2015-2016 Dönemi -1

Page 1

İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ

PSİKOLOJİ KULÜBÜ Sayı 2

Bizi Takip Edin!

: IBU Psikoloji Kulübü : ibupsyclub

: ibupsyclub


İçindekiler

Başkanımızdan Mesajınız Var! 2015-2016 Yöne,m Kurulu Klinik Psk. Yavuz Erten İle Röportaj Şizofreni Dostları Derneği Başkanı ile Röportaj Etkinliklerimiz ve Katıldığımız Etkinlikler Kitap Analizi: Aylak Adam Staj Günlükleri 1 – Merve İkizoğlu Gezi: Tarih Öncesinden Günümüze Şizofreni Serüveni’ Kitap Analizi: A Psychological Analysis on Vicky Cris,na Barcelona Hero’s Journey –Star Wars

1


2015-2016 Dönemi Kulüp Başkanımızdan mesaj var!

Merhabalar, Kulübümüz adına çok iyi bir başlangıç yaptığımızı düşündüğüm 2014-2015 döneminden sonra, yepyeni yönetim kurulumuz ve çalışmalarımızla 2015-2016 dönemine giriş yaptık. Her geçen yıl hayatımıza giren yenilikler için daha da heyecanlanıyoruz. Özellikle üniversitede birinci sınıfın ilk dönemini tamamlayan arkadaşlarımız için yepyeni ve çok keyifli olacak 3 yıl başlayacak diyebilirim. İlk dönem gerek okula alışmak, sistemi anlamak, gerekse sosyal açıdan sancılı bir dönem olabilir. Fakat bundan sonraki dönemlerde dolu dolu geçirmenizi dilediğim harika yıllar sizin için başlıyor. Geçen sene için yayınladığımız kulüp dergimizin ilk sayısının ardından, bölüm öğrencilerinin çalışmaları ile bize daha çok katılmaları ve bizden daha çok haberdar olabilmeniz için dergimizi her dönem sonunda yayınlama kararı aldık. Dergimizin 2. Sayısında yine alanında uzman isimlerle röportajlar ve öğrenci çalışmaları bulabileceksiniz. Bu sayıda yeni ve birçok arkadaşımızın merak ettiği bir konuya da değinmek istedik. Psikoloji okuyan ve hangi alana yönelmek isterse istesin herkes için merak konusu olan “staj” ile ilgi bir bölüm hazırladık. Bundan sonra her sayımızda gönüllü bir arkadaşımızın staj deneyimlerini ve tavsiyelerini okuyacağız. Bu dönem, geçmiş dönemlerin üzerine yeni fikirler eklediğimiz, yönetim kurulu olarak çokça beyin fırtınası yaptığımız bir dönem oldu. Etkinliklerimize yeni eklediğimiz “Erasmus Buluşmaları” yoğun ilgi gördü. Aynı zamanda, yönelebileceğimiz çokça farklı alandan etkinliklerimizde yararlandık. Geneline baktığımızda, psikoloji oldukça geniş bir alan, bir bilim. Buradan genç psikologlar olarak çıkacağız, fakat birçok arkadaşımız psikolojinin farklı alanlarına yönelecek. Adli psikoloji, spor psikolojisi, insan kaynakları, endüstriyel veya halkla ilişkiler alanlarında da çalışacak birçok arkadaşımız olacak. İsteğimiz, Bilgi Psikoloji Kulübü olarak bölümümüz öğrencilerine yönelecekleri her alanda yardımcı olabilmek. Programımızı ve etkinliklerimizi de bu fikri baz alarak organize ediyoruz. Tavsiyem, psikolojinin farklı alanlarından uzman isimleri davet edeceğimiz 3. Ulusal Psikoloji Günleri’ne katılmanız. 16-17 Nisan’da üçüncüsünü yapacağımız bu organizasyonda yöneleceğiniz alan, çalışmak istediğiniz konuları uzmanlarından dinleyerek fikir sahibi olabilirsiniz. Psikoloji bir insan bilimi. İnsana pek de değer verilmeyen bu günlerde, geleceğe dair iyi bir şeyler yapabilmek, insanları, insanlığa ters zihniyetleri biraz olsun iyileştirebilmek adına, mesleğimize değer vermemiz ve sahip çıkmamız ve sürekli öğrenmeye, araştırmaya açık olmamız gerektiğini düşünüyorum. Psikolog olmak için çıktığımız uzun ve bir o kadar da zorlu yolda ben ve kulübümün her zaman yanınızda olduğumuzu belirtmek isterim. Başta yönetim kurulu ve dergi ekibi olmak üzere Bilgi Psikoloji Kulübü’nde emeği olan herkese teşekkür ediyorum. Yarısını tamamladığımız dönemin hepimiz için güzel geçmesi dileğiyle, Melis OKUR

2


2015-2016 Dönemi Yöne<m Kurulumuz

Başkan Melis OKUR Başkan Yardımcıları Evin ZORBA Ezgi BİNGÜL Yöne<m Kurulu Aylin DAYOĞLU Berivan KIZILOCAK Ercan EVCİMEN İdil BARAN İpek İBER İrem ARI Kardelen KAYHAN Peri PUR

3


Klinik Psk. Yavuz ERTEN ile Röportaj Klinik PSk. Yavuz Erten ile psikanaliz, Kendilik Psikolojisi ve narsizm üzerine güzel bir röportaj gerçekleştirdik. Keyifle okumanız dileğiyle, Merve: Heinz Kohut psikanalize özgün kuramsal bir yaklaşım getirdi. Kohut denince akla Kendilik Psikolojisi Kuramı ve narsisizmi yeniden tanımlaması geliyor. Kohut narsizmi nasıl yeniden tanımlamıştır ve narsisizmi Kohut’tan sonra sağlıklı bir durum olarak görebilir miyiz? Yavuz Erten: “Daha sağlıklı” tanımlaması tam olarak doğru mu emin değilim ama hayatın doğal dinamiklerinden biri diyebiliriz. Bir laf vardır şu an kim söylemiş hatırlamıyorum, “Charles Dickens'ın yoksulluk için yaptığını Heinz Kohut narsisizm için yaptı” diye çünkü Dickens romanlarına kadar yoksulluk özellikle daha koyu Hristiyan inancı içinde bir ceza gibi görülürmüş. Yapılmış kötülüklerin karşılığında Tanrının mahrum bırakması gibi. O yüzden yoksullara biraz ahlaki düşkün diye bakılıp onlara yönelik toplumda saldırganlık olurmuş. Yaklaşmakta olan sosyalizmin de habercisi olan sosyal gerçekçiliğin, 18. yüzyılın sonuyla ortaya çıkmasından sonra, yoksulluğa farklı anlamların verilmesiyle birlikte o insanların bu durumda olmalarının sebebinin hangi ekonomik acımasızlıklardan geçtiği ile ilgili bakış açısında bir değişim oluyor. Benzer bir şekilde narsisizm de Kohut’a kadar hep böyle bir tür bencillik durumu, eleştirilmesi gereken bir özseverlik olarak görülürken Kohutla beraber narsizmin gelişimsel bir dinamik olarak herkesin ruhsallığının bir parçası olduğu, statik bir narsistik bir durumdan ziyade dinamik bir tanımlama ortaya çıkmaya başlıyor. Heinz Kohut narsisizmin psikanaliz veya psikoterapiyle tedavi edilebileceğini söylerken Freud'un zamanında söylediği bir şeye de karşı çıkmış oluyor. Freud daha çok nevrozlarla ilgileniyordu, nevrozlarda alıştığı bir tür aktarımın narsistik hastalarda olmadığını gözlemleyerek, bu tür bir ruhsallığın psikanalizi olmaz diye düşünüyordu. Heinz Kohut bu görüşe kuramsal karşı argümanla i,raz ed ve klinik uygulamasını da yaparak alternatif oluşturdu. Merve: Kohut'a ait bir tanım olan 'kendiliknesne' (selfobject), her çocuğun geçirdiği Narsistik Gelişim Sürecinde çocuğun hayatındaki en önemli insanlara deniyor. Kendiliknesne'nin bu gelişim sürecindeki işlevleri neler? Yavuz Erten: Hayatın başlangıcında tam yapılanmamış bir kendilik (self) var. Parçalı, bütünlüğü ve sürekliliği olmayan bir kendilik yapısı var. Sanki kendilik deneyimleri adacıklar gibi, veya su damlaları gibi (bir akarsu bütünlüğünde olmayan şekilde) bütünlük arz etmiyorlar. Bunda tabi sadece psikolojik, psişik gelişim değil nörolojik gelişimle ilgili bir durum da var. Bellek bir yetişkinde olduğu gibi değil. O yüzden saman alevi gibi benlik durumları, kendilik deneyimleri gösteriyorlar ama bütünsel bir parlamaya dönüşmüyorlar. Daha zayıf ve süreksiz bir kendilik durumunu neye benzetebiliriz? Bir fidanın gövdesine ağaç olurken bağlanan sağlam bir sırık vardır, veya vücutta bazı eksikliği olan yerlerde protez kullanılmasına. Özne kendilik nesneyi uzantısı gibi algılıyor, öznenin deneyiminde fonksiyonel bir uzantı gibi… Gelişim sürecinde o kendilik ve nesne birbirlerinden kopacaklar bir anlamda ve kendilik, nesneden aldıklarıyla kendini tamamlamış olacak. Yani ağacın eğimine ve şekline baktığımız zaman, o sırığın kendine yaşattığı deneyimi bünyesinde taşımaya devam edecek. Kohut'un gelişim sürecinde kendilik nesnenin birkaç tane çeşidi var. Teşhircibüyüklenmeci diye bir kendilik nesne dinamiği var. Hem o hem ötekiler, idealize ebeveyn imagosu ve ikizlik kendilik nesne işlevi, hayat boyu devam ediyorlar.Teşhirci-büyüklenmeci daha çok anneyle, anaç nesneyle ilişkide olduğu için diğerlerinden daha erken ortaya çıkıyor. Çocuk başlangıçta kendi varlığını dünyada bir yankı olarak hissetmek istiyor.

Biz aynaya bakarken aynanın işlevine dair beklentimiz gibi bir şey bu. Biz aynaya güzel miyiz, saçımız yüzümüz düzgün mü diye bakıyoruz. Aslında, başka ontolojik bir şey daha var. Biz aynaya var mıyız diye de bakıyoruz. Mesela bazı şizofrenik hastalarda nega,f halüsinasyon diye bir durum var; aynaya bakıyor ve kendini görmüyor. Dünya onu o derece anlayamıyor. Teşhirci-büyüklenmeci hattın o kendilik nesne işlevinin ilk adımlarında aslında çocuk dünyadaki aynasına bakıyor gibi. Bazen çocuk bir şeyler yaptığında anne hareketsiz ve donuk bir tepkisizlik (s,ll face) içinde olabilir. Halbuki optimal annelik işlevinde çocuk gülümsediği zaman annenin yüzünde de gülümseme olur. Çocuğun varlığı dünyada bir yankı bulur. Ondan sonra ayna ile ilgili bildiğimiz diğer şey geliyor: Ben güzel miyim? Op,mal durumda anne, çocuğun bütün hareketlerine çok seviniyor, gülüyor. Çocuk belki bir parıltı gösterdiğinde anne havai fişekler çıkartıyor. Biraz abartılı bir reaksiyon var orda aslında.

4


Merve: Kohut, kendilik nesnenin yarattığı optimal hayal kırıklıkları narsistik gereksinimlerinin olgunlaşması için gerekli yaralanmalardır demiş. Burada nasıl bir dinamikten söz ediyor Kohut? Yavuz Erten: Bunun iyi anlaşılması Kohut'un teorisinin bel kemiği zaten. İki hat içinde söz etmek mümkün bunun hakkında; hem idealize ebeveyn imagosu hem de teşhirci-büyüklenmeci hatlarla ilgili olarak. Annenin çocuğu ile gurur duyması ve ona hayran olması, belli bir noktadan sonra birincil annelik meşguliyeti ( primary maternal preoccupation) evrimsel olarak kaybolduğu için dereceli hayal kırıklığına uğramaya başlayacak. Anne ilk 6-8 ayda gösterdiği dikkati gösteremeyecek; çalışmaya başlayacak, çocuğu ile uyumak yerine çocuk uyuduktan sonra kocası ile cinsel aktivitede bulunacak veya her ağladığında yanına gitmeyecek. Yavaş yavaş çocuk o kadar da abartılı bir nitelik ve nicelik olarak fazla bir geri dönüş almayacak, ancak zamanında bunların hepsini almış olması gerek. Kendilik gelişiminde, uzun bir çöl yürüyüşüne çıkıyor aslında. Hani develer suyu depolarlar sonra depodan harcamaya başlarlar ya, tam öyle. Ama baştan bir depolama yoksa bu hırpalayıcı dünyada çocuk kendini yetersiz ve küçük hissedebilir. Çocuğun kendine güveninin ileride de devam etmesi için başlangıçtaki deneyimlerinin doyurulmuş olması lazım. Ama çocuk başlangıçtaki gibi kalsa, mesela kraliyet ailesinde doğmuş bir çocuk düşünelim. Ailesi ne istediyse vermiş ve herkes onun önünde eğilmişse ileriki yaşlarında da bu abartılı durum hep devam ederse bu psikotik bir hale dönüşür. Bu gerçeklik ilkesine aykırı bir durum çünkü biz en mükemmel, en güzel, en akıllı ya da ölümsüz değiliz. Bizim bir ayarımızın oluşması için dereceli olarak hayal kırıklıklarına uğramamız gerekir. Ne muhteşem bir galibiyet noktasında kalmamız ne acayip bir hezimete uğramamız, makul bir yenilgi almamız lazım. Çocuk teşhircibüyüklenmeci hatta, kendilik nesneden kendisine yönelik hayranlık görmek istiyor ve bunun doyurulmasını bekliyor. İdealize ebeveyn imagosunda ise ''sen mükkemmelsin ben de senin bir parçanım'' diyor. Ve gelişimsel süreçte bu beklentilerin doyurulmasının dereceli olarak hayal kırıklığına uğramaları gerekiyor. Merve: Heinz Kohut'un terapötik ilişkilerinde empati ve iç gözleme verdiği önem kendinden öncekilere kıyasla nasıl bir farklılık gösteriyor?

Yavuz Erten: Epey bir farklılık var. Daha önceki psikanalitik yaklaşımlar çözümleme ve açıklamaya yönelik iken Kohut’la beraber anlama daha fazla önem kazanmaya başlıyor. Sözel müdahaleler ve sorular terapistin ve analistin o anlayışa ulaşmak için kullandığı yöntemler oluyor. Ana akım psikanalizde sözel müdahale çok dikkatle kullanılır, yorum dışında bolca kullanılan bir şey değildir. Kohut'ta karşı tarafın söylediklerini duygularıyla beraber tekrar ederek ona yeni bir boyut kazandırmaya çalışmak, illa gizli olan bir şeyi analiste göstermek veya genetik bir yorum yapmak değil de o anlayışta karşı taraf ile birlikte buluşma gibi bir amaç var.

Merve: Kohut terapötik süreçte bir yorumlama sürecinin gerekliliğini savunuyor. 'Analistin yorumları entellektüel kurgular değildirler. Eğer öyle iseler, işe yaramazlar.' diyerek Kohut nasıl bir yorumlama sürecinin gerekliliğini savunur? Yavuz Erten: Freud’dan sonraki gelişmelere ve özellikle Benlik Psikolojisi (Ego Psychology) ekolüyle birlikte Ana Akım Psikanaliz’in (Mainstream Psychoanalysis) 1960’lara kadar Amerika Birleşik Devletleri merkezli bir anlayışta ileri sürdüklerine baktığımız zaman üç adımlı bir yorumlama/çözümleme etkinliğinden söz edebiliriz: Direnç analizi, savunma analizi ve aktarım analizi. Bunlar da yaklaşık olarak kronolojik bir seyir izlerlerdi. Direnç ve savunma analizi zaman zaman birbirleri ile örtüşürdü. Bilinçdışının bilince kazandırılma süreci muhakkak direnç ile karşılaşır diye düşünülürdü. O yüzden de analizin önemli bir kısmı direnç ile uğraşıyordu. Hatta aktarım da bir direnç olarak görülebilir. Mesela analizanın babası ile ilişkisinde yüzeyde çok görünür olmayan bir sorun var. Ve analist yavaş yavaş oraya yaklaşırken, analizan analistine aşık oluyor. Buradaki olay, yüzleşilecek meseledeki duygusal zorluktan kaçınmak için analizanın bir direnç göstermesi olarak düşünülebilir. Bu şekilde, üstüne konuşulan şey, ilişkisel olarak içinde yaşanan şey haline geliyordu. Kohut ve Kohut'un takipçilerinin konuyla ilgili getirdiği şöyle yeni bir bakış var: Onlar klasik anaakım psikanalitik ekollerin direnç olarak tanımladığı şeyin çoğunlukla yatrojenik (doktordan doğmuş anlamında) olduğunu iddia ettiler. Bu bakış açısına göre, analist öyle davranıyor ki karşı taraf o direnci geliştiriyor. Halbuki yaklaşım değişse belki analizan o kadar direnç göstermeyecek. O yüzden Kohut gene,k yorum yapmak için çok daha bekler; öncelikle karşı tarafı anlamayı uzun bir süreç olarak kullanır; analist ve analizan (hasta) belli bir anlama/anlaşılma noktasında buluşurlar. O anlayışın devamında analizan zaten kendisi iç dünyası üzerine çalışmaya başlar. Kendilik Psikolojisi ile daha Klasik Ana Akım psikanaliz arasında böyle bir dirence yaklaşım farkı, dolayısıyla çalışma farkı var. Bu tür çalışma şekli analizanla ile daha fazla terapötik alyans geliştirmeyi hedefliyordu. Merve: Siz terapötik çalışmalarınızda bu yaklaşımı uyguluyor musunuz? Yavuz Erten: Tabi, ben eklektik bir analistim. Freud’dan da, Kohut’tan da epeyce kullanıyorum. Ben kültürel değişkenlere de çok önem veriyorum. Bizim kültürde, belki batı kültüründe geliştirilen birşey olduğu için, psikanalizde biraz daha modifikasyonlara dikkat etmek gerekiyor. Genetik yorumlarda çok acele edilmemesi gerekiyor. Biz burada ne yapıyoruz, neyi amaçlıyoruz diye karşı tarafı çalışmaya kazandırmak için edükatif olmak gerekiyor. Ben uzun bir süre Kendilik Psikolojisi’ni daha pür olarak uyguladım ama sonrasında diğerlerinin de zenginliğinin farkına varıp eklektik bir yaklaşım ile ilerliyorum.

5


Merve: Sizce Kohut’un psikanalize getirdiği bu kuramsal yaklaşım, Freud’un Psikanaliz dünyasına yaptığı katkıları çürütüyor mu yoksa alternatif bir yaklaşım mı sunuyor? Yavuz Erten: Kısmi itirazlar ya da kısmi alternatifler önerme diye düşünüyorum. Ve tamamlama diye de düşünüyorum. Çürütme kelimesi ne kadar doğru bilmiyorum ama tartışmaya açtı diyebiliriz. Şöyle bir şey var aslında, ödipal dönem biraz çizgi gibi. Bunun öncesi yani ilk 36 ay ile ilgili pek çok katkı geldi Freud’dan sonra. Biraz ödipal ve pre-ödipal ağırlığı olan kuramlar diye bir ayrımdan söz edebiliriz. Kohut’un kuramı, Freud’un belki eksik bıraktığı veya çok uğraşmadığı alanlara da yönelik diyebiliriz. İlk otuz altı aya bakınca Freud’dan sonra orda çalışan çok isim var. Kohut’u da ben ağırlıklı olarak orada düşünüyorum. Pre-ödipal evrede ilk 36 aydaki çalışmalar ve girişimsel duraksamalar hakkında Kohut veya başka bir kuramcı çok yardımcı olabiliyor. Ödipal ve Pre-ödipal ayrımda değişik kuramların birlikte kullanılabilmesine psikanalitik kuramda ‘complementarity’ yani tamamlayıcılık deniyor. Merve: Bir teoriyi onu yaratandan bağımsız düşünemeyiz. Kohut'un Kuramını ve hayatını uzun senelerdir incelemiş biri olarak, hayatı ve teorileri arasında nasıl bir bağlantıdan söz edebilirsiniz? Yavuz Erten: Kendisini yakından tanıyan insanlarla tanışma şansım da oldu. Heinz Kohut Viyana'dan Şikago'ya gidip orada Şikago Enstitüsünde bu kuramı geliştiriyor. Oradaki çevre ile bir temasım oldu. Etrafında o zaman genç psikanaliz adayı ve psikiyatri asistanı olan ancak şimdi bir kısmı hayatta olmayan dar bir çember varmış. O insanların çoğunu tanıdım. Onların Kohut anılarını dinledim. Bir kuram insanın kendi hayatından çok fazla şey içeriyor. Kohut'un bir şekilde kendi narsisizmi ile epey uğraştığını söyleyebiliriz. Narsisizm statik bir patoloji değil, hepimizin bir tarafı utanç öbür tarafı kibir olan gurur süreçleri diye narsisizmi yeniden dile getirmesi, Kohut'un kendi narsisizmini normalize etmeye çalışması ile ilgili de olabilir. Yakın çevresi patolojik olarak değerlendirilebilecek bir narsisizmi olduğunu söylüyor Kohut'un. Çok yaralı bir hayatı var, nerdeyse psikotik sayılabilecek bir anne ile ömür boyu uğraşmıştır. Baba erken bir zamanda evi terk edip sonra da vefat eder. Anne ile oğul baş başa kalırlar. İlişkilerinin ensestiyöz, neredeyse sembiyo,k ve otoerotik diyebileceğimiz bir boyutu varmış. Kohut'un bireyleşme, kendi benliğini, kendiliğini kurma süreci çok zorlu geçmiş. Birçok narsistik yaralanmalar da yaşamış. Özellikle mesleki ilişkilerinde ağır yaralanmalar yaşamış. Kohut, ilk başta aday olarak enstitüye reddedilmişken, mesleki olarak yükselip Amerikan Psikanaliz Birliği Başkanı oluyor. Ondan sonra da Ulusal Psikanaliz Birliği Başkanı olması söz konusu iken Anna Freud’un engeli ile karşılaşıyor. Anna Freud başta onu cesaretlendiriyor, sonra Kohut’un anlayamadığı bir şekilde vazgeçiyor. Bu Kohut için büyük bir yaralanma oluyor. Kohut ondan sonra adeta bayrak açıyor, The Analysis of the Self, Restoration of the Self, How Does Analysis Cure adlı 3 tane kitabını bu kopuş sürecinde yazıyor. Hiçbir zaman IPA’dan (International Psychoanalytic Association) atılmıyor. Hep ens,tünün içinde ama mesela ders verdirmiyorlar. Biraz sanki hareketten kopmuş veya harekete ihanet etmiş gibi bir algı oluyor. Merve: Kohut'un Kuramı narsisizme olan siyah-beyaz bakış açısını grileştiriyor diyebilir miyiz?

Yavuz Erten: Evet, aslında her çocuğun erken yaşlardaki fazla kibirlenmeci, büyüklenmeci hali norm olarak düşünülebilir. Çocuklar küçükken 'Ben dünyayı yenerim' ya da 'Benim babam dünyanın en akıllı adamıdır, ben onun oğluyum' dediklerinde bu tür yönelimleri norm olarak kabul edebiliyoruz, ancak 50 yaşında birisi bunu söylediği zaman bunu patolojiye meyleden abartılar olarak görüyoruz. Patolojik narsisizm, çocuklukta abartılı başlayıp dereceli hayal kırılıkları ile normale dönmeyen ve gurur olarak niteleyebileceğimiz normal düzeyde bir özseverliğe dönüşmeyen, çocukluktaki hali ile kalan durumlardır.

Merve: Freud’un insan doğasına yaklaşımı ve Psikanalitik Kuramı determinist bir bakış açısına sahip, Kohut için nasıl bir bakış açısından söz edebiliriz? Yavuz Erten: Freud’un kuramının temel özelliği epey belirleyici, exclusive bir psişik determinizm kuramı olması; hiçbir şey tesadüfi değil her şey birbirine bağlı. Freud çok iyi bir kuramcı olduğu için, ve hep de bir mantık argümanı takip ederek değişik alt kuramları büyük bir kurama bağladığı için onun kuramının yapısı bir piramiti andırıyor. O yüzden aradan bir taş çıkarınca kuram kaykılıyor, yani işin hem klinik olarak hem de kuramsal olarak bir psişik determinizmi var. O yüzden psikanaliz işinde Freud eleştirisi yapmak zordur, çünkü bir kısmını eleştirdiğinizde bütünde bir kaykılmalar olur. Kohut’un kuramı bana göre, kuramsal olarak Freud’un ki kadar göz alıcı değil. Ama klinik gelişimsel olarak çok işe yarayan bir kuram. Ve klasik kuram ile ilgili bazı şeyleri bir daha düşünmeye ve sorgulamaya yol açacak bir kuram. Ben bütün psikanalist tarihine baktığımda Freud’ a yakın olan, başka bir alternatif oluşturan bir kuram da göremiyorum. Kısmi revisyonlar ve eleştiriler var. Kohut’un psişik determinizmi Freud’a göre yarı belirleyici, bazı noktalarda belirsizlikler var. Kohut’un analizi bana göre her şeyi açıklayamaz. Bu anlamda Kohut’un psikanalizi terapiye daha çok yaklaşıyor. Biraz daha iyileştirmeyi amaçlayan bir tarafı var, o yüzden de son kitabının ismi ‘How Does Analysis Cure’ biraz politik diye düşünüyorum. Çünkü ana akım psikanalizin içinde bir takım kuramcılar veya klinisyenler analizin aslında bir tedavi amacı gütmediğini, sadece analiz ettiğini söylerler. Ama Kohut’a göre analiz tedavi de eder. Bu yüzden de mesela ana akım psikanalizin içinde Kendilik Psikolojisi söz konusu olduğu zaman , ‘bu psikanaliz değil psikoterapidir’ diyenler vardır her zaman. Bugünkü değerlendirmelerde Kendilik Psikolojisi ana akım psikanalizin içinde de değerlendirilmiyor. Merve Arıkan

6


Şizofreni Dostları Derneği Başkanı ile Röportaj

Şizofreni; oldukça yanlış anlaşılan, bu nedenle hasta bireylerin aile ve sosyal yaşantılarında birçok güçlüğe sebebiyet veren bir hastalık. Şizofreni, sosyal yaşam ve medya ilişkisini Şizofreni Dostları Derneği başkanı sayın Mesut Demirdoğan ile konuştuk. Ceren: Öncelikle şizofreni nedir? Mesut Demirdoğan : Şizofreni, toplumda görülme sıklığı %1 oranında olan, genellikle 17-25 yaş arasında görülen, ruhsal bozukluklara sebebiyet veren bir beyin hastalığıdır. Ceren: Şizofreni sizin ve ailenizin hayatında sosyal açıdan ne gibi zorluklara yol açtı? Mesut Demirdoğan : Şizofreninin ilk başladığı yıllarda çalışan bir bireydim, işimi bırakmak zorunda kaldım, ailemle ve sosyal çevremle çeşitli problemler yaşamaya başladım ve eve kapanmaya başladığım bir dönem oldu. Kimseyle görüşmüyordum. Zamanla sosyal çevremi kaybetmeye başladım. Hastalık; evde, odamda, yalnız başıma yaşadığım bir sorun haline dönüşmeye başladı. Ceren: Hastalık kaynaklı sosyal geri çekilmenin yanı sıra toplum tarafından yalnızlaştırmaya maruz kaldınız mı? Mesut Demirdoğan : Yakın çevrem için söyleyebileceğim, arkadaş ortamında toplandığımızda onlarla konuşabileceğim konular zamanla azalmaya başladı. Onlar örneğin herkesin yaptığı gibi futbolla, sinemayla, müzikle ilgilenirken ben daha farklı konularla ilgileniyordum. Dünyanın geleceği, olumsuzluklar, savaşlar, kavgalar gibi konular benim daha fazla ilgimi çekmeye başlamıştı. Onların konuştukları konular bana yabancı gelmeye başlamıştı. İlgi alanlarım ve dünya görüşüm değiştikçe, insan ilişkilerinde problemler yaşamaya başladım. Ceren: Siz, Şizofreni Dostları Derneği başkanı olarak, şizofreni hastalarına uygulanan ötekileştirme ve yalnız bırakmayla ilgili ne söyleyebilirsiniz? Mesut Demirdoğan : Hastalığın tabiatı gereği, geri çekilme gibi bir problem yaşanıyor. Burada ailelere büyük görev düşüyor. Şizofreni hastalığı başladığından itibaren, hastalıkla mücadele eden kişiye hem aile hem de sosyal çevre desteği gerekli oluyor. Onları dışlamak yerine kendi yaptıkları faaliyetlere dahil ederek, yada en azından teklif ederek sosyalleşmelerine yardımcı olmak gerekiyor. Tedavi konusunda yardımcı olunması gerekiyor. Tamamen hastayı yalnız bırakmak doğru bir davranış değil. Hastanın, olabildiğince dışarıdaki faaliyetlere katılması ve teşvik edilmesi gerekiyor. Hasta, o anki ruh hali gereği katılım göstermek istemese dahi teklif ve teşvik ederek hastanın sosyalleşmesine alan yaratmak önemli. Hastanın sosyalleşme ihtiyacı unutulmamalı. Toplumda değerlendirme hatası söz konusu. Sorunu olan insanlar devamlı itiliyor. Bütün hastalıklar bu böyle. Hasta, bir ayak bağı olarak görülmeye başlanıyor. Aslında böyle olmamalı. Bizlerin de aile desteğini sonuna kadar almaları gerekiyor, sosyal olmamız gerekiyor. Bu destek mekanizmasının olmadığı durumda hasta hepten yalnızlığa hapsoluyor ve sosyal beceriler köreliyor. Bir süre sonra insanlarla iletişim kuramayacak hale gelinebiliyor. Bu desteğin ilk sağlanması gereken yer de hastanın ailesi.

7


Ceren: Sizce şizofreni hastalarına uygulanan sosyal tecritte medyanın rolü nedir? Mesut Demirdoğan : Medyanın çok büyük rolü var. Çoğu zaman da yakındığımız bir meslek alanı, medya. Şizofreni hastalarının karıştığı olumsuz bir olay medyaya yansıdığında, bu olaylar oldukça ürkütücü başlıklarla servis ediliyor. "Şizofreni hastası dehşet saçtı" gibi. Biz en çok bu tür haberlerden rahatsızlık duyuyoruz. Çünkü bu haberleri hastanın ailesi, arkadaşları vs. de okuyor ve okuduktan sonra bize bakış açıları olumsuz yönde çok değişiyor. Bazen gazeteleri arayıp bu tarz haberlerle ilgili itirazlarımızı gönderiyoruz, lakin pek bir faydası olmuyor. En son Basın Konseyi'ne bir dilekçe verdik olumsuz bir haberden dolayı, haberi yapan gazeteye bir uyarı yazısı gitti. Bu tarz yaptırımlar var evet ancak pek etkili olmuyor. Bir süre sonra bir şizofreni hastasının karıştığı bir olay tekrarlanınca bu olumsuz tavır tekrarlanıyor. Damgalama ile mücadeleyi hem dernek olarak hem de kişisel olarak hayat boyu devam ettireceğiz. Basın röportajlarımız oluyor, topluma güzel hasta örnekleri sunuyoruz. Şizofreninin ne tür bir hastalık olduğunu topluma doğru ve bilimsel bir şekilde anlatmaya çalışıyoruz. Şizofreninin şiddetle bağdaştırılmaması gerektiğini, hasta bireylerle hasta olmayan bireylerin suç işleme oranlarının aynı olduğunu, şizofreninin hastaya şiddet ve suç eğilimi katmadığını topluma anlatıyoruz. Medyanın olumsuz propagandası, toplumdaki yanlış algıyı arttırıyor. Bu yanlış algı öyle bir yere varıyor ki, insanlar hakaret maksatlı birbirlerine şizofren diyor. Bu bizleri oldukça rahatsız ediyor. Medyanın çok daha destekleyici bir tavırla toplumu doğru bilgilendirmesini istiyoruz. Ceren: Şizofreni hastalığının doğru tanıtılması, damgalamayla mücadele ve sosyal tecritin kırılmasıyla ilgili derneğiniz ne gibi faaliyetler yürütüyor? Mesut Demirdoğan : 25-26 Mart 2016 tarihleri arasında İstanbul Teknik Üniversitesi Sosyal Tesisleri'nde bir sempozyum düzenliyoruz. Derneğimizin 20. yılının da kutlanacağı bu sempozyumda iki gün boyunca şizofreni ekseninde çeşitli söyleşiler ve konferanslar olacak. İstanbul'dan, diğer şehirlerden ve yurt dışından konuklarımız şizofreniyi tıbbi, sosyal ve hukuki yönden ele alacak. Hastaların toplum içinde yaşadığı sıkıntılar, verilen her türlü hizmet ve kalitesi tartışılacak. Şizofreninin enine boyuna tartışılacağı dolu dolu geçecek iki gün planlıyoruz. Kayıtlar derneğimizin internet sitesinden yapılabilir. (hrp:// www.sizofrenidostlaridernegi.org/)

Ceren Özügüç

8


Kulüp Etkinliklerimiz 2-Tanışma Kahvaltısı 10 Ekim

1-Öğrenci Kulüpleri Tanıtım Günleri

14 Eylül Haftası BİLGİ Psikoloji Kulübü Yönetim Kurulu olarak Kulüp Tanıtım ve Oryantasyon Günlerinde standımızı açtık.

2015-2016 dönemine yeni başkan ve yönetim kurulumuzla tanışma kahvaltısı eşliğinde başladık. Yoğun katılımla gerçekleşen tanışma kahvaltımızda sene etkinlikleri tanıtımının yanı sıra, takım kurma çalışmalarıyla katılan kulüp üyelerinin birbirileriyle kaynaşmasını sağlayarak keyifli vakit geçirdik.

3-Doç. Dr. Aslı Akdaş Mitranı ile Adli Psikoloji üzerine 15 Ekim 2015

15 Ekim 2015 tarihinde IBU Psikoloji Seminerleri kapsamında Adli Psikolog Aslı Akdaş Mitrani’yi okulumuzda konuk edk. Yoğun bir katılım ile başlayan seminerde Psikolog Aslı Akdaş Mitrani, 2 saat süren oturumda bize adli psikolojinin tanımları, hangi alanlarda etkinlik gösterdiği ve bir adli psikoloğun çalışabileceği alanlar, adli psikolojinin Türkiye’de ve yurtdışındaki uygulamaları, profil çıkarma, sivil toplum kuruluşlarında adli psikologluk görevleri gibi konularda hakkında bilgi verdi.

9


4-"Depo - Akıl Hastanesinde Hayat" belgesel gösterimi 22 Ekim 2015

RUSİHAK temsilcileri ve belgeselin yönetmenlerinden Ege Kanar ile söyleşi İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji Kulübü olarak 22 Ekim2015’te Türkiye'nin bölgesel ruh sağlığı hastanelerindeki koşulları ve yaşamı konu alan Depo: Akıl Hastanesinde Hayat belgeselinin gösteriminin ardından RUSİHAK’tan Can Feyzioğlu ve belgeselin yönetmenlerinden Ege Kanar'ın katılımıyla bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu belgeseli göstermek istememizin asıl sebebi birçok insanın akıl hastanelerinin iç yüzünden habersiz olmalarıydı. Belgesel birçok açıdan bizleri tatmin etti, aslında olağan zorlukları görmemizi sağladı. Sanılan koşulların aksine akıl hastanelerinin aslında ne derece ağır ve baskıcı koşullarla yönetildiğini gördük. Türkiye’nin dört bir yanında bulunan akıl hastanelerinin, hapishanelerle eş değer bir değer görmesi hepimizi derinden üzdü. Tedavi gören insanlar için iyileştirici sosyal hiçbir etkinlik sağlanmıyor, hastalar hava almak istedikleri zaman dışarı çıkamıyorlar. Belirli kıyafetleri yok, giysileri yıkanıp rastgele dağıtılıyor. Hastanelerde kargaşa ve düzensizlik hakim, böyle bir ortamın iyileştirici etkisinden bahsetmek bir hayli zor. Bu yüzden tedavi sürecini tamamlayıp, hastaneden normal hayata adapte olmaya çalışan insanlar hayatlarını sürdüremiyor ve yeniden hastaneye geri dönmek zorunda kalıyorlar. Hastanede iyileşmek için umudu olan insanlar, umudunu kaybediyor ve devir daim halinde hastaneye er ya da geç geri dönmek durumunda kalıyorlar. Belgesel aydınlatıcı ve harekete geçirici bir güçle akıl hastanelerindeki yaşamı oldukça gerçekçi bir perspektiften ele aldığı için, hedeflenen mevkiler ulaşması sonucunda büyük bir farkındalık oluşturacağına eminiz.

5-Alzheimer Bilgilendirme Semineri 18 Kasım 2015

Alzheimer Derneği Genel Sekreteri Füsun Kocaman ile Alzheimer hakkında bilinmeyenleri konuştuk. Alzheimer Hastalarına davranış şekilleri, neleri yanlış yapıyoruz,aile faktörü ve önemi,Alzheimer nedir ve demans belli konu başlıklarımızdandı. Çoğu kişinin aklına gelmeyen veya önemsemediğimiz hasta ile birlikte hasta yakını psikolojisi üzerine de konuşarak Alzheimer’ı farklı açılardan değerlendirdik.

10


6-Bilgi Psikoloji Kulübü Erasmus Buluşması 3 Aralık 2015

Bölümde son sınıf öğrencisi olan 4 arkadaşlımızla 3 Aralık akşamı bu sene ilk oturumunu düzenlediğimiz Erasmus söyleşimizi gerçekleştirdik. Amacımız Erasmus Programı ile yurtdışında bir veya iki dönemini geçirmiş arkadaşlarımızla, henüz gitmemiş, gitmeyi planlayan veya kafasında soruları olan arkadaşlarımızı bir araya getirmekti. 4 arkadaşımız kısaca hikaye ve deneyimlerinden bahsettikten sonra yoğun bir soru-cevap bölümü ile söyleşimize devam ettik. Herkes için yeni ve keyifli bir deneyim olduğunu düşündüğümüz Erasmus Buluşması etkinliğimizi gelecek dönemlerde de tekrarlamayı planlıyoruz.

7-Maskemden Korkma! Sosyal Sorumluluk ve Farkındalık Etkinliği 7 Aralık 2015

3. ve 4. Sınıflardan olmak üzere 6 arkadaşımızın fikir birliği ile ortaya çıkan (İdil Ulupınar,Eda Altunsoy, Barkın Yerlikaya, Yonca Kırkın, Selen Urgancıoğlu, Tolga Çelik) çok önemli bir farkındalık etkinliğini 7 Aralık’da Santral Kampüsü Etkinlik Çadırı’nda gerçekleştirdik. Hayata Renk Ver Derneği ile ortak sosyal sorumluluk etkinliğimiz olan bu çalışmada,kronik hastalığı olan çocuklara farkındalığı arttırmak adına ilkokul 4. Sınıf öğrencileriyle maske boyama etkinliği yaptık. Bilgi Psikoloji Kulübü için de çok keyifli geçen etkinliğimizi “Maskemden Korkma!” diyerek minik arkadaşlarımızla çektiğimiz bir video ile sonlandırdık. (Video ve fotoğraflara sosyal medya hesaplarımızdan ulaşabilirsiniz)

8-Alzheimer Derneği yılbaşı etkinliği 23 Aralık 2015

Alzheimer Derneği Genel Sekreteri Füsun Kocaman’ın katılımıyla gerçekleştirdiğimiz bilgilendirme semineri sonrası, sosyal sorumluluk ve farkındalık etkinliklerimizden birini Alzheimer Derneği ile gerçekleştirmeye karar verdik. Bunun üzerine Alzheimer Derneği’yle ortak bir yılbaşı etkinliği düzenledik. Üniversitemiz öğrencilerinden oluşan 4 kişilik bir müzik ekibi ile orada bulunarak hem Alzheimer hastalara hem de ailelerine güzel bir gün yaşattık. Bu etkinlik sonunda kulüp katılımcılarımızdan gelen yoğun ilgiyle, yeni dönemde derneğe yeni gruplarla aylık ziyaretler düzenlemeye karar verdik. Ziyaret günleri hakkında bilgi sahibi olmak için whatsapp grubumuza kaydolmayı unutmayın!!

11


Kulüpçe Katıldığımız Etkinlikler

1-24 Ekim TPÖÇG Kahvaltısı

3-Bilgi Psikoloji Kulübü Ev sahipliğinde "Savaş Ortamında Çocuk Olmak" paneli. 12 Aralık

2-ELSA Day kapsamında düzenlenen Yaşayan Kütüphane

4- ODTÜ 1. TPÖÇG Zirvesi 29-31 Ocak 2016

12


Kitap Analizi:YUSUF ATILGAN “AYLAK ADAM” “Aylak Adam”.Yusuf Atılgan’ın 1959 yılında yayınlanan romanıdır.Romanda modern hayatın insan kalabalığı içinde yalnızlaşan,sürekliliğe tepkili,hep farklıyı arayan ve gerçek aşkın peşinden koşan C.’nin yaşadıkları dört mevsime ayrılarak anlatılmıştır.Babasından kalan miras ile geçinen ve kendi deyimiyle “aylak” olan ana karakter C.;genelde insanlardan kaçan,monotonlaşmaya ve “aynılaşma”ya tepkili,gerçek aşkı umutla aramasına rağmen olaylara ve insanlara karşı bakış açısı olarak kötümser karakterli bir adamdır. Topluluk bilincini yadsıyan ve “gerçek sevgi” ile birleşen iki kişiden oluşan bir toplum yaratma isteği gerçek aşkı aramasındaki en büyük etmendir. Romanda C.’nin kişiliğini etkileyen birçok önemli unsur vardır. Bu unsurlardan belki de en önemlisi C.’nin babasıdır. Komisyonculuk yaparak geçinen ve kadınlara karşı zaaflı olarak tasvir edilen Baba,C.’nin kişiliğinin oluşmasında önemli bir rol oynamıştır. C.’nin çocukluğundan beri geliştirdiği “babasına benzeme korkusu” (Babasına benzemekten korkuyordu(sf:12)onu aylaklığa sürüklemiş, babasının olmasını istediği gibi biri olmamak için çabalamıştır. Babasının bıyıkları olması ve kadınları süzerken bıyık burması (Yeniden yürümeye başladıkları zaman hep onun bacaklarına bakıyordu. Babası da öyleydi. Üstelik bıyıklarını burardı(sf:48) C.’nin bıyıklara karşı bir hoşlanmama durumu geliştirmesine neden olmuştur. Babasının kadın düşkünlüğü C.’nin cinselliğe karşı travma geliştirmesine neden olmuştur. Ergenlik ile birlikte cinsel duygularının uyanışı; karakterin, babasına benzememe isteğini zorlaştırmış ve C.’yi umutsuzluğa sürüklemiştir. C.’nin kişiliğinin oluşmasında önemli rol oynayan karakterlerden birisi de teyzesi Zehra’dır. C.’nin annesi,o daha bir yaşındayken öldüğü için C.,teyzesini annesi yerine koymuş ve kendi deyimiyle onu “kıskanç,bencil bir sevgi” ile sevmiştir. C.’nin, kitap boyunca aşk yaşadığı iki kadının (Edebiyat fakültesi öğrencisi Güler ve ressam Ayşe) aileleriyle olan ilişkilerini sarsarak iki kişilik bir dünya yaratma çabası, teyzesiyle olan ilişkisini ve ona olan sevgisini yeniden yaşama arzusundandır (…kız kardeşini, biraz da annesini kendi kendine yıkabilmişti.Ama daha dimdik duran bir babası vardı;bir de bu eski ev.Bugün eve saldıracaktı.Acelesi yoktu;sonra babasını da yıkardı.Kimsesiz kalsın istiyordu (sf:75) (“Benim ona tutunabilmem için onun benden başka bir dayanağı olmamalı” (sf:75) (…Bırak anneni babanı şimdi,dedi elimi tutup,sen kimi kimsesi yok bir kızsın (sf:28) Teyzesi ile geliştirdiği ilişki,C.’nin sıkıntılı zamanlarında “başını dizine koyup yatma” arzusu olarak nüksedecektir (Sedire oturttu.Başını onun kucağına koyup uzandı.Eski evde,teyzesinin kucağında da hep böyle yatardı (sf:141) C.’nin hayatında ve kişilik gelişiminde belki de en önemli olay, babası ile teyzesinin cinsel ilişki yaşadıklarını öğrenmesidir. C.,teyzesi ve babasının arasına girerek teyzesini koruma içgüdüsüyle (Oedipus kompleksinin bir sonucu) babasına saldırmış,babasının kulağına yapışmasıyla kulağı yırtılmıştır.Bu olayın sonunda C., stres altında veya babası ile ilgili düşünüyorken yaralanan kulağını kaşımak gibi bir tik geliştirmiştir. Babasını,sürekli değişen hizmetçilerin bacaklarını okşarken görmesi ve babası ile teyzesini yakaladığı gün babasının kurduğu “Zehra,şu bacakların yok mu?” cümlesi ile C.,kadın bacağına karşı bir korku geliştirmiştir ve roman boyunca bir kadın hariç (Ayşe) hiçbir kadının bacaklarına dokunmamıştır. Romanda fazla anlatılmasa da C.’nin annesi de C.’nin karakterinde izler bırakmıştır. Teyzesinin annesini mavi gözlü olarak tasvir etmesi,C.’nin mavi gözlü kadınlara karşı bir zaaf geliştirmesine önayak olmuştur (…Belki de teyzem,onun güzel,mavi gözlerinden bahsettiği için…. Mavi gözlerden hep hoşlandım. Belki sana anlattığım o kıza üç ay dayanabilmem mavi gözlü oluşundandı (sf: 121) Annesinin yokluğuyla C.,anne rolüne teyzesini koymuş ve Oedipus kompleksinin bir sonucu olarak teyzesine olan sevgisini yüceltirken; babasını bu sevginin arasına giren bir düşman olarak benimsemiştir. Teyzesi ile babasının ilişkisini öğrendiğinde bile teyzesine olan sevgisi eksilmemiş,aksine teyzesi gözünde daha da büyümüştür.Kompleksin bir sonucu olarak C.,ne zaman stresli veya üzgün olsa çocukluğunda teyzesinin koşulsuz sevgisini ve birlikte geçirdikleri mutlu zamanları hatırlayarak o anlara geri dönüş yapacaktır. İdil Baran

13


Staj Günlükleri Merve İkizoğlu İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü Son Sınıf Öğrencisi:

Psikoloji eğitimi sırasında olmazsa olmaz diyebileceğimiz şeylerin başında gelir staj yapmak. Akademik eğitimin yanı sıra pratik alanda da mesleğimizin nasıl icra edildiğini görmek biz öğrencilerin eğitiminde çok önemli bir rol oynar. Bu amaç doğrultusunda ilk staj deneyimimi 1. sınıfın ilk döneminde gerçekleştirdim. Çağlayan Adliyesi'nin çocuk mahkemesi bölümünde çalışan psikologların yanında staj yaptım. Psikologların çocuklarla yaptığı görüşmelere gözlemci olarak katıldım ve görüşmeler sonrası birlikte rapor yazdık. Bu sayede görüşmeleri hangi kriterler çerçevesinde yaptıklarını ve rapor yazarken nelere dikkat ettiklerini gözlemleyip öğrenmiş oldum. Ayrıca psikologlarla birlikte duruşmalara girdim ve duruşmaları gözlemleme fırsatı yakalamış oldum. Her ne kadar çocukları gördükçe içten içe hüzünlensem de benim için orada staj yapmak ve adli psikoloji alanını görmek çok güzel bir deneyim olmuştu. Daha sonra bu stajımdan esinlenerek suça sürüklenen çocuklar üzerine toplumu bilinçlendirmek amaçlı bir video klip hazırladım. Bu video klip sayesinde adli psikoloji alanında çalışan başka psikologlarla da tanışma fırsatı yakaladım ve daha çok bilgi sahibi oldum. İkinci stajımı da 3.sınıfta başladığım Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı'nda gönüllü abla olarak yaptım. Hala orada gönüllü ablalık yapmaya devam ediyorum. Bir süreliğine okullara gidip çocuklara hijyen hakkında sunumlar yaptım. Ama asıl yaptığım iş çocuklara ingilizce ve matematik dersi vermek. Orada çocuklarla vakit geçirmek, onlarla iletişim kurmak, onlara bir şeyler öğretmek, onlarla oyun oynamak ve onların dünyalarına ortak olmak benim için çok zevkli bir iş. Üçüncü stajımı bir psikolojik danışmanlık merkezinde yaptım. Bu stajım sayesinde klinik ortamını keşfetme ve bir kliniğin nasıl işletildiğini gözlemleme fırsatım oldu. Pek çok psikologla tanışıp sohbet etme fırsatım oldu. Birlikte grup terapisi yaptık ve böylelikle ilk grup terapimi gerçekleştirmiş oldum. Bu sayede grup dinamiğinin ne kadar güçlü olduğunu görmüş oldum. Son olarak bu sene okulumuzda araştırma asistanı olarak çalışmaya başladım. Okulumuzun psikoloji yüksek lisans öğrencilerinden birinin tez çalışmasının araştırma kısmına yardımcı oluyorum. Anaokullarını gezip velilere anket yapıyorum ve bu anketlerin sonuçlarını Spss'e giriyorum. Bu sayede de akademik bir araştırmanın nasıl yapıldığını öğrenmiş oluyorum. Bu sene mezun olacak son sınıf öğrencisi ve arkadaşınız olarak sizlere tavsiyem stajlarınızı ihmal etmemeniz. Biliyorum bu alanda staj bulmak bir yerlere girmek çok zor. Benim de kaç kere olumsuz cevap alıp kapısından geri döndüğüm yerler oldu. Bunlar elbette insanın hevesini kırıyor ama yinede çabalamaya devam ederek başka yerlerden fayda sağlanabilir. Sevgilerimle.

Merve İkizoğlu.

14


GEZİ

‘Görmezden Gelmeyelim - Tarih Öncesinden Günümüze Şizofreni Serüveni’ Abdi İbrahim Otsuka’nın katkılarıyla hazırlanan, Türkiye’de bir ilk olan ve şizofreni konusunda toplumsal farkındalık yaratmayı hedefleyen ‘Görmezden Gelmeyelim - Tarih Öncesinden Günümüze Şizofreni Serüveni’ sergisi, 16 Ekim’de Harbiye Askeri Müze’de ziyarete açıldı. Sergide ilk çağlardan günümüze yaşanan ruhsal hastalıkların özellikle şizofreninin tanısı ve tedavisi, toplumun hastalığa yaklaşımı, kültürden kültüre değişimi anlatılmaktadır. Sergide aynı zamanda şizofren hastalarının neler hissettiğini anlatmak ve deneyimlemek için empati kabini ve dönen yatak bulunuyor. Empati kabini hastaların neler hissettiğini deneyimlemek için görsel ve işitsel halüsinasyonların canlandırılmaları yapılıyor. Bu serginin amacı tamamen toplumun şizofreniye karşı önyargısını kırmak ve hastaların anlaşılmalarını sağlamaktır. Sergide dikkatinizi çekebilecek diğer şeyler ise ‘Dönen Yatak’ ve aynalardır. Dönen yatak 1850’lerde şizofreni tedavisi için kullanılmıştır. Hasta bu mekanizmaya bağlanıyor ve yatağın hızlı dönmesiyle beyindeki kan basıncı arttırılarak hastanın tekrar dengesini sağlayabilmesi amaçlanıyordu. Sergideki aynalar ise şizofreninin toplumda yaklaşık 100 kişiden birinde görülebileceğini hatırlatıyor. Şizofreni hakkında yıllarca oluşan ön yargılar ya da kulaktan dolma bilgiler bu sergiyle kırılabilecek gibi gözüküyor. Nitekim bunun içinde bir köşe oluşturulmuş. Yanlış-Doğru olarak ayrılan bu yer de toplumda oluşan yanlış fikirlerin düzeltilmesi için doğruları yazılmıştır. Sergi alışılagelmiş sergiler yerine daha farklı bir sergi olup, izleyicilerin duyularıyla katılabileceği ve deneyimleyebilecekleri bir ortam hazırlanmıştır. Sergiye girdiğiniz anda atmosferiyle sizi direkt içine alan bu sergi, benim içinde ilginç bir deneyim oldu. Dünden bugüne şizofreni için yapılan tedavileri ve tanıları bütün ayrıntılarıyla gözler önüne sererek, gelecekteki tedaviler için bilgiler veriliyor. Şizofreni ve ruh hastalıkları için empati kurmak ve bilgi edinmek için bu deneyimi yaşamanızı öneririm. Irmak Özen

15


Kitap Analizi:A Psychological Analysis on Vicky Cris<na Barcelona Woody Allen’s Vicky Cris,na Barcelona (2008) starts off with Vicky and Cris,na’s trip to Spain one summer, taking a roman,c turn when they meet Juan Antonio: a passionate, sensa,on seeking painter. There are four main characters and we see a complex love story amongst them. The key character in the story is Juan Antonio, the other characters unravel based mainly upon him. Juan Antonio is a painter in his mid 40s who recently had a divorce with his wife Maria Elena. The divorce is told to be the ayermath of a violent fight in which the couple tried to kill each other. Juan Antonio is introduced as a passionate, charming and spontaneous character. He recklessly invites the two Americans Vicky and Cris,na to Oviedo for a weekend the first ,me they meet. This trip to Oviedo is the beginning of the conflicts that happen in each character’s course of life. The first rela,onship introduced in the story is the one between Juan Antonio and Cris,na. Cris,na is a free spirit who is in constant search for who she is and values gaining experiences in life. She is someone who “only knows what she doesn’t want” and by adop,ng this state of mind, she becomes less goal-oriented and someone who tends to go with the flow. She does not take deliberate ac,on to search for what she wants and tends to find herself in situa,ons which do not sa,sfy her completely. The course of her rela,onship with Juan Antonio is ul,mately the same. She is dazzled by Juan Antonio’s offers and by going ayer the desire she has for him, she moves in with him. She admires Juan Antonio greatly as she is also a struggling ar,st in her own way, not very talented but highly eager to express her feelings through art. She gets to meet Juan Antonio’s ar,st friends and experience the European culture fully. This is the main trigger for her to pursue a rela,onship with Juan Antonio. Further into their rela,onship, Maria Elena comes into the story. Maria Elena is the neuro,c, genius ex-wife who is also a painter and the love of Juan Antonio’s life. Juan Antonio brings her home ayer he finds out she tried to kill herself. Cris,na is also there but her presence is highly insignificant as the strong love-hate rela,onship between Juan Antonio and Maria Elena overrules her. Maria Elena’s shameless, reckless sexual appeal and energy soon leaves Cris,na in doubt with herself. A slight compe,,on begins between the two of them as Maria Elena is s,ll in love with Juan Antonio. Although it is difficult to say it’s a compe,,on as Juan Antonio’s admira,on and passionate love for Maria Elena is quite clear. Furthermore it is revealed that Juan Antonio is highly inspired by Maria Elena and even imitates her art. Yet as ,me passes, Cris,na manages to con,nue her rela,onship with Juan Antonio and Maria Elena seems to accept the existence of Cris,na and this rela,onship. Maria Elena starts to become interested in Cris,na’s arempts at photography and guides her. Cris,na, being the exploring and open soul she is, is thrilled by this and finds the con,nuous crea,on process of Maria Elena and Juan Antonio inspiring. Cris,na also admires the love they share: cap,va,ng, boundless, destruc,ve. The rela,onship between Maria Elena and Cris,na soon develops into a love affair and the three of them become roman,cally involved. Juan Antonio and Maria Elena are able to get along well and the destruc,ve face of their rela,onship cools down when Cris,na is present. The three of them share a similar passion for art, crea,on and lust. The reason why this rela,onship works so well is that, as Maria Elena says at some point, Cris,na is the missing component in Maria Elena and Juan Antonio’s rela,onship. Without Cris,na, this great crea,ve energy that lies inside both Juan Antonio and Maria Elena causes jealousy and rivalry between the two. They imitate each other’s art and want to overrule one another’s genius. When Cris,na comes into the picture, she provides a relief. Her being ar,s,cally incapable yet able to appreciate art makes her a perfect leverage for Juan Antonio and Maria Elena. They focus on Cris,na’s arempts at crea,ng art and even praise her work. They are able to do this because Cris,na is not as talented as they are and they do not see her as compe,,on. Maria Elena and Juan Antonio are able to bond over Cris,na, sharing each other’s ar,s,c perspec,ve, patronising over Cris,na. Maria Elena isn’t jealous of Cris,na because she knows that Juan Antonio’s interest in her is only temporary. The way Cris,na admires the both of them also creates a relief in their rela,onship. Again, without Cris,na, they are not able to admire each other because of the rivalry. They are not able to praise each other’s work and create freely; therefore Cris,na is able to fill this hole. Juan Antonio and Maria Elena are able to realise their greatness and genius through comparing themselves to Cris,na. This way, the tension between the two of them disappears.

The reason why Cris,na is okay with this manipula,on is because she may not be aware of it. She is caught up with the experimental side of the rela,onship and lacks understanding the role she plays in it. The end of the rela,onship is, hence, brought by Cris,na. She starts feeling a similar dissa,sfac,on at some point. It’s no surprise that she does because there is really not much she is actually gedng from the rela,onship. She is in a rela,onship where the other two people love each other more than they love her. They only need her to keep hold on each other. Ayer Cris,na breaks up with Juan Antonio and Maria Elena, they can only go so long without breaking up themselves. Juan Antonio’s side of the rela,onship is merely a portrayal of his own ego. Juan Antonio serles for much less than what he’s capable of, what he’s loved before when he chooses Cris,na in the beginning. What Juan Antonio sees in her is that she’s somehow a “lesser” version of Maria Elena. Yet he finds this “lesser” version arrac,ve because the fact that Cris,na is amazed and inspired by him just as he had been by Maria Elena sa,sfies him. By gedng involved with Cris,na, Juan Antonio has the chance of becoming someone’s Maria Elena. Cris,na, in no possible way, can catch up to Maria Elena and this feeds Juan Antonio’s ego. In this rela,onship, he is able to do the guiding and patronising he had never been able to do in his rela,onship with Maria Elena. In a way, by being in great denial, Juan Antonio feels as if he finally got over the love of his life, for a short amount of ,me. Another aspect of Juan Antonio’s character can be analysed through his brief affair with Vicky, Cris,na’s friend. Vicky is a character who does not carry the ar,s,c vibe of the other three characters. She is a person who has strict boundaries and her own way of doing things. She’s a woman of principle and finds it hard to follow her heart and seize the moment. Yet Juan Antonio somehow allures her as well. But he does not pursue this affair even though it is clear that Vicky is very arracted to him. The reason for this is because Vicky is engaged to be married and also because of the traits she has. Choosing Vicky, Juan Antonio would have gone down a dangerous path. A path possibly containing rejec,on, not being admired so much and less dominance. Vicky’s down to earth, goal-oriented way of being would have created a conflict for Juan Antonio, his ego would have got in the way of their rela,onship and it does, too. It makes him choose Cris,na over Vicky. The story ends with each character going back to where they were: Juan Antonio and Maria Elena separated, Cris,na on her own and Vicky with her fiancée. It is seen that each character goes through great denial within their rela,onships and this makes them unable to outgrow the problems they are having. They go through a great experience through the course of the movie yet in the end they don’t seem to evolve so much.

Tuvana Adalı

16


Hero’s Journey Bilgi üniversitesi psikoloji birinci sınıf öğrencilerinin ikinci dönem dersleri eğlenceli ve bir o kadar da önemli bir konu ile başlar; Kahramanın yolculuğu. Bu konu önemlidir çünkü klinik derslerde göreceğimiz kişilik analizlerinin temelini oluşturur. Ayrıca Carl Gustav Jung’ın ‘’arketipler’’ kavramını daha kolay bir yoldan anlamımızı sağlar. Şimdi birinci sınıfın ikinci dönemini hatırlamanızı isteyeceğim. Kitabımızda; yapım aşamasındayken, Joseph Campbell’ın Kahramanın Yolcululuğu kitabından esinlenmiş kült bir film vardı. Hatırlamadıysanız sorun değil nöronlarınızı zorlamayın ben söyleyeyim. Hatırlamanızı istediğim film Star Wars. George Lucas Star Wars serisini oluştururken tamamıyla Campbell’ın kitabından esinlendiğini ve orda ki arketipler sayesinde karakterlerini oluşturduğunu söylüyor. Kahraman arke,p için Luke Skywalker, akıl hocası arke,p için Obi Wan Kenobi ve düşmanlarını gözünü kırpmadan öldüren kötü arketip için Darth Vader… Joseph Campbell eserlerinde bir karakterin birden fazla arketip olacağını da belirtir. Başta kahramanın dostu gibi görünen bir karakter sonradan kahramanın düşmanı olabilir. Bu karaktere şekil değiştiren denir. Star Wars serisinde ise bu karakter Darth Vader’dır. Kahraman arketipinden çok bana en insansı gelen arketip şekil değiştirendir çünkü insanlarda günlük yaşantılarında duruma göre şekil değiştirirler. Buna bağlı olarak Darth Vader seride ki insan doğasını en iyi açıklayan karakterdir. Eğer Star Wars serisini izlemediyseniz ve izlemeyi düşünüyorsanız, spoiler almamak sizin için önemliyse yazıyı okumamanızı öneririm. Yazımın birinci kısmında ki olayların Anakin’in kişiliği üzerinde daha çok önemi olduğu için onları daha ayrıntılı yazarken ikinci kısımda ki olayların kişilik üzerinde çok etkisinin olmadığını düşündüm. Aslında yazıya ikinci kısmı almak istemiyordum fakat almazsam bir şekilde yazının eksik kalacağını düşündüğüm için derinlemesine incelemeden onları da ekledim. Umarım sıkılmadan okursunuz. Kötülük doğuştan mı gelir? Yoksa kötülüğü sonradan mı öğreniriz? Çevremizde ki insanların davranışları kötü olmamızda ne kadar etkilidir? Sevdiğimiz insanı kurtarmak için tamamıyla güvenemediğimiz ufacık bir umut için milyonlarca insanı gözümüzü kırpmadan öldürebilir miyiz? Bunların hepsi cevaplanması zor ve bir türlü emin olamadığımız sorular. Fakat Anakin Skywalker/Darth Vader için şunu söyleyebilirim ki, o içinde kötülük olarak doğmadı. Yüreğinde sevdiği insanları koruma arzusu olması yüzünden kötülük tarafından dolduruluşa getirildi ve kullanıldı. Peki, yüreğinde iyilik bulunan bir insan nasıl korkunç Dart Vader olup kötülerin tarafına geçti? Birinci neden: Annesinin ölümü ve Jedilar’ın onu görmezden gelmesi Anakin annesi ile birlikte köle hayatı yaşayan babasız doğmuş bir çocuktu. Öz baba sevgisinin ne olduğunu bilmeden yetişti ve paternalistik süper egodan1 yoksundu bu yüzden Anakin maternatlis,k süper ego2 ile büyüdü. Maternalis,k süper ego ile büyümek psikoza sebep olma ihtimalini yükseltir. Anakin’nin seri boyunca psikoza doğru sürüklendiğini görüyoruz. Gerçekleşmemiş şeyler hakkında aşırı derece endişelenmesi buna örnek olarak gösterilebilir. Bunun yanı sıra köle olarak yaşamasının getirdiği zorluklarda onun kişiliğini etkileyen diğer bir faktördür. Sahibi Anakin’i yetersiz görür. Adlerci bakış açısına göre erişkinlerin olduğu dünyada zaten çocuk kendisini eksik ve güçsüz görür. Bu durumun sürekli efendi tarafından hissettirildiği düşünün birde. Kendisini bir şekilde ispat etmek için hep yeni aletler yapmaya çalıştı ve pod yarışı denilen bir nevi araba yarışı gibi olan yarışlarda birinci olmaya çalıştı. Adler ‘’çeşitli yoksunluklardan kaynaklanan aşağılık duygusuyla içinde bulunan çocuklar öbür çocuklardan daha çok beklentilere yer verir, çevrelerine çeşitli istekler yöneltmekte hak sahibi oldukları gibi bir duyguya kapılırlar.’’ 3 der. Anakin’nin bu beklen,si kendisini ve annesini köle durumundan kurtaracak bir mucizedir ve istediği mucize gerçekleşir fakat eksik olarak. Tek ebeveyninin annesi olması yüzünden, annesine aşırı bağlı olan Anakin Jedi eğiti almak için cesurca bir karar verip Qui Gon Jinn’in peşinden gittiğinde içerisinde hep, acaba bu doğru mu? Bunu başarabilir miyim? Annem bensiz idare edebilecek mi? düşünceleri ile doludur. Annesi öldürüldüğünde, Jedi eğitimi almak için annesini bırakmak zorunda kaldığı için kendisini suçlu hisseti ve bu suçluluk duygusu bilinçaltında Jedilara karşı yöneldi. Anakin Jedilara kendisi katılmak istedi fakat onlar gelip ona gücü dengelemek kaderinde var demeseydi belki de annesi hala hayata olacaktı. Tabii ki annesinin ölümü Jedilara yönelen bilinçaltı öfkenin tek sebebi değildi. Bir diğer sebebi ise Jediların Anakin’i yetersiz ve güvenilmez olarak görmeleriydi. Köle olduğu dönemde de sahibi tarafından yetersiz ve güçsüz görülmesinin üzerine Jediların da ona kendisi eksik hissedrmesi Anakinde aşağılık duygusunun gelişmesine sebep oldu ve bir süre sonra herkesten üstün olmaya gücü en iyi kontrol edebilen kişi olmaya çalıştı. Jedilar ise bu şekilde davranmasını onun kibirli ve küstah birisi olduğuna bağladılar. Keşke biraz Adler okusalardı Adler, çocuğun güvenlik ve güçlülük sağlamaya iten aşırı içgüdünün etkisinin cesareti küstahlığa dönüştürdüğünü savunur. Anakin gücü dengeye getirecek kadar cesurdu tehlikelere gözünü kırpmadan atlıyordu fakat her seferinde görmezden geliniyordu. Ayrıca Anakin’nin kibirli olmasına bir de şu açıdan bakabiliriz; nasıl ki kardeşinin okul başarısını kıskanan bir çocuk, anne babasının dikkatini çekmek için notlarını düşük getiriyorsa, Anakin’de Jediların dikkatini çekmek için kibirli davranışlar sergilemeye başladı. Çünkü başka türlü onu görmezden geliyorlardı. Sebebi her ne olursa olsun Jedilar’ın bu tutumuna karşılık olarak Anakin’de bir süre sonra üstünlük kompleksi gelişmeye başladığını gözlemleriz. Sith’in İntikamı filminde bunu ‘’Artık herkesten daha güçlüyüm istersem Palpatine’i bile ortadan kaldırabilirim.’’ demesinden anlayabiliriz.

İkinci neden: Eşini kaybetme korkusu Annesinden başka Anakin’nin delicesine bağlandığı bir kadın daha var. Padme Amidala. Anakin, onu gördüğü ilk andan beri âşıktı ve bu aşkı karşılıksız değildi. Olaya yine psikanalitik bakarsak aşk dediğimiz kavram aslında annemiz ile küçükken kurduğumuz bağı tekrar başkası ile kurmaktır. Bu durumda Padme, Anakin için çok değerli. Annesinin ölümünden sonra bu değer daha da artıyor. Ölümden korkar hale geliyor, her ne kadar ölen insanların güçle birleştiğini bilse de. Ve annesi ile ilgili gördüğü haberci rüyaları bu sefer Padme için görmeye başlıyor ve onun doğum sırasında öldüğünü görüyor. Karısını kaybetme korkusu ile aklı bir kez daha karışıyor. Ölümü bir düşman olarak görmeye başlayan Anakin karısını kurtarmak için çare aramaya başlıyor ve onun hem sevdiği kadını kurtarma hem de Jedi’ların güvenini kazanamama eksikliğinden faydalanan Palpa,ne, Anakin’nin karanlık tarafı seçmesine ön ayak oluyor. Anakin içten içe inanmasa da ölümü alt etmenin anahtarının onda olduğunu biliyor ve Windu ile dövüşleri sırasında, Palpatine’nin aslında kötü ve yalancı olduğunu bildiği halde tek çare onda diye göz göre Windu’nun ölmesine göz yumuyor. Yaptığı şeyden sonra çok büyük bir pişmanlık duyuyor ve karanlık tarafa ilk adımını atmış bulunuyor. İkinci adımını ise Palpa,ne’nin emri üzerine dünya da ne kadar Jedi varsa hepsini öldürerek atıyor. Ayrıca Obi Wan Kenobi ile arasında geçen kılıç savaşında ustası Obi Wan, Anakin’nin iki bacağını ve bir kolunu kesiyor ve onu lav denizinin içinde ölüme terk ediyor. Bu da Anakin’nin Jedilara karşı olan tüm nefretinin artık bilinçaltından bilinç düzeyine çıkmasına sebep oluyor. Ölmek üzereyken Palpa,ne tarafından bulunuyor ve yaşaması için o korkutucu Darth Vader zırhına mahkûm oluyor. Sevdiği kadını kurtarmak için çekmediği sıkıntı kalmamasına rağmen tüm bu çabaları boşa çıkıyor; Padme, Anakin’nin karanlık tarafa geçmesi yüzünden yaşama isteğini, kaybediyor ve doğum sırasında ölüyor ve Anakin bunu öğrendikten sonra artık hayatında değer vereceği, koruyacağı kimse olmadığı için ve Jedilardan intikam almak için tamamıyla karanlık tarafına adımını atıyor. Filmde dikka,mi çeken diğer bir şey de, Jedilar’ın hiç birisi Anakin’e oğlum tarzında bir kelime kurmazken Palpatine ona sürekli oğlum diye hitap ediyordu. Karanlık taraf her ne kadar onu kullansa da ona bir baba sıcaklığı vermeye çalıştı. Anakin’nin babasız bir çocuk olarak doğduğunu yazının başında açıklamıştım. Belki çok ufacık, bilinçaltının kıyısında köşesinde karanlık tarafa geçmesine sebep olmuş destekleyici bir sebep olabilir. Yazımın başında sorduğum birkaç sorunun cevabı her ne kadar tartışmalı ve kesin olmasa da bana göre insanlar kötülüğü sonradan çevredeki insanların davranışlarına göre öğrenir. Anakin Skywalker gibi hepimiz iyi olarak dünyaya geliyoruz fakat çevremizde ki şartlar bizi Darth Vader olmaya zorluyor. İrem Gamze Arslan

17


Hazırlayanlar: Melis OKUR Peri Pur Merve Arıkan Ceren Özügüç İdil Baran İrem Gamze Arslan Tuvana Adalı Irmak Özen İpek İber Bizi destekleyen tüm hocalarımıza ve emeği geçen tüm arkadaşlarımıza teşekkür ederiz.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.