mermi alan var mı?
sayı 9 | katkı: 3 lira
ahmet keskinkılıç ahmet kürşat görgeç ali lidar alper gencer aslan kocaman baha öztop bal yeşil ecmel sarıkaya efe elmastaş hasan ay ismail altuntaş meltem dağcı payidar zaraman sabit emre zengin said büyükarslan sergen yücel tuğçe kayra güneş tuncay kızılaslan yusuf kuranel
başlarken
Selam, n’aber? Devletten bir delikli lira teşvik almadan yola devam eden ve bugüne kadar ücretsiz dağıtılan fanzin Jargon 9. sayısına kimi zaman koşar adım kimi zaman emekleyerek varmış bulunmakta. Yanımızda olanlara teşekkür, olmayanlara da teşekkür ederiz. Tam burada mevcut gündemden mütevellit sosyal medyada başlatılan ve haklı sorulan #kimbuyazarlar sorusunu yinelemek ve ısrarla cevap almak istediğimizi belirtiriz. Bir tür örtülü ödenekle kim olduğu açıklanmayan yazarlara teşvik ödemesi yapılıyor. Hangi seçici kurulun, hangi parametreler kullanarak seçim yaptığı da açıklanmıyor. Sadece spekülasyonlar dolaşıyor ancak bütün bu gizkapağın içinde nedeni hakkında da yine bir açıklama yok. Haliyle soruyu genişleterek tekrarlıyoruz: #kimkardeşimbuyazarlarneayaksınızsiz Fanzin çıkarmak, hazırlamak, dağıtmak, bu iş için memur olmak, mesai harcamak gerçekten zevkli. Ancak bir o kadar da yorucu ve entelektüel anlamda karşılık göremediğinizde de hayal kırıcı olabiliyor. Ancak Jargon olarak bütün olumsuzlukları bir şekilde aşmaya çalışarak geçiştiriyoruz, belli salvo yöntemlerimiz var. Bakalım, “sezon” açılıyor, gelen günler neler gösterir. Son olarak; bitki yetiştirin.
KÜNYE
Hadi hayırlı traşlar. Ahmet. Jargon Fanzin yayınları – 8 Fanzin – 8 Kapak Tasarımı: Ahmet Keskinkılıç | Çizim: Ecmel Sarıkaya İmtiyaz Sahibi, Editör: Ahmet Keskinkılıç & Tuncay Kızılaslan Redaksiyon: Tuncay Kızılaslan Baskı: Merdivenaltı Basın Yayın. Siz basın yayın. Evet evet, siz, gidin fotokopicide basın. Jargon Fanzin Yayıncılık Ticaret ve Sanayi 2014 Sertifika no: Bir numaramız yok. Bütün yayın hakları acayip bir yerde. Sakladığımız yeri bulursak saklayacağız bambaşka yerlere. Kaynak gösterilerek tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dahil yayıncının yazılı izni olmaksızın her türlü çoğaltılıp dağıtılabilir. Hiç sıkıntı değil. İsim kullanmazsanız vebalimiz boynunuza! Ankara | 2014 Jargon Fanzin http://www.facebook.com/JargonDergi http://www.twitter.com/JargonDergi http://jargondergi.tumblr.com
Ahmet Keskinkılıç
Hastalıklı Hassasiyet Asitlenince ağzımda biriken kir, masumiyetimi kibarca delirtir bendeki asgari asabiyet, senin teninde melek kışkırtan kenevir ruhumdaki düğmelerden tut sevgilim tut ruhumdaki düğmelerden beni hayata iliştir. İsterim ki güzel kadınlara otomobil çarpmasın damarımda devinen pasiflora kazanı beni sana alıştırsın. Yüzüne devrilmiş gül bahçesinde koşayım gel ağzımdaki kanda pıhtılaş ki kafamdaki kırık metronom göğsüne yakışan ayetler yazdırsın. Ah çatlamış nevroz beni sana iliklesin yaza damgasını bir noter vursun diyelim hassasiyetlerimi ırgala, benimle çarpık kentleş tut kolumdan karaya oturalım ve denizden ibaret olduğumuz böylece bilinsin sevgilim, varsa üstümüze cuk oturan, çok yakıştı bir deli gömleği bunu kimse değil tarih giydirsin.
1
İsmail Altuntaş
Çocukluğumuzun O Kayıp Dünyasından İzdüşümler Bundan, yani bu lanet olası günlerden, bu saçma sapan zamandan tam olarak on yedi milyar yıl önce,
bu az oldu, evet Dedefakıllı köyü sekiz cenne tin birden cevheriyken, ben Cüneyt Arkın’ın tam olarak kendisiydim. Şuna Battal Gazi dersek daha isabetli olur sanırım. Köyümüzün dört kilometre yakınındaki Peyik kasabası ise, California
yani bin dokuz yüz seksen üç yılında başladı her şey. Anavatan Partisi’nin kurulmasıyla veya Özal’la uzaktan yakından, kıyıdan beriden hiçbir alakası
eyaletinin San Francisco şehrinin ta kendisiydi. Dedefakıllı köyü sadece Türkiye’yi içine alan bir dünya değildi. Ayrıca Amerika’nın uzak batısını, İrlanda'yı, Amazon Ormanları’nı, Avrupa kıtasının bir kısmını da içine alan büyük, Allah kahretsin çok büyük bir dünyaydı Dedefakıllı. Bunu bizzat biliyordum ben. Bu ispatlı, belgeli, mühür gibi bir gerçekti. Bu gerçeği göremeyenler, bombok bir
yoktu bunun. Tam olarak beş yaşındaydım o zaman. Olan bitenleri, o sihirli yeşili, o dağın en
hayal dünyasının içinde çürüyüp gidiyorlardı.
kaf halini, görüp anlayabildiğim, dahası yorumlayabildiğim, daha da dahası
bizim büyük malikanemiz, sanırım dünyadaki birkaç büyük malikaneden biriydi. Yetmiş metrekare olduğuna ve tuvaletinin de dışında olmasına aldanmamak lazım tabi ki. Zenginlik
biçimlendirebildiğim yıldı o yıl. Babam ahirete göçe zorlanalı iki yıl
denilen göreceli şey, bizim malikânemizin dolaylarında ancak sefil bir dilenci konumundaydı. Kahretsin lan, kahretsin ki tam olarak böyleydi.
olmuşken, Sovyetler soğuk savaşın hala diğer kutbunu oluşturabilmeye
Gezegenimizde Karapınar Gölü ve Gümbürdeyen Göl isminde iki büyük okyanus vardı. Bu okyanuslarda henüz keşfedilmeyen birçok canlı türü mevcuttu. Daha ne olsun işte mevcuttu yani.
muktedirken ve Yozgat resmen olağanüstü bir şehirken, Dedefakıllı köyü düpedüz bir firdevs cennetiyken,
Yazılarımızda, bayırlarımızda otlatılan bütün koyunlar, Georghe Zamfir'in eksantrik kavalı eşliğinde yayılırlardı. Üstümüzdeki göğün mavisi çok baba bir maviydi; kışını, güzünü bilirdi, istikrarlı bir maviydi.
O zamanlar Dedefakıllı gezegeninde gayri safi milli hasıla nedirdi, ne değildirdi bilmiyorum fakat,
2
... Ve Allah... Evimizin
bir şeydi o. Temizdi bir kere, aşkı hak eden bir duyguydu adı her neyse. Mesela Hatice’nin güneş
horantasıydı o yıllarda. Sanki evimizde bizimle ikamet eden ama hiç görünmeyen,
sarısı saçları vardı, güneşi görünce kapanan, yağmurda olağanüstülüğünü ele veren saçları. Televizyonda ne kadar güzel kadın varsa, onların gözlerinden aparılmış kolaj bir kahverengisi
saklambaç oynadığımızda bizimle sevinen, soframıza bizimle oturan,
vardı gözlerinin. Gülşen Bubikoğlu’dan Hale Soygazi’ye, Filiz Akın’dan Mine Mutlu’ya kadar gözüme ilişen ne kadar Yeşilçam yosması varsa, o elli beş ekran siyah beyaz philipsimizin
çökeleğimizin lezzeti, yufkamızın bereketi olan bir öz dost gibiydi. Biz büyüdükçe bize küsen, büyümemizi sanki hiç istemeyen bir dost…
ortasından ortasından hepsi birden “Hatice”leşiyorlardı gözümün yamaçlarında. Dünya, körkütük sarhoş bir biçimde dönüyordu aşk hallerinde. Aşk, çok Allahcıl bir yaraydı ve farkına üç beş milyar yıl sonra varabilmiştik.
Ve aşk... Hatice’ye âşıktım. Âşık olmak nedir hiçbir fikrim yoktu, nasıl âşık olunur, insan âşık olduğunu nasıl anlar bilmiyordum belki ama bildiğim bir şey vardı, seviyordum
olduğunu ve ait edildiğimiz asıl gezegenin “Earth” adındaki bir zalım gezegen olduğunu öğrendik. Bunu öğrendiğimizde Allah evimizi çoktan terk etmişti. Bunu bildik ve adına yaşamak dedikleri bu yükü, sırf gelenek olduğu için taşımakta kaldık. Daha kaç milyar yıl yaşarız bilemeyiz ama cenneti koklamış bulunduk bir kere, tatmış bulunduk, kutlu olsun ölüm, ölmekle uzaktan yakından bir tanışlığı
Hatice’yi. Çocukça bir hoşlantıdan daha farklı
olmayan ölüm.
Gezegenimizin aslında küçük bir köyden ibaret, masallarınsa birer hayalperest uydurması
3
Ali Lidar
KORKU
anlamadı. “Nesi var bunun anlaşılmayacak, gel tahtaya” dedi, gittim. Orda da anlamadım; oturmak ya da ayakta olmak değildi bunun nedeni, ben harflerle
BİRBİRİMİZE SORACAĞIMIZ O KADAR ÇOK SORU, KONUŞMAMIZ GEREKEN O KADAR ÇOK KONU VARDI Kİ BİZ ÇAREYİ SUSMAKTA BULMUŞTUK.
matematiği bağdaştıramamıştım, anlamamıştım. O günden sonra vazgeçtim anlamadıklarımı sormaktan. Nasılsa “o” anlardı, ona inanır, aldanırdım. Anlamadığım anlaşılmasındı, aldanmaya razıydım.
Hem korkuyorduk da, göz göze geldiğimiz birkaç saniyeden anladığım kadarıyla. “Benim sorularıma cevap verir de sıra ona gelirse?” korkusu vardı üstümüzde muhtemelen. Ya da sadece bende vardı, onu dahil
“Şehre mega hafıza uzmanı gelmiş, konferanslar verecekmiş, duydun mu?” dedi, evet gerçekten söyledi bunu. Onca sorunun, geçen onca zamanın muhasebesi bitmişti, mega hafıza uzmanından konuşalım istiyordu.
etmeden. Zaten hiç anlayamamışımdır gözlerini, ya onlar yalan söyler ya da ben gerçeklerden kaçıp yalanlara sığınırım. Onun için sadece bende vardı herhalde bu korku, yıllar
“Biz çocukken çıkardı ya televizyona, hani seyircilerle oyunlar oynar hafızasının ne kadar güçlü olduğunu gösterirdi.”
öncesinden miras kalmıştı hem de. Rakamların yerini harflerin aldığı bir matematik dersinde ilk kez “anlamadım” dedim, ömrümde ilk kez anlamak istediğim halde anlamadığımı birisi anlasın istedim,
Aferin ona. Bu nerden çıktı demedim, ben de sarıldım bu gereksiz konunun gittikçe zayıflayan kollarına suskunluğun
4
kuyusunda daha da derinlere düşmemek için:
alışmış olmak, her şeyi önce öğrenip sonra unutmak, akvaryumumu her turumda yeni
“Hayret,” dedim, "benim ufalıp küçülmesini hatta yok olmaya yüz tutmasını istediğim şeyin, hafızanın ve hatırlamanın, gelişmesi genişlemesi için insanlar uzman oluyor, uzmanları dinliyor.”
evimmiş sayıp sağa sola giderek güzelliğine iç geçirmek, süs olsun diye konulan köprünün altından üstünden geçmek ve bunların hepsini yaparken hepsini aynı anda unutmak, beni izleyerek huzur bulanların huzurumu kaçıranlar olduğunu hemen unutmak...”
Anladı, üstelemedi. Ama anlamasın isterdim, sorsun, ben de “ne var bunda anlaşılmayacak” deyip hazırlıksız yakalayayım isterdim,
Yine olmamıştı, tuzağa düşmemiş,
belki de rahatlardım. Olmadı, sormadı, sormadım.
“Neden?” diye sormamıştı. Ben de soramam korkarım sıranın bana gelmesinden. Cevaplarından korktuğum sorular var, ne olurdu
“Ben balık hafızalı olmak istiyorum” dedim saniyeler sonra. İçimde kanatılmayı bekleyip tatlı tatlı kaşınan bir yara vardı, açılsın istiyordum. “Her gördüğüm yeri ilk kez gördüğümü sanıp sonra
tuzağa düşseydi? Bir ben miyim acemi kalan?
5
Alper Gencer
Cezayir Radyosu yine sadık battal’a
ben sadece kendi kaderimin peşinden koşturuyorum senin başka dünyalara kader bağlamışlığın var köprülene köprülene köprülerden geçiyoruz savaşlardan kan var bayraklar solduruyor renkleri sarmalların kollarını kırıyorken genetik ruh bulaştırıyoruz birbirimize dna değil! sevgilim çaktırma durumlar kritik bence biz bundan sonrasına yürüyerek saldıralım insan olan her şeye alışır ve bütün övgüler allah’a allah deyince sen önce merhamet anla! misal ben zeytine hiçbir zaman hayır demedim ve çaya ve tütüne ant olsun allah hepimizi kendine ısmarladı ha! elinde silah varken muhabbete geleni göremezsin kışkır kışkır kışkırtırlar bu dünyada adamı güneşi koy demlensin saate bakmayalım
6
uyumasak doğrudan rüyaya çıkıyor zaten hayat kuşları uçarken görsen kuşları uçarken görmenin cenneti fakat illa ateş yakacaksan odunu da yanında götürmen lüzum ediyor mevsimler yalan soğuk sahici üşümek hakikat olsun sana bu kadar tropik durma güneş seni kıskanacak bahçeleri derenlerin ellerinden öpmüştük sana gül, sana yine gül, sana bir gül, bir gül daha... mağaraların insan içlerine kapandığı bir yerde çanlar camileri yıkmış, ezanlar kiliseleri mağaralar benim içimi açıyor sevgilim gönlün olduğu yerde bırakalım klişeleri çapa toprağı darbelerle seviyor göğün ardında uzay önünde de biz her yanımız inşaat şehirleri tozur tozur tozuyorlar diyeceğimi unutuyorum matkap geliyor aklıma sonra delinen deliklerden dönüp giren vidalar... ortadoğu al rengine bulandı sen nasılsın sevgilim? öldürmeden olmuyor diye buyurdu hain çocukların su içtiği yerleri bombalıyorlar aramızda kör olanlar var ama gözleri hala görüyorlar kantar topuza iki tokat salladı şirazenin ta ağzını kırdılar dünya hala dönüyorsa sevgilim müsait bir yerde seninle inebilir miyim?
7
Baha Öztop
İlk Denemede Duvardan Dönen Matkaba Ağıt
Şurada boy gösteren ayna da öyle Yamultarak tutuyor geçmişin günlüğünü Dönsem sırtımda pas tutacak yağmur Girsem kumuna tersten saplanacak sır. Okuldan atılan çocukların geliştirdiği tezlerle Olmadık yerlere gönderiyorum heykellerin traşlarını Büyük bir gürültüyle doyurup açlığın karnını Neredeyse kırmızı bir şeyler içiyorum. Her karışık şey gibi rastgele oluyor tüm bunlar Yıldızsız oteller ağlıyor vestiyer yokluğuna Duvara inanmış çiviye asıyorum ya aklımı Alnımda kuruluyor yeniden matbaa. Kütüphanelerdeki suskunluk da bundan, dur gülme Bir adam kalkar yüzmeyi unutmayı seçer Karaya vurur cesareti ağaç bahçede kalır Nasıl da durduk yere bir elma, dur düşme! Tik tak saat sesiydi göz kapağım açtım ve kapadım Eşyanın hükmettiği anlam da öyle, dur Paslı bir anlatımdır bu; bıçak ve kın Küvet dolu, su ikna, kürek şaşkın.
8
Tuncay Kızılaslan
KUANTUMUN ADABINDANDIR önüme eğilmiş sokak lambaları ve kuraklıktan çatlak bir patikada sadece bir baykuş var ve bir de çok mutlu bir quokka hissim yediydi, boyutum dört, gök çekimine maruz kalmışım yere düşemedim hiç, oysa çakılmak isterik hiç yakından izletmedi annem televizyonu geniş zamanlar da dahil inceldiği yerden körmek istedim körmek istedim zira gördüklerim bana yetti nedir asıl sebep? dedim, nedir, ne değildir buralardayız da fakat nedendir dedim kimse istediğim cevabı vermedi kimse cevap vermedi kimse cevap eh, her kimse! sadece bir baykuş dedi ve bir de çok güldü bir quokka oysa çatlak göğsüm çok acımışken ve canım çekilirken baykuş çok sessizdi ve meğer bir quokka hep gülermiş, geniş zamanlar dahil hepsini içerisinde barındıran bu çerçevede ve bütün fizik alimlerinin ortak noktada buluştuğu mekana yağdırdığım atom bombalarının kudretiyle; dünya başlı başına kareydi ve zihnim geoid bir yerden düşünmeye başladım hep aynı yöne doğru bir gün başladığım yere döneceğim hesap ettim henüz tanıdık yerler yok, dedim etrafa dağıldıkça herkes ve her şey yabancı ama başladığım yer olmalı burası çünkü herkes ve her şey yabancı! önüme eğilmiş sokak lambaları, doğru ve kuraklıktan çatlak bir patikada, vardı biraz gözyaşı tüm çatlaklar için demişti baykuş, evet demişti çok gülmüştü bir quokka, içten gülmüştü
işte bu sanırım; biraz körmek geniş zamanlarda.
9
Payidar Zaraman
Mutlu İnek bu bir pink floyd albüm kapağı değildir sıcak para endişesi hiç değildir değildir piyasa korkusu bir deplasman fobisi asla değildir hadi sana merhaba bankalardan ve barbarlardan sanayi reformlarından ve modern iktisattan bütün bu çürümüş bakışlardan bağrına sığınıyorum ne iyi olsa gerek bu ölek desen hayli hayli ölünür seninle sana merhaba durdum ve düşündüm aklıma bir sonbaharı iğfal etmek geldi sonra kalçaları güneş görmemiş bir sonbaharı geldi ve gitti kahve yaptım, ot içtim sonra yediğim dondurmaya aşık oldum sen aklıma geldikçe yağmur yağdı yağdıkça kendimi bıraktım, yağdıkça namaza başladım düşüncemdeki karışıklıklara denk düştün bu iyi oldu bu çok iyi oldu birlikte çıldırabiliriz yemin ediyorum bunu yapabiliriz merhaba çok düşündümdü de düşüncemi yüzünde eritirken misal dudağında allah işi bir işçilikle mühim sebepler üzerine bina ederken teninin tinselliğini çok kırmızı yıllar yaşadım, eskidendi, bir alakası da yok bununla ve yüzünde bir ifade var bunu taa buradan gördüm bütün melek ümmeti filan da görmüşlerdir kör değiller ya evet floransa ve bu şartlar altında biçimli bir opera dinlemek üstüne parasız okunan bir mevlit bunu yazalım evet, bu bir ve gözlerin ki bütün bir dünyayı birleştirir evet yaşasın diyarbekir
10
dumanlanalım, soykası çıksın dumanlanalım şerefi olan her şeyin şerefine dumanlanalım okyanusya’ya kıyısı olan bir kalbimiz var madem madem günde üç buçuk saat uykumuz dumanlanalım rezil olasıya böyle daha bir güzel duruyor hayat böyle daha bir bohem, daha bir otantik, daha bir her neyse saçları güzel olanın ve gül ……… bu kısmı sen doldur ve çayımı da ruhuna dokunmalı, girmeli dolaylarına yanaşmalı ne pahasına olursa olsun en cılız tanımıyla yani kafamdaki kırıklara ölesiye uygunsun hadi sana merhaba şunu da çok düşündümdü tutsam o el değmemiş ellerinden tutsam ve gezmelere çıkarsam seni ilhami çiçek ütopyasının o saf kırlarına bayırlarına o deli yeşil kafalarımız afyonlu olsa allah’ı ıspatlayacak kadar afyonlu ne şık dururdu ömrümüzün üstünde sana merhaba şunu da sen düşün serüvenlerimiz böyle yasyavan, yapyavan bir intikaldeyken çılgın olmalıyız değil mi zıvanadan çıkmış bir çıldırganlık, yaşasın o yarım sürahilik bir şey var içersen cigaralık da var daha sonrası için şekilli bir daha sonrası için ve işte yaşıyorsun bu dünyanın bir hangi bir yerinde kahrolsun konstantiniyye işte meyime bir afacan mezedir bu işte nefesim bir işe yarıyor böylece gökyüzü rahatlıkla mavi işte işte gecenin üç buçuğu bizden memnun görünüyor işe bak sen çok tatlı bir şarkıyı bana yeniden hatırlatmaktasın yeniden hatırlatmaktasın muhtemel bir meksika’yı hadi sana merhaba
11
Sabit Emre Zengin
RADYO Her gece radyo dinlemeden uyuyamam. Radyo dediysem
Direk çöpe mi döksem yoksa lavaboya mı sallasam diye
telefondan dinlenilen ve yaveri kulaklıkla birlikte… Geceleri kendimi firari gibi hissediyorum bunu yaparak. Her istasyonda bir dünya... O kulaklık bir gün olmasa ne yaparım onu hiç bilmiyorum.
düşündüm. Çöp bana uzak geldi. Lavabo da tıkanırsa tıkansın umrumda değil. Çaydanlığın kıçına vurdum birkaç defa. Kalan çaylar da gitsin diye suyla çalkaladım. Çaydanlıkta tek kişilik
Bazen şarjım az kaldığında o tedirgin hali yaşamaktan korkuyorum. “Dikkat! Pil seviyeniz düşüyor.’’ Bence senin seviyen düşüyor. İkide bir şarkının ortasında goonggg diye
çay demlemek kadar hüzün verici bir şey olamaz. Kahvaltıda yumurta olmazsa olmazlarımdandır. Ama bu bazı günler değişebiliyor. Bazen bir tost, yumurtanın saltanatını yerle
çıkıyorsun. Gecemi bölüyorsun. Ben biraz sonra uyuya kalabilirim burada. Üzerimi örtecek biri de yok. Hep söylemişimdir. Yalnızlık geceleri anlaşılan bir olaydır. Ve hiç mesaj yok.
bir edebiliyor. Kahvaltı yaparken acele etmemek lazım… Çünkü günün en güzel saatidir. Gün aydın ve sen ayıksındır. En büyük zevklerimden biri de kahvaltıdan sonra içilen keyif çayıdır.
Sabah olmuş bile. Alarm çalmadan uyandım. Çayın suyunu koymak için mutfağa gittim. Demlikte dünden kalan çay varmış. Bunu dökmeyi unuttuğum günlerden birindeyiz yine.
Dünyanın en huzur verici anlarından biridir. Hani şu hayatta toplasan mutlu olduğum anları, bu andan daha az çıkardı. Televizyonu zaplayarak izlerim.
12
Saatlerce bir kanalda durup takılmam. Aklımda hep ya başka kanalda daha iyi bir şey varsa
Radyo açık uyuyakalmışım yine. Bu programa da alıştım. İnsanlar her gününü anlatıyorlar. Gecenin
kuşkusu olur. Bu bende zamanla hastalık daha sonra bir vaka haline geldi. Dışarısı da çok soğuk... Şu hava durumunda günlerdir bahsedilen yağmayan kar yağsa da etraf beyaz olsa.
bu saatinde kim tost yapıyor, anlamış değilim. En iyisi sabah kahvaltıda bir tost yapayım canım çekti. Goonggg! “Pil seviyeniz yüzde beş.” Son kez telefona baktım. Ve hala mesaj yok. Alarmı kurmadım.
Biraz masumlaşsın ortalık. Şu inşaatlar karla kaplı kalsa hep. Ağaçların üzerinde oluşan karların görüntüsü her zaman karşımıza çıksa… Dürüst kardan adamlar olsa her mevsim. Ben
“Dikkat! Pil seviyeniz düşüyor.’’
çayımı içerken bunlar geçiyor aklımdan. Televizyonu kapattım. Masayı toplamam gerekecek. Kahvaltının en nazlı kısmı… Bulaşıkları nasıl olsa akşam yıkarım. Biraz müzik dinledim ve onu anımsıyorum. Onu hatırlamaya çalışıyorum. Daha iki saat önce görmüş olmama rağmen gülüşünü arıyorum. Uyuyamıyorum. Ne de güzel gülüyordu… “Anlamış mıdır acaba?” “Neyi?” “Benim de onun gülüşüne güldüğümü.” “Belki.”
13
Tuncay Kızılaslan
Hanzala İle Benim Aramdaki Farklar Kapımızın açıldığı yer dört metre yüksekliğinde koca bir duvara bakıyordu, o duvarın tepesinde bir bahçe ve o bahçenin gerisinde de bir başka gecekondu vardı. Televizyonlarda “ağlama duvarı” diye bir şey söylüyorlardı pek anlamazdım, ben o duvarı hep bizim oradaki duvar olarak düşündüm. Öyleydi, çünkü yukarıdaki evden ve bahçesinden gelen tüm toz toprak bizim evin önüne inerdi, hiç unutmam; bir gün annem orada üç kere çamaşır yıkamıştı. İlk yıkama bitince rahatlamıştı. Birkaç dakika sonra yukarıdan inen pislikle aynı çamaşırları tekrar yıkamak zorunda kaldığı için sinirlenmişti. Ve üçüncü sefer, yine aynı durumla karşılaştığında bu sefer, belki de içinden hayata lanet ederek, için için ağlamıştı. Dünya üzerinde ağlama duvarı diye tabir edilen bir yer varsa, bizim duvar da en
KENDİMİ BİLDİM BİLELİ ÇALIŞTI BABAM. KENDİMİ NE ZAMAN BİLMEYE BAŞLADIĞIMI HATIRLAMAM. Ama babamın ne kadar zamandır çalıştığını biliyorum; kendimi bildim bileli. 1+1+buçuk bir gecekondumuz vardı. İyelik ekini böyle kullandığıma bakmayın, kağıt üzerinde bizim olmadı hiç o kutu, kiradaydık. Ama o eve hep bizimmiş gibi davrandık. Kirasını hiç aksatmadık, çünkü babam hep çalıştı, çok çalıştı. Bir yerindeki sıvanın döküldüğünü görmeyiversin annemle babam, aynı günün akşamı hemen kaparlardı orayı.
14
azından Türkiye şubesiydi. Evimize belki lüks muz giremedi, pahalı ayakkabılar edinemedik, hiç oyuncakçı dükkanından oyuncak seçemedim, çikolata da işte bayramdan bayrama girdi ama oturduğun ev sıcak olduktan sonra geriye pek bir şeyin önemi kalmıyordu. Bunu çocuk yaşta öğrenmem hem çok güzel hem de bir o kadar dehşet vericiydi. Çocukluktan büyüklüğe o büyük adımı çok kolay attım sanırım.
darbeler alıp sendeleyebiliyordu. Yine de sürekli deniyordu ve bugüne kadar kaybetse de hep kazandı. Dünya böyle dönüyordu, kaybetsek de kazanıyorduk elbet. Ve dediğim gibi, hayat bir yerden sonra kafaya takmamak gerektiğini öğretiyordu. Ya da insanoğlu bu şekilde programlanmıştı, ilk başlarda zihnini düşünerek delik deşik ediyor, bir süre sonra artık delik deşik edilecek zemin kalmadığı için de yaşadığı aynı türden şeyleri es geçiyordu.
Ev sahibi parayı her daim rahat bir şekilde hesabında gördüğü için eve pek uğramazdı. Seneden seneye gelirdi ve her gelişinde canımızı sıkardı. Çünkü her gelişi kiraya zam demekti. Kendimi bildiğim zamanlardan itibaren, ev sahibi gelince elime bir taş alırdım ve beklerdim. Annem her seferinde elimdeki taşı görür, hem ağlar hem de beni döverdi. Ben, bizi rahatsız eden o adamın kafasını yarmak isterdim hep, annemse o adamı korurdu. Nedenini çok sonra anladım. Muhtaç olduğumuz ev sahibinin evi, adamın damarlarındaki leş kanda mevcuttu. Zamanla bunları kafaya takmamaya başladım. Babam, gözümde bir süper kahramandı, ama öyle çizgi filmlerde gördüklerim gibi değil; her şeye göğüs germeye çalışırken oradan buradan
Zihnimin iyice yerine oturduğu dönemlerde televizyondaki haberlerle tanışmaya başladım. Babam çok severdi akşam haberlerini, hala sever. Ben ilk başlarda çok sıkılırdım, bir bok anlamazdım. Belli belirsiz cinayetler, aynı masada oturan takım elbiseli adamların birbirine kitap fırlatmaları, siyah yoğun adına petrol dedikleri değişik yoğun bir şey için şehirlerin bombalanması falan... Zamanla onları anlayıp üzülmeye başladım. Çok üzüldüm. Hala üzülürüm. Ama artık kafamın içi bu tür haberlerle iyice delik deşik olmaya başladı. Sanırım, dedim ya, ya delik deşik edilecek zeminim kalmadı, ya da artık son tüneller açılıyor kafamda. Bunun kadar leş başka bir zihin huyu var mı bilmiyorum... Vardır illa ki
15
de şu an düşünmek bile istemiyorum birbirine benzeyen iğrençlikleri.
Cehenneme ne kadar çok bilet var... Sonsuz tane bilet var ve sonsuz tane günah... Bizim evin sahibi hacıydı, Allah bilir tabi de, ta o zaman sezonluk biletini almıştı benim sinirden akıttığım gözyaşlarımla. Öldürülen her çocuk ile de bir bilet alınıyor. Hem öldürenler alıyor, hem sessiz kalan tüm insanlık. Biz, bu yazıyı okuyan dostlarım, büyük çoğunluğuz ve büyük buhranı delik deşik zihnimizle pek hissetmiyoruz. Ama kıyamet kopuyor ve biletleri hızla tüketmeye devam ediyoruz. En son, bir kadının, düzeltiyorum; hamile bir kadının, bombardımanda öldükten sonra karnındaki bebeğinin kurtarılışına şahit oldum. Mucizevi bir durumdu, üzerinden çok zaman geçmesine rağmen kurtulmuştu bebek.
Bizim evimize gelen ev sahibi ile insanları evlerinden barklarından eden Orta Doğu'daki devlet terörünün ne farkı var? Eline taşı alan ben ile Hanzala'nın ne farkı var? Annem çok ağladı çamaşırların başında ama en azından içinde ağlayabileceği dört duvarı vardı. Babam ağlamazdı, yani gözyaşlarını göremedim hiç ama çenesini sıktığına çokça şahit oldum. Babalar böyle ağlarmış. O zamanları hatırladıkça ve yazmayı denedikçe süzülüyor hala gözlerimden damlalar. Yine de yaşadık bir şekilde, yaşıyoruz… Dört duvarından üçünü kaybeden ailelerin ne suçu var? Üstelik oradan kaçıp da, bizim eskiden oturduğumuz o gecekonduya yerleşen göçmenlere ikinci sınıf muamelesi yapmamızın insanlıktaki yeri nedir? “Siz, devlete inanan bütün reziller!” diye haykırasım var, yazar kasayı başbakanlık merdivenlerine fırlatan adamın yaptığı gibi. Benim yazar kasam haykırışım olsun, benim krizim insanoğlu! “Cehennemde karşıma çıktığınızda...” diye devam etmek isterken keserler sesimi orası ayrı konu.
16
Geçen gün o haberin devamını araştırdım, o bebek de dayanamamış... İyi ki dayanamamış dedim içimden, bunca zulmü görüp ne yapacaktı? Ama işte o ölünce benim gözümde insanlık da öldü. Çok önce ölmüştü insanlık, tekrardan öldü. Tekrardan ölecek...
Ahmet Keskinkılıç
durumlar/bir 1. Sevdiğim şair, hakikatli adam, Fransız kalamayan daimi uzun Parliament içicisi ağabeyim Payidar Zaraman bir şiirinde şöyle diyordu: “yaşamak için en ideal mezarlıksın Benazir en olağanüstü hâl” Şüphesiz ki bu dizelerde (görebilene) pek çok anlam vardır. Elbette şiir, şairin değil okuyanındır. Okuyanın anladığını anlatır. Bu dizeye ne zaman çarpsam, yüzümü Adana Akkapı Asri Mezarlığı’nda yıkarım ki kendime geleyim. Eskilerin âdeti, hâlâ süregelen gereksiz alışkanlıktan nasibini alan babam da zamanında bana dedemin ismini vermiş. Dedem de fiziken zamana direnemeyip rahmetli olmuş. Şimdi o mezarlıkta benim adımın soyadımın olduğu bir mezar taşı var. Gayet ilgi çekici ve kışkırtıcı görünüyor. Her bayram muhakkak uğrarım. Bu “kadim” isim değiş tokuşu, soy sürdürücü geleneğe maruz kaldıysanız benim gibi; önce, 40’lık bir ampule yakın mesafeden uzunca bakın, sonra dönüp dedenizin mezar taşına bakın. Eğer hâlâ bir değişiklik yoksa siktir edin. Tabii dedeniz öldüyse yapın bunu.
2. Oy pusulasına Ece Ayhan’ın “Galata Kantosu” isimli şiirinden bir alıntı yazıp attım sandığa. Sayman arkadaş şiirden anlıyorsa beni seçer, şiirden anlamıyorsa zaten sizin olsun. (Burada Kelebeğin Rüyası’na selam çaktım.)
3. Ece Ayhan demişken –evet Ece Ayhan denince hep akla başka bir anekdot gelir- bir Dinar Bandosu mevzusu vardır Ayhan’ın. Öküz gibi dergilerde yazarken bulmuştur bunu. Şöyle ki; Dinar Bandosu, Ege yöresinde derleme ve devşirme bandolarına deniyormuş. Ayhan da bunu edebiyat dünyasına uyarlamış. Çoğu yazar ve şairden oluşan bu bando takımının üyelerine belirlediği enstrümanlar yakıştırmış. Epey de ilgi çekmiş zamanında. Örnek vermek gerekirse –ki gerekir:
17
Memet Fuat: Maestro Ece Ayhan: İngiliz Kornosu Cemal Süreya: Trampet Lale Müldür: Harp Küçük İskender: Pikkolo (küçük flüt) İsmet Özel: Ney gibi isimlerle uzuyor liste. Diğer bando üyeleri için “Aynalı Denemeler”e ya da arşivleri karıştırıp Öküz dergisine filan bakabilirsiniz. Şimdi değil ama ilerde bu bandoyu ben de kuracağım, güncelleyerek. Kısmet tabii bu işler, oraya ne yazıldıysa o.
4. Çiçek ve/ya bitki yetiştirmek; nefes almak, rahatlamak, yük atmak, stresten arınmak, derde tersine depar atmak için ideal bir yolmuş. 2014 yazından ben bunu öğrendim.
5. Ben ilkokula giderken, 28 Şubat’a aylar kala, Onno Tunç ve Ella Fiztgerald henüz “selam” demiş hakkın rahmetine, bahar günlerindeyiz zannediyorum. Okula gidip geldiğim yol üzerinde bir sıvasız duvar, duvarın üstünde bir yazı: “Devrim şehitleri ölümsüzdür.” Çocuk aklı, okumayı yeni sökmüşüm, kâğıttan başka bir materyalde yazı görmeye alışkın değilim, ilgimi çekmişti epey. Her gün okula giderken bakıyordum o yazıya. Sonra bir gün yazı tahrip edildi. Değiştirildi. “Devrim” kısmı silinmiş “şehitler”deki “şe” hecesi ve –i eki itibarsızlaştırılmış ve başka bir slogan oluşmuştu. Sonra o yazı da değiştirildi üzerinde oynanarak. Ölümsüzdür kanısı “ölüm” emrine dönüştürüldü ekler silinerek: “Hitler’e ölüm.” Ben böyle her gün okula giderken merakla yazıya bakardım ne hâle gelecek diye. Bu âşık atışması nasıl şekillenecek, nereye varacak merak içindeydim. Türetme zekâsı tıkandı ki üstü tamamen boyandı o yazının. Geçen gün aynı yoldan geçiyordum. O duvar yıkılmış. TOKİ yapılmış oraya. Burada sosyal mesaj yok. Zaman geçiyor.
18
Hasan Ay
BİR ZİYANI TAM AM LAM IŞ OLM AKLA M ESUDUM
bir ziyanı tamamlamış olmakla mesudum, mavileşmiş yanaklarından öpüyordum Marmara, ve yüreğimi gökyüzüne iliştirdim, yağmur misal olsun yağsın insanlığa, kanla doyar, kana bulanır, sahilim kızıl, buharlaşır suratım, durağım toprak sonsuzluğum yeşil, beni bırak. Anca varabildim, hayallerimi kumbaraya atıp kilit vurabilirdim, yenilmişliğimden mi kestiremiyorum, ölülerim ile konuşamıyorum. Şiir duvara yansıması açlığın, ışığın düşerdi gözlerimden, daha önce girilmemiş bir mahzeni keşfederken, erken güneş görmemin hüznü, hedefim şaşkın, ağırlığınca yumruğu patlayıverdi yüzümde kırıklığın. Sanki bocalıyormuş gibi yaşamak, işte tüm becerebildiğimiz bu iken, kazara doğmuş bir gerçeği takip edemem dediğimde, kaç silah doğrulur bana, kaç hedef şaşırtılır, kaç günah işlenir, haysiyetinden anlardım, yalnızlığında kal Allah’ım. Sabahı çekemezken ellerimle, uyumak yalan, aşk yetişilememiş otobüs, varlık elveda, savrulan küllerin evveliyatı bedenim, en çok nerede ölmek istersin sorusunun cevabı; şu an değildir.
19
Bal Yeşil
BUHAR Bu gece son defa belli belirsiz uçar Gece kelebekleri Ihlamurdan bir derenin üzerine. Son defa çalar kokusunu burnuna o yersiz çırpınışlar. Bu defa son kez film kıvamında koşuşturur yelkovan Ve akrep. Son notalarını haykırır şarkılar Yıldızsız geceyüzüne. Kazınmak ve Kıyılamamak için. Belki de son defalığına bile içlenmez Şu köşedeki hanımeli Bakıp bakıp haline. Bu ıhlamurdan derede Belli belirsiz iç çekişler duyulur belki. Bir rıhtımın üzerinde Bir son vapurda Hiç kimsenin. Belki dikkat etmez bile gökte bir Tanrı Olan bitenlere bu gece yeryüzünde. Ama yine de Olur olmaz Gerinir iki kanat ve salınır Işıksız yıldızlar arasından. Ihlamurdan derede boğmaya kendini.
20
Aslan Kocaman
Geçiyorduk
gölgeleri aşan bir geceyle büyüyor yalnızlığım. -ağlak bir adam değilim aslında. kim öyle duymuşsa ağlamıştır, benden önce. veyahut birlikte. tanrım çünkü gözyaşlarını; ağıtlar birbirini söyleriyice tanıyorum, ömrümün azlığını. bir de peşinden soluklanan ölümün suskunluğunu... korku bir yerlerde, hep böyle bir halde. nefes almak... -sağır ağızlar içindeevet, sana geldim şimdi. satırları birlikte okumaya başlayan dudaklarına, yüzüne ve gülüşüne... geçiyorduk bir kalabalıkta ve öyle tanışmıştık; yabancılığı keşfetmeyi. tanırsın diye ümit ediyorum biraz da, ben, hasretli yalnızlığın!
gözlerine selam ederim...
21
Meltem Dağcı
SUÇLU GÖZ
Zamanın dörtte birinden bir an. Yazı bana “yaz” emrini verdi.
Göremedim elinde kerestelerle uğraşır iken. Ertesi günüm; günlerden hiç.
Yaz!
Masamın üzerindeki bütün eşyalar ayaklandı gözümün önünde. Sarı kapaklı günlüğüm,
Yalanım varsa kalem çarpsın. Masam ile bütünleştiğim dakikalardayım. Kalemim boylu boyunca masamda uzanıyor şimdi. Yontulmaya bıraktım yeniden. Günlüğüme “suçlu göz” yazımı yazdım. İlkokul yıllarımdan
üst üste konulmuş romanlarım, kalemlik kutum, kâğıt şeridi değişmeyi bekleyen daktilom, iki günlük çay bardağım… Ve bir süre de bir şeye dokunmadım masamda. Yas tutuldu ağaçların,
kalan çalışma masama bıraktım. Kaç yıllık emektarım diyorum. Kalemi yontan marangoz Seyfi Amca düşüyor aklıma. Yaşıyor mudur acaba diye iç sesimle konuşuyorum.
uçurtma yapılan tahta parçaların ve Seyfi amcanın adına. Anlar, izler… Bazen anılar bizi suçlu göz ile izler.
Anılar hafızaları tazeler. Diri tutar. Diri masam gözümün önündeydi. Haftalar sonrası
Saatler ilerlerken, gözlerim odanın bembeyaz kireç gibi duvarlarında gezindi. Bir resim
ölmüş Seyfi Amca tozlu talaşların içinde. Bihaberim. Suçlu gözüm.
çizecektim gözlerimle. Suçlu göz. Duvar, beyaz halini sürdürmeye
22
devam etti yine de ikindi güneşi gözüme çarparken.
Beni mahallemize suçlu ilan etti marangoz Seyfi Amca. Hem de kendi odamın duvarında.
Merhaba.
Bir şeyler karıncalandı beynimde.
Merhaba.
Ayaklarım yerden kesildi. Kesik
Yüreğim merhaba yeniden.
bir ayakla ne yapabilirim ki. Bir bilmeceye dönüştü vücudum. Tutunamadığım zamanlar…
Nasılsın deli çocuk. Selamlaştık yüreğimle. Bunu genelde pek yapmam. Hal hatır faslından sonra gözlerimi yeniden masama iliştirdim. Kızacaktım kendime. Ardından matematiksel hesaplamalar girecekti işin içine. Bu kaçıncı kez diye. Bilmiyordum.
Seyfi Amca’nın hayali karşımda bana gülümsüyor. Ama yetmiyor. Ben ise; beyaz badanalı hayatların çetelesini tutmaya başlayalı beri bütün suçu gözlerime atıyorum. Duvara bir suçlu göz çiziyorum.
Geç kaldığım gözler. Zamanlar.
23
Efe Elmastaş
ELA GÖZLER
Saatlerden zaman çalınıyor sanki. Bir kara bulut mavi ve beyaz renkleriyle dalgalanıyor doğunun ortasında. Binlerce yıllık geçmişine ağladı ve ağlattı bizleri derken şimdi kan damlıyor ellerinden. Gün geçtikçe şartları çocuklar aleyhine gelişen bir savaşı yaratan bu eller her şeye rağmen direnen, toprağını sahiplenen boğazları kavrıyor ve son nefesler çıkasıya sıkıyor. Dünya tarihinin en modern soykırımını yaşamış bir halkın torunları yeniçağda son teknoloji silâhlarıyla eski bir soyu kırıyor. Bu kan, devletler açısından bakınca ne kadar bilindik bir çıkar senaryosunun gerekçeli kararı olsa da insanların vicdanlarında yaralar açan koyu, yakıcı bir asit gibi. Bir İsrail askerinin annesini düşünün mesela. Kalın duvarlar çekerek ayırdıkları bir ülkenin bağrına basarken botları hangi neden oğlunu haklı çıkartabilir ya da kısacık ömürlere
24
sığdırılan onca savaş ve evcilleştirilmemiş hırsların kölesi politikacıların sabahtan akşama aklayamadıkları nedenlerle süren bu harbin ne gibi bir kutsal amacı olabilir ki? Dini kitaplardan sağma yalanlarla, vaat edilen toprak nidalarıyla dünyanın gözü önünde işlenen bu toplu cinayetin tek amacıdır siyaset ve para. Bir Arap kızının ekmeğine, zevcesine göz diken bu muhilli namusların doymaz gözleri nereye baksa orayı kurutmakta. Şu satırlar yazılırken bile bir bomba bir ocağın keder ateşini yakmakta ve devam eden bu kavga birbirinin eşiti taraflar olmamasına rağmen öldüresiye vicdanları kırbaçlamaktadır. Şayet uyuyabiliyorsa sorulmalıdır, bu savaşın nedeni olan insanların parçalanan cesetler ve yanmış bedenler arasında geçen rüyalarında bir Arap çocuğunun ela gözlerine bakmışlığı var mıdır? Sayılmayacak çoklukta olmuşken ölüler ve bütün dünyanın gözleri önünde “hak” saçmalıklarıyla saçılıyorsa böylesi bir vahşet, sorarım size ey halklar bu susuş hayra mı alamet? Kibrin, eriyen bir mum misali aşındırdığı bu yüzler midir feryat figan vatanlara huzuru getirecek? Bir yalancı barışa bile hasret annelerin umurunda mıdır acaba Gazze'nin verimli topraklar ya da Gantz için önemli midir hangi taraftan olursa olsun bugün kaç babanın evladının tabutu başında yaşarken öldüğü? İstatistiksel verilerden ibaret olan bu sayılar küçük hayatların büyük dramları. “Altı gün” savaşlarının üzerine daha nice altı günler gören Filistin, hava saldırılarına, çatışmalara, en son model bombalara direnirken kaldırımlarda yürüyen ayak sesleri yavaş yavaş kesildi. Ölen ler mezarlara, kaçanlar mülteci listelerinin en baş sıralarına taşıdılar şehirlerinin ismini. Gittikleri yerlerde savaşı anlattılar ama hiçbir büyük devlet bu zulmü görmedi. Kalanlar ise yaşamın kıyısındaki bir cambazın parmaklarının arasındaki teli sımsıkı kavraması gibi tutundular hayata. Anne karnından çıkan her çocuk bir memleket neferidir şimdi. Etleri de kemikleri gibi bir özgürlük teminatının temsili. Kimi zaman umutla, kimi zaman yaşlarla baksa da ela gözleri yataklarında sıradan bir ölüm gördükleri en güzel düşleri...
25
Tuğçe Kayra Güneş
Gece Çiçekleri Çıplak kaldırımda yalın ayak koşuyor bir çocuk. Ay geceye aşık gibi parıldarken bir kadın kusuyor bodrum katın zeminine. bir çocuk temiz çarşaflı yatağında. bir adam ağlıyor pencere kenarında. Gece yükselirken güne, gün küsüyor başka bir şehrin sokaklarına, insanlarına. Çıplak ayaklarımız, sırtımızdaki kazaklarımızla öyle çaresiziz ki güne.. Öyle aşığız ki geceye sessiz fikirlerimiz, boş midelerimizle. Hırçkırarak ağlayacağım geceyi bekliyorum günlerce. Barikatın ötesine geçip, yatacağım taşları eksilmiş zemine. Yıldızları sayacağım gecelerce, Öyle bir yatacağım ki gün doğmayacak artık geceye. Ay yalnız ayaklı çocuğa aşık olacak güneş yaktıklarından utanacak ve gururlu bir general gibi faşist bir diktatör gibi intihar edecek günün ertesinden geceye. Tek kapalı kapı kalmayacak bu kentte. Ağlayan adam bile bodrum katındaki kadının tenine kavuştuğunda, çocuk koşmaya başladığında ve ben ağladığımda hiç açmadığı kadar güzel açacak tüm gece çiçekleri.
26
Yusuf Kuranel
VÜCUT benim gördüğümden farklı bir kıyamet var vücudunda her şeyi olduğu gibi bırakan dudakların git gide boklaştı geçmişin dövmeleriyle sarılan cesetler yanan şehirde kıvrılan yüzleri sargılı canavarlar çarmıha gerilmiş iblisler aldatmalı öpüşenler yapraklar dökülürken iskelete sarılan bir ölü çocuk mısralaşmış kuzgunlar hepsi ama hepsi ruhunun vücuduna vurduğu yaraların çocukları kararmış damarların korkak battaniyesi dizi kanayan öfkenin deliklerinden fışkıran korkun annenin ayaklarına akarken hissizleştiğin yataklarda umutlarını bıraktığını gördüm/kanayan bilekleri neden sevsin zaten tanrılar/ derin vücudundan en büyük günahlar kadar bıkmışlık savrulurken göbek bağıyla boğulmuş bugünlerin son beyazını çekiyorsun her gece/beyazla kırmızının buluştuğu ilk sevgilindeki anılara dönmenin anlamsızlaştığı bir sürü siyah tonu/ çığlıklarını duyacak mürekkebin kalmadığı zaman dizeler kadar anlamsız şiirler kadar anlamlı bir an bulursun belki geçmiş karanlıklarında babanı unut anneni de senin çöküşünü bekleyen tüm melekleri de kapat şu cohen bokunu da dinle ‘insanın tanrısı başarısız oldu kömürleşen kuşlar harabelerden kaçıyor ve akan kanlar olarak geri dönüyor’
27
sevişirken ellerini kaçırman kadar korkak gözlerinin yazdığı senaryolarda/birikimsiz ve tüylü karmaşaların gizemi var/iki orospudan aldık bu evi temizlemesi bana ölmesi sana aitti/o orospular kadar mutlu ve pis yaşayamadık onlar kadar eskiyemedik onlar kadar yırtıklarımızı dikemedik/siyasete de bir o kadar yabancı kaldı gazetelerimiz/en son ‘Işidleri kapatın çocuklar uyuyor’/siyaseti değil çocuklara oy verdin bir kere bin kere öldü/ soğuk kalbini sıcak tenime yaklaştır ya kalbin ısınsın ya tenim soğusun ya da bu yatağı atarız çöpe baban kuzenini sikmişti değil mi kuzenin de seni sen de benim etime kaldın kaşıklarımı bitirdin yavaş yavaş cehennem tasvirlerini ilk seviştiğimizde fark ettim yanık etinin kokusunu okuduğunda poe, charles, hell, lovecraft, scott saklamak istediklerimizi hep yazıyorlar
sessizliğin dalgaları vücudunu titretirken sigaranın yanması tek güven veren his sana onu da biliyorum/cehennemi süpürmek hoşuna gidebilir aslında/düşen karlar kadar ölü cehennemin soğuk yollarının banklarında kalan hayaller/sessizce ama yaşamamış insanların ellerine düştü her saatte/gene/ gerçekten kıyamette tanrıya mı sığınacaksın son kez sevişmek yerine/ ben onu değil o beni inkar ediyor/ sordum/ battaniyelerinin arasında kalan umutlarını sordum/bisikletten düştüğün günü sordum/cevap hep aynı/bisikletten düşmeden kanayamazsın benim gördüğümden farklı bir kıyamet var vücudunda biliyorum görüyorum.
28
Sergen Yücel
YAŞ HARBİ Lütfet yolları kırmızı menekşelerle dolu Yaş harbidir bu Kırmızı kandır, yollara serilmiş bir düğümdür su Orman cümbüşünde gönlü çelik bir mağrur Kükrer aslan kafesinde kulaklar sağır olur Kırmızı güller Kırmızı menekşeler Siyah harp ve savaşçılarına hizmet eder Namert olsun haklı yoldan kanla saptıranlar Ormandaki çiçeklerin kırmızı olup göz aldığına bakma Kandır o güller Karanfiller menekşeler Sokağıma buyur gel Su arıyoruz çağdan evvel Beyaz menekşeler Gözlerim su arıyor Yaş harbidir bu. 29
Ahmet Kürşad Görgeç
Da Dahil
Neden hemfikir olduğum tüm hamak yükü ofis pijamalarımı bir kıyısında saklardım hayatın bilmem. Beni kır çiçeklerinin beli bükülmez güzelliğiyle karşılayan bir neşter kanamasıydı. Beni detone olan yağmurların karşı konulmaz sıcaklığı korkuturdu en çok. Bilirdim yetim kalmış uçlarını somun ekmeklerinin. Bana hiçbir yararı da olmadı bunun. Ben hep bir ağacın oluşum ehli yanından baktım hayata. -Ben hayata yan bakmakla meşhurum- ama o bana hep çatık kaş; şu, buna hep şefkatle baktı. Burada gözlerin de kadraja dahil.
yalnızca kendisine güzel gülen insanların selamlarını götürür. Ha, bir de ahlarını. Yemekten sonra ölmüş isen midendeki gazda gelebilir bak.” derdi. Gülümserdi. Görürdüm dişlerinde zamanın apse yapmış kaşıntılarını. Bir hayatın hastane anonsu içeren tüm ilaç prospektüslerinden geçtim de ucu boka sarmış hatalarımdan vazgeçemedim bir tek. Burada savurduğum tüm küfürler de yazıya dahil. Hasenat hayra alamet olmadan nasıl kuruturum kavun yapraklarımı? Mihenk duvarlarıyla çevirdi dört yanımı. Nereye yönelsem bir ağlama duvarına tosladım. Her yanım haham sakalından çıkma sığırtmaç şarkılarına gebe.
İstifleyip durdu karşı komşum, verdiğim tüm güler yüzlü selamlarımı. “Ölüm, evlat, tek gerçektir ve insan buradan
30
Dengemi devrin ileri gelenlerine bırakalı yıllar oldu. Numune atlar şahlanıp beni semanın kanatlarına bıraktığından beridir çıkmadım saklandığım yerden. Burada çocukluğum da saklambaca dahil.
demetini, başını okşadığım bir yetim kızın kulağının arkasına geçiştirdiği saçlarında görüyorum. Onun, iklim değiştirmeye muktedir gülüşüne bağlarım zamanı. Burada tüm akrepler de yelkovana dahil.
Zaten ancak isyana kalkışan bir Ugandalı hüznü omzuma dokunmaya cesaret edebilirdi. Olan, olmaya sebepti. Ben, hiçbir gökte aramadığım kadar senin sığındığın dualarda budum onu. Uhud nerede suistimal edildi bilmeye yettim. Nedendir oksidi en çıkmazında tuttum vücudumun? Talihimi rahme düşüreli iki elma koparan dalından, Adem misaline örnek miydi? Hekimi derdime hakem tayin eden kader, hıyanet ehlinden bana ne sektirdi? Burada tüm sorular da cevaba dahil.
Hangi gerekçe bir boşluğa aitse onu dolduran ancak bir sarkaç sesi olur. Beni de senin gibi otobüs duraklarının en samimi köşesinde bekleten bir şiirdir. Tebdil edilmiş ne kadar şehir varsa, kısa bırakılmış cümlelere iki kelamı eksik edenlerin yüzünden. Humuslu avuçların duaları kadar içten oldum sana. Utancımı, susuz dudaklardaki acziyetin kaç harf ötesine bıraktığımı lakin hiç bilemedim. Gücüm yetmedi alaimisemayı toprak kokusuyla harç etmeye. Bundandır bir kuşun kanadına baktığımdaki unutkanlıklarım. Ama yine de sen iste, bir ölünün günlüğü olurum sana. Burada EvelynMcHale de tüm karizmalara dahil.
Adı kaosa en sistemli nutku verirdi her gece. İki yerinde üç dikiş izi birikmiş sokak kedimizin dilinden anlamaya gayret ettim dünyayı. Nalbur dokunduran tüm sabah sislerini, ecrin izzetine ikram eder, gönlümce bir ölüm düşlerdim. Şeyh çığlığı sürdüğümden beridir ağzımın duasız köşelerine, kötü sözleri ırak ettim dudaklarımdan. Dualarıma kurşun döktüm. Ben hayatın en güzel papatya
Beni kır çiçeklerinin beli bükülmez güzelliğiyle karşılayan bir neşter kanamasıydı.
31
REPLİKA - Kalkın lan kalkın! Ahmet kalk! Kalk kalk kalk kalk kalk!!! Uyanın uyanın! +Tuncay?! Kardeşim noluyo yaa? - Ahmet, Jargon yayın hayatına devam edecek… + Vallaha mı? Ne güzel oğlum işte, gözümüz aydın. - Lan bi dur, öyle değil. Jargon basılı yayın hayatına de-vam e-de-cek!.. * Yine mi Tuncay ya? + Geçen günkü matbaacının istediği para muhabbeti yüzünden mi oldu la? - La ne ilgisi var? Said, bana bir soru sor… Sor oğlum aklına gelen ilk soruyu sor bana. * Ne soriym ya? - SOR!!! * İki kere iki?!! - JARGON!!! Ahmet sen sor. Sor lan! + Ya Tuncay ya… - Sor oğlum sor! En sevdiğim rengi sor bana hadi… + En sevdiğin renk ne Tuncay? - JARGON!!! Mısır’ın başkenti nere? JARGON!!! Ankara’nın birincil geçim kaynağı ne? JARGON!!! Elektriği kim buldu? JARGON!!! Aya ilk kez JARGON ayak bastı!!! Her sorunun cevabı; JARGON!!! Her sorunun kendisi JARGON!!! HER SORUNUN İÇİNDE HER CÜMLENİN İÇİNDE JARGON VAR! HER CÜMLENİN SONUNDA JARGON KOYULUR! BİR SONRAKİ CÜMLEYE BÜYÜK JARGON’LA BAŞLANIR! KARŞIDAN KARŞIYA GEÇERKEN İLK ÖNCE JARGON’A SONRA TEKRAR JARGON’A BAKILIR BİR DAHA JARGON’A BAKILIR ONDAN SONRA GEÇİLİR! DÜNYA JARGON’UN ETRAFINDA 365 GÜN 6 SAATTE DÖNER! BİR YIL 12 JARGON EDER!!! ENERJİ; KÜTLEYLE JARGON’UN HIZININ KARESİNİN ÇARPIMIDIR!!! BU FANZİN BASILI OLARAK YAYIN HAYATINA DEVAM E-DECEK!!!
“İdealimizi birdenbire gerçekleştiremeyecek olmamız pek de umrumuzda değil.” Kropotkin