
12 minute read
SAİT FAİK ABASIYANIK
öykünün bir “yalnız adam”ı: sait faik
“Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey”
Advertisement
“Edebi eserler, insanı yeni, mesut, başka iyi ve güzel dünyaya götürmeye, kurmaya yardım etmiyorsa neye yarar?” diyor, “bir yalnız adam” Sait Faik.
Çirkinlikler güzelliklere dönüşemiyorsa, dünyanın insan için ne anlamı vardır ki? O da güzelliklere dönüştürmek için “kâğıda kaleme sarılmayı” seçti; asıl bunları “yazmazsa deli olacağını” düşünüyordu ve söylüyordu insanlığa. Hayatı seven; ama çirkinliklerden korkan, güzellikleri tükenmeye başlamış dünyanın umutsuzluğunda, bir çırpınışla umudu aramak istedi aslında Sait Faik.
Öykülerindeki “gel-git”leri ise kendi gözünden gördüğü hayattan baretti. Basit ama gerçek; çözümü olan ama insan aklının kendi çıkarları için halletmek istemediği, sorunlar yumağına dönüştürdüğü bir hayat. 141
1906 yılında Adapazarı’nda doğdu, çocukluğunu orada geçirdi. Orayı anlatan öykülerini ise İstanbul’da yazdı. 1925 yılında edebiyat dersinin ödevi olarak “İpekli Mendil” öyküsünü yazdı. Öyküde, kendisinden aşkı için ipekli mendil çalmaya çalışan hırsız bir çocuğa sevgiyle yaklaşarak onu anlamaya çalıştı. İnsanlara olan bu katıksız sevgisi sahip olduğu hümanist duygulardan kaynaklıdır. Bu özelliği, ilk öykü kitapları Semaver, Sarnıç ve Şahmerdan’da çok belirgin bir şekilde görülmektedir. 1931 yılında Fransızcasını ilerletmek için Fransa’ya giden yazar, döndüğünde öykülerini “Varlık” dergisinde yayımlattı. 1935- 1936 yılları arasında çok kısa bir süre Türkçe öğretmenliği yaptı, ancak Adapazarı Belediye Başkanı olan babası, oğlunun ticaretle uğraşmasını istedi ve ona bir dükkân açtı ticarete soğuk bakan Sait Faik ise, boş dükkânı n anahtarını babasına verdi. Baba-oğlun ilişkisi hayat boyu resmi kalsa da yine de 1936 yılında yayımlanan ilk kitabı Semaver, babasının maddi desteğiyle ortaya çıktı. “Semaver” deki öykülerde fakir insanları, temiz duygulara sahip olarak görüyor yazar. “Mesutları çok az bir mahallenin çocukları değil miydiler? Anasının çocuğundan, çocuğun anasından başka gelirleri var mıydı? Semaver ne güzel kaynardı. Ali, semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de kaza olan bir fabrikaya benzetirdi. Ondan yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilebilirdi.” (Semaver) “Çoktan beri şehre inmemiştim. O gün insanları sevebilmek arzusuyla otelin kapısını açtığım zaman karşıma ilk çıkan insan bir küfeci çocuk oldu… Sarhoştum. İnsanlar beni bir mıknatıs hızıyla kendilerine çekiyorlardı. Dünyayı ve şehri riyasız kucaklamak istiyordum.” (Şehri Unutan Adam) Fakat yazar, insanları ne kadar severse sevsin; sevmekten korktuğunu itiraf ederek, sevgisinin belki de dünyadaki insanları mutlu etmeye yetmeyeceğini düşünüyor kendi içinde. “Küçük şeyleri unutmayanlar en geri hatıraları da unutmayanlardır” diyerek, duygularını sınırsızca gösteriyor. 1939’da yayımlanan “Sarnıç”ta, insan sevgisine kendi hayallerini ekleyerek, toplumun ezilmişlerinin hayallerini, nefretlerini; “kahraman- anlatıcı” “anlatıcı-kahraman” biçiminde verdi. “Bir Karpuz Sergisi” öyküsün142
de iki arkadaş karpuz sergisi açmaya heveslenir mesela. “Mavnalar” öyküsünde de iki tane amelenin yüksek kaldırımda izlediği sinema sonrası hayalleri… Ama hayal bu ya, sonu yok! Hayalin yerini başka hayaller alıyor başka öykülerde. Peki, sadece hayallerini mi anlatır Sait Faik? Hayat, sadece hayal kurmaktan ve o hayalöykününlerle yaşamaktan mı ibarettir? Bir bakıma evet! Bir bakıma da hayır! 1939-1945 tarihleri arası, dünya tarihi açısından keskin bir dönemecin, II. Paylaşım Savaşı’nın yıllarıdır. Türkiye bu savaşa katılmadı; ama ekonomi yönünden büyük sarsıntılar yaşadı. Ekmeğin karneyle dağıtıldığı günlerde halk, yoksullaşmaya başlamışken, savaş zenginleri de birdenbire türedi. Bu dönem, tarihsel olarak Türkiye’nin “az gelişmiş ülke” olarak kalmasının başlangıcını oluşturuyordu. Türk Edebiyatı’nda 1940 dönemi yazarları, II. Paylaşım Savaşı’ nın olumsuz etkisini sınıfsal gerçekliklerle anlatmaya başladı. Böylece toplumcu, sosyalist gerçekçi bakış açısı eserlerde ağırlığını iyice hissettirdi. “Sarnıç”, II. Paylaşım Savaşı’nın zengin ve fakir insanlara yansımasının, buna bağlı olarak da sınıf farkının toplumda ne kadar derinleştiğinin gözlemidir. Sait Faik, kitabın dikkat çeken iki öyküsünde bu derinliği; zengin avare gezen bir adamın ve kenar mahallede yaşayan insanın gözünden vermiştir. “Sarnıç” öyküsünde harp zamanında, üstüne belirli belirsiz tereyağ sürülmüş ekmek yemektedir anlatıcı. Ama halkın içinde olmaktan mutludur ve hala içi yaşama sevinciyle doludur, fakat karısı bir gün annesini ve babasını görmeye gider, bir daha dönmez; çünkü sefalet çekmektedir. Bu yüzden anlatıcıya hayat, egoist olarak gözükmeye başlamıştır. “Kalorifer ve Bahar” da, kenar mahalleli çocukların “kalorifer”i algılayışı, yaşadıkları şartlardan ba ğımsız değildir. “Şehrin şimaliyle şarkı arasında surlar... Surların üstünde ve etrafında sefil kulübeler, bostanlar, kenar mahalleler… Kenar mahallelerin merkezde konuşulan dile göre yayık telaffuzlu kızları; çamur yüzlü, bazen de zeki çocukları vardır. Kadınlar bu mahallede doğarlar, yine aynı mahallede; fakat bir başka seŞl kulübede ölürlerdi. Erkekler bu mahallede doğarlardı; ama katiyen bu mahallede ölmezlerdi. Kimi hapishanede, kimi duvar dibinde, bir cami avlusunda, ne bileyim başka yerlerde, kendi doğdukları yerden başka yerde ölürlerdi. Herif bana kenarında dur ısınırsın dedi. Bu ne dedim kalorifer dedi. Capon ismi o gün unutulmuş. Caponun adı kalorifer olmuştu. Kış yaklaşırken, ilk yağmurlarla beraber 143
bütün mahalle akşamüstleri yazın evlerinden kaçmış olanların dönmesini beklerdi.
Dönenler saatlerce dayak yerlerdi. Sanki Caponu kalorifer mahalleye döndürmedi sandılar.” (Kalorifer ve Bahar) “Beyaz Altın” öyküsünde ise, savaş zamanı büyük esnafın küçük esnafı ezmesini, savaş koşulları içinde halkın da bakış açısıyla vermektedir. 1940 yılında yayımlanan “Şahmerdan”da gözlem yoluyla toplumdaki insan ilişkileri klasik öykü tarzına dayalı olarak verilmiştir. Yazar-anlatıcı, bu kitaptaki öykülerinde 1. tekil şahıstan çok 3. tekil şahıs anlatımı tercih etmektedir. Yalnız diğer öykülerden ayırıcı olarak, “Yoksul insan iyi insandır.” anlayışından sıyrılıp, insanları kendi durumları içinde kendi psikolojileriyle göstermeye başlamıştır. “Bir Defne Arayıcısı”, “Mahpus” ve “Çöpçü Ahmet” öyküleri ayrı temalarda; ama kitapta en dikkati çeken öyküler denilebilir. “Sanatçının düşüncesi sınırlanamaz. Şu karşıki sandalı görüyor musunuz? Bakın sahile yaklaşıyor. Onu yürüten şey nedir? Kürekleri değil mi? Ya şu uçan martılar! Kanatları yolunsa artık uçabilirler mi? Düşünce de böyledir. Dört duvar arasına kapatılmak istenirse, kanatsız kuş, küreksiz sandal oluverir ve bütün manasını kaybeder.” Bu sözlerle düşünce ve Şkir özgürlüğü, sanata sanatçıya sansür konularındaki düşüncelerini açıklayan Sait Faik, ne yazık ki duyguların-düşüncelerin özgürce açıklanabileceği bir ülkede yaşamıyordu. Çok sürmeyecek, yazdığı bir kitap nedeniyle soruşturmaya uğrayacaktı. 15 Haziran 1940 tarihinde, “Çelme” adlı öyküsü Varlık’ta yayımlanan Sait Faik, halkı askerlikten soğuttuğu gerekçesiyle Askeri Mahkeme’ye verildi. Öykü, savaş koşulları nın korkunçluğunu anlatır. Ve insanları n savaştan korkusunu... Sait Faik, öykünün sonlarına doğru “Topal bir askerin bir çelmede yere doğru yıkıldığını, değirmen ahalisinin zeytinyağlı dolmaların ve kocaman ekmeklerin, kaşar peynirlerinin üzerine atıldıklarını, bayılanların ve ölenlerin, az da olsa doyanların olduğunu” söyleyerek öyküyü bitirmiş. Bu tür anlatımların yer aldığı öykü, orduyu rahatsız etmiştir. 1944 yılında Yeni Mecmua dergisinde tefrika edilen “Medar-ı Maişet Motoru” (Geçim Vasıtası) yayımlandı. Kitap yayımlandıktan birkaç gün sonra Bakanlar Kurulu kararıyla toplatıldı. “Birtakım İnsanlar” adıyla tekrar yayımlanan kitap, yazarın gözünden, Burgaz Adası’nda emeği 144
ile çalışan, küçük insanların büyük kentin içinde savrulup gitmelerini resmetmektedir. Paris’te tedavi gören Sait Faik’in 1948 yılında hastalığının siroz olduğunun kesinleşmesi, onun yaşama karşı bakış açısını bir anda değiştiriverdi. Yaşama sevinciyle dünyayı kucaklayan adam gitmiş, yerine büyük şehirden, insanlardan korkan ve kaçan, her şeye “pis” olarak bakan bir Sait Faik gelmişti artık. “Lüzumsuz Adam”, bu dönemde ortaya çıktı. İlk başta “Kestaneci Dostum” adıyla yayımlamak istese de Yaşar Nabi, Sabahattin Ali’den duyduğu “Lüzumsuz Adam”ı önerince kitabın adı “Lüzumsuz Adam” oldu. Kimdir Lüzumsuz Adam? Her gün aynı işleri yapan, yalnız, umutsuz bir adam… Her ne kadar bu öykü Sait Faik’in hastalığından dolayı psikolojisini yansıtıyor, yorumu yapılsa da 1940’lı yılların kapitalizminin “yabancılaşma” kavramı çıkıyor karşımıza. Kavramın çıkışıyla geldiği nokta, insanla toplum üzerinde somutlaşmaktadır. 19. yy Sanayi Devrimi’yle birlikte sermayenin alanını fabrikalar, kentler oluşturmaktadır. İlk olarak Hegel’in yazılarında “Pozitifik” adıyla ortaya çıkan kavram, Feuerbach’ta “dinsel yabancılaşma”, Marx’ta felsefe, sağduyu, sanat, ahlak biçiminde; ekonomik etkinliğin ürünlerini meta, para ve sermaye biçiminde; toplumsal devlet, hukuk ve toplumsal birimler biçiminde ortaya çıkmaktadır. Kısaca yabancılaşma; insanın diğer insanlarla kendisi ve doğa arasında kurduğu ilişkilerde açığa çıkar.* “Yedi senedir bu sokaktan gayrı İstanbul Sanki döveceklermiş, linç edeceklermiş, paramı çalacaklarmış gibime geliyor da şaşırıyorum. Başka yerlerde bana bir gariplik basıyor. Her insandan korkuyorum. Kimdir bu sokakları dolduran adamlar? Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri içine giren şehirler yapmışlar? Aklım ermiyor. Birbirini küçük görmeye, boğazlaşmaya, kandırmaya mı? Nasıl birbirinden bu kadar ayrı, birbirini tanımayan insanlar bir şehirde yaşıyor?” (Lüzumsuz Adam) Sait Faik, bu öykünün sonunda bile “Kimseler yoksa denize bırakmak istemektedir.” kendisini. Bu yüzden şehirden baktığı zaman Burgaz Adası, onun “haritadaki noktasıdır.” “Lüzumsuz Adam”ın hayatını aynı monotonlukta sürdürmesi de Türkiye’nin ekonomik ve sosyal gidişiyle paralel gitmektedir. İnsanların bugün kentte birbirinden kopukluğunun ve sevgisizliğinin temelinin sistemidir oysa, görülmesi gereken.
145
Şunu da belirtmek gerekir ki; Sait Faik, büyük şehirdeki “yabancılaşma” ya kapitalist temelde bakmaz. İyi bir dünya kurma düşüncesi sosyalist sistemde şekillenmez. Yalnız küçük üreticileri tutması, insanların başkalarını sömürmeden, kendi güçleriyle üreterek geçimlerini sağlamalarına duyduğu saygı vardır onda.**
20. yy’daki küçük burjuva insanın yalnızlığıdır yaşadığı bir bakıma. Hem kendi yaşamına, hem de öykülerine yön veren, sınıfsal bakış açısından uzak tutan, bu küçük burjuva ideolojisidir. Yaşamını duygularıyla öykülerine yansıtan yazar, modern öykü anlayışıyla toplumun fotoğrafını kendi dünyasından çekmiştir. Nedir modern öykü anlayışı ve Türk Edebiyatı’na nasıl yansımıştır? I. Paylaşım Savaşı’ndan sonra eski iyimser inançlar sarsıldı ve gerçekliğin ne olduğu konusunda kuşkular belirdi. 19. yy’ın iyimser inancını paylaşamayan yazarlar, insanın iç dünyasına, bilincinin karmaşıklığına eğildiler. Çoğu Tanrı’ya, dine inancını yitirmiş modernistler bu anlamsızlıktan kurtulmak için sanata sığınmakta buldular çareyi.*** Modern öykü anlayışı, anlatıcının farklı bakış açılarıyla aktarıma gittiği, sesin kimi zaman karakterler arasında kaymalara uğradığı, zaman ve olay aktarımında metnin içinde gidiş gelişlerin sıkça yaşandığı, boşlukların oluştuğu ve bütün bunlara bağlı olarak “gerçeğin” çok daha karmaşık, kimi zaman gerçeküstünün sınırları içine taşınarak, rüya ve bilinçdışına uzanan türlü dı şavurum ve çağrışımlarla sunduğu anlatılardır. ****
Sait Faik, Türk Edebiyatı’nda modern öykünün temelini de, teknik yönden atmış oldu. Klasik cümle yapısının ve olay hikâyelerinin yerini “an”; “şimdiki zaman” aldı. 1950’lerden sonra A Dergisi etraŞnda toplanan edebiyatçılar, bu akımın başını çekti. Sait Faik de bu tekniği, “Alemdağ’da Var Bir Yılan” öyküsünde olduğu gibi kullandı. Farklı tekniklerde farklı konular işlemelerine rağmen Türk Edebiyatı’nın en büyük öykücüleri onun için Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Kenan Hulusi Koray’dı. En büyük şairleri ise Yahya Kemal, Orhan 146
Veli ve İlhan Berk... Kendini kendine alıştıran yazarı Andre Gide olarak görüyor, Lautreaumont’u ise başucundan ayırmıyordu. Sanatçıya bakışı da, öykülerindeki halka bakışıyla hemen hemen aynıydı. “Sanatçı, değişik bir yaratık olarak görünmemeli, insanlar içinde bir insan olduğunu unutmamalı idi. Halktan ayrılıp onun üstünde görünmek ve imkânlarını kötü kullanmak isteyen sözde aydın kalabalığı zindan kalabalığı gibidir.” anlayışıyla hareket ettiği için emekçi insanların yanında olmayı seçti. 1950 yılında “Mahalle Kahvesi” yayımlandı. Sık sık kahvelere giden ve oradaki insanların konuşmalarını dinleyerek yaşadıklarına şahit olan yazarın en çok yapmak istediği meslektir kahveci olmak. “Yazar olmasaydı m kahveci olurdum. Hem yine de istiyorum. Şöyle deniz kenarında sessiz bir kahvem olsun, oraya kimbilir ne çeşit insanlar gelip gidecek, ben onları tanıyacak, seveceğim” Çünkü o, insanların bazılarının içinde hikâye taşıdığına inanıyordu ve ona göre hikâyeciye düşen iş, bu hikâyeyi ortaya çıkarana dek uğraşmaktı. Hayaller kurmayı ve onlarla geçinmeyi çok seven yazar, gerçek dünyanın çirkinlikleri karşısında karamsarlığa düşerek, kendince çıkış yolları arıyordu. “Hallaç Baba” ya da “Kör Mustafa” gibi bir kamburla, “iyi” oldukları için beraber olmaktan mutlu oluyordu. “Karanfiller ve Domates Suyu” öysait küsünde kitapların insanları, doğayı, dolayısıyla dünyayı sevmesi gerektiğini düşünürken; bir zaman sonra artık kimi sevdiğini ve kime saygı duyduğunu bilmemektedir. “Kış Akşamı Masa ve Sandalye”de ise yalnızlığı sevmeyen; ama boyun eğmiş bir Sait Faik vardır karşımızda ya da şehre indiği zaman kendi kendine “söylenip duran”; insanların kendi sistemleri içinde her türlü durumu mübah görerek, diğerlerini sömürmesine tepkili bir öykücü... “Kumpanya”, 1951 yılında yayımlanır. Yazarı n daha önceden kaleme aldığı “Kriz” ve “Gauthar Cambazhanesi” de bu eserin içindedir. 1952’de yayımlanan “Havuzbaşı” eserinde, gerçeküstücülük kendini gösterir. Ama iyi yürekli, halktan insanların anlatıldığı öyküleri tekrar kaleme alır yazar. “Mektup, Bir Sonbahar Hikâyesi” isimli düzyazı-şiir biçimindeki eserinde ise, sevgiliye mektup ve sevgiliye sitem şeklinde duygularını açıkça ifade etmekten çekinmez.
147
Şehirdeki kötülüklerden ada’ya; ada’dan kendi ütopyalarına kaçış Sait Faik’in öykülerinin temelini oluşturdu. Kendini doğada mutlu hissetmesi, onu Ada’ya götürüyordu, ancak burada ticaretle uğraşan insanların doğayı sadece kendi çıkarları hizmetine kullanmasına içten içe tepkiliydi. Senelerin geçip kuşların Ada’ya uğramamasına çok üzülüyordu; ama dünyanın daha kötüye gitmesine yine de inanmak istemiyordu. Çünkü aynı Sait Faik, “İnsansız hiçbir şeyin güzelliğinin olmadığının farkındaydı.” O, zenginleri sevmiyordu. “Zenginle işim olmaz benim! Yaşamayı bilmez onlar, sadece doğayı katlederler.” derdi. Yaşamak felsefesi ise “Balık tutmak, kahvede oturmak, yanımda çok sevdiğim köpeğimle, insan tanımak, Beyoğlu’nda bir aşağı bir yukarı dolaşmak, arada içmek, hikâye yazmak, velhasıl hiçbir şeye bağlanmadan avare gezmek bütün gün.” idi. Burgaz Adası’nda en çok sevdiği şey balıkçılarla beraber vakit geçirerek, denizin kenarında martıların hüzün verici sesini dinlemekti.
Kuşların ölümüne, doğanın katledilmesine dayanamazdı. Bu nedenle insanı çirkin gördü, herkesten ve her şeyden kaçmayı istedi. Hayatı boyunca beraber oldu ğu balıkçıların öykülerini ise sürekli yazdı. “Nerede insanlar? Balıktalar mı, kahvedeler mi? Biri mesut, öteki saadet peşinde, hangi dünya içinde bulunsak bir başka dünyanın var olabileceğini düşünüyoruz. Hepimiz başka türlü. Göğün bir tarafı mavi mavi… Bir taraŞ simsiyah, ya siyah, ya mavi, ya ölesiye gülerek, ya yaşayasıya üzülerek… Bu dünya kime kalmış ki balıkçıya kalsı n?” (Balıkçının Ölümü) Çirkinliğin her yerde aynı olduğunu görünce sınırlarını aşmak istedi; kendine dünya sınırları içinde haritada bir nokta bulup oraya edebiyat aracılığıyla varacağına inandı. İstediği dünya ise “Ayışığı” öyküsünde söylediği gibi: “Haksızlıkların olmadığı bir dünya… İnsanların hepsinin mesut olduğu, iş bulduğu, doyduğu bir dünya… Hırsızlıkların, başkalarına tecavüz etmelerin hiç bulunmadığı bir dünya…”
1953 yılında dünya edebiyatına ettiği hizmetten ötürü kendisine Mark Twain Cemiyeti’nde fahri üyelik verilen yazar, ilk romanı “Kayıp Aranıyor”u ve ardından da ilk şiir kitabı “Şimdi Sevişme Vakti”ni yayımladı. 148
Zengin hayatından ve şehirdeki çirkin insanlardan bunalan gazeteci bir kadının, kendine başka hayatlar seçmek istemesi ve yaşadığı ikilemi, “Kayıp Aranıyor”un konusunu oluşturuyordu. Ölmeden iki ay önce 1954 yılında yazdığı “Alemdağ’da Var Bir Yılan”, toplumun baskılarına boyun eğmeyerek sınırsız özgürlüğe kavuşmasının öyküleridir. Biçim olarak gerçeküstücü öğelere yer vererek, hayali kahramanları dış dünyayla birleştirdi. Eşyalara kişilik verdi, onlarla konuştu. Böylece kaçışın sonunu yalnızlıkta bularak ölüm Fikrine iyice alıştırmak istedi kendisini. “Rüyamda hiçbir şeyi görürdüm. Hiçbir şeyi. Hiçbir şey kadar güzel var mı? Hiçbir şey ölüm kadar güzeldir.” (Yalnızlığın Yarattığı İnsan) Varmak istediği en son nokta ölüm değildi aslında. Çünkü yaşamayı çok seviyordu. Oysa ölüm korkusu içine yerleşmişti bir kere. Bu sebeple, artık gözleri şehri farklı görüyordu. “İstanbul çirkin, köprüsü balgamlı, yan sokakları çamurlu ve molozlu, geceleri kusmuklu, evler güneşe sırtını çevirmiş, sokakları dar, esnaşarı gaddar, zengini lakayt” idi. Sadece yalnızlığı ve ölümü sorgulamak, belki de cezalandırmak için yanına hayali arkadaşı Panço’yu da alarak huzur duymak istediği Alemdağı’na kapattı kendisini. Aynı yıl hayata gözlerini yumdu. “Yalnızlık, dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor”du. (Alemdağ’ da Var Bir Yılan) Sonuç olarak, belki şu sorulmalı; İçinde yaşama sevinci olan ve dünyayı kucaklayan Sait Faik neden bu kadar karamsardır; emeğiyle varolan insan, doğada gerçek eşitliği ve adaleti bularak yalnızlığı ortadan kaldıracak mıdır? Bu sorunun cevabını ömrü boyunca arayan Sait Faik, hayata ve insanlara bakış açısındaki diyalektik yoksunluğundan ve daha çok da sınıfsal bakış açısına yeterince sahip olmayışından dolayı, sorunun cevabını bulamadan aramızdan ayrılmıştır. Çağdaşı birçok öykücü, yazar gibi olmamış, onlar gibi toplumsal gerçekçiliği/sosyalist gerçekçiliği tercih etmemiş, ancak öykücülüğümüze yaptığı katkıları çok büyük bir yazar olarak öykü tarihine geçmiştir Sait Faik...
KAYNAKÇA: *Tom Bottomore: Marksist Düşünce Sözlüğü;
149
Derleyen: Mete Tunçay **Fethi Naci: Sait Faik’in Hikayeciliği ***Berna Moran: Türk Romanına Eleştirel Bir Bakı ş II ****Berna Moran: Edebiyat Kuramları 1-Sevengül Sönmez: A’dan Z’ye Sait Faik 2-Öyle Bir Hikâye: Hayattayken Yayımlanmış Hikâye Kitapları; Hazırlayan: YKY 3-Sait Faik: Balıkçının Ölümü-Yaşasın Edebiyat 4-Hilmi Yücebaş: Bütün Yönleriyle Sait Faik 5-Bir İnsanı Sevmek Sempozyumu 6-Muzaffer Uyguner: Sait Faik Abasıyanık
2008 mayıs
150