Say ı 7 , 2014 Fiyatı : 2 –iki– TL
baslarken Selam n’aber? Gecikmeye devam ediyoruz. Hem zaten kim nereye tam vaktinde yetişmiş ki şu yeryüzünde değil mi? Değil?! Bu yazıyı size yılbaşından kalma fıstıkları yerken yazıyorum. Ondan bu gecikm… Tamam kardeşim olabilir yani kızmayın, idare edin… Hem hediyeli geldik bu sayıda, arka kapağı çevirip bakın. Çok tatlı değil mi? Değil?! Ama siz de bir şey beğenmiyorsunuz… Beğendiniz? Hah şöyleee… Neyse. Yeni yıla gireceğiz-giriyoruz-girdik falan derken hoop bir baktık ki ortalık karıştı düzen bozuldu. Herkesin evinde bir ayakkabı kutusu, ceplerde milyor dolarlar. Ulan o kadar paran var abi ayakkabı kutusu ne? Zenginlerin turşu kurma yöntemi heralde dedik kendi kendimize. (Züğürdün çenesi yorulur…) Boşverin onu bunu, siz yine kendi vicdanınızın rahatlığıyla yaşayıp gidin, yaşayıp giderken de bizlerle olan bağınızı koparmayın. Bu sayımızda ceketlerimiz Tezer Özlü için ilikleniyor. İliklerimize kadar işleyen edebiyatına saygılarımızı sunuyoruz… (Özür diliyoruz gecikmelerimiz için. Mazur görünüz… Hem geç olsun güç olmasın değil mi?.. Tabi hız felakettir unutmayalım… Hem tencere yuvarlanmış kapaDUFFF!)
Bu ülkede ne cevherler var da kıymeti bilinmiyor... (GENEL)
muhteviyat Muhteviyat muhteviyat Muhteviyat muhteviyat Ahmet Keskinkılıç – Tezer Özlü’nün İzinde: Yaşamın Ucundan Sevgilerle
5
Ali Lidar – Alternatif Yalnızlık Tarifleri
6
Süleyman Sabri Genç – Kasti Gözlem Çabaları - 1
7
Payidar Zaraman – Sürç-i Lisan
8
Merve Üzel – Tezer’in Kilitli Göğü
10
Baha Öztop – Bir Mavi En Çok Nereden Bakıldığında Mavidir?
11
Alper Gencer – Annem Ağlıyor, Anne
13
Tuncay Kızılaslan – Geniş Zamanlarda Kasvet
14
Portakal Hanım – Sous le ciel de Tandoğan
16
Ahmet Keskinkılıç – Mayınlı Tebessüm
17
Güney “Saian” Erkurt – Urtuba
18
Mehmet Çiftçi – Alternatif Doğum Günü(m) Tebriği
19
Hasan Ay – İntihar Sahnesi
20
Ferhan Şensoy’dan – Varsayalım İsmail
21
Merve Üzel – Sudan Çıkmış Balık
22
Yusufhan Kol – Şiirlerde Bahsi Geçenin Anlamı Üzerine
23
Didem Eyüboğlu – Sayfaların Muhabbetleri
24
Tuncay Kızılaslan – Kazandığım Her Kayıp İçin
25
Jargon Fanzin yayınları – 7 Fanzin – 7 Kapak Tasarımı: Merve Semerci İç Çizimler: Ecmel Sarıkaya İmtiyaz Sahibi , Editör: Ahmet Keskinkılıç & Tuncay Kızılaslan Redaksiyon: Tuncay Kızılaslan Baskı: Merdivenaltı Basın Yayın. Siz basın yayın. Evet evet, siz, gidin fotokopicide basın diyoruz. Jargon Fanzin Yayıncılık Ticaret ve Sanayi 2014 Sertifika no: Bir numaramız yok. Bütün yayın hakları acayip bir yerde. Sakladığımız yeri bulursak saklayacağız bambaşka yerlere. Kaynak gösterilerek tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dahil yayıncının yazılı izni olmaksızın her türlü çoğaltılıp dağıtılabilir. Hiç sıkıntı değil. İsim kullanmazsanız vebalimiz boynunuza! Ankara | 2014 Jargon Fanzin http://w w w .facebook.com/JargonDergi http://w w w .tw itter.com/Jargon_Dergi http://jargondergi.tumblr.com
Jargon Fanzin yayınları – 7 Fanzin – 7 Kapak Tasarımı: Baskı: Merdivenaltı basın yayın. Siz basın yayın. Evet evet, siz, gidin fotokopicide basın diyoruz. Jargon Fanzin Yayıncılık Ticaret ve Sanayi 2014 Sertifika no: O neamiş? Bütün yayın hakları acayip bir yerde. Bulana veya getirene 100bin lira(eski parayla) veriyoruz. Kaynak gösterilerek tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dahil yayıncının yazılı izni olmak sızın her türlü çoğaltılıp dağıtılabilir. Hiç sıkıntı değil. Ankara | 2014 Jargon Fanzin http://www.facebook.com/JargonDergi http://www.twitter.com/Jargon_Dergi http://jargondergi.tumblr.com
Sevgili Leyla’cığım, İyi olmana çok sevindim. Fatoş için dua ediyorum. Çok mutluluklara layık bir kişi. Kendimde hastalığın neden olduğu depresyon ve üzüntüleri yenmeye çalışıyorum. Zaman geçerse iyi olacak. Okuyorum, yürüyüşe çıkıyorum. İstanbul’da sizlerle olsam daha mutlu olurum, buralarda hep yalnızım. Yalnız olunca insan acı düşüncelere saplanıyor. Ama iyi olacağına inancım büyük. Gözlerinden öperim. Tezer.
Ahmet Keskinkılıç Tezer Özlü’nün İzinde: Yaşamın Ucundan Sevgilerle Şu hayatta eğer biraz insan olabilmeyi başarabilmişseniz Yaşamın Ucuna Yolculuk yaptıktan sonra eski, neşeli, güzel ya da karanlık, mutsuz -her neyse artık- o hayata geri dönmeniz çok zor. Tamamıyle yeni bir perspektifin rüzgarına tutulup olayları, durumları ve kelimeleri bambaşka açılardan görmeniz çok olası.
Tezer Özlü karanlık, kaotik ve kasvetli bir ruh halini bütün boşluklarımızı doldururcasına damarlarımıza zerk ettiği eserinde kelime şarjöründeki bütün mermileri kullanıyor, söylemediği sözü kalmasın istiyor adeta. Gitmek fikrinden besleniyor ve gitmek olarak algılıyor hayatı. Giderken okuyucusunu da götürüyor elbette. Zaten gitmek dediğimiz eylem farklı bir bilinçlenme durumu, yeni bir algılayış, taze bir yorum değil mi? Trenin raylar üzerinde çıkardığı sesi Özlü’nün kelimelerine kulak verirseniz siz de duyabilirsiniz. Güneşin bunaltıcılığını hisseder, kalabalıklar içinden geçerken onun gibi iç hesaplaşmalar yaşarsınız. Yaşamın ucunda müstakil bir ev sizin adınıza tapulanabilir.
Kitap 1983'te Auf den Özlü’nün kelimelerine kulak Spuren eines Selbstmords Edebiyat adına kale verirseniz siz de duyabilirsiniz. (Bir İntiharın İzinde) adıyla gibi sağlam bir metin Güneşin bunaltıcılığını hisseder, Almanya’da yayımlandı, olmasının yanı sıra kalabalıklar içinden geçerken onun ödül de aldı. felsefi yaklaşımlara olan gibi iç hesaplaşmalar yaşarsınız. Ödüllendirilmesi iyi bir yakınlığıyla da ilgi Yaşamın ucunda müstakil bir ev kitap oluşunu kanıtlamadı çekici Yaşamın Ucuna sizin adınıza tapulanabilir. çünkü hali hazırda müthiş Yolculuk. Nihilizmin bir kitaptı. Sonra Ferit Edgü’nün yayınevi nehrinden bir an olsun çıkmadan var oluşu olan Ada Yayınlarından Türkçe de bir sorgulayan ve sorgulatan, pesimizm sosuna baskısı söz konusu olunca, bulanmış kalemi ile içinize karanlık bir mektuplaşmalarından öğrendiğimiz lezzet çizebilen sindirimi zor bir eser. itibariyle Ferit Edgü kitap için “Yaşamın Sadece Pavese değil, Kafka, Svevo, Cohen, Ucuna Yolculuk” ismini öneriyor Özlü’ye. Kahlo, Beckett gibi isimlere de atıflar ve Böylece çıkıyor kitap. Yıl 1984. alıntılar mevcut. Cesare Pavese’in izine sürmekle başlayan anlatı son cümlesine gelindiğinde insanın var oluş sorunlarını ve dahası var oluş çabalarını derinlemesine irdeleyerek salt Pavese atıflarından sıyrılıp oldukça özgün bir konuma yerleşiyor. Kitabın hayli duru ve sade anlatımı göz önüne alındığında algıda yarattığı yeni ufuklar, düşünmeye sevk eden dolu cümlelerin vuruculuğu bu sade anlatımın ne denli güçlü bir bina oluşturduğunu ortaya koyuyor.
Bütün bunların ışığında insanı yoran, yorarken dinlendiren, düşünmeye iten, gezdiren, gösteren, ağlatan, umutsuzluk nedir, ne değildir’i ezberleten bir başucu eseri kitap.
Ali Lidar Lanetli Rapunzel’e…
‡ Hayal kırıklı ğının uykudaki çocuk ölümleri kadar olağan karşılandığı şehirde sigara külü kadar yalnızım...
‡ Ağrı kesicilerin arasına yanlışlıkla karışmış fare zehiri kadar yalnızım…
‡ Gölgesine sı ğındığım ve acımasızca içini boşalttıktan sonra, geri dönüşüm kutusunun içindeki meyveli soda şişelerinin tiksinen bakışlarından kaçacak yer bulamayıp, kendini kendi etiketinden yaptı ğı iple kutunun kulpuna asıp intihar etmek isteyen bir rakı şişesi kadar yalnızım...
‡ Sarhoşken telefonuna kayıtlı bütün kadın isimlerine coşkulu mesajlar yollayıp, ayılıp pişman olduğunda utancından telefonunu alelacele kapatan ve günlerce açamayan eski zaman artığı bir sarhoşluk edepsizi kadar yalnızım…
‡ Gidecek yeri olan herkesin yerine gitti ği saatlerde, gidecek yeri olmayan bir yersizin sokulduğu kurumuş bir ağaç kovuğu kadar yalnızım... ‡ Dokuz ki şiyle defans yapan ve tek hedefi yarım düzineden daha az gol yemek olan zavallı bir futbol takımının tek forveti kadar yalnızım... ‡ Herkesin mutsuzluktan delirdiği bir yerde deliremeyecek kadar akıllı olan bir nano-fizik profesörü kadar yalnızım... ‡ Kullanılmadı ğı için tozla kaplanan unutulmuş porselen bir tabağın, işe yaradıkları için kirli ve mutlu kullanılmış porselen tabaklarla birlikte bulaşık makinesine atıldığında 'ne işim var lan burda' nın şaşkınlığıyla hesaplaşması kadar yalnızım… ‡ Bitmek üzere oldu ğu için kullanılmayan, ama henüz bitmedi ği için atılamayan ve nemli bir banyo rafında kaderine terk edilen zeytinyağlı sabun kadar yalnızım… ‡ Kimi arasa üçüncü hatır cümlesinden sonra ' ne var ,niye aradın?' imasıyla karşılaşacağını bildiğinden kimseleri arayamayan unutulmu ş bir vicdan azabı kadar yalnızım…
‡ Kendisine birazcık ilgi gösteren her kadına aşık olup, her seferinde alay edilerek yol verilen şaşkın bir ilgi şımarı ğı kadar yalnızım… ‡ Afrikalı bir anne ve Kanada'lı bir babanın Çin'deki bir cami avlusuna bıraktı ğı felçli bir albino bebek kadar yalnızım… ‡ Bekleyen herkesin küfür etti ği rötar yapmış bir trenin, kimseye yaranamayacağını bile bile bir an önce gara ulaşmak için terleyen makinistinin yasak olduğunu bilmesine rağmen yaktı ğı ilk sigara kadar yalnızım… ‡ Rüyasında kafası kopan ve kadın-erkek, yaşlıgenç karışık iki takım kafasıyla top oynarken, onu aralarına aldıkları için minnettar olan eski bir Jedi emeklisi kadar yalnızım…
‡ Özenle seçilip alındıktan sonra saçkıran yüzünden sahibinin bütün saçları dökülen fildişi saplı tarağın atıldığı çekmecedeki can sıkıntısı kadar yalnızım…
Süleyman Sabri Genç (Georges Perec’in Paris’i tüketişinden esinlenerek uyarlanmı ştır.)
Konya Tramvayı, Konya. Herkeste büzüşmüş suratlar. Tramvayın üçüncü kısmının en önü. Başörtülü bir bayan, arkasından gelen başörtüsüz iki kişi, biri bayan, diğeri bay. Cam kenarındayım. Sakalım uzun, saçım da. Herkes, kimseyi umursamıyormuş gibi görünüyor. Hava kapalı. Kapılar açılırken çok gürültü yapıyor. Bir petrol tırı geçti. Ben öyle diyorum. Köşedeki belediye işçisinin belediye ceketindeki arma saçma, tek renk ve basit. İnsanlar tekli koltukları tercih ediyor. Yalnızlık ilgi çekici bugün. Meram belediyesinin etkinlik afişleri. Tramvay, durakta durmadığı sürece çekilmiyor. Arı kovanı saldırı marşı gibi sesler çıkartan yan şeritteki tramvay. Ayağının birini öne kıran bayan. Saçıyla oynuyor. Şimdi iniyor. Koltuklar rahatsız edici. Özürlü olduğunu düşündüğüm biri yanımdan geçti ama yüzüne bakamadım. Yanımda kimse durmuyor. Hareketli bir kaleme Eşlik etmek sıkıcı olmalı. Kafam kaşınıyor. Teknik Lise durağı. Fren yapan tramvay sesi, hop. İlahi sesiyle çalan bir telefon, sahibinin açmasını bekliyor. Kolumda bir böcek var. Kaşınıyorum. Dayanamadım ve öldürdüm. Vatman kornaya bastı. İğrenç bir ses. Anonstaki adamın ciddiyeti hat safhada. Güneş bulutlardan sıyrıldı. Dişimde macun tadı var. Çürük bölgeye hava kaçırarak anladım. Sanayi. Durak isimleri iğrenç, hödükçe yazılmış. Kimse kimseye selam vermiyor. Yanımdaki orta yaşlı bay, tekli koltuğa geçti. Tekli koltukların tamamı dolu, insanlar yalnız. Kunduracılar. Lanet durak isimleri. Renault, Hyundai, Ford, Wolswagen. Araba modellerinden anlamam. Çarşıya yaklaşıyoruz. Bu arada yanıma tekrar bir bay oturalı 15 dakika oldu. Sakallı yaşlı amca, zar zor kapıya geldi. Muhtemelen kimse yer vermedi. Tekli koltuklar boş. İnsanlar kalabalığa karıştı. Alaaddin tepesine tecavüz eden insan toplulukları. Bekleyin.
Payidar Zaraman
Allah’ım, ey kafa dengi Allah’ım, espri anlayışına sığınaraktan yazıyorum, ölüp yanına geldiğimde bu şiir başıma iş açmasın n’olur … rahmansın, rezzaksın, muğnisin, canımın içisin, zerre yalanım varsa mürted olayım, gerekirse berbat olayım! vaktin malikisin, ezelin öncesi, ebedin sonrası… ey sistematiğine tav olduğum, sen ki rızkınla ne bolsun. bu sene kurban kesemiyorum haberin olsun… ya Rab, ey devamlı tölerans geçen ya Rab! bu sigara işini ne yapacağız, şu kanser işine bi el atsan? bi de bu Amerika meselesi var bunlar hep canımızı sıkıyor. göster bu puştlara, zalımlara sen kimsin! şükürler olsun sana ki, bildi ğimiz üzre müntakimsin. hacca ihtiyarlayınca gitsem, ilham geldi ğinde namaz kılsam, orucumu bazen bozsam, dilberlere çaktırmadan baksam diyorum? seni çok seviyorum!.. ayrıca beni güzele karşı savunmasız eylemişsin, bütün bu şekerliklerden sana sığınıyorum, sana sığınıyorum işimi hallet, işimi hallet yoksa içkiye yeniden ba şlayabilirim… kudretine akıl erdirmek nafile gayret, Brigitte Bardot’u yaratmıştın hani bir Paris cennetinde, biz onu sadece televizyonda görmüştük, iyi mamüldü. birçok mamülün çok iyiydi şehadet ederiz. oysa kulluk işte, zibidilik… oysa her nisadan bir müddet sonra ayılıyorum, yemin billah olsun sana bayılıyorum!..
Libidom yüksek evet itirazım yok. ama beni sen yaptın, kabahat varsa fifti fifti… bütün fetişlerimden arınamam, fena de ğil bir kısmı. rakıyı sana şirk ko şmadım ayrıca, modern Uzza’lara hoplayım oy ki belamı veresin, marijuana da müthi ş nimet! bu ho şuna gider sanıyorum, en baba içki çay. ve lanet olsun ki o deli fi şek şarkılardır işte bağrımdaki efkarı azamı açı ğa vuran… işte burada hak ver bana biraz, sorgumu hafiflet. fena kul sayılmam hani insaniyetten yana bilmekte misindir bilmiyorum ama enteresan biçimde aşığım sana… ey Ulu Tengri’m, ciddi anlamda Ulu Tengri’m! seküler düşünemeyiz talimatın var talimatın var agnostik olamam, nihilist sayılmam, pozitivist de ğilim, yüzyüze konuşmayı severim, gençturkcellli hiç değilim… ve bize Muhammed gibi bir muhabbetle selam verdin müteşekkiriz sana zalım kısmına karşı öfkemizi diri tut, gebertelim onları! Tinto Brass hayranlığımızı görmezden gel, görmezden gel gözlerimizin arkasındaki karnavalı… Türküm, yaralıyım, yalnızım, işsiz bir faşistim belki bir ço ğuna göre… bak şimdi aklıma geldi, Sergio Leone şimdi senin yanında olmalı, ona iyi muamele et, biraz da kilo versin. mah şeri meydanda ürkünçlükler yapma, tırsıtma bizi n’olur… cömertlik şanındandır, cennetin varo şlarından iki oda bir salon versen yeter bize Birkaç Madonna birkaç da Cher n’olur… kulak ardı yapma bunları ver n’olur!.. ve kuşkum ve sakıncam ve yamuğum yok itikattan yana. bütün bunlar bir yana; fena halde hastayım sana!…
Merve Üzel
Taptaze bir yankı sızıyor . Söz kilitleniyor gökte. “Dokunan ben de ğilim, avuçlarıma kondu” diyor kadın. Ses kilitleniyor ölüme gizlenen bir çift gözde. Eski, kırık, artık, so ğuk ne varsa sızarken odaya, kilit sarkıyor pencereden. Beyazını yitiren bir çift göz, çizmi ş yaşamın ucuna yolculuğu , tamamlayamamış elleriyle. Avucunda kalmı ş. Oysa siyah çakıl taşları gibi sızlıyor. Oysa siyah cenahına gizleniyor. Siyah ayın yankısı gibi yakı şıyor yüzüne. Nadideydi. Tekti. Gitmek anlamıydı onun. Bir sır perdesi çekmi şti yaşamının tek gözlü penceresine. Kendisine bir türlü yer bulamayı şının resmiydi harfleri. Hükmü yoktu kendine. Tezer; her gün her şeyin sonunda olan kadın. Dilini, sokağını, gecesini bilmediğiniz şehirlerden geçirir gölgenizi. Duvarların arkasından seslenir, söz olur düşer kirpiklerinizden. Ve zengindir; taptaze çayı ve yaralarına hürmetinden. Bir gece ku şu gibi kendini bekler meyhanelerde. Ve her fırsatta fısıldar kula ğına o adam; “Ölümün olduğu yerde hiçbir şey ciddi olamaz.” Olmamıştır. Bir kadının gençliğinin sızısıdır Tezer. Bir babanın kadınlı ğa hükmüdür. Çocukluğun so ğuk geceleridir. Sözleri hükmüdür gecenin. Eskiyendir, kalandır, yolculuktur. Yaşamdan çalınan renklerin yarasıdır Tezer. Gö ğü olmayan evlerden geçer. Gö ğü olmayan pencerelerden süzer bakı şını. Ve sunar sonsuz intiharını yeryüzüne; hiçbir yerde olmayan kadın. “Her kentin girişinde önce mezarlıklar karşılıyorsa sizi”* de, -ho şgeldiniz- , yalnızlığındasınız Tezer'in. Ho şgeldiniz. Özenle toprağa ilişiniz.
Baha Öztop
Ardından Temmuz çıkışlı çocuklarla gülüştük bir süre Sanki iklimsel bir refleksti gülmek Elbette şımarık bir koridor vardı bizi salonlara bağlayan Ve bitmek için kendine semt ismiyle örtü şen bir bina seçmek Elbette. Bak en iyi mavi bu, bundan iyisi yok Psikolojik olarak yani, gök değil, deniz değil, kedi Ve değil, sa değil, i değil, re En iyi mavi bu, hadi gülmek için bir sebep Çivit yüklü trenler devirdik de! Fırçanın ucunu sivriltmek için kullandığımız dilimiz var Halüsinatif kurgularımız bundan. Durduk yere inşa ettiğimiz binalar ve Klavyenin ucuna hapsettiğimiz anlam Bundan işte. Veli toplantısına katılmayan baba noksanlığı Göçebe dürtülerle sonradan kat çıkmalar Açılan hesap, yatırılmayan para Ve yarım bırakılmış tahsiller, tahsilatlar ve protezlerle Tamamlanmamışlık hissi veren her sözcük mesela; –Ama. Bundan işte. Ve elbette tüm bunlara inat Denedik en azından. O kadar ki; Sivrisinekler larvalara yeni aşılar fısıldarken Ben senin adını ele vermemekte tutarlı bir şekilde Hiç olmadık yerlere mesela aşağı ya da yukarı fark etmez Yokuşlara kırığı gözleyen alçı kadar iştahlı binalar dikiyorum. İlahi sancılara flaş patlatan tasarımlarla vücuda gelip Büründüğümüz kumaşları ardı ardına açarak Gittiğimiz yerlerde isminin sonunda polis olan
Liman yıkıntıları, balıkçı kadınlarının güçlü dudakları Yerleşik düzene geçip Osman adını almış bir pelikan Ve asfaltın anlamdan yoksun duru şu. İşe bak!
Olgunlaşma tezlerine ve devlet tahvillerine Uygun bir kılıf deriden olsun timsah ya da koyun fark etmez Gözyaşları içinde bir kez bile boğulmadan ve suya karşı duyarsız Dalga geçercesine küçülen sol gözümün sahnesinde Büyüyen tamtamlarla dans eden zenciler var Daha ne olsun. Hazırım gibi.. Bedenimden taşabilecek her türlü mecmuaya! Tüm bunlar teker teker tekrar yaşanırken Mesela kullandığımız cetvel ağaçtan plastiğe Yani isim değil de kılıf değiştirirken mesela Yani gövde dediğimiz de kaç bünyeye cuk oturur ki Zaten tüm bunlar yaşanırken öleceğim dakik Deney tüplerinin dibindeki çöküntü gibiyiz Mevsimden, aydan, günden kurtuldum saat kaç? Anlaşılmamaktan geçiyorduk ve anlaşılacak gibi de değildik üstelik! Oldukça reddedilmiş bir maviyim Denizi sürün! Denizi sürün! Geldiğim yerleri A4 ebatlarından söker sökmez Haritalara en kuvvetlisinden boksörlerle yapıştırıp Farklı tezleri üst üste koyup aylardan ramazan olsun Bir hoca kalkıp ağırdan rekat tertiplesin ki Anlamda hafif kalan beden ruhta antrenman bulsun. Ta ta taaa! Tanrım.. Senin bilip de başkalarının bilmediği neleri araç yaptım. Zeplinleri uçurup trenleri kaçırdım Peronlar dolusuydum üstelik yolculardan taştım Bir renge tutunmuştum adı pelikan Penguen makamından geçerken yani ayağı takılan Trene atladığım gibi virajı alamadan dökülürken denize Siyah renge sürgün takım elbise değil miydi bizi beyaz kılan?
Ta ta taaa! Tanrım. Ne dediğimin de önemi kalmadı artık.. Apsent yüklü vagonlar devirdik de!
Alper Gencer
“Bil, bul, ol.” Hacı Bayram-ı Veli bütün değişen şeyler arasında seni sevmek kadar sabitim darın çığılığını duydum ferman yürüdü üstüme boynuna doyamayıp dudaklarımı yaktım ateşimi gösterdim "yok bir şeyin!" dediler sana inanmayan gitsin karın yağışına inansın gayrılık namerdinse ayrılık merde dü şer neye inanıyorsan onu sürekli sevmenden yarimiz müşterekse derdimiz terde pi şer eksiğin varsa söyle sana bir koli yapıp göndereceğim yoğun bir sonsuzlu ğu kuşanıyorsun hücrelerimle al varımı doğra yokluğum sende pişsin sana bir seccadeyle kendilerini affettirmeye geliyorlar henüz onlar varmadan sen kendini affet gitsin gel açlığınla otur bu sofra derde toktur isyan damarı olmayanın teslimiyete kalbi yoktur! kaderin cilvesisin ihtiyaca muhtaç edensin beni itirazım olamaz yarini ver yarlı ğıma anlaşmasak da olur bu efkar bize kafi şuraya yazıyorum avucunun darlığına emeğinin narlığına her şey büyük bir sofra halinde ilerliyor sevgilim aslanın sofrası da bir, insanın sofrası da... bir aldanmı şlığım var onu da sana aldanıyorum sakilerin söndürsün yangınımı karlı ğına sabrın atından inen vakte menzil dilenir dinleyene konuşursun dinlersin konuşanı alnı toprağa değen yeryüzünden silinir affeden affeder de affolan affolmaz mı!
Tuncay Kızılaslan
Ben şarkı söylerken, kulaklarının arkasına ellerinle destek yapıp beni daha iyi duyabilmek için başvurduğun hale benzemiyordu hiçbir güzellik ama yine de… Benimse, ellerim ceplerimde, otuz derecelik açıyla kafamı devirdiğim “hoşçakal” hareketimdeki “yenildim sana” deyişim gibi de olmuyordu hiçbir mağlubiyet. San Marino’nun mağlubiyetleri dahil. En alt ligin de altındayım sanki. Tek başıma bir ligdeyim, kimse yok, kzanacak hiçbir şeyim yok…
Yol boyunca duraklamak ve park etmek yasakmıştı. Yol boyunca ağlamak ve kendi kendine söylenmenin yasak olmadığı bir sokaktan geçtiğim için rahatça koyverdim ben de. Gece belli bir saatten sonra zaten her sokak böyledir. Ama o “belli bir saat”in ne olduğunu henüz bulabilmiş değilim. Hep geçtiğim o sokağın, hep durduğum o lambasının altında, hep benim gözyaşlarıma katlanan sokak kedileriyle geçirdim geceyi. Birkaç bira kutusu, tuzlu fıstık, kediler için sosis kemik falan… Ah be kadın! Neyse, bir şey diyecektim ama vazgeçtim. Zaten bu isteğimi de kabul etmeyeceksin. Evet hükmen mağlubiyeti kabullenmek bu benimkisi… Duymayacağını bile bile, ıslak gözlerimi kapatarak, duyacağını düşünüp söyledim yine de: Seni ben sevdim!..
Hiçbir siliş-siliniş; yazdığın her şeyi önüne koyup, ağladığındaki gözyaşlarını silmek gibi de olmuyordu. Her şey bir günlük edasıyla sayfa sayfa Bak buradaki söyleyiş tarzı da önemli, önünde… O günlükte ben yokum, onu Seni ben sevdim kadın, ben… Vurguyu bundan bahsedilmiştir şarkılarda; “ben biliyoruz. Teselli mi, yangınıma körük mü seni sevdim” değil de “seni ben sevdim” alıyor musun? Allah var yukarıda, oluyor bu bilemedim ama… Teker teker cümlelerindeki vurgu farkı… Yüklemden yırtarak ellerine dolduruyorsun, hakkıyla sevdim. Geçmişte sevdim, şimdi önce gelen kelimeye veya kelime grubuna doldurabildiğin kadar kağıt parçasını. – yapılır vurgu. Türkçe derslerim hep iyiydi seviyorum, gelecekte seveceğim, geniş Yaşanan onca şeye kağıt parçası demek bilirsin. Sana karşı ise daha ağzından ilk zamana yay sen bu eylemi hatta. Ben ne kadar zalimce değil mi? Tabi ben çıkan kelimenin anne mi baba mı olduğu yapınca zalimlik olur, sen yapınca “olması öyle yaptım… anlaşılamayan bir çocuğun Türkçe gereken”. – Sonra Ankara Kalesi’nin en kabiliyetinden farksız kaldım hep… Seni rüzgarlı ve uçurumu en davetkâr yerine ben sevdim kadın, ben… Vurguyu alıyor geçiyorsun –kim bilir kaç ruh kendini musun? Allah var yukarıda, hakkıyla salıvermişti buradan aşağıya, sen kal ben giderim–, ellerini açıp sevdim. Geçmişte sevdim, şimdi seviyorum, gelecekte seveceğim, bekliyorsun, rüzgar ellerindeki hayatı alıp süpürsün diye… geniş zamana yay sen bu eylemi hatta. Ben öyle yaptım… Hiçbir yenilenme, bir çocuğun gözlerindeki umut kadar parlak bir şekilde görünmüyordu insanın gözüne. Bir çocuğun gözlerindeki umut bir gözyaşıyla silinip gider, bir bisiklet alınması ihtimaliyle daha kuvvetli bir şekilde gelir yerine. Ben demiyorum ki sana sen bana bisiklet al, ben diyorum ki gel beraber bisiklete binelim. Çocukluğumda hiç bisikletim olmamıştı biliyor musun? Aslında bir tane oldu, anısı derindir bir ara sorarsan anlatırım, o da iki günde kırıldı. Mübalağa yok vallaha, iki gün… İki günlük sevinçlerim oldu benim, sadece. Ve hiçbir sessizlik; seni, evinize götüren otobüsün durağına bıraktığım zamanki gibi güzel bir sessizlik de olmuyordu. Senin, ellerini “tamam ben her şeyi kabul ediyorum” gibi tutuşturman da, aslında olayları benim istediğim gibi kabul ettiğin anlamına gelmiyordu. Genellikle benim istediğim gibi kabul etmiyordun hiçbir şeyi zaten. …
Hep geçtiğim o sokağın, hep durduğum o lambasının altında, hep benim gözyaşlarıma katlanan sokak kedileriyle bekledim seni kadın. Lamba da bozuk bu arada yanmıyor. Yirmi metre ilerideki lambanın aydınlığının yettiği kadar oturuyoruz. Ve orada noldu biliyor musun o gece? Biliyorsun tabii… Gelmedin… Bu sefer belki, dememe rağmen gelmedin. Kendimi ne kadar inandırdıysam geleceğine, gelmeyişine de o kadar inanamadım. Şaşkınlığıma anlam veremedi kediler. Kedi sonuçta. Bir yere kadar anlıyorlar beni. Bir süre düşündüm. Kafamın içinde okuduğum kitaplardan cümleler, izlediğim filmlerden replikler, dinlediğim şarkılardan sözler, okuduğum şiirlerden dizeler… En keskin yerinden de Behzat Ç. vuruyordu kafama kafama. O an, hep geçtiğim o sokağa işte lambaya kedilere falana filana, kısaca yanıma gelecek kimse yoktu ama Behzat Ç. teselliyle karışık ağzıma sıçıvermişti işte: La oğ lum, insan sevdi ğ i adama şans
verir la, sevdi ğ i adama… Anladın mı? Ha?
Ben de böyle ağlıyorum ya, Allah da benim belamı versin.
Portakal Hanım
Hapşu! Bayım, gelmişsiniz bile! Ama kapıda yakaladım sizi. Çok elem bir hastalık geçiriyorum. Duydunuz hapşırığımı. Az kalsın üzerinize hapşırıyordum, af edersiniz. Şöyle oturabiliriz, sonbahar güne şi üzerimize batsın. Size anlatacaklarım var. Türk kahvesi mi içeceksiniz? Ben öyle yapacağım, yanında getirdikleri lokumu afiyetle yiyeceğim. Hatta siz başka bir tarafa baktı ğınız esnada sizin lokumunuzu da aşıracağım. Sanırım niyetimi çok belli ettim. Artık başınızı hiçbir yöne çeviremeyeceksiniz bayım. Bana bakmak zorundasınız, yoksa lokumunuz gider ve inanın bu bir tehdit değil. Kendi iyili ğiniz için de benim iyiliğim için de gözlerinizi benden ayırmayınız. Geçen akşam işim çok uzun sürdü bayım, karanlığa kaldım. Tandoğan’da yürümeye başladım. Kitapçıya uğradım, içeride çalan şarkıya inanamazsınız! “Sous le ciel de Paris” çalıyordu, Edith Piaf söylüyordu. Gökyüzünü ne kadar sevdiğimi biliyorsunuz, çıktığımda, yürürken kendimi bu şarkıyı “Sous le ciel de Tandoğan” diye söylerken buldum, Tandoğan göğü altında… Orada olmalıydınız bayım, çünkü hava çok güzeldi. Sonbahar geldi ama sanki bir yaz akşamı rüyası yaşıyordum ben. Dayanamadım, ara sokaklara girdim bayım. Hani çok ağaçlık bir sokak var, anımsadınız mı? İşte oraya. Sanki hangi köşeyi dönsem dans edenler karşılayacaktı beni. Dans edenler yoktu bayım, arabaların farları vardı, koştur koştur durağa giden insanlar ve dükkânlarını kapatan esnaflar vardı. Onları boş verin bayım, o akşamki yıldızları bir görseydiniz şayet, o gece hiç uyumazdınız!
Siz beni severseniz, bütün sokak lambaları sonsuza dek yanar; ışığında gözüken kar tanelerini saymaya çalışırız sizinle. Siz beni severseniz, ağaçlar köklerini daha da sağlamlaştırır yerin altında, dalları daha çok uzanır gökyüzüne.
Bu masadan kalktı ğımızda sizi ne zaman göreceğim meçhul ama ben isterim ki sizinle yıldızları sayalım yahut bulutları nesnelere benzetelim. O yüzden size yıldızlarımı ve bulutlarımı getirdim. Sözlerimi dinlerseniz, muhakkak bulacaksınız onları; sizi nice sevdi ğimi sayacak ve nesnelere değil duygulara benzeteceksiniz bulutlarımı. Haa…ha…hapşu! Burnumu sizin yanınızda çekmeyi hiç sevmiyorum bayım. Uzattı ğınız mendili kullanmaya elim varmıyor, alıp onu kalbimin üzerinde saklamak istiyorum. “C’est l’amour” Fransızca konu şmayı unuttum “mösyö” ama yine de sizinle Fransızca bir aşk yaşamak isterim. Hem kalbimiz aynı ritimde vuruyor; anlarız hangi dilde olsa. Bayım, sevin beni. Ben sizi saçımdaki bukleler kadar seviyorum. Sizin için öreceğim saçlarımı uzadıkları zaman. Eğer sevmeyecek olursanız da beni, keseceğim tıpkı askere giden yeniyetmeler gibi. Siz beni severseniz, çocuklar daha içten kahkaha atarlar ve kuşlar daha özgür çırparlar kanatlarını. Balıkların hafızası bile güçlenebilir siz beni severseniz! Pek tabi bunlar benim birer uydurmam bayım ama gerçeği duymak isterseniz eğer; siz beni severseniz; mutluluktan elim ayağıma dolaşır, düz yolda yürüyemeyebilirim ve elimden tutmanız gerekebilir…
Ahmet Keskinkılıç
dişlerimi sıkıyorum. düşlerimi kısıyorum. düşüşlerimde zedelenen dişlerime küfürler sürüyorum, o bir nebze oksijen boşluğundan akciğerlerime o kadar çok masumiyet düşüyor ki, aliterasyona gerek duymuyorum. kulaklarım kapalı bahçe, bahçe içinde bir sessiz kuyu, hiç kuş cıvıltısı duymamaktan sıkılıyorum.
ritim kanarken dokuz ya da sekiz ne fark eder rastlantı değil midir ne olsa avucumda biriken kimseden ödünç aldı ğım tevazu yok hem içime düşen kurdu ne ile beslemem gerek tabiatıyla kahrolmak isterken içim bir tuhaf şair cesedi öpmek gibi tuhaf, gibi tuhaf, gibi absans belki biraz anevrizma teşebbüsü tuhaf, gibi gelirken bir trenin aniden ray değiştirmesi.
içimden dışıma akseden seda, hiçbir sesli harfi barındırmıyor. yurt belliyorum kustu ğum kederin içinde debelenmeyi. insana mı inansam yerçekimine mi diye dü şünüyorum, yumruğumda gizli bir atom çekirdeği. ders gibi ezberlemişim meğer çileli gömleği giymeyi. bir komadan çıkıp diğerine kumandan oluşumuz sahiden nerde hata yapsak da annemiz bizi azarlasa, tamamlanmasak mesela hep o dikenli telin ardında tutsa bizi hep o çocuk kaldığımız yerde ki kibrimiz.
kimiz ki biz ısrarlı kaybeden bir avuç aylak nesil gökyüzünden başka bir yüküm yok mesela benim belki o yüzden sıkıntı, o yüzden ıstırap belki tam kıvrılırken dudağım patlayan mayınlı tebessüm.
Güney “Saian” Erkurt
Umut bitti gam, adımız kan, soyadımız intikam! Yazgı bozdu dilimi; biz yontalım elbet geçer zaman… Korkmadı dilim, kimi zaman neşeyle sürçtü kahpe mebhusta sana saldırgan cümleler kurdum ilk bir kaçı cephede düştü! Var mısın yok yere kafa tutmaya kainata? şımartalım nefretimizi artık elinden ne gelirse kime ne cüret gösterebilirsek o kadar adına ne denirse... Ettiğim küfürden gurur duyarak bekledim, gelmedi ya gelirse? Çünkü keder gövdemde açılan kızıl bayrak kanıt: ismin bir yılımın on iki kadını, öldüm kaç gece yatağa yatıp.
Sana bir gün bir sızıdan bahsetmiştim o biçim kalaylı kirpiklerinle dinledin ama salt gözlerin benden yanaydı. Sen hangi coğrafyadan çekinsen gökyüzü nesnel senin tenin lütuf; benimki derdini anlatacak kadar esmer. ben hangi direniş yüreklensem o zaman çiçeklendin sen, Bekle bizi güneş ülkesi hangi kanda temizlendiysen… Pervam yok kaybetmeye seni üstüm başım kan! orta dünyadan bana medet kalmadı umut bitti lan! sözcükte mana patlatan idem, denizin ortasında duba, bu sırada kentte ince bir mevsim yürür; urtuba! Anlat onlara; hiç tamamlanmış öykülerimizi, anlat! Yarısı şarkı yarısı çocuk insanları, anlat! Örselenmek ne demek yumruk sıkmak ne… Anlat onlara, yeniden yapmak için yıkmak ne.
Mehmet Çiftçi (içimin gülen yüzüne…)
İnsan her a ş ık olduğunda on yedi ya ş ına dönüyor ve her darbe yediğinde on sekizinden gün almaya ba şlıyor. On sekiz on yedi gibi değil , on sekiz sorumluluk demek on sekiz yenilmek demek on sekiz ölmek–öldürebilmek hakkına bile sahip olmak demek. Erdal’ı dü ş ün...
“Beni bırakın siz kendinizi kurtarın!” dünyanın en büyük yardım çı ğlığıdır, “n’olur beni bırakmayın” cümlesinin korkularla henüz yüzleşmemiş biçimidir ki en çok böyle anlarda korkar insan gerçeklerle yüzleş mekten, en çok güvendiklerinin en zayıf anında seni terketmesinden. Kısacası iç kanırtan bir yalnızlıktan… Bir uçurumun kenarındayım ne zamandır, “gitmek ertesi” yaralarım kanıyor. Ve doğum günümmüş bugün babaannemin ismimi kula ğımdan öpüşü aklımda çınlayıp duruyor. Beni bırakın n’olur kendinizi kurtarın, kömür karası bir çift gözbebeğinde gördüğüm kalabalıklar üstüme çullanıyor. Adınla yazılmı ş bütün ş iirler Kırıkkale–Ankara yolunda eski düşler taş ıyan bir otobüste, yanaklara cam güvencesi olmaktan öteye gidemiyor. Beni bırakın siz kendinizi kurtarın bu gece son defa bu şehirde bir adam on sekizine basıyor, ne de olsa babaannem artık beni duyamıyor. *Gelirsen Afrika'da bir aç doyar gelirsen bir öksüz annesini koklar...
Hasan Ay
Bir yönetmenin intihar sahnesi çekmeden önceki son be ş dakikası, Yitirmi şliğimden bu yana inançsızlığımı, yakamozlar takip ediyor beni tüm sahil boyunca, üzerime yıkılan tüm kristallerin altında ezilmişliğimden mi, yoksa dünyanın kendi etrafında dönmesinden mi so ğuk, o yüzden mi üşüyorum, adı duyulmamış filozof kabri başında ? Sistematik bir deha yüceli ğinde kurduğum, meczupluğun huzurunda, özlüyorum, evvel zaman için kaybolan tüm masal kahramanlarımı, tüm yoldaşları, bir mahalleyi bütünüyle, kaderine terk edilmi ş tüm televizyonları, pazar günlerini, kovboy filmlerini, annemi, olgunluktan önce eri ştiğim her günahı, ve bir takım şeyler daha. Başı ve sonu belli olup da, yarım kalan senaryolarım olmuştu vakti zamanında ve ehemmiyetsiz geleceğimin, tabularını kurarken ben, aforizmalarımla yaşlanırım, bir memlekette i şsizlik oranı, kilometre başına düşen izmarit sayısıyla ölçülür, yine aynı memlekette, tüm ayyaşlar öldürülür. Kafayı yedi ğim öngörülürken, aldırış etmeden karbon çalıyorum göğümdeki yıldızlardan, ve beynim patlamak üzere olan yanardağın bacasındayken, damlıyorsa şakaklarımdan kelimeler, yokluk varlı ğın tezahürü müdür yoksa, Hakikaten fakir miyiz ? Turkuaz biliyorum, okyanusa kıyısı olmayan bir ülkede peki sizce de, bu beni hem zengin hem de şair kılmaz mı ?
Ferhan Sensoy’dan
– – – – – – – – –
– – – – – –
Piyango günler! Size çıktım bugün çok şanslısınız! Siz kimsiniz? Hiçkimseyim ama hiçkimseler arası çok önemliyim, pardon yani. Bir isminiz yok mu? Varsayalım İsmail, ne olacak? Neye yararı var? Siz kimsiniz? İşler Güçler. İşler dedi ğin boş işler, güçler dediğin, güç işler. Varsayalım iş yok güç var, güç neye yarar? Varsayalım iş var, güç yok. İş gayet yaramaz. Ben sizi bir yerden hatırlıyorum ama Çar şambalı mısınız? Hayır Çarşambasızım! Çarşamba günler tatilim. Çarşamba günleri bisiklet, yoğun bakıma alınıyor. Çünkü çok eski gayet bisik ve az biraz let. 1900 fii model, halen bisikmesi ve letmesi masalsal bir durum. Yolum burdan geçiyor diye yanlı şlıkla gereksizce tanıştık, varsayalım tanışmadık. Amorti günler! Aaaa biz sizinle Çarşambada uzun çarşıda Mahmut Semizoğlu'nun dükkanında tanışmıştık ya! varsayalım Ferhan Şensoy abi! Hiç böyle bir şey hatırlamıyorum. Yolum uzun acelem var. Nereye gidiyorsunuz? Suriye'ye. Esad çağırmış, Akil İsmail olarak. Gidip, çözücem sorunu. İsmailsel ve varsayımsal bir açılım olacak Şam’da. Soona akil akil şam baba tatlısı yiyip dönücem. İyi de bisikletle Şam’a gitmek biraz zor tabi. Bisik, let ve ben, toplu ı şınlanma yöntemini kullanıyoruz. Varsayalım yokum. Karşılaşmamız bir düştü. Benim ne i şim var bu dizide? Sen nabar la yeğenim? Güne bakan göz yakan, İsmail’in günleri Saatsiz maarifsiz, bir İsmail takvimi
İsmail zaman zaman, İsmail’in yarısı Çağdan çağa koşturmakta gerisi
Güne bakan göz yakan İsmail’in görevi Cam gibi mavidir İsmail’in yüreği
İsmail tarafından durdurulmu ştur zaman İsmail çok zararlı, zararlılığı yararlı
9,8,7,6,5,4,3,2,1,0 İsmail, İsmail’in kod adı!
9,8,7,6,5,4,3,2,1,0 İsmail, İsmail’in kod adı!
Merve Üzel
Çizim: Charlie Mackesy
bakışı beyaza dönük, kapkara sudan çıkıyor balık suyun rengi atmı ş tırnaklarına bir gözleri vardı diyor adam uykunun bir ucundan hatırlarım bir baş dönmesiydi gözleri ah ulan diyor kar etmiyor sancılarına durup durup bi kadın dü şüyor düşüyor yüzü ,sabahtan akşamlarına bir şiir oluyor kadın bir diğerinin uykularına şairin biri gidiyor yeri dolmuyor ne simitle, ne martıyla bir şair uzun bir yolu gidiyor düşüyor şair bir başlıktan üç kere kadın kaldırmıyor acıyor, kaldırmıyor kanıyor, gözlerine bakmıyor bir şair öyle yok olup gidiyor bir başka kadınla bukleleri bakı şlarına sarkmış bir adam akıyor yıldızlardan, yanık teni gülüyor , oynuyor sabahtan akşama bir deniz bir martı küçük bir kabin adamın şiirden okunuyor sesi ne bir hikaye ne yalnızlık bakışını seviyor adam esmerliğine düşmüş hüznünü kadının -gözlerine dokunmuyordokunmuyor, ne gök denize ne deniz kuşlara dokunmuyor yerde ve gökte ne varsa çıkıyor ten yoku şa bembeyaz dikiyor kendini avluya dokunmuyor avlu beyazlı ğına ne güzel gülüyor gece ne güzel renklerin senin
Yusufhan Kol
Constantin’de bir sabahtır, batıdan doğar gözlerim ben böyle grilik görmedim anzarot “an gelir” İbrahim doğar yeryüzünden gökyüzüne bütün kaybedenlerin elinden tutar önce benim elbet ama ama, ben seni sevdiğimde İbrahim yoktu sevgilim bu anarşiyi az da olsa haklı çıkarır bulutlar İbrahim’den ne istiyor ben küçüktüm, küçücüktüm inandım. Caferağa’da bir gün batımıdır -Kadıköy dahil kuşlara en çok yakışan garipliktir elbet o masmavi göğün altında gri bulutlar vardır, tanrı da vardır lakin havadan az yoğun olan ruhum bir kuş olup havalansa gökyüzüne bütün bulutların elinden tutup -Leonard dahil karanlık çağlara sardırınsamak! dokuz ay sonra eksilen kısımlarımsın -İbrahim dahil değil Endülüs’te bir akşamdır, sen bi’ kez ölsen doğudan batardı gözlerim.
Didem Eyüboglu Koşuyorum. Susuyorum. En çok da gidiyorum. Yüksek bir yerden şehri izliyorum. Işıklı şehirler hiç size göre değildir biliyorum. Artık ışıklı bir şehir oldum. Denizi olan şehirlerin anılarını size emanet ediyorum.
Ağaçlarına kelebekler dökülmüş evlerin. Karanlık bir çukurda sessizce nefes alan Bayan Mariana’yı çıkaracağım bugün o delikten. Bahçemizin mor çiçeklerinden bir kez daha bahsetmek istiyorum. Ve defalarca dinlemek mor çiçekleri. Ben son günlerde uykunun muhabbetine kapılmış naçizane bir bedenden uyanıyorum. Rüyalar görüyorum. Birçok insan görüyorum. Artık ben denizi sadece yazılacak şiirlere ekliyorum. Sözüm söz dedim ya. Yazacağım manzarası dalgalara çıkan iki taburenin hikayesini. Zamanını kolluyorum. Zamanla demişti annem de. Her şey zamanı bekler. Ben yelkovanı kovalıyorum. Dinlediğim gibi hikayelerinizi hepsinden bir ezgi mırıldandım. Ben aslında biraz da hayatı kovalıyorum. Falında prensi çıkmış bir kızın mutluluğuyum son günlerde. Size gülmek yakışır demişlerdi. Ah, işte ben hiç dişlerimi saklamıyorum.
Gamzesi martılar tarafından çalınmış suretimden size merhabalar savuruyorum. Saklayamam duygularımı. Bekli de bu yüzden yazmak istiyorum. Renk renk kağıtlar doldurdum defter aralarına. Notlar tutuyorum. Üzerinde envanter kayıtları olan notlar, üzerinde ruhumdan fırtınalar olan notlar. Her şeyi not eder oldum. Kuruyemişler doldurduğum tabaklardan sevgi sözcükleri tüketiyorum. Geçenlerde bir kar küresini sevdim. Pulları savrulurken yer çekimine karşı karanfiller geliyor aklıma. Nereden çıktı karanfiller diyeceksiniz. Edip Amcam söylemiş. Sanırım edebiyatı da seviyorum. Bazen Dostoyevski söylüyor ben dinleyenlerdenim. Hayır diye bağırmak istiyorum. Yanılıyorsun sevgili dostum. Bazen sadece müdahale edenlerdenim. Benim de sesim duyulsun istiyorum. Her şeyi bir kenara bırakmanın ardından Maria Puder dikiliyor karşıma. Utanıyorum. Kaçmak geliyor. Hiç gitmeyen bir kaçmak.
Yine notlarıma yöneliyorum. Notlar söylemezmiş zihnimin bataklığına göç etmiş kurbağaların hikayelerini. Unutmadım demek isterdim. Geçenlerde diyorum ya. Kurbağalar da göç etti, kuraklıktan şikayetçi. Ağlamanın şarkısını bırakmışlar beyaz bir zarfta. Okumadım efendim ne münasebet! Minik kurabiyeler doldurdum ellerime. Susam sokağından fırlamışcasına. Komşuluk ölmemiş diye takdirler savurdum ardından. Notlarım olmasa ne yapardım diye düşündüm. Kime anlatırdım kurabiyeleri. Ya da ölmeyen komşulukları kim bilebilirdi bu kadar yıl sonra. Güzel insanlar dedim. … Güzel insanlar var. Kötüleri düşündüm. İstemedim düşünmek. Çıkın aklımdan. Çıkın efendim!
Tuncay Kızılaslan
Sağır sultan duysa dahi ben zaten göremiyorum Ki biraz kendini göstersen zaten köreliyorum Ya bir kör dövüşündeyiz ya da bu bildi ğin körebe Oyunu bırak da vur hadi, vur hadi vur tepki ver! Utanıyorum her türlü hissiyatımı bir bir dü şünüp Üzerime kazara döktüğüm rakı damlaları kadar vahim halim Çıplak ayakla Ankara ayazında koştuğumu da Bir duble rakı için göz kapaklarımı organ mafyasına Sattığımı da bilirim -Seni misafir edebileceğim kabuslarım olmasın diye, Bazen kabus olmuyor fakat i şimi garantiye alayım yine.Bir duble rakı bulabilmek için değil bak, vallahi ondan değil! Zaten artık işe yaramıyor ne bulduğum sahte rakı Ne göz kapaklarım, sadece gözlerime saydam birer perde… İster açık ister kapalı, o karanlıkta ben zaten göremiyorum Tünelin ucundaki ı şığa tapmak değil de dikkat kesilince biraz Bir kedi mi, yoksa üstüme gelen Jedi mi? Hiçbiri Tanrım, hiçbiri değil sen gibi yol gösterici. Ve sen sevgilim, temennim böyle dedim diye affedersin Nefesin, sadece nefes olarak dışarı çıkınca ben Yaşadığına eşeğin kuyruğundaki kıllar kadar şükür elbet de Birkaç titreşim yaratmıyorsa gırtlağından dökülen Cümle alemden epeyce de bir tırsıyorum Bir cümlen ile o aleme kafa tutabilirim halbuki Çıplak ellerle Ankara ayazına tokat attı ğımı da bilirim Babam ölmüş gibi hissettim tabi ve dahi taş ellerim Dur ağlamayalım, babam henüz ölmemiş… Her şey yarım her şey eksik Ama her şeye varım fakat her şey eksik Artık ne dersen de her şey o dediğinden Ve değil bir duble haram Bir tek seni seviyorum, bir tek bu tamam.
Tezer Özlü’den Ferit Edgü’ye Mektup
Ankara, Eylül, 1966 Sen trendesin şimdi. Ben de oturuyorum burada. Saat 12’ye geliyor. Gecenin bu saatlerinde insanlar kısıyorlar seslerini. Sessizlik bürüyor ortalığı. Ben de daha iyi duyuyorum dinledi ğim müziği. Daha çok yitiriyorum tüm dü şüncelerimi. Olmayan düşüncelerimi. Uyuyabilmem için hiçbir neden yok. Sabah 8’de kalkmış olmam, o ilgisiz büro,ev,ben,beni yoramıyor artık. Uyanmam için de hiçbir neden yok. Bu kelimeleri alt alta, yan yana dizmem için de. Bir gece. Di ğerleri gibi. Bir ben. Di ğer benler gibi. Bugün eski ben’lerimden biri olduğumu duydum. Karşılıklı gülsek… Gülebilir miyiz dersin? Gülebilir misin? Bu gece okuyacak bir şey bulamıyorum. Bugün senin Bozgun’u okumaya çalıştım.Üç kelime okuyabildim. Elim, elimden çıkan kelimeler, benden uzaklaşıyor. Bu satırlar ben değil artık. Kafamdan geçenleri yazamam.Bir şey geçmiyor çünkü. Geçenlerde düşümde yüksek bir yapının camının altında , bir parmak kadar dar bir yere abanıp kalmıştım. İçeriye girsem, girmeye yeltensem, camdan odaya bir adımımı atsam, düşüp ölecektim. Ama o cam kenarına yapışıp, boşluğun üstünde kendimi tutacak gücüm kalmamıştı. Nasıl olsa çözülecekti ellerim. Ve ben düşecektim boşluğa. Yarın bütün gün trende gidecek olan sen misin? Nereye? Niçin? Yarın bütün gün büroda oturacak olan ben miyim? Neden? Niçin? Hiç bir yerde olmak istemiyorum ki. Belki de ben bugün ilk defa her şeyin sonundayım. Gene bir yı ğın günler geçip gidecek ve ben kendime, i şte bugün ilk defa her şeyin sonundayım mı diyeceğim?
Korkuyorum. Korkuyorum. Korkuyorum.
Tezer Özlü
(Ankara sokaklarında gördü ğümüz bir afiştir…Yapanın eline sağlık…) Yok abiler yok hiç alkı şlanacak şey değil, babam da olsa halkı kazıklayanın alkışlanmasını istemem. Bakın, bizim mahallenin başında köşede Papağan Rüştü’nün benzin istasyonu var, benzine su katıyor. Demin bahsettim, Kasap Hayri var ya, ete neler katıyor neler… Bakkal Hacı Rüstem var, hacı oldu dalavereyi bırakır dedik, oooohh şimdi her şeye bir şeyler katıyor… Hava gazını açıyorsun içine hava katmı şlar… İlaç alıyorsun kireç katmışlar… Efkarlanıyorsun rakı alıyorsun, rakı yok… Diyeceğim herkes herkese bir kazık atıyor,sonra kendi canı şu kadarcık yandı mı veryansın ediyor, basıyor yaygarayı. Hepimiz birbirimize bir kazık atarsak nasıl düzelir bu i şler? Ben derim ki karşılıklı olarak saygılı olalım haklarımıza…
- Kemal Sunal, 100 Numaralı Adam -