6 minute read

ESİN AFŞAR

Next Article
MACİDE TANIR

MACİDE TANIR

oyun ve müziğin yol arkadaşı: esin afşar

mehmet esatoğlu

Advertisement

Ülkemizde sanat yaşamının gelip geçtiği yollar içinde adı köşe taşı olmuş sanatçılar vardır. Sanatın herhangi bir dalından söz ederken onların adlarını anmamak olanaksızdır.

Oyuncu, müzikçi Esin Afşar da bu isimlerden biridir. Sanatsal serüveniyle, üretimiyle, duruşuyla özel yeri olan sanat insanlarımızdan biridir. Esin Afşar’ın sanat için kollarını sıvadığı bin dokuz yüzlerin ikinci yarısı ülkemizin ekonomiden, politikadan sanata her alanda sancılar içinde olduğu yıllardır. Dünya, İkinci Paylaşım Savaşı’ndan henüz çıkmıştır; ancak savaşın ve ekonomik, politik yıkımın acıları yeryüzünün dört bir yanında yaşanmaktadır.

Ülkemiz savaşa girmedi. Ama dünyadaki yıkımdan nasibini aldı. Savaş sonrası ABD emperyalizmi dünyada yeniden kapitalizmi organize ederken ona bağımlı bir ekonomi ve politika yolunu seçmiş; ülkemizin iktidar sahipleri, bu rol dağılımında yer kapmak için çırpınmaktaydı. 177 Ülke aydını, gençliği, halkı ise dünyada yaşanan ekonomik ve politik

trajedinin, acıların ayrıntılarını öğrendikçe farklı bir yol arayışı talep ediyordu. Ülkenin işadamları ve onların politikacıları, iktidarın yöneticileri ise ABD emperyalizminin yolundan gitmekte kararlıydı. Ülkedeki bu çatışmadan sanat alanı da etkileniyordu. Müzikten, plastik sanatlardan tiyatroya, dansa her alan geçmişini ve geleceğini sorgulamaya ve yeni yollar aramaya koyulmuştu. Geçmişte Cumhuriyet’in yöneticileri sanatın her alanına “gereken ehemmiyet”i vermek üzere çeşitli girişimlerde bulunmuşlardı. Ancak resmi çatıların altında sanat ellerinde patlayan bir bomba haline gelmişti. Sanat iyiydi hoştu ama bir de muhalif yanı vardı. Resmi çatılar altında muhalif yanı budanan, biçimi iktidarın gerici zevklerine göre şekillendirilen sanatsal alan, moda bir deyimle adeta bir “ucube”ye dönmüştü. 60’lı yıllarda müzik alanında, halk türküleri kentlerde yok sayılıp bir yandan Osmanlı saray müziği uzantısı bir müzik yaygınlaştırılırken öte yandan da klasik batı müziği dar bir kesimin beğenisi ve desteği ile soluk almaya çalışıyordu. Ülkenin müzikçileri konuşup tartışıyorlardı. Bir yol arıyorlardı. Ortada bir dolu öneri kol geziyordu. Kimileri tek ses-çok ses ikileminde sıkışıp kalırken, kimileri söz-müzik üzerinden bir yol bulmaya çalışıyordu. Kimileri müziğimizi batı enstrümanlarıyla icra edip önce batıya ardından bütün dünyaya tanıtmak için çabalıyordu. Ülke insanına nasıl bir müzikle gidilmesi gerektiği ise çok gündemde değildi. Bu müzikal kargaşa döneminde büyüyen Esin Afşar, Ankara Devlet Konservatuvarı’nda müzikal yaşamına başlarken ünlü opera sanatçıları Leyla Gencer, Maria Callas gibi isimlere öğretmenlik yapan Madam Hidalgo, Madam Böhm gibi isimlerden ses ve şan dersleri alarak çocuk yaşlarda batı müziği ile tanıştı. 1940’lı yıllarda piyanist olarak girdiği Devlet Tiyatroları’nda, Muhsin Ertuğrul’un desteğiyle 12 yıl oyuncu olarak yer aldı. Ankara Meydan Sahnesi’nde konuk oyuncu olarak çalışırken tekrar müziğe yöneldi. Afşar’ın şarkı söylemeye başladığı günlerde müzik alanımızda yaygın mo178

dalardan biri de “aranjman müziği”ydi. Müzikçilerin itirazlarına rağmen bu terim ’80’lerde yaygınlaşan “özgün müzik” terimi gibi alanın başına uzun yıllar bela oldu.

Yabancı dillerde üretilmiş şarkılara Türkçe sözler yazılarak seslendirilen bu şarkılar; kendi dilinde şarkı dinlemek, söylemek isteyen kent insanı arasında hızla yaygınlaştı. Afşar da müziğe başlarken bu tarzda şarkılar söylemek önünde tek seçenek gibi duruyordu. O günlerde tüm kesimlerin yoğun bir biçimde dinlediği radyolar ve kırkbeşlik plaklarla “aranjman müzik” yaygınlaşırken müzikçi Ruhi Su bağlamasıyla başka bir yoldan ilerliyordu. Onun önünde iki yol vardı ya piyasaya teslim olacaktı ya da zor olanı seçecekti. Afşar kendisiyle yapılan bir söyleşide o günleri şöyle anlatıyor: “Evet, aranjmanlar üzerine bu tür tartışmalar yapılırdı. Aslında ben de, açık bir şekilde olmasa da, aranjmana karşı çıkanlardan biriydim. Bir kere isim yanlıştı. Aranjman demek, düzenleme demektir ve her müziğin düzenlemesi vardır. Çok yanlış bir tanımlama! İnanılmaz bir yanlışlık aslında! Ancak, aranjman adıyla radyolarda bol bol çalına çalına, bu çalışmalar popüler oldu ve hayatımıza yerleşti. Bu şekilde, birtakım yabancı şarkılar, her yerde Türkçe sözlerle söylenmeye başladı. Yine aynı dönemlerde türküler moda oldu, türkülerde çokseslendirme çalışmaları başladı. Gerçi bizden önce, Tülay German’lar yapmışlardı bu tür çalışmaları; ama ondan sonra unutuldu bunlar. 1969’da benimle birlikte tekrar başladı bu çokseslilik olayı.” Ruhi Su’nun yolundan giden Afşar tekses yerine çoksesi, tarz olarak da halk müziğini seçer. Yaşayan ozanlardan Âşık Veysel’den etkilenir. Onunla tanışıklığını Afşar şöyle anlatıyor: “Benim Âşık Veysel’le dostluğum vardı zaten. Ben konservatuvarda öğrenciyken, o geldi sazıyla türkülerini söyledi ve ben de aynı gün orada onun şiirlerini okudum. Derken yıllar sonra ‘Güzelliğin On Para Etmez’, ‘Kara Toprak’la başlayarak, Âşık Veysel’in türkülerini çoksesli yapmaya başladım ve de aynı sahneyi paylaştık. Beni çok severdi, ‘Aferin Afşar, ağzına sağlık!’ derdi. Çokseslilikten yanaydı, ileri görüşlü de bir ozandı! Bir gün Âşık Veysel’e demişler ki, ‘Esin Afşar, Hümeyra, Fikret Kızılok senin türkülerini başka türlü söylüyorlar.’ O da, ‘Valla kimi elmayı dalından koparır öyle yer; kimi de alır kompostosunu yapar!’ demiş. Çok 179

esprili de bir ozandı. Ben o zaman, kendisi için ‘yaşayan en büyük ozan’ derdim.”

Otantik olanı yinelemek yerine ona yorum katarak yeni bir boyuta taşımaya çalışan Afşar, kendi yolunu şöyle şekillendiriyor: “Ben de bu tür çalışmalar yaptım; ama türküyü o çok bilinen haliyle, türkücüler gibi söylemedim hiçbir zaman. Formunu bozmadan, kendi yorumumu getirmeye çalıştım. Çünkü bu türküleri dejenere etmeye de hakkımız yok; ama bir türkücü gibi de söyleyemem. Tavır olarak daha çağdaş söyleme tarzım var.” Emperyalist kültürün bir dayatma halinde halklara yöneldiği bir dönemde sanatçılarımız halkın kendi bağrında biriktirdiği zenginlikleri bulup çıkartıp paylaşmaya koyuluyorlar. Afşar, müziğini oluştururken önüne konan “batı” dayatmasına, “Bizim folklorumuz, dünyanın en zengin folkloru. Şarkılar olsun, danslar olsun… Cahilce, ‘Aman şu folklor da, tu kaka!’ deyip abuk sabuk şeyler yapmanın âlemi yok” diyerek karşı çıkıyor. Müzikte kendine doğru bir yol aramaya çalışan müzikçilerimiz dönemin esen politik rüzgârlarının da etkisiyle güçlü, vurucu müzikler için vurucu sözlerin de peşine düşüyorlar. Uzun yıllar yasaklar dolayısıyla basılamayan daktilo ile pelür kâğıtlarına yazılmış bir biçimde elden ele gezen, ’60’larda kitaplaşma özgürlüğüne kavuşan Nazım Hikmet’in, Rıfat Ilgaz’ın, Hasan İzzettin Dinamo’nun dizeleri tüm sanat alanlarını olduğu gibi müzikçileri de etkiliyor. Bu dizeleri bestelemek üzere denemeler yapılmaya başlanıyor. Esin Afşar da bu yola giriyor. “Türkülerin dışında, tabii kendi bestelerim de vardı. Ya da işte çağdaş bestecilerden de söyleyebiliyordum. Mesela Nazım Hikmet şiirleri besteledim; Mevlana, Ahmet Yesevi şiirleri besteledim” diye anlatıyor bu yönelişini. Afşar, ürettiği müziği bir yandan ülke izleyicisiyle paylaşırken öte yandan da başta Fransa olmak üzere dünyanın dört bir yanına taşıyor. Oyuncu Esin Afşar ise bu büyük müzik koşturmasının arasında zaman zaman ortaya çıkabiliyor. Ankara Devlet Tiyatrosu’nun orkestra çukurunda piyanosunu çalarken sahnede buluyor kendini. On küsur yıl değişik rolleri büyük bir özenle oynuyor. Özellikle Garson Kanin’in “Dünkü Çocuk” ve usta oyuncu Yıldırım Önal’la sahne paylaştığı Edmund Morris’in “Tahta Çanaklar”, Ankara Meydan Sahnesi’nde Kartal Tibet’le karşılıklı oynadığı “Poker Partisi”, Ankaralı izleyicinin uzun süre belleğinde kalıyor. Di180

limize kazandırdığı Andersen Masalları’ndan oyunlaştırılmış “Kırmızı Papuçlar” adlı çocuk oyunu ise hem o günün çocukları hem de büyükleri arasında adeta bir “efsane” oluyor. Yıllarca sahneleniyor. Televizyon için çekimleri yapılıyor. “Fantastik” müzikalinde oynarken tiyatrodan kopup müziğe yönelen Afşar’ın yeniden tiyatro sahnesiyle buluşması ’80’li yıllarda oluyor. Yazar Bilgesu Erenus’un kaleme aldığı “Kelaynaklar” oyunu Mehmet Akan’ın yönetiminde sahneye geliyor. Oyuncu, mim sanatçısı Ali Erdemci ile oynayan Afşar’a sahnede vurmalı çalgılarda film yönetmeni Ezel Akay eşlik ediyor. “Kelaynaklar” oyununda sahnede hem oyuncu hem şarkıcıdır. Bir Kelaynak kuşu eşliğinde uzun bir yolculuğa çıkarır izleyiciyi Afşar. Oyunun finalinde 12 Eylül karanlığında zor günler yaşayan izleyiciye umudun bitmediğini, bitemeyeceğini fısıldar. Afşar’ın sanatında öne çok çıkmayan bir de yazarlığı var. Gençlik yıllarında tiyatro ve müzik için yeryüzünün dört bir yanına koşarken bir yandan da küçük notlar alıyor. İleriki yıllarda bu notlar karşımıza “Esintiler”, “Anılar Yanıltır mı?” ve “Sefername” kitapları olarak çıkıyor. 90’lı yıllardan sonra Esin Afşar gibi sanatçılar için “zor yıllar” başlıyor. Sanat ortamına büyük sermayenin saldırısı yoğunlaşıyor. Medyatik bombardıman ortasında onun gibi özel duruşu olan sanatçılara artık yer yoktur.

Para ve mülk uğruna herkesin şekilden şekile girdiği bu ortamda onlar yeni yetişen kuşak için birer olumsuz örnektir. Afşar örneğine bulaşmadan geçen bir dolu sanatçı piyasayı kaplarken dünyayı değiştirmek isteyen kimi sanatçılar da onun gelip geçtiği yola ve ilerlediği çizgiye baktılar elbette. Kimileri onun gibi zor yollara soyunurken kimileri kolaycılığı seçip onun modelini görmezden geldiler. Esin Afşar kendi başına yetişmedi. Çevresinde Âşık Veysel’den İlhan Selçuk’tan, Ruhi Su’dan, Bilgesu Erenus’a bir dolu ilerici, mücadeleci aydın ve sanatçı vardı. Onlardan aldı, kendi yoğurdu ve ülkenin her döneminde dik durmayı bildi.

60’larda çizgisini belirleyen ve üreten, her zaman halkının ve haklının yanında yer alan, ’80’lerde 12 Eylül cuntasına karşı çıkan aydınlarla omuz omuza veren, dinci-gericilerin tehditlerine karşın bildiğini okuyan bir Esin Afşar yaşadı. Biz onun bu güzel anısını ve duruşunu selamlıyo181

ruz, onu unutmayacağız. O da o güzel duruşu ve ürettikleriyle aramızda hep yaşayacak.

2011 Aralık

182

This article is from: