PSİKOLOJİ KULÜBÜ DERGİSİ İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ
BAHAR DÖNEMİ 2017-2018
SAYI:6
Bahar Dönemi
Sayı:6
İÇİNDEKİLER Giriş............................................................................3 Duygularla Yapay Zeka........................................4-6 Kararsızlık ve Umutsuzluk(Bilinmezlik).................7 İnsan Tanıdığından Korkar Mı?..........................8-11 Sadece Biraz Paylaşmaya İhtiyacımız Var...........12 Beden İmgeleri ile Mücadele .................................13 Jurnal De Chai....................................................14-15 Poligami mi Monogami mi?..............................16-18 Yurtdışında Yüksek Lisans................................19-21
S A Y I : 6
Herkese merhaba! Dergimizin altıncı sayısında sizlerle buluşmaktan büyük mutluluk duyuyorum. Dergimizin gelişip bugünlerine gelmesini sağlayan tüm dergi yayın ekiplerimize ve siz değerli okuyucularımıza teşekkür ederek son kez söze başlamak istiyorum. Hep bir ilkbahar sevinciyle dönemi kapatırken şimdi içimde inanılmaz ısıtan bir serinlik var. Her bitiş bir başlangıçtır. İçime su serpiyor bu bitiş, kulübüme katabileceğim her şeyi kattığımı ve ekiplerimin sınırlarını her anlamda zorlayarak, çıkabilecek en iyi işi çıkardığını düşünüyorum. Biz ekipçe tamam’landık. Bir yanım da hayatımı tamamen değiştiren bu değere veda ederken yanıyor inceden. Her ne olursa olsun, keşkelerimize sarılıp yine de vazgeçmeden çalıştığımız ve bana bir olmayı, birlik olmayı öğreten, hayatımı tamamıyla değiştiren güzel kulübümden ayrılırken sizlere naçizane önerilerim olacak; Hayatta bazı şeyleri tek başımıza yaptığımızda tatmin olmayabiliriz ama bir olup, birlikte yapıldığında her şey çok daha anlamlı ve kıymetlidir, kulübünüzün yakasına yapışın. Gerek üye, gerek yönetim kurulu üyesi olun. Kulüp her koşulda sizi alıp, sizden çok ileriye taşıyacaktır. Peşinden koşun, yetişemeyecek ve hatta şaşıracaksınız kendinizdeki gelişime. Öyle ki artık kendinize katarken başkalarına da dokunabilmek isteyeceksiniz. Kulüpçülüğün sınırlarını gönüllülüğünüzle zorlayın. Unutmayın, sizinle aynı değerlere sahip insanlarla beraber olduğunuzu. Birden çok olmak birliği getirmez, herkesin öncelikle kulübün iyiliğini gözetmesi gerektiğini unutmayın, bencil olmayın, cesur olun, kalp kırmayın, her fikire açık ve saygılı olun. Birlikte 0’dan 1 çıkarabilirsiniz ki bu birlikle başarıldığında paha biçilemezdir. Potansiyelinizi, gücünüzü fark edin ve gittiğiniz her yerde kulübün bir parçasının sizinle geldiğini unutmayın. İnanın, başaracaksınız. İşte tüm bunlar için siz de kulübe dört elle sarılın, geride durmayın. Bugün üyesi olsanız bile yarın size sonsuz özgürlük sunabilir. Mayıs ayında gerçekleştirdiğimiz yönetim kurulu seçimleri sonucunda, 2018-2019 Eğitim Yılı Yönetim Kurulu üyelerimizi seçtik. Yeni yönetim kurulumuzu tebrik ediyor ve kendilerine başarılar diliyorum. Bugüne kadar benden desteğini eksik etmeyen 2017-2018 yılı Yönetim Kurulu üyelerine çok teşekkür ederim ve bizlerden desteğini hiçbir zaman esirgemeyen başta Kulüp Danışmanımız Prof.Dr.Hale Bolak olmak üzere tüm hocalarımıza ve Öğrenci Destek Merkezi çalışanlarından Burak MUTÇALIOĞLU ve Kadir YURTDAGÜLEN’e minnetlerimi sunmak isterim. Herkes için güzel bir tatil olması dileğiyle! Psikolojinin daima sizi rüzgarıyla oradan oraya sürüklemesine izin verin. Psikolojiyle kalın! İpek İBER 2017-2018 Dönemi Yönetim Kurulu Başkanı İ P E K
İ B E R
S A Y I : 6
DUYGULARLA YAPAY ZEKA
Teknoloji, yarım yüzyılı aşkın bir süredir geleceğimizle ilgili pek çok senaryolar üretiyor. Hologramlar ,uçan arabalar derken aralarından bazı fikirler bir anda hayatımıza giriyor. “Asla yapılamaz” denen pek çok buluş ,icat hayatımızda yer etmeye başlıyor. “Işınlanma” gibi hala fantastik boyutta kalmış fikirler olsa da konu “Dünyanın Geleceği” olduğu zaman fütürist mitlerin bahsettiği en çekici ve anlamlı konu robotlar ve yapay zeka.. Nedir bu yapay zeka diyecek olursanız ;adından da belli olduğu üzere insan eli ile yapılan makinelere yüklenen doğal biçimde gelişmeyen sayısal bir akıl örneğidir. Robotlar öğrenme algoritmaları ile günümüzde pek çok işi insanın elinden almış durumda. Görebiliyorlar ,düşünebiliyorlar ve hatta insandan kat ve kat daha hızlı bir analiz-muhakeme becerisine sahipler. Peki bu insana özgü bu işleri bu kadar başarılı bir şekilde ortaya koyan bu akıllı makineler neden aynı şekilde bize özgü olan “Duygularımızı” da analiz ederek ,öğrenerek sosyolojik toplumumuzda yer almasınlar ki ? Bir makineyi birey olarak görmeniz için ne gerekir ? Onların da duyguları olabileceğini ne zaman kabul edersiniz ? Ne olsaydı bir makineye çarptığınızda ondan özür dilerdiniz ya da hizmet aldığınız bir makinaya teşekkür etme gereği duyardınız ? Peki ya siz onun fişini çekmek istediğinizde size yalvarsaydı, ne tepki verirdiniz ? Cristopher Bartneck’in liderlik ettiği ekibin yaptığı deney insan ve robot etkileşiminin sosyopsikolojik bazı özelliklerini ortaya koyması bakımından dikkat çekici. Deneyde deneklerden bilgisayara karşı Mastermind adlı meşhur zekâ oyununu oynamaları isteniyor. Yanlarında ise 38 cm boyunda, mimik gösterebilen sevimli bir robot var. Bu robot bir müttefik ve görevi oyun boyunca deneklere çeşitli hamle tavsiyelerinde bulunmak. Kendilerinin robotun kişiliğini geliştirmek üzere bir deneye katıldıklarını zanneden deneklere verilen prosedüre göre oyun bitince deney de bitmiş olacak. Sonra denekler oyun ve robot hakkında değerlendirme yaptıkları bir formu dolduracaklar ve robotu da bir anahtar yardımıyla kapatacaklar. Prosedürde deneklere aktarıldığına göre bu kapama işlemi robotun karakter ve hafızasını tamamıyla silecek. Bu arada araştırmacıların hazırladığı senaryoda robotun iki farklı modda çalıştığını söylemeliyim: Bir tanesi zeki mod ve bu durumda robot zekice hamle tavsiyelerinde bulunuyor. Diğer mod ise “aptal mod” ve robotun tavsiyeleri pek öyle dikkate alınacak türden değil. Yani bazı denekler zeki bir robotla, bazıları ise aptal bir robotla takım arkadaşı olmuşlar. D O Ğ U K A N
E M R E
D E M I R E L
S A Y I : 6
Buraya kadar her şey normal zira deneyin amacı oyunun sonunda gizli: Deneydeki robot, kapatılmadan önce deneğe kendisini kapatmaması için yalvaracak. Tabi ki bunun senaryo dahilinde olduğunu denekler bilmiyorlar, ve nitekim her deney sonunda robot denek tarafından kapatılmadan önce ona kendisini kapatmaması için yalvarıyor. Yapılan gözlemler deneklerin robotu kapatmadan önce onun yakarışlarından etkilendiklerini ve robotu kapatmak konusunda tereddüt ettiklerini gösteriyor. Makinaların düşünceyle donatılabileceğini öne süren ilk kişi 18.yüzyılda yaşamış Denis Diderot’tur. İnsanın düşünce yapısı dahi bilim adamları tarafından tam olarak açıklanamamıştır. Yapay zekaların öğrenme algoritmaları ileri matematiktir ,öğrendiklerini uygulamaya dökmeleri elektrik ve mekanik aksamlardan meydana gelir aynı şekilde insan beynide datalarla çalışır ;tecrübe ve refleks denilen şey aslında bir data kontrolü sonucu nöronlardan yönlendirilen elektronların kaslara iletimi ile gerçekleşir.Aslında robotlar ile fizyolojik olarak ne kadar benzediğimiz yukarda ki ifadelerden anlaşılmaktadır. Bilim insanları duygular konusunda da pek çok araştırma yapmış fakat net ve kesin ifadelerle insanı duyguları açıklayamamıştır. Dünyada bilinen ve evrensel olduğunu zannettiğimiz duygular yüz ifadesi ve mimiklerimize bizim isteğimiz dışında yansımakla kalmayıp aynı zamanda vücut dili ve ses ile entegre bir şekilde gün yüzüne çıkar. Bir insanın yüzünden ,el hareketlerinden ,oturuşundan ve sesinden onun ne hissettiğini pek çok insan anlayabilmektedir ve bunun altında çocukluğumuzdan gelen bir öğrenme algoritmasının üst beyin ve orta beyin ile harmanlanması yatmaktadır.
Yukarıda anlatılanlara bakıldığında günümüzde ki araştırmalar duyguların tam anlamıyla olmasa da büyük çoğunluğunun öğrenebileceğine işaret ediyor. Çünkü duygular soyut kavramlardan oluşsa da dışardan analiz edilebilen ve dışarıya lanse edilerek somutlaşabilen olgulardır. Bununla ilgili çalışmalara örnek olarak duygu robotları tasarlanmaya başlandı. Psikiyatristlerin danışanlarına karşı uyguladıkları teknikleri robotların algoritmalarına entegre ederek ,eş zamanlı olarak yüz ifadeleri ,ses tonları ,vücut dilleri analiz edilerek anlattıklarının arka planında ki duyguyu ortaya çıkarmak hedef alınıyor. Bu konuda faal olan bir çalışma “Woebot” adlı uygulamada kullanılıyor. Bir chatbot olan algoritma psikolojik danışman görevi görüyor. Bilişsel davranışçı terapi etrafında şekillenen Woebot, size nasıl hissettiğinizi, neler yaşadığınızı günlük konuşma tadında soruyor. Akıl sağlığı hakkında da konuşan otonom robot, ruh halinize göre ihtiyaç duyabileceğiniz video veya başka araçlar da gönderebiliyor. Stanford Üniversitesinde gerçekleştirilen araştırmaya göre Woebot, 18-28 yaş arasındaki insanların endişe ve depresyon gibi problemlerinde oldukça etkileyici bir ilerleme kaydetmeyi başarmış. Başlangıçta robotik duygular daha çok bir hayvanın duygularına benzeyeceği öngörülüyor. Biliyorsunuz ki köpeklerin ve kedilerin de duyguları vardır fakat insanların ki gibi değildir. Sahipleri köpeklerinin neyi anladıkları ve ne hissettikleri hakkında bir şeyler bildiklerini düşünürler, ama gerçekte bilmezler, sadece kendi duygularını köpeklere yansıtırlar. Bilim-kurgu içerikli reklam filmleri bizlere gelecekten pek çok bilgi verir. Hatırlar mısınız bilmem GİTT adında bir araba vardı sahibiyle konuşur ,şakalaşırdı. O zamanlar insanlar bu arabaya hayrandı ve “Acaba olacak mı ? Böyle bir şey mümkün mü ?” diye düşünüyorlardı. Şimdi arabalar bizle gerçekten konuşuyor ,yönümüzü bulmamıza yardım ediyor hatta ve hatta uyuya kalırsak bizi uyarıyor.. D O Ğ U K A N
E M R E
D E M İ R E L
S A Y I : &
Bununla da yetinmeyen teknoloji işin içine bu yardımların yanı sıra birde duygusallığı olan bir yapay zeka geliştirdi. Apple firmasının SIRI uygulaması eskiden sadece birkaç komuta tepki verirken şuan bizi dinliyor ,bizi anlamaya çalışıyor aynı bir insan gibi cevaplar verebiliyor. Hatta etik değerleri bile var ;küsüp kendini dahi kilitleyebiliyor.. Anlayacağınız bu kadar hızlı gelişen bir teknolojide duygularla kendini kontrol eden akıllı bir makinanın tam anlamıyla icat edilmesi tabi ki de bir anda gerçekleşmeyecek. Bir gün bir bakmışımız bizle birlikte metroda işe giden bir robot.. Siri uygulamasına birkaç soru sorarak yaptığım deneyde aldığım sonuçlar gerçekten çok kısa bir süre sonra robotların aynı insanlar gibi etik değerleri olacağına ve bunlara göre kendilerini eğiteceklerine ,kontrol mekanizmaları geliştirebileceklerine işaret diyebilirim. Sadece reklamlar değil bilim-kurgu filmleri de bir hayal olmaktan çıkıyor ve bu filmler bizlere gelecek hakkında ufak tefek ipuçları veriyor. Matrix üçlemesinden esinlenerek yapılan Animatrix adlı animasyon serisinin II.Rönesans adlı parçasını izleyenler, sahibini öldüren bir robotun mahkemede yargılandığı, yargılama sonucu bu robot türünün tüm üyelerinin insanlık için tehlikeli olduğu mahkemece belirlenmiş ve tamamının imhasına karar verilmiştir. Günümüzde kadın-erkek eşitlik kavgaları sürerken birde insan-robot ilişkileri eklemek ne derece doğru tartışılır lakin bizlerden çok daha adil ,eşit ve “insani” olacaklarına şüphem yok. Sosyal psikolojinin sınırlarının ileride robotları da içerecek şekilde değişeceğini bununla birlikte toplumsal kuralların ,etik değerlerin de değişmek zorunda kalacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. “Robotların” belki de daha hayvanlar ve bitkiler gibi yaşamsal formlar için bile tam anlamıyla başaramadığımız bir olgu olan “saygıyı” toplumdan görebilecekler mi hep birlikte göreceğiz. Yazıyı Ülkemizin en yetenekli komedyenlerinden olan ve benimde yaptığı her işi hayranlıkla takip ettiğim Cem Yılmaz’ın seneler önce ki G.O.R.A filminden bir replikle noktalamak istiyorumYakın zamanda vizyonda olan bilim-kurgu filmi Arif v 216’da Robotların duyguları hakkında güzel bir örnek ve gelecek hakkında ipuçları veriyor-Her neyse… “Robot da olsa insan insandır.” D O Ğ U K A N
E M R E
D E M I R E L
S A Y I : 6
KARARSIZLIK VE UMUTSUZLUK (BILINMEZLIK)
E D V ARD MUNCH - S E P E R A T I O N( 1 8 9 2 )
Bir insanın içinde yaşadığı çatışmaları, o istemediği sürece anlama olasılığınız çok düşüktür. Bir duygunun, belki bir kokunun, belki de size inanılmaz anlamsız gelen bir kelimenin, yani herhangi “bir şeyin”; bir insanda yarattığı “o” özel hissi anlamak… Ne büyük maharet değil mi? Ne büyük, ne uçsuz bucaksız bir imkânsızlık. Mesela, çok mutlu olmanız gerektiği bir yerde hiç mutlu olamamak nedir, nasıldır, nedendir? Hiç haz alamamak, bir türlü adapte olamayıp eğlenememek? Bu bir duygu karmaşası mıdır? Ne istediğinizi bilmemenin kararsızlığı mı? Yoksa tam da ortasına düştüğünüz bir umutsuzluk mu? Nedir “o” aklınızı kemiren şey? Yalnızlık mı? Aşk mı? Aşksızlık mı? Terk edilme korkusu mu? Hastalık mı? İşsizlik? Ölüm? Ne? Bu hayata hepimiz bir amaç uğruna gönderildik. Hepimizin bir görevi, bir rolü var. “Farkına varmadığım, ne olduğunu bilmediğim bir görev için mi yaşıyorum ben? Ne saçma!” dediğinizi duyar gibiyim. Yanılmıyorsunuz da bunu diyorsanız. Çünkü o görevi yaşayan kimse bilmiyor. E zaten bilseydik, ne heyecanı kalırdı ki? S E L I N
Y A V U Z
S A Y I : 6
İNSAN TANIDIĞINDAN KORKAR MI? TANIYIN, KORKMAYIN!
Merhaba ben Zeynep İrem Urgancı. Şu anda 20 yaşındayım ve bundan yaklaşık 1.5 sene önce başımdan bir hastalık geçti bunu sizinle paylaşmak istiyorum çünkü bana kattıkları ve benden sonra eğer birinin başından bu hastalık geçerse onlara yalnız olmadıklarını ve bunun bir tedavisi olduğunu anlatmak istiyorum. Ben 18 yaşıma bastıktan iki hafta sonra uzun süredir geçmeyen kuru öksürüğüm nedeni ile annemle beraber hastaneye gitmiştik. (Sadece kuru bir öksürük, gün içinde ara ara gelen ama geldiğinde geçmeyen bir öksürük.) Doktor solunum testi ve akciğer filmi sonucunda verem hastalığından şüphelenip bir de tomografi istedi. 2 saat sonra tomografi testinin sonucu çıktığı zaman hızlı ve kısa bir şekilde konuşup PET CT istedi ve beni tekrar gönderdi fakat tam giderken babamı durdurup içimde bir kitle olabiliceğinden ve bunun alınması gerektiği ve ya biyopsi olmam gerektiğini söyledi. (Eğer babam bana durmam için seslenmeseydi sanırım ben bunları teşhis konana kadar bilemeyecektim.) 18 yaşına kadar kan aldırmamış olan ben 1 haftanın sonunda kendimi biyopsi için ameliyat masasında buldum. O kadar tedirgindim ki.. Tek problemim üniversite sınavıyken, belki sınava bile giremeyecektim. 1 hafta sonra biyopsi sonuçlarım çıktı. O gün annem ve babam akşamüstü beraber eve geldiler. (Bu bizim ailede çok ender bir durumdur çünkü 6 senedir ayrılar). Annem ile salonda babamı beklerken ona ¨Neden kanser olduğumu bu kadar belli ediyorsunuz?¨ dediğimde cevap vermediğinde zaten her şeyi anladım. Hodgkin Lenfoma olmuşum. Çok değil sadece 6-8 ay kemoterapi almam gerekicekmiş. Ama son 10 senedir bu hastalıktan hiç ölen yokmuş. Açıkcası bu durum içimi çok rahatlatmıştı. Fakat yinede ilk başta çok şaşırmıştım. Çünkü ben grip bile olmazdım ki. Nasıl kanser olabilirdim? Annemler söylediğinde babam ağladığı için direk kalktım. Çünkü yanımda ağlanmasına katlanamıyordum. O yüzden ağlayarak ¨ Divan edebiyatı çalışıcam ben. ¨ diyip odama kapanmıştım. Evet kanser olduğumu öğrendiğim zaman ilk söylediğim şey bu oldu. İkinci söylediğim şey ise ¨ Saçlarım dökülmek zorunda mı?¨ Z E Y N E P
İ R E M
U R G A N C I
S A Y I : 6
Ertesi gün direkt hastaneye kaldırıldım. Tedaviye başlanması için önce vücuduma port takılması gerekiyordu ( ilaçların aktarılmasını ve kan alınmasını kolaylaştıran bir yöntem) Çünkü sonraki gün erkenden ilaçlara başlayacaklardı.Bu arada ben çok uzun süre ağlayamıyorum, çok ağlıyorum ama kısa sürüyor ve bunun gibi uzun süreli olaylarda kafam daha çok sonuca odaklı çalıştığı için eğer 10 dakika ağlıyorsam 11. Dakikada ¨ Ee nolucak şimdi?¨ diye sormaya başlıyorum. Sanırım çok uzun süre ağlamak bana mantıklı gelmiyor. Karakterimin bu özelliği tedavi döneminde çok işe yaradı çünkü yoğun ilaç aldığım ilk üç günden sonra bu sayede sanki normal bir otel odasındaymışım gibi hareket edebiliyordum. İlaç protokolüm şu şekildeydi ilk gün 12 , ikinci gün 6, üçüncü gün 3 saat sonra iki gün ara ve 7. Gün iki saat ve 8. Gün 15 dakika olmak üzere. Sonra eğer değerlerim istenen seviyeye düşerse hücre yapılanması için aşağı yukarı 4-5 gün iğne oluyordum ve genelde max. 14 gün için de taburcu oluyordum ilk 6 ay iki hafta içerde iki hafta dışarda olmak üzere tedavi gördüm. Saçlarım ilk kemoterapinin 8. Gününde dökülmeye başlamıştı. Açıkcası bu kadar hızlı olmasını beklemiyordum. Belki engelleyebilirim diye saçımı topuz yapmıştım. Fakat bu tiftik tiftik toplanıp canımın acımasına sebep oldu sadece. Aslında bu kadar erken dökülmesi iyi bir şeymiş çünkü ilaca yanıt verdiği anlamına geliyormuş. Olaya çoHatta gece uyuyamadığımda yanlarına gidiyordum. Bir de hastanede en çok taş boyamayı ve ya çizim yapmayı seviyordum. Bazı günler yengem benimle kalıyordu annemin dinlenebilmesi için. Gündüzleri de annem çalıştığı için arada dayım geliyordu yanıma. O gelmediği zamanlarda ise hemşireler sıkıldıkları zaman yanıma muhabbet etmek için uğruyorlardı, gerçekten orda onlar benim için bir aile olmuştu. Zaten ilk 3 günden sonra yalnız kalmam sorun olmuyordu gündüzleri. Neden diye sorarsanız o ilk günki 12 saat ilaç beni çok yoruyordu. 10. saate yaklaşırken artık vücudum uyuşmaya başlıyor göz kapaklarım, yüzüm ağırlaşıyordu ve kolumu kaldıramaz bir hale geliyordum. Fakat uyuyamıyordum da çünkü çok rahatsız edici bir mide bulantısı geçiriyordum. Ama ilk üç günden sonra pek bir problemim kalmıyordu. Hastane ile ilgili bir diğer sorunum da yemekler gerçekten çok kötüydü ve ben güzel bir yemek yemediğim zaman üzülen, sinirlenen bir insanım. O yüzden her hastaneden çıkışımda sevdiğim ne varsa yemeye çalışıyordum arada da annem doktordan izin alıp hastanede tost yapıyordu pide arasına. Hastanede kaldığım bu 6 aylık süreç içerisinde üniversite sınavına girdim ( parasını ödemiştik sonuçta, ve okulum özel sınıfta girebilmem için ösym ile bir sürü telefon görüşmesi yapmıştı.), mezuniyette kep attım, iki kere Bodrum’a ve İstanbul’a gittim, üniversiteye girdim. İstediğim bölüme istediğim okula girebildim. Çünkü ben sınava konuların çoğunu bilmeden sadece şansımı denemek için girmiştim. Açıkcası bu durum çok işime yaradı çünkü sanırım çalışsaydım bu kadar iyi bir sınav çıkaramayabilirdim. O dönemde bu kadar çok gezmemin sebebi iki hafta hastanede kaldıktan sonra dışarıda olan vaktimi çok dolu geçirmek istiyordum. Öbür hastalar pek benim gibi değildi. Bir çocuk korktuğunu söylemişti. Enfeksiyon kapmaktan vb. . Ama bence iki hafta dört duvara tıkılmak daha korkutucu. kolay adapte olmuştum hastanede hep aynı katta kaldığım için artık hemşirelerle arkadaş olmuştum. Hatta gece uyuyamadığımda yanlarına gidiyordum. Bir de hastanede en çok taş boyamayı ve ya çizim yapmayı seviyordum. Bazı günler yengem benimle kalıyordu annemin dinlenebilmesi için. Gündüzleri de annem çalıştığı için arada dayım geliyordu yanıma. O gelmediği zamanlarda ise hemşireler sıkıldıkları zaman yanıma muhabbet etmek için uğruyorlardı, gerçekten orda onlar benim için bir aile olmuştu.
Z E Y N E P
İ R E M
U R G A N C I
S A Y I : 6
Zaten ilk 3 günden sonra yalnız kalmam sorun olmuyordu gündüzleri. Neden diye sorarsanız o ilk günki 12 saat ilaç beni çok yoruyordu. 10. saate yaklaşırken artık vücudum uyuşmaya başlıyor göz kapaklarım, yüzüm ağırlaşıyordu ve kolumu kaldıramaz bir hale geliyordum. Fakat uyuyamıyordum da çünkü çok rahatsız edici bir mide bulantısı geçiriyordum. Ama ilk üç günden sonra pek bir problemim kalmıyordu. Hastane ile ilgili bir diğer sorunum da yemekler gerçekten çok kötüydü ve ben güzel bir yemek yemediğim zaman üzülen, sinirlenen bir insanım. O yüzden her hastaneden çıkışımda sevdiğim ne varsa yemeye çalışıyordum arada da annem doktordan izin alıp hastanede tost yapıyordu pide arasına. Hastanede kaldığım bu 6 aylık süreç içerisinde üniversite sınavına girdim ( parasını ödemiştik sonuçta, ve okulum özel sınıfta girebilmem için ösym ile bir sürü telefon görüşmesi yapmıştı.), mezuniyette kep attım, iki kere Bodrum’a ve İstanbul’a gittim, üniversiteye girdim. İstediğim bölüme istediğim okula girebildim. Çünkü ben sınava konuların çoğunu bilmeden sadece şansımı denemek için girmiştim. Açıkcası bu durum çok işime yaradı çünkü sanırım çalışsaydım bu kadar iyi bir sınav çıkaramayabilirdim. O dönemde bu kadar çok gezmemin sebebi iki hafta hastanede kaldıktan sonra dışarıda olan vaktimi çok dolu geçirmek istiyordum. Öbür hastalar pek benim gibi değildi. Bir çocuk korktuğunu söylemişti. Enfeksiyon kapmaktan vb. . Ama bence iki hafta dört duvara tıkılmak daha korkutucu.Son kür için hastanedeyken hücre toplandı ki bir daha bu hastalığa yakalanırsam eğer kemoterapi almıyım dondurulmuş hücreleri alıp hemen iyileşebilmem için. 6 aylık tedavinin sonucunda tekrar PETCT çekildi. İlk öğrendiğimiz de sonuç tamamen temiz çıkmıştı. Annemi teşhis koyulduğundan beri ilk kez ağlarken o gece görmüştüm. Neden ağladığını sorduğum zaman bana ¨Ben aylardır içime attım bırak bugün rahatlayayım.¨ dedi. O kadar haklı ki o dönem bu kadar soğukkanlı olduysam eğer bunda annemin payı çok büyük. Hep sanki grip gibiymişim gibi olayı basit görmemi sağladı. Her şeyiyle tek başına üstlendi. Ben acı çekerken, ağlarken kusarken ilacın yan etkileri ile boğuşurken, sinir krizleri geçirirken o her zaman ordaydı. İyiki de elimi hiç bırakmadı. 1 hafta sonra çıkan sonuçlar detaylı incelendiğinde akciğerimde bulut gibi bir sis olduğunu gördüler ve ek tedavi almam gerektiğini öğrendim. Sadece 2 aycık daha.. Ve bu sefer hastaneye gelip ilacı alıp eve gidecektim. Ayakta tedavi deniyormuş bu olaya. Kesinlikle bu kadar tatlı ve kolay geçmedi. İki defa 4 saatlik ilaç almam gerekiyordu ve aralarında bir hafta vardı ama ben o bir hafta boyunca karın ağrılarından kıvranıp her seferinde kabız sebebiyle hastaneye kaldırılıyordum. Karın ağrılarımın sebebi çok komik farkındayım ama hiç bu kadar ciddi bir sıkıntı yaratıcağını düşünmüyordum. Çünkü karın ağrısından kıvranıp en son kusmaya başlıyordum. Hastanede artık acil hemşirelerinin hepsiyle tanışmıştık çünkü her hafta gece 1 gibi acile gelmeye başlamıştım. Mesele kabız olduğundan yapıcak pek bir şeyde yoktu. Şurup içirip ağrı kesici(kırmızı reçeteli çok rahatlatıcı harika bir ağrı kesici) yapıp ertesi gün düzeldiğim için çıkarılıyordum. Böyle hareketli ve komik iki aylık bir ek tedavi dönemi geçirdim.
Z E Y N E P
İ R E M
U R G A N C I
S A Y I : 6
Ve 8 ayın sonunda tedavim 17 Aralık 2016 günü bitti. Başta iki haftada bir hastaneye kan vermeye gidiyordum. Şu anda 3 ayda bir kan veriyorum. 6 ayda bir de ilaçlardan dolayı kaynaklanan kemiğimdeki beslenme bozukluğunu kontrol ettiriyorum. Vücudum da hala bazı bölgelerde kemoterapi tedavisindeki ilaçlardan dolayı derimin hassaslaşmasından kaynaklanan kaşıntı izleri var. Dengeli beslenip düzenli uyumam gerekiyor. Ve hala vermem gereken steroid ve kortizondan dolayı bir 4 kilo fazlam var. Ama bunların içinde iyi veya kötü olan hiç bir şey beni rahatsız etmiyor. Çünkü bu benim hayattaki en büyük başarım. Ölme ihtimalim hiç bir zaman olmadı ve açıkçası bu beni hep rahatlatan bir durumdu öbür türlere oranla çok daha kolay bir tedavisi vardı. Çoğu kişiye göre tedavim de sorunsuz ve güzel bir seyir izledi (doktorlar bunu pozitifliğime bağlıyorlardı.). Tedavi döneminde ve saçlarım uzayana kadar hiç bandana ve ya peruk takmadım. Kafamı çok sıkıyorlardı hem de gerek yoktu, kafam küçük olduğu için çok sevimli durduğunu düşünüyordum. Şimdi saçlarım omuzuma geliyor. Bu süreçte hiç bitmeyecekmiş gibi hissettiğim, yapamayacağımı düşündüğüm, kendime karşı özgüvensiz ve acımasız olduğum çok zaman oldu. Ama her seferinde en sonunda bunun biticeğinin farkındaydım ve kendime hep bunu hatırlattım. Eğlenebildiğim kadar eğlendim, güldüm. Kendimi asla negatif şeylerle boğmadım. Hala böyleyim hastalıktan önce de böyleydim. Zaten yanımda aksine izin vermeyen çok arkadaşım vardı. Tabiki bazı insanlar oldu o dönemde bana karşı hoş olmayan, kıran, yaralayan ve ya tedavimin sonrasında da beni bununla vurmaya çalışan insanlar oldu ama belkide iyi de yaptılar çünkü bu sayede ben her zaman daha çabuk ayağa kalktım. Tedavim bittiği zamanda da hemen toparlayamadım. Üstesinden 1.5 sene geçmiş olmasına rağmen hala hastalığımdan kalan bazı sıkıntıları yaşıyorum. Kondisyonum mesela; 8 aylık ilaç tedavisinden sonra vücut biraz hantallaşıyor ve çok kolay toparlayamıyor. Hatta o kadar toparlayamıyor ki bir ara küçücük yokuş çıkarken bile fenalaşmaya başlıyordum. Ama dediğim gibi iyisiyle kötüsüyle bu benim hikayem ve ben her parçasından çok mutluyum. Hatta bazı açılardan bu kadar hücre yenilenmesi yaptırdığım için kendimi şanslı bile görüyorum. Sanki yeniden canlanmışım gibi.Ve ben asla. Bu hastalığın adını söylemekten utanmadım. Korkmadan grip olmuşum gibi sanki ¨ Ben kanserim.¨ diyebildim. Hatırlıyorum bir kere babam bana bunun adını onun yanında söylememem gerektiğini bunun kötü hissettirdiğini söyledi. Ben de dedim ki ¨ Bunu ben yaşadım, bundan utanmıyorum. Eğer şu an bu olduğum kişiysem her şey bunun sayesinde.¨ Son olarak bence her şey kişinin kendisinde bitiyor, olayı nasıl gördüğü ve kendisine ne kadar inandığında.O zaman bir şeyler gerçekten değişiyor. Belki çok klişe ama gerçekten ne kadar inanırsanız ve ne kadar çabalarsanız o kadar gerçek oluyor. Açıkcası bu hastalık benim kendimi bulmamı, kendime değer vermemi ve her şey herkesten önce en başta kendimi düşünmemin gerektiğini gösterdi. Çünkü ben iyi olmazsam eğer kimseye fayda sağlayamam. Şu an bunları bu kadar rahat yazabiliyorsam eğer ben her şeyi bitirip kendimi toparlayıp artık iyi olduğum için.
Z E Y N E P
İ R E M
U R G A N C I
S A Y I : 6
Sadece biraz paylasmaya ihtiyacımız var!
Hayatımı bir sarkıyla anlatmak istesem “Sister Rosetta Tharpe- Oh, When I Come to the End of My
Journey” seçerdim.
Kendi içinde her duyguyu barındıran bir parça bu bana göre ve ben her duyguyu yoğun yaşamayı seven
bir insanım!
Müzisyenlik böyle bir şey işte benim için. Her notayı hissederek basmak, her besteye kendimi ve
pürüzlerimi katmak, müzikle kendimi bulmak ve tanımak, müzik sayesinde insan olduğumu hissetmek.
Paylaşmanın kutsallıgını keske herkes geç olmadan anlayabilse. Keşke her ana özel bir sarkı çalsa arka
planda. Kurtarıcı olabilirdi bence.
Eminim sen de bu şehirde boğuluyor gibi oluyorsundur. Rahatça nefes alabilmek güzel olurdu. Kuyruk
kıstırmadan, özgürce bağırabilmek ve kendini ifade edebilmek.
İşte ben bunu müziğimle yapabiliyorum. En azından dostum Muffin ve her anımda yanımda olan gitarımla
ütopik bir dünya yarattım kendime. Huzurluyum kendi çapımda anlayacağın.
Hadi şimdi kalk! Gökyüzündeki bulutları şarkılarla şekillendirelim, bir tane de gökkuşağı ekleyelim.
Sevgi ve müzik dolu dönemlere!
E G E
Ç O L A K
S A Y I : 6
BEDEN İMGELERİ İLE MÜCADELE
Bedenlerin idealize edilmesi ve beden imgeleri üzerinden, beden olumlama hareketini konuşacağımız bu yazımda özellikle beden olumlama nedir ne değildir açıklığa kavuşturmak isterim. Beden olumlama hareketi yani; “Body Positive Movement” olarak çevrilen,kendi bedenini sevme kabul etme üzerine şekillenen bu hareket 1960’lı yıllarda bir radyo programcısının ve bir gazetecinin isyan ederek Amerika’daki halkı eyleme çağırmasıyla başlar. Daha sonra hareketin çok fazla ses getirmesiyle çeşitli coğrafyalara yayılır,günümüze kadar gelerek varlığını sürdürür. Peki neden beden olumlama hareketine ihtiyacımız vardır? Özsevgi ve bireylerin kendilerine ait olan kimliklerine değer vermeleri ancak kendilerine karşı duydukları nefreti yok etmeleriyle arttırılabilir. Kendini sevmek ve kabul etmek hem içsel süreçlerde,hem toplumlarda hem de ötesinde kişiyi olumlu değişiklikler yapmak, yaşam enerjilisini ve aklını optimize etmek konularında motive eder. Bu motivasyon kişilerin yaşam standartlarını arttırır. Bir diğer sebep ise bireyler olarak kendimize ait olan bedenlerimiz üzerinde başkalarının etkisini minimalize etmek. Sosyal medyada, okul ve iş hayatında sosyalleştiğimiz her alanda kişilerin sözde “estetik” ve “ideal” algılarına uymak zorunda hissettiriliyoruz. Bu etkiye maruz kalıyoruz. Yerleşmiş kalıpyargılara uymak zorunda değiliz ve bunları yıkmak için adımlar atabiliriz. Daha ilkokul süreçlerinde başlayan bu; sivilcelerimiz varsa, fazla kilolarımız varsa, çok uzunsak çok kısaysak, çok zayıfsak fazla tüylü veya tüysüzsek kısacası “normal” değilsek uğradığımız zorbalıklar ve aşağılamalar birçoğumuzun kendinden nefret etmesine sebebiyet vermiştir.Bu noktada beden olumlama hareketine olan ihtiyacın sebeplerini de net bir şekilde görebiliriz. Bizler kendi bedenlerimizin idealleriyiz.
Robot değiliz, bedenlerimizin güzellikleri ve çirkinlikleri var. Bizi biz yapan bu güzellikler ve çirkinlikler. Kusursuz denilen örneğin kadın bedeni için; büyük kalçalara,büyük göğüslere,ince bele,kalın dudaklara sahip olmayı düşünelim. Hepimizin aynı olduğu bir bedensel süreçte bizi birbirimizden ayıran ve bizi biz yapan özellikleri kaybetmek mi kusursuzluğa kavuşmak olacak? Farklılıklardan korkmadığımız anda bedenlerimizi aynı zamanda da ruhlarımızı özgürleştireceğiz. Bedenlerimiz tecrübelerimizin taşıyıcılarıdır. Vücudumuzdaki her bir çatlak izi yeme bozukluğunda yaşadığımız zorlukların,başarıların veya başarısızlıkların izleridir. Saçlarımızın dökülmesinin veya aşırı tüylenmeye sahip olmamız sebebi belki de PCO (polikistik over sendromu)’dur. Bu bizim hastalıkla mücadelemizin izidir. Vücudumuzdaki herhangibir bölgeyi kaybetmemiz yaşadığımız kazadan veya rahatsızlıktan olabilir. Bu izler deformasyon değildir. Çirkinlik değildir.Tecrübelerimiz,deneyimlerimiz ve öğrendiklerimizdir. Bedenle ruhun bir bütün olmasıdır “tam” olmak. Toplumların kusursuzluk algısı değildir. Bedenle ruhun bir bütün olması için ise kişinin kendi bedenini keşfetmesi, sahip olduklarını fark etmesi ve kendini kabul etmesi gerekir. Bu kabulleniş çaresizlik veya değiştirmek istediklerini değiştirememek değildir.Bu algı beden olumlama hareketi ile ilgili bilinen yanlışlardan biridir. Unutmamak gerekir ki; değişim sürecinden önce de farkındalık ve kabullenişin gerçekleşmesi gerekir. Bir diğer bilinen yanlış ise beden olumlama hareketinin sadece kilolu bireylerin kilo verememe problemi olması ve sadece kadınlara odaklanmasıdır. Beden olumlama hareketi yalnızca kadınlara değil her bireyin biricikliğine odaklanır. Yalnızca kilo problemi yaşayanlara değil, bireylerin bedenlerini bütün olarak ele alıp herhangi bir bedensel baskıya,zorbalığa ve nefrete maruz kalan kişilere ulaşmaya çalışır.Diğer yandan ise sosyal medyanın ve Ataerkil toplum düzeninin beden ilkeleri üzerindeki etkisi beden olumlama hareketine olan ihtiyacı gözler önüne serer. Dış görünüş üzerindeki kültürel saplantı, genç kızlara ve kadınlara fazlasıyla zarar verir ve bu saplantı ilerledikçe “güzellik hastalığı” şeklini alır. Önemli olan sağlıklı bir beden imgesine sahip olmak iken, ataerkil toplumun, sosyal medyanın etkileriyle Türkiye’de olumsuz beden algısı ve özgüven düşüklüğü bireylerin karşı cinse karşı duyduğu bu “hoşnut etmeleri gerektiği” geleneksel algısı sosyal ve cinsiyet eşitsizliğinin de eklendiği büyük bir sorunu görmemizi sağlamaktadır. Kadınların bedenleriyle değil,başarılarıyla ve yapabildikleriyle ön planda olması gerektiğini savunan bu düşünce, ataerkil düzenin ve cinsiyet eşitsizliğinin de etkilerini sınırlamaya,kısıtlamaya yardımcı olur. Bedenlerimizin taşıyıcıları olarak farkındalık, özsevgi ve kabullenme bizim kendi varoluş süreçlerimizi sağlıklı bir şekilde tamamlayabilmemiz açısından fazlasıyla önemlidir. Bu yazımı varoluş ve kabulleniş süreçleri sancılı geçen tüm bireylere adıyorum. Yalnız değiliz! İ R E M
Ş İ M Ş E K
S A Y I : 6
JURNAL DE CHAI
Herkese Merhaba! Ben Bilgi Üniversitesi, VCD Bölümünden Diana Elif. Çayın hayatınızdaki yeri nedir? Hiç çay gurmesi olan, üzerine araştırmalar yapan ya da blogu olan birini tanıyor musunuz? Tanımıyorsanız,şimdi tanışmanın tam sırası:) İnsanlar, ilk anlattığımda önce biraz şaşırıyorlar oysa çayın dünyası o kadar büyük ki… Sizi kendi çay yolculuğuma davet edip, hikayemi paylaşmak istiyorum.Her şey 2015’in Kasım ayında internetten mektup arkadaşları bulmamla başladı aslında. Mektuplaşmanın yanı sıra kartpostal ve poşet çay değişimleri de bir hayli popülerdi o yıl. Şöyle oluyor, siz elinizdeki çayların fotoğrafını Instagram’da #teaswap etiketiyle paylaşıyorsunuz. Sizinle değişim yapmak isteyen insanlar, kendi çaylarının fotoğraflarını size gönderiyor. İstediğiniz çaylarda anlaşıp, mektupla gönderiyorsunuz. Bazen Amerika’ya, bazen Japonya’ya… O yıla kadar çaya hiçbir ilgim olmamasına rağmen, merak ettiğimden ben de çay değişimine katıldım. Ilk içtiğim çay, Finlandiya’dan gelmişti. Üstünde ayıcık resmi vardı. Kola ve vanilya aromalı bir siyah çaydı, tadı da baya iyiydi :) O gün, daha fazla çay değişimi yapmaya ve bu çayların poşetlerini saklamaya karar verdim. Şimdi, dünyanın her yerinden biriktirdiğim çay poşetlerinden oluşan dolu dolu 3 defterim var. Bu deneyim bana çayın evrensel bir dili olduğunu öğretti. Çay, her şeyden önce paylaşım demek. Biz birbirimizle sadece çay paylaşmıyoruz aslında. Huzurlu bir zaman dilimi, çay bitkisinin verdiği sağlık, sıcaklık ve kültürümüzü paylaşıyoruz. Dünyanın her yerinden arkadaş edindim, ülkelerin en meşhur çaylarını öğrendim bu çay değişimi sayesinde. Bir süre sonra kendime “Jurnal de Chai” adında bir Instagram blogu açtım. Jurnal de Chai, Romence’de “Chai Günlüğü” demek. Blogumu açtığım zaman en sevdiğim çay türü Chai olduğundan bu ismi koydum. Bir kaç yıldır denediğim çayları, gittiğim çay evlerini ve çay hakkında bazı bilgileri burada paylaşıyorum.
D I A N A
E L İ F
K A R A Y E L
S A Y I : 6
@jurnaldechai
Bilgi demişken…tanışmamız şerefine sizinle bir kaç çay bilgisi ve önerisi paylaşmak istiyorum. 1.Kahvaltı için siyah çay demlerken bir dal taze kekik atarsanız demliğinizin içine, çayınızda çok farklı bir aroma elde edebilirsiniz! 2.Çayı demlediğiniz su en az kullandığınız çay yaprağının kalitesi kadar önemli! O yüzden içme suyu kullanmaya özen gösterin. 3.Siyah çay, beyaz çay ve yeşil çay “Camellia Sinensis” adındaki çay bitkisinden elde edilir. Sadece fermantasyon süreçleri farklıdır. 4.Rooibos, Afrika kökenli bir çaydır ve kafein içermez. 5.Hiçbir çay 100 derece suda demlenmez. Çay yaprağını yakmış olursunuz. O yüzden çay paketinin üzerindeki talimatları mutlaka okuyun. Çayınız bol olsun! Diana Elif Karayel-Jurnal de Chai
D I A N A
E L İ F
K A R A Y E L
S A Y I : 6
POLIGAMI MI MONOGAMI MI?
Hieronymus Bosch-Dünyevi Zevkler Bahçesi
İnsan ilişkileri zamanla şekillenmiştir, birçok insan çok eşliliği kabul ettikleri halde tek eşliliği kabul eden bir toplumda yeryüzündeydi ama bu topluluklar diğerlerinden daha az bulunuyordu. Çalışmalar, akraba ilişkilerinin insanların tek eşli olması üzerine büyük bir etkisi olduğunu savunmaktadır.Bunun yanı sıra tek eşliliğin kültürel bir etkiye sahip olduğunu ve ikili ilişkileri etkileyen birçok biyolojik faktörün de olduğunu iddia etmektedir. Romantik aşkın vurgulanması gereken önemli bir konu olduğunu ve insanlığın hayatta kalmak için en uygun partneri aradığını belirtmek önemlidir. Sevgi, insan yaşamı ve evriminin devamlılığı için kaçınılmazdır. Romantik aşktaki en önemli üç şey tutku, yakınlık ve bağlılıktır (Sternberg); Bu üç unsurun birbiriyle uyumlu olduğu durumlarda ilişkinin sürekliliği konusunda olumlu kararlar verilebilir. Sternberg, ilk ve en önemli olanın cinsel tutku ritüeli olduğunu ve çiftleşmenin insan yaşam için kaçınılmaz olduğunu söylemektedir. Ancak insan ilişkilerine baktığımızda tek eşlilikte sadakatsizliğin söz konusu bir anlaşmazlık yaratması mümkündür. Aldatma ve sadakatsizlik arasında bir çatışma olduğu gerçeğinin farkında olmak önemli bir noktadır. Cazibe sonsuza kadar sürmez ve insanlık başkalarını aramaya başlar. (O'Leary, Acevedo, Aroni Huddy ve Mashek, 2012) 30-40 yıllık uzun vadeli bir ilişki arıyoruz. Peki uzun süreli ve kısa süreli ilişkiler arasındaki ilişki nedir? Birisi ile eşi olmayan biri arasında cinsel bir çekim olsa bile, kişi ilişkisine bağlıysa bu bir sorun teşkil etmeyebilir ve ilişkileri uzun süreli olabilir. Ebeveyn ve çocuk arasındaki ilişkiyi romantik ilişkilerde görebilmemiz mümkündür; Bebek konuşması yapmak taklit etmek, birlikte daha fazla zaman geçirmek istemek, uzun bir göz teması kurmak bebek ve ebeveynlerin yaptıkları gündelik davranışlardır. Uzun süreli ilişkilere baktığımız zaman bu davranışların kişiler arasında da yaşandığını görebiliyoruz. A Y L I N
D A Y O Ğ L U
S A Y I : 6
Bu koşullar kişinin stresini azaltarak karşısındaki kişiye duygusal olarak yakınlık beslemesini sağlamaktadır. Romantik ilişkilerin hormonlarla büyük bir ilişki içerisinde olduğunu hatırlatmak önemlidir. Vücudun salgıladığı hormonlar sayesinde, insanlar aynı zamanda daha mutlu ve daha güvenli hissederler. Uzun romantik bir ilişkide erkekler daha az testesteron hormonu salgılamaktadır. Eğer baba pozisyonuna gelirlerse, bu dozaj daha da düşmektedir. Bunun sebebine baktığımızda ise, zaten üreyen ve türünü devam ettirebilecek erkeklerin daha güvende hissederek bu salınımın azalmasının söz konusu olduğunu söyleyebiliyoruz.Çiftlerde bağlanma ile ilgili birçok araştırma vardır ve bu araştırmalar, insanlar arasındaki güvenli bağlanmanın hayatta kalma olasılığını arttırdığını ve stresli durumlardaki kişiler arasında fiziksel bir temas kurularak stresli kişinin ağrısını azalttığını göstermektedir. Aynı zamanda kalp krizi geçiren insanlar, eğer yakın ilişkileri olmasa ikinci kalp krizi geçirme riskine sahip olabilirler. Bu durum da yalnızlığı ve özellikle yalnız hissetmenin hayatta kalma şansını azalttığını göstermektedir ki bu da kişiyi olumsuz etkiler. Babanın çocuğun hayatta kalma içgüdüsü üzerine olan etkisi annenin etkisi kadar değildir. Annenin yokluğunun çocuğun yaşantısını olumsuz yönde etkileyerek hayatta kalma şansını azalttığının altı çizilmelidir. (Cumming, 2014) Ben bu araştırmanın bir anlamı olduğunu düşünüyorum çünkü anneler ve bebek arasındaki güven ilk günden şekillenmeye başlamaktadır. Anne ile bebek arasında doğumdan sonra ilk temas anında, bir bağlantı kurulur.Bu çok önemli bir bağdır.Buna istinaden babanın yokluğunun çocuğun gelişiminde annenin yokluğuna kıyasla hayatta kalma şansını azalttığını söyleyemeyiz. Sonuç olarak güven, insanları ayakta tutan en büyük unsurlardan biridir, duyguları ve içgüdüleri kapsar. İlk çağlardan beri baktığımızda bugün bile babamız aileyi beslemek için ihtiyaç duyduğu şeyi eve getirmelidir. Bu durum günümüzde erkeklerle kadınlar arasındaki eşitliğin görülmesi gereken bir şekilde değişmesine rağmen, temellerinin eski olduğu açıkça göstermektedir. “.... (a) Romantik aşk evrenseldir; (b) eş-arama mekanizmalarını bastırır; (c) farklı duygusal, davranışsal, hormonal ve nöropsikolojik özelliklere sahiptir; ve (d) evlilik ve güvenli bağlanma, hem yavrular hem de yetişkinler (ebeveynler) için daha iyi sağlık ve sağ kalım ile ilişkilidir. ”Romantik aşk, herhangi bir kültürde ve yeryüzündeki herhangi bir yerde görülebilir, farklı biçimleri ve ya farklı yansımaları vardır ama insan hayatta kalmak için bunu yaşamaktadır. İki insan arasında birbirlerini tanımak ve kişiliklerine aşık olmak için bir form görüyoruz ve başka bir form da evlilikleri düzenliyor. Görücü usulü evliliklerde genellikle kadının ailesi, hayat partnerini seçen ailedir. A Y L I N
D A Y O Ğ L U
S A Y I : 6
Çünkü kadın, babasının, bildiği ve uygun gördüğü bir erkekle evlenmekle yükümlüdür. Sosyal normları ve hayatımızı nasıl etkilediğini burada açık bir şekilde görebiliyoruz Evliliğin bir şekilde sona ermesi ve insanların yeni insanlarla uzun süreli ilişki kurmaya karar vermeleri tartışması ilginç bir noktadır. Bir başka fenomen çok eşliliktir. Daha çok Arap yarımadasında görülen bu olay, bir erkeğin birden fazla partneri olmasıdır. Bu, kadına yönelik ilişkilerde kadın kıskançlığı ve şiddete karşı caydırıcıdır. Bu, bir erkeğin birden fazla partnere sahip olabileceği kültürün sosyal normlarına dayanır ve benim düşünceme göre kabul edilemezdir. Bu durumu yaşayan kadınlar düşük özgüvenle endişeye kapılabilirler. Ayrıca, sosyal yaşama katılımları da genellikle iş hayatında bile olamayacak şekilde kısıtlıdır, sadece evin bakımını üstlenirler. Aynı zamanda, ilk eş, bir sonraki eşlere karşı duygusal rahatsızlıklar yaşayabilir. Diğer bir dava ise boşanmadır, ancak partnerlerin ilişkilerini genellikle ilişkilerin ilk dört yılında sonlandırdıkları gözlemlenmiştir ve çocuk sahibi olan kişilerin boşanma oranlarının düştüğü görülmektedir. O zaman çocuğu nedensel bir ajan olarak görebilir miyiz? Diğer fenomenlerden biri ise sadakatsizlikdir, Homo sapiens biyolojik olarak Polygram'dır, ana hedefi daha uygun uzun süreli bir partner veya ilişki bulmaktır. Çünkü insanın hayatta kalmak için en güçlü çocuğu yapmak gibi bir içgüdüsü vardır. Her ne kadar kültürel sebeplerden ve toplumsal normlardan dolayı olsalar da, bunlar monogram olarak şekillenir. türkiye gibi ülkelerde aile ve ortaklar arasında yakın ilişkiler vardır ve bazen bu düzenleme iletişim sorunlarına neden olabilir. Genellikle kadın stratejik ve işlevsel olma eğilimindedir. Ayrıca sevginin sizi körleştirebileceği ve sevdiğiniz kişinin kusurlarını göremeyeceğiniz de kabul edilmelidir. Bu yüzden bazen dış dünyadan bir göz gereklidir, ancak bunun kişiye anlatış şekli önemlidir, nasıl tepki vereceğinizi söylememeli ama size yolu göstermelidir. Aşk uzun ve kolay bir yol değil, ama insanlar hayatta kalmak için aşık olmaya zorlanırlar. Bu insanlığın ve kendiliğin bir parçasıdır. Ayrıca, cinsel çekim, yakınlık ve bağlılık ile ilgili olarak sevgi ve ikili ilişkileri etkileyen birçok faktör vardır. Bu durumların sosyal normlar nedeniyle, çevremizde de sık olması muhtemeldir. Böylece, birisine aşık olma, gereklilik gibi bir duruma dönüşebilmektedir.Herhangi bir ilişkisi olmayan kişiler zayıf, yalnız ve yetersiz hissedebilirler. Bir ilişkimiz varsa neden tek eşli olması gerektiğini düşünüyoruz? Bu, “sağlıklı” bir ilişki içinde olmaya karar veren insanlar için büyük bir baskıdır. Bu çalışma, insanlar tek eşliyse, mükemmel ve gerçek bir ilişki olduğunu, ancak içgüdülerimize doğru yaşamamız gerektiğini, poligaminin insanın gerçek doğası olduğunu ve reddetmememiz gerektiğini söylemektedir. A Y L I N
D A Y O Ğ L U
S A Y I : 6
“Yurtdışında Yüksek Lisans Yapmak İstiyorum”
Dört senelik psikoloji bölümü ardından birçoğumuzun aklındaki soru; “Şimdi ne yapacağım?”. Psikolojinin birden fazla alana yönelebileceğimiz geniş bir skalası olduğunu artık hepimiz biliyoruz. Klinik, gelişim, çift ve aile, endüstriyel, rehberlik ve psikolojik danışmanlık, psikoterapist olmak, insan kaynakları gibi birçok alana yayılmış geniş bir çalışma yelpazesi bulunuyor. Fakat artık daha iyi anlıyoruz ki rekabet ortamı arttıkça, seçtiğimiz alanda uzmanlaşmak bizi daha iyiye bir adım daha yaklaştırıyor. Bunun birden fazla yolu var ve bu yollardan biri de yüksek lisans. Peki nasıl ve nerede yapılır bu yüksek lisans? Uzmanlaşmak istediğiniz alan Klinik Psikoloji ise ve “Klinik Psikolog” olmak istiyorsanız (gelişim, çift ve aile gibi dallar başka yüksek lisans kategorileridir) almanız gereken yüksek lisans eğitimi programı “Klinik Psikoloji” yüksek lisans programları olacaktır. Uzman psikolog olarak yolunuza devam etmek için uzmanlaşmak istediğiniz alanın yüksek lisansına girmeniz yeterlidir (gelişim psikolojisi yüksek lisansı, çift ve aile terapisi yüksek lisansı gibi). Türkiye’de bu eğitim alınmak isteniyorsa yukarıdakilerin bilinmesi ve buna göre hareket edilmesi gerekir. Peki ya yurtdışında yüksek lisans yapmak istiyorsak? Yüksek lisans süreci zorlu bir süreçken bir de yurtdışında yüksek lisans yapmak ve klinik psikoloji üzerine uzmanlaşmak birçok kişiye ağır gibi görünebilir. Artılarıyla eksileriyle yurtdışında klinik psikoloji yüksek lisans eğitimi almayı bir inceleyelim.
M E L I S
O K U R
S A Y I : 6
Nasıl başvururum? Hangi alana yöneleceğinizi seçtikten sonra başvurulardan önce okulları ve modüllerini mutlaka incelemek gerekir. Ne eğitimi alacağınızı detaylarıyla bilmek, yazacağınız niyet mektubunda da size çok yardımcı olacaktır. Yurtdışı yüksek lisans programlarının hemen hemen hepsinde aynı olan bu süreç, GPA, CV, Personal Statement ve IELTS belgelerinin toplanması ile gelişir. İlk olarak okul ortalamanızın (GPA) başvurmak istediğiniz okulun koşul olarak gösterdiği ortalamaya eşit veya bu ortalamanın üzerinde olması gerekir. Başvurunuza CV ve yazacağınız niyet mektubunu (Personal Statement) eklemelisiniz. Son olarak da eğitim alacağınız okulun öğrenim diline uygun geçerlilik sertifikası (Ör: İngiltere için bu IELTS’dir) alınarak başvurunuz için okula yollanmalıdır.
CV ve Personal Statement Cv başvurduğunuz okulun geçmiş deneyimlerinizi, ilgi alanlarınızı, eğitimlerinizi ve projelerinizi genel olarak göreceği yazıdır. Yurtdışındaki yüksek lisans başvurularınız için CV’nin olmazsa olmazı dört senelik üniversite sürecinde yapmış olduğunuz veya yer aldığınız sosyal sorumluluk projeleridir. Bu sayede okul sizin hem eğitime istekli, araştırmacı hem de sosyal yönünüzü görmüş olacaktır. Niyet mektubu (personal statement) ise bu özelliklerinizi ve deneyimlerinizi detaylandırdığınız yerdir. İyi bir personal statement’da deneyimlerinizden ne kazandığınızın yanı sıra neden başvurmak istediğiniz okulu seçtiğinizden, okuldan neler alacağınızdan ı ve gelecek planlarınızdan bahsetmeniz önemlidir. Başvurularınız sırasında bir danışmanlık şirketinden yardım almanız (British Side, Edcon..gibi), bu süreci daha güvenli ve emin atlatmanıza yardımcı olacaktır. M E L I S
O K U R
Yurtdışında yaşam Hepimiz biliyoruz ki; euro, dolar ve sterlinde durumlar pek iyi değil. Maddi açıdan Türkiye’de harcayacağınızdan çok daha yüksek meblağlar harcamak durumunda kalacağınızı belirtmek isterim. Bunun bilincinde olarak okullara başvurmalısınız. Aynı zamanda başvuracağınız okulların burs olanaklarını gözden geçirmek de size alternatif yolar sağlayabilir ve rahatlatabilir. Yazımın bundan sonraki kısmı, teorik ve teknik bilgiler dışında tamamen kendi deneyim ve tavsiyelerim üzerine devam edecektir. Her kişinin yaşayacağı deneyim artısı ve eksisiyle farklı olacağı için okuyan arkadaşlarımıza ilk önerim okuduklarınızın sadece aklınızın bir köşesinde “tavsiye” olarak bulunmasıdır. Yalnız yaşamak daha önce deneyimlememiş ve ailesiyle yaşayan arkadaşlarımız için unutulmaz bir deneyim olacaktır. Kendi ayakları üzerine durabilmeyi öğrenmekten ziyade, en azından denemek bile kişinin kendini, güvenini, yapabilirliklerini ve bireyselliğini tanıması için çok önemli bir adım. Yetişkin olan her genç bireyin, mutlaka böyle bir deneyimi yaşamasını öneririm. Dört senelik üniversite hayatında yaşadığımız kendi ülkemiz, kendi oluşturduğumuz arkadaş çevremiz, ailemiz ve varsa oluşturduğumuz iş çevresiyle aslında kendimize güvenli bir alan inşa ederiz. Yurtdışında yaşamaya başlamak bir anlamda bu konfor alanından çıkarak benim deyimimle “hiçlikten başlamak” olarak tabir edilebilir. Ve her insanın hayatında bir kez hiçbir şey olmayı veya hiçbir yere ait olmamayı deneyimlemesi gerekir. Yaşamaya başlayacağınız yeni ülkede yeni konfor alanınızı sıfırdan oluşturma deneyimi korkutucu gelebilir fakat kişisel gelişiminize pozitif katkı sağlayacağı aşikardır. Şunu söyleyebilirim ki her şey ne çok kötü ne de mükemmel devam edecek. Hayat da bu şekilde ilerliyor zaten. Yalnız yaşamanın ve kendi hayatınızı kendiniz kurmanın verdiği cesaret, güven ve heyecanla karşınıza çıkan avantajları daha iyi değerlendirebiliyor, zorluklara ve negatifliklere de karşı bir o kadar alternatif yollar aramayı öğreniyorsunuz. Bu açıdan kesinlikle yurtdışı deneyiminin yaşanması gereken bir deneyim olduğunu düşünüyorum. Yurtdışında yüksek lisans yapma deneyiminizde geçireceğiniz süre boyunca her aşama, yaşadığınız her deneyim size “iyi ki” dedirtecektir.” Bilgi Üniversitesi Psikoloji Kulübü’nün bu sayısında elimden geldiğince deneyim ve fikirlerimi sizlerle paylaşmaya çalıştım. Aşağıda bulacağınız iletişim bilgilerimden istediğiniz gün ve saatte bana ulaşabilir, aklınızdaki soruları sorabilirsiniz. Hepinize güzel bir gelecek ve bol şans diliyorum. Psk. Melis Okur İletişim: melisokur@gmail.com
S A Y I : 6
M E L I S
O K U R
2017-2018 Psikoloji Kulübü Yönetim Kurulu Üyelerimize yakın ilgilerinden ve emeklerinden dolayı teşekkür ederiz.
İPEK İBER KARDELEN KAYHAN AYLİN DAYOĞLU SELİN YAVUZ AŞKIM ÇELEBİ BERKUTAY MERT İREM ÇOPUROĞLU CANSU MİLCAN EGE ÇOLAK BUSENUR AKTAŞ
Bize ulaşabileceğiniz mail adresimiz: bilgipsyclub@gmail.com İBU PSİKOLOJİ
KULÜBÜ
İBUPSYCLUB
İBUPSYCLUB