bir
yaşında
|
haziran ikibinondört
| sayı sekiz
Bu sayı Soma’da hayatını kaybeden işçilerimiz ve geçen yıl kaybettiğimiz Gezi şehitlerimizin anısına adanmıştır.
Başlarken
Selam, n’aber? Biz de iyi değiliz. Varsayımlardan yola çıkarak konuşmayı severim, varsayımlardan yola çıkarak yazmayı daha çok severim. İyi değiliz. Umudu besleyemedik, karnı acıktı, açlıktan ölmek üzere belki. Spesifik olmayacağım çünkü kötü olan bir şey yok, hemen hemen her şey kötü. Her şeyden öte üzgünüz, kırgınız ve kızgınız. Ülke tarihinin en büyük iş cinayetlerinden birisi yaşandı geçtiğimiz günlerde, Soma’da resmi rakamlara göre 302 kişi madende hayatını kaybetti. Tabii öyle 302 deyince rakam gibi görünüyor. Birilerinin babası, abisi, nişanlısı, dayısı, amcası, oğlu… öldü. Uyduruk denetlemeler, güvensiz çalışma koşulları, sorumsuzluk… Hepimizin başı sağolsun. Fanzini de unutmadık bunca zamandır. Hep aklımızda. Ancak zor zamanlardan geçiyoruz, ilgilenemiyoruz. Epey uzadı ara. Belirli bir konumuz yok bu sayı. Daha çok bir antoloji gibiyiz. Her telden. Deneme var, öykü var, şiir var, çeviri var. Said Büyükarslan bu sayıda Always for the First Time isimli André Breton şiirini çevirdi. Zannediyorum ilk kez Türkçe’de. Payidar Zaraman yeni bir şiir ile buralarda: Şamaluya. Daha neler neler… Bu kadar takdim yeterli. Bence okuyun. İyidir. Eser filan göndermek isterseniz word belgesine yazıp jargonfanzin@gmail.com adresine gönderebilirsiniz. Sağlıcakla.
Jargon Fanzin yayınları – 8 Fanzin – 8 Kapak Tasarımı: Ahmet Keskinkılıç | İç Çizimler: Ecmel Sarıkaya & Agnes-Cecille İmtiyaz Sahibi, Editör: Ahmet Keskinkılıç & Tuncay Kızılaslan Redaksiyon: Tuncay Kızılaslan Baskı: Merdivenaltı Basın Yayın. Siz basın yayın. Evet evet, siz, gidin fotokopicide basın. Jargon Fanzin Yayıncılık Ticaret ve Sanayi 2014 Sertifika no: Bir numaramız yok. Bütün yayın hakları acayip bir yerde. Sakladığımız yeri bulursak saklayacağız bambaşka yerlere. Kaynak gösterilerek tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dahil yayıncının yazılı izni olmaksızın her türlü çoğaltılıp dağıtılabilir. Hiç sıkıntı değil. İsim kullanmazsanız vebalimiz boynunuza! Ankara | 2014 Jargon Fanzin http://www.facebook.com/JargonDergi http://www.twitter.com/JargonDergi http://jargondergi.tumblr.com
syf 1
Muhteviyat 3
Acılar Kalanlarındır Alper Gencer Sürü Şeyh Şamil Bektaş
Faruk Ünalan
4
Painladder Genç
5 7
Bayramlık Ayakkabı Ali Lidar Şamaluya Payidar Zaraman
9
Deplasmanda Zaman Geçirme Çabası Tuncay Kızılaslan
Asimetrik Ambargo Ahmet
Keskinkılıç Kolye Sabit Emre Zengin
11
13
Bir İntihar Kurgusu İçin Requiem
Baha Öztop
18
Milyon Boyut Sen Süleyman Sabri
Mesele-i Verd Feyz Kariha
17
Para, Daha Çok Para ve Kadın
Her Zaman İlk Defaymış Gibi | Always for the First Time
André Breton|çev. Said Büyükarslan
Fena Halde Aleykümselam Ömer
21 22
Zamanını Aşan Saat Melek Sağınç Bir Tane Fotoğrafın Ozan Çakır Üç Çisem Bakoğlu
26
Beş Pilot ve Bir Kamikaze Tuncay
14
Clarice'e Mektuplar İsmail Altuntaş
15
syf 2
Kızılaslan
27
20
24 25
Acılar Kalanlarındır Alper Gencer seher'e ve nazmiye'ye...
somadan şeyler bunlar madenler de kapıdır siyah burçlara bir madenci mesela eksi yedinci dipleri düzeltir keşmekeş hep yukarıda bir adamın elleri ağacından nar topluyorsa yokluğun madencidir o madenciler adam olur karıları çocuklarının annesidirler meşakkatin talibi olur canlar ta mağmadan uzaya oysa sofra gönüldedir göz yaşından sular dolar testiye babasız kalmış çocuklar evvel yürürler bilinir madenci çocukları çabuk büyürler o gece sapsarı bir dolunay vardı nihal'in resmindeki sarıdan ölüler toprağa rahmet diye düşerler acılar kalanlarındır vesselam
syf 3
Sürü Şeyh Şamil Bektaş Hele bir yeşili görsün düşünmeden koşar sürü bir de çobanı deh desin şaha kalkar coşar sürü Bir ikisi önde gider diğerleri takip eder evde yatsa ne fark eder? el aklıyla yaşar sürü Bazen çayırlarda hoplar kimi darı, çenger toplar arıyı, ağayı, beyi pohpohlar bir acayip beşer sürü Tut başından, bas enini iste değişir dinini öptür kirli eteğini şeref sayar şişer sürü Aslen eşref-i mahluktur akıl terazisi yoktur kullanılmaya müstehaktır adam saysan şaşar sürü
syf 4
Her Zaman İlk Defaymış Gibi | Always for the First Time André Breton | çev. Said Büyükarslan Her zaman ilk defaymış gibi Seni bilmeklerim zar zor gördüklerimden ibaret Geceleyin bir vakit eve dönersin, penceremden bakınca görünen Tamamen hayali bir ev Her an orada duran Durgun bir karanlıkta Bir kez daha büyüleyici bir ayrılığın gerçekleşmesini beklerim Bir ve tek ayrılık Dışımda ve kalbimde Sana daha çok geldikçe Aslında Daha çok şarkı söylüyor anahtar bilinmeyen bir odanın kapısında Benden önce yalnız göründüğün o yerde Önce aydınlıkla tamamen birleştin Perdenin yakalanması zor bir açısında Yasemin tarlasıdır Grasse yolu kenarındaki, şafak vakti gözlerimi diktiğim Kızlarının çapraz meyille toplaştığı Arkalarında bitkileri soyup arındıran koyu, devrilen bir kanat Arkalarında T-cetveli göz kamaştıran aydınlık Perde görünmez bir elle kalkar Tüm çiçeklerin toplaşıp bir araya geldiği bir coşkunlukta Uyuyana kadar yeterince kararmayan o uzun saatlerde, sensin kavranan-idrak edilen Sen, sanki senmişsin gibi Tıpkı sen, seninle hiç tanışmamışlığım hariç Seni izlediğimi bilmiyormuş gibi davranıyorsun Ne harika, artık bunu bildiğinden de emin değilim Avareliğin gözlerime yaşlar konduruyor Her hareketini kuşatır yorumlar yığını Bu bir tatlı özsuyu avı Güvertede sallanan sandalyeler Ormanda seni tırmalayacak dallar Bir dükkan camında Notre-Dame-de-Lorette sokağında Uzun çoraplara giyilmiş iki güzel çapraz bacak Büyük beyaz bir yoncanın ortasında alevlenmiş Orada bir merdiven, sarmaşığın üzerine konulmuş ipeksi bir merdiven Orada Uçurumun üzerine yaslandığım Varlığın ve yokluğun umutsuz bir birleşmede Sırrını bulmam Seni sevmenin Her zaman ilk defaymış gibi
syf 5
Always for the first time Hardly do I know you by sight You return at some hour of the night to a house at an angle to my window A wholly imaginary house It is there that from one second to the next In the inviolate darkness I anticipate once more the fascinating rift occurring The one and only rift In the facade and in my heart The closer I come to you In reality The more the key sings at the door of the unknown room Where you appear alone before me At first you coalesce entirely with the brightness The elusive angle of a curtain It’s a field of jasmine I gazed upon at dawn on a road in the vicinity of Grasse With the diagonal slant of its girls picking Behind them the dark falling wing of the plants stripped bare Before them a T-square of dazzling light The curtain invisibly raised In a frenzy all the flowers swarm back in It is you at grips with that too long hour never dim enough until sleep You as though you could be The same except that I shall perhaps never meet you You pretend not to know I am watching you Marvelously I am no longer sure you know You idleness brings tears to my eyes A swarm of interpretations surrounds each of your gestures It’s a honeydew hunt There are rocking chairs on a deck there are branches that may well scratch you in the forest There are in a shop window in the rue Notre-Dame-de-Lorette Two lovely crossed legs caught in long stockings Flaring out in the center of a great white clover There is a silken ladder rolled out over the ivy There is By my leaning over the precipice Of your presence and your absence in hopeless fusion My finding the secret Of loving you Always for the first time
syf 6
Bayramlık Ayakkabı Ali Lidar
- İkisine birden alamayız. Yasin’e öbür bayramda almadık mı daha yeni sayılır onunkiler. Ali’ye alalım ona da okullar açılırken alırız - Fahri, ucuzundan da olsa alacaksak ikisine de alalım, yoksa ağlar durur akşama kadar. - Ağlarsa ağlasın zar zor yetiştiriyoruz zaten. Ayakkabısı varken bir tane daha almanın ne âlemi var. Ona da sonra alırız işte. - Peki. Babamla annem konuşuyorlar. Uyudu sandılar bizi ama uyumadık. Daha doğrusu ben uyumadım Yasin çoktan sızdı. Duysa konuşulanları ortalığı kırar geçirir. Uyusun uyusun. Aslan babam, ayakkabı alacak bana. Yarından sonra bayram.. Ben yedi yaşındayım Yasin altı. Bir de Veysel var ama o daha bebek, henüz ayakkabı kullanmıyor.
syf 7
Bugüne kadar bana ne alındıysa aynısından Yasin’e de alındı. O küçükmüş o yüzden ona da alınmazsa ağlarmış. Ama aynı durum benim için geçerli olmuyor genelde. Ona alınan şeylerin aynısından bana pek alınmıyor. Ben abiymişim, ayıpmış kardeşimi kıskanmam. Yedi yaşındayım lan manyak mısınız ne abisi demek geliyor içimden ama anne baba işte denmez ki. Neyse. Yarın çarşıya çıkacaklar. Pantolonlarımızı geçen hafta almışlardı yarın da evin bayramlık ıvır zıvırıyla benim ayakkabımı almaya gidecekler. Aslında normal şartlarda ben de gidip ayakkabımı kendim seçmek isterdim ama Yasin’i kıllandırmanın alemi yok. Hem yeni bir ayakkabıyı beğenmeme gibi bir durumum nasıl olabilir ki?
Akşamüzeri geldiler ve ellerindeki poşetlerin birinde Ayakkabı da gözümden düşüverdi birden. Galiba o bana aldıkları ayakkabı vardı. Ben hayatım boyunca kadar güzel değildi. Evet ben de biliyordum annemle bu kadar güzel ayakkabı görmedim. Gerçekten çok babamın beni daha çok sevdiğini ama Yasin mu güzeldi yoksa Yasin’le ikimize değil, sadece bana anlamıyor zannediyordum hep. Anlıyormuş meğer. alınan hatırladığım ilk ayakkabı olduğu için mi bana Bütün gün ve gece hiç konuşmadı benimle. Ben de öyle geldi bilmiyorum. Ama güzeldi işte, çok güzeldi. pek üstüne gitmedim. Zaman geçtikçe içim acımaya Kutuyu kaptığım gibi salona fırladım. Yasin başlamıştı. Evet babamlar beni daha çok dışarıdaydı. Ve ben gardımı almış bekliyordum Yasin seviyorlardı. Ve bu beni hiç mutlu etmiyordu. Keşke gelecek ayakkabıları görünce önce babamlara ikimizi de aynı sevselerdi. ağlayacak, babamdan azarı yedikten sonra da yanıma koşup saldıracaktı. Saldırsın bakalım… Geçen bayram babam Yasin ben beraber gitmiştik bayram namazına. O sabah da erkenden kalktım Yasin eve geldi. Doğruca salona girdi ve girer babamla birlikte. Abdest aldım, sonra Yasin’in yanına girmez de ayakkabılarımla burun buruna kaldı. Tabi gittim. Ama kalkmadı. Siz gidin gelmiyorum ben dedi. bunda benim ayakkabıları başımın üstünde tutmamın “baba” dedim “Yasin kalkmıyor.” Olsun oğlum dedi da büyük rolü olmalı. Ulan ne piçmişim ha. Gözlerinin hadi biz gidelim. İçimde kocaman bir buruklukla ve içine bakıyordum, o da önce ayakkabılara sonra ayağımda yeni ayakkabılarımla camiye gittik. bana baktı. Ve hiçbir şey söylemeden çıktı. Tamam Namazımızı kaldık ve ayakkabılığa yöneldim. Evet, dedim içimden, şimdi kıyamet kopacak. Ama tahmin edileceği gibi ayakkabılarım yoktu yerinde. dakikalar geçmesine rağmen çıt bile çıkmadı. Yırtık bir terlik bırakıp ayakkabılarımı uçurmuş Merakla salondan çıktım ve küçük odadan gelen mahallenin piçleri. Babama baktım, o da bana baktı “ televizyonun sesini duydum. Yasin orada öylece ee” dedi “olacağına bak, eskilerle gelseydin ölür oturmuş televizyon seyrediyordu. Hesapta o sinir müydün?” Tabi ölmezdim ölmesine de uğruna olacaktı ama kayıtsızlığı beni sinir etmişti. Yanına kardeşimi sattığım ayakkabılarımı da giymek oturdum, ayakkabılarım da elimde tabi… istemiştim işte ne bileyim. Eve geldik. Babam anahtarı çevirmeden kapı açıldı. - Baak, ayakkabı almışlar bana Yasin yüzünde kocaman gülümsemeyle açtı kapıyı. - Gördüm. - Sana almamışlar ki - Baak, bana da almış oğlum babam... - Sus oğlum biliyoz seni daha çok seviyorlar - Nerden biliyon, ayakkabı aldılar diye mi? İki elinde birer ayakkabı teki öylece bana bakıyordu - Oğlum annem sana hep babam demiyor mu zaten? Yasin. Canım babam ya. İçine sinmemiş. Akşam biz Onun babasının adı Ali, babamın babasının adı da Ali yattıktan sonra çarşıya gidip Yasine de almış aynı tabi seni daha çok severler bilmiyom mu sanki ben? ayakkabıdan. Güldüm. Ayaklarıma baktım, yırtık terlikler vardı. O da aynı yere baktı. Sustu bir süre. Haydaa. Sözde herife nispet yapacaktım ama adam Çok üzgün olmam lazımdı ama üzülmedim. Hatta iki lafla resmen ağzıma sıçtı. Ne diyeceğimi sevindim. İkimizi de aynı seviyorlardı işte. Galiba o bilemedim. sabah o kapının önünde gerçekten abi olmuştum ben. Mutfağa geçtik, annem kahvaltıyı hazırlamış. - Oğlum mal mısın? Seni de seviyorlar tabi. Seninkiler Sofraya oturduk. Bir ara kulağıma eğildi Yasin; yeni diye almamış babam. Okullar açılınca da sana alacakmış. - Boşver oğlum üzülme aynı ayakkabı zaten, bir - Ya bi siktir git televizyona bakçam ben. gün ben giyerim bir gün sen giyersin kimse Yapacak bir şey yoktu. Salona gittim tekrar. anlamaz…
syf 8
Şamaluya Payidar Zaraman
Ali Tavşancıoğlu ve Hossain Sabzian'a kendimden nefret etmeliyim kendimden ve kendimi ilgilendiren çok şeyden ölüme dair olduğumu anlamalıyım şamaluya bir yere kadar taşıyabileceğini bilmeliyim kulaklarımın bu yaşamak sesini güne ölümle uzlaşarak başlamalıyım ve uzaklaşmalıyım aklına hasım olmayanlardan seni canımdan belledim insan sevgili sana dert yanışım bundandır, seni canımdan belledim ve beni türlü rezillikle ayartmaya çalışan şu kalbim olacak niçin peki yufkadır çok bazı zaman, çok bazı sabah üçlerde yaşamaktan sakınıyorum kendimi artık bütün fecr-i kazip zamanlarda sabah saltanatlarında bir mücerret düştür bu dini ve kültü küçük düşüren bir düş insana anlam yükleyene aşk olsun insan sevgili, bize aşk olsun yitirdiğimiz hiçbir şey yok ve kazandığımız aklın tekamülüdür delirmek hayrolasın bir eski zaman dünyası demiştim ilhamlı çiçekler erken öldüler hürriyet dedikleri kıdemli köle, bilemez bu kuytuluklar ahengini kalbimizde barındırdığımız her şeyden ihanet yedik kendimizden kurtaramadık kendimizi oluşa bir yol olmalı şamaluya
syf 9
oluşta kayboluşa bir yol şerif bir varoluştan belhum adala uzanan bu pasaklı bu onmaz yoldan bizi beriletecek bir yol olmalı zaman tam olarak neyin provasıdır ona teslim olmak hangi gizin muskası bu metropolün bu ormana kastı ne… yarılıyoruz, yarılmamamız gereken her yerimizden adem dölüdür hani ki yanılmakla mükellef, yanıltmakla meşhurdur oysa sen hayrolasın dolun gecelerde derviş derviş salınan tuhaf beyaz o atın kaf yurdunun dolaylarında salınan o muiz güzeli atın incingen yanlarıma dokunan edası bütün mülküm bu olsun allah'la bakışmanın kafi şartıdır arınmak arınmak şamaluya, etten mülkiyetten bütün beşeri yoğunluklardan arınmak ölüm bir kızıl seher türküsüdür bu bellensin tanımı ve tarifi linç eden, şefkat ve hınç dolu bir türkü acep azığımızda ne ola doymuşluğumuz nice acep sen ki hayrolasın ve şimdi sen de katıl, katlan sen de hüsranımıza ışı muhabbbetimize ey olan bitenlerin tamamcası dövüşümüzün belini kıran ey ey ölgün serüvenimizin aynü'l hayatı sen ey kadir-i mutlak olan gelmişliğim aşikarca senden varışım muhtemellerce sana bir şeyler sundun bize, kendinden kattın aşkla kanattın, memnunluk duyduk, erzak ettik ve güneşin arka sokaklarında bir şeyler sezinledik anladık gözün içeriğinin, bir göz etmediğini bir hacmi etten müteşekkil olmadığını kalbimizin ezeller öncesinde öptüğün kalbimizin buyursun artık ölüm, başlasın o şen herkaye aşkımıza aşina değil dünya bir uyku ki artık, fani telaşlarla bölünmeyecek sırrın dudağını öptük gayrı ilelebet ölünmeyecek
syf 10
Deplasmanda Zaman Geçirme Çabası Tuncay Kızılaslan Bir toz zerresi bu dünyada ne kadar yaşar? Bu dünyada bir toz zerresinin yolu nerelere kadar? O bir toz zerresinin külliyatı umrumda bile değil Umrumda bile değil kimini hasta yapar Kimini patikanın ortasında mezar Soruyorum, soruyorum ve dahi soruyorum Bir toz zerresi süzüle süzüle senin omzuna konar Benimse şakaklarım her gün, dün, bugün Yarın bile Konamadık omzuna diye ince bir sızı kanar. Bu dizelerdeki çaresizlik ne kadar büyük, anlatmam güç. Zaman zaman duygularımı anlatabilecek bir edebiyata sahip olmak için neleri feda edebilirim diye düşünüyorum. Çok büyük şeyler koyuyorum karşılık olarak. Ölümü bile. Çünkü o zaman, yani anlatabildiğim zaman artık inanacağına şüphem yok (bakın bu cümle bir anlatım bozukluğuna sahip. Kimin inanacağına? “Senin inanacağına şüphem yok.” ile “Onun inanacağına şüphem yok.” cümlelerinden hangisi?). Yetersiz edebiyatım, kanayan fikriyatım… Eğer kendimi anlatabileceksem “seni bu kadar seviyorum işte!” dediğim anda ölüm kadar kuvvetli bir anlatıma sahip olmayı çok isterdim. Zira ölmek gibi seviyorumdur. Ölmek kadar özlüyorumdur. Duygularımın boyutu o kadar büyüktür. Kaburgamı kırabilecek ve bu acının bedenimde yaratacağı infiale karşılık gelecek kadar seviyede sarılmak istediğimi belirtmek isterdim. O kadar sıkı bir sarılma ki bu, sana hiçbir şey olmayacak, ama ben aşırı doz sebebiyle; kaburgalarımın kırılması ve kırıkların ciğerlere saplanması sonucu orada ruhumu teslim edeceğim. Etmek isterdim…
syf 11
Sarılmak isteğimi belirtmek isterdim, bunlardan başka ifadelerle… Fakat göğsüme boynuzuyla darbeler atan bir gergedanın verdiği acı kadar üzgünüm ki bu edebiyata hiçbir zaman sahip olamayacağım. Şimdilik bunlarla yetiniyorum. Toz zerresinin senin omzuna konabilmesi, bütün sinirlerimin uçlarını çakmakla yakmak gibi bir acı yaratıyor. Benim yapamadığımı, gözlerin görmediği cansız bir orospunun cansız bir çocuğu yapabiliyor ya, bunun verdiği yorgunluk… Öyle bir yorgunluk ki… Öyle bir yorgunluk işte. Bir toz zerresinin bir insana ettiklerine bak. Tüm bu yorgunluk, acı ve bilumum melankoli dolu hissiyat içerisinde (bakın edebiyat yine yetersiz, akla “melankoli dolu hissiyat” içeren kelime gelmiyor) gidilen yerler de insanı kovalıyor. Apartman bahçesinde maç yapan çocukları kovalayan yaşlıların öfkesine sahip oluyor her mekan. Ve yaşlılar hep, bir köşede oturan, adam fazlası olduğu için maça alınmayan -aslında oynamayı pek bilmediği için oyuna dahil edilmeyen- çocuğu yakalarlar,
tokadı basarlar yanağına. Birkaç maç, kenarda ne zaman oyuna girerim acaba diye heyecanla yedek bekleyen, ama her seferinde maça girmek yerine ağlayarak eve dönen çocuk, zamanla da evden çıkmaz. Bu şehir insanı ağlatarak eve kadar kovalıyor. Sonra da bu çocuk niye evden çıkmıyor… … Çıtır çıtır sesler geliyor camdan. Yorgunluğa rağmen kafayı çevirip cama bakıyorum. Yağmur damlaları çarpıp intihar ediyor gibiler. Kumdan yapılan bir maddeyi çamura dönüştürme çabasındalar, belki de Tanrı yeni bir insan yapma çabasındadır cama vuran her yağmur tanesinde, kim bilir?! Fakat damlalar açısından düşünürsek de, kendi yaşamlarına son veriyorlar, aşağıya süzülürken kendi kaderlerinin çizgisini oluştururken… Ağladıklarım geri dönüyor, diyorum. Lanet ediyorum. Hissettiğim ve tarif edemediğim o bütün
syf 12
acıların sonucu olarak ağladığım her gözyaşı, bana geri dönüyordu. Evet aşkın gözü kördür, kalbin kulağı sağır. Bunu bilmeyen hiç aşık olmamıştır. Kör gözlerimle ağladığım her gün doğaya iki hidrojen bir oksijen kalabalığı bıraktım. Kalbinin sağır olduğu her gün, senin ya da onun, fark eder mi? Yağmurlar nasıl oluşuyor sanıyorsunuz? Bunu belki bir ara uzun uzadıya anlatırım, şimdilik özet geçeyim. Sızıyla akan her gözyaşı, buharlaşarak havaya karışır… Sonra bir bulutta diğer sızılarla rastlaşırlar. Uygun bir melankolide birleşerek, tüm sefiller adına yeryüzüne düşerler. Cama vuran her yağmur tanesi bir şeyler anlatmaya çalışır, hiçbir zaman o dili anlayamayacak gibiyiz. Edebiyatımız, henüz o kadar ilerlemedi… Bir pirinç patlağının damağa son tutunuşunda Neden bir gülme alır insanı Ve neden sonrasında gözlerde bu kalabalık? Boşver. Her şey bir nefeste, Bir nefeste her şey…
Mesele-i Verd Feyz Kariha Tenlendiğim döpiyes seni inandırsın ki Gül kokuyordu taş yontucu beynimiz Biz öyle gülümserken anatomisel öz bakışla İvedi bir bahçe gibi şenleniyordu aşkyüzünde suretimiz… Ağzım burnum yerindeyse aynada güzelim Kalbim yoksa toprakta çirkin Gaipten sesler duyuyorum orda annem ağlıyor 112 nin çıkamadığı merdivenler kadar acil ağlıyor Sen duymuyorsundur ama ben seviyorumdur Kalbimiz yoksa....... Ah kalbimiz yoksa bizi toprak da budayamıyordur... Sevinçli bir gündem oluşsaydı ekstra güzeldik Gezerdik üstelik yan cebimizde Paris, Venedik Haddinden çekici bir yara koymuyorsa bizi yolda Ve yontulmuş güneş kokusu varsa havada Açmışsa kendini toprak bir ölü mabadına Komşunun görümcesinin düğününe de giderdik… Biz giderdik ve iyi felekten çalardı hayata tutunan deri Gömleğinden damlardı bürokrat yemini Deri bir buruşmaydı geçemezdi ölümden Canım yok satılıyor ruh çağıralım istersen Diyemem ah diyemem sevgilim sen hala böyle güzelken… Beyaza mürekkeplenir gibi, geceden birazlanır gibi Sen yazarsın ben yazamam onlar yaza gelirler Bu yordamsızlık özlemi bu yolcuyu çıkmaza kerh etmeler İngiliz bir ezginin göğsümü gökdelenden sana atması gibi… Sen istesen, eğer istersen Sarılıp kalbimize bizden de geçerdik Tenlendiğimiz döpiyes seni inandırsın ki.
syf 13
Bir İntihar Kurgusu İçin Requiem Baha Öztop
Gariptim. Çıktım kuşları vurdum Bir tuğlaymış bir ses mesafesi Tuttum tuğlayı öptüm Ben yokmuşum eczaymış öteberi Kimyaymış belki de bir bavul Sarıldım durdum. Yetişemedim benden önce geçmiştin Uyandım bir duvar kendini örüyordu Gittim güle su verdim elimden tutsun diye Kimyam yetmedi bu rayları döşedim. Her gün kendini eksilterek tekrarlıyor artık Dün yarın öbür gün ve sonraki Perşembe sonra Cuma Pazar sonraki Zenci bir dost gibi iniyor şimdi karanlık Karanlıkta bir dost gibi herhangi bir zenci. Aklıma sen geldin tren dedim. Bir deniz bir balığı elinden tutup sömestr diye Karaya fırlatıyordu Oturup taşlara bakıp bakıp Şey gibi anlamlı bir şeydi anlatamadım. Arkana bakma orada kaderin pratiği var! Üzerinde egzersiz yapıp baktım Tanrı’ya Çok yoruldum bu yorgunluğu satın aldım Ülkemizde yetişen intihar denizleri Bir Marmara iki Marmara üç Marmara.
syf 14
Clarice'e Mektuplar İsmail Altuntaş
Sevgili Clarice,
saniyede ne yapmaktasın acaba? Bunu sadece şu an Bu mektubu sana Alp için değil, başka bir sürü an Dağları’nın eteklerinden için düşündüm. Sabahları yazıyorum. Etekleri kalktığımda tuvalete dediysem, kırlar bayırlar içinden değil, Alp girdiğimde, akşam dokuzda içtiğim bütün Sıradağları’nın eteklerine konuşlanmış güzel-çirkin sigaralarda, Bach senfonileri dinlerken, kendi bir şehirden yazıyorum. Öncelikle geçmişin hakkında kendime şarkı söyleyip sesimi beğenmediğim veya çocukluğunun yaraları hakkında fazla anlarda filan hep bunu düşündüm. “Clarice şu an ne berelenmeden yazmaya gayret göstereceğim. yapıyor?”... Umuyorum mesleğinle ilgili sıkıntıların yoktur. Fazla kan görmüyorsundur ve tedbirsizliklerin yüzünden Ve dudakların Clarice, bir Guiseppe Verdi yine insanlar ölmüyorlardır umarım. Mektup kağıdına operasında kendini yeniden tanımlayan, kendini sıktığım parfümü nasıl buldun, hoş mu? Yves Saint yeniden tanımlarken kulağında tılsımlanan mezzoLaurent-Christian Dior karışımı bir parfüm ve kendi soprano sesler eşliğinde, bir kez daha kendini ellerimle topladığım birkaç çeşit çiçeğin yeniden tanımlayan, ince, manidar, ödünç, harmanlamasından oluşan benim çok sevdiğim bir teslimiyetçi dudakların. Seni opera dinlerken izlemek kokudur bu. Beni seksenli yılların tam ortasına Clarice, sana dokunmadan seni bütün örtülerinden götürüp oradan bana bambaşka rahmani kokular soymak, mekandan ve dekordan soyutlamak, biraz sunan bir kokudur aynı zamanda. Neyse bu konuya daha çaba gösterip bir başka aleme boyutlamak, girecek olursam, çıkamayacak olabilirim. kolay iş. Zor olan seni izlemek. Dilimde olmayan nedenlerden ötürü küfrettiğim de oldu sana, hor Saçların nasıllar peki? Şekli yine aynısı gibi mi? Bence gör. Bu durumlarda ben kendimi özellikle hor artık düzenli olarak kuaföre gitmelisin. O lanet olası görürüm sen de hor gör. Babanın ölümünü çok mesleğinin seni tamamen ele geçirmesine izin düşündün biliyorum. Onun ölümü sende ne tarz vermemelisin. Her şeyden önce bir kadın olduğunu, yıkımlar yaptı, senden nasıl bir enkaz yarattı az çok ondan da önce bir insan olduğunu sana sık sık tahmin edebiliyorum. Tahmin edemiyorum aslında. hatırlatacak aktivitelerde bulunmalısın. Senin bu Ben de çok düşündüm babamın ölümünü. Annemler kendine olan özensizliğin, sana başka bir hava ve ablamlar bana anlattılardı babamın ölümünü. katıyor ama yine de en çok kendine odaklanmalısın. Öyle ölmekten korkuyorum Clarice. Bir an önce Clarice, senin o ifadesiz ve anlamsız bakan kendime çeki düzen vermeliyim, öyle ölmekten gözlerinin arkasında çok dokunaklı bir hikaye korkuyorum. Burada çeki düzenden kastım, bildiğin olduğunu keşfettiğimden beridir ki, hayatım olacak çeki düzen yani. O kansermiş akciğerinden. Kemik şu zavallıya bir çeki düzen vermeye kararlandım. erimesi filan da varmış. Biçimsiz ve puşt bir hastalık Çeki düzenden kastım, bir şeyleri yoluna sokmaktan yani. İnsan kendi özel, kendi çok özel ihtiyaçlarını veya düzenlemekten ziyade, yolunda gittiğini bile kendisi karşılayamaz hale geliyormuş belli bir sanarak aldandığım bir şeyleri yolundan çıkarmaktı. aşamadan sonra. Utanç verici bir durum olmalı. Bu mektubu sana arafın başkenti olan Floransa’dan Erken ölmekten değil belki ama, rezilliğin esaretine yazmak isterdim, çok isterdim bunu. Hatta cennete düşmüş bir halde ölmekten korkuyorum. Ne bileyim gitmek yerine hiç tereddüt etmeden Floransa’da öyle bir şey benim de başıma gelirse, yasadışı ama kalmak isterdim, hem de ebediyen. Şu an şu insaniçi sol örgütlerle veya mücahidlerle temas
syf 15
kurup, paspal ve hasta bedenimi kendi ütopik kavgaları uğrunda kullanmalarını filan isteyebilirim. Ölümüm bir işe yaramış olur en azından. Hem bu bizim tanıdığımız, bize tanıtılan Allah"ın da zoruna gitmez sanıyorum. Ne de olsa Allah zalimleri sevmez, kötü bir son hazırlamıştır onlara ne de olsa. Peki ya herkese zalim yaftası yapıştırırken, bir başka insanın nazarında kendimizin de zalim pozisyonunda olabileceğimizi düşündük mü hiç? Yok be! Bünyemizde çükümüzden gayri zalim bir düzenek yok sanırım. O da libidotik bir mesele, kahretsin, yuh olsun. Kadın olmanın o ucuz ve çirkin avantajlarını hiç kullanmadın sen. Sende, bende saygı uyandırmaya yetecek kadar özellik var Clarice. “Çok net görüyorum seni iyisin…” Terfi edemediğini, bunun şimdilik uzak bir ihtimal olduğunu öğrendim. “Ajan Stanling’in de içinde bulunduğu özel ekibin yürüttüğü operasyonda, iki ağır yaralanma vakası meydana geldi.” Geçen ay böyle bir haber okumuştum gazetede. Sende ezelden beri olagelen iletişimsizlik probleminden dem vuruyorlardı bültenler. Açığa alınma durumunun filan olduğunu yazıyorlardı. Sendeki bu iletişimsizlik sorununun menşeine inmek lazım geliyordu ama sen dünyanın bir uç cehenneminde, bense bir başka uç dibindeyim. Babana hiç “seni seviyorum” demiş miydin Clarice? Babana olan soğukluğun niceydi? Onun sana olan ilgisizliği ve katılığı mıdır seni erkeklere karşı bir rahibe yapan? Erkekler… Ne pis yaratıklardır onlar. Günde birkaç defa aynada kendimle karşılaşıyorum. Önünde sonunda ölecek olan bir faniyle karşılaşıyorum. Karşılaşmaktan bıkmadığım bir çılgınla karşılaşıyorum. Kendi yüzümde o hasta ve sefil olmuş yüzünü görüyorum bazen babamın. Aynanın karşısında hiç hareket etmeden, dakikalarca kendine baktığın oldu mu? Ben bunu yaparım bazen. İlk olarak kendimi görürüm, bir müddet sonra babamı, daha sonra çirkin bir insanı, daha sonra bir takım hayvani suratları, daha da sonra şeytanı görürüm. Aynada benim yüzümden yansıyanlardan ürker ve yüzümü yıkarım hemen. Ölümü incelikli ve şebi aruz kılan, ölümden bir şeyler ummak değil midir? Teoloji bunun üzerine kurulmamış mıdır? Bundan daha güzel ve sağlıklı bir beklenti olabilir mi? Yaşadık, yaşıyoruz, bizzat muhatabıyız işte hayatın. Bu, ölümü öldüren kanıt olamaz mı? Zaten tanığı olduğumuz bir şeyin, tattığımız bir şeyin devamı gelemez mi? Üstelik bu hastalıklı, adaletsiz ve sakat hayatın akabinde şaşmaz tartıların konuşacağı bir ortam vaadi varken. Gördüğümüz, duyduğumuz, hissettiğimiz, dokunduğumuz,
syf 16
kalplendiğimiz şeyler var Clarice. Bütün bunları tecrübe ettik, bütün bunlar tecrübe ettirildi bize. Ölümmüş, ta amına koyayım. Sevgili Clarice, Sana yazmak istediğim o kadar çok şey var ki, eğer zaman elvermiş olsaydı sonsuza kadar yazmak isteyebilirdim sana. Sanki seninle hayatımın en başından beri tanışıyor gibiyim. Sanki Ali Osman'gilin o cennetin bir şubesini andıran elma bahçelerinden o kırmızı kırmızı elmaları seninle birlikte yolmuş gibiyim. Sanki Misto'nun o western tepesinde seninle sarı çiğdemler toplamış gibiyim. Meryem ve Binnaz ninenin anlattığı ve hayal kudretimize olağanüstü katkılar yapan o hikayeleri sanki seninle birbirimize yaslanarak dinlemiş gibiyim. İşte yine o hikayelerdir belki de bize ölümden bir şeyler ummamızı öğütleyen. Saçlarını hiç koklamadım mesela, hiç dokunmadım onlara. Ama onları milyon çeşit tokayla süslemiş, binlerce defa taramış gibiyim. Eğer sana aşki hislerle nazar etmemiş olsaydım, baban olmak isterdim senin. Sana birbirinden renkli uçurtmalar yapmak isterdim. Sana pamuk şekerler yedirmek, lunaparklara götürmek ve şımardığın zamanlar kulağını çekmek isterdim. Bu mektubu okuyunca, ruh halimin ne denli anormal seviyelerde olduğunu filan düşüneceksin belki. Senin de normal olmadığını bildiğim için böylesine açık veriyorum sana evet. Bilirsin ki anormal olmak, gerçek özgürlüğe açılan kapılardan sadece bir tanesidir. Ne kadar saçmalarsak, o kadar doğruya yakınızdır kim bilir... Şu boktan çağın paradigmaları üzerinden bir yol çizemeyiz elbette kendimize. Her çağın delileri ve normalleri olmuştur hep. Ama o deliler olmuştur hep kendi çağlarını mahçup düşüren. Sanat delilikle beslenir. Rasyonel akıl ve düşüncesi, sömürüyü besleyen ve bunu sistemleştiren akıldır genellikle. Zihnimizi ve algılarını ne kadar çok yıpratırsak, o denli saf düşüncelere ulaşabiliriz. Beyninin damarlarından birkaçını veya birçoğunu yakmamış insanlarla, hiçbir zaman anlaşamayacağız bu nedenle. İnzivaya çekilip ruhumuza odaklanmalıyız. Ki sağlıklı devrim teorileri üretebilelim. Bu dünya ve bu dünyanın olanakları, bizi hiçbir vakit kucaklayamayacak. Biz bu dünyanın kollarında bir samimiyet, bir ince dokunuş göremeyeceğiz hiçbir zaman. Zamandan münezzeh o saf ülkede, cefasını çektiğimiz bu çatlak ruhumuzun sefasını sürmek dileğiyle... Kendine iyi bakıp bakmamakta serbestsin ama kendini iyi gör Clarice, kendini iyi yak.
Fena Halde Aleykümselam Ömer Faruk Ünalan
Kafası bozuk ağaçlar gibi Radikal hissediyorum kendimi ailecek Kime ne, çömüp çömüp bayılmalardan Kömüre kızıp mangal seanslarında Darılmalardan veya Kime ne. Çamsakızı çoban armağanı bunca akşam Çökünce rüzgârıma usul usul Ağzı ayarsız birkaç maymunla Kulaklarını çınlatırız koca bir ulusun Oh olsun. Çarpım tablosunu hedef alıp her pazartesi Elime geçen muktedir fırsatları Sehven yırtarım insanlık namına. Yoksa iki dal sigara parasına Onlarca izmariti denize döküp Akdeniz’i işgal eder miydim hiç? Neden ezikleşiyor böyle Yan cebine para sıkışmış pirler Neden her naneye fanidir Haber bültenlerini Kuşatmış vampirler. Kahvenin hatırını kırk yıla bağlama noktasında Ayrılabiliriz Che ile Fidel’den. An itibariyle senlik bir şey yok Satlıcan Bu durumda ben de yokum Adına cinayetler işlenen bir sevgili de. Sırtını rutubete dayamalı insan Zekâsını tehdit ederken sulusepken yağışlar Eğil mübarek dertlerime bir zahmet Aslını intihar etsin Nazım Hikmet. Şeytan taşlamak çare mi fanta kapağıyla Ortadoğu coğrafyası kefal ağı İstavrit yumağı iken hem de
syf 17
Milli tarih kitaplarına tabi olup Biraz Kafka mı okusak acaba Farklı düşünüp biraz Sıradan atlar gibi mi koşsak yalnızlığa. Azar iki büklüm cesaretimiz belki Biraz biber iyi gelir korkaklığımıza Damağımız cenneti bulur örneğin Çiğ köfte halt eder samimi olarak Ahmet Arif de bizi sever Zamana yayarız ölmeleri. Bağırsam pirinç tanelerine her gece Her gece Romantik takılsam cemiyete karışıp Sosyalleşsem normal olarak Derin mevzulara dalsam birkaç kez Arkamdan “to be or not to be” deseler. İnsan üzülüyor tabi ister istemez. Burada üşümek serbesttir bak Tırnak yemek yasak Uşaklığını yaptığımız için Ankara’nın İki yakası bir araya gelmez Fakir, fukaranın Zemin kaygan malum Bir yandan buz tutar ayrılık Dahası… Dahası iyilik Sağlık. Asılsız şarkılarla kefenlenir Anadolu Hayata tutunduğum rahatsız şiirler Kısa kollu gömlekler Ve tematik filmler kolay oluşmuyor bil Bunu bil mutlaka Evet, sadece bil Allah'tan kapalı havalarda/mekanlarda Ölmek yasak değil.
Para, Daha Çok Para ve Kadın Painladder Uyandığında yanı başında bir Bond çantasıyla karşılaştı. Daha önce bir Bond çantası olmamıştı. Daha önce bir Bond filmi bile izlememişti. Şaşkınlık içinde doğrulup çantayı inceledi. Bunu buraya kim bırakmış? Birden ayağa kalktı. Hızlıca koridoru geçti. 2+1 dairede kontrol edecek fazla oda yoktu ve kısa zamanda anladığı üzere evde de kendisinden başka kimse yoktu. Tekrar odasına geri döndü. Düşün düşün düşün. Açıklayamıyorum. Sarhoş muydum? İlaç mı kullandım? Hayır hayır. Dünü hatırlıyorum, dünden önceki günü de hatırlıyorum, ondan önceki günü de. Ellerini saçlarının arasına götürerek hızlı hızlı ovuşturdu. Çantayı açmalı mıydı? İçinden ne çıkabilirdi, bomba? Birisi evinin içerisine kadar gelip yanı başına Bond çanta içerisine bir bomba mı bırakmıştı? Aniden yerinden fırlayarak yeniden koridor içinde koşuşturdu, kapısının önüne geldi. Kilidi inceledi. Aynen yerinde duruyordu. Kurcalanmış olsa anlar mıydım? Kapıyı açıp etrafına bakındı. Kimse yok. Yavaş adımlarla odasına geri döndü, çantayı dizlerinin üzerine koydu. Açmak için yeltenmemiş olmasına rağmen çanta hafif bir darbeyle açıldı. Para. Çok fazla para. Amerikan doları. Neden Amerikan doları? Ne kadar para var burada? Oturup saymalı mıydı? Bu parayı kim bıraktı? Pencerelerini kontrol etti. Açılmamıştı. Bir kez daha bir panik dalgası vücuduna yayıldı. Çantaya gözlerini dikerek ileri geri yürümeye başladı. Dolaştı dolaştı. Yürüdü. Bir bardak su içti. Sonra her ani panik dalgasının finali gibi, birden sakinleşti. Birdenbire artık endişelenecek hiçbir şey yoktu ve hiçbir şey anormal değildi. Çantayı bir kenara fırlatıp yatağına uzandı. Gözlerini kapatarak düşünmeye başladı. Düşündükçe rahatlığı yerini tekrar endişeye bırakıyordu. Bu para nereden geldi? Kim nasıl getirdi? Mafya hesaplaşmasının parası mı? Uyuşturucu parası mı? Birisinin başı dertte ve sonra almak için bana mı bıraktı? İçeriye kim gelebilir, kimsede evin anahtarı yok. Polise gitmeli miyim? Polisi buraya mı çağırmalıyım? Çantayı açmamalı mıydım? Parmak izimi bıraktım mı? Ve sonra bütün bu düşündüğü hiçbir şeyi yapmadı ve birkaç saat boyunca güzelce uyudu. *** Uyandığında biraz rahatlamış hissediyordu. Çantayı polise götürecekti, çünkü yapılması gereken en mantıklı davranış buydu. Paranın bir kısmını alsam? İhtiyacım yok ki ne için kullanacağım. Herkesin paraya ihtiyacı vardır, herkes havadan gelen parayı sever. Peki bu para havadan mı geldi? Bu para nereden geldi?
syf 18
Derken gözü çantaya ilişti. Garip. Uyumadan önce böyle gözükmüyordu. Daha siyahtı ve daha küçük. Aynen şunun gibi. Çünkü o çanta, o çanta. Ve şu an baktığım çanta... Bu bir Bond çantası bile değil BAŞKA BİR ÇANTA DAHA MI? Yossi Benayoun, damarlarındaki bütün kanın çekildiğini hissetti. Kaç saat uyumuştu? 5, 6? 15? 16? Kaç gündür uyuyordu? Ya da hiç uyumuyor muydu? Bütün bunlar rüya mıydı? Korka korka ikinci çantayı eline aldı ve açtı, daha fazla para. Diğer çantadaki parayı en az ikiye katlayacak ölçüde bir para. Ne yapacağını bilemedi. Diğer çantayı da aldı. Hepsini yatağa boşaltarak paraları saymaya girişti. Hepsi 100 dolar halinde. Neden 100 dolar. Neden dolar? Birisi ona Yahudi olduğu için şaka mı yapıyordu? Evine paralar bırakılarak bir çeşit oyun mu oynanıyordu? Birisi beni tehdit mi ediyor? Para verilerek tehdit mi ediliyorum? Polise gidemem. Paranın nereden geldiğini nasıl açıklayacağım? Böyle bir para temiz para olamaz. Kanlı para. Uyuşturucu. Cinayet. Belki daha kötüsü. Hep en kötüsünü düşünmelisin, iyiye hazırlık olur. Ne olmuş olabilir? Düşün düşün. Paraları olduğu gibi bırakarak alelacele giyinip dışarı çıktı. Etrafta biraz gezinerek şüpheli bir şeyler olup olmadığına bakmak istiyordu. Gerçi şüpheli bir şey gördüğü zaman onu nasıl tanıyacağına dair pek bir fikri yoktu ama, olduğu kadar. Bakkalın önünden dolaştı. Bakkal ile göz göze geldiler. Bakkal ona bakıyordu o da bakkala. İçeri girdi. Yarım ağızla selamlaştılar. Kutu kola aldı. Cebinden çıkardığı bozuk parayla ödedi. Bir süre bakkala bakıştılar. Bakkala soru sormalı mı? Bakkal iki çanta dolusu parayla ilgili ne bilebilir? Bu para senin mi? Bu parayla ne yapmam gerektiğini biliyor musun? Burada ne oluyor? Etrafında bakınarak kamera aradı. Kamera şakalarının modası geçmiş olabilir ama belki daha büyük bir planın parçası, belki daha büyük bir şaka. Truman Show ölçeğinde bir komplo ile karşı karşıya bile olabilirdi. Havaya baktı. Boş hava. Cam bir kubbeyle kapatıldığına dair bir izlenim almadı. Uyunup uyandıktan sonra yanımda para buluyorum. Peki bir daha uyusam yine bulur muyum? Uyurgezer miyim? Şimdiye kadar hiç uyurgezer olmamıştı, birdenbire belli bir yaştan sonra uyurgezer olabilir miyim? Dışarı çıkıp çıkıp para getiriyorumdur. Nereden getiriyorum. Her gün bir banka mı soyuyorum. Düşünceler içinde evine döndü. Şüphe çekici bir şey yok. Paralar bıraktığı yerde. Kaç saat uyumuştu? Neden uyandıktan bir süre sonra tekrar uykusu gelmişti? Uyurgezerlik teorisi aklına yatmaya başlamıştı. Uyurgezer halde dışarı çıkıp bir şeyler yapıyordu. Bunu engellemeliydi. Hemen kol saatinin alarmını kurdu, eğer uyurgezer halde dolaşırsam saat çalar, uyanırım ve
ne bok yiyorsam onu yapmadan evime dönerim. Pekala. Ama uyurgezer halim, şu anda yaptığım şeyleri hatırlar mı? Eğer hatırlarsa, o zaman uyurgezer haline girdiğim an ilk işim alarmı kapatmak olur. İkinci kişilik gibi. Ne bu, bu yaştan sonra Dr. Jeykll Mr Hyde'cılık mı oynayacağız. Alarmı kurdu, saati koluna taktı. Alarmı kapatmayacağım. Alarmı kapatmayacağım. Saatler saatleri kovaladı. Alarmı kapatmayacağım. Yossi alarmı kapatmadan uyudu. *** Alarmı çaldı. Evet! Alarmı kapatmamışım. Yoksa kapattım, eve döndüm ve bir daha mı açtım? Uyurgezer halim o kadar sinsi olabilir mi? Bu olasılığı ayık halimle düşündüğüme göre, evet olabilir. Yossi yatağında kımıldamaya çalıştı ama sıkışmıştı, kendisini sıkıştıran şey nedir diye bakıyordu ki... Çıplak bir kadın. Çıplak bir kadın ile yan yana yatıyoruz. Kadına baktı. Uyuyordu. Sarışın, güzel bir kadın. Neden çıplak? Kendisini kontrol etti. Çıplak değil. Böbreklerini kontrol etti. Yerinde duruyorlar. Peki çalınsa anlar mıydın? Cinsel uzuvları? Duruyorlar. Noldu seks mi yaptık? Bu kadınla seks mi yaptık? Seks yapmış gibi hissetmiyorum. Yorganın altından kadının kalçasına baktı. Hayır seks yapmış gibi değilim. Sakin ol. Paralar? Paralar orada. Çanta açılmamış. Demek ki uyurgezerken eve eskort çağırdım. Normalde yapmayacağım bir hamle. Yossi kadına baktı. Uyuyor değil mi? Nefes alıp almadığını kontrol etmek için kadının burnuna doğru eğildi ve kadın birden gözlerini açtı. Yossi korkudan kendisini geriye doğru fırlamış halde buldu. Kadın gülümsüyordu. Yossi'nin içini sıcak duygular kapladı. Bir nebze de ereksiyon. Doğrulmaya çalıştı ama kadına belli etmemek için doğrulacağı yerde Notre Dame'ın Kamburu gibi bir vaziyet aldı. "Eee… Adınızı öğrenebilir miyim?" Kadın cevap vermedi, Yossi'yi anlamış gözükmüyordu. "Bir şey anlatacağım ama gülme, ya buraya seni ben getirdim sanırım ama hahah. Ya galiba ben dün çok eee... Eks almışım da. Tam hatırlamıyorum olan bitenleri.. Ben mi getirdim seni buraya? Sen... Kendi isteğinle geldin değil mi?" Tepki gelmedi. Yossi kadını alıkoymadığının farkındaydı, kadın çok dostça gülümsüyordu, ki zaten Yossi kadınları yanında alıkoyamamasıyla tanınan birisiydi. Kadınlar yanımda fazla kalmaz. "Orospu musunuz siz acaba?... Öhöm... Yani seks işçisi olarak mı... Bir gecede tavlamış olamam değil mi seni... Olabilir miyim... Konuşabiliyor musun ya.. Hello? Hello?" Kadın cevap vermedi. Onun yerine el hareketleri yapmaya başladı. Sağır ve dilsiz. Ya da yalnızca dilsiz. Belki sağır değildir. Sağır olduğuna dair elimizde bir veri yok. "BENİ DUYUYOR MUSUN" diye bağırdı. Kadın bir tepki vermedi. Belki yabancıdır. Ama kadın hiç tepki vermedi. Yani duyuyor ama anlamıyor değil. Duymuyor. Duysa refleksif tepki verirdi, bir şey yapardı. Müthiş bir sağırlık testi ve yüzde yüz çalışıyor. BENİM ADIM YOSSİ, SENİNKİ NE? SENİNKİ NE? Evet bu işe yaramayacak. Bu kadının bir cüzdanı falan yok mu? Kıyafetleri nerede? KIYAFETLERİN NEREDE (eliyle giyinme soyunma mimikleri yapıyor), pekala böyle anlaşamayacağız. Anlaşılan eve çıplak gelmiş. Eve çıplak kadınla geldim ve kimse görmedi mi. Nasıl duyarsız bir toplumda yaşıyoruz böyle. Ayağa kalktı ve biraz ötedeki çantalarını aldı. Kadına göstermemek için yavaş yavaş odadan çıkıyordu ki birden çantalar açıldı ve bütün paralar yere döküldü. Yossi utangaç bir şekilde paraları toplarken kadını izledi, şaşırmış ya da etkilenmiş görünmüyordu. Onun yerine o da Yossi gibi eğildi ve paraları toplamasına yardım etti. "Ne güzelsin ya. Ne yapıyorsun benim yanımda. Profesyonel misin, çalışıyor musun, ücretini vereyim buradan, al ne kadar (biraz para uzattı), almıyor musun, daha mı fazla. Almıyorsun. Şu an sana
syf 19
hakaret mi ediyorum acaba. El hareketlerini de anlamıyorum ki ne diyorsun." Yossi sarışın kadına kendi kıyafetlerinden giydirdi. Kadın bu tuhaf giysiler içinde bile güzelliğinden bir şey kaybetmiyordu. Beraber kahvaltı yaptılar. Yossi siyah zeytinin çekirdeğini çıkarırken kadına aşık oldu. Ömrünün geri kalanı beraberce, böyle karşılıklı bakışarak geçirebilmeyi diledi. "Gerçek olmak için çok fazla güzel... Muhtemelen seni birileri arıyordur değil mi şu anda? Seni evine götürelim... İsmin her neyse. Melek..." Melek ile birlikte ellerinde para çantaları dışarı çıktılar. Polise gitmeye karar vermişti. Daha önce de mantıklı olan bu olduğu gibi şimdi de mantıklı olan buydu. En baştan gitmeliydi. Gerçi ortada bir suç yoktu. Hatta 3 gün öncesine kadar Yossi'nin hayatı çok daha iyi ve ilginç bir durumdaydı ama... Nereden geldiğini bilmiyorum Melek. Bu paraların da nereden geldiğini bilmiyorum. Bilmeden yaşayamam ki. Bilmeliyiz. Bilgi güçtür. Gizem her zaman daha çekicidir ama bilgi de her zaman daha güvenlidir. Belki de senin adın Gizem olmalı. Seni seviyorum Gizem. Ama bu Hanukkah tişörtüyle çok absürd görünüyorsun. Birden Gizem, Yossi'yi dudaklarından öptü. Yossi bir süre Gizem'e baktı. Para çantalarını Gizem'e verdi. Sonra da evine döndü. *** Yossi ertesi sabah uyandığında bu sefer ne çantalar ne çıplak kadınlar buldu. Her şey normal, olması gerektiği gibiydi. Gerinerek uyandı banyoya yöneldi. Aynada kendisine baktı. İyi gözüküyordu. Kararından memnun kalmıştı. Paraya ihtiyacım yok. Gizeme de ihtiyacım yok. Ama Gizem'in paraya ihtiyacı olabilir. Daha güvenli ve kendinden emin hissediyordu. Dişlerini fırçaladı. Yüzünü yıkadı. Havluya iyice silindikten sonra mutfağa doğru yürüdü. Mutfak masasında bir adam oturuyor. "Yossi kardeşim, sen ne yapıyorsun. Açıklamasını yapar mısın. Para, daha çok para ve kadın. Bu senin dileklerin değil miydi? Bunlar senin dileklerin değil miydi? Bundan 15 yıl önce sen bizim sirke gelmedin mi, sen ve birkaç genç liseli arkadaşın vardı. Üç dilek hakkın var nedir diye sordum. Para, daha çok para ve kadın. Görmüyor musun yerine getiriyorum. Niye kabul etmiyorsun amına koyim. Hatırladın mı hop sana diyorum. Eşek anırmıyor burada." "Cin kıyafetli adam, hatırladım. Elinde top çevirirken üç dilek istemiştin benden." "Evet güzel kardeşim, al yerine getirdim. Al. Niye almıyorsun alsana. Bıraktı gitti ortada ya, inanılmaz olay. Ya inanılmaz olay. Neyse beni bağlamaz. Benden çıktı artık. Ben dileğini yerine getirdim, benim sorumluluğum bitti, o yük benden kalktı." "Biraz geç kaldın ama?" "Kardeşim bi tek sen mi varsın bi sürü insanla iş yapıyoruz burada ya. Sıra anca geldi ne var. Bürokrasi diye bir şey var hiç duymadın mı. Teamüller. Ben de her yere yetişemem ya, etim belli budum belli anlıyor musun, sonuçta beş harfli değil üç harfliyim (öksürmeye başlar) ya bi bardak su dolduruver kardeşim (suyu içiyor). Tamam mı Yossi, benden çıktın artık. Söyle seni azad ediyorum de." "Seni azad ediyorum." "Şöyle adam ol. Bu nedir ya. Dilek yerine getiriyoruz kabul etmiyorlar amına koyim bu kaçıncı." Yossi, Adam gibi Adam-Cin'i kapıdan yolcu ederken gizemlerin çekiciliği üzerine düşündü. Ne olup bittiğini merak edip durmuştu ve şimdi de öğrendiği için kendisini tuhaf hissediyordu, üstelik hiç istediği gibi bir açıklama olmamıştı. Gizemlerin bir daha hiç açıklanmamasını diledi. "Doldu kardeşim senin dilek hakkın daha ne istiyorsun, 150 yıl sonra gel aq."
Bundan sonraki yıllarda Yossi'nin hayatında açıklanmayan hiçbir şey olmadı.
Milyon Boyut Sen Süleyman Sabri Genç satürn'ün karar verdiği şeyler tabi ki var kalbim sandığımızdan zekiler göğün olsalar da yer de göğün farkedeceksin bak zıplayınca karınca aç kaldı böcek lafa tutunca efsanelerden gelelim şimdi tıpış tıpış sana çok durmayalım gerçek de geliyor karşı peronda ve cazım kanım işgale geliyor sevgilim utancın faize biniyor zenciler karışıyor amerikama şehvet pusunca renkli gömlekleri severim Allah'tan tez böyle yazılmıyor kandırıldık demeyelim renkli gözlere güven olmuyor düşünüyorsan öyleyse varsan sevmeden nerden bileyim yoksa tek sen mi yaratıldık, milyon boyut sen misin
syf 20
Asimetrik Ambargo Ahmet Keskinkılıç komadan çıkan yangını söndüremem iki defa yıkanamadığım asitli akarsu burada kimse yabancıları sevmez çünkü ince bir kağıda* yazdığım destan değilken kafamı dağıtmak istiyorum doktor reçeteye kurşun işlemez. anlamdan uzaklaştıkça suratına çarpan imge iz bıraksın bu hoşuma gider umut uyku getiren bir masaldır hem bilirsiniz bölmüyor uykumu hiçbir terör örgütü sizden hiç kurşun sekti mi ya da rica etsem çelik yeleğimi ütüler misiniz? kırlangıç kırıldığında kırklanan cenaze suratımda tozlanan nefti kinle birleşince alnımın ortasından öpüyor sevgilim biliyorum hayli geç oldu ki akrep sokuyor öfkemin kalibresinde küfür üretemiyor bilim.
*yok bir şey.
syf 21
Kolye Sabit Emre Zengin
Havaların bir türlü kendini bulamadığı zamanlardı. Sabah güneş doğuyor. Tek bir bulut bile yok. Öğleye doğru ısınıyor. Akşamüstü bulutlanıyor, akşam ise yağmur yağıyor. Bir süre böyle devam etti. İlk günler bu durum bana şaşkınlık verse de, zamanla alıştım. İnsan yalnızlığa alışır mı? Bilmiyorum. Havaların bu durumuna alışmaya çalışırken hasta oldum. Doktora gittim. Hava değişimi, olur bu zamanda dedi. Doktor bey onu bende görüyorum, sizce normal mi bu havanın durumu? Ben ne bileyim, hap yazıyorum sana dedi. İnsanların çoğu olayların sonuçlarıyla ilgileniyorlar genelde. Olaya neden olan faktörler yaşam dışı. Hava neden böyle oluyor sebebini sorgulayan yok? Sonuca göre hareket ediyoruz. En basitinden televizyonda futbol maçı yorumcuları skora göre konuşuyorlar. Takım yenmişse olumsuz şeyler söylemekten
syf 22
kaçınıyorlar. Yenilmişse mutlaka bir sebebi vardır. Olumsuz bir şeyler söylemek gerekir deyip yerle bir ediyorlar takımı. Onlar için sonuç önemli. Ama konumuz bu değil şimdi. Konumuz ise ben hastayım ve bir çorba yapanım bile yok. Ne kadar hüzün verici bir cümle oldu. Çaresiz bir şekilde ilaçlardan sağlık beklemek gibi. Sevdiğin bir insanın sana yaptığı çorba kadar iyi gelen bir şey olamaz şu hayatta. Bunu büyük bir ciddiyetle, inanarak söylüyorum. Bütün gün hiçbir şey yapmadan yatıyorum. Sadece tuvalete gitmek için kalkıyorum. Tekrar yatıyorum. Hava bir açıyor bir kapıyor kendini. Ben hep yatıyorum. Konuşmaya ihtiyacım var. Belki o zaman içimdeki zehri akıtabilirim dışarı. İçimde durdukça büyüdüğünü hissediyorum. Onu ilk defa aradım. Daha önce hiç bu kadar güzel alo sesi duymamıştım.. “Alo.’’
“Merhaba Gülten, ben Turgut. Tanıdın mı?” “Evet tanıdım, niye aradın beni?’’ “Çok hastayım.” “Beni niye arıyorsun, doktor muyum ben?’’ “En sevdiğin çorba hangisi?’’ “Niye soruyorsun?’’ “Bana o çorbadan yapar mısın?’’ Cevap yok. Cevap hiç olmadı. Gülten bana karşı hep böyleydi. Ne zaman onunla konuşmak istesem hep geçiştirdi beni. Bir gün mahallede gördüm onu. Tüm benliğimle bir o kadar heyecanlı gittim yanına. Anlatmak istedim. İçimde ne varsa uzun uzun anlatmak istedim. Bilsin istedim. Yapamadım. Bu güneşten sonra havanın bulutlanması ve yağmurun başlaması zamanına geliyor. İçimde Gülten’e karşı güneşler doğuyor her an. Biri batarken diğeri doğuyor. Yüzünde keşfedilmemiş harikalar diyarı buluyorum. Gülüşünde gökkuşağı beliriyor her yağmur damlasında. Gözlerim içine içine baktığı an, bu gezegene ait değilmişim gibi hissediyorum. Gülten’ in her zaman taktığı bir kolyesi var. Her zaman takıyor olmasını ben de çözemedim daha. Ona o kolyeyi ben hediye ettim. Ama benim verdiğimi bilmiyor. Bir gün bir parkta oturuyordu. Uzaktan takip etmiştim onu. Markete su almaya gittiği sırada, kitabının arasına koydum. Kitabı açtığında çok şaşırmıştı. Yüzündeki gülümseme her şeye değerdi o an. Etrafına baktı ve sonra gitti. O günden sonra hep vardı o kolye boynunda. Onu taktıkça sanki ona sarılıyormuşum gibi, konuşuyormuş gibi hissediyorum. Bu da bana onunla tekrar konuşmam için cesaret veriyor. Ama bir şey eksik.. Gülten bir “yapboz”un kayıp bir parçasını arıyordu sadece. Bana öyle geliyordu. Bir bulsa keşke. Kendi yaptığım çorba’ nın tadına bir türlü ulaşamadım. Günler hep geçti. Çok yağmur yağdı geceleri. Dışarıda fırtına koparken, içimde de bir şeylerin de koptuğunu bildim. Ne olurdu Gülten gelseydi diye düşündüm. Şimdi burada başucumda beklese, bana şiir okusa ne olurdu. Sezai’yi aradım. En yakın arkadaşım. Hemen geldi sağ olsun, çok iyi çocuktur. Adamı yarı
syf 23
yolda bırakmaz. Mutlu bir evliliği vardı ta ki ben öğrenene kadar. Evde kavga etmişler. Bende sana uğrayacaktım bu aralar dedi. Ne oldu diye sordum. Hiç sorma dedi. Bende tamam dedim. Bir süre bekledi Sezai cevap vermemi. Çok yorgunum Sezai, ev çok dağınık. Yardım için çağırdım seni. Ben bi ayağa kalkayım yine iki lafın belini kıracağız söz. Tamam sen rahatına bak dedi. Hapların etkisiyle uyuyakalmışım. Bir süre sonra Dingdooonngg! Dinggdooonggg! Kafamın içinde bu ses çınlıyor. Sezai kapı çalıyor dedim. Cevap yok. Sezai diye bir bağırdım sesim kısılır gibi oldu. Cevap yok. Yorgun bir halde kalktım. Zil inatla çalmaya devam ediyordu. Sezai’ ye baktım gitmiş. Kapıyı açtım. Gelen Gülten’di. Kapıyı açar açmaz şaşkına döndüm. “Gülten.” “Rahatsız ediyorum ama sana çorba getirmiştim.’’ “Ne çorbası?” “Mercimek, en sevdiğim çorba.” Gülten elindeki tencereyi mutfağa bıraktı. Üçlü koltuğun sağ tarafına oturdu. Bende koltuğun soluna oturdum. Niye geldim diye merak ediyorsun biliyorum. Sana bir açıklama yapmamı da istiyorsun. Bütün bunların bir anlamı olmalı. Hayatta her şeyin bir anlamı var Turgut. Güneşli bir havanın birden bulutlanmasının. Yağmurun yağmasının. Yağmurdan sonra rengârenk beliren gökkuşağının çıkması. Sonra hiçbir şey olmamış gibi güneşin kendini göstermesi. Bütün bunların bir anlamı var. Ben ilk başta kolyenin ucundaki kutunun açılmayan bir şey olacağını düşünmüştüm. Ve de bunu daha sonra hiç sorgulamadan öyle yaşadım. Bir gece yatmadan önce kolyemi çıkarırken yere düşürdüm. Kutu açıldı ve içinden bir not çıktı. Okudum ve hayatımda kelimelerin yan yana bu kadar güzel durduğunu görmemiştim. Parkta beni takip ettiğini düşündüğün günü hatırla. Kitabımın arasına bıraktığın o kolye açtı sana tüm kapılarımı. Bu gece senin dünyandan içeriye giriyorum. Hoş bulduk. Seni seviyorum. Seni seviyorum…
Zamanını Aşan Saat Melek Sağınç Bir yok oluşun sebebidir, insanın varlığı ya da kelimeleridir, insanın giz oluşu. Bırakın bana tüm sesli sessiz harfleri Onlarla yeni yolculuklara çıkayım Sevgililer edineyim, şiirden çocuklarım olsun, umuttan kuşlarım… Aşkın, sevginin, derinliğin dem hali, iyidir dostlar, iyidir! Olmadık saatler biriktireyim düşevlerimde Durulayım zaman ilerledikçe. yepyeni adlar koyayım ya da siz koyun dostlar, size en yakışanını. Hüzün saati diyelim; ‘canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını’ desin Cemal Süreya Aşk saati diyelim bunu diyemeyiz oysa ! Bilmez misiniz; saatler aşka gelince durur. Gel saati; nereye, kime, ne diye ? Biz en iyisi buna git diyelim ! Sus saati demeden, susulmaz bu gecede Hangi öfkeyle biriktirdiysek her şeyi tam bu saatlerde susalım diyedir. Sessizlik... Siz sesinizi bir trenin altına attınız ve büyüdü gecede hasret. Bir kelime değmeyegörsün içimize; saat... gece... yalnızlık...
syf 24
Bir Tane Fotoğrafın Ozan Çakır
Bir tane fotoğrafın çıkagelir sonra; O kadar gereksiz fotoğrafın içinde… Bir anda başlar alkole meze olmaya bakışların Gözyaşları gelişini kutlar, özlem basar ruhunu Koşup sarılmak istersin… Koşup kaçmak… Koşabilmek… Bir tane gülüşün çarpar gözüme sonra O kadar geveze gülüşlerden ziyade Bir insan bu kadar anlamlı gülebilir Matematik bile gidişini hesaplayamaz Gitmek dokunmak istersin Gitmek ona Gidebilmek... Bir tane bakışın ağlatır sonra beni Sanki bütün şarkılar sana yazılmış Sanki her şey seni anlatır Ve sen olur bütün insanlık Tutup öpmek gelir içinden Tutup öpebilmek Tutabilmek…
syf 25
Üç Çisem Bakoğlu
“Yo, hayır… Bendeki öyle basit bir korku değildi. Bir anda gelmişti. İş gezisinden yeni dönmüştüm, daha terminalden çıkmamıştım bile.Elimde küçük bir valiz, ümitsizce etrafıma bakıyordum. Terminalin orta yerinde yere yatmak, cenin gibi kıvrılmak ve kendimi kendi karnımda saklamak istiyordum. Ne anne vardı benim için ne de baba. Aile dediğin şey çocukluk anılarımda kalmıştı sanki. Son bir çabayla bilet alıp, kim bilir nasıl, otobüse bindim. Sonrası malum… Altı ay annemin dizinin dibinde huzur aradım. Sadece günlük işlere kafa yorma, akrabaların saçma sapan tavırları derken toparlanmış buldum kendimi. Yeterince güçlü hissedince de geri döndüm. Yanılmışım tabi. Sorunsuz geçen üç aylık şehir yaşamının ardından bir anda her şeyin anlamsız olduğunu hissetmeye başladım. İş hayatım da sosyal hayatım da tatmin edemiyordu beni. Önce yalnız uyumamayı denedim. Bu süre zarfında oldukça eğlendiğimi kabul etmeliyim. Bir süre sonra onun da zevki kalmadı. Yaptığım hiçbir şey ilgimi çekmeyi başaramayınca kendimi öldürmeye karar verdim. Dünya beni boğuyordu, son bir kez boğulmak için kendimi astım.
syf 26
Annemle babam sürpriz yapmak için gelmeselerdi amacıma ulaşacaktım. Hâlâ kendimi öldürmek istiyorum. Sırf bu nedenle de beni burada tutuyorlar… Aslında pek de ilginç değilmiş burada bulunma nedenim.” Kadın sözlerini bitirirken yüzü düşünceli bir hal almıştı. Yanındaki iki kadından kısa boylu olanı iç çekip “Buradan kaçabiliriz,” dedi. “Arka kapıdan kaçabilmek için yapmamız gereken tek şey bir hademeyi ayartmak. Kesin tutar bu plan çünkü bütün filmlerde böyle oluyor.” Kadının kısacık yeşil saçları vardı. Biraz durduktan sonra çok anlatmak istiyormuşçasına “Lisedeyken ailem beni psikoloğa götürmüştü zorla.” dedi. “Lezbiyen olduğumu ve bu durumu kabul edemediğimi düşünmüşler. Eğer bir psikologla konuşursam kendimi olduğum gibi kabul edip mutlu olacağımı ummuşlar. Başta çok kızmıştım zorla götürülmeme ama altında yatan nedeni öğrenince çok eğlenmiştim. Sanırım ailemi çok seviyorum. Gerçi… Neyse.” Derin bir nefes alıp verdi. Duruşundan tek kelime daha etmek istemediği açıkça okunuyordu.
İlk konuşan kadın hiç konuşmayan kadına döndü “Bazen, anlamsız da olsa, konuşmak rahatlatıyor insanı.” “Ben kendi isteğimle yattım buraya. Uyuşturucuya tekrar başlamak istemiyorum. Biraz uzaklaşırsam her şeyden, toparlarım dedim.” “Nasıl bir duygu? Ne kullanıyordun?” diye sordu yeşil saçlı. Kadın cevap vermek istemediğini nasıl söyleyeceğini düşünürken ilk konuşan kadın sordu; “Kaç yıldır kullanmıyorsun? Üstüne gelirsem çekinmeden söyle lütfen.” “Yok, sorun değil.” iç çekti, konuşacaktı. “Düşünelim… Üniversiteye başlayacağım yıl bıraktım. 15 yıl oldu yani…” Yeşil saçlı kadın hafifçe gülümseyerek “Erken başlamışsın” dedi. Suskun olan gülümsemeyle cevap verdi; “Eh sayılır… Çocukken mahallede bir grubumuz vardı. Kendimi en güvende hissettiğim yer onların yanıydı. Altı kişiydik. Üçü ya uyuşturucudan ya da hastalıktan öldüler. Biri, abim, hala yaşıyor. Son kalan da yanlışlıkla intihar etti. Biz başka bir şehre taşındıktan sonra bir gün kavga etmiştik; bana beni sevdiğini söylemişti, ben de terslemiştim onu. İçmiş, çok içmiş sonra benden mektup yazarak özür dilemeye karar vermiş… Daha etkili olsun diye mektubu kendi kanıyla yazmak istemiş… Kan kaybından öldü… Bileğini kesmiş... Ailesi onda kalan, abimle benim bir iki parça eşyamızı kargo ile gönderdi, kutunun içine de mektubu atmışlar ‘eserinle övün’gibisinden bir not iliştirerek. Kilometrelerce uzaktan öldürdüm yani adamı.”
syf 27
“Kaç yaşındaydınız ya siz? Nasıl bir hayat tarzıdır bu?” yeşil saçlı gerçekten şaşırmıştı. “15 yaşındaydım ben. O da 17.” Konuşmayı sevdiğini hissetti. “Sonra ben abarttım biraz yaşamayı. Öyle ki en son kendimi evimden çok uzaktaki bir şehrin –nasıl gittiğim konusunda en ufak bir fikrim bile yok – daha önce hiç bulunmadığım bir semtindeki bir ev partisinde, banyoda küvete yaslanmış, bir yandan kolumdaki lastiği sıkarken bir yandan da şırıngayı düzgün tutmaya çalışır halde buldum. O an bir ‘N’apıyorum ya ben?’ sorusu yankılandı kafamda. Şırıngayı ve lastiği aynanın önüne bıraktım. Banyodan çıkıp salonda yerde duran yarısı boş şarap şişesini de yanıma alarak evden ayrıldım. Gece boyunca dolanıp güneşin doğuşuyla kendimi sahilde buldum. Sonrası toparlanma dönemi…” “Direkten dönmüş top.” dedi yeşil saçlı. Kadın güldü, “Haklısın, hayatımın golünü yerdim o iğneyle kesin. Son zamanlarda da bir kaçma arzusu var. Dünyaya çift cam arkasından bakma… Bir yandan da istemiyorum bunu. Bir de kendimi bir yere kapattırmayı deneyeyim dedim işte.” Üç kadın da sustu. Konuşmayı başlatan ve çok konuştuğunu sanan kadın aslında hiç konuşmadığını, ağzından çıkanların metalik birer anlam kayması olduğunu acıyla fark etti. Yeşil saçlı kadın saçlarını pembeye boyatırsa belki biri tarafından sevileceğini düşünüyordu. Kadın olmak pembeydi sanki. Suskun olan ise çok konuştuğunu düşünüp bir küfür savurdu kendine. Sol bileğindeki beyaz çizgiye takıldı gözü, bir küfür daha savurdu. Dinlenme odasının penceresinde güneş batıyordu. 08.06.2013 Ankara
Beş Pilot ve Bir Kamikaze Tuncay Kızılaslan
Zihnimin kenarında tutunduğum yerden kopunca bileklerim... Ne diyecektim? Kucağımda onüç günlük bir köpek yavrusu Seviyorum ama nedenini bilmiyorum. Sevmenin nedeni olmaz biliyorsun. Gülüşün pike yapar, habersiz yakalanırım buna hep, Ne görüyordum? Hatırladım, herhangi bir yere Herhangi bir vakitte, Evet herhangi bir sebeple Ve herhangi bir herhangiyle dalışa hazır bir kamikaze pilotuyum. O köpeğe gösterdiğim ilgiyi kıskanma, Beni hiçbir şeyden kıskanmadığın gibi. Hayat ne garip, evet hayat çok garip Garip ve şey var çünkü... Buraya bir şey getiremedim. İşte hayat bu kadar garip... Az biraz daha düşündüm sırtımda bir mum ile; Tepemdeki adamın sırtındaki çubukta Yedi delik var. Ulan kafasında da yedi delik var? Banane bu deliklerden demeye kalmadan Bu delikli yaratıklara saygı duyuyorum, Neyi üflüyordu? Hayır soru olmaz bu aptal ben! Neyi üflüyordu, bense neyi duyuyordum? Ve ben... Ve ben terbiyeli bir kaplumbağa idim şimdi hatırladım.
syf 28
Yürüyorum, yürüyorum ve bazen hızımı alamayıp Sessizliğiyle selam eden bir baykuşa selam aleykümselam. Bazı şeylerde sınırım yok, bakıyorum Bana aptal diyorlar Bana yazık diyorlar Bana zayıf diyorlar, İtiraz ediyorum "Suya baksam, yarıyor lan canımı sıkmayın!" Böylelikle dediklerinde onları haklı çıkarıyorum En çok da seni haklı çıkarmak istiyorum
Her şeyi gör Her şeyi duy Her şeyi bil Her açıdan söv bana Her açıdan gül ama Sonunda bu işte de zafer varsa Haksız ve yenilen olsam dahi, Uçağın ile gönlüme dalabilirsin Sevgili kamikaze pilotum. Bu duyduklarına değer ver, Söylediklerime aldırma.
syf 29
"Başkaldırı, onların içinde daha ağır basmasa, emek nasıl yüceltebilirdi onları? O anda görebilirsiniz onları, onlar ise zaten göremezler sizi. Ben tüm gücümle, bana değer biçilmek istenen bu köleliği yadsıyorum, nefret ediyorum ondan. Buna mahkum olduğu için insana acıyorum, genelde ondan yakasını sıyıramadığı için de acıyorum ona, ne var ki beni onun safına çeken, çabasının şiddeti, acımasızlığı değil, beni onun yanına çeken, güçlü başkaldırısından başkası değil ve olamaz da." André Breton, Nadja, 1928