Jargon
#direnfanzin
BASLARKEN Selam, n’aber? Şakaydı, imkânsızlıktı, meşgale olsundu derken Jargon, fanzin macerasında ve mecrasında dördüncü adımını atıyor. Bu yazı yazılırken tarih ağustosun otuzunu gösteriyor. Gündemde neler yok ki? En önemlisi savaş var. Savaş ölümü yüceltmek demek iken biz her zaman olduğu gibi insanlığın kazanmasını isteyip bunun için elimizden geleni yapıyoruz. Savaşa hayır diyebiliyoruz mesela hiç korkmadan ikiyüzlülüğe bulaşmadan. Çünkü biliyoruz ki insanlık kaybederse biz de kaybetmiş sayılacağız. Günler neler getirir bilinmez, bileceğiz. Yola çıkarken şiar edindiğimiz üzere bir silah var ise bizim için o edebiyattır, aşırı kalibrelidir, kalifiyedir ve kalitelidir. Tutukluk yapmaz! Bu sayıda yer yer değineceğimiz ve geneli itibariyle sayıyı ithaf ettiğimiz yazar ise; Oğuz Atay. Yaşarken değeri bilinmemişleri ölümlerinden sonra yüceltmek adına bir görevimiz varmış gibi hissediyoruz. Oğuz Atay kitapları yayınevlerinden dönmüş, sağlığında zerre anlaşılamamış ama ancak günümüzde sosyal medya ikonlarından olması bir yana edebi otoriteler(!) tarafından da yüceltilen bir yazar. Bütün bunların ötesinde hayal gücünü insan halet-i ruhiyesine nakış gibi işleyebilmiş oluşu, anlatımındaki zenginlikleri ve daha önemlisi bizim en sevdiğimiz yazarlardan oluşu Eylül sayısını O’na ithaf etmemize neden teşkil etmeye yetti. Eylül yine bu yukarıda zikrettiğim çevreler tarafından çok anlamlar yüklenilmiş edebiyat için anlamı olan bir ay. Neden? Ne biliyim ben. Benim kişisel olarak en edebi ayım Aralık’tır. Zaten belli mevsimlere anlam yükleyip ergen romantizmini orgazm etmek çok saçma. Değil mi? Saçma, saçma. Şöyle de bir özelliği var bu sayının, malum edebiyat müzikle iç içedir. Biz de yazarlara, şairlere sorduk, bu sayıda yayınlanan eserlerinizle birlikte hangi şarkıyı önerirsiniz ya da yazarken hangi şarkıyı dinlediniz de böyle bir şey çıktı diye, cevapları içerikte, bir nevi Jargon’la birlikte sunulan bir müzik reçetesi, bir şarkı listesi, bir ruh aperatifi gibi. Deneyin. Bir de son olarak değinmek istediğim şu konu var ki önemlidir; sosyal medya çevrelerinde başlatılan #direnfanzin etiketli oluşuma, tepkiye, ses verişe her türlü desteğimizi vermeye çalışıyoruz çünkü biliyoruz ki direnmeye en çok da fanzinlerin ihtiyacı var. Edebiyatın en saf ve en amatör hali olan fanzinler aynı zamanda afili dergilerin süslü sayfaları gibi zoraki samimiyet aşılamak yerine gerçekten damardan zerk eder ruhunun güzelliğini. Siz de destek atın bu etikete. Üstteki çalışma ise Gottfried Helnwein’in çalışması. Ne anlatıyor? Evet, onu anlatıyor. İçeriğe gelecek olursak, ona da siz gelin. Okuyun. İyidir lan, korkmayın.
Jargon
3
Muhteviyat Freud Diye Bir Şey Yoktur, Oğuz Atay Vardır Tuncay Kızılaslan Mütereddit Şiir Ali Lidar Şenol’un Mektubu Ahmet Keskinkılıç Başsız Bir Gövde Ya Da Gövdesiz Bir Baş Ecmel Sarıkaya Yozgat, Hatice Ve Her Şey Hakkında Payidar Zaraman Can Uçar Şiir Kalır Sabri Özay Bazı Anlamlara Gelebilen Kelimeler Ahmet Keskinkılıç Tornavidaya Uzanan El İçin Şartlı Refleks Savunması Baha Öztop Senin Yüzünden Ezgi D. Valentin Marko Mahcupyan Bir Gün Sen De Aynı Şeyleri Söylüyor Olacaksın Tuncay Kızılaslan Tüfekler Ve Bal Hasan Ay Kanatlarımız Yoksa Ne Olmuş Süleyman Gencaver Gizli Özne Yusuf Zeren Kaburgamdaki Kafes Gün Öz Bir Kadının, Sıradan Bir Yatak Gıcırtısından Kendine Kitaplar Yazabilecek Ayrıntılarını Yok Saymış Gibisin Merve Üzel İki Kere İki Ramazan Öztürk Replika Tuncay Kızılaslan
5 8 9 11 12 13 14 16 17 18 19 20 21 22 25 26 27 28
İmtiyaz Sahibi Falan: Ahmet Keskinkılıç ∙ Tuncay Kızılaslan ∙ Said Büyükarslan İçerik Editörü: Ahmet Keskinkılıç Kapak Çizimi: Ecmel Sarıkaya Redaksiyon: Tuncay Kızılaslan © Saklı, hâlâ.
4
Jargon
FREUD DİYE BİR
ŞEY YOKTUR , OĞUZ
ATAY VARDIR
Yaşadığımız topraklar üzerinde hayatta kaldığı dönemde pek göz önünde görülmeyen, ancak çekip gittikten sonra değerini anladığımız birçok insan var. Çoğu da küskün, gözleri arkada kalmış gidiyordur bundan eminim. Düşündüğünüz zaman aklınıza birçok isim geliyor. Önceki sayılarımızda Ece Ayhan, Arkadaş Zekai Özger gibi kült isimlere seslenmiştik. Yine, biraz da olsa özür dilemek maksadıyla diyebiliriz, anmak adına diyebiliriz, bu sayıda Oğuzcuğum Atay’a sayfalarımızı ayırdık. Hoş geldin abim, babam… Cumhuriyet dönemi edebiyatının en önde isimlerinden, Türk postmodernizminin prensi Oğuz Atay, eğitim hayatını edebiyata uzak bir coğrafyada; İTÜ İnşaat Fakültesi’ni bitirerek tamamladı. Sadece 43 yıl yaşadı… 43 yıllık yaşantısı boyunca iki roman – Tutunamayanlar, Tehlikeli Oyunlar–, bir hikâye kitabı –Korkuyu Beklerken–, bir oyun –Oyunlarla Yaşayanlar–, bir biyografi – Bir Bilim Adamının Romanı-, bir günlük – Günlük–, ve yarım kalan bir roman – Eylembilim– bıraktı. Oğuz Atay’ın alışkanlıklarından biri, kitaplarını yazmadan önce onların hazırlık notlarını tutması idi. Kendi ifadesiyle “Büyük Roman”ı olarak tasarladığı ve üç ciltten oluşacağını düşündüğü “Türkiye’nin Ruhu” için bu hazırlık notları mevcuttur ki bu notların ne kadar önemli olduğunu anlatmamıza gerek yoktur sanırım. Oğuz Atay’ın az sayılabilecek sayıdaki eserlerini oldukça etkili bir dille yazmış olması, O’nu edebiyatımızın en üst sıralarına taşıyor. Tehlikeli Oyunlar’da bireyin kendiyle olan iç çatışmasını ele alan Atay, bir yandan sistemi yoğun bir eleştiri yağmuruna tutarken diğer yandan da bunun bir oyun halini aldığını anlatıyor. Toplumu yöneten insanların, bireylerin gerçekliğe inmelerinden ne kadar korktuklarını görürken, başkarakter Hikmet ile oldukça zor, tehlikeli oyunların içerisinde buluyoruz kendimizi. Hem tehlikeli hem de oyun dolu bu yolda ne kadar ileri gidebiliriz, bunu sorguluyoruz Hikmet ile, kendi benliğimiz ile. Edebiyatımızda pek de görülmeyen bir kategoride, biyografi dalında Bir Bilim Adamının Romanı adlı eserini görüyoruz Oğuz Atay’ın. Bu kitapta, aynı zamanda kendi hocası da olan Prof. Mustafa İnan’ın hayatını anlatıyor Atay. Halkın içerisinden gelen Mustafa İnan’ın nasıl başarılı ve ünlü bir profesör oluşunu, bu sırada yaşadığı zorlukları göz önüne seriyor. Bunu yaparken de eleştirinin kuvvetini elinden geldiğince kullanıyor Oğuz Atay. Kitabın içerisinde ayrıca Prof. Mustafa İnan’ın hayatından fotoğraflar da yer almakta. Korkuyu Beklerken, hikâyeler kitabı, Oğuz Atay’ın diğer romanlarından hiç de geride kalmıyor. Pek tabii Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar birçok okur tarafından ön planda tutulsa da, bu eserini
Jargon
5
Oğuz Atay’ın Daktilosu
göz ardı etmemiz mümkün değil. Bir de tiyatro eseri bulunan Oğuz Atay, Oyunlarla Yaşayanlar adlı eserinde var olmayı, tutunmaya çalışmayı fakat bunu pek de başaramamış olmayı anlatıyor. Tutarsızlık ve komik duruma düşme korkusunun bir araya geldiğinde ne kadar zorlayıcı olduğunu gördüğümüz eser oldukça sürükleyici bir şekilde zihnimizi kapıveriyor. Oğuz Atay’ın Günlük’ü… Onunla beraber kalkıp onunla beraber yürüyoruz, onunla beraber düşünüyoruz. “Kimse dinlemiyorsa beni ya da istediğim gibi dinlemiyorsa günlük tutmaktan başka çarem kalmıyor” diye başlıyor Günlük’e Oğuz Atay. Biz de onu istediği gibi dinlemeye çalışarak onu her köşeden izlemeye çalışıyoruz. Eylembilim, bahsettiğimiz gibi Oğuz Atay’ın tamamlanmamış eseridir. Ulaşılabildiği kadarıyla basılan kitapta 12 Mart olayları içerisinde kendi yerlerini belirlemeye çalışan akademik ortamı anlatıyor koyu kara bir mizah ile. Türk edebiyat dünyasının en önemli eserlerinden birisi, Tutunamayanlar’ın hikayesi ise oldukça iç burkucu ve ilginç. TRT Roman Ödülü’nü Tutunamayanlar ile kazanan Atay, kitaplarını bastıracak bir yayınevi bulamamıştı. Bir gün Sinan Yayınevi kurucusu, Atay’ı Arayarak kitabı basmak istediğini söyledi. Oğuz Atay şaşkın bir tepkiyle “Ben kaç aydır uğraşıyorum kimse basmak istemedi, emin misiniz?” şeklinde konuştu. “Evet, hemen sözleşme yapalım, iki cilt rahat okunur, ne dersiniz?” teklifini kabul ederek Tutunamayanlar’ın ilk baskısı böylece basılabilmiş oldu. Tutunamayanlar’ın içerisinde kendi tabiriyle kitabını şöyle anlatmıştır: “Bu kitap ne ciddi kavgaların, ne büyük ve yaygın sıkıntıların, ne de ezilen insanların romanıdır. Sizlere hizmetten şeref duyan yayınevimiz iftiharla sunar: Tutunamayanlar.” Bununla beraber disconnectus erectus olarak tabir ettiği tutunamayanlar için “Gerçek tutunamayanlara saygım büyüktür. Onları bir ansiklopedide toplamak isterdim. Türk Tutunamayanları Ansiklopedisi. On iki fasikül bir cilt. On iki ciltte tamamlanacaktır. Üç fasikül bir harf, üç harf bir kelime, üç korner bir penaltı… Benden sonra bu işi yapacak çıkmaz. Gençlik şimdi somut sorunlarla ilgili. Hemen işe girişmeliyim.” ifadelerini kullanmıştır. Kafamıza yediğimiz taş ile bizler de nasibimizi alıyoruz. Olsun varsın, Oğuz Atay’dan yiyelim taşımızı… Karakterleriyle muhteşem arkadaşlar hediye eden Oğuz Atay’ı ne kadar anladığımız konusunda şüphelerim ve kaygılarım var oldukça. Zira bir Olric mevzusu var ki, ipin ucunu kaçırdılar edebiyatı “Sonra, Olric’le birlikte hırpalayan sosyal medya mecrasında. Biz demiyoruz ki istediğimizi yapacağız. sosyal medyayı kullanmayın, Olric ile muhabbet etmeyin. Romanlar yazacağız: bitip Fakat takdir edersiniz ki özellikle bir dönem iş zıvanadan tükenmeyen romanlar. çıktı, Olric’in ağzından Turgut Özben(abimiz de ana ‘Tutunamayanların Sonu’, karakterimizdir)’in ağzından kitapta olmayan diyaloglar ‘Tutunamayanların Dönüşü’ hayali konuşmalar patlak verdi. Neyse ki bu dönemi aşmış gibi. Tutunamayanların görünüyoruz. Turgut Özben abimizdir, Olric hayali romanı biter mi?” kardeşimizdir. Ve bir de Selim Işık var ki… Kitabın içerisinde Selim Işık’ın günlük kısmı bile başlı başına bir başyapıt.
6
Jargon
Eserlerinde gerçekliği kendi kurgusuyla birleştirip, kendine has üslubuyla harmanlayıp, oldukça kalifiye ironilerle hayatı ele almıştı Oğuz Atay. Zor bir yazım tarzı olduğu elbette ki kabul edilebilir. Tutunamayanlar için özellikle yorumları ara ara takip ediyorum ve oturup ağlayasım geliyor. Okuyucuya küfrümdür; bir kitabı anlamamak başka, kitabın kötü olması başka. Tutunamayanlar’ı anladığınız vakit, hayat farklı bir şekilde gözünüze görünmeye başlayacak. Bu konuda kızgınlığım muazzam derecede yüksektir ama n’aparsınız, torba değil ki büzesiniz… Türk edebiyatına bu kadar önemli eserler kazandıran Atay’ı çok erken kaybetmiş olmamız oldukça üzücü. Arada sırada yazarlar için ağlamak gerekir. Eğer bir yazar için ağlayacaksam o isimlerin başlarında gelir Oğuzcuğum Atay. Eğer bir roman karakteri için hüzünlenip kahrolacaksam o isimlerin başlarında gelir Selim Işık. Yaşamının son dönemlerinde mektuplarından birinde şöyle konuşuyor Oğuz Atay, hepimize sesleniyor: “Benden gerçek bir söz istiyorsan şunu derim. Başkalarının yaptığı kötü şeyler değil, senin yaptıkların ilgilendirsin seni. Gençliğimden beri bilirim ki insan başkalarındaki kötülükleri görerek iyi olmaz. ‘Sen herkesi kötülemez misin’ diyeceksin. Bana da bakma. Bende de ‘varsa’ iyi şeyler öğren.”. Son vakitlerinde, arkadaşına yemeğe gittikleri zaman banyoya geçmiş Oğuz Atay. Uzun süre ses gelmeyince Oğuzcuğum’dan, karısı Pakize Barışta kapıyı çalmış, O da “merak etmeyin daha ölmedim” diye espri yapmış. Sonra yine banyodan uzunca süre ses çıkmayınca tekrar kapıyı çalmışlar bu sefer karşılık gelmemiş, kapıyı kırınca yerde onun cansız bedeni ile karşılaşmışlar…
Tuncay Kızılaslan
Jargon
7
Orhan Gencebay-Sevecekmiş Gibisin
Mütereddit Şiir Layıksan da bilemem uzağındayım ben sevmelerin Peronlar dolusu küfürüm battım tepeden tırnağa Kimde neyi kınadıysam dolaşıp beni buldu İkimiz bir hatayız sevişmesek iyi mi ne Belki bir tür fanteziyim gerçekte ağır aksağım Bende iyi olan her şey bir tür halüsinasyon Uzaklaş kurtar kendini sonrası dramatizasyon... Ağaran her tel saçım bin saçmalık bin hata Gel sen günaha girme orta yerde buluşalım Benden eksik kalan yerde kırlangıçlar birikir Susuz kedilere su ver yazın her yer Kerbela Adımla müsemmayım Kerbela’yı iyi bilirim Sen bilmezsin ben hayatta en çok Ali’ye üzülürüm Sen benimle ağlamazsın duyarlılıklarımız farklı Gel sen benimle uğraşma bütün uğraşılar üzülür… Şimdilik sakinim ama her şey değişebilir Yeryüzüymüş gökyüzüymüş reddetmem bir ana bakar Annemden beridir kimse bakmadı senin gibi Bakma artık bakma öyle sana bakmalarıma Sana böyle bakmalarım çok anlama gelebilir Ali’nin alnına çalınan kılıcım belki de ben Ali aslında olumlu olumsuz bir sürü anlama gelir.
Ali Lidar 8
Jargon
Masar – Le Trio Joubran
Senol’un Mektubu “Merhaba. Benim adım Şenol Temizyürek ve yaklaşık 20 yıldır ölüyüm. Hobilerim arasında beyin parçalamak, müzik dinlemek, uçmak ve okumak var. Ama en çok öldürmek. İçimdeki kızgın toprağa serin su döken tek eylem öldürmek. İçimdeki öldürmek dürtüsünü durduramıyorum. Şimdiye kadar kaç yüz kişiyi öldürdüm, saymadım bile. Saymama da gerek yok. Ben aslında öldürmüyorum, içimdeki boşluğu besliyorum, o kuyuya taş atıyorum her cinayette. O orospuyu öldürdüğümde de o avukatı öldürdüğümde de hissettiğim tek şey sadece yetersizlikti. Evet, siz bilmiyorsunuz ama ölüler de hissediyor. En azından ben hissediyorum. Tamam, somut olmuyor pek ama sert bir ayazda yüzümün donduğuna yemin edebilirim. Öldürüyorum çünkü içimdeki boşluğun dolması gerekiyor. Daha fazlası gerekiyor bana, nereye varacağını bilmiyorum, hesaplamıyorum. Kendimi dünyaya atılmış pimi çekili bir el bombası gibi hissediyorum. Ölmek üzere olan insanların gözlerindeki o son parıltı yolumu aydınlatıyor ve bana bu karanlıkta daha fazla ışık lazım. İçime doğrulttuğum bir fener sanki bu dürtü. Bir bıçak şah damarıyla sevişmeye başladığında o orgazm anında fışkıran kırmızı meni beni hayata doğuruyor adeta. Öldürürken gayet soğukkanlıyım. Tabi ki lafın gelişi bu soğukkanlılık. Yoksa kanım akmayalı çok uzun zaman oldu. Genellikle kurbanlarımın son anlarına kadar ölecek olmalarını bilmelerini istemiyorum, bu yüzden soğukkanlı olmam gerekiyor. Yani bir üniversite öğrencisi karşımda vizelerin ne kadar kötü geçtiğinden bahsediyorken ben
onun kafası beyzbol sopasıyla dağıldığında nasıl görüneceğini hayal ediyorum. Hayat bu yönüyle çok güzel işte. Siz bir şeyler anlatırken karşınızdaki insanın o an neler düşünebileceğini tahmin bile edemezsiniz. Aslında tahmin edersiniz elbette ama doğru olanı tutturma ihtimaliniz neredeyse sıfırdır. Ve sıfır izah edilemez tek sayıdır. Kaç kişiyi öldürdünüz? Sıfır. Neden? Bilmiyorsunuz. Bildiğinizi düşünüyor olabilirsiniz ama inanın bana bilmiyorsunuz. Bana hümanizm soslu insan sevmek naralarından atmayın lütfen, gaz yapıyor. Zira insanın doğası insanı sevmemek üzerine inşa edilmiştir. Siz insanları sevmiyorsunuz ama üzülmeyin onlar da sizi sevmiyor. Bencillik siz yaratılırken hamurunuza karıştırılmakta en cömert davranılmış madde. Ve şiddet! Sadece bu iki maddenin enfes karışımı bile sizi doğanın tartışmasız en yok edici varlığı yapmaya yetiyor. Ama siz, nasıl denir, sadece biraz çekingensiniz. 13 yaşındaydım o çekingenlikten kurtulduğumda. İlk cinayetimde babamı öldürdüm, hayırlı evlat olmanın gereklerini yerine getirmem gerekiyordu. Babamla aramızda bir anlaşma vardı sanki konuşulmamış, adı konmamış ama ikimizin de kuralları adı gibi bildiği bir anlaşma. “Bak evlat” demişti babam en sevecen ses tonuyla “Şu baltayı görüyor musun?” “Evet” demiştim “Baltayı görüyorum babacığım.” Babam aslında benimle konuşmuyordu konuşsaydı ağzından bu cümleler dökülecekti emindim. O baltayı annemin göğsüne savurduğunda gözlerimi bile kırpamamıştım. Annem parçalarına ayrılırken de çizgi film izliyor gibi seyrediyordum babamı. Onun işi bittiğinde dönüp öyle bir baktı ki bana aynen şöyle diyordu: ”Anlaşmanın bana düşen kısmını hallettim. Sıra sende.” “Peki babacığım.” diyebilmiştim içimden, sonra alkolün verdiği etkiyle sızan babamı ve anne
Jargon
9
parçalarını toplamıştım evin ortasında. Sonrası benzin, çakmak... Ateşin ortasına oturup ölümümü bekledim. Nasıl oldu bilmiyorum, canım çok yandı, tahayyül edemezsiniz. Doğaya bıraktım devamını. Ortaklaşa bir suikast gibi görünmüştü gözüme. Evet, o günden beri öldürüyorum. Dediğim gibi, içimdeki yangına odun gerekiyor. Yakalanmak ile ilgili söyleyebileceğim şey ise şu; yakalanmak istediğiniz zaman yakalanıyorsunuz. Benim öyle sıkıntılarım yok elbette ki. Beni tutmak istediğinizde avucunuzda kalan sadece hava oluyor. Ama ben bir şeyi tutmak istersem, bırakmam. Nasıl olduğunu bilmiyorum, belli ki bir kural var ve o kurala göre benim ölümümden sonra yaşadığım hayali hayatta bazı avantajlarım var. Faka basmak gibi bir korkum yok benim yani dahası yakalansam dahi bunu bir son olarak görmüyorum. Ölmek pekâlâ bir son olarak nitelendirilebilir, ancak suçlu bulunmak mı? Yapmayın lütfen, milyarların ortak inancına göre dünya cezamızı çektiğimiz yer iken herkes bir miktar suçlu değil mi zaten? Benim sadece öldürmem gerekiyor ve yakalanınca bu işlemi durduracak değilim. Hapishanede ölümü bekleyenlere müjde niteliği taşıyor olabilirim. Hem ölüm denen nihai son pastasından daha kaç dilim yiyebilirim ki? Ben bir kere ölerek o sınavı geçtim. Artık sınav yapıyorum. İnsanlar ve değerli hayatları… Onları canlarını alırken izlemek o kadar doyurucu ki. Üç hakları olmadığını, o güne kadar peşinde koşturdukları şeylerin aslında birer hiçten öte olmadığını, ölümün işleyişindeki o kusursuzluğun farkına vardıklarında altlarına işeyişlerini, gözlerinden fışkıran korkunun hiçbir halta yaramayacağını anlayışlarını izlemek sadece birkaç saniye sürüyor ama o birkaç saniye işte bana bunu neden yaptığımı öyle bir kanıtlıyor ki devam etmem gerektiğini anlıyorum o zaman. Bıçağım bir ilkokul öğretmeninin yüzünde gezinirken çıkan o hışırtı ya da korkunun sesi ya da ölümün ayaklarını yere vuruşu sanki; o evsizin boğazı kesilirken çıkarttığı hırıltı, kendi
10
kanına bakışında gizlenen o çaresizlik beni yaşama bağlıyor. Ya da ölüme… Nasıl adlandırırsanız artık. Ölümün kusursuzluğu demişken, gerçekten kusursuz mu bu günlerde bunu çok düşünüyorum. Adil olduğu kesin ama bu adalet mülk olacak kadar sağlam temeller üzerine mi kurulu gerçekten? Ben edindiğim iş gereği öldürüyorum, ölenler dövüşerek ölmüyor çoğu zaman, toprağa da gömülmüyorlar yakmayı tercih ediyorum. O kadar asaletsiz ki ölümleri bu adalet ve acziyet birleşiminden doğan kusursuzluk ne kadar kusursuz olabilir? Her neyse. Kimisi ölürken hırıldar sadece, kimisi titrer, kimisi işer, yalvarır, insanlığını bitmekte olan bir diş macunu tüpü gibi sıktıkça sıkar dibine kadar kullanır. Bütün bunlar elbette ki ölümün etkileri, acının etkileri daha karmaşık, daha sansasyonel. Sanki öyle bir şarkı dinletiyorum ki onlara bir anda yüz ifadeleri değişebiliyor. Bu hep enteresan geliyor bana. Mesela geçenlerde bir barmeni bağlamıştım, elimdeki balyoz yardımıyla sol ayağını kırdığımda öyle bir çığlık attı ki koca adam neredeyse kırılan kemiğin sesini bastırıyordu. Ayağındaki kırıktan kan ve ilik karışımı bir sıvı akarken onu çözdüm ve gidebilirsin dedim, yüzündeki sevinci görmeliydiniz. Gidemezdi elbette. Ama o kadar inanıyordu ki yaşayacağına bu umut yüzüne yansımıştı. Sürünerek çıkmaya çalışırken arkasından yaklaşıp kafasına bir el ateş ettim. Parçalanan suratı zeminde kendi kanından oluşmuş gölete çarpıp beton etkisi yaşarken, yüzünde artık kati bir ifadesizlik olduğundan emindim. Acı insanın gerçek yüzünü gösteren enfes bir araçtır. Ben ölürken çok acı çektim, yandım, kendi etimin cızırdayarak pişmesini dinledim. Ama suratımda bir ifade değişikliği olmadı ya da çığlık atmadım. Belki de o zaman bile insan değil sadece bir hayalettim. Bilmiyorum. Şimdi ne mi yapıyorum? Şimdi en büyük katliamımı yapmak için yürüyorum. Konur Sokak’tan çıkıp Meşrutiyet’e doğru ilerliyorum. Meşrutiyet güzel isim. Sıradan Cafe isimli ismiyle müsemma kafeye giriyorum, içeride orta yaşlı sayılabilecek on iki insan var.
Jargon
Önce 12 Angry Men’i daha sonra 12 Monkeys’i hatırlıyorum, son olarak da belimdeki uziyi. Fazla beklemeden uziyi çıkarıp ateş etmeye başlıyorum. Kadro kalabalık olunca yakmak fikrinden biraz uzaklaşmış bulunuyorum haliyle. Önce garson vuruluyor. Ayakta duran garsonun kalbinin üç santim üstüne giren kurşun ortalığa mavi bir kan saçıyor. Buna önce şaşırsam da ateş etmeye devam ediyorum, bir masa ve dört kişi kurşunlarıma hedef olurken ortalığa yayılan kaosun sesini ve katliamın tadını alabiliyorum. Kaçmaya çalışan saçı örgülü ve durmadan itici bir sesle çığlık atan kadın sırtımda sakladığım katanamı çıkarıp kafasını kesince ancak susabiliyor. Başından ayrılmış gövdeden fışkıran kankırmızı kan- Sıradan’ın sıradan kahverengi tavanını usta bir boyacı edasıyla boyuyor. Uzinin şarjörünü yenileyip ateş etmeye devam ediyorum. Ölenler ve ölmek üzere olanların canhıraş dansı arasında etrafa saçılan mobilya ve et parçaları muhteşem ambiyansı tamamlıyor. Ben orkestramı şefliğimin gerektirdiği gibi konuşturmaya devam ediyorum, bir başa iki kurşun şiarıyla hareket etmeye başlıyorum.
Tam karşımda korkudan şarıl şarıl altına işeyen 40 yaşındaki herif öylece donup kalmış bana bakıyor, iki bacağına ateş edip karşımda nasıl durması gerektiğini öğretiyorum ona. Sonra kafenin en sol köşesinde hala sağ kalmış iki herifin yanına doğru gidiyorum. Masayı kendilerine siper etmiş, şaşkınlıkla birbirlerine bakıyorlar. “Selam” deyip gülümsüyorum. Sonra sağımdaki elemanın kafatasıyla soldakinin suratını boyuyorum. Katanam boyun aramaya devam ederken, diğer elemana bir el ateş ediyorum. Kalbine gelen o kurşunla yaşayabilirse bu ona ödül olacak. Cafe Sıradan, artık basbayağı ilginç bir ortam. Sağlam bir renk cümbüşü, et ve kemiğin laçkalaşmış birlikteliği ve korku sosuna batırılmış ölüm korkusu. Güzel bir karışım oldu. Son bir göz atıyorum, kıvranan kimse yok, herkes ölü. Mesaim bitti. Pencereden süzülüp uzaklaşıyorum. Hayatın bana öğrettiği tek şey ölüm oldu. Ben de öğrendiğim tek dersi öğretiyorum insanlara. Karşılarında 13 yaşında bir çocuk görünce dikkate almayan adamlar, ölürken nasıl bir hata yaptıklarını anlıyorlar.
Ahmet Keskinkılıç
Jargon
11
Başsız Bir Gövde Ya da Gövdesiz Bir Baş
Ecmel Sarıkaya 12
Jargon
Connie Francis - Never On Sunday
Yozgat, Hatice ve Her Sey Hakkında Bir güzel yıllardı ki Bir güzelim yıllardı bir görseydin Artık cenneti mecbur kılan cehennemden emin kılan diyeyim Anla beni buradan ne olur Biz o kadar fakirdik ki güya Umutlarımız karşısındaki dünya kadar Güya Hep iyi şeyler hayalledik Sandık ki doyuracak cihanı bir sulamalık yufkamız Biz o kadar güleçtik ki Sanırdık ağlasak âlem taşacak O zamanlar dünya ve dağlar ve tanrı Yozgat’ta bulunurlardı Ne kadar büyü varsa artık Hint masallarından Acem masallarına kadar Hepsi dolaylarında yaşanırdı Yozgat’ın Hepsi Ama hepsi Karl Malden ve Michael Douglas bizim sokaklarımızda düşmüşlerdi kötülerin peşine Şahin Tepesi ve Dallas filan da oradaydı Zaten ben Cüneyt Arkın’ın ta kendisiydim Ali Osman’ın hayali Clint Eastwood idi Misto’nun tepesinin hemen ardındaydı vahşi batı Orijinal çocuklardık Ta ki sümüğümüzden salyamıza Beş taşımızdan dalyamıza kadar Bir hayli çocuklardık Peter Sellers’i pembe panter yapan bizdik Ve çiğdem toplardık bazı günler Gerçekten de bazı günler Dondurmayı sekiz yaşında görmüş ve Hatice’yi yedi yaşında öpmüş bir çocuk olarak Turgut Özal bana hiç şişman gelmezdi Kısa hiç Ecevit de zayıf gelmezdi yani Oysa hep güzel gelirdi Hatice Connie Francis ne söylese mesela Ama ne söylese köyümüzü şirinler basardı Ellerinde komünist broşürlerle gelirler ve hakkını verirlerdi mavi giyinmenin Cennetin lüzumsuz olduğu devirlerdi İbiş’in bağından yolduğumuz o müstehcen elmalar Ve o afrodizyak eriklerlen Harman zamanı gâvurun tarlasında Kendimize dair ne varsa saplara O içinde kaf emziren saplara Atınca başlardı güzellik namına ne varsa
Cumartesi ne zaman cumadan sonra gelse Clemantine’e âşık olurdum Hatice’den artakalan kalbimle Oysa De Niro’nun yanağında ki o babaç bene lanet olası bir salı akşamı denk gelmiş idim Ve bilmiş idim ki dokuz yaşımda Dünya eğlenceli bir köy oluverecekti Noodles Deborah’ı fena seviyordu çünkü Deborah fena güzeldi Annem bazı sabahlar omaç yapıyordu çünkü Çayımız da oluyordu bazı akşamlar Amerika Yozgat’a müttefikti üstelik Üç tavuk yumurtasına yüz gram leblebi veriyordu Muttalip’lerin Mehmet Sırtına on üç ok saplanmasına rağmen ölmüyordu Cüneyt Ronald Reagon iyi bir amcaydı ve O’na sarı üzüm verebilirdik Minibüsümüz mütemadiyen avlumuzdaydı ve biz her yere yaya giderdik Kamyonumuz her yere yaya giderdi Ve ben biliyorum ki Pancar’ın Bekir pazar konserlerinden nefret ederdi Bütün köy Hikmet Şimşek’ten nefret ederdi ve şapka kanununa harfiyen uyardı... lardı Kısmen sevilirdi Şakir Öner Günhan ve Süreyya Davulcuoğlu Ve Guiseppe Tornatore Cennet Sineması’nı köyümüzde çekmeye karar verdiğinde Ayetel Kürsi’yi ezberlemeye karar verdim Ve ne zaman Ennio Morricone dinlemeye niyet etsem Allah’a olan imanım arttı Freud beni keşfetti (Bunun Hatice’yle alakası yok... Biraz var... Tamamen Hatice’yle alakalı…) Pazarları TRT bize uçan bir kaz verirdi Eğer ki yıkanmayacağımı bilseydim pazarları O uçan kuşun sırtında Madagaskar’a gidebilirdim Orada bir yerlerde olmalıydı peygamberimiz de Hatice sever biriydi o da Sonraydı daha sonraydı yani Ankara adında bir şehir gördüm inkâr ettim gözlerimi Daha büyükleri de var dediler iyi mi... Allah’a gücendim camiye tezek götürmez oldum Köyümüzün dünya tarafından kuşatıldığını Ve aslında Hatice’nin bir sürtük Ve bir doktor olduğunu öğrendiğimde Cüneyt Arkın’ın Tam on üç ok yedim sırtıma Hala öyle gezerim
Bana ne yapmışsa TRT yapmıştır.
Payidar Zaraman
Jargon
13
Yann Tiersen - Sur Lefil
Can Uçar Şiir Kalır göz uçar sızısı kalır artık biraz kalbini aralasan dahi yolumdan dönmem haber uçursan oradan buradan dünya bile kendi ekseninde, ben de öyleyim.
hiç görmediğin yerden bahsetmek kadar da şahane.
anlaşılan her şey değişiverirmiş matematiksel olarak ederi yüz seksen derece biraz kendimi kaybettiysem biraz hücrelerimi fethettiyse bu dert fizyolojik olarak 40 dereceye vurduysa ibrem elbet sıram gelince giderim bir bardak çay bütün kusurları silemez ki kan bağı herkesin ortak kabullenişi, eyvallah ama sana kalp bağından hiç bahsedilmemiş, belli eyvah! annem bir daha konuşmamamı söylemişti, özür dilerim.
neyse müsait bir yerde kanacak var sen gelme bak! kendini kandırabileceğin bir renk al gökkuşağından.
senin bir bakışın karıncaları ürkütür kediler çöp kutularından küfrederek fırlar arılar da kovanlarından organize uçuşla ve bir nesli tükenmekte olan tür daha çiftleşir “bu dünyaya getirmesek mi bir evlat acaba?” böyle de etkili bir bakış ya hani biraz önden, biraz dipten aa bak köşeden kesiyor seni La Fontaine bu önlenemez dışavurum ve var oluş “acaba”lardan aşağıya doğru da nihilizm şehir tabelalarına sıkılan mermiler kadar sahici
kalbini durdurmayı hiç denemeyen biri kolaylıkla terk eder. ne bilsin.
çay dökülmüş kitapların sararması çiçek kurutulmuş kitapların kabarması satırları çizilmiş kitapların bağırması bu da kitaplığımın kendi hiyerarşisi birkaçını düzeltirim elimde üşengeçliğim bir satır arasından huzursuz gelen mesaj “sadece kabullenemiyorum.” herkesin herkeste bir hakkı varmışıncı yüzyılda yaşıyoruz artık sen ile ben arasındaki hesaptan bahsedemeyeceğim bir yangında bizim defter kül olmuş ki, benim bakkal osman'a bakkal osman'ın eczacı nurten'e eczacı nurten'in sağlık bakanlığına sağlık bakanlığının ilaç firmalarına ilaç firmalarının laboratuvar virüslerine dolayısıyla benim laboratuvar virüslerine benim ne işim olur laboratuvar virüsleriyle?! hakkım olanı alıp... —iç çekme— yüzüne tüküreceklerime, yüzümü savıp... —yutkunma— baştan 13. sokak lambasında boynumu bulabilirsiniz, ruh uçar, ceketi kalır artık.
Sabri Özay 14
Jargon
Bazı Anlamlara Gelebilen Kelimeler
Tehlikeli Bir “Tehlikeli Oyunlar” İncelemesi “Uzan şu divana da sözlerimi dinle” dedi Hüsamettin Bey. “İnsanları tanımıyorsun Hikmet oğlum.” Hikmet uzandığı yerde, gözleri kapalı, albayın sözünü kesti: “Daha önce hiç karşılaşmadım da bu ülkede, ondan albayım. Siz arada bana gösterseniz…” Bazı insanlar vardır. Dünyaya gelmek için ya çok acele etmişlerdir ya da çok geç kalmışlardır ancak kesinlikle o zaman diliminin karakteri değillerdir. Tehlikeli Oyunlar tam da bu noktada başlıyor, tam da bu tanımı elbise gibi ruhuna giymiş bir karakter Hikmet Benol’la ilerliyor. Edebiyatta daha önce çokça denenmiş bir anlatım biçimiyle ancak Oğuz Atay inceliği ve özgünlüğüyle buluşan kitap, tiyatro metinleriyle başlayıp ilerledikçe monologlara dönüşüyor. Hikmet’in içsel çatışmaları seviye seviye genişleyen anlatım, monologlar ve çözümlemelerle ilerliyor. Tutunamayanlar’da gördüğümüz Olric, burada karşımıza bir nevi Hüsamettin Albay olarak çıkıyor ancak Olric gibi bir psikozun eseri değil başkarakterin komşusu, dostu, dışa vurumu. Okunması çok zor bir kitap olan Tehlikeli Oyunlar’ı kolaylamak için söyleyebileceğim şu ki bütün diyalogları Hikmet Benol’un kendiyle konuşması olarak görürseniz, her şey daha netlik kazanacaktır. Hikmet Benol nasıl bir karakter, bunun için birkaç örnek vereyim monologlarından; “...insan hiçbir şey yapmamalıydı, benim gibi… Uzun bir hazırlık dönemi gerekliydi. Daha önce toplumla yapılacak en küçük bir temas öldürücüydü.”
"Bir insanın, iyi kötü, ortaya bir eser koyması ne kadar zor, ne kadar takdire şayan bir gayrettir bilemezsin." "Ben ne koyuyorum ortaya albayım?" diye çekinerek sordu Hikmet. "Kendini koyuyorsun evladım; daha ne koyacaksın."
“Aslında biz, herkesle birlikte kendimizi de
Jargon
15
cezalandırmak istiyoruz. Bizim yaşamaya hakkımız yok, çünkü topluma bir katkımız yok, öldürmek istiyoruz.” “Beni hep durduruyorsunuz albayım. Bir gün beni kimse durduramayacak. Ve kendimi rezil etmeme izin verilmedikçe, ben de elalemi rezil etmeye devam edeceğim. Ve herkes kaybedecek bu yüzden. “ Bir noktada Hikmet Benol, Yusuf Atılgan’ın Bay C.’sine de benzetilebilir ama Hikmet’te direkt olarak bir karamsarlık havası hakim değildir. Hikmet liseyi 24 yaşında bitirmiş, çekingenliği en belirgin kişilik özelliği olan ve insanlara karşı soğuk davranan biridir. Aşk hayatı ise apayrı bir konumdadır. Sevgi ve Bilge adlı kadın karakterler kitabın aşk ekseninden yansımaları. Sevgi ile yürümeyen evliliği, Bilge ile yürüyememiş ilişkileri ve melankolinin saplantılı çukurlarında çırpınan sevgi kabarcıkları romanda aşk adına karşımıza çıkanlar. Bir yerde şöyle bir şey der Hikmet; “Bilge beni ne yapsın, ben kendimi ne yapacağımı bilmiyorum ki.” Bu cümle özetidir aslında ilişkilerin. Tehlikeli Oyunlar için Tutunamayanlar’ın aynısı, varyasyonu, gölgesinde kaldı gibi eleştiriler çok sık duyuluyor edebiyat çevrelerinde. Bana göre ise bu tamamen yanlış bir yaklaşım, Tehlikeli Oyunlar Tutunamayanlar’ın gölgesinde kalmaktan ziyade onun başka bir görüş açısından yansıması, iz düşümüdür. Son olarak şu kitabın bitiş cümleleri ve aslında Oğuz Atay’ın okuyucusuna bir eleştirisi ile bitirelim yazıyı: “Hava kararıyordu. Köşeden bir genç kızla bir genç adam göründü kol kola. Delikanlı bir şeyler anlatıyordu, genç kız da başını sallıyordu. "Bana kalırsa film biraz karışıktı," dedi genç adam. "Bazı yerlerini anlamadım." "Canım," dedi kız, "Sonunda çocuk ölüyor işte." “Aptal," dedi delikanlı, "O kadarını biz de anladık.”
Ahmet Keskinkılıç 16
Jargon
Pink Floyd – Atom Heart Mother
Tornavidaya Uzanan El İçin Şartlı Refleks Savunması
Sığındığı etek gölgesinin mantar ikliminde yeşerip, Maddenin küf haliyle örtüşen anlam Tarih, geri dönüşümlü put yıkımları üzerine atmıştır temelini. Kazma! Çünkü bu; seneler sonra algıya dank diye düşen veli ve Toplantısına katılmayan baba kadar gerekli. İşte tam da burada bu, yükseklik korkusu olan bir tırtılın Gelecek zamana dair kanat reddidir. Uçma! Maddenin küf ikliminde yeşile bürünüp, Devşirme pigmentleri ile deriye sızan kök boya Ve muhafazakar dayatmaya ilahi koro ile arya: Cenaze namazını eşcinsel robotlar kıldıracak. Şaşma! Akışkan günah çıkarma seansları ile hapsolan kareden Fırlayan imge, Nasıl olur sorusu ile istasyona giren ilk tren. Anla! Benimkisi; Torpido gözünde dinlenen anlaşılmama ihtimali. Çingene raporlu pembe, hergele bir mavi. Gövdeden ayrılan yaprağın tasarrufu kadar ince Bir sufi gibi dile gelir sessizce: Bir dilenci bir diğerine dilenir mi? Yapma! Baha Öztop Jargon
17
Zakkum - Bu Su Hiç Durmaz
Senin Yüzünden
İnsanın bildiğini ‘sandığı’ şeyi sevdiği oluyor. Keşke olmasa ama oluyor işte... Benim de oldu. Senin de olmuştur sadece seninle paylaştığını ‘sandığın’ şeylerle kendini çok özel hissettiğin anlar... Sana dair hatırladığı küçücük detaylarla, O'nun için önemli olduğunu düşündüğün zamanlar... Hadi ama, kesin olmuştur? Sonra ne oldu peki? Dur, ben anlatayım: En olmadık zamanda, gerçek tokat gibi çarptı suratına. Afalladın. Sana öyle geliyor ‘sandın’. Şimdi herkesin ortasında ağlasan, millet ne olduğunu soracak, anlatamayacaksın. Duş! Duşta rahatça ağlarsın. Su sesinden hıçkırıkların da duyulmaz hem... Girdin duşa, hıçkıra hıçkıra ağladın. Neye ağladığını bile tam olarak bilmeden... “Yapmaz!” dedin gözyaşların istemsizce akarken... “Herkes yapar ama O yapmaz!”... Sonra zamanında söylediğin bir söz düştü aklına: “O yapmaz dediğin ne varsa O yapmadı mı?”... Peki, insan kendine hiç böyle okkalı bir tokat atar mı? Atar. Keşke daha önce atsaydın. “Sandığın şeyi sevme” dediğinde... Olmadı ama, yapamadın. Gidebildiği yere kadar gitmesi seni mutlu eder ‘sandın’. Yanıldın! İn bakalım hadi, yolun bundan sonrasında yalnızsın. Ah, affedersin; hayatında daha önce tatmadığın bir boşluklasın. O boşluk, “Ne yapıyordum ben O'ndan önce acaba?” kadarsa, geçmiş olsun; yandın. Yanıyorsun. Yanacaksın! İçin için... En olmadık şarkılarda ağlayacaksın. O sızı hiç dinmeyecek ‘sanacaksın’. Ama bu kez haklısın. Neticede insan bir kez aşık olunca, bir kez O’na doya doya bakabilmek için uyumadan uyanınca hayatı değişiyor. Değişti. Her şey... Şarkılar, filmler, kitaplar şimdi daha güzel. Ve ben artık hepsini senden çok seviyorum...
Ezgi D. 18
Jargon
Pixies - Hey
VALENTIN
Mahcupyan’ım her can ermez bu sıra Sinemada servet verdim mısıra Ne vaht gelir bilmem bize bu sıra Nerde hani bizlere kız Valentin? Çiçek alsan nazlı yare yetmiyor jartiyerler hayalımdan gitmiyor para eksen topraklarda bitmiyor sanki yolunacak kazız, Valentin! İt köpeğe nikâh İcap etmez kız İnanmazsan aç Aşığın elinde
kıydın ne diye? kısmına hediye bak Vikipedi’ye sazız, Valentin!
On liraya aldığım güller soldu Romantik ortama amele doldu Avrat bulaşığı yıkamaz oldu Asıl büyük keriz biziz Valentin. Bilet alsam gücüm yetmez tamına Can dayanmaz akaryakıt zamına Sevgilinin günü m'olur hıamına?! Koyim senin ibne aziz Valentin!
Marko Mahcupyan Jargon
19
Ados - Kemancı
BİR GÜN SEN DE AYNI ŞEYLERİ SÖYLÜYOR OLACAKSIN
30 Şubat’a kadar seveceğim insan’lar var. –Sabri Özay Daha başka olabilirdi. Daha başka olmalıydı. Her gün ısrarla geçtiğin bu sokakta daha başka bir yürüyüşle geçmeliydin. Başın öne eğik olmayabilir, ellerin parkanın ceplerindeki bir gram ruhsuz sıcaklığı aramayabilirdi. Suçlusu kim? Bu bir suç mu ki hem? Kimden nefret edeceksin veya kime kızacaksın? Bu sorular asla cevap vermediğin, vermek istemediğin veya veremediğin türden sorular biliyorum. Öyleyse niye soruyorsun aklını siktiğim? Cevapsız sorularla kendini çıldırtmayı hep sevdin çünkü. Kimi zaman o sokakta, aslında yeteri kadar geniş fakat insanlarla dolduğunda daracık olan o sokakta, başını kaldırdığın da olmuştu ve bu da ruhunu köprücük kemiğine sıkıştıracak kadar daraltmıştı içini, tıpkı o sokak gibi. Yan yana yürüyen insanları gördükçe, onlar senin yanlarından her geçtiğinde yalnız ruhuna bir sızı daha misafir oluyordu. Hep ve istisnasız. Neden? Cevap çok açık. Yine de bunu sana sorarlar. Ben de sorarım ama puştluğuna falan değil. Evet, seni biliyorum dert etme, devam et. Teşekkür ederim. Herkes cevabı bilir fakat nedendir bilmem, kendilerini zeki mi sanırlar seni saf mı görürler bilinmez, cevabını bile bile sorarlar. Sense sessizliğin şampiyonlar liginde 1e 250 oranla finale koşarsın. Kimseye ihtiyacın olmadığını bildiğini sanıp kendini kandırman müthiş bir enerji gerektirirken, bütün ihtiyaçlarının temelinde saklı olan şeyi görmek çok basittir aslında. Kendini kandırmayı bıraktığında soruları cevaplıyorsun. Bir gün bu şehri terk edecek olma ihtimalini kafanda senaryolaştırıp bir karakterini daha bilinçaltındaki çukura gömüyorsun. Üzerine çarpı atılmış fotoğraflara bir yenisi daha… Yeni bir albüm almalıyım. Pişmanlık yok. Hayatta yaptığım seçimler beni bir yere getirecek, buna kader diyorlar, o halde ne için pişmanlık duyayım ki? Kısmet işte. Kaderde kısmette yokmuş veya kaderde kısmette böylesi varmış deyip geçmem gereken anları seçip önüme atıyorum en çaresiz anlarda. Omuzlarımın düşük yapmasına neden olan ne varsa atıp doğrulmak seçebileceğim en güzel yol. Buna neden olan her ne varsa her kim varsa, asla intikam duygusuna sahip olmadım kin gütmedim bundan sonra da bunları yapmam, "eyvallah" deyip geçeceğim. Yıllar sonrasına konsantreyim, yarın öleceğimi isteye isteye. Eskiden iyi-temiz-saf bir kalbi olduğunu hisseden bir erkeğin onuruyla karşı karşıya kalmayı asla istemezsiniz. Sakat bıraktığınız her iyilik, her temiz saf duygular için birer parça onurla karşılaşacaksınız. Kimse bunu fark etmeyecek. Siz bilmiyorsunuz, ben gördüm...
Tuncay Kızılaslan 20
Jargon
Evgeny Grinko - Вальс
TUfekler ve Bal ''şiir bir kitle imha silahıdır''
O kadar çocuksu yaklaşıyoruz ki balım, dünyaya, Tişörtlerimiz pis! Dizlerimiz hep yara! Haberimiz yok ölümden, günahtan, katillerden inanıyorum bir gün, ödüncümüzü alacağız devletten! Biliyorsun, seri katilin şakaları kadar komik senaryolar da vardır, çünkü ben, bunları hep yazarım, günde üç defa mütemadiyen kendi kafama silah dayarım, ne yazık ki demiyorum ama bunlar patlamamıştır, boğazımıza dayanan bıçaklar hepsi alman yapımı, paslanmıyorlar! Bir seri katil böyle şaka yapar, işte tam böyle, kıyıya vuran tüm gemiler, biraz yük biraz da Somali'li taşır ve hep birlikte oturup ağlarız. Hiç komik değil kabul ediyorum hem de hiç! şehirlerimin altında tam sayısını veremediğim, tiyatrolar gömülüdür, dinamik hikayeler, daktilo ile yazılır, rol yapmayı beceremeyen yamyam, her perdenin başlangıcında tabancalar, ve o tabancalar; Çehov'a inananlara selam olsun, Uykumu böldüm, kalkıyorum vakit dar, beynimde çürüttüğüm yüzmilyonlarca leşim var, baş ağrısı yapıyor arıkovanım, bir çıkar yol bul! kapıyı açıp birkaçyüz kilometre koşasım ve yüreğinden öpesim var. Beraber öreceğimiz duvarlar, çıplak etinde unuttuğum, mağaralar ve mağaralar, insanlığın doğuşunu tanımlarım, hem de yattığım yerden, bana bir tüfek verin, ben akıl oyunu bilmem! Beş dakika soluklanayım, şehri tanımaktan geliyorum, üstümde anlam veremediğim garip bi' endişe hakim, sokakta afişler yüz hatlarımız belirgin, kapıyı çalan müfettiş, ah benim siyah beyaz filmlerim. Oysa daha çocuktuk balım, Ne tüfek bilirdik ne tabanca, Oysa daha çocuktuk, 2000 sonbaharında, büyürken öldürülen, siyasi suçlu, idam sehpasında, henüz terk edildik, çıplak bir kadın tarafından 97 yazında.
Hasan Ay Jargon
21
Muse – New Born
KanatlaRImIZ Yoksa Ne OlmUS ?
topuklarıma bir kutu kaldırım sık yolun ortasında yürüdüğüme bakma bakma geliyor araba —ların ezdiği yerlerime dilim dönmüyor pestilim be gülüm, hakkım yükselmiyor kentin yeni sahipleri selam —selam size pirim! arabalar yorumlanmak istemiyor— kafan fışkırıyor camdan bir anda saçların ezildiğim arabadan bir anda saç diye çıkıyor saçların o anda rüzgar: —merhaba kafa, kimlerdensin? arabalar üzerimden geçerken o çocuğu! değil, saçlarından tutup seni çıkarıyorum bizlerdensin arabanın içinden çıkarıyorum bizlerdensin üstüne, daha üste çıkarıyorum bizlerdensin —merhaba kafa! topuklarımızda kaldırım kokusu uçuyoruz parfüm şişesi bitmiyor, güneş bitmiyor kaldırımlar sökülüyor saçların bitmiyor uçuyoruz — kenti arabalara self self —yayaysak ne olmuş? maalesef babalarımız arka koltuk camından hiç kafalarını çıkartmamış —sa ne olmuş?
Süleyman Gencaver
22
Jargon
Göksel – Rüzgar
GİZLİ ÖZNE
“Günde sadece 10 dakikasını bana ayırsa gelmiş geçmiş en mutlu adam ben olurdum” diye geçirdi içinden. “Düşünsene haftada 70 dakika eder, 1 saatten bile fazla.” Kendisini eksik hissediyor, ağzına kadar dolmuş bir sürahi edasıyla yakınlarında kendisini biraz hafifletebilecek bir bardak arıyordu. Yıllardan beri yaşadığı orta halli mahallesinde çalabileceği pek fazla kapı yoktu. Bir seferinde aklı dertler ile mücadelede iken denizin hemen kenarında derme çatma bir evde yaşayan amca geldi aklına, ona gidip derdini anlatabilirdi. Bir de kapı komşusu yaşlı teyze vardı ki o teyzenin tek marifeti elmalı kurabiye yapabilmesiydi. Dert dinleyemezdi, tavsiye veremezdi fakat elmalı kurabiyenin pudra şekeri miktarı konusunda hayli cüretkârdı. “Canım tatlı bir şey değil, sadece biraz konuşmak istiyor” diye geçirdi içinden. Gecenin o saatleri kimi için oldukça uğursuz gelebilir fakat O, bu sakinliği çok seviyordu. Zaten fazla çeşit sunmayan ihtimallerinden en mantıklı olanı seçti ve deniz kenarına doğru hızlı adımlarla ilerledi. Hızlı yürümek onun için bir terapi gibiydi. Bazen diline bir şarkı dolar, adımları ile de tempo tuttururdu. Saatlerce yazdığı günler geceler olmuştu, bulduğu kağıt parçalarına, ders kitaplarının ilk bakışta fark edilmeyecek boşluklarına, otobüs biletinin damga vurulmamış sarı renkli aralıklarına, hatta bir keresinde öğle yemeği sırasında tepsisinden artırdığı bir peçetenin üzerine bile birkaç şey yazdığı olmuştu. Yarasının kabuğunu eşelemeye çalıştığı akşamüstlerinden birisini daha yaşıyordu. Aynı anda hem sorun hem de çözüm olabilmenin çıkmazını en derininde hissediyordu. “Faydası dokunmayacağını bile bile yardım etmek, sokakta köşe başlarında 40 tanesi 1 liraya satılan yara bandı gibi, hayli gereksizdi” O’nun için. O gün koparttığı takvim yaprağında 22 Temmuz yazıyordu. Takvime veya daha geniş çapta zamana güven olmayacağını gayet iyi biliyordu. Çünkü, her şeyin fazlası gibi zaman da aşırı doz kullanıldığında zehir etkisi gösterirdi. Aklındaki sayacın ne denli hassas olduğundan şüpheleri vardı, o günün üzerinden kaç takvim yaprağının geçtiğini tahmin etmeye çalıştı. Aklında 541 gibi bir sayı vardı, önceki günün 540’ından artıp gelen. Onu son görüşünün üzerinden 3 gün, sesini son duyuşunun üzerinden 64 saat ve ne denli yüreğine dokunduğunu hissedeli saniyeler geçmişti. Zira gözlerini yumduğu her sefer karşısında beliriyor ve o her zamanki hafif tebessümünü yüzüne takınıyordu. Hislerinin beyin diktatörlüğünden firar etme başvurusu çoktan yapılmış, ilgili dilekçe yürürlüğe girmeye hayli yaklaşmıştı. Seri adımları onu sahile kadar götürmüş, barakaya gelmişti. İkindi saatlerinde poyraz esmiş olmalıydı, dalgakıranın ardı hep ıslak görünüyordu. Barakanın yanındaki birkaç orta boylu cılız ağacın arkasından yaşlı adamı fark etti. Sigarasını yakmış, kendisini dalgaların tınısına bırakmıştı. Yavru bir sokak hayvanını ürkütmemeye çalışır gibi hareketlerle yavaşça yaşlı adama yaklaştı ve bir yolunu bulup konuya girdi.
Jargon
23
İlerleyen birkaç saat içerisinde birbirlerine sevdikleri kadınları tarif ettiler. Sadece kadınları değil elbette, neler hissettiklerini de. Aslında ikisi de birbirini tam anlamıyla dinlemiyordu, sadece anılarını tazeleyip bir şeyler anlatmanın ferahlığına erişmeyi umuyorlardı. Yaşlı adam anlattıklarını desteklemek için bir hazineden bahsetmişti. Barakadan içeri girdi, biraz gürültü duyuldu, birkaç kitap veya karton kutu devrilmiş olmalıydı. Elinde bir defter ile geri geldi. “Bahsettiğim hazinem bu işte, merak ediyorsun değil mi?” diye sordu. Deli gibi merak ediyordu ama hoşlandığı kızın anı defterini çalmaya çalışan ilkokul talebesi gibi bir intiba bırakmayı da istemiyordu. “...Yazılanların bir yere varması değil de, en çok yazmak bir yere vardırıyor mu onu merak ediyorum.” diye sordu. Yaşlı adam izmaritlerin efendisi edasını takınıp sigarasından derin bir nefes çekti, birbirlerini kovalamayı günün eğlencesi olarak belirlemiş martıları seyre daldı. “Dilimin ucu oldukça kalabalıktır benim” dedi. “Sanki gözlerim görüyor, ruhum kıpırdanıyor ve bir şeyler gırtlağımdan dilime doluşuyor, ucunda bir yerlerde birikiyor.” “Bazen sevdiğini söyleyebilmek bile monotonlaşır.” dedi yaşlı adam. “Karşına en olağanüstü görünüşüyle oturur. İşte o an öyle bir tutukluk yaşarsın ki, keman olsan tellerin, yazar olsan kaleminin ucu, esnaf olsan elindeki bozukluklar kopar, kırılır, yerlere saçılır. Adam akıllı bir şeyler söyleyebilmek için defalarca zihninde tekrarladığın cümleler öyle bir hızla uzaklaşır ki oradan, ardında bıraktığı rüzgârla için üşür, bir yudum sıcak çaya muhtaç kalırsın. Ve bilirsin ki dertleşmenin resmi içeceğidir çay. Veya bir şeyler paylaşmanın, içini dökmenin. Kaç şeker attığına bağlı olarak değişir ruh halin. Veya o yudumları kiminle içtiğine göre. Hatta ve hatta o sefer çayları kimin tazelediğine göre bile farklılık gösterdiği olur.” Yoktan yere sabah erken kalkmış gibi sersemlemişti. Ne diyeceğine karar vermekte güçlük çekiyordu. Bir keman virtüözünün ifadesiz yüz hatlarını taklit ediyor gibiydi. “Şu martıları görüyor musun ?” diye sordu yaşlı adam. “Belki de konuştuğu martılar vardır, onları bulup tanışabilmek için neler vermeye hazırdım bilemezsin. Hem belki o martılar da şahit olmuştur güzelliğine. Aslında tam burada durup beklemek var, madem ben o martıların yerini bilmiyorum, belki onlar gelip beni bulur.” dedi. O ise kendi pantolon cebinden birkaç hafta önce yazmış olduğu buruşuk bir kağıdı çıkardı, zorlukla düzeltti ve oldukça kısık bir sesle okumaya başladı. Bir yandan duygu yoğunluğu sıralamasında hezimete uğramaktan çekiniyordu, öte yandan paylaşmak için sabırsızdı. “Sana uzun uzun yazmak istiyorum, yazıyorum da. Sonra dönüp tekrar baktığımda birbirine dolanmış kelimeler, düğümlenmiş cümleler görüyorum. Bunlar seni anlatacak güzellikte değil deyip o an üstlerini çiziyorum birçoğunun. Henüz bulamadım sen kadar güzel sözleri, ama denemeye devam, elbet bulacağım. Zihnime sipariş verdim seni anlatacak güzellikte kelimeler bulsun diye, Uzun süreler bekledim Uzun geceler Hep uzun… Meğer lezzetli yemekler kısık ateşte pişermiş, Cevaplar da göz ardında bir yerlere saklanmaya hevesliymiş...” Ceketinin iç cebinden çıkan başka bir kağıtta ise; “Senin dudaklarından duyana kadar ismimi sevmezdim. Gözlerin bana bakana kadar bakışlarım kaldırım taşlarındaydı, Ya ellerin, Ellerinde iz veya ben olanlar marifetli olur derler. Haklılar da. En büyük marifetin mutluluk bahşetmek, gel de doldur içimi...” yazıyordu.
24
Jargon
Yaşlı adam, defterini o gece O’na emanet etmişti. Kendi geçmişini hatırlamak için o sayfalara ihtiyacı yoktu, bir süreliğine ayrı kalmalarında bir sakınca görmedi. Özellikle de emanetçisi o denli arayışta olan bir genç olduğunda. Tempo tutarak geldiği yolu koşar adımlarla geri dönmüş ve rekor sayılabilecek bir süre içerisinde evine ulaşmıştı. Bir an önce defterin sayfaları arasına kendisini bırakmak istiyordu. Yer yer dikişleri hafifçe sökülmüş koyu kahverengi koltuğa oturdu, bir ayağını uzattı. Artık defter ile arasında hiçbir engel kalmamıştı. Yazdığı her şeyi hızlı ve özensizce okumak, ona karşı yapacağı ciddi bir saygısızlık olurdu. Bu yüzden hikâyesini öğrenebilmek için sır gibi sakladığı not defterinin sadece ilk ve son birkaç sayfasına bakmaya karar vermişti. Kenarı yağmurda ıslandığı belli olan ilk sayfalarından birisini açtı. “Mutlu olmak veya kırgınlık hissetmek için yaşadığım söylenemez, Benim sırf sen uyandın diye gözümü açtığım sabahlar var.” yazıyordu. Hemen sağındaki yarısı boş bırakılmış sayfada ise “Dilinin ucuna gelen kelimeleri hedefine dökemedikten sonra, ruhunu şarkılarda, notalarda arasan neye yarar ?” demişti. Sigara dumanı sponsorluğunda geçen sıkıntılı gecelerinde defteriyle dertleştiği besbelliydi. Hem yazdıklarından, hem de kesif kokudan. Son sayfalara gelmeden kucağında eski defter ile uyuyakalmıştı. Çok rüya gören birisi değildi ama şansının döndüğü gece o gece olmalıydı. Kenarları hafif buğulu bir açık hava sineması ekranı edasında gördüğü rüyayı sabah hatırlamakta pek güçlük çekmedi. Rüyası, pembe giysilerin çok yakıştığı bir kız ile birlikte şu replikleri barındırıyordu, oldukça net bir şekilde hatırlıyordu. “Gelirken bir şişe içerisinde deniz getirsene bana, kokusuyla birlikte” dedim. Kendisi kadar zarif cevabı şu oldu; "Sadece ben gelsem olmaz mı, hem belki deniz kokusu üstüme sinmiştir ?" Merakına yenik düştüğü o son sayfalara bir kez daha göz atıp günlük hayatında yapması gerekenleri devam ettirmeliydi. Uyurken kaybettiği sayfaları buldu ve iştahla okumaya devam etti. Yaşlı adam büyük finali de O’na anlatmaya çalıştığı hikâyesine yakışır şekilde son sayfalara saklamıştı.
“Yıllar boyu yazmak istediğim her şeyin beden bulmuş halisin sen, Kurgulamak istediğim, Yaşamadan tahmin etmeye çalıştığım satırlarımsın. Elbet gün gelecek ve tamamen seni izah eden söz öbeklerini keşfedeceğim, Sadece biraz vakte, Sadece biraz sana, Sadece sana ihtiyacım var.”
Yusuf Zeren
Jargon
25
Çizim: Ecmel Sarıkaya
26
Jargon
Baba Zula – Bir Sana Bir de Bana
Kaburgamdaki Kafes çok güzel şiir yazıyorsunuz bayım iki kaşınızın arasına hayli yaraşacak aşırı kalibreli mermiler tanıyorum. siz olsanız nokta dersiniz, virgül dersiniz ya da ne bileyim soru işareti? ben oldum dedim ki; beyninize yapışan bir yosun düşünün. siz olsanız mideniz bulanırdı, kaşınırdı fikriniz ben oldum nörolojik bir anevrizmaya rastlanmadı. Görülmüştür. çok güzel şarkılar söylüyorsunuz bayım iki göğsünüzün soluna çok kalifiye notalar biliyorum kuş gibi ötecek ben ordaydım bayım, ben ordaydım ben orda ortadaydım, elimde çıkıntı bir revolver siz olsanız alın yazısı derdiniz, ben ordaydım dedim ki gözüme bir şey kaçtı gözüme bir şey kaçtı dünya flu yardım edin elim titriyor bayım, elim titriyor sevda çok kalibreli bir silahtır çünkü. Canım yanıyor bayım, canım yanıyor, canımın yandığı yerden tüten sıfırı kim hesaplıyor bilmiyorum inanın. Kuşlar uçuyor bayım kuşlar yeni bir dünyanın kanıtıdır kaburgamın içinde çırpınan bir tevekkül var yalvarmıyorum, gelin, çok zor dayanıyorum. Okunmuyor kirpiklerimden sızan harfler, sızan harfler ki yeni bir dünyanın kanıtıdır, ölüme çaktığım kibritin kurtuluş hayatın yeni bir tanımıdır. bir çay kaşığının birleştirebileceği sınırları düşündünüz mü ben düşündüm fazla efor gerektiren hasretler tebelleş olurken omzuma sonra dedim kendime ki genelde kendime derim bırak bu bit kadar dünyada sevda patolojisini bir şeker daha alabilir miyim?
Gün Öz Jargon
27
Jefferson Airplane – White Rabbit
Bir Kadının, Sıradan Bir Yatak Gıcırtısından Kendine Kitaplar Yazabilecek Ayrıntılarını Yok Saymış Gibisin Susuzluğunu bir kadının rahmine gizleyip Avuçlarında intiharı yalamıştı bir kedi İsle kirlenen çarşaflara, kasıklarınca öyküler damıtılmış Kanla yazılan öyküm bir kedinin bakışlarından içilmişti Bıçkın bir rüzgarı bileyliyordu Tanrı Tanrı taze bir menekşeye benziyordu Teninle harmanlanmışken uykum Kanıksanmış bir sevişme senden uçurumlar dileniyordu Nefesinin buğusuna saklayıp da öpüşmeleri Bir uyku boyu yol almak yine bana düşüyordu Ben o sardığın kadın, Ben tüm kadınlarını dokunuşunda hissetmiş kadın Kokundan sarhoşluklar beslediysem de Tenin tenimden ayrışmıyordu —oysa ben her vakit severim birazBütün kadınlarınla sevebilmek seni Dilendiğin uçurumlarca hissiz bir rüyada can bulsun diye tenim Her vakit kadınlarına kaparım gözlerimi Ben her vakit biraz sana gelir Seni severim Dokunurum Öperim Sen dokunma diye Sen koklama Sen sevme diye Ben her vakit gize sığınır Sana sığınır Sığınır Giderim —tüm kadınların gibi, giderim—
Merve Üzel 28
Jargon
Xzibit - Paparazzi (Instrumental)
iki kere iki
sahillerde sarmalanıp kundaklanan bebeğin gölgesinin denize düşmesidir. iki kere iki dört etmez bana göre. sapasağlam iki kere iki var sevda eşittir iki kere iki. kucağımda büyük, tanınmaz öfkeyle bağır çağır bitmiyor gece. uzun tutuyor tanpınar saatleri bahçesinde dakikalar, saniyeler olan enstitüde. iki kere iki ya kalbin her vuruşu, en sağlam nerdedir bu darbe, çünkü inen kılıçların kanıyla yıkanmıştır gökteki her duanın savruluşu. sarpa sararak yolun başında şarkıyı kucağımda büyük bir iştiyakla sana, sarıl sarıl bitmiyor bu fotoğraf. çıkartıyorlar kalbimden yaralardan sargıyı bir de sevda eşittir iki kere iki. bitmedi bu işlem, zulada kader de var örümcek ağından ince sana doğru gerilmiş ipin ucunda, var bir şeyler gözlerinde elbet, biliyorum. sokağın başlangıcı burası, tarif edilen yol. azığım eksik, aklım kıt, ne var bunda? sarmayalıyorum hala kelimeleri, takıldım yine; bir de sevda eşittir iki kere iki.
Ramazan Öztürk
Jargon
29
REPLIKA — Bir fanzin nedir? Neden gülüyorsun sen? — Fanzin çıkarabilmek benim çocukluk hayalimdi, efendim. Sonunda bunu yapabildiğim için, çok mutluyum. — O kadar hevesli olma. Fanzin’ i tanımla. — Bir fanzin, insanın alışılagelmiş edebiyatın dışında yeraltında gördüğü herhangi bir şeydir. — Daha ayrıntılı, lütfen? — Yeraltı edebiyatının amatör ruhları diye tabir ettiğimiz şeydir fanzin. Sıcak günlerde, bir sayfa çevirirsiniz, serin kafiyeler gelir. Şiir, bir fanzin! Kilometrelerce uzaktaki arkadaşlarınızla konuşursunuz. Öykü, bir fanzin! Saniyeler içinde milyonlarca duyguyu anlatırsınız. Kelimeler, bir fanzin! Etrafımız duygularla dolu. Sevgiden nefrete kadar hepsi fanzin! Aynı duygular içinde aşağı ve yukarı. Aşağı ve yukarı… — Tanım dedim sana. — Ben de tanım yaptım, efendim. — Yazılarında bunu mu yazacaksın? Bu bir fanzin, aşağı yukarı… Aptal! Başka tanımlayacak olan?.. Evet? — Efendim, fanzinler çeşitli yazınları bir araya getirmiş parçalardan oluşan bir bütündür ve bu da demektir ki, özne ve yüklem, kafiyeler ve devrik cümleler, matbaa dışında fotokopicilerle iş birliği yapması, dağıtım ve ulaşım gibi olaylarda aktarılabilir ve dönüştürülebilir hale getirilir, özellikle de az ya da çok komplike olarak, bağlantılı öyküler kombinasyonundan, ya da şiir, makale, deneme gibi önemli parçalardan oluşan yapılardır. — Enfes. Mükemmel. Oturabilirsin. — Teşekkürler. … — Efendim, ben de aynı şeyleri, sadece daha basit bir dil kullanarak söyledim. — Daha basit bir dil istiyorsan, git başka yere yazıl. — Ama efendim, anlamını da bilmemiz gerekmiyor mu? Sadece kitaptaki tanımı ezberlemenin anlamı nedir ki? — Kitaptan daha mı zeki olduğunu söylüyorsun? Geçmek istiyorsanız, kitaptaki tanımı yazacaksınız, küçük bey. — Ama başka kitaplar da var… — Çık dışarı! — Neden? — Daha basit bir dille, dışarı! Aptal! Evet, fanzinlerden bahsediyorduk… Neden geri döndün?!! — Bir şey unutmuşum efendim. — Ne unuttun? — Görsel ya da dokunsal yollarla; aydınlanma, anlama, bilgiyi artırma, beynin duygularını harekete geçirmek amacıyla yapılmış olan; resimli, resimsiz, fotokopi kapak, standart baskı, renkli ve siyah-beyaz türleri olup; içerisinde önsöz, tanıtım, muhteviyat bulunan; duyguları kaydeden, analiz eden, özetleyen, organize eden aletlerdir. — Bu da ne demek? — Fanzin, efendim. Fanzinimi unutmuşum, alabilir miyim? — Neden daha basitçe söylemedin? — Az önce denemiştim, efendim. Ama basitçesi işe yaramadı.
Bkz: 3 İdiots
Tuncay Kızılaslan 30
Jargon
Çizim: Tufan Kızılırmak