Ankara’dan dünyaya doğru giden travmadayız. | sayı 10 | 3 lira
a.hadi bıyıklı ahmet keskinkılıç ahmet kürşat görgeç ali lidar aslan kocaman baha öztop baki karakaya doğan ateş ensar çimen eric rose fatih karatoprak gamze turgaylı hasan ay ismail altuntaş metin çalışkan ozan zengin payidar zaraman sabit emre zengin tuncay kızılaslan yusuf aba
Başlarken
“Ankara’dan dünyaya doğru giden bir travmadayız.” Adına motto dedikleri şey. Ankara Jargon Fanzin kimliğinin doğum hanesinde yazılı. Dünya Jargon Fanzin için mikro ya da makro boyutta değişmeye mahkum, kirli, yoz, kutuplardan basık, ekvatordan şişkin, çivisi çıkmış, tıkırında küre. Travma; canlı üzerinde beden ve ruh açısından önemli ve etkili yaralanma belirtileri bırakan yaşantı. Jargon Fanzin 10. Sayısıyla karşınızda pek sevgili okur! Üstteki paragraf bugüne kadar yazmadığımız bir hakkımızda yazısı yerine geçsin. Artık bir internet sitesi üzerinden yazılarımızı okuyabilecekseniz; jargonedebiyat.org hizmete ve gerekirse hezimete açıldı. Bu sayıda sıkı şiirler, sağlam öyküler ile karşınızdayız. Hayırlı mutlu
KÜNYE
okumalar. Siz n’aber?
Jargon Fanzin | sayı 10, harfle on. Bir Ankara yayınıdır. Tevellüt 2013. Şu an tarih Aralık 2bin10dört. Hem sayı hem harfle. Kapağı Ecmel Sarıkaya çizer. İçeriği Ahmet Keskinkılıç hazırlar. Yer yer kullanılmış olan görseller oradan buradan bulunmuş olup, telif istenirse ortamdan sıvışılır. Redaksiyondan Tuncay Kızılaslan sorumludur, bir de son iki şahıs editördür. Tüm haklarının saklı olduğu iddia edilmektedir. Bazı şanslı şehirlerde dağıtımı yapılır. Brüksel onlardan biri değildir. İletişmek için mühim adresler; facebook.com/JargonDergi twitter.com/JargonFanzin jargonedebiyat.org jargonfanzin@gmail.com
Bir İntihar Kurgusu İçin Requiem II
Her şeyi unut. Kapatılmış bir yayın eviydi yaşamak. Bilemediğim mayınlar döşenmiş damarlarıma Neresinden kessem patlıyor jilet Ah bu sirk, bu görkemli meclis Koltuk değneğine göz kırpıp yanlış kaynayan kemik Kıdem almış bekçide ki şımarık yetki Yıkılan kimyanın enkazına rağmen Ah kâinatı rastlantıya oturtan matematik! Biliyorum; Yalnızlığa zulalanmış periskop için gömlek değiştirmek Ne kadar lüzumluysa o kadar lüzumludur aşk. Çünkü duvarlar var ve ilkin beyaza boyanır Lar yoksa elime fırçayı aldığım gibi ağlarım Şaşırma, her duvar standart bir hüzün taşır. Öyle ki; Modern bir havuz tanıyorum, akşamdan akşama kendini klorlayan Yani su problemli, yunus kör, ayna yalan Sabah akşam gidip sabah akşam gidip işte Yani Broadway’ se Broadway, müzikalse müzikal!
Baha Öztop
OKUDUĞUM İLK HARF "Kelimelerin parmaklarının ucundan dökülürken seni iyileştiren" bekle bekle bu bir rüya olmalı... hangi kelimemin ucunda; güneş kaçar gece olur, bir şehrin ortasında bir masada birkaç gülüşmeye meze? mevsimin kararsızlıktan yeşil yaprak döktürdüğü anlatılır. belki eylül sonu belki mart başı, her şey hesap edilmiş ya da oluruna bırakılmıştır. kadeh kadehe vurup birkaç yudum yutulur, göz göre göre birkaç damla tutulur, bir adam bir kadına veya bir kadın bir adama yutkunur. sonra aynı kadın ve aynı adam işte aynı masada, birbirlerinden haberleri olmadığı gibi, hangi hikaye bu, gece kaçar güneş olur... çok susmak beyhude bir direniş, bir acziyet. birden çiseleyen yağmur olur masada sözlerin yani pek güzel. bir şehrin ortasında o masada artık her yeri kaplamıştır o ışık duruşun yani pek güzel. hiçbir şeyin hesabı tutulmamıştır, tutulanlar da yanlıştır ki sorma, kimse bilemez ve bu herkesi seninci ünitede, “konu: sen”de cahil yapar, bense her seni bilirim ve sessizim. bir acziyet, bir direniş bu beyhude, sana bir hayli sessizim. üzülmeyesin, hele görürsem; rakı, beyaz bir kamufledir üstüme örtünce, bir şehrin ortasında bir masadan kalkmak değil de, sonrası kolay değil, bu kamuflaj ile. mevsimlerin de şu arsız kararsızlığını kendi kararsızlığımıza yorsak yanlış yapmış olmayız. özlemek vardır, sevmek vardır, anmak vardır, bunlar çok tehlikeli semptomlardır. gözdeki yaşlar yaşlanır, bir iki tanesi bir bakarsın ötenazi hakkını kullanır.
işte aynı masada birbirimizden haberimiz pek yoktur; insan sana bakmaya görsün, hele sana bakmayı bilsin hayat artık fazlasıyla umuttur. -bekle bekle şimdi uyandım ve sana anlatıyorumbence bir şarkı seçmeliydik, bir şarkı bizi seçmeden... bence bir sokak bulmalıydık az kalabalık ve çok yürümelik... küllerimizin çıkmazından doğabileceğimize biraz inansak boşta kalan kollarımıza sahici birer düğüm atıp, bir kez doğmak büyümek ve yürümek için zamanı bükebilirdim. ama daha ne söylediğini ya da söyleyeceğini… aslında söyler misin o bile belirsiz, derken çenemi tutamamamın dayanılmaz rezilliği... bence sana bir görev yüklenmiştir; bu da omuzlarındaki kanatlara açıklama. sen yani en temel ifadeyle pek güzel. kaybediş ayrım yapmaz güzel ya da çirkin; her şeyi en az bir kez kaybettik. ve sen çok kez de geldin mesela hepsinin üstüne. mesela kaç kez kalk dedin kaç kez salak ve bu kaç bin sihir eder? sen kalk ben kalkayım, bu kalkışı bana lütfedip, sana bakmayı seni görmeyi biliyorum lütfen bu masadan gidelim. bak galiba ben düşüyorum ve bir hayli üşüyorum, ayrılırken bir tel saçını bırak, sarılıp uyuyabilirim; bu da bana yetmiştir. Kelimlerim parmaklarımın ucundan dökülürken seni tarif ettiren… tarifin çok zor, ama yine de bir deneyeyim hazır mısın? ıhm, sen en güzel şiirlere layık ve hatta bekle bekle; bir harf ile en anlamlı ifade sen, sen en şiir güzelden daha güzel ve en güzel rüyadan daha rüya olmalısın.
Tuncay Kızılaslan
Gayri Resmi Gayet Şahsi Bir Şiir Manifestosu 1.
Şiirin tanımı ne değildir? Şiir, kelimeleri ard arda dizerek, belli ölçülerle, standart nazım kalıplarıyla yazılmış, muntazam kafiyelerle örülmüş, güzel söz söyleme sanatı değildir. 2. Şiir yazılmaz, düzülür. Şiir genel özellikleri içinde matematiği barındırır. Dize dizimi, örgüsü ve biçemiyle sıralanmaktan çok işlenerek icra edilir. 3. Şiir kalıba gelmez. Bir standarda oturtulmuş her olgunun değer kaybetmesi, özgünlüğünü yitirmesi ve sair sonuçları olduğu gibi şiirin tek düzeleşmesi de onun niteliğini bozar, tadını kaçırır. Şiirin bir tadı vardır, evet, her şiirde bu tat farklı olmalıdır. 4. Şiir salt duygularla düzülmez, duygulara seslenir. Şiir şey’i icra edilirken muhakkak ki hislenmelerden, duygu patlamalarından beslenir, beslenmelidir. Ama tek dayanağı bu esameler olan şiir topallıyordur. 5. Şiir çağrışımdır. 6. Şiir düz kontaktır. 7. Şiir kestirme yolun karla kaplanmasıdır. 8. Şiir b planıdır. 9. Şiir aynadan bakmaktır. Şiirin anlattığı mutlak bir öykü, vardığı kesin bir yargı yoktur, olmamalıdır. Şiir konuşur ama anlaşılmak gibi bir derdi olmamalıdır. Okuyucu ile şiir arasındaki bağ kendiliğinden oluşmalıdır. Bu doğal iletişim, kanallar
10. 11. 12.
13.
14.
arasında kurul(a)mıyorsa ortak dil konuşulmuyor demektir. Okuyucu şiiri anlamak zorunda değildir. Okuyucu şiirden beslenmek durumunda değildir. Okuyucu kendisini şiire ait hissetmiyorsa, şiir onun değildir. Şairin kurduğu şiir muhakkak ki bütün bir insanlığa seslenebiliyorsa bir hata mevzubahistir. Şiir olabildiğince kişisel bir sanattır. İki farklı okuyanın aynı şiirden alacağı haz, besleneceği his farklı olacaktır. Aynılık, şiir için kanserdir. Bu bağlamda şair şiirini tek bir kişiye yazmalıdır. Yahut hiç kimseye. Şiirin biçemi ve biçimi bozulmalıdır. Üslup ve kullanılan imgeler dili olabildiğince esnetmelidir. Yeniyi yenilemek gerekir. Özgün bir anlatım kurmanın yolu standardı reddetmek ve bozmaktan geçer. Kalıpları kırarak yeni kalıplar üretmek ve onları da tüketmek gerekir. Şiir dinamik olmalıdır. Bu yenilikçi bozma ve yeniden kurma, biçimde de sağlanmalı, kafiye kaygısı güdülse bile şiirin oturduğu temel ayaklardan biri olmamalıdır. Risk vardır, alınmalıdır. Şiir melodiktir. Şiirin bütünlüğüne sızan bir ahenk, dizeler arasında görünmez bir bam teli olmalıdır. Okuyan o telin çıkardığı ince melodiyi duymalıdır. Duyamasa bile (bkz. Madde 10-11) o tını şiirin harcına karılmalıdır.
Ahmet Keskinkılıç
Sinematografik 1. Bir yapının genellikle dışarıya doğru çıkmış, çevresi duvar veya parmaklıkla çevrili bölümü 2. Tiyatro, sinema vb. büyük salonlarda asma kat 3. Vücudun göğüs veya göbek bölümü 66,5. Ev ve sokağın birleştiği, özelle genelin bütünleştiği yer, evin sokağı, yarin nadiren de olsa göründüğü alan
hani güller güneşler, hani günaydınlar güzeli hani sen balkona çıktığın zaman türkiye"de herşey yoluna girerdi bakanlar kurulunu bizzat mesih isa toplardı ben biatsız bir mehdi olaraktan seni izlerdim seni izlerdim, ilmince kudretince bir mevla tebessümünü oysa orada, evinizin karşı cephesinde duruyor olmam tuhafken dahası çok tuhafken, oha"yken dahası allah herşeyi kahretsin balkona çıkardın sen susuz yaz, sevmek zamanı ah belinda,adı vasfiye bu, dile kolaydır; balkona çıkardın sen bizi kuşatana, kuşatmakla kalmayana hamdolsun teşekkür ediyoruz yani, minnettarız anlayacağın örpü kıranza çenko tileysem artık gözünün görencesinde her niceysem her ne eşyaysam memnunum memnunum, laf değil bu gaf değil, hilaf değil, memnunum beni sarmalasan da diyorum, boş bulunup bi sarılsan filan hani iştirak etsek tebliğine tehditine aşkın, bu zor mu hııı kırk üç yaşımızda akciğer kanserinden gideceğiz bu da mı zor buddha bir peygamberdi diyenler var bu da mı zor hıı ulanem! kıpırda, davran artık, yoksa bütün kucaklaşanları vuracağım of değil, öf değil, blöf değil dilimden çok pasaklı türkçecikler dökülecek yoksa balkona çık cinema paradiso, malena allah seni kahretmesin balkona çık bicycle thieves, umberto d, balkona çık, balkon açık külfetli olmasa gerek bir dürbün ediniriz
bir dürbün ediniriz bu zor mu fargo, big lebowski solaris, zerkalo bir dürbünün görencesinde ne mucizeler halkeder allah, bildiğimiz allah hormandı letanka olca zopardın ayrıca burası, bulunduğumuz bu sofistike röntgen yurdu yani nice üçüncü sınıf günahı, birinci sınıf sevaba dönüştürme yeridir evet ayrıca burası, tam olarak burası, kesin olarak burası ıldırcınka, gö.e bakma durağı, evet burası çileden çıkarmakta üstüne olmasın, biraz daha çalış ha gayret, balkona çık şaraba banmış incir kokardı içtiğimiz sigaraların kıçı biz dünden ezelden beri sarhoş, kalu beladan beri yarhoş olaraktan yani, yadırganmazdık hemteistlerimiz tarafından oysa bütün bunlar bir yana, balkona çıkardın sen sen öyle güzel, öyle güzeldin ki allah resmen belanı versindi one flew over the cuckoo"s nest, amadeus el topo, santa sangre arkadaş, duvar derman, kurbağalar rashomon,dersu uzala twelve angry man, dog day afternoon bütün bunlar bir kez daha bir yana, balkona çıkardın sen o gün çarşambaysa mesela, perşembe iptal olurdu, cuma kıyasıya belirsiz kazançtın, faydaydın, çıkardın sen balkon benden razıydı, ben senden, allah kimbilir balkona çıkardın sen sen balkona çıktığın zaman balkon, bir michelangelo yapıtı gibi esnerdi karşımda ben hapşırırdım ve bir kaosun ortasında kalırdın sen ayak parmakların görünürdü, edindiğimiz bir dürbünün katkılarıyla görünürdü kırmızı ojeleriyle, birkaç yüz cenneti birden müjdeler gibi öylece tam olarak öylece, ne eksik ne fazla öylece, öyle böyle değil öylece. sonra sen hayli hayli oracıkta, ab-endamınla ve yüzündeki şemsle rahmi meryemde nutfeleşmiş bir hüda el işi evim eyvan olsun ki sen bir ebediyet ve dahi bir edebiyat mülküsün bütün fikri sistemlerden münezzehsin, olanca bir ülküsün deli sarı bir mihribansın, bir nice türküsün bu zor mu .......................bu da mı zor pekala zor, anlaşıldı tamam zor, stop zor 8,5, amarcord tystnaden, persona beş vakit, cosmos vivre sa vie, weekend taxi driver, casino ayrıca gözüme, gönlüme yaptığın bunca katkıdan dolayı her nasıl oluyorsa dolayı sıyla seni seviyor, sıyla seni seviniyorum
bunu şövalyelerin ve radıyallahu anhların tamamı bilmektedirler sen de bil diyedir bu sevincim, balkona çık sen balkona çıktığın yıllarda demokrasi bir araç olarak görülürdü, bir araç olarak uygulanmak üzere ilerde biz aşıktık ve orucumuzu sigarayla açardık durmadan ve o zamanlar bir paket samsun, elbette daha mübarekti hurmadan şehrimizde sloganlar ve holiganlar olurdu, fareler ve insanlar, varolmanın dayanılmaz hafifliği inter star olurdu, show tv olurdu, playboy late night show olurdu anahtar, cosi fan tutte godfather part II, apocalypse now children of heaven, baran time of the gypsies, underground rear window, north by northwest a clockwork orange, the shining seven, fight clup the treasure of sierra madre, the african queen breaking the waves, manderlay pulp fiction, jackie brown chinatown, the tenant annie hall, manhattan straw dogs, bring me the head of alfredo garcia lost highway, mulholland dr yani sen balkona çıktığın zaman benim bütün yönetmenlerim en iyi filmlerini çekerlerdi sırf bana mahsus olmak üzere çekerlerdi, durum buydu yani güller güneşler, yani günaydınlar güzeli yani sen balkona çıktığın zaman iyi kötü çirkin olurdu eyvahlar olsun, bir zamanlar amerika olurdu tanrı ve allah, her ikisi birden çok enteresan bir hayat sunarlardı bana hadi lütfen son bir kez daha, dünya için son bir kez daha balkona çık balkon açık 2013 (metin erksan, atıf yılmaz, yılmaz güney, şerif gören, reha erdem,guiseppe tornatore, vittoria de sica, ethan ve joel coen, andrei tarkovsky, milos forman, alejandro jodorowsky, akira kurosawa, sidney lumet, federico fellini, ingmar bergman, jean luc godard, martin scorsese, tinto brass, francis ford coppola, majid majidi, emir kusturica, alfred hitchcock, stanley kubrick, david fincher, john huston, lars von trier, quentin tarantino, roman polanski, woody allen, sam peckinpah, david lynch ve elbette büyük sergio leone başta olmak üzere, hayatımıza ve hayallerimize büyük katkıları olan bütün yönetmenlere çok çok teşekkürler.) baha öztop"a...
Payidar Zaraman
Dağınık Sicim Eve dönen sigortasız bir travesti kadar yorgunum Beni al, yont yoğur, sar sarmala Alakası olmayan parçalara bölündüm Tamamla.. Yaşamak sıkıntılı iş yaşlandıkça anladım Ruhum payına hiç düşen nevrotik bir piç. Zaman akar, su durulmaz, içim dağınık sicim Toparla.. Sen yokken çok okudum, çok söz birikti heybemde İstesem didaktik didaktik konuşurum şimdi Ama bilirim, sevmezsin spesifik sözleri Bağışla.. 'Ruhuma bir hayat yakıştıramadım' sevgilim Neyi tutsam elimde kaldı, usandım nefes almaktan Oysa içimde bir tohum, su versen filizlenecek. Hatırla..
Ali Lidar
mutfağa geçiyorum. Yeni bir şey hiç olmadı aslında. Varsa bulaşıkları yıkıyorum hiç sıkılmadan. Mutfak kapısından girince olmasa şaşarım dediğim zamanlar çok olmuştur. Kahvaltıyı Pazar sabahları güneşin doğuşu ile hazırlıyorum. Evdekileri biraz da uyanırım. Haftanın geride kalan altı olsun erken uyandırmanın tek yolu günüde erken uyanırım. Günde altı bu. Ellerini, yüzlerini yıkadıktan sonra masanın etrafında yerlerini saatten fazla sıcacık yatağın alıyorlar. içinde kalmıyorum. Uçmayı öğrenen kuş misali anne kuşun Kahvaltıdan sonra kendimi küçük kanatları altından çıkıyor gibiyim dünyama kapatıyorum. Küçük her gün. Soğukta biraz titriyorum. diyorum çünkü içerisinde sadece Hayatta kalması için alışması ben varım. Kitaplarımın kendi gerekiyor. Bende alışıyorum dünyası var zaten ve benim odamın soğuğuna. Pazar günleri, dünyama dahil olmasalar da olur. ev arkadaşlarım öğlene kadar Çoğu zaman ben onların uyurlar. Bana da erkenden dünyasında olmak isterim. Kendi uyandığım için kızarlar. ‘’Tatil işte, küçük dünyamda ya ders çalışıyor bari bu gün uyu.’’ gibi cümleleri oluyorum ya da kitap okuyor neredeyse her pazar duyarım. oluyorum. Eğer boş boş durursam Uyanır uyanmaz odamı kendi dünyamda yaşanmaz bir yer temizliyorum. Bir gün öncesinden yaratıyorum. Çölde, su arayan temizlenmiş olmasını hiç gezgin gibi umutsuzluk yaşıyorum. umursamıyorum. Rutine bağladım Boş durmamalıyım o yüzden. artık pazar günleri odamı Umudum ders çalışmakta değil en temizlemeyi. Kitaplığımdaki tüm azından çok değil. Umudum çoğu kitapları tek tek siliyorum, zaman kitaplarda oluyor. üşenmeden. Yürümeyi yeni Arkadaşlarımın çoğu haftanın her öğrenmiş çocuk gibi yerimde günü böyle erkenden duramıyorum. Odadan çıkıp salona uyanmalarımı çalışma disiplinine geçiyorum. Kanepenin üzerindeki bağlıyor. Bazen kabul ediyorum bu örtüyü, halıyı balkona çıkarıyorum. fikri ama işin aslı öyle değil Yerleri de sildikten sonra yeni bir şey keşfetme merakı içinde
Pazarları
Hiç Sevmem
diyerek muhalif bir tavır sergiliyorum Faruk. Pazarları hiç sevmem dedim ya bu öyle değildi önceleri. En çok pazarları severdim. Gözlerimi açtığım zaman tavandaki örümceği görmezdim hiç. Gözlerimi açtığım zaman göğsümde saçlarını görürdüm. Öyle güzel uyurdu ki bu ayrı bir konu ve bunu daha sonra, başka bir mektupta yazarım sana. Anlatmaya başlarsam konu dışına çıkarız. Okulda, dersin sonunda öğretmenlerimiz ‘’Sormak istediğiniz bir şey var mı?’’ diyerek anlamadığımız bir şeyi sorarda biri çıkar ‘’Hocam, sınav ne zaman olacak.’’ diyerek soruyu sorar ya işte öyle konu dışına çıkarız. Şimdi sana kısaca kelimeler, anlatmaya yetmez demek istiyorum. Ama biliyorum ki anlatacak kelimeler illa ki var ve ben bunları bulacağım. Nerede kalmıştık? Hatırladım. Uyanmasını beklerken saçlarıyla oynardım. Gözleri kapalı olmasına rağmen beni duyabileceğini bildiğim için başucumuzda duran şiir kitabından şiir okurdum. Gözlerini açınca güldüğünü anlardım, gözlerinden. Birlikte mutfağa geçer, kahvaltı hazırlardık. O hevesle daha hiç kahvaltı
hazırlamadım. Çay olmazsa kahvaltının bir anlamı olmayacağını her seferinde, sıkılmadan söylerdi. Bende sıkılmadan dinler ve çayı ocağa koyardım. Açık çay severdi. Şeker de kullanmazdı. Bende kullanmıyorum artık. Her şey hazır olunca yan yana otururduk, kahvaltı için. Kahvaltıda çizgi film izlemeyi severdi ama Şirinler olacak. Karnımızı doyurunca masayı toplar, birer bardak çayımızı içer, Şirinler izlemeye devam ederdik. Gülüşü, her şeye bedeldi Faruk. Az önce kahvaltı masasından kalktım. Kendi küçük dünyama çekildim. Mektubunda neden pazarları sevmezsin demiştin. Mektubun cumartesi geldiği için pazarı bekledim. Çünkü bunu pazar günü yazmak daha doğru olacaktı. Uyanınca onun saçları ile oynayamayışımı, şiir okuyamayışımı, gülen gözlerini izleyemeyişimi yazdım sana. Kahvaltıda çay yoktu ve hiç bilmediğim bir çizgi film izledi ev arkadaşlarım. Şimdi anlıyor musun neden pazarları hiç sevmediğimi. Çünkü Şirinler izlerken gülen kadın artık yok, Faruk.
Doğan Ateş
Evham Başlamak bir şey değilse, varlıktan kopamamanın sürekli tezahürüyse, göze alınmış bir soğukla karşılaşma tereddüdüyse bazı sokaklarda; bir yerlere, karşılaştırmasız bir avunmak içermesine izin verilmeyen bir şeyler not düşülsün. Adsız bir çalışmanın naifliğinden beslenen gibi bedbaht olmasın yeter ki. Islanmanın nerede kimi bulacağı bilinmez. Bilinmeyen bir zamanda salınmak kadar hafif olsun var olmak. Öyleyse ateş edilen tek yer saatler olsun yine. Karanlık, aydınlık, sabah, gece, gündüz uzak durmasa da, dalgalansın öylece akan suyun hikmetinden feyizlenip. Her şey dökülsün, kırılsın bu hengâmenin yüzü suyu hürmetine. Yeter ki ateş edilsin şu saatlere, yeniden kurulsun var olmak. Olumsuzlama misali yuvarlansın kaldırım taşlarının aşınmış benliği. Yükseğe çıkmasına izin verilmesin saatlerin. Onlar, ki kendi tahakkümünde varlığı titremiş koca bir güruh; kendi içinde kendinden uzakta, bir soyutlanma deresinde yıkanırken.
Bilinmesin yine olunmadığında suskunluğun olup olmayacağı. Geçilen yollar nerede kalıyor, arka tarafta mı? Bu bir sözdizimi korelasyonu, sözgelimi meyvesi uçtan uca parıldayan. Örnek olmalıdır, öncesinden farklı olarak. Kendisine ateş edilmesinden korkan saatlerin ortak varsayımıdır her şeyin başından beri böyle olduğu. Olmasın, bulunduğu yerden hareketsiz bir kaçış fırlatan tüm pencerelere soğuğa açılan. Orası her daim örtük bir sevdanın yalıtılmış tezahürü. Her şey en az bir kez ölüme ihtiyaç duyar; geri dönüşsüz bir alan olarak açılsın tüm yollar. Başka bir oluştur bu, hepsinden başka şimdiye kadar olmuş olanların. Bir yanı şüpheye bulanmış insanlık; ne de olsa gururlarını yüceltirler taştan duvarlara bakarak. Düşürülsün bu suratlar, kendinden emin bakışlar, saatler oldukları yerden. Aynı olmak zorunda olmadığı gibi farklı olmak zorunda da değil. Olsun sadece, birbirinden farklı milyonlarca akıntıya sahip bir dünya misali…
Bir ses duyulsun önceleyin, akşamdan sabaha kaybolmayan bir yıldız olarak anılsın; her hayatın geçiciliğinden azade bir savrulma yaşansın. Böyle bir dünya hayali, gerçekliğe kavuşsun diye değil yalnız, açığa çıksın diye Hangi güne kırbaç sallanması gerektiği daha öncesinden. hususunda fikri olmayan müzmin bir İnceldiği yerden… yeniden doğsun. Her açığa çıkmadan bahsedildiğinde şeyin bitişinin ardından bir nefes alınır, karşılaşılmasın suskunlukla yalnız. doğrulup bakılır bir varlığa. Varsa
yoksa insan; her şeyin ezici ilacı, yaratım filizinin koparıcısı, aklıselim bir rasyonel kibir tanrısı. Bu yüzden saatlere ateş edilsin. Yeşil saatlere, mavilerine, sarılarına ve nihayet morluğun ucuna pembeyi eklemiş olanlarına. Saatleri ayırt etmek oldukça basit; ancak onların ayırt edilebilme kolaylığıdır ki insanlardan çıkan kararların bu denli kanatıcı olmasının sorumluluğunu yüklenebilsin. Aldanış olarak ele alınmış ancak buna rağmen umutlarla süslenmiş bir yaşamın sonunu merak etmenin somutlaşmış, cisimleşmiş bir ortaya çıkışı kabullenilir her saate iliştiğinde gözler. Farkına varılmaz mı, bilmek mümkün değil; ancak sonluluğun önünde olmak, sonsuzluğu sadece tahayyül olarak ele almak, sonluluğuna değer biçmek… tüm bunlar zamanın işletilmesini olumlayan durumlar olmaktan oldukça uzak. Yaşamın merkezi olmak zorunda mı? Zaten sonluluk kalıbına hapsedilmiş olmaktan dolayı yeterince acı simgeleştirmesi yaratan toplum ve insanlık, bu zorunda kalmak koşuluyla deneyimlediği kalıbın bir benzerini de kendi hayatının merkezine yerleştirmek durumunda mı kalır? Bir son çizilmiş olmasından oldukça farklı olan bu durum şunu ifade ediyor aynı zamanda, gök kubbenin altında yalnızca bir şeyi beklemek için bulunmakta insanoğlu: sonluluğu tadarak tanımlamak ve tanımlanmak. Buradayken, şu anda tanımlama çabası göstermek olabilecek tek
durum gibi görünse de, tanımlanmak için de buradan ve şu andan ayrılmak gerekir; bir bütün bırakmak, olmamak, sonlanmak gerekir. Bir şey olmak için artık olmamak iktiza eder. Camlardan daha şeffaf olacak şekilde bir hayat sürmek mümkünse eğer, öyle olsun. Kendinden geriye kalacak tek şey, kendinin kendi iradesi dışındaki bir tanımı olacak olan insan nasıl sürekliliği kesilmeyen bir şekilde hayatını uzatmak isteyebilir ki? Tanımlanmadan yaşamak… Durmasın kimse, eğer ateş etmek istiyorsa saatlerden başlasın. İnsanı saran sonluluk kaygısından, kendinden başlayarak, herkesi kurtarsın. Bir şeyin gerçekleşme zamanı gelmesin, kendisi açığa çıksın. Tanımlasın sınırsızca; tanımlansın, nasıl geçip gittiyse.
Baki Karakaya
Geç Saatlere Kalıyorsun Bankalar ve ıssız yürüyüşün son takribi Bir ve birkaç dakikalık alkışlar Aklında sıkıştırılmış şehir şartları Son sürat saklanıyor değil mi Kirletilmiş dairelerden sonra Bulutları yaktım ucuz yollarda Tellere asılmış köy pazarlarının Tükenen akşamlar nazarında Vuruyor yüzüme asma ışıkları Sıraya dizilmiyor ser göklerin Kabusa benzer girişiminden sonra Yaklaşan bu kaçıncı koru evime? Cam kırıklarıyla süslenmiş Kirli ağaçlardan diğer ağaçlara Bulaşıyor, içimi kemiren dağcılar Elim ayağım kenarda köşede Sonlanan tahayyüllerden sonra Sonra, sonra oluyor ve sonra kıyımız Birkaç ciklet bedelinde sen ediyor Adın yüzümde sarkmış birkaç çizgi Matuf aklımda akşamsız karakollar Ödeyemiyorum.
Abdurrahim Hâdi Bıyıklı
Simiti Tablaya Döken Çocuk
YA DA Kurbağa Dileği Adımın üstünde çizikler var kent mağlubu bir dükkan sahibi katlinde -seni sevmek bir devleti susturur susmak yahudi limanı bir siperde alnımdaki yarıklara parmaklarımı dokundurmaya niyet ben, hastalığı körlüğe değdiren ben bile seni gördüğümde konuşmaya menfaat ekliyorum kim bilebilir bir at içinden geçer bir okul bahçesinin. Ben seni bir programa uydurarak seviyorum kansız bir leş hamuru ellerimde hiç bir zamana zaman şey edilir mi? muska yüklü gerdanına güller ekerekten. hamam kitabı tutuşturdu ellerime kınından kıl koparan bir kırlangıç dedim 'bu nefret belirtisi değil de ne?' dedi 'kırlangıçlar nasıl ses çıkarır bilmem ki' -gülümsedi.
İleride avuçlarında işlenesi bir cinayet ılık kan kokusu getirir boynuma niye bir şiir kaosa benzetilir dudaklarından. kader köprüsü kuruyorum susuz kalmasın engellerin Rabb elbet gösterir ruhun arap kekemesini -seni dinler boyu sevmeye zorluyorum kendimi.
Uzunca söyledim uzunca bir ip getirin kement okuma yağ sürmeyeyim. susuyor oluşunun terzi rahatlığı sevgilim terzi paradigmasına oluşum ekliyor okuyla tavşan kızartan mao tipli bir samuray atımı kuş ağlatıyor diyor. ben değil bedenim utanmaya meraklı seni burcuma yükseltiyor.
Bir kediyi en ikilem yerinden bıçaklar gibi bana bakışın uyulsa en çok pencere önünden akardı sular gölgeni gölgemle yan yana görmek bile bana gün ekliyor bana bekle diyor sonra sonra hicrete yeni bir boyut kazandıran o geri plan devreye giriyor nuruna can ekleyerek dünyaya gelişin bana mucize nedir öğretiyor. tüm bunlara rağmen mikail göğü hiç siyah etmeden iki elimde tuttuğum ellerimi açtım ufka bakmamı istediğinden beridir sevgilim katedral çanlarını göğsümden söktüm. arzı kaybeden mazoşist yaklaşıp yanıma 'bakmanın üryan halini küle indirgeme' dedi 'bu intikam belirtisi olmaz mı?' dedim haç, toplama işaretine meşruluk katmak için var' dedi yargısı kesindi.
-yürüdü bisiklet.
Ahmet Kürşat Görgeç
Bir Semtin Kalabalığı
bir kalabalığı taşıyorum gözlerimde; kaldırımları taşıran gölgeler içerisinde; sokaklara bölünüyoruz, sessizce; avm'lere rastlıyorum, sokakların caddelere açılan soluğunda... küfür etmiyorum, tükürüyorum, kaldırımlara! rüzgârın nefesinden, bir ağacı soluyorum; uzak şehirlerden uzanan bir halkı kucaklar gibi... ölümün dertli sözlerini hatırlıyorum yürüdükçe, dökülüyor suskunluğum, yalnızlığım! yani sen Hayri Bey, Ahmet Bey, Mehmet Ağbi! oldukça kalabalığız; tanıyıp tanımadığımız, gözlerin bıraktığı izlerle bir kitabın satırlarını da davet ederek, yürüyoruz; geçmişin yükselen uğultusunda, biraz da çocukluğum elbet... güneşin gözlerini deviriyorum, yüzümün hasretine... ben bu şehirde değil, ben bu semtte yaşıyorum; gemileri limanlara terk ettiğim yerde; bir istasyonun emekli olduğu yerde; çocukluğumdan biriktirdiğim bir yaşam göğsümde, soluklanıyorum...
Aslan Kocaman
BÖCEK Suyun üstünde çırpınan o böceği hatırlıyorum. Kanatlarını koparmış, öylece suya atmıştım.Çırpınışları gecenin karanlığında sağırlaşmış ve durmuştu.Yaklaşık iki dakika… iki dakika boyunca çırpınmış,batmamak için tüm gücünü kullanmıştı.O gece bir böceğin mücadelesinin iki dakikayla sınırlı olduğunu anlamıştım.Ay ışığı suya vurup,böceği belirginleştirene kadar onu seyrettim.Ölüm bu kadar kolaydı işte…Bir ay ışığının altında geçirilecek iki dakika ile son bulacak yaşamda,suyun gücüne dayanmak için çabalıyorduk.Eğer bir gün suya yenilirsek umutlarımızı,hayallerimizi ve düşüncelerimizi bizden alırlardı.Geriye yalnızca suyun dibine çekilen boş bir kabuk kalırdı.
Sanırım bu gece suya yenildim.İçimdeki kargaşa o kadar biçimsiz ki tuttuğum sigarayı ağzıma götürmekten bile zorlanır olmuştum.Titremelerim artmıştı.Bir sigaranın tükenişi gibi düşüncelerim bedenimi tüketmişti.Doktor bu kadar çabuk tükeneceğime ihtimal vermemişti.Çürüyen bedenimi görse de, çürüten düşüncelerimin hızını tahmin edememişti. Titreyen ellerimi dizginleştirerek yanımda gezdirdiğim not defterimi çıkardım. Hayatım boyunca kanayan yaralarımı resmeden o defter bu gece cenazemin son mührü olacaktı.Ay buna şahitti, ötüşen gece kuşları, uğuldayan rüzgar ve biraz ötede açlıktan çöpleri karıştıran o köpekte. Titreyen sigaramın ışığıyla kutsal kitabımdan aklımda kalan en anlamlı dizeyi yazdım;
‘’ben bir şey olmayı beceremedim. Ne kötü, ne iyi, ne alçak , ne onurlu, ne kahraman, ne de bir böcek olabildim.’’ Bu satırı bitirince elimde tuttuğum kalemi olanca gücümle fırlattım.Son kez Dostoyevski’ye teşekkür ettim. Defterimi cebime koyup,titrek ellerimle bir sigara daha yaktım.Banka iyice yaslanarak Ay’ı selamladım. Bana ayrılan iki dakikanın sonuna gelmiştim.
Eric Rose
12 KURALLARI 1. bu çağlar bu yeldeviren elimiz kolumuz keskin, bir caydırıcı havamız azınlığa üstü bulut tren, cepleri boş ağır bir türkü ilerliyor sesinden tanrım! neden çocuklar üzerinde eller temizlenir ah eller neden kan eller neden kirlenir? kuytu zamana düşen akın ardına bir uçurtma olsaydım saçlarına bir ömür ekmeğine ter alnına yağmur kovalasaydım kim bilirdi beni yerinden sesinden uzak kuşlardan başka türkümü sabaha çıkaracak mı var? bir gökyüzünü bölüşenler acıtır canımı bir evsiz çocuklar ki ah! çocuklar üşüyen ellerine cep biçiyorlar.
Ensar Çimen
Atlıkarınca Nasıl heyecanlıyım o gün. Çocuk bayramı ya böyle önemli hissediyorum kendimi. Daha geceden başlamıştı heyecan, yarın benim demiştim. Ne istersem o olacaktım yarın ve tabi seçimimi en klişesinden prenses olarak yaptım. Yatmadan önce 100 defa kendi kendime ‘’Ben prensesim’’ dedim.Öyle uyudum.Lakin 100’e kadar gelmemiş olabilirim ya da benim 100 dediğime büyükler 18 diyordur. Sonuç itibariyle, kalktığımda yeni kimliğime çoktan adapte olmuştum. Tıpkı prensesler gibi kalktım. Hiç mızmızlık etmeden elimi yüzümü yıkadım. En güzel kıyafetlerimi giydim. Saçlarımı 100 defa fırçaladım (Büyükler 21 diyorlar o ara 100’e) ve öylece kahvaltıya oturdum. Anneme omlet istediğimi ve bugün süt yerine portakal suyu içmek istediğimi söyledim. Annem hiç itiraz etmedi. Başka bir gün olsa burnumu tıkayıp o sütü zorla içirirdi. Bu korkuyla portakal suyunu en kısık sesle söyledim lakin annemde alışmış olacak yeni kimliğime ki; hiçbir şey yapmadan portakal suyumu getirdi. Öyle şaşkın şaşkın anneme baktım ve ilk yudumu aldıktan sonra inandım prenses olduğuma. Bir filmde görmüştüm, büyükler kahvaltıda portakal suyu içip gazete okuyorlardı. Bende prenses olduğuma göre bende yapabilirim dedim kendi kendi
me ve gidip salondan gazeteleri getirdim. En incesini alıp okumaya başladım. Okumaya başladım dediğime bakma, çok anlamsız geldi. Bir kere hiç resim yok ve bir sürü işaret var. Sevmedim ama prensesim ya, çaktırmadım da sevmediğimi. Tam bir ciddiyetle okumaya başlıyordum ki babam kocaman bir kahkaha attı. Ne olduğunu anlamadım ama ben de güldüm, tabi kibarca, öyle kahkaha atmadım. Keşke gülmeseymişim zira babam gülme krizi bittikten sonra yavaşça masadan kalktı, beni kocaman öptü ve elimdeki gazeteyi düzeltip tekrar yerine oturdu. O an çok utandım. Gazeteyi ters tutmak ne demek? Bir prenses nasıl böyle bir hata yapar? Böylelikle prenseslik hayatımın ilk darbesini almış oldum ama neyse ki babam yüzümün kızarmasından olacak, gülmeyi hemen kesti ve ‘’Prensesim bugün nereye gitmek ister?’’ dedi. Büyük bir ciddiyet ile ‘’Lunaparka.’’ Dedim.Gazeteme geri döndüm. Gazete birden hangi oyuncağın nasıl olduğu ve ne kadar eğlenceli olduğu ile ilgili haberler ile dolmaya başladı. Sevinçten çığlık atıp zıplamak istiyordum lakin yeni kimliğim buna izin vermedi. Tanrım büyük olmak ne zor işmiş, kesinlikle yarın prenses olmayacağım.
O heyecan ile kahvaltıyı bitirip dışarıya çıkmam bir oldu. Hemen arabanın ön koltuğuna yerleştim ve lunaparkı görene kadar yüzümü yoldan ayırmadım. Kalbimin atışlarını saydım eğlence olsun diye. Bu biraz kafama takıldı ama lunaparkı görünce her şeyi unuttum, prenses olduğumu bile. Ne kadar da kocaman her şey, ne kadar renkli tıpkı çizgi filmlerde ki gibi. Bütün oyuncaklara binmek istedim ama o kadar kalabalıktı ki hangisine bineceğime bir türlü karar veremedim. Babam elimden tutup tüm lunaparkı gezdirdi ama yine de karar veremedim. Hepsi çok güzel, çok eğlenceliydi. Tam babama soracaktım ki atların olduğu bir oyuncak gördüm. Adını bilmiyordum ama çok güzel görünüyordu. Gökyüzü gibi masmaviydi. Bir çizgi filmde görmüştüm, kötü kalpli cadı güzel prensesi kuleye hapsediyordu ve beyaz atlı prens kurtarıyordu prensesi. Tamam, benim kurtarılmaya ihtiyacım yoktu ama prensiyle tanışmayı kim istemez ki? Babama bu oyuncağın ismini sordum, atlıkarınca dedi. Atlıkarınca mı? Nasıl yani, karıncalarında mı atı var? Evet, burası gerçekten büyülü bir yer galiba ya da büyükler isim koyma konusunda gerçekten çok yeteneksizler. Köpekbalığı ismini duyunca da böyle olmuştum. Günlerce köpek ve balığın nasıl birlikte olacaklarını düşündüm. Bir
sürü çizgi film izlemiştim ama hiç birinde birlikte olduklarını görmedim. Sonra onları ayrı ayrı sevmeye karar verdim. Şimdi de bu atlıkarınca, atı olan karınca çıktı. Hayat çok tuhaf. Atlıkarıncaya binmeye karar verdim. İsmi dışında gayet güzel görünüyor ve ayrıca prensimle tanışmak için bu ismi bir süreliğine unutabilirim. Biletimi aldık. Sıramız geldiğinde babam tıpkı krallar gibi elimi tuttu, merdivenlerden çıkmama yardım etti, orada ki amcaya ters ters bakıp ‘’Dikkat et.’’ dedi ve beni hayal dünyama bıraktı. Çocuk olmak böyle işte. İstediğin an istediğin şeyi hayal edebiliyorsun. O an tam bir prensestim ve beyaz atlı prensim ile tanışmaya gidiyordum. Amca beni alıp en güzel ata bindirdi. Başka çocuklarda vardı ama hiçbiri prense benzemiyordu. Ama dedim ya; bugün benim günüm. Amca tam oyuncağı çalıştıracakken bir çocuk tam önümdeki ata bindi ve ‘’Yaşasın prens oldum.’’ dedi.
Gamze Turgaylı
VURULMAK Güz yağmurlarından göğsüme kurutulmuş, Türkü söylettiriyorlar şu işe bak. Gecenin karanlığına gömülmüş bir karga ne söyler, savaş yahut dövüş. Sonra gene bir sabaha saat olarak kurulmuşum, ve sen yine en güzel yerlerinden vurulmuşsun, gülüşünden mesela en kenarından,tüm dünyadaki akarsuların döküldüğü tek bir yeşile vuruk maviden kuru denizden, gözlerinden, uykundan gözyaşlarından, vurulmuşsun, ala bulanmış bluzundan, ölümü bir an unutur olmuşum güzelliğinden, çünkü vurulmuşsun.
Bir gün olur da hatırlarsan, yani ben tam yirmi beş yaşında bastığım zaman, şu andan yaklaşık bir kaç yıl sonra, belki ruhum kurur. kim bilir sonsuz saatliğine uyurum, bana öbür dünyalardan maval okuma, ben gerçeği iyi bilirim. çünkü uzuvlarımdan bozkırlara sıkılmış bir, tay gibiyim. Kürt çocuklarına masal anlatan bir Atatürk büstüyüm, sevgilim, görebilirsin beni iyicene bak oradayım, tam kalbinde Şam'ın, Ankara'nın ya da Bağdat'ın, oysa ki Diyarbakır'ın demeliyim biliyorum, utancımdan sesim çıkmıyor sadece, ve buraya bakın içi geçmiş bütün devletler, yani bizi terk edenler, unutanlar dahil, bakın, içine iyice gözlerimin içine, sizi efesle kınıyorum!. canım acıyor, türküler çığırıyorum, canım acıyor, çünkü vurulmuşum, en çirkin, en nemrut yerlerimden.
Hasan Ay
Jason Voorhees, Crystal Lake ve Benim Bu Onmaz Aklım Bu dünyadan ve bu tüketim toplumundan ne kadar nefret ettiğimi anlatmak için şunu iştiyakla söyleyebilirim: Jason Voorhees"e rağmen crystal gölde kamp kurmak, dahası ölene kadar orada yaşamak isterdim. Crystal göl, 13. cuma korku filmi serisinin olay mahalli, ana mekan. Jason Voorhees ise, crystal göle kamp yapmaya gelen gençleri teker teker, vahşice öldüren korku karakteri. Cinayetleri, bir keyiften veya psikopatlıktan ziyade, annesinin intikamını almak için işliyor. Psikolojik rahatsızlıkları olan annesi yıllar önce kamp yapan gençlerden birine saldırır ve genç, kazayla Jason"ın annesinin kafasını gövdesinden ayırır, nasıl bir kazaysa artık.. Jason o zamanlar daha sübü sübyandır ve annesinin ölümünü saniye saniye izlemiştir. O olay Jason"ın bilinçaltında büyür, büyür ve Jason"ı eli nacaklı bıçaklı acımasız bir katile dönüştürür. Her götüne güvenenin gidip de kamp yapamayacağı derecede korkunç ve esrarengiz bir kamp alanı olur crystal göl. Şimdi benim, içinde eli bıçaklı ve hayvan gibi cüsseli bir adamın, elinde nacakla gezip kurban aradığı bir mekana gidip temelli yerleşme arzum, yaşadığım bu rutin hayattan bıkmışlığımın yanında başka sebepleri de barındırıyor. Birincisi, evet yaşadığımız hayatın monotonluğu, ikincisi toplumdan kendimi kurtarma, kaçırma isteği, üçüncüsü kapitalizmin çarkları arasında, göz göre göre hayatlarımızın heder oluşu. Dördüncüsü ve belki de en hoşuma giden sebepse, ben 13. cuma serisini izlediğim yıllarda aşka inanırdım. Kendi fanuslarımız içinde mesut bahtiyar ve sade hayatlarımız vardı. Ablalarım, yeğenlerim ve şimdi bir başka boyutta bizi bekleyen can içi kardeşimiz. O yıllarda izlediğim, dinlediğim herşey şimdi çok kıymetli birer hazine gibi duruyor hatıratı ömrümde. O yılların o tatlı demine, bir de sevdiğimiz bir korku filminin o cümbüşlü korkusu eklenince, o film ve o filmin mekanı, memeleket
kutsallığına bürünüyor havsalamızda. Aynı durum, the shining"in overlook hoteli içinde fazlasıyla geçerlidir benim için. İşin aslı, bu mekanlar muazzam mekanlar değil elbette, bu mekanların, yıllar önce o küçük evimizden nasıl göründüğü, nasıl içselleştirildiğidir aslolan. Anılarına tutkuyla bağlı insanlar bu durumu anlayabilir ancak. Deli gönül bazen diyor ki, "neyin var neyin yok sat, al bütün ablalarını da yanına, hatta gerekirse boşansınlar kocalarından, en sevdiğin yeğenlerini de al, çocuklarını da, crystal göl olmazsa inegöl olur, git ormanda yaşa, kurtar kendini kentin bataklığından, vahşi insanlarından, küçük bir komün kur, git ölene kadar o nezih tenhalıkta yaşa.." Oysa modern dünya dediğimiz aşağılık dünyanın çarkı, bireyi öyle bir avucunun içine almış ki, elin bağlı, kolun bağlı ve bacakların kırık. Yaş otuz altı olmuş ağzına yanayım.. Ben bu hayalle yaşar gidersem, ben bu hayalime veya bu hayale yakın bir hayata denk gelemezsem, gözlerim çildir çildir açık gider sanıyorum. Şuna yürekten inanıyorum ki, kapitalizmin ve vahşi burjuvazinin tesis ettiği bu godoş düzen, nacağını sevdiğim jason"dan çok daha tehlikeli. Bu insan avcısı düzen, Jason"dan kat be kat daha katil, daha psikopat. Hem Jason kendince kutsal bir iş yapıyor, annesinin intikamını alıyor. Annesi için bütün bunları yapan bir insan annesini çok seviyordur ve annesini çok seven bir insan her türlü yola getirilebilir, her türlü adam edilebilir. Belli mi olur, Jason"a bir bardak çay ikram etsek, ona omaç yedirsek nacağa bile tövbe edebilir kimbilir. 21. asırda dünyanın getirildiği nokta, insanın düşürüldüğü bu büyük tuzak, vahşi doğayı gül bahçesi kılmaya yeter. Kardaşlar ve de kızkardaşlar! Kaçmak lazım, çarpışmak ruhumuzu öldürecekse, kaçmak lazım; bir nevi hicrettir.
İsmail Altuntaş
Başlıksız Bir Şiirin Piç İlanı ve Şenlikli Kent Meydanı I -ulu gökdelen edebiyatının itinalı duyurusudur"ruhumun yarısı ellerin yarısı tenin" bitişli şiirin görüldüğü an yuhalanıp yakalanıp linç edilip kelimelerinin parçalanmasına harflerinin ayrılmasına varana dek ileri gidilmeden bir daha hiçbir hanımefendinin beyefendinin okuyamayacağı vaziyete getirilip olsa olsa bu başlıksız tanımsız ne idüğü belirsiz şiirin
bir kent fahişesinin dudaklarında sömürülen ruj kalıntısı pezevenginin dilinde duran en insanlık dışı sövgülerden alıntı hâlinde kalması şartıyla şiir infaz komitesine teslim edilmesine karar verilmiştir
II
yalnızlıklarınız sokaklarınızda o her yere çıkıyormuş sanılıp da bir yere çıkmayan sokaklarınızda ve siz o güz resmine bakıp o sokaklara çıkıyorsunuz şenlik alanına doğru
III
sapsarı upuzun çayırlar akan zaman nehri pan ezgisi solmuş ve yüzü dökülmüş bir güz resmi ihtişamlı duvarlarınızda o yapay yağmurlarınızla çatlayan çatladıkça kan sızan duvarlarınızda küçük odalarında gösterişli ahşap rüyalar hapseden nesnelerle anlamını çevreleyen üç beş katlı kendinizde saklı
rengarenk, mutlu bir şenlik halinde şimdi kent meydanı birazdan piç ilan edilen şiiri kente asacaklar anne sırf ibret olsun diye ateşim yükseliyor çek üzerimden gökyüzünü anne ört perdeleri de elbet kentlerin şiirlere asılacağı vakitler de gelecektir merak etme
Metin Çalışkan
Abiler
Ablalar
Tüm enstrümanlı, tam iyimser insanlar mahallesi Curcuna karakterlilere giriş engelli Vize; iyi ruh. Bir demlik çayın başına bir ömür muhabbet ederler Çok güzel abiler, Çokta güzel ablalar Rakının yanında şalgam içerler, mezeleri ‘geçmiş’ Geçmişini siktiğim dünyası! Ara, Ara.. Güler.. Ablalar ayaklarıyla üzüm ezerler Bizi duyuyor musun Datça? Eh! Martıların doymak bilmez! Paydos, Paydos.. Tam iyimser insanlar mahallesi sakinleri El ele, ruh ruha Abiler, ablalar Kirpikleriniz neden ıslak? Yağmur mu yağdı; tüm enstrümanları çalın/ fahişelerinizin kutsallığına.
Ozan Zengin
Distopik Bir Düzende Defolu Mal Olmak Anthony Burgess’in kaleme aldığı bu eşsiz roman konusunun ilginçliğinin yanı sıra yazarın trajikomik hayat hikayesiyle de ön plana çıkmaktadır. Beyin tümörü teşhisi konulan ve bir yıldan az ömür biçilen Burgess bu süre içerisinde karısının kendisi öldükten sonra geçim derdi çekmemesi için 5 roman yazdıktan sonra teşhisin yanlış konulduğu anlaşılmıştır. Türkçe’de Otomatik Portakal ismiyle yayımlanan A Clockwork Orange yazarın ilginç hayat hikayesinin mihenk taşlarından birini oluşturan bu sürecin ardından yazılmıştır. Burgess yaşamında geçirmiş olduğu travmatik süreçleri romanın içerisine serpiştirmiştir. 1971 yılında deha yönetmen Stanley Kubrick tarafından aynı adla sinemaya aktarılan Otomatik Portakal sinema tarihinin kült filmleri içerisinde halen etkisini sürdürmektedir. ''Sana yaşamak düşer çarkların gövdesinde'' İsmet Özel'in bu cümlelerine romanın kahramanı Alex DeLarge adeta isyan niteliğinde ve ''bozuk düzende işleyen çark olmaz''* dercesine karşı çıkmıştır. Kendisi için çizilmiş olan, sınırlandırılmış dünyayı bir nevi genişleterek bir başkaldırı hareketi sergilemiştir. Eylemlerini, düzenin devam etmesi için canla başla çalışan kişilerin uyuduğu vakit yani gece yapmaktadır. Çünkü geceleyin Vassaf'ın deyişiyle “düzen uyumaktadır.” Güvenlik kuvvetlerinin bir çoğu rüyalar alemindedir ve kahramanımız geceleri bir yarasa gibi çıkıp küçüklüğünde ona ''bunlar tü kaka'' diye öğretilen davranışları sergilemeye başlar. Postmodernizmin bir getirisi olarak bireyi sınırlandırmaya yönelik her harekete karşı çıkar. Kendince tanımladığı özgürlüğün tadını çıkarır. Elbetteki düzen bu yaptıklarının karşılığını kendisine verecektir. Düzen Alex’i ''makbul bir vatandaş'' haline getirmek için kahramanımıza bazı videolar izletir. Bu videolar
izletilirken kahramanımızın elleri ve kolları bağlanmış göz kapakları kapanmaması için gözüne kanca takılmıştır. İzletilen videolar kahramanımızın bilinçaltına nakış nakış işlenmiştir artık. Bu şekilde kahramanımızın ''makbul vatandaş'' olduğuna inanıldıktan sonra yaralanmış bir güvercinin iyileştikten sonra doğaya salınması gibi toplum içinde süregelen ''doğal hayata'' salınmıştır. Bocalama döneminde kahramanız tam kalbinin istediği şeyi yapacakken bilinç altına işlenen görüntüler ve sesler onun midesinin bulanmasına sebep olur. Bu da ona kendince doğal başkalarınca üretim hatası dediği hareketleri yapamamasına sebep olur. Zaten sistem tarafından cezalandırılışının bir getirisi olarak parçalanmışlığa uğramış olan zihin birde kalp ile mücadele etmek zorundadır artık. Kalp ile beyin savaşırken ne yapacağını bilemeyen kahramanımızın imdadına yine düzen yetişir çünkü düzen kötülüğün simgesi halinde olan DeLarge’dan faydalanmak durumundadır. Sistem içerisinde var olan kötülerin olası bir yok oluşunda sisteme dönük başkaldırışların artacağını düzen çok iyi bilmektedir. Bu sebeple kahramanımız tekrar eski haline getirilir. Otomatik Portakal sekülerleşmiş toplumlarda bireye atfedilen önemi vurgulayarak bireyin özgürlüğünün sınırlanmaması gerektiğini ama toplumun bir düzen içerisinde yaşayabilmesi için toplumun içerisinde bulunan çürüklerin ayıklanması gerektiğini dile getirmektedir.Ancak ne kadar estetik açıdan çürüklerin varlığı olumsuz bir etki bıraksa da düzene çevrilmesi gereken okların yapay kötülere çevrilmesi düzeni ayakta tutan faktörlerden biridir. Yukarıda Özel'in de belirttiği gibi bizim çarkların gövdesinde yaşamaktan başka çaremiz yoktur. Çünkü hayatı yönlendirmede başat aktör düzendir. Bizim iyi ya da kötü rollerde oynayacağımıza düzen karar verir. Bu da modern manada bireyin özgürlüğüne vurulmuş bir prangadır. Prangalardan kurtulmak isteyene Albert Camus’tan bir tavsiye; ''Başkaldırıyorum öyleyse varım.'' __________________________________________________________________________ (*) Bu söz Konur Sokak’ta bir kafenin duvarında yazmaktadır.
Fatih Karatoprak
Hoş Kal Denemediği yol kalmayan bir insanın varacağı yer, en fazla ne kadar uzaklıkta olabilir? Bu sorunun cevabını arıyordu günlerdir Nihat. Bir gün eve dönerken güneşin battığı anda aklına geldi bu soru. Bu sefer sokağın ortasında çıktı ağzından. Ben ilk başta duymamazlığa geldim. Çünkü bu konu ne zaman açılsa kapanmıyordu. Kapanması için uyumamız gerekiyordu. Güneş usulca kaybolurken, Nihat’ın içinde yeniden düşünceler doğduğunu anlamıştım. Eve gittik. Marketten aldığımız biber, domates ve soğan’ ı çıkardı. Bu onun için Metin, Ali ve Feyyaz demekti. Koyu Beşiktaş taraftarıydı Nihat. Babası da öyleydi. Beşiktaş’ ın yendiği hafta onun için güzel geçiyordu. Yenildiği maçlarda üzülüyordu. İki gün kendine gelemiyordu, ama toparlıyordu sonra. Önümüzdeki maçlara bakacağız diyerek bugüne kadar geldi Nihat. Şimdi geldiği noktada geçmişe bir soru soruyor. Önümüzde maç kaldı mı? Nihat üç yıl önce Sevinceâşıktı. Mahallemizin güzel kızı Sevinç Akça. Seviyordu onu, sevmişti. Sevinç ona bir gün ’’Uzaklara gidiyorum, senin beni bulamayacağın uzaklara. Orada da seni seviyor olacağım. Beni anla.’’ dedi. Nihat onu hiçbir zaman anlamadı. Anlamak için çalışmadı bile. ‘’Niye gidiyorsun?’’ diye bile soramadan gitti. Sadece gitti. Bu aşırı acıklı son Nihat’ı zor günlerle buluşturdu. Zor günler, yaşayan biliyor şu hayatta acıyı. Acı çekmesini öğrendiğinde Nihat, sevgiyi de öğrenmişti. O gittikten sonra
arkasında hiçbir iz yoktu. Mahalleden taşındılar. Nereye gittiklerini bilen yok. Babası işi bırakmış. İki ay sonra öğrendik ki, babası kötü adammış. Çok kötülük yapmış. Ve kötü bir sonla bitti bu hikâye. Üzüldüğü gecelerde hep onu yanında aradı. O gecelerde ben de vardım. Nihat’ ın biricik dostu Hakan Kaman. Uykuya dalmadan önce bu cümlede değişiklik olmaz, şöyle der. ‘’Ah sevinç, niçin yanımda değilsin? Gözlerin’ den niçin öpemiyorum? Niçin Sevinçsizim?’’Günleri geçti, sonra aylar geçti, sonra yıllar. Bu sıralama hiç değişmedi. Ama Sevincin gidişi daha dün gibiydi Nihat için. Kokusu daha şimdi buradaymış gibi. Parmağına sürdüğü oje daha kurumamıştı üstelik. Geçen Cuma günü okul çıkışı Nihat’la deniz kenarına gittik. Her zaman sorardı bu soruyu’’Deniz olan bir şehirde yaşadığımız için çok şanslıyız.’’ Bende bu soruyu her sorduğunda ‘’Sana katılıyorumdostum.’’ Derim. Bu soru ve cevap da hiç değişmez. Nihat kulaklığını taktı. Psikolojisi yerinde olmayan insanlar günlerce sanki şarkıyı ilk kez dinliyormuş gibi defalarca dinlerler. Yani yedi milyar insan böyle mi yapıyor gerçekten diye hayal gücüm birden yerinden fırladı. Nihat kulaklığını taktı ama şarkı açmadı. Bana döndü. ‘’Kafamı dinlemek istiyorum dostum şuan. Sadece kafamı dinlemek.’’ Nihat bir süre kafasını dinledikten sonra kulaklığı çıkardı ve bana döndü. ‘’Sevinç’ le bir gün parkta otururken ona bir soru sormuştum.’’ Dedi. ‘’Ne sormuştun dostum?’’ dedim. ‘’Hangi süper güce sahip olmak isterdin Sevinç.’’ Dedim. ‘’Olmasın süper gücüm. Mutlu olayım yeter. İnsan sevdiği tarafından sevildiğini hissedince en büyük güce
sahip oluyor zaten.’’ Dedi o da. Bir müddet sessizlik oldu. ‘’Hakan.’’ Dedi. ‘’Biz bu adaletsizlik furyasından nasibimizi aldık.’’ ‘’Üzülme dostum.’’ dedim. ‘’Herkes mutlu olacak diye bir kural yok. Simit alıp şu aç martıları doyuralım. Bari onlar nasiplensinler.’’ ‘’İnsanlar bakkaldan ekmek alır gibi yaşıyor hayatlarını. Biz fırında pişiriyoruz hayallerimizi.’’ Diyecek bir şey bulamadım şimdi. Sonra devam etti cümlesine. ‘’Ama bizimkisi daha lezzetli ve kıtır olacak.’’ ‘’Elbette dostum.’’ ‘’Söyleyecek o kadar çok şeyim var gibi ama diyecek bir şeyim yok gibiyim.’’ ‘’Biraz yürüyelim Nihat. Kafamız dağılır.’’ ‘’Tamam.’’ Caddeye, cümbüşün ortasında kaldık. Kendini bırakmak istedi kalabalığa. Kaybolmak, insanlardan bir dalga gelse de, alıp götürse uzaklara diye bekledi. Ama o dalga bir türlü gelmiyordu Nihat’a. Çünkü yanında ben varım. Onun biricik dostu Hakan Kaman. Eve dönerken otogarın önünden geçtik. Birden gözümüze iki çift takıldı. Sımsıkı sarılıyorlardı birbirlerine, otobüs kalkmıyor olsaydı eğer. Bazı anlar vardır ki, gitme saati geldiğinde içinde bir bomba patlıyor, ağlıyorsun. Bu otobüs kalktıktan sonraki zamana denk geliyor. Zaman geliyor ve ayırıyor seni. Kız, sevgilisini uğurlamak için gelmiş otogara. Belli ki evden uğurlamak istememiş. Sevdiği gözlerinden belli. Elini sımsıkı tutuyor, bırakmıyor. Ama iki dakika sonra biliyor ki, gidecek. Gitmese diyor kalsa, zaman umrunda değil. Sevgilisi otobüse biniyor ve kız o hüzün verici bakışı yapıyor. Sonrası özlem, özlem,
özlem. Özlem hep var. Sevgi zaten daha önceden de vardı. Peki ya umut? Eve döndük. ‘’Hakan bana temiz bir kâğıt ver dostum.’’ dedi. ‘’Ne yapacaksın kâğıdı şimdi?’’ ‘’Şiir yazacağım.’’ Nihat ne zamandır şiir yazmıyordu. Ve düşündü. Düşündü. Düşündü. Nihat uzun bir süre düşündü. Boş kâğıda bir nokta bile koymadı. ‘’Otogardaki çift.’’ dedi. Zamanın ne kadar da güç geçtiği dakikalardı.’’ Dedi. ‘’Evet dostum.’’ Dedim. ‘’Ah sevinç, sevincim.’’ Dedi. Onu unutmuştu Nihat. Muş gibi yapmıştı. Sevincin giderken gözlerinin içine bakarak, kalbinden vurulduğu o konuşma sırasında, eline bıraktığı notu uzattı bana. ‘’Seni düşündüğüm her an, aklımdasın, kalbimdesin, her gözeneğimdesin. Hoşkal…’’ ‘’Hoş kalamadım.’’ yazdı boş kâğıda Nihat. O sırada güneş batmak üzereydi.
Sabit Emre Zengin
SO RU sarı saatlerinin sarkacından kaçan kanatları çivili kelebeklerin denize karşı votkadan sonra rakı gibi sevişen ahlaksız dargınlığı var bu saatlerde evlerin boş odalarında soyunmaya utanan kırık gölgeler orkestranın şakaklarına eski sevgililerine küfürler ederek öpücükler kondurduğunda bulanıklığı sever kelebekler kiç kemirilmemiş yerlerinde evden kaçmakla sabah kahvaltı hazırlamak arasında sadece eksik sigara dururken
dün öğle 3 gibi eve giren adamın bıraktığı kokuyu yorganın altına süpürdüm bana baktı korkma dedi ben korkmuyordum zaten tek borcum allaha kelebek ilk bacağını kırdı sonra antenini karaborsada sattı çiçeklerin üstüne konmak namusun sembolü olmaya çalıştığında parmakların arasında duran tek yumurtamı şemsiyenin altında os’bir çeken adama kaptırdım her şeyin tek suçlusu var o da uyurken beni öperdi kelebekler annelerini sevmezler
Yusuf Aba
Üzgünüm Anneanne
ABSTRACT: Bir sabahı makaslarcasına çalan telefon. Saate bakıyorum aynadan. Yedi, otuz üçe halleniyor. Bölünen rüya, çok gerekli değil. Zaten huzursuzluk giderken komidinin üzerine efkar bırakmış. Bölünen rüya, sadece telefonla değil, yani ki bütün bir “o” geceye şarjör boşaltılmış. Kendi kusmuğumda boğulmaktan son anda kurtarılmışım hissi. Evet sabahın yedi otuzüçü ve bunların hep İngilizcesi. Efendim derken karşı tarafa mevzunun ne olduğunu tahayyül edebilmenin derin acısı, tedirginliği ve bunların elbette İngilizcesi. Vardı, yok çelik bir kapının eriyişi içimde yok ama vardı daha dün sesi 480 kilometre değiştire değiştire benzeştiğimiz o yerde beni derin ikilemlerimden, belki eklemlerimden, tutup saf bir ruh olarak temizlediğin iki elinin arasındaki yüzüm, yüzüm yok, üzgünüm anneanne.
Sana çaresiz bakışlarımın borcunu ödediğin gözyaşlarınla, hep bir telafi ve tedarik arayışı hiç umut olmadığında bile ışığı görebiliyor oluşun beni sana ilikliyordu, bu diyalektik nasıl ödenir şimdi içim şişiyor patlayacak korkuyorum anneanne üçüncü kat balkonundan zile bastığımda okul sürdürülebilsin diye aşağı attığın 1 lira artık yok, üzgünüm anneanne. Artık yok, ama vardı anılaştığımız yerlere fidan diksek orman sahibiyiz anneanne, beni sabitlediğin hayatı bak kabullenebildim kabullenebildim acıları da, mağlup olmayı kabullenebildim dikensiz bir çiçeği avucumda sıkıyorum da kanıyor sanki yok yere, sanki yok, ama vardı gördüm, yaşadım saçlarımız çok kere beyazdı, neşelenmemiz yok yere vardı, içimden çıkamadığım sorular hâlâ var, üzgünüm anneanne.
Ahmet Keskinkılıç
"Mutlu aileler birbirlerine benzerler. Her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır." Tolstoy, Anne Karenina giriş cümlesi.