Jargon Fanzin | Sayı 2

Page 1

K Ü L T Ü R L Ü

S A N A T L I

Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında Bir teneffüs daha yaşasaydı, Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür Devlet dersinde öldürülmüştür.

A Y L I K

F A N Z İ N


TUNCAY KIZILASLAN

REPLİKA

—Bugün karar günü. —Bakalım neymiş kaderimiz. —ne kaderi oğlum, kesin bastırıyoruz dergiyi! —nereden biliyorsun? —içime doğdu... “1000 lira makina açılışı verilmesine, matbaalarca oy birliğiyle karar verilmiştir.” —Nasılsın? Sağlığın iyi mi İbrahim? —İyiyim iyiyim. Çok iyiyim ben. —Matbaalar nasıl böyle bir fiyat verdi? —Akıl alacak iş değil. Üç beş kuruş beklerken matbaa binlerce lira istedi. —nasıl böyle oldu bu iş İbrahim? —Ben de anlamadım baba. Bu işlerle hiç ilgim alakam yok. —Arkadaşlarının yüzünden mi oldu? —Hayır, onların daha da alakası yok. Onlar tamamen benim yüzümden yazıyorlar. —Naptın ki sen oğlum? —Bir şey yapmadım ki baba. —Kuşe kağıda mı bastırayım dedin İbrahim? —Hayır baba. Ortada masraf yok bir şey yok, matbaacı kalıp parası bu kadar dedi, dijital baskıcı tek dergiye 20 lira çıkardı diye bu hale geldik. —Dijital baskıcı niye öyle diyor? —O bir bok basmamış ki dergi fanzin falan gibisinden. Kim gelse bu kadar para diyecek. Fakat özalitçiye gittik. Kağıdı kendimiz bulcaz falan. Bozulacak bu iş. —Tanıdıklarla mı çıkarıyorsunuz? —ha haa… —Tanındık mı kadro? —Yok yok. Ayıptır söylemesi yeraltında takılıyoruz. —Bir ihtiyacın var mı oğlum? —Yok baba, sağol…

Pardon Filmine Saygıyla


3

BAŞLARKEN

Selam, n’aber? İkinci sayıyı da karşınıza çıkarmak adına çok didindik ve başardık. İlk sayıda edindiğimiz tecrübeleri ikinci sayıya uygulamadık çünkü ne gerek var? Amatör ruhumuz acı çekmeye hep müsait ve her zaman fiyakalı ruhlara sahip olacağımızın bilincinde olarak dizayn olsun, tasarım olsun çok iplemedik. Daha doğrusu ilk sayıda tutturduğumuz mayayı muhafaza ederek radikal değişikliklere kapadık kendimizi. Umarız beğenirsiniz, beğenmezseniz de ne bileyim lan yazın bize; jargondergi.tumblr.com ya da facebook.com/JargonDergi adreslerinden. İlk sayı için çok da olumsuz eleştiri almadık, beğenmişsiniz Allah razı olsun. Bir iki pürüz vardı cevap verelim; 1. “Bir manifestonuz var mı? Varsa nedir?” falan dendi, manifestomuz yok, manifestomuz olsun istemiyoruz da, olmamasının bir sürü sebebi var, hiç birini açıklamak istemiyoruz, bizde kalsın. 2. “Henüz ilk sayıdan siyasete neden girdiniz, hükümete neden giydirdiniz?” dendi, şöyle ki; biz dergi için çabalarken Gezi olayları patlak verdi ve Ankara’ya da yayılmış bulundu, dergi kadrosu olarak halkın tutumunu haklı buluyorduk ve edebiyat doğası gereği muhalif olmak zorundaydı bizce. Hem Kızılay Meydanında arkadaşlarımızın üzerine TOMAlar sürülüyordu, ne yapsaydık? Silahımız edebiyattı, ironiydi, şarjörü doldurmuş bulunduk. İçeriğe bakacak olursak kısaca; neyse ona siz bakın. Görüşmek üzere.


4

MUHTEVİYAT AHMET KESKİNKILIÇ / ORTA İKİDEN AYRILAN ÇOCUKLARDAN ECE AYHAN’A

5

PAYİDAR ZARAMAN / KAR

6

ALİ LİDAR / SAMİMİ ACILAR SAHTE MUTLULUKLAR

7

FEYYAZ YİĞİT / ERKEK ŞİİRLERİ

8

ADEM OSLU / OLMAYAN KİTAPLARDAN OLMAYAN ALINTILAR – 1

9

BAHA ÖZTOP / D ŞIKKINDAN DAHA ŞIK BİR ŞIK BULUNANA KADAR 101 AHMET KESKİNKILIÇ / İNTİHAR MI CİNAYET Mİ?

10

SÜLEYMAN GENCAVER / HAZIR YARILMIŞKEN

16

HASAN AY / SERBEST AĞRIŞIM

17

BATUHAN BELHAN / İKİMİZDEN OLMA ŞİİR

18

GÜN ÖZ / HEP AYNI AYNA

19

TUNCAY KIZILASLAN / ADAM KAZIM

20

HATİCE RAMAZANO / YİTİRMEYE ÇEYREK ,

23

YUSUFHAN KOL / BENDEN DE ÖNCEKİLERE

24

ERDEN ERİŞ / ANTİRASYONEL ÇÖZÜMLER 27 ZENGİN GÖRKEM ATALAYER / BEN BU YAZIYI BABAMA YAZDIM

25 27

YUSUF ZEREN / ENVAİ KALABALIK

28

GÜLŞAH ATEŞ / DİCKENS YALANLARININ ANAKRONİK VERSİYONU

29

E.D. / SADECE ÖPÜCÜK BALIĞI’NIN ANLAYABİLECEĞİ HİKAYE

31

SABRİ ÖZAY / UNUTTUĞUMUZ YERDEN GELEN BİR TINI 000

32

SAİD BÜYÜKARSLAN / BİR TERÖR FİLMİ

33

12

İmtiyaz Sahibi: Ahmet Keskinkılıç ∙ Tuncay Kızılaslan ∙ Said Büyükarslan Kapak Çizimi&Tasarımı: Ecmel Sarıkaya ∙ Özgün Tükle Arka Kapak Çizimi: Ersin Gücenmez Sayfa Tasarımı: Ahmet Keskinkılıç Redaksiyon: Ahmet Keskinkılıç ∙ Tuncay Kızılaslan © Tüm Hakları Sakladık


5

AHMET KESKİNKILIÇ

ORTA İKİDEN AYRILAN ÇOCUKLARDAN ECE AYHAN’A

Ece Ayhan başlı başına Türk şiirine, özellikle Cumhuriyet şiirine sağladığı katkının ötesinde şiirde sıradanlığa da ikinci yeniden daha cevval atılmış tokat gibi bir cevaptır da aynı zamanda. Ankara Siyasal’dan mezun olup kaymakamlık yapmış olsa da mesleği sadece “şairlik”ti Ece’nin. Şiire bakışını ise şöyle özetleyebiliriz; kapalı ama gizli imgelerden uzak, özel isimlere yüklediği anlamlarla yepyeni bir şiir ansiklopedisi kıvamında, toplumsal gözlemlerin Everest’inde şiir kuran ve eleştirinin en hasını yapan, sıradanlığın önüne çekilmiş bir set olmayı ilke edilmiş aykırı biçimin dışavurulmuş hali. Aynı zamanda ikinci yeni’nin en unisex ismine sahip şairi. Ama Ece Ayhan’ı sevme nedeni(miz) bu yenilikçilik ve marjinallikle sınırlı değil elbette, biz onu sokakta olduğu için seviyoruz, sokağın şairi olduğu için. Bu şiirde kullandığı dile de yansır. Argo onun vazgeçilmez ikincil dilidir. Aslında literatürü zorlayıp buraya Ece Ayhan’ın Şiir Algısı adı altında sağlam bir makale de yazabilirim ama bu sıkıcı olur, neticede O’nu seviyoruz ve nedeni şu anektoddan bile anlaşılabilir: Bir söyleşi sırasında Ece Ayhan okurlarından genç bir çocuğa durup dururken sorar: “Sen hangi elinle otuzbir çekiyorsun?” Genç bir an afallar ama “S..sağ elimle..” diyebilir, Ece Ayhan bunun üstüne “Sol elinle de dene, kaçamak yapmış gibi oluyor insan..” der. Yahut Dipyazılarında Can Yücel ile ilgili yazdığı: “Can Yücel’i severim ancak babasını neden bu kadar övüyor anlamıyorum, Cancığım senin baban Mustafa Kemal’in ‘Sıfır nedir?’ sorusuna ‘Sizin yanınızda benim paşam.’ Diyebilmiş don yağı olarak anılan bir adamdı.” Yazıdaki haddini kendi belirleyen üslup yüzünden seviyoruz. Ece Ayhan şiirde anarşizmi kurmuş, korumuş, kollamış, orta ikiden ayrılan çocukları, sivil şairleri, orospuları, İkinci Yeni’yi, post moderni ve aynı zamanda gelenekçiliği sevmiş, saçını okşamış, güzeller güzeli bir abimizdir. Jargon’un Temmuz 2013 sayısı O’na ithaf edilmiştir. 12 Temmuz ölüm yıldönümüdür. Çanakkale’ye yolu düşecek olan mezarına bir karanfil bıraksındır, borcumuz olsun. Son olarak Mor Külhani’nin hikayesiyle bitirelim. Nilüfer Kuyaş, Ece Ayhan’dan dinlediğini anlatıyor: “Öyküyü kendisinden dinledim. 1969’da TÖS Genel Kurulu Kayseri’de yapılıyor. Ülkücüler binayı basıyorlar. Dükkânları, vitrinleri kırıp döküyorlar. Zavallı attar. Esans da satar, kitap da, defter de. Ne yapsın? Taşra böyledir. Oradan bir zavallı kadın geçiyor. Konsomatris. Bunlar pek dışarıya çıkmazlar. Çalıştıkları bara giderler, sonra otelde otururlar. Buncağız sıkılmış, biraz dolaşmaya çıkmış. Güruh ona saldırıyor. Çırılçıplak soyacaklar. ‘abiler’ diyor konsomatris, ‘beni öldürün, bana bunu yapmayın.’” … şiirimiz her işi yapar abiler valde atik’te eski şair çıkmazı’nda oturur saçları bir sözle örülür bir sözle çözülür kötü caddeye düşmüş bir tazenin yakın mezarlıkta saatlerini çıkarmış yedi dala gerilmesinin şiiridir dirim kısa ölüm uzundur cehennette herhal abiler


6

PAYİDAR ZARAMAN

Kar vardı Bir kayıp zaman cennetinde Annem kırk yaşındayken filan Yani şimdi ki gibi öksürmüyorken Kazım’ı elektrik çarpıp kazım ölmemişken Şükrü gitmeden tam yirmi yıl önce İşte burnumu siliyorken ben İşte cennet-i ala’nın tam ortasında Belki hafif güney batısında Aşık bir kar vardı... İyi koku alan tazılarımız Ve kangal eniklerimizle birlikte Rüzgar yavrusu ıslıklar çalıyorduk Beyaz bir tuvalet giymiş gibiydi bizi kuşatan bu markaj altında ki resim Erekse olmuş ağaçlar gördük Allah’a uyup biraz daha gitseydik eğer Biraz daha gidebilseydik Biraz daha yani Erebilirdik sırrın o madde uyuşturan küfüne Havada bir şey vardı Havada bizi kundağımıza saran Annemiz gibi emziren Ve ne kadar kalın örtü varsa donatan Havada bir vahiy edası vardı Biz orada Allah’ı iyi tanımaya meyilli uysal kompozisyonlardık kar güzel vardı Damlarımızın koynuna kocası gibi yaslanan Babası gibi sıvazlayan Damlarımızı insana çeviren bir yüzü vardı anın Kar vardı Ve bir kez daha galip geliyordu demli çay Demli çayın etrafında buluşturduğumuz o her şey O her şey orada bir çeşmeyi sudan azad etmiş gibiydi Güneşin çirkin düşürüldüğü o tenha huzur O tenha esrar O mutfağında muhtemelen otaşı pişirilen yuva o yuva Annemiz bir kez daha annemiz ve diğerlerimiz Annemizin o uhrevi yaşmağı Bütün o yerel tanrılar ve Allah Evanghelos Odyssey Papathanassiou ve Ali Osman’gilin hayati O karın yamaçlarında erzağını depolamış karıncalar kadar hafiftik kar ürkütücü hafifti ve gaz lambaları tabi ki tabi ki de gaz lambaları

KAR

karın kapattığı kapımız ve kapımızın içerisi sonra berrak bir öykü yaşamak sonra soba muhabbetleri soba yani kestanenin patatesin ve halkların kardeşliği soba gök kızıl bir cezbeye ardığında ardığında sekiz cennet saman depomuza çökelek çaya ardığında artık kar kapattığında köyü yerküreye eroin kullanmış bütün masallar yatıya kalırdı a bu ne leziz bir firdevs a bu ne şeker bir meva’ydı kar bembeyaz vardı buram buram kekik kokuyordu ölüm ölüm orada baldırları şehvet saçan bir kadın gibi ölüm orada göbelek kadar tatlı hayatı rüsva edercesineydi Aman Allah’ım Kar yağdığında öksüz çocuklar Ocağında otaşı pişirilmeyen yuvalar Aman Allah’ım yuvalar Yuvalar ve anneler Aman Allah”ım sen bütün öksüz çocukların Sen bütün öksüz çocukların ve öksüz olmayan çocukların Sen hepimizin Sen hepimizin ve topumuzun birden annesisin Aman Allah’ım yani... Çokça aman Allah’ım Kar Hayatımıza ne zaman yağsa Ne zaman yağsa beynimizin mübarek zulalarına İçinde çok büyük bir Allah”la Anam Kezik’le ve kardeşlerimle Bütün İslam ve insan kardeşlerimle Bir kez daha anam Kezik’le Gözyaşımızın içinde ki o tanrısal tuzla birlikte yağardı Ne zaman yağsa kar Cin çarpardı şeytanın o insani emellerini Şükrü 30 yaşında olurdu Astım bronşitini yenerdi anam... Babam akciğer kanserini Ne zaman yağsa kar İçinde çok büyük bir Allah’la yağardı Bizi çok bağışla n’olur Çok kucakla bizi Bizi de bir beyaz eyle Karla tutuştur bizi n’olur…


7

ALİ LİDAR

Beş sene boyunca aynı kızın peşinden koştu Barış (Üniversitenin ilk haftasında, amfide görür görmez karar vermiş Güliz'e aşık olmaya.) Mezuniyet törenine kadar da bir an bile vazgeçmedi. Güliz onu sevmedi. Ama uzak da tutmadı kendinden. Hemen hemen her gün görüştüler. Barış hislerini hiçbir zaman saklamadı. Kızın sevgilileri oldu arada. Barış'ın hiç olmadı. Zamanla herkes öyle kanıksadı ki bu durumu, Güliz'in sevgilileri bile Barış'ı yadırgamamaya başladı. Bir çeşit eğlenceye dönüştü hepimiz için onun bu hali. Bu işte o salak diye uzaktan parmakla gösterildiğine bile şahidim. İlk bir kaç yıl o kadar samimi değildik biz. Ortak arkadaşlar vasıtası ile durumdan haberdardım. O zamanlar da acırdım haline uzaktan uzağa. Güliz'e de kızıyordum içten içe… Üçüncü sınıfla birlikte Barış'la samimiyetimiz de ilerledi. Sordum bir gün. Yoğun bir ucuz şarap akşamı. Bir artı bir öğrenci evinin mutfağındaydık ve kafalar hafiften dumanlanmaya başlamıştı. “Neden Barış?” “Efendim!” “Neden? Yani anladım aşık oldun, çok aşık oldun hatta tamam. Ama olmadı, olmuyor işte. Neden bırakmıyorsun artık?” Uzun bir süre sustu. Sonra ciddi bir yudum aldı şaraptan. Sonra... “Demedi abi. Bir kere bile seni istemiyorum demedi.”

SAMİMİ ACILAR SAHTE MUTLULUKLAR

“Ee?.. İstiyorum da demedi. Dedi mi?” “Yok. Onu da demedi. Gülümsedi hep.” “O herkese gülümser oğlum. Mizacı öyle onun.” “Bana başka gülüyor be abi. Biliyorum beni sevdiğini, ben de seni sevecek gibiyim ama daha değil der gibi gülüyor. Bekle diyor sanki bana. Ben de bekliyorum…” Salak demek geldi içimden. Kızmak, bekleme ulan bekleme sevmeyecek o seni demek... Diyemedim hiçbir şey. Acıdım. Çünkü gördüm gözlerinde. Söylediği şeye gerçekten inanıyordu o. Gerçekten Güliz’in kendisine başka türlü gülümsediğini zannediyor, gerçekten günün birinde kendisini sevebileceğini düşünüyordu. Başka konularla devam etti gece. Sonraki zamanlarda da, sanki sözleşmişiz gibi bir daha o konudan bahsetmedik hiç. Barış mezun olana kadar hiç vazgeçmedi. Sonrası varsa da hikayenin, ben bilmiyorum. Mezuniyetten sonra koptuk… Yıllar geçti aradan. Düşünüyorum da şimdi, sanırım bazen hepimiz biraz Barış oluyoruz. Bir şey oluyor bazen, bütün dünya senin düşündüğünün tersini bile düşünse o kadar kuvvetli inanıyoruz ki o şeye, gerçekle bağımız kopuyor. Sonrası acı oluyor elbet. Olsun. Samimi bir acı sahte bir mutluluktan daha kötü olabilir mi gerçekten?


8

FEYYAZ YİĞİT

ERKEK ŞİİRLERİ

MAKİNALI TÜFEĞİM

YİĞİTLER YAĞMURDA YÜRÜR

Gözbebeğimde yalnızlık uyur benim. Sakalımda beslenir çocukluğum.

Yağmurda yürür Yiğitler

Ve Zemheri Ve Kor

her adımda toprağa kurşunlanan.

Ve Saldırgandır kahpeliğin. Üzülme gardaş. Bağbozumunda açılan serin bir yaradır. Anamın öykünerek bahsettiği Makinalı tüfeğim.

Yarınlara postalanmış ümittir

Zayıf ve ürkek bir kelebeğin Kanadından savrulur hayalperestliği Kırılgandır sevdası Kara çalınmış bir DOĞAN L’dir Güvercin beyazına atfedilen Memleket türküsü.

Bana ağlayarak dans edebileceğim bir şarkı yap. Mezarlığın yanında, 4 kapısı da sonuna kadar açılmış eski bir araba… İçinde bangır bangır müzik çalıyor... Arabanın arkasında yaşlı bir adam burnuna oksijen tüpü bağlı. Elinde bira, ağzında sigara. Karşısında duruyorum “oynasana” diyor. Başlıyorum oynamaya…

-Neyde yaptın bu şarkıyı? -Gitarları ve klavyeleri ben çaldım davulları bilgisayarda yaptım. -Aferin lan.

Ne acayip… Ağlamaya başladığı an başarmış olucam. Ağlamak isteyip ağlayabilmek büyük bir başarı… Ama sadece dans ederken.


9

ADEM OSLU

Kitap 1 - Dur! Yoksa! - Yoksa ne? - Düşerim. Düşersem senide çekerim. Kitap 2 - Elbette vardım. Sadece kabul edemeyecek kadar solgundu yüzüm. Kitap 5 - Hay Allah! - Ne oldu? - Bir an sustuğunu düşündüm de Kitap 6 - Mizah dergilerinin arasına sıkıştırdığı lise diploması ne komediydi ne ironi. Sadece boşvermişlik anlamlarına geliyordu.

OLMAYAN KİTAPLARDAN OLMAYAN ALINTILAR - 1

Kitap 3 - Tam da düştüğüm yere uyku sermiştim. Ne diye tuttun ellerimden? - Seni kurtarmak istedim. - Beni kendinden kurtar!

Kitap 4 - Bana göre gece gündüzden daha güzel, daha aydın. Gündüz gördüklerimi, gece görmek istediklerimi görüyorum. Gündüzleri anneler görüyorum her çocuğun yanı başında, gece olunca annemi görüyorum başucumda. Güneş doğuyor, annem tekrar ve tekrar ölüyor.

Kitap 7 - Maaş bordrosu diye bir şey girecekti hayatına. “Maaş” ve “Bordro”. Rüyanızda yüksek bir yerden düştüğünüzü gördünüz mü? Görmüşsünüzdür. İşte o korkuyu peş peşe hissediyordu bu iki kelime sayesinde. Nefes almak rüya gibiydi.

Kitap 8 - Adı Melek’ti. Gerisini düşünmedim. Kitap 9 - Bir gemide yaşamak istiyorum Selma. - Güverteme yanaş o zaman Halil. - Selma, sevişmeye yer arıyorsun yine.

Kitap 10 - Yeni uyanmış gibi “Günaydın!” diyerek gülümsedi adam ve barut kokusu odasına yayılırken en güzel uykusuna daldı. Hiçlik uykusuna.

Kitap 11 - Yazlar çabuk geçer, sen güldüğüme bakma. Önümüz kış, içimde seni bekleyen kara yağmur bulutları.

Kitap 12 - Sahi neden Süheyla’ya yalan söyledin? - Doğrusu nedir bilmediğimden. Doğrusunu bilmek istemediğinden…

Kitap 13 - Mantık ve kalp arasındaki çatışmayı bilirsiniz. Klasiktir. Hatta klişedir. Bana sorarsanız insanlar mantıksızken daha güzeller. Askerlik hariç.

Kitap 14 - İki duyguyu da bir arada yaşayabilmek yetisi delirtir insanı. - Nasıl yani? - Hem çok sevip hem çok nefret etmek mesela. - Schrödinger’in kedisi gibi diyorsun. -…

Kitap 15 - Bahsettiğimiz şeyler size tövbe çektirmesin. Bilmeye çalışmanın cehennem bir yanı olmamalı. Yine de Allah kabul etsin.


10

BAHA ÖZTOP

D ŞIKKINDAN DAHA ŞIK BİR ŞIK BULUNANA KADAR

Gidip gelmelerimiz var elbette ama sen gitme Kal ki bir deli gömleğini kaptığı gibi uzaya çıksın Ve bir kelebek zamana karşı devrim yapıp Kanatlarını daha ağır makamdan satsın. Yoksa gayet makyajlı bir gezegendir Venüs ama o kadar uzağa gitme gitme kal bütünlemelerimi emzir. Gezegen isimleri: Plüton Plüton Plüton D- Plüton Yoksa tam da bu yüzden yani bu yüzden tam da Eczanenin ismine yapışır reçete Bir ağaç kalkar ormanı terk eder Toprak değişir, sis kalkar, sistem çöker Gitme bir hocaya ağırlık bindirirsin Cemaatsiz caminin avlusunda patlar cenaze. Cami isimleri: Sanki Yedim Camii Tut ki Kıldım Camii İmamın Yeri D- Teşvikiye Gitme çünkü burada anlatamayacağım bir sürü tuhaf şey olur Efesli bir basketçi Selçukludan feyk yer Caddeler dolusu taş baskı sızma Bir bakmışsın bir neyzen ismini atmış Yüksek demlerde ihtisas yaptıktan sonra.

Çizim: Vince Low


11

Cadde isimleri: Neyzen Tevfik Tevfik Fikret Fikret Mualla D- Cumhuriyet Veli Efendi’den hüsranla dönen beygir sahipleri ile İlk koşuda devrilen semt sakinlerinin omuzlarının aynı anda düşmesi Gibi bir dayanışma içinde hicranlıyoruz birbirimizi. Gitme son düzlükte ayağıma dolanır sokak Oysa ne çok sevmiştik bir diğerimizi. Sokak İsimleri: Tinerci Çocuklar Çıkmazı Bir Şekilde İstanbul Sokağı Her Şekilde İstanbul Sokağı D- Susam Oysa bu nereden baksan düpedüz yamukluktur Ve enteresan biçimde yol alır. Şöyle ki; Bu gün seyirciyle buluşmamızın cinnet dönümü Bileti kes, filmi bas, makinisti vur! Gitme gidersen iki yaka bir araya gelmez Bir kedi köpekten korkmadığına ürkür Gemiler gemi olmaktan inip Balıkhaneler morga dönüşür. Yaka isimleri: Balıkçı Kayık Ve D- Degaje Ah nasıl da erozyonluyoruz birbirimizi Altımızdan çekilen kilimler ressamları çıldırtıyor Ben seni çok sevmiştim, Tanrım ne güzeldin İlkokuldaydım sanki teneffüsü bekler gibi! Gitme. Bir şair doğar, dener, ölür Gittiği yerde bir gezegene itibarı iade edilir Gitme yalnızlık Allah’ ta kalsın Sonrası bildiğin gibi Vesaire Vesaire Ve Vesaire.


12

AHMET KESKİNKILIÇ

Selanik Caddesinden aşağı doğru ciğerlerimi hissede hissede koşuyorum. Soluğum ölmekte olan bir at kadar kararsız. Meşrutiyet’e canhıraş bir şekilde dalarken ayaklarım zeminden kaldırdığım tozu burnuma taşıyor. Peşimde koşturmakta olan eli silahlı gözü kara amacında son derece kararlı katili atlatmaya çalışıyorum ama havada süzülüp duran bir yaprak kadar çaresiz olduğumu da biliyorum. Yerçekimi çok puşt. Neden kovalanıyorum? Bunun için 1 saat öncesine dönmek gerekiyor.

1 Saat Öncesi

Günlük rutinim olan kırk beş dakikalık koşumu tamamlamış dörtnala koşan atlar gibi şen bir şekilde evime doğru gidiyorum. Kurtuluş Parkı’ndan çıkmış Kızılay Meydanı’na doğru yeni uyanmış sersem kalabalığı yara yara seri adımlarla yürüyorum. İçimde öylesine bir sevinç yumağı oluşmuş ki nedenini dahi bilmeden bunu dinç bir sabahın etkisi olarak görüyorum. Oysa hayatımda sevinmemi gerektirecek hiçbir şey olmuyor. Her sabah spor yapmak gibi alışkanlıklarım var. Bunun sağlıklı olmak, sağlıklı kalmak ya da egzersiz olmasıyla bir ilgili yok tek sebebim bir rutine bağlı kalmak. Genel olarak düzenli bir insan sayılmam ama en azından bir şeylerin düzenli olarak devam etmesi gereksinimi duyuyorum. O zaman her şey yolundaymış gibi geliyor. Kendimi kandırmayı seviyorum. Bunu çok kolay yapabilmem ise canımı fena halde sıkıyor. Kandırılmak istiyorum belki de. Çünkü gerçekten iyi giden hiçbir şey yok. Geçen hafta işten kovuldum, geçen ay

İNTİHAR MI CİNAYET Mİ?

sevgilimden ayrıldım, geçen sene annem öldü. Aradaki boşlukların her biri acıyla doldu. Dünya bana göz kırptı sanmıştım oysa gözlerini kapatıyormuş. Ben de acıyı ruhuma iliklenmiş bir düğme gibi kabullendim. Kızılay Meydanı neden hep kalabalık oluyor diye düşünüyorum yaklaşırken meydana. Burada herkes mutlu, burada herkes mutsuz aynı zamanda. Çok sağlam paradokslar dönüyor Güvenpark’ta. Ne kadar park var bu şehirde. Dinlenmek büyük bir ihtiyaç demek ki. Geneli itibariyle yorgun bir şehir zaten Ankara. Şehir ayrı içini yurt edinen insanlar ayrı yorgun. Öyle görünüyorlar en azından. Bu kent sosunuza ne kattıysa tadınız çok hüzünlü geliyor demek istiyorum herkesi çevirip. Derin düşüncelerimi omzuma düşen bir el bölüyor. Arkamı dönüyorum beyaz şapkalı, siyah kalın çerçeveli gözlük takmış, yer yer kırlaşmış sakallarını alabildiğine uzatmış bir adam bana bakıyor. Nasıl bir yüzün var ki elinden gelen bütün imkanları kullanarak kamufle ettin kendini diyorum içimden. “Bakar mısınız?” diyor. Ses tonu çok tanıdık. Zaten bakmamı sağladın ihtiyar hala omzumdan tuttuğun elin yardımıyla. Büyük ihtimalle memleketine dönmek istediğini söyleyip para talep edecek olan binlerce adamdan biri olduğunu düşünüyorum. Genelde cevap vermeden yoluma devam ederim ancak tanıdık, merak uyandıran bir şeyler seziliyor adamdan. “Buyurun?” diyorum gözlüklerinin içinden zor seçebildiğim gözlerine odaklanarak. “Sizinle çok önemli bir meseleyi konuşmamız gerekiyor.” diyor.


13

“Sizi tanıyor muyum? Nedir o önemli mesele, konuşun.” diyorum gözlerim istemeden de olsa upuzun sakallarının üzerinde geziniyor. Bu kadar sakal bırakmak için birkaç neden olabilir diye düşünüyorum. Uzun zaman boyunca kesmeye vaktiniz olmamıştır, kesecek alet edevata sahip olamayacak kadar parasız ya da evsizsinizdir, ıssız bir adadan az önce kurtulmuşsunuzdur, kelsinizdir ve devasa sakallarla kelliğinizi örtbas etmeye çalışıyorsunuzdur. Bu adamın sebebi neydi acaba? “Ayakta konuşmayalım şu banka oturalım isterseniz.” diyor gizemli yabancı. Ve sırf o dokunulabilecek kadar bariz gizem yüzünden teklifine ayak uydurup yürüyorum onunla banka. Yanıma oturup bakıyor bana bir müddet. İçimdeki o sevinç hissi koşarak uzaklaşmış bir çocukluk anısı artık. İçimde sadece tedirginlik var. Neden tedirginim bilmediğim için iki kat tedirginim. “Şimdi söyleyeceklerimi anlamanı ya da mantıklı bulmanı beklemiyorum Özdemir.” diyor donuk bir ses tonuyla. Birincisi gayet açık fikirliyimdir ve dünyada olan bütün saça şeylere bile kendimce bir gerekçe uydurabiliyorum. İkincisi ismimi zikretmen beni bir kat daha tedirgin ediyor ismini bilmediğim yabancı. Bu çok kötü bir durum değil mi başlı başına. Yani demek istediğim isminizi söyleyen biri var karşınızda, sizi tanıyan biri var ama onunla ilgili hiçbir şey bilmiyorsunuz. Ünlüler nasıl yaşabiliyor bu psikolojiyle? “Adımı biliyorsunuz? Ben sizi tanımıyorum.” “Beni bu dünyada senin kadar tanıyan biri daha yok Özdemir.” “Başka bir Özdemir şu an nerede kaldığınızı merak ediyor olmalı. Öyle ya bazı tesadüfler çok acımasız olabiliyor.” Gülümsüyorum zorla. “Tesadüf değil. Dinle beni Özdemir. Şu an cezası ölüm olan bir işin içindeyim ve umurumda değil, seninle konuşmam yasak ama geldim buraya.”

Benimle konuşmanın cezası ölüm mü? Evet! Hayatımın neden boktan gittiğinin cevabı kesinlikle bu olmalı. Bu kadar yalnızlığın bir cevabı olmalıydı ve bu çok mantıklı geliyor. “Nasıl yani?” diyorum dışa vurmaya çekindiğim bir şaşkınlıkla. “Ben senim Özdemir.” “Ben senim Özdemir.”, cümleye beynime çizdiğim çerçevenin içine koyuyorum ama durmuyor orda. Mantık çerçevesi çünkü o ve bu cümlenin oraya tutunmak için tek bir gerekçesi yok. Şaşkın bakışlarımda yazılı anlamsızlığı okumuş olacak ki yabancı konuşmaya devam ediyor. “Biliyorum çok saçma gelecek ama ben 30 yıl sonrasından geliyorum. Otuz yıl sonrasının seni’yim. Zaman yolculuğu 25 yıl sonra bulunacak ve o tarihi takriben devlet kontrolünde gerçekleştirilecek. Çünkü bu bulunduktan sonra büyük bir kaos hakim oldu insanlığa. Herkes geçmişe dönüp onu değiştirmek istiyor. Herkes geçmişe dönüp kendine loto sonuçlarını vermek için adam öldürebilecek durumda gelecekte. Devlet bu durumu kontrol etmek için ağır yaptırımlar uyguluyor. Geçmişe müdahale etmenin cezası ölüm. Ben dün gece ya da yarım saat önce bilemiyorum, tesislere gizlice girip geldim buraya.” “Siktir ulan.” Kalkıyorum banktan. Nefret ettiğim şeylerin başında böyle gereksiz ve ucuz şakalar geliyor sanırım. Hep bu merakım yüzümden maruz kalıyorum böyle şebekliklere. Tutuyor kolumdan ben olduğunu iddia eden yabancı. “İnanmayacağını biliyordum. Bak.” Bakıyorum. Upuzun sakalı dökülmeye başlıyor yavaşça, gözlüğünü çıkarıyor, şapkasını da. Kamufle kişiliğin altından bir ayna çıkıyor ortaya. Ağzım açık izliyorum. Yüzündeki kırışıklar dışında aynaya bakıyor gibiyim. Ancak hala yetersiz geliyor anlattıkları.


14

“Hala yetersiz geliyor anlattıklarım. Farkındayım.” Diyor. “Ama gerçek hepsi. Ben senin 55 yaşınım Özdemir.” Ne diyeceğimi bilemeden bakıyorum yabancıya. Yüzümdeki boş ifadede kuşlar uçuşuyor adeta. Bir süre beynimdeki çiftlikte yaşayan tavuklara yem verdikten sonra söze girebiliyorum. “Güzel senaryo, prodüksiyonu sağlam tutmuşsunuz bir şaka için.” “Sana şaka yapacak arkadaşın mı var Özdemir?” Yabancı herif kırıcı olmaya başlıyor. Yalnızlığımın sadece bana meşhur olduğunu sanıyordum. Yabancı devam ediyor acı söylemeye. “Geçen hafta işten atıldın, geçen ay sevgilinden ayrıldın, geçen sene annen öldü. Annem. İlkokula yeni başlamıştım, ilk teneffüs zili çaldıktan sonra okul bitti sanıp çıkıp eve gitmiştim. Ne gülmüştü annem ama.” Kendimle konuşuyorum. Adam doğru söylüyor. Adam benim 30 yıl sonraki halim. Ya da delirdim. Bu daha mantıklı.

Ama işte koduğumun beyni öyle çalışmıyor. İnanıyorum ona. Belki sıkıcılıkta master yapacak derecede azimli hayatımı bir nebze renklendirebilecek bir mucize beklediğimden belki de sadece inanmak istediğimden, bilmiyorum. Zaten inanmak için bilmek gerekmiyor, bütün sorunların kaynağını da bu oluşturuyor. “Peki tamam, inanıyorum sana diyelim. Neden buradasın? Madem bu yolculuğun cezası ölüm, neden bizi öldürecek olan bu riski aldın?” diyorum. Önüne dönüp sağ elini sağ dizine koyuyor gelecekten gelen ben. Önemli bir şey söyleyecek olan herkesin ortak refleksine ayak uydurup gözlerini kısarak ileri doğru bakıyor. “Sigaran var mı?” “Kullanmıyorum.” “Kullanacaksın. Ya da kullanamayacaksın, aslında kullandın ama akciğerlerinin bundan haberi yok henüz. Meselenin özüne dönersek Özdemir..” elini beline atıp bir silah çıkarıyor “..buraya seni öldürmeye geldim.”

Çizim: Agnes-Cecile


15

Olay zekice kurgulanmış bir şakaya inandırmaktan bir adım öteye gitmişti dahası korkmuştum, korkmak çizgisinden de bir adım atarak endişeye kapılmıştım. İstemsiz olarak kilitlenmişti gözbebeklerim mat siyah demirin gölgesine. Devam etti müstakbel katilim. “Senin yaşadığın boktan hayatın iki katını yaşadım. Bu dünya bize hiçbir şey vermedi Özdemir! Ondan almaya çalıştıkça da bağırsaklarındaki değersiz atıklarmışız gibi dışkıladı bizi, dışladı. Acı hayatımızın başrolünü ölümle imzalanmış bir sözleşmeyle kaptı ve bu film çok uzadı artık Özdemir. Salonun ışıklarını açıp, çıkmak istiyorum. İntihar edecek cesareti bulamadım, denedim.. yapamadım. Ama seni öldürürsem her şey tertemiz olacak, o bitiş jeneriğini okuyabileceğiz sonunda, birlikte! Ne dersin Özdemir?!” Cümlelerini tamamlamaya yakın sesi boğuklaşmış neredeyse ağlar gibi olmuştu. Evet çok acı çektiği belliydi. Ne diyebilirdim ki? “Siktir lan ordan puşt! İntihar etseydin, kafana sıkamıyorsan bir arabanın önüne atlasaydın ya da ne bileyim köprüden filan atlasaydın. Amına koyayım şans olsa zaten bir almanak getirirdin adam öldürmeye gelmiş yahu, n’olacak beni öldürünce sende haliyle yaşamamış olacaksın ve silineceksin zamandan, oh ne güzel dünya be! Belki kendi seçimlerimi yapacağım ben, seninle aynı yoldan yürümeyeceğim belki de! Daha iyi bir hayatım olacak lan belki de!” Dengesiz şakacım, bulantılı aynam, sabahımın katili bir süre bakıyor bana. Bakma diyorum içimden insan kendi gözlerine bakınca kötü olmuştur hep. Bakma ulan. Lafa giriyor. “O yolları çoktan yürüdün, o yollarda çoktan tökezledin sen Özdemir. Ben senin seçimlerinin sonucuyum zaten. Kusura bakma.” Ayağa kalkıyor, ayağa kalkıyorum, ayağa kalkıyoruz.

“Seni öldürmem şart.” Silahını doğrulturken koşmaya başlıyorum.

1 Saat Öncesinin 1 Saat Sonrası Ya da Şu An

Meşrutiyet Caddesi’nden sekip Karanfil Sokak’a saplanıyor bedenim. Soluğum ölmekte olan bir karınca sürüsü kadar bencil. İşin tuhaf yanı aynı anda elimde silahla kendimi kovalıyorum. Gelecekten kendimi öldürmeye gelmiş bir gerizekalının beynini taşıyorum. Çok yorgunum bu hamallıktan. Arkama bakıyorum köşeyi dönerken katilim koşuyor silahını saklamaya çekinmeden. Bir kadına çarpıyorum özür dilemeye vaktim yok, ama kadın ağlıyor birden pöykürürcesine. Katilimi görüyorum on metre ötemde silahını doğrultmuş bana odaklanmış yaklaşıyor, bir kafenin önüne kapaklanıyorum hoş geldiniz pankartı gibi, ayağım takılıyor. Katilimle aramda on metre ve o on metrenin ortasında zırıl zırıl ağlayan bir kadın. Oturuyorum artık çaresizliği kabullenmiş bir boksör gibi nakavt olmaya hazırım. Kalbim göğüs kafesimi dövüyor adeta, soluğum düzensiz, eli silahlı ben adımlıyor bana doğru, kadın ağlıyor, gözyaşları Karanfil’i ıslatıyor. Kadın paltosunu düğmelerini çözüyor ağlarken. Bir garip striptiz izliyorum ölürayak. Katilim yürüyor hedefine. Ağlayan kadın elinde bir düğmeyi tutuyor, hıçkırıkları taze. Katilim kadınla aynı hizada, kadın ölümüne ağlıyor. Elindeki düğmeye basıyor. Gözyaşları infilak eden bedenine karışıyor. Karanfil Sokak büyük bir gümbürtüyle çalkalanıyor. Bir anda mahşer yerine dönen şenlik alanı kaos dersi veriyor Ankara’ya. Gözlerimi açtığımda üzerimde kafenin kırılan camlarını görüyorum ama kadının tek bir parçası yok etrafta. Her halde diyorum zerreleri cehenneme uçuştu. Katilimi görüyorum ama, en azından birazını. Omuzlarından kafasına


16

kadarlık olan kısım yerde yatıyor. Bedenin geri kalanı kim bilir nerede. Zorla kalkıp yürümeye başlıyorum. İçimde tarif edemediğim, asla da tarif edilemeyecek bir hisle sendeleye sendeleye yürüyorum. 30 sene sonra öleceğimi biliyor olmanın garip hüznü çöküyor omuzlarıma.

SÜLEYMAN GENCAVER

(iş bu öykü koskoca bir bütünlüğün bir parçası olup, yer yer oluşan(özellikle son kısımlara doğru) kopukluklar yazar inisiyatifi ya da dadaizmle alakalı olmayıp tamamen bambaşka öykülerin parçaların olmalarındandır.)

HAZIR YARILMIŞKEN

sana bir yara anlatcam kulaklarını hazırla, sivilcen dursun patlatma hüznümüz var en çok spider-man'e büküldü nasıl kanıyordu ama, bacağındaki o yara yanında olmasak da olur -FBI vardı ya. yarayı anlatmaya devam ediyorum sivilceni patlatmadın inşallah adam olmak zor, örümcek her yerde yara her yerde pansumanım olsan da olmasan açılır nasılsa, bir yara daha yaralı öpüyorum yaranı yaralı ver ellerini -sivilceni patlat bile.


17

HASAN AY

‘’sevdiğim tüm kadınlara’’

Hatırladığım ilk kadın annem değildi, bu yüzden hikayelerimde vurulan herkes ölür, taşradan taşan hayaller vardır, içinde yüzlerce devlet boğulur. Çok dost gömüldü bu sonbaharın bitiminde, çarpıcı dram filmleri arar dururum, ve sonra, tuttuğum bir aşk elimin izdüşümünde, beynimde her an biri ölecek hissi, sonu belli olmayan senaryolar çoğalır. Dünya'nın uzaydan görünüşü, gözlerini böyle betimledi şair, seni yazdığım her duvarda ayrı bi' ideoloji sakladım, kırmızı boyalarda, anarşist manifestolarda, kocaman bakardı gözlerin, dünyanın büyüklüğünü o zaman anladım. Yazdığım şeyler ''seni seviyorum''un politik karşılığıdır, tükettiğim inançlarda gizlenen günahlar, Türkiye’nin jeopolitik konumunu öğrendim, sonra durdum beş dakika düşündüm, sen hala çok güzelsin. Çünkü okulda bize öğretilirdi milliyetçilik, faşistliğin temelini orada atıyordu bir nesil, tutuyordum aşkı göğsümde, bir o kadar muhalifliğim, ve itiş kakış öğrendiğim, Türk’üm, doğruyum çalışkanım, ha ha ha! İlk sevdiğim kadın annem değildi, üstüme gelmeyin, bence üstüme gelmeyin, çünkü annemin gözleri yeşildi. “idi bunca uğraşım.’’

SERBEST AĞRIŞIM


18

Çizim : Ecmel Sarıkaya

BATUHAN BELHAN

İKİMİZDEN OLMA ŞİİR

Yine gece yarısı ve ben seni düşünüyorum kapatıyorum gözlerimi hayalini seyrediyorum Cümleler sevişiyor aklımda boşalırcasına dökülüyor dilimden ve bir şiir doğuyor yüreğimden baba şefkatiyle sahipleniyorum şiirimi nereye baksam seni görüyorum esen rüzgarlar kokunu getiriyor bana güneş teninin sıcaklığını Sen şimdi yüreğime düşen son cemresin ve ikimizden olma bir şiir bu şiirimi sensiz bırakma


19

GÜN ÖZ

HEP AYNI AYNA hep aynı kabusu görmekle mükellef yanlarım var. söylediklerimi anlamayacak kadar meşgul ya da bambaşka hayallere iştirak eden akıllarınız da cabası. ben şimdi kime dert anlatmaya kalksam abes bir çabanın yanıbaşına kurulmuş kamplarda tüketiyorum ciğerimi. oysa kramp diyorum ben size, biraz dertlerimden bahsetmek istiyorum belki de. neyse. mekanik filler oturuyor kursağıma buram buram lacivert kokuyor yokluğun böyle zamanlarda seviyorum suçlanmayı. ben aslında çoğu zaman seviyorum kirpik diplerinden parmak uçlarına kadar bütün dünyayı. hep apayrı özlemlere teşne yüreğime tatbikatı mümkün olmayan şiirler düğümleniyor yağmursuz, rimbaud kokulu parisyen gecelerin bazılarında. hüzün gibi ödevlerim varken yüzünle aylaklık ediyorum, düşler bir karıncanın karıncalanması gibi belkemiğinin, tarife hacet duymayan yollarda düşürmüşlüğüm de var kimliğimi. travego bir hüznün tozunu yutmak gibi bazen dünyanın bütün polislerine cop ısmarlayayım. çıktığım komalarda bıraktığım anevrizma buradan bakınca dünya çok kubrick o zaman bende israfil’den ‘dönülmez akşamın ufkundayız’ı isteyeyim. daha önce birkaç denizde boğulmuşluğum ve kardiyoloji servislerinde bulunmuşluğum da var. kimsenin acısını taşımaya yetmiyor şimdi kimsenin yüreği, ne acı. denizler diyorum ben dehlizler de var, sahi sahiller de öyle ve gökyüzüne sıkı sıkıya tutunmuş bir yıldızın azmi. doktor rakıyı yasaklamasaydı iyiydi. şimdi biraz sevk alayım biraz da bisküvi yeterince yoksa ben böyle düşünüp düşünüp kimsesiz bir kuş gibi aklımı delen matkapla mesud olmayı öğrenmedikçe çok yoruluruz yürürken, çok yoruluruz hüzünle. şimdi bir bardak çay alayım, yanına da kombili bir huzur mümkünse, yoksa damarlarımı patlatabilecek özlemler yaşanmakta hala yeryüzünde


20

TUNCAY KIZILASLAN

ADAM KAZIM

Çizim: Vince Low

Küçüklüğünden beri ismiyle çelişik bir hayat yaşamıştı Kazım. İsmi pek bir büyük geliyor insana. Seslenildiği zaman kapının kenarından babayiğit birisi çıkıp gelecek sanıyordu insanlar 15-20 yıl önce. Fakat köşeyi dönen küçük Kazım oluyordu. Sadece koridorun salona bağlanan kısmındaki köşeyi dönebilen orta direk Kazım. Çelimsiz Kazım. Çelimsiz olsa da, Atom Karınca Kazım… Aklı yettiğinden beri olaylara karşı vücudunun geliştirdiği garip bir tepki mekanizmasıyla yaşıyordu. Evdeki çalar saat annesi tarafından kırıldığı zaman anlamıştı böyle bir özelliğinin olduğunu. Kendini Örümcek Adam gibi hissetmişti ilkin. İçinde müthiş bir keşmekeş vardı. Midesine midesine saplanan yumruklar fazlasıyla rahatsız etmişti Kazım'ı, kötü şeyler olacaktı... Saat kırıldığı zaman, aslında annesinin kırdığını "Kazım" gibi biliyordu bizim Örümcek Adam. Fakat annesi, babasından ziyadesiyle korktuğu için olayı Kazım'ın üzerine atıvermişti. O günün akşamında okkalı bir dayak yedi Kazım. Hatırladığı ilk sert darbeler belki de o dayak sırasında aldığı darbelerdi. Ve hatırladığı ilk sinkaflı söz sarf etme olayını "Kimse hayat kadar sert vuramaz" diyen Rocky'ye karşı gerçekleştirmişti: "Hadi lan ordan şerefsiz pezevenk! Babam sana bir koysun da gör!.." Poker masasına henüz oturmuştu Kazım. İlkokulda ilk Hayat Bilgisi yazılısına girmeden önce karnına oturan gergedan gırtlağını boynuzlarken yine insanüstü özelliği aklına geldi. —Anne? ... —Anne bir bak. —Ne var yine ne oldu?


21

—Benim karnım çok ağrıyor anne. Okula gitmeyelim nolur? —Bir şey olmaz. Hem yazılın var. Çalıştık akşam beraber o kadar. Yazılına gir, götürürüm ben seni geri eve. —Ama anne... —Sus artık! Eşşoleşşek!

Tabii korkunun ecele, sabah içilen sütün de kemikleri geliştirmenin yanında Kazım'ın karnında oluşturduğu gazdan başka bir şeye etkisi yoktu. Tabi Kazım'ın da bunlardan haberi olacak sayıda yaşı yoktu. Yazılıdan önce yaşadığı bu sinir bozucu ağrı onun için bir şeylerin habercisi gibiydi. Izdıraplarla geçen ilk yazılısı, karnındaki gergedanın boynuzlarının sayısı kadar notla sonuçlanmıştı. 2, geçer.

—Nasıl geçer? Nereye geçer? Niye iyi değil? Niye pekiyi değil? Hayvanın dölü! Biz sana bok gibi notlar al diye mi para döküyoruz lan it oğlu it! Siktir git şimdi odana! Rivayetle değil, hakikatle; babasından yediği her dayakta annesine sığınıverirdi. Babası onu dövünce annesi şefkatli davranırdı, bunu anlamazdı pek. Erkek çocukları, nereden bilsin ki ana yüreğini? Allah vergisi… Keşke diğer zamanlarda da öyle olsaydı annesi, keşkelerle olmuyordu ve bunu öğrenmek de pek zor olmamıştı Kazım için. Bir keresinde annesiyle babası tartışırken kapının kenarından dinlemişti Kazım, annesi babasına kızıyordu; "Oğluma kızma bağırma. Ben bağırırım ama sen yapma." Tabi annesi de güzelce payına düşeni alıyordu babasının balyoz gibi cümleleriyle: "Niye lan? Bir tek senin çocuğun mu? Biz neciyiz? Sokağa atmadığıma şükret!" Mütevazi koşullarla kol kola, zaman geçiyordu. Hayat Bilgisi yazılısı gibi. Nasıl geçer? Nereye geçer? Böyle böyle geçiyordu. Herkesin zaman dersinden aldığı notun 2 olduğunu öğrenmişti Kazım. Zaman; geçer! Kendisinden beklenilmeyecek bir performansla ilköğretimi ortalamanın üstü şekilde bitirmiş, güzel bir lisede başarıyla okumuş, şimdi üniversite sıralarında 100 üzerinden 2'li notlarla yine "bunlar da geçer" diyerek geçip gidiyordu. Abicim ben bunları nereden mi biliyorum? Ben de aklımın bana verdiği yetkiye dayanarak kendimi bir birey olarak gördüğümden beri Kazım ile beraberdim. Bizim binanın yakınındaki çöplüğün hemen yanında bir ağaç vardı. Vardı, diyorum çünkü onu da bizden aldılar, tüm huzurumuzu keyfimizi alıp götürmedikleri yetmiyormuş gibi... O ağaca tırmanır saatlerce konuşurduk çocukluğumuzdan beri. Yani, o muhterem ağaç kesilene dek bizim yegane mekanımız olmuştu. Sonra işte çevremiz gelişti, ilişkiler ilerledi falan derken alkolle de tanışmamak olmazdı. Biz onu çok sevdik, o da bizi hiç yalnız bırakmadı. Kendimizi sapıtacak kadar değil de, ruhumuzun fermuarını açıp içimizdekileri ortaya dökebilecek kadar alışmıştık merete. Aykırı saatlere yakın vakitler içerisinde, geçenlerde yine oturduk Kazım'la bizim mahallenin pek kullanılmayan sokağının köşesinde, yeni ağlama duvarımızın dibine. Tinercilerle, şarapçılarla ara sıra kapışmışlığımız oluyordu burada. Bu da iyi geliyordu bazen, stres atıyorduk. Stres attırdığımız da oluyordu karşımızdakilere. Çünkü biz iyi adamlardık. Hep dayak atmak olmazdı değil mi? "Bakın lan yüzüme! Kimse babam kadar sert vuramaz amına koduklarım! Gel lan gel de bi sikiym ağzını yüzünü!" nidalarıyla Kazım'ın, çok adam dövüp, ara sıra dayak yemişliğimiz oldu işte. Ben susardım dalardım, Kazım bağırır dalardı, ben iyice gaza gelirdim sonra. İşte artık kimin gücü kime yeterse... Bir curcuna başlardı ki sormayın gitsin. Şimdi onun soğuk taşının karşısında oturup o günleri yad etmekten başka yapabildiğim bir şey yok. —Hadi başla, bugünkü seansımızda seni dinliyoruz Kazım baba. —Abi direk giriyorum konuya. Giriş yapamıyorum zaten, kompozisyon sınavlarından bilirsin beni. Bir başlayabilsem amına koyacaktım tüm sınavların ama beceremiyordum işte. Son beş dakka aklıma geliyordu giriş, yetişmeyince 2 alıyordum. En sevdiğim not biliy... —Biliyoruz la düdük. Anlat işte yine giriş yapamıyosun farkındaysan.


22

—Abi seviyorum. —Biliyoruz, sonra? —Sonrası işte karışık. Sanki toteme konuşuyorum. Sanki karşımda put var onunla muhabbet ediyorum. İbrahim gelse, hiç acımadan yıkar onu. Ama dikilirim İbrahim'in karşısına, ona bir çift lafım olur: "Nolursun ona bir şey yapma, ben razıyım bu karlı yaz günlerine. Sen affet İbrahim.". Böyleyim işte abi. —Sana bir faydası var mı böyle olmanın? —E yok biliyorum. Biliyorum bilmesine de, abi işte. İnsan sevince. —Sevince götünü sikseler ses etmiyorsun be Kazım, bilmem mi? —Heh işte abi aynen böyle. Bazen kızıyor ediyor, kendimi çok kötü hissediyorum. Ne hata yaptım diyorum. Hatayı hep kendimde arıyorum anliycan abi. Sonra ben kızıyorum, yine kendimi kötü hissediyorum. Lan amına koyim ben naptım üzdüm onu falan diyorum. Yine hatayı kendime bırakıyorum. Seni seviyorum ulan, dedim kaç kere. Her şey iyi güzel gidiyor da, galiba "ulan" dediğim için kaybediyorum. Demesem böyle olmaz belki. Bir de böyle deneyeyim. Ulan niye aklıma gelmedi daha önce? Her eylem için eşit ve zıt bir tepki vardır, demiş Newton abimiz. Ben onu ne kadar sevdiysem… Offf… Benden adam olur mu be abi? Olmaz biliyorum. —Olur birader olur. Senden adam olur. Sen adam olmuşsun zaten. Sıkıntı adamlığını gören birisine denk gelememende. Sıkıntı bu dünyanın bizler için dönmemesinde. Her şey yoluna girer elbet, sıkma sen canını. —Her şey yoluna girer tabi de… —De’si ne ulan? —Benimkinin yolu hep bok yolu oluyor ya ona yanıyorum. Sağlık olsun be abi. Hep kendime şey diyorum işte, kendimi zorda hissettiğim zaman; bu da bir sınav, bunları yaşamam lazımmış, kaderim böyleymiş diyorum. İsyan etmiyorum kesinlikle. Çarpılacaksam aha şu içtiğim zıkkımdan çarpılacam ama isyan etmiyorum asla. Sabırlı olmak için yardımcı oluyor böyle düşünmek. Sabır etmekle ilgili bir sürü şey anlatırdı annem eskiden. Önümüzdeki toplantılarımızda anlatırım ben de sana annemin anlattıklarını. Bu zamanlar da geçer diyorum. Geçmiyor ama geçmiş gibi yapıyorum. İşte bu da ayrı koyuyor insana... İç çekti önce birkaç saniye boyunca… Sonrasında salıvermişti gözyaşlarını gözlerinden gırtlağına. Zayıf Kazım. Duygusal Kazım. Evrenin tüy kalpli velet adamı Kazım... —Tamam babuş sakin. Hadi kalk eve gidelim. Orada devam ederiz. —Yok be abi. Ben biraz daha buradayım. Sen git. —Hadi oğlum kalk gidelim. Sen kendini nasıl toparlayacaksın burad... —Abi kurbanın olam sen beni biraz yalnız bırak. Karnım ağrıyor biraz. İçime içime işleyen yumruklar var abi. Kendimle biraz boğuşmam lazım sanırım. —Ulan!.. Neyse. Habersiz bırakma. Sikik gergedan yapacağını yapmıştı yine. O gece; bizim geçenlerde ağızlarıyla götlerini yer değiştirdiğimiz elemanın teki adamlarını toplamış, gelmişler bizim mekana çivili sopalarla, muştalarla. Pezevenkler! Tek buldular ya bizim çelimsizi. Kafası ayık olsa bir şekilde baş ederdi kardeşim… Allah ne verdiyse giydirmişler ciğerime. Gerçi ben olsaydım ne faydam olurdu Kazım'a? Şimdi vicdanım ruhumu ters yatırıp düz sikmezdi, orası ayrı konu. İn-cin sahayı terk ettiği vakit, sabahında bulmuşlar duvarın dibinde Kazım'ı. Sabahında buluyorsanız birisini bir duvarın dibinde, ya içip içip sızmıştır ya da... Allah belamı vereydi de gitmeseydim o gün yanından. Şimdi ben misafir ediyorum o gergedanı. Her akşam duvarımızın dibindeyim aynı sokakta. Her akşam... Bekliyorum. Vursana ulan dünya!


23

HATİCE RAMAZANO

karınca yuvalarıyla başlayan uzun bir hikaye için ellerin ağır senin başın omzuna yük nicedir gelmiyorsun evime ve nicedir duyulmuyor sesin tatlı bir sayıklama gibi günün belli saatlerinde seni sevmek biraz da akşamüstü sakinliği gibi dediğimde gülmüştün gülmüştün ve bir at nasıl hürse işte öyleydim ben de bilmediği bir şeylere koşmaktan hoşnut olur mu insan? olur elbette olur yanında sen varsındır sen, ellerinin serinliğiyle bir adam gönlü; pak. balkona çıkmış sigara içiyorsundur bir elin ya cebindedir, ya mermerde mermer soğuk sokakta in cin demiştim bilmediği bir şeylere koşmaktan hoşnut olur insan elbette olur ve eğer yanında sen varsan hele bir de bir elin cebinde gözlerin sokağa birkaç adım sigara içiyorsan balkonda bilmediği bir şeylere koşar koşar koşar ve vazgeçemez bundan ben de bir şeyleri yitirmeye çeyrek kala seni bilmemek için sana koşuyorum balkonda sigara içişlerinin güzelliğinden başka bir şey bilmiyorum ve daha birçok şey bilmiyorum bilmiyorum kimsin nesin

YİTİRMEYE ÇEYREK


24

Çizim: Ecmel Sarıkaya YUSUFHAN KOL

BENDEN DE ÖNCEKİLERE

Zeus'un şikayetiydi aşklarımız. Kendi kanlarında boğuluyorlardı güzel çocuklar. Orta çağların en kirlisi beyaz. Çocuk odasında şiir yazarken bulundu. Hakikati arar oldu yeraltının illegal örgütleri. Hepimizin tek sorunu: Tutamayacağımız sözler veriyoruz. Bilirsiniz, Kadıköy diye bir cennet var. En iyi yapabileceğimiz iyimserliğin varlığına inanmak. Dünya bizim için değil. Aksini düşünün. Dünya bir cehennem ve mahvolan sadece bizim hayatlarımız. Nerede olacağına insan kendi karar verir. Görmek dünyada değil Kadıköy'de bulunmaktır. Dünya böyledir. Çünkü başka şeyler ister insan. İnsanlar başka şeyler istediği için dünya böyledir. Kimse bir okaliptüse menekşe veya papatya demez. Menekşe veya papatyaya da kimse okaliptüs demez. Bu böyledir. Aksini söyleyen ironik yavşaktır. İronik yavşaklık hayattır. Hayat teslimiyet, teslimiyet aşktır. Ve aşklarımız Zeus'un şikayetiydi.


25

ERDEN ERİŞ

ANTİRASYONEL ÇÖZÜMLER

Bir elimde sigara, önümde kahverengi bir efes şişesi, müziğin sesi açık, Vassilis'in klarneti yürek dağlıyor. -Dinlemesini bilene dünyanın en hüzünlü çingenesidir!- Sağlığa zararlı şeyleri ne kadar çok sevdiğime hayretle bakıyorum. Ruhum inciniyor. "İncinme ulan!" diyorum. "Ota boka inciniyorsun." zaten. İçses şeytandan almış gazı çıkıyor karşıma; kendisi koca bir çınar, inceden bar filozufu, hafif de kırık; "Ben nice adamlar tanıdım" diyor. "Dağ gibiyken öldüler. Oturup yemek yerken öldüler, bir bardak su içerken öldüler, osururken öldüler aga! Şaka şuka değil; sahiden gerçek! Sonra onların arkasından bakakaldık, dağ gibiydiler. Yıkmaya kalsak bin dozer, binbeşyüz TOMA gerekti; ama öldüler." -Bunlar seni karamsarlaştırmasın, bunları bilmek esasında yaşama sevincidir.- Şimdi bir sigara daha yakalım, semaya dönüp derin bir nefes çekelim. Çünkü bizler; yani küçük tepeler de bir gün gelip öleceğiz; en azından ölürken bu bedene çok yatırım yapmamış olmanın memnuniyetiyle gülümseriz." Hayat en sevdiğin diziyi beklerken heyecanlandığın gibi bir şey değil; sık sık verilen reklam aralarına sövdüğün kadar da değil. Hayat düşünmedikçe güzel. Dünyanın neresinde olursan ol, eğer uyurken ışıkları açık bırakıyorsan bil ki sen korkağın tekisin. Karanlıktır insanın kendine en yakın olduğu zaman, işte asıl o zaman fısıldarsın yüreğine kendi gerçeklerini ve bir gün gelir beş dakika da her şey değişir. Yerle yeksan olur, sonra birden şaha kalkarsın. Tarumar ya da muzaffer olmanın arasında ince bir ip vardır. Bunların hepsi senin kendini güçlü hissetmen için midir? Peki, güçlü hissedince ne olacak? Dağ gibiyken ölmekle yerin dibinde ölmek arasındaki fark; satranç sona erdiğinde Şah ve Mat'ın aynı kutuya konmasından farklı mı? Sana bir çözüm; eğer kimse çocuk yapmazsa bir gün gelir kimseler kalmaz ve insanların çevreyi düşünmesi de gerekmez; çünkü kimse sahiden ardımızda kalacak olan kedileri köpekleri önemsemez. Ve ne kötü ki sen iki kere iki dört olduğu için değil, birileri iki kere ikiye dört dediği için dört diyorsun. Ekmeğe ekmek adını veren adamla tanışmak isterdim mesela; uzun uzun sohbetler etmek isterdim. Hayata bakış açısını, kadınlara yaklaşım biçimlerini öğrenmek isterdim. Sonra da bunu sahiden nasıl başardığını öğrenmek! Ne iyi olurdu, zaman daha çabuk geçerdi. Ve eğer hepimizin derdi özünde sıkılmaksa alın size bir çözüm daha; tekila zamanı hızlandırıyor. Üstelik Türkiye’de üreticisi de yok. Bankadan ticari kredi çekip bir yerli tekila fabrikası açabiliriz mesela, ne iyi olur. Sonra Yeni Foça’dan gidip üç beş hektar limon tarlası almak gerek; birkaç koli de tuz. Sahiden, ne iyi olur. Zaman hızlanır. Birilerinin doğru sandığı, ama aslında koca bir hezeyandan ibaret değerlerle savaşırken harcadığın emeklere yazık olmaz. Aşık olup heder olurken döktüğün gözyaşlarına da yazık olmaz. Düşünürken kafayı yemen de gerekmiyor; alkol sinir sistemini çok daha kolay çökertiyor. Çan eğrisi acıların bir başka bileşimiyse eğer ve senin hayatta ki başarılarını birilerinin


26

başarısızlıkları etkiliyorsa bu ne derece adil! Herkes sıfır aldığı zaman bir alan adamın kendisini sahiden muzaffer hissetmesi mantıklıysa, mantık Aristo'dan doğmuş olamaz. Başarı birileri düşük aldığı için zaferler kazanmak değildir. Başarı bir kağıt parçası sayesinde Allah'ın dağında diğerlerinden az nöbet tutma şansına sahip olmaksa başarı değildir. Başarı diğerlerinden 0,3 salise hızlı koşmaksa başarı değildir. Her gün 7'de uyanıp 9'da iş yerinde olmak da değildir. Başarı zamanı çabuk geçirendir. Başarı sana sahici dertlerini, dünyada olup biten ve senin seyirci bile olamadığın ahraz kaldığın, dilsiz kaldığım, kör kaldığın acıları düşünmeden geçen her dakikadır. Aynı mutluluk gibi!"

Çizim: Ecmel Sarıkaya


27

ZENGİN GÖRKEM ATALAYER

BEN BU YAZIYI BABAMA YAZDIM

8 yaşında , haykıra haykıra ağlama seslerinin geldiği anda içinizden bir şey kopmasıdır bu yaşananlar.. Belki size söylenmemiştir o an .. ama anlarsınız işte, bir yerde anlarsınız. Göz yaşlarınızdan daha önce gelir bu his.. Siz de ağlarsınız.. Deli gibi ağlarsınız ömrünüzden ömür gitmiş gibi.. Üzerinize dağların yıkılması gibi.. Arkanızda yanınızda bir boşluk hissetmek gibi bir duygu bu bilmem bilir misiniz… Kokusu kalmıştır belki evin içinde son bir kez gizli gizli içinize çekersiniz. Baba kokusu bambaşkadır o an anlarsınız işte. Hayat buymuş.. Asıl hayatımı ben kaybetmişim ulan dersiniz.. Kendinize gelemezsiniz.Başınız öyle ağrır öyle döner ki.. İnat edersiniz başka kimseyi kaybetmicem diye.. kaybedersiniz işte.. Benzemeye çalıştığınız, gözünüzde paşa olan, adımları büyük, gülüşü sert.. Asil ve bastığı yerde iz bırakan biri gitmiştir artık.. İzlere bakakalırsınız.. Bu sefer kaybetmicem baba diye yine ağlarsınız.. Bazı şeyleri atlatmış olsanız da seneler sonra babanızı tekrar hatırlamaya çalışırsınız. Ama yapamazsınız. Sesini unutursunuz biraz.. “Noluyo lan bana” der bir tokat atarsınız kendinize.. Aklınıza gelmez o ses.. Bir türlü gelmezz.. Çıldırırsınız .. Sonra yaptığı şakalar, anılar, hareketleri, her sabah traş olurken çaldığı ıslık melodisi gider aklınızdan.. İşte o an öldüğü zaman yüreğinize gelen tokatın acısını yere yıkıldığınız an yaşarsınız.. İçinizde kaybolur zamanla. Atlarsınız bisikletinize tüyünüzün ürperdiği yere gelir.. “Selamın aleyküm baba” dersiniz oturursunuz babanızın mezarının yanına . Ve sorarım size, siz hiç “Baba!” diye toprağa sarıldınız mı? Bir kötü olursunuz işte o an.. Gözyaşınızın tuzlu tadı gelir sadece dudaklarınızın arasına.. O an “baba!” diye bağıramazsınız.. Mal gibi kalışlarınızın en kötüsünü yaşarsınız.. Sonra hayatınıza geri dönersiniz. Tam acılarınız diniyor gibi hissettiğiiniz anda.. Biri çıkar karşınıza sohbet sohbeti açar.. “Ben de babamla küsüm Görkemcim” der.. İçinizden dersiniz “Keşke babam yaşasaydı da küs olsaydık be kardeşim”.. Son bikere daha görseydim dersiniz.. -“Noldu lan bir şey mi dedim gözlerin doldu?” sorusuna cevap olsun diye. Gülersiniz sadece. Arkanızdan bir müziğin yükselmesini, her şeyin bir film izlerken uyuya kalmışcasına kocaman bir şaka olmasını beklersiniz.. Ama akşam yine cüzdanınızdaki baba resmine bakıp uyursunuz…


28

YUSUF ZEREN

DEKORATİF ANILAR

Ahmet ve arkadaşı nadir görüşen sıkı dostlardandı. Yine güç bela bir öğle molası zamanında bir görüşme ayarlamışlar ve alışkanlıkları gereği her seferinde gittikleri o mekâna girmişlerdi. Siparişleri alan garson, tıpkı fonda çalan müzik gibi son 2 yıldır aynıydı. Nargile, ikisinin de vazgeçilmez keyfi gibiydi. Bir de birlikte vakit geçirmekten aldıkları keyif düşünülecek olursa, mutluluklarına diyecek yoktu.

balon aldı. O güne kadar ne öyle kendiliğinden uçabilen bir balonu elimde tutmuştum, ne de o kadar güzel renkleri yan yana görmüşlüğüm vardı. Renkleri tıpkı kasanın üstündeki süsler gibiydi işte. Belki de geçirdiğimiz o son birkaç gri ile boyalı günden sonra daha cazip geliyordu, bütünüyle anımsayamıyorum.

Babamın durumu daha fazla ağırlaşmadan Ankara’ya varmıştık. Annem küçük kardeşimi ve beni mümkün olduğunca oyalamaya çalışıyor, bu yeni ikileme/ortama alışmamız için çabalıyordu. Öte yandan babamın sağlığının, onun kafasını ne kadar kurcaladığını gözlerinden okumak hiç de zor olmuyordu.

“Evet” dedi ve yutkundu. Sanki o günü, o dakikaları tekrardan ve daha bilinçli olarak yaşıyor gibiydi. Dilinin ucuna gelen kelimelerin boğazındaki düğümden geçemediği, yüzündeki ifadeden açıkça belli oluyordu.

Parkta saatlerce dolaştık, gazoz içtik, güldük eğlendik. Güneşin batmaya niyetlendiği dakikalarda kardeşim ve ben son enerjimiz ile koşuşturmaya devam Laf lafı açarken Ahmet’in gözüne, kasanın hemen ediyorduk. Bir anda o rüya kadar güzel renkli uçan yanında muhtemelen yeni asılmış olan renkli bir süs balonun ipi kardeşimin elinden ayrıldı ve günümüzün takıldı. Hemen arkadaşına gösterdi ve “Şu süsün en büyük olayı olan balon, gökyüzüne doğru üzerindeki renkler bana neyi hatırlattı biliyor musun?” süzülmeye başladı. Belki de hayatımızda ilk defa bir dedi. şeyi kaybetmiş olmanın verdiği duygusal yoğunluk ile oracıkta ikimiz de gözyaşlarımızı koyuverdik. Tam o “8 yaşındayken babamın hastalığı yeniden sırada, -daha yanağımızdan süzülen o yaşlar henüz nüksetmişti ve Ankara’ya gitmek zorunda kalmıştık. kurumamışken- dayımın telefonu çaldı. Yüzünden Arkadaşlarıma, mahalleme, her gün düzenli kötü bir haber aldığı açıkça okunabiliyordu. (Çocuk uğradığım bakkala, odamın camından azıcık da halimle yüzünden açıkça okuyabilmiştim).” dedi olsa görünen deniz manzarasına, hepsine veda Ahmet. etmek zorunda kalmıştım. Annem de pek razı değildi hissedebiliyordum fakat sağlık, herkes için “Babanın haberi miymiş?” diye sordu kendisini her şeyden öncelikliydi. tutamayan arkadaşı.

Yeni ortamımıza alışmaya çalıştığımız o günlerin büyük bir kısmı, babamı hastanedeki kontrollerine getirip götürmekle geçti. Bir sabah yine o kontrollerden birisi sonrası doktor odasından ayaklarını sürükleye sürükleye çıktı ve babamın hastanede kalması gerektiği alçak bir sesle belirtti. Annem yıkılmış, ben içten içe hüzünlü, küçük kardeşim ise olaya tam anlam veremese de huzursuz bir haldeydi. Annemin bu durumunu haber alan dayım da hemen Ankara’ya gelmiş ve kısa süreliğine yanımıza yerleşmişti. Dayımın görevi babamla ilgilenmekten çok, bizi ayakta tutmaya çalışmaktı aslında. Bir gün beni ve kardeşimi Güvenpark’a götüreceğini söylemişti. Evden çıktık, otobüs ile Kızılay meydanına vardık. Moral vermeyi kendisine görev edinen dayım kardeşime ve bana 1’er adet uçan

“Evet, babamın haberini almıştık. Meğer kardeşimin avucundan ayrılan uçan balon bizi ayrılığa alışalım diye yükselmiş gökyüzüne... Babamın gidişine çok üzülmeyelim, hazırlıklı olalım diye. Zaten babam da o balonun renkleri kadar güzel bir insandı.” deyip nargilesinden bir nefes daha aldı. Gözleri dolmuştu, fakat belli etmek istemiyordu. Sonrasındaki 5-10 dakika, arkadaşının Ahmet’i telkin etmesi ve onu sakinleştirme çabasıyla geçti. Ahmet biraz olsun sakinleşmişti. Derin bir nefes aldı, göz pınarlarına parmaklarıyla bastırarak olası gözyaşlarını engellemeye çalıştı. Ardından saatine baktı. Öğle arası bitmişti. İşine dönüp, ofisindeki eskimiş bilgisayar klavyesi ile evrak kaydı yapmaya devam etmeliydi. Hesabı ödedi, üstünü emektar garsona bıraktı. Zar zor planlayıp görüştükleri o değerli yarım saati geçmişe giderek, babasını özleyerek ve nargile içerek geçirmişti. Mutsuzdu, dalgındı, fakat çalışması gereken bir işi vardı...


29

GÜLŞAH ATEŞ

DİCKENS YALANLARININ ANAKRONİK VERSİYONU

Üzerlerine geçirdikleri koyu mavi ve paçaları yoldan hızlıca geçen 1967 model bir Chevrolet'in sıçrattığı çamurla kirlenen LTB marka kotlarıyla tek kişilik sinema koltuğuna sığmanın keyfini yaşıyorlardı.

Tanrı'nın bu cevabımdan hoşnut olup çarmıha gerilmiş olan elleriyle sırtımı okşayışını düşledim. Öyle yumuşak ve içten bir okşayıştır ki bu sizi iki uçlu duygu durum bozukluğuna bile sürükleyebilir.

Güzel bir gülümseme. Adam kızın kıvırcık ve uzun saçlarına sigara külüne davrandığı kadar özensiz davranıyordu. Belki de yüz yaşındaydı adamın elleri. İnşaatta çalışan bir işçinin tırnaklarının arasına giren ekmek ve toprak parçaları kadar pis tırnakları ve ben çocuklarım için çalışıyorum, diye gururla söylenen bir babanın alnı kadar temiz elleri vardı. Film başladı nihayetinde. Hobolar’ın Amerika'da canice katledilişini anlatan bir filmde olmayı dilerken, özentisiz alt yapımızın batı entrikalarıyla süslenmiş saçma bir filmine girdiğimi fark ediyorum bu sefer. Belki de bir dahaki sefere Eminönü'nde balık tutan erkek çocuklarının hangi balığı tuttuğunu tahmin ettiğim gibi dikkatli davranmalıyım. Sinemada neredeyse yalnızım. Aslında bakarsanız ben her yerde ve her şekilde yalnızım. Kahveyi tek şekerle içerim. Balığı limonsuz yerim. İç çamaşırlarımı giyerken aynalara bakamam. Aynı kitabı ikinci defa satın almam. Sinemada çift kişilik koltuklara asla oturmadım ve ismi Leyla olanlara tahammül edemiyorum. Yalnızlığıma da o kadar sadığımdır. Yüz yıllık elleri olan adam, kadının bu kez ince olan ve sarı seyrek tüyleri bulunan ensesini okşuyordu. Kadın gülümsedi. Kadının gülümsemesi yedi santimlik kırmızı topuklu ayakkabılarına benziyordu. Kadının reenkarne halinin feminist olma ihtimalini düşledim. Sinema salonunda yalnız olmayı ve siyah oje sürdüğüm tırnaklarımın arasından mavi Lark’ın dumanının süzülmesini düşledim. "Neyin var?" sorusuna, Tom Waits'in Green Grass şarkısıyla yanıt verdiğimi ve

Bu sefer yüz yıllık ellere sahip olan adam, topuklu ayakkabılarıyla aynı renk ruja sahip olan kadının pürüzsüz yüzüne doğru eğildi. Öpecek, diye mırıldandım. Adam kadının yüzüne eğilirken, o kadar samimiydi ki. O an yanımda bir fotoğraf makinem olsaydı ve o anı ölümsüzleştirmek isteseydim, fotoğraf makinem dahi, yüzlerce siyah yüz arasından o samimiyeti yakalayabilirdi. Artık tamamıyla onları izlemeye başlamıştım ve kadının kaç dakika boyunca adam saçlarını elleriyle karıştıracağını hesaplamaya çalışıyordum. Kadın birden duraksadı ve aniden kafasını arkaya çevirip bana bir bakış attı. Bu bakışın "bizi daha fazla kesmeye devam edecek misin?" dediğini anlıyordunuz. Gerçekten çok utandım ve koltuğuma çöktüm. Kendimi bir hırsız gibi hissediyordum. İnsanların en güzel anlarını bile çalmaya çalışan zavallı yalnız bir hırsız! Ama pişman değildim, çünkü kadının yüzünde daha önce hiçbir denizin dalgasında, martının uçuşunda ya da arabanın egzozunda görmediğim bir şey vardı. Adamı hiçbir zaman bırakmayacağına söz vermiş gibi bir ifade yerleşmişti yüzüne. Belki de kutsal kitaplardan korktuğu için öyle bir ifade takınıyordur, dedim kendi kendime. Yaşadığım en güzel anlardan biri olduğuna kanaat getirdiğim bu olay da her güzel şey gibi bitiyordu. Önce filme girmeden aldığım mısır paketleri bitti, daha sonra limonlu gazozlarım, adamla kadının öpüşmesi bitti, sinema salonunun içindeki sineklerin vızıltıları bitti bir süre sonra, ışıklar açıldı, karanlık bitti.


30

Adamın göğsüne yaslanmış olan kadın başını kaldırdı ve ani bir hareketle kapıdan çıkıp gitti. Kadınlar giderler. Eğer ortada memnun olmadıkları bir durum varsa, kadınlar mutlaka giderler. Bazı kadınların gidişi kar tanelerinin Tanrı'nın evinden, toprağa düşüşüne benzer. Topraktan başka kimse anlamaz karın varlığını. Karın eriyişi de kimseyi ilgilendirmez, yani bazı kadınlar gider ve bunu kimseye fark ettirmez.

sonra gelecek olanlara da bir şey bırakmaz. Yani tüm kadınlar, tüm zamanlarda giderler. Herkesin onlara muhtaç olduğunu göstererek giderler. Muhtaç olanlar da, kadının kar üzerindeki yok olmakta olan ayak izlerini takip eder. Adam da bu felsefeyi bozmayarak, kadının peşinden gitti. Kadın kadar hızlı değil, ama onun gittiği yollardan yürüyerek.

Bazı kadınların gidişi ise yanardağlardan fışkıran lavlara benzer. Gürültülü ve acı olur gidişi. Gittiği zaman da çevresinde ne kadar mineral, vitamin varsa toplar götürür. Çevresindekilere de, kendinden

Sinema salonunda birkaç sinek ve patlamış mısır çöpünden başka bir şey kalmadığını anlayınca ben de gittim. Ben yalnız gittim. Sinekler bile beni takip etmediler.

Herkes gitti.

Çizim: Agnes-Cecile


31

E.D.

SADECE ÖPÜCÜK BALIĞI’NIN ANLAYABİLECEĞİ HİKAYE

‘’…uzaklarda bir çocuk, uyuyakalmış ninesini sarsıp “bana masal anlat” diye ağlıyor.. Diyelim ki öyküsünü yazdım, beş para etmiyor...” … -Bence bu apartmanın adı TAVŞAN APARTMANI olmalıydı.. -Neden? -Çünkü no:62 Hep böyleydi işte… Onunlayken kafanın sürekli çalışması gerek. Çantanda hep bir masal kahramanı kostümü bulunmak zorunda... Ne zaman, hangi hikâyeye başrol yapılacağın belli olmaz çünkü. Hiç akla gelmeyecek şeyler, hep O’nun aklına gelir, diline dolanır, yüzüne konup tebessüm olduktan sonra da kaybolur. Söz uçar, yazık olur. Yanında güldüklerimi sonradan hatırlayınca gülmüyorum mesela.. Hoş; yanında neye güldüğümü de hatırlamıyorum ya..! Örneğin; son kahramanımızın adı, ‘KARBONHİDRATMAN’di. Tünel’de metrobüsteydik. O da başka bir hikaye, bir gün onu da anlatırım. Adam merdivenlerden koşa koşa metrobüse yetişmeye çalışıyordu. Karısı evde hep pasta börek yapan bir kadınmış. O yüzden hantalmış ve şıpıdık terlikleriyle, adam son sürat koşarken ona yetişemiyormuş. Falan… Böyle anlatınca komik olmuyor işte. Ama ben o an çok gülmüştüm. O’nun üstünde limon sarısı bir t-shirt, benim üstümde aynı renkte bir gömlek… (Birbirimizi görünce ona da gülmüştük...) Gülüyorduk öylece... Belki arkamızdan bizim de hikayemizi yazan birileri olmuştur... Ne yazmışlardır kim bilir?.. ‘’Limon Adamla Portakal Saçlı Kızın Aşkı’’… Aşk... Aşık gibi mi görünmüşüzdür acaba? Ben kesin aşık gibi görünmüşümdür. Ben hep O’na aşık gibi görünüyorum zaten... Ama bu aşk değil. Anlatamıyorum ki hiç... Sesiyle mevsimim değişiyor. Yanındayken beni Allah koruyor. O kalp kaç metronomda atıyor, anlatamam. Onu diyorum işte, anlatamıyorum. “Çok seviyorum”... Yetersiz. Çok... Ne kadar mesela? Avagadro sayısı kadar... Bildiğim en büyük sayı bu. Şimdi burada olsa kesin avagadro sayısından bir hikaye uydururdu, ben de sonradan hatırlamayacağım bu hikayeye çok gülerdim. Keşke burada olsa… Mesafe korkunç bir şey... O da benim gibi özlüyor mu, yoksa unutuyor mu; bilmiyorum... Unutmasın! O’na bakarken yüzümün nasıl ışıdığını hiç unutmasın. Tavşan Apartmanı’nı, Karbonhidratman’i, ağzımda diş fırçamla “Sensodyne diye din kuralım mı?” deyişimi, Kinder’den çıkan oyuncaklarımızı ve O’na sarılırken kalbimin nasıl attığını hiç unutmasın. Ben her MAVİ T-SHIRT , o her turuncu bir saç gördüğünde bir şeyler aksın gitsin içimizden... Bi’ şey anlamadınız değil mi bu hikayeden? Anlamazsınız... Beni anlayabilmeniz için; O’nu sevmeniz gerek. Buna da ben izin vermem! “Ama bunun sonu yok ki” dedim... “Yok işte salak “dedi... ”hep sonunu istiyorsun. Sonu, bittiği yer, tükendiğim zaman... Yerine yenisini tüketmeye başlayacağın zaman... Bu kez gitme işte... GİTME...”


32

SABRİ ÖZAY

UNUTTUĞUMUZ YERDEN GELEN BİR TINI

bir bakarsın ki gecenin karanlığına gömdüğüm hayallerin kemiği kalmış kırkı çıkmış ve köpekler başlarında ulumakta, dargın gökyüzünde dolunay ama bir kerelik dizlerinden öpmüş olsaydım eğer dizlerinden öpmüş olmak demek ölmek demek ölmek demek bir sevme biçimidir bizim buralarda ve belki de sana pek saçma gelecek saçmalığı kadar inanacaksın veyahut inancın körelmişse her halükarda sana ve dahi bana bile Zincirlikuyu yahut Karşıyaka ne oradasın, ne burada sevgilim, şimdi sen yoksun ceset var, ışık yok, yağmur var hadi toprak kok! artık baş parmağımı kütletebilecek bir sen yok. zamanında durduramadığımız şeyler vardı, herkes der zamanında “bir dur” diyemediğimiz şeyler söylenen sözler var keşke söylense idi bir sağıra ve bazıları hiç konuşulmasa lal olsa idi diller amanın zifiri karanlığı neredeydi o vakitler çok ihtiyacımız vardı çünkü bunların hepsi sen dinlemedikçe suyun dibine ağır ağır ama sağlamca çöken bir taş gibi kararlı adımlarla sona doğru giden cümle nesne. aslında dönmüyor dünya, duruyor gökyüzü ve yer insanız dönüp dolaşan bu kaosta sadece ve sadece. bir bakarsın ki gecenin karanlığına gömdüğüm hayallerin kemiği kalmış kırkı çıkmış ve bir bakarsın ki muhakkak mukadderiyata ermiş bir şarkı çalınır gecenin bağrında bir tel alıp elime saçından gerdiğim yaylı çalgılardandır bir gözyaşı ile, bir sızı ile, bir ah ile, bir inilti ile önünde sonunda duran şeyler hep bunlar duracaktı madem, niye bu işe baş koydular? ben de buralardan geçip gideceğim kaburgama dokunmayan hal bilmez diyeceğim diyeceğim o ki dalgaları kıran bir gemiyle yahut gemiyi koruyacak bir dalgakıran üzerinden kendi etimden bir bir çekileceğim. sen vardın günah yoktu, sen yoksun günah var annem vardı ama o da halimden ne anlar? Allah hep var, korkarım bana cehennem var artık hiddetle bana nefes veren bir ciğerin yok. şimdilik, -zor günlerim olmazdemiştim ilk konuşmamızdan sonra belirli günler ve haftalar için sakladığım tekilam merhaba, zor günler merhaba.


33

SAİD BÜYÜKARSLAN

BİR TERÖR FİLMİ

"Bir taş atılırsa, bu cezalandırılması gereken bir davranıştır. bin taş atılırsa, bu politik bir eylemdir."

Der Baader Meinhof Komplex. Nam-ı diğer "Bir terör filmi". Oscar peşinde koşan bir terör filmi. Ya da "Bir terör filmi" ki gösterdiği terör üzerinden rant sağlayabilsin. Güzel yurduma gelirken bile bir Ali Cengiz oyunu, bir pazarlama taktiği, bir gişe yapma çabası.. 1968 yılından itibaren Almanya'da tabiri caizse fırtınalar estiren bir örgütten söz ediyoruz: RAF, kızıl ordu tugayı. Söz ediyoruz ama film daha çok RAF'ın eylemlerine odaklanmış durumda. Her şey sanki İran Şahı'nın Almanya'yı ziyaretiyle başlayan protesto sürecinin bir doğaçlaması gibi. Siyasal hiçbir arka plan yok, sert tartışmalar yok; bol aksiyon, özel efektler, güzel ablalar, afili abiler. Üstelik örgüt hakkındaki sağır sultanın bile duyduğu gerçeklerin de çarpıtılması söz konusu. Şüpheli ölümlere sürekli "onlar idamdı" vurgusunun yapılması, şiddet eylemlerinin "Fight Club'dan yeni çıkmış ergen anarşistlerin ürünü" gibi sunulması film için gerçekten kusur sayılabilecek noktalar. Belki bir belgeselden söz etmiyoruz ama bu kadar gerçek fotoğraftan-videodan yararlanmış bir yapımın da yalanlara tanıklık etmeyi istemesi kabul edilebilir bir şey değil.

RAF üyelerinin yansıtılmasında da sıkıntılı bir durum söz konusu. Sanki hepsi bir pazarlama ürünü gibi sunulmuş. Esas oğlanımız Andreas Baader asi, karizmatik, kadınlara değer vermeyen, her şeyi bilen ama hiçbir fikri tartışmada boy gösteremeyen bir tip. Sevgilisi Gudrun Ensslin seksi, baskın, damarlarında


34

enternasyonalizmin asil kanını taşıyor ama Meinhof'un örgüte özeleştiri getirmesine, kendi acziyetlerinin dışarıya yansıtılmasına tahammülü yok. Örgütün beyni sayılabilecek Ulrike Meinhof ise hep "sempatizan" muamelesi görüyor. Yaptığı yorumlar, düşünceleri, yargıları hep ikinci plana atılıyor. Zaten aile yaşamında da kocası tarafından aldatılmış, sindirilmiş bir anne rolünde. Film başından beri bünyesinde taşıdığı ideolojik temelsizliği bu tuhaf zenginleştirmelerle kapatmaya çalışmış ama filmdeki devamlılık, Meinhof'un arada bir bildiri okuması, aksiyon sahnelerinin etkileyiciliği arasında seyirci bu eksikliğe odaklanamıyor zaten. İyi de RAF'ı anlatmayan bir RAF filminden söz edilebilir mi? O zaman bu filmin diğer gişe filmlerinden farkı kalır mı? Filmin sonuna geldiğimizde ise ince köprüler üzerine kurulu olan hassas dengelerimiz de tepetaklak oluyor. Gerek Meinhof'un aforizmaları gerekse de polis müdürü Herold'un yaptığı beyin fırtınaları bir nebze olsun bize RAF'ı anlatmaya çalışsa da Lufthansa uçağı faciasından sonra tüm örgüt üyelerinin intihar ettiği "gerçeği" ile her şeyin bir saman alevi kadar boş olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Yaptıkları onca eyleme bir anlam, bir görev yükleyemeden kapatıyoruz Media Player'ı. Yine de, tüm bunların yanında filmi son yaşadığımız Haziran olaylarıyla birlikte okuduğumuzda, gençliğin isterse nerelere kadar gücünü yetirebileceğini gördüğümüzde, zulmü ve isyanı aynı anda hissedebildiğimizde "bunlar güzel şeylermiş" de diyebiliyoruz. Bir nevi siyasal mastürbasyon yaşıyoruz (sonunu saymazsak tabi).


Onlar başıbozukturlar; ama dilerseniz kendilerine 'buçuk şair' de diyebilirsiniz. Sözgelişi; 1991 mayısında İstanbul'da, bir 'kötülük dayanışması' gereği, sık aralıklarla uçmak zorunda kalan, sahtekar şairler arasında rahatça yer alabilmişlerdir! İçlerinde Alman Harbi'nin (karneyle) 100 gramlık şairleri de vardı. Ve de zararsızlar! Hatta zavallılar bile! -İşte bizim sosyal bürokratlar, akıllarınca değil de, düpedüz dangalaklıklarınca, tarihte şiire ve hele modern şiire karşı olurlar ve karşı çıkarlar. Ve de salınırlar tarihte uzun ve pirinçten bir sarkaç gibi; Sözgelimi; Mehmet Ali Ağca ile Yılmaz Güney arasında. ( İkisinin de çocuklukları, yeniyetmelikleri ve gençlikleri kıpkızıl aç geçmiştir ve yapayalnızdırlar.) Ayrıca; her iki kör uç da, bir 'iktidar masası'nda kolaylıkla konum değiştirebilirler. Çırılçıplaklık, evet çırılçıplaklı, bilinmez, nerelere kadar savrulacaktır? Ya da savrulur? ''Bir sivil şair yine de 'Biz cumhuriyette hayvan gibi yaşadık!' diyebilmiştir; şiirde ilk Hıristiyanlar olarak!'' Ece Ayhan, Bir Sivil Şairin Ölümü



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.