GÜZ 2017-2018 SAYI:5
Onun şarkılarını dinlemedikçe, hatta şarkılar söylediğini fark edemedikçe, her bir notanın benzersiz kokusunu çekemedikçe içimize ,anlayamayacaktık doğanın gücünü, onunla var olduğumuzu bile. Karşıtlıkların uyumuyla dans eden doğayı anlamadıkça katılamayacağız oyunlarına. Sadece anlamayarak yalnız bırakmakla kalmayıp, zarar vererek de acı çektiriyoruz belki de. Şu sıralar bir yakarış var şarkılarında, ağıtlar gibi yakıyor özlemlerini. Anlayabilseydik ya yaktığı her ağıtta acı çektikçe doğa, zarar görecektik biz de. Doğayla olan doğallığımızdan eksilttiğimiz her parça dengemizi biraz daha şaşırtacaktı. Dengesine saygı bile duyamadığımız anlar birikecek, biriktikçe afallayacaktık karşısında. Hem ruhumuzun hem bedenimizin dengesi şaştıkça, hiç tanımadığımız, duyumsanmaya her an hazır doğaya dört elle sarılmak isteyecektik. Tanımadan koşmak faydasızdı, anlayabilseydik oysa. Doğayla konuşamadan insanlarla konuşuyoruz her geçen günde. Gelişmiş demek için şehirlerimize, gerilemeye mahkum mu bırakmalıyız doğayı? Gelişmiş dediğimiz şehirlerin modern insanları, yeni zamanların çağdaş mekanlarında doğayla konuşamadan insanlarla konuşuyor. Eksiklikleri okunuyor bedenlerinin her yanından oysa. Konuşmayı öğrenemedik ki doğayla sohbet edebilelim. Şarkılarını duyumsayamıyor ne gözlerimiz ne kulaklarımız. Tenimize de sinmedi doğanın aşkı. Gelişmiş şehirlerin modern insanları farklılıklarla da uzlaşamadı işte bu yüzden. Erkek anlayamıyor kadının farklılığını, gündüzün geceyi anlaması gibi. Akışında yaşayamıyoruz hayatı, yaz ve kışın doğal seyri gibi. Uzlaşabiliyor mu karşıt düşünceler savaşmayan gül ve diken gibi? Gülün kırmızısı yaprağın yeşilini seçerken renklerin güzel kokulu aşk şarkısını söyler ama duyamayız biz insanların çoğu. En güçlüsü ve umutlusuydu doğa. Şu an işte tam da şu an gökte karanlık geceden de kara bulutlardan damlayan ak damlalar yakarırcasına söylüyor şarkısını hala: o kadar güzel ki karşıtlıklar. Bu sefer konuşuyorum onunla, anlayarak karşılık veriyorum ona: keşke kutupluluk gibi yaşamasak.
GÜZ 2017-2018
SAYI:5
HAYATİ KANI: ÖNYARGI MERT OSMAN YEŞİLBAĞ
İnsanoğlunun en temel yapı taşlarından birini ele alarak, önyargı kavramına kişisel farkındalık psikoloji ilişkisi içinde yaklaşarak yazıma başlamak istiyorum. Yazıma geçmeden önce de kendinize sormanızı istediğim bir soru var: Önyargı nedir? Her zaman kötü müdür?
Bazen anlık durumlarla karşılaşabilir insanoğlu. Hatta bu durumlar o kadar kısa süreli olabilir ki belki düşünüp karar verecek vakit dahi yoktur. Bu durumda farkında bile olmadan gerçekleşen süreç önceki deneyimlerimize dayanarak vardığımız kanıdır ve buna binaen karar verme sistemimizin adıdır önyargı. Demek istediğim, bazen bir durum hakkında bilgi sahibi olmadan da önceki deneyimlere bilinçsizce dayanarak bir fikre sahip olmayı önyargı olarak değerlendirebiliriz. Bu da demek oluyor ki bazen oldukça ihtiyacımız olan faydalı bir yeti olabilir aslında. Ancak her zaman faydalı mıdır ve çoğunlukla yararlı mı yoksa zararlı mıdır? Hangi şartlar altında bu hayati yapıtaşı yıkıcı etkilere sahiptir?
GÜZ 2017-2018
SAYI:5
Çoğunluğun içinde azınlık bir grubun üyesi şekilde kendimizi hayal ederek başlayalım. Önce aklınızda ait olmadığınız bir çoğunluk düşünün ve bir azınlığa dahilmişçesine kendinizi hayal edin. Daha da basitleştirmek ve etkili bir yöntem seçmek için “inanç” temasını işleyebiliriz ve eğer bir dine mensup değilseniz dahi inanmamaya inandığınız için bu konu üzerine ilerlememiz mümkündür. İlk yapmanız gereken kendi inancınızla azınlık olacak şekilde kendinizi düşünmenizdir. Çoğunluk sizden farklı ve taraflar birbirinden farklı inanış biçimlerine, bununla birlikte birbirleri hakkında yargılara sahipler. Peki bu kadar farklılığın bir arada olabilmesi mümkün müdür? Şimdi şunu düşünmenizi istiyorum: Karşı tarafa karşı vardığınız kanılar ve bunlara varmada kişisel deneyimlerinizden mi yararlandınız? Çoğunluğa dahil olan birisinin bir hatasını görerek bunu onun karakterine atfetmek yerine inanç sistemine mi atfettiniz? Eğer bunları cevabını dürüstçe verebildiyseniz ve belli başlı önyargılarınızın şu anda farkındaysanız devam edebiliriz demektir. Sizin inanç sisteminizde bir konu hakkında yaptığınız eylem diğer grup için uygun değil diyelim. Bu durumda başvurulacak metot karşı tarafa yok saymak mı olmalı? Örneğin, yapmak istediğiniz bir eylem karşı tarafın inanç sisteminde doğru karşılanmıyorsa onlara “yobaz” diyerek onlardan beklentilerimizde ısrarcı olmalı mıyız? Bence burada mesele şu olmalı ki insanlar birbirinin inançlarına saygı duymalı ve eğer onlar için, yani değerlerince doğru olmadığı belirtilmiş konularda onlardan destek beklemek yerine empati kurarak ve saygılı bir biçimde yaşayabilmektir mesele diye düşünebilmektir. Şunu kabul etmek gerekir ki, canlılar arasında en karmaşık olan ve birbirlerinden bazı konularda tamamen ayrılan varlığın genel adıdır insan. Ancak, nasıl kirpiler belli mesafede birbirlerine zarar vermeden yaşayabiliyorsa, batması muhtemel kısımlarla birbirlerini incitmiyorlarsa durum bu şekilde olmalıdır. Hepimizin birbirimize rahatsızlık verebilecek davranışları olabilir bu oldukça muhtemeldir fakat burada mesele her ne koşul olursa olsun, özellikle kişisel deneyimlerde doğrudan önyargıya varmamak, karşı tarafın gözünden de olayları anlamaya çalışmaktır. İşte asıl mesele “Önyargım yok.” demek yerine “Yargılarımın farkındayım ve olumsuz eyleme dönüşmesini engellemek benim elimde.” olmalıdır.
GÜZ 2017-2018
SAYI:5
Peki hiç daha önce sizin için ten rengi veya ırk konuları üstünlük oldu mu? Kendinize sormanızı istediğim bir soru olacak: Üstünlük hangi ölçüm tekniğiyle yapılıyor? Sizin için sahip olduğunuz ten rengi veya etniğiniz herhangi bir gruptan daha değerli olabiliyor mu? İnancınız ne olursa olsun, yani inanmamaya inanıyor olsanız da tüm inanç sistemlerinde hemfikir olunan konu aynı yerden gelindiğidir. Hâl böyleyken, aslında etnik ve ten olarak aslında hepimiz aynı kaynaktan değil miyiz? Bunu kabul ediyorsak şayet neye göre üstünüz veya alçağız ve bunu nasıl ölçümleyebiliyoruz? Bunları idrak etmeye çalışırken düşünmemiz gereken diğer konu da bu öğretilerin nasıl empoze edildiği ve edilmeye çalışıldığıdır. Herhangi bir topluluğun kasıtlı şekilde nasıl karalanabileceğini veya içlerini boşaltma, cahilleştirme vasıtasıyla nasıl itibarsızlaştırılmaya çabalandığının farkında olmak gerekir. Geçici heveslere bağlayarak nasıl da savunmasız topluluklar oluşturulduğu gözlemlenebilir. Bizim yapmamız gereken ise bu ötekileştirmeyi hiçbir şekilde hazmetmeme ve yeri geldiğinde bu azınlıkları korumak ve bir olmaktır. Bu sayede adil ve huzurlu toplumlar düzeni de söz konusu olabilecektir.
Sona gelecek olursak, özellikle psikoloji ilmiyle ilgili olan bireyler kendi zihinlerinin farkına varmış veya varmakta olan kişilerdir ve onlardan beklenilen daha açık fikirli, kendini ifade edebilen ve saygı konusunda sıkıntılar yaşamayacak şekilde kendilerini donatmalarıdır. Ek olarak her daim anımsamak gerekir ki, her önyargımızın farkında olduğumuzda üzerine kafa yormamız gerekir ki, bir bölgede çoğunluk olsak da diğer bölgede azınlığız ve Dünya hepimizin. Uzaydan bakınca nasıl herhangi bir siyasi sınır görmüyorsak bu şekilde Dünya’yı ve hakları anlamaya çalışmalı, özde bir olduğumuzu bilmeliyiz. İnsanlık ve değerleri keşfedilmeyi bekliyor ve bize düşen inanç sistemimizin değerlerine de saygı duyarak birbirimizi keşfetmek ve doğruya uzanan yolda birbirimize kol kanat germek…
ALMANYA'DA ERASMUS BERKUTAY MERT Güz döneminde Almanya'daki Mannheim Üniversitesi’nde okudum. Üniversite eskiden saray olan bir bina ve çevresine konumlandırılmış. Dersler farklı farklı binalarda olsa da bazı dersleri sarayda alabiliyorduk. Bizim okulumuzdaki gibi ders çıkışı okulun içinde vakit geçirmek gibi aktiviteler Mannheim'da pek yok. Ögrenciler genelde ders çıkışlarında evlerine gidiyorlar. Dersler ingilizce olsa da Alman öğrencilerle beraber alınıyor bu yüzden hocalar çok rahat davranmıyor ama bu dersleri daha da keyifli yapıyor. Dersler seminar ve lecture olarak ikiye ayrılıyor. Seminar derslerinden geçmek için paper ve presentation istenirken lecture'larda ise genellikle yazılı sınav oluyor. Seminar derslerde dersin içinde olduğunuzu hissediyorsunuz bu yüzden seminarları tavsiye ederim. Şehir İstanbul'a göre daha yavaş. Akşam saat 9'dan sonra sokaklarda pek insan kalmıyor fakat öğrencilerin gittiği mekanlar her zaman dolu ve çok eğlenceli oluyor! Şehir zamanında yıkılıp yeniden kurulduğu için tarihi yerler pek yok. "Altstadt" denilen eskişehir Mannheim'da mevcut değil. Turistik olan Heidelberg şehri tarihi ve eğlenceli yapısıyla ve Mannheim'a yakın olmasıyla bizim çokça gittiğimiz bir şehirdi. Bunlar dışında yaşaması kolay bir şehir. Çok pahalı değil ve her yer birbirine yakın. Tramvay ile 10 dakika içerisinde istediginiz yerde olabiliyorsunuz. Geceleri her yere gitmek çok kolay. Yeni bir şehirde sıfırdan başlamak müthiş bir deneyim. Hayatta tecrübe kazandığınızı hissettiğiniz nadir yerlerden biri. Yeni insanlarla tanışmak yeni yerler keşfetmek harika bir tecrübe. Orada edinilen arkadaşlıklar çok başka oluyor. Sanırım hayatımda geçen en dolu dönemdi diyebilirim. Bitince depresyona girmemek elde değil... Benim bir dönemlik gözlemlerim bunlardı. Döneme ve tarihe göre değişkenlik gösteriyor olabilir. Giden herkese iyi bir dönem geçirmelerini dilerim!
HİÇ NÖBETÇİ PASTANE ARADINIZ MI ? AYLİN DAYOĞLU
Aslında neye aç olduğumuzu gerçekten biliyor muyuz? Neden yemek yiyoruz ve ya neden canımız şeker içeren yağlı besinleri istiyor. Günümüz dünyasında bu zamanlarda çok popüler olan bu sağlıklı beslenme bir moda mı yoksa bir gereklilik mi? Biraz bunlara değinip aslında sağlıklı beslenmenin hayatımızı ne kadar büyük bir boyutta etkilediğini ve benim hayatımı nasıl değiştirdiğini sizlerle paylaşmak isterim. İçimizdeki sesin kimi zaman bize “off şimdi bir hamburger olsa ne yenirdi!” yada “söyle bol kaşarlı bir künefe olsa ne güzel olurdu!” dediğini duyar gibiyim. Peki sizde çoğu zaman gezi programlarınızı orada yiyeceğiniz yemeklere göre yapmıyor musunuz? Evet haklısınız Türkiye de yaşıyoruz ve dört bir tarafı birbirinden leziz yemeklerle dolu bir ülke burası ancak bu yemeklerin içeriklerini ve vücudunuza olan yarar zararlarını bilerek mi tüketiyoruz? Yoksa ucuz olması için yediğimiz yemekler aslında kimyasalla mı dolu oluyor? Hepimiz kendi arkadaş gruplarımızda “ hadi bu hafta sonu Gaziantep’e gidelim. Orda da falancı baklavacıda yemek yeriz. Aslında Adana da yakın oradan sonra oraya gidip bir adana kebap mı yesek?” gibi cümleler kurarak konuşuyoruzdur. Peki yemek yemek neden bizi bu kadar motive ediyor?Sizde gözünüz dönercesine yemek yediniz mi? Gece atıştırmalıkları, bazı zamanlar s sadece dondurma almak için yataktan çıktığınız oldu mu? Ve ya gece başucunuza tatlı koydunuz mu? Bazen gece saatlerinde pizza söylemek çoğu zaman doyumsuzluk ve seker yeme ihtiyacının kişinin sadece kendi iradesiyle bağlantılı olduğu söylenmektedir ya da bu şekilde olduğu düşünülmektedir. Ancak, evet irade büyük bir etkendir ama çoğu zaman bu ve benzeri davranışların ve isteklerin biyolojik ve psikolojik etkenleri de bulunur. Kimi zaman içimizdeki boşluğu doldurmak için yemek yeriz, kimi zaman yoğun duygular hissederek yemek yemeyiz, bazı zamanlar çıtır bazı zamanlar tatlı çeker canımız. İşte bunların hepsinin psikolojik açıklamaları mevcut. Çok fazla glüten şeker tüketen bireylerde depresyon görülmesi doğru orantılıdır. Beynimiz bağırsaklarımızın aynasıdır, bunun farkına varıp buna göre yiyeceklerimizi tüketmeliyiz. Evet tabi bu şekilde konuşması glütensiz beslenelim demek kolay ama size biraz yasadıklarımdan ve bu yasadıklarımın benim psikolojik durumum üzerindeki etkilerinden, bu süreçte tanıştığım benzer rahatsızlıkları paylaştığım kişilerden bahsetmek isterim. Yaşadığım her şey diyetisyenimin bence sen bir psikoloğa danış demesiyle ve beni psikoloğa gitmem için ikna etme çabasıyla başladı zaten psikoloji öğrencisi olarak bu fikri kolaylıkla kabul edebilirdim ancak bende biyolojik bir değişikliğin olduğunun farkındaydım bu sebeple bunu hep ileriki tarihlere erteledim.
Bu yüzleşmeden sonra çoğumuzun bildiği kaç savaş, kaç ya da don üçlüsüyle burun buruna geldim ve sorunlarımın hepsini önüme alarak “kaç” davranışını gerçekleştirdim reddettim kabul edemedim ve daha fazla yemek yemeğe geceleri açık pastane aramaya başladım. Sabahları kendimi korkunç hissederek kalkıyor istemeyerek güne başlamaya başlamıştım, aslında her şey ters gitmeye de bu şekilde başlamıştı. kendimi kaygılı ve kotu hissedip bu benim başıma neden geldi diyerek genel bir mutsuzluk halinin içerisine girmiştim beni tanıyan kişilerden neyin var ne oldu gibi cümleler duymaya başladım ve gerçekten aslında neyim olduğunu artık araştırmanın vaktinin geldiğine karar verdim. Çok kısa özetlemek gerekirse serotonin seviyem düştüğü için genel bir mutsuzluk hali içindeydim ve yediğim yiyecekler sadece kısa zamanlı beynimdeki bu hormon seviyesinin değerini değiştiriyordu. Ardından kendimi zorlamamam gerektiği bunun bir süreç olduğu geçeceğini ancak kendimi hazır hissetme sürecimin sancılı geçeceğini kabullendim. Doktora gittim ve bağırsaklarımda bir sıkıntının olduğunu buna ek olarak tiroit bezlerimde de bir anormal olduğuyla karşı karşıya kaldım. Evet sok ediciydi ancak bu sever savaşmakta karar kıldım bu tanı konduğundan beri her gün düzenli olarak beslenme planıma uydum ve kendi üzerimdeki değişimleri gözlemledim. Sabahları daha sağlıklı uyanıyor daha mutlu oluyordum etrafımdan uzun zamandır seni böyle görmemiştik gibi geri bildirimler almaya başlamıştım ve kendime geldiğim gibi araştırmaya başladım. çoğu nörolojik hastalığın ve psikolojik rahatsızlıkların bağırsaklarımızdaki bakterilerden kaynaklandığını öğrendim. Sindirim bağırsaklarımızda yapıldığından dolayı direkt olarak beynimizi ve psikolojik durumumuzu etkiliyor ve eğer bu akut durumlar sürekli gözlemlenirse psikolojik rahatsızlığa veya kronik bir hastalığa dönüşebiliyor. Benim gibi benzer sıkıntıları yasayan insanlarla bir arada olduğum zaman çoğundan önce anksiyete şikayetiyle doktora başvuru yaptıklarını ve ardından bağırsak sorunları yaşadıklarının geri bildirimini aldım. Bu ve benzeri durumlara bilinçlenince ve yalnız olmadığınızı bilince daha kolay göğüs gerilebiliyor. Aslında bu zamana kadar yaşadığım durumları anlatmamım başlıca sebebi buydu. Yeme bozuklukları ne çeşitte olursa olsun vücudu çok yoran ve psikolojik olarak da yıpratan bir durum. Peki asıl soru dışarıda neden her yer dürümcü, hamburgerci, pizzacı? Neden sağlıksız yemeklere ulaşmak daha kolay? Maalesef ülkemizde ve dünyanın bir çok yerinde sağlıklı yemeklere ulaşmak hızlı yemeklere ulaşmaktan çok daha zor. Yediklerimizi bilmemiz ve tanımamız gerekiyor, dışarıda bir dilim kek yerken onun içerisinde yumurta un şeker süt benzeri gıdaların olduğunu bilerek yemek öğünde aldığınız değerleri hesaplamanızda ve diğer öğününüzde alacağınız değerleri aşağı yukarı hesaplamanız da yardımcı olmalı. Market alışverişlerinde etiketleri okumaya ve içindekilere bakmaya özen göstermek gerekir çünkü vücudumuza hangi besinin girdiğini hatta hangi zararlı maddenin girme riskinin olduğunu görmeliyiz. Önce kendimiz bilinçlenmeli sonra etrafımızdakileri de uyarmalıyız. Bunları sizlere anlatırken çok Canan Karatay gibi hissetsem de ben naçizane düşüncelerimi ve yaşadıklarımı sizlerle paylaşmak kiminizi bilgilendirmek kiminizin ise yalnız olmadığını göstermek istedim. Vücudumuz bizim var olabilmemiz için elimizde olan en değerli varlıktır ve ona iyi bakmak mental sağlığımızı korur. Bu sebeple yediklerimizin farkında olarak “sağlıklı” yiyecekleri tercih etmeliyiz.
İPEK İBER BUSENUR AKTAŞ SELİN YAVUZ BERKUTAY MERT AYLİN DAYOĞLU KARDELEN KAYHAN EGE ÇOLAK CANSU MİLCAN İREM ÇOPUROĞLU AŞKIM ÇELEBİ
Bize ulaşabileceğiniz mail adresimiz: bilgipsyclub@gmail.com
İBU PSİKOLOJİ KULÜBÜ İBUPSYCLUB İBUPSYCLUB