|
Bak beyim, sana iki çift lafım var! Koskoca adamsın, paran var, pulun var, her şeyin var. Binlerce kişi çalışıyor emrinde. Yakışır mı sana insan hayatıyla oynamak? Yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu gaza boğmak, plastik mermi kullanmak? Ama nasıl yakışmasın ki… Sen değil misin oğluna gemicikler alırken çiftçiye “Ananı da al git!” diyen. Sen değil misin ki içki içen herkes alkoliktir, bana oy verenler değildir diyen… Ama ben boşuna konuşuyorum, sevgiyi tanımayan adama sevgiyi anlatmaya çalışıyorum. Sen büyük patron, milyarder, para babası, başbakan Recep Bey… Sen mi büyüksün? Hayır biz büyüğüz, biz Türk Halkı!… Sen bizim yanımızda bir hiçsin anlıyor musun, bir hiç, gözümüzde pul kadar bile değerin yok ama şunu iyi bil: Bize bir şey yapamayacaksın, yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi çünkü bizler birbirimize para pul ile değil sevgiyle bağlıyız. Bizler birbirimizi seviyoruz, biz bir aileyiz, biz güzel bir aileyiz. Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun. Dokunma artık arkadaşlarıma, dokunma çocuklarıma, dokunma parkıma-çevreme, dokunma halkıma!
“Bizim Aile” filmine saygıyla.
başlarken Jargon:( isim) Aynı meslek veya topluluktaki insanların ortak dilden ayrı olarak kullandıkları özel dil veya söz dağarcığı... – Güncel Türkçe Sözlük, TDK,2013.
Selam. N’aber? Öncelikle fanzini çıkarma amacımızdan bahsetmek isterim. Sebeplerimizi şu şekilde sıralarsak eğer: 1. Çok istedik, canımız çekti, içimiz kaldı, bir tarafımız şişecekti çıkarmasaydık. 2. Yıllardır edebiyat alanında bir şeyler çiziktirmiş, amatör ruhunu kaybetmeden ya da kaybedemeden şiir ve öykü yazmış, okumuş, okutmuş, bu amaç için koşturmuş bir topluluk olarak ciddi anlamda kendi çizgimizi göstermek ve “jargon”umuzu tanıtmak amacıyla ortaya somut, elle tutulur bir şeyler koymak için birbirimizi gaza getirdik. O amacın ürünü olarak elinizde tuttuğunuz fanzin ortaya çıkmış oldu. Fanzinin içeriğini oluştururken, yazarlarımızı seçerken pek kısıtlamaya gitmedik ki hepsi eş dost edebiyatsevericra eder arkadaşlardır, tek tek ayrı ayrı severiz her birini. Okudunuz diyelim, yazınız şiiriniz denemeniz eleştiriniz var dergiyle ilgili muhatabınız olarak “jargondergi.tumblr.com” en olmadı “facebook.com/JargonDergi” internet adreslerinden bize ulaşabilir, hatta bir uğrayıp çayımızı içebilirsiniz. Kısıtlama olarak diyebileceğimiz tek şey şudur ki kendisi sevdiğimiz mabedimiz mekanımız olan Erguvan Kapısı’na girişte yazılıdır:
Öyle işte. Hadi okuyun.
3
Bu Sayıda
Yazılar
adem oslu/ahmet keskinkılıç/ali lidar/ said büyükarslan/tuncay kızılaslan/ismail altuntas/ezgi durmus
Şiirler
4 gün öz/hasan ay/hatice ramazano/özgür cantürk/payidar zaraman/ sabri özay/Süleyman gencaver/musa cem kundukan
Kapak Çizimi&Tasarımı ecmel sarıkaya/özgün tükle
İmtiyaz Sahibi∙Yazı İşleri Sorumlusu∙Redaksiyon∙Geri Kalan Her Şey Tuncay Kızılaslan∙Ahmet Keskinkılıç∙Said Büyükarslan
Adem Oslu Kafam Salih
Benim bir kafam var, bulamıyorum. Hal böyleyken nasıl olur da yaşayabiliyorum. Anlayamıyorum. Kafamı bulabilseydim anlardım kesin. Hani sürekli saat, bileklik gibi şeyler takarsın koluna. Uzun zaman sonra çıkarırsın bir boşluk hissedersin, inceden rahatsız eder o his. Öyle bir his var şu anda bende.
Dün meydanda üç kesik baş gördüm. Uzaktan bakınca birini kendi kafam sandım. Sonra anladım ki onlar kesik baş benim ki kafa. Benzemiyorlar. Zaten benim kafamın saçı dağınık, taramam etmem. Kesik başlar yakışıklı ölmüşler, taranmışlar, süslenmişler. Belli ki ya büyük suç işlemişler ya da mağrur ölecek kadar suçsuz suç işlemişler. Ben ikinci ihtimalin
üzerinde daha fazla durdum çünkü yaboz güvercinler kesik başlara konmaktan çekinmemişlerdi.
Meydandayken hatırladım. Bir gece önce çok bunalıp Salih’e gitmiştim. Salih tek başına yaşayan, sürekli yumurta yiyen, çalışmayan ama hiç parasız kalmayan, hayatta nefret edipte seviyormuş gibi yaptığım tek arkadaşımdır. Olur da bir gün bunu anlar diye korkuyorum. Çünkü dediğim gibi tek arkadaşımdır, Salih’ten başka kimsem yok. Olmasında zaten. Salih beni seviyor bu da bana yeter. Belki de sevmiyordur ama seviyormuş gibi davranması da yeter.
Neyse.
5
Biz o gece Salihle içtik. Bende para yok diye ısmarladı sağ olsun. Gerçi sağ olsun dediğime bakma Tekel votkası almış herif. Sırf yalnız kalmayayım diye sağ olsun diyorum. Tekel votkası pis yakar usta. Ucuz meyve suyunu da az alınca iki bardakta bitti, yarısını sek içmek zorunda kaldık. Düşmanımın başına vermesin ha gidip tentürdiyot içmişsin ha sek Tekel votkası. En son hatırladığım Salihin atletine yapışan çekirdek kabuğuna uzun uzun baktığımdı. Sonrasını bilmiyorum. Gidip Salihe sordum olanı biteni. — Naber lan Salo? — Vay kardeşim gel içeri yemek yiyordum tamda, beraber yeriz. — Ne yiyorsun lan, güzel koktu? — Peynirli yumurta yaptım tereyağında. Kral oldu kral! — Nasıl mide var sende ben daha çözemedim. Sabah akşam yumurtamı olur Salih? — Ya sus iki lokma al görücem ben seni. Bir daha yap demezsen şerefsizim! — Salo onu bunu bırak da oğlum dün gece ne oldu? İçtik sohbet ettik o kadarını hatırlıyorum da kafam yok, bulamıyorum
bir türlü. Biz içtikten sonra oldu ne olduysa. — Ulan ben de diyorum bu çocuk niye kafasını almamış yanına. Sen dün baya çarpıldın votkadan. Eve gidicem diye tutturdun. Bende kal çok sarhoşsun dedim inat ettin kalmam diye. Bu kafayla gidemezsin eve oğlum diye ısrar ettim. Bende bu kafayla gitmem o zaman amına koyayım dedin fırlattın kafanı camdan. Fırlatıp hemen evden çıkınca aşağı indiğinde alırsın sandım kafanı. O yüzden bir şey demedim. Gittin öyle. — Hay sokayım böyle işe zaten kafa yokmuş lan bende. Gitti güzelim kafa ya. Kim alıp ne yapar kafayı oğlum nasıl bulurum şimdi ben onu.
Bulamadık. Arabaların altına bile baktık yoktu. Polise gidelim diye düşündük ama Salih boşuna olacağını söyledi, bende vazgeçtim öyle deyince. Meydana gelecek yeni kesik başlardan birini alıp kullanmaya niyetlendim ama o da olmaz. Kesik başın suçu üstüme kalır sonra, belli mi olur. Aklıma başka bir şey geliyor ama böyle düşündüğüm için sinirleniyorum kendime, dağıtıyorum hemen o düşünceyi. Saçmalık, Salih’e bunu yapamam. Yapmamalıyım. -
Salih’ten nefret ediyorum, her aynaya baktığımda.
6
Payidar Zaraman Mağlubiyet
çok kez söyledim sonra rüzgar cinlerini salarken nefesimize her baharın bağrında yeşil bir pişmanlık ve kışa karşı işlenmiş sempatik bir ihanet vardır (iyi ki varsın ve) ve vicdan denilen yaralı tanrı bizi savunmasız bırakırken ve etimize bahşedilen karakter kanımızda konaklayan bu rabbi güzellik kötüyle dövüşmemizi öğütlerken bize ve ütopyalarımız dünyamıza yarenlik etsin diye yarenlik etsin diye karpuz kabukları donanmalara işte bak puşta ettiğimiz küfrün arkasındayız sudan taş da yaratabiliriz oysa düşmandan arkadaş da çünkü saptırılamaz gerçeklerimiz var yaşamak gibi doğru ölüm gibi yar güneşi inkar edenlerin gölgeleri kadar gözle görülür gerçeklerimiz var işte bak puşta ettiğimiz küfrün arkasındayız iyi değiliz ama Allah’ım iyi değiliz semalar altında böyle insan ehli insan ırkını yenemediği sürece iyi değiliz böyle yerin yüzünden çatlattığımız göğün yüzü mavisinden kanamaktayken işte ben böyle bir damlacık insanken ve saltanatında bakiyken şeytanlar
7
iyi değiliz böyle bir saklambaç oynasak yiteceğiz gözlerimizi oyacaklar körebe oynasak yelkenimize kastı var bu denizin kastı var bu iklimin toprağımıza döşümde halince atan döşümü kanatan bir kalbim varken işte bak kızımın oyuncaklarından başlıyorum kırılmaya çok kez söyledim sonra köpekler gibi kuduzken kendime congoluzlar gibi kabusken ve adı dünya olan bu hederde adı artık bir geceyle anılan kadir ve bir sarraf lügatı olmuşken kıymet insan ehli insan ırkına mühür gibi mağlupken ve bedavayken üç şeytan getirene bir tanrı düşkünü düşünün ortasından kırmak zalim kısmından tavuklar gibi korkmak gününde elbet ki bizim de evet bizim de bileğimiz tez bükülür değildi elbet kırılmamış olsaydı kemiklerimiz işte bak bütün maharetiyle günah peydahlarken zaman bütün hıncıyla adem avındayken manzaradan ibaretken kapının pencereye kini haramın helal öğünle pişen tencereye kini bir bak kabuslara iltica etmiştir uykumuz hezimetimiz köküne kadar ve bu dünya kainat tarihinin yüzkarası evet meridyenlerine kadar alçaktır işte bak bu cehennem doyuran narımız ateş emziren bağrımız
8
ve gecenin ikisini otuz geçerken hayatımız eza ediliyor serüvenimize iyi değilim Allah’ım iyi değilim semalar altında böyle cefama bereketler olsun ki anamın dişlerinden başlıyorum dökülmeye
Süleyman Gencaver Çürük Dil ve Jaguar Efsanesi
dolgum çürüdü bir sonraki kelimeyi dilime monte edecekler —tutsun diye. sicilim var onlara söyle adın dilimi tutukluluk hâli —nden beri dilim jaguar avının jaguarı doyurduktan sonraki hâli —bir şekilde ayıpsa ağzımdan olalım ağzım ki birçok kez hakkıdır. jaguar sürü halinde gezseydi çok kötü olurdu diye tek gezer —ken anlamamızı ister: sürü olsaydım ta... tamam yani işte ben de seninle olsaydım ta... —ta ki geç, kalmamış olsaydı sınıfta. şu bildiğimiz geç sonradan gelen yolu unutturamam sana sadece ayaklarını yerden kesebilirim bıçağımı ısmarlar mısın
9
Ahmet Keskinkılıç Gövdesiz Bir Baş
Ankara’da ılık bir geceydi. Mevsimine göre bakacak olursak istisnai bir hava hüküm sürüyordu. Günlerden Perşembe, perşembelerden üç, sıfatlardan piç bir gecenin beş ondördüydü ve zaman mefhumu o aralıkta bir karabasan gibi çöküyordu şehre. Siyah korkunç gölgeleri andıran alabildiğine yüksek bina silüetleri karanlık gökyüzünü delmeye çalışan paslı matkap uçlarını andırıyordu.
Çatısında bulunduğu binadan Kızılay Meydanı’nın ışıklı lunapark azametini görebiliyor ve bu saatte bunca yapay ışık olduğu için de ayrıca küfrediyordu. Meydanı incelerken ne kadar yüksekte olduğunu yeni fark etmiş gibi yeryüzüne baktı. Baktı ve neden başım dönmüyor diye düşündü. Aslında o an kafasından binlerce düşünce geçiyordu. İzafiyet teorisinden felsefecilerin ne kadar asalak ve aynı zamanda ne kadar işlevsel olduğa, intihar etmenin saçmalığından Kurt Cobain’in ne kadar doğru bir karar verdiğine, buraya çıkmadan önce bağırsaklarını boşaltması gerektiğinden, bardaki dört genci vurmasına kadar. Barda dört genci vurmuştu ve tarafsız bir gözle bakıldığında o kadar da haklı sebepleri yoktu ama adaletin en güzel yanı göreceli olmasıydı. Öyle sanıyordu Fikret. Adı Fikret’ti ve nedenini bilmiyordu. Annesini babasını
tanımıyor, var oluşunun amacını, dünyada kapladığı kütle çekiminin ne boka yaradığını bilmiyor, o güne kadar öylesine yaşıyordu. Aslında o gün de öylesine yaşamıştı. Bir aydınlanma yaşamamıştı o gün de. Zaten insan öyle durduk yerde aydınlanmaz, aydınlanmak için yaptığımız her hareketin bizi kararttığını fark ettiğimizde ışığı yakmış oluyoruz. Fikret bugün saat yirmiüç otuzaltıda Sakarya Caddesi’nde izbe bir barda yirmili yaşlarda dört genci öldürerek aydınlanma yaşayacağını düşünmüştü. Beklediği big bang gerçekleşmediği gibi polisler tarafından aranan bir kanun kaçağına dönüşmüştü. Onu haklı olmasa da suçsuz çıkarabilecek belki de tek neden; şu an Kızılay Meydanı’na elinde tuttuğu gövdesinden ayrılmış başına saplı gözlerinden bakıyor oluşuydu.
Fikret’in başı gövdesinden ayrıydı. Bu “ayrışma” yaklaşık olarak 5 yıl önce trajik bir kaza sonucu oluşmuştu. Bir sabah Fikret 95 model Şahin’in de camdan çıkardığı elindeki sigarasıyla yol alırken aniden bozulan Şahin onu sağa çekmeye zorlamıştı. Sigarayı atıp arabadan inmişti Fikret, kaputu açtığında her şeyin olması gerektiği gibi göründüğünü düşündü çünkü araba tamirinden zerre kadar
10
anlamıyordu. Kaputu kapatıp bir geleneğin devamlılığını sürdürmek adına tekere tekme atmıştı. Sonra arabanın altından garip bir ses geldiğini duyar gibi olmuştu. Eğilip baktı, bir şey yoktu. Ses tekrar geldi. Tekrar eğildi, bir süre bekledi. Yine ses kesildi. Sesi tekrar duyunca artık dayanamayıp yere yattı ve arabanın altına girdi. Burada da manzara aynıydı, her şey olması gerektiği gibi görünüyordu. Sesin kaynağı gizemini koruyor ve hatta sesin varlığını bile iyiden iyiye şüpheye düşürüyordu. Halüsinasyon “duydum” herhalde diye düşünmüştü. Kafasını arabanın altından henüz çıkarmıştı ki nereden geldiği belli olan -gökten- neden geldiği belli olmayan elliye elli santimetre boyutlarında bir kare cam parçası Fikret’in boynuna saplanmış ve bir giyotin etkisiyle kafasını bedeninden ayırmıştı.
Fikret morgda göğüslerinin arasında duran başıyla birlikte uyanıncaya kadar sıradan olmayan bir kazaydı bu. Ama o dakikadan sonra sıradan olmayan kaza çığırından çıkmış korku filmine dönüşmeye başlamıştı. Fikret bir yandan kendi meme ucuna ilk defa bu açıdan bakıyor olmanın verdiği şaşkınlık, ilk defa deliriyor olmanın verdiği cesaret ile başını iki elinin arasına alıp doğruldu. Ne olduğunu anlamaya çalışmak bir yana ne bok yiyeceğini bilememek başka bir yana ne yapması gerektiğini düşündü. Aslında düşünecek çok şey de yoktu o an. Bir şekilde ölmemiş olduğunu ve bunu kimsenin normal karşılamayacağını biliyordu işte. Bu
bilgi kimselere görünmeden buradan gitmesi için yeterli enformasyonu sağlıyordu. Doğrulup kalktı. Elleri göğsünün hizasında bir saksı gibi başını taşıyordu. Etrafını ölüler sarmışken kendini bu halde görmek mezun olamamış bir adamın iş bulmuş arkadaşlarına ibretle bakışı gibiydi.
Hastane morgunda çıkıp kimselere görünmeden gecenin karanlığında evine koşmuştu Fikret. Ankara Numune’den Kurtuluş’a kadar ellerinin arasında kesik başıyla ama hala kalbine adrenalin pompalamayı becererek koşmuştu. Evine soluk soluğa girdiğinde -ki aldığı soluğun akciğerine gitmeden boğazından çıktığını hissedebiliyordu- bedenini koltuğun üzerine attı, başını da yanına koymuştu. O an için düşündüğü tek şey kendime oral seks yapabilir miyim fikri olmuştu.
O günden bu güne geçen beş yılı böyle yaşamayı öğrenmeye çalışarak geçirmiş ama başaramamıştı. Zaten nasıl yaşanırdı ki? Sokağa çıkamıyordu, faturalarını internetten ödüyordu, yemeklerini sipariş ediyordu, kapıdan kafasını gösterip siparişlerini öyle alabiliyordu, hiç kimseyle iletişime geçemiyordu, kimsenin yaşadığını bilmediği bir ucubeye dönüşmüş şekilde hayatının devamlığını sağlıyordu. Sonuç: 12 katlı bir binanın çatısında peşinde polisler, 4 kişinin katili olarak gerçek anlamda “kelleyi koltuğa almış” sigarasını içiyordu. İlk defa sokağa çıkmıştı. Başını bantlarla tutturmuştu gövdesine, beline silahı takıp atmıştı kendini Kızılay’ın mahşer kalabalığına. Sakarya’daki o barda içkisini yutkunduğunda boğazındaki
11
bantın ıslandığını hissetmişti. Sonra o masada oturan dört gençten biri ateş istemeye gelmişti masasına. Ama ona bakıp uzun uzun konuşmuş, gülmüşlerdi sonra. Yapacak bir şey yoktu, silahını çekip, kafasını koltuğunun altına alıp, insanların şaşkın bakışları arasında dört genci başlarından vurup çıkmıştı oradan. Onlar ateş istemişti o da istediklerini vermişti. Çığlıklar onun çıkışına arka fon oluşturmuştu.
Ankara’ya güneş doğuyordu. Hayat Fikret’e gerektiğinden çok daha acımasız davranmıştı. Ona öyle geliyordu. Bu şekilde yaşamaya mahkum olmak hiç adil değildi. Saat sekize geliyordu yaşamanın en zor olduğu anlarda. Beş kişilik bir polis grubu çatıya çıkıyordu. Hayatı muammalarla dolu bir adamın, nereden gelip, nereye gittiği belli
olmayan bir adamın son dakikaları da gayet muazzam yükseklikte bir beton yığınının tepesinde beklemekle geçiyordu. Bu bekleyiş çatı kapısının kırılıp, ortama beş polisin ellerinde silahlarıyla dalmasıyla bitiyordu. Polislerden önde olanı Fikret’e doğru bakıp şaşkınlığını belli etmemeye çalışarak “Kımıldama la!” diye bağırdı. Fikret kafasını koltuğunun altına almış polislere arkası dönük Ankara’ya bakıyordu. Ankara tam anlamıyla bir orospuya benziyordu. Silahını Fikret’e doğrultmuş olan polis, on dörtlünün menzilini hiç değiştirmeden kafasını yanındaki polise çevirip “Bu ne amına koyim!” dedi. Beriki hiç istifini bozmamış, dahası donup kalmış gibiydi.
Fikret uzun uzun son kez Ankara’ya baktı. Kellesinin koltuğundan alıp iki elinin arasında ileriye doğru tuttu ve başını boşluğa bıraktı.
Boşluk hiç bu kadar anlamlı olmamıştı.
12
Tuncay Kızılaslan Hayatın Dur Tuşu
Kapıyı açıp koşarak uzaklaşmak istediğim
Ona cevap maksadıyla konuşmaya
doğrudur bu şehirden. Açtım kapıyı ve… Yine gidemedim tabii. Gecenin ayazında ciğerlerimi yakan bol karbondioksitli havayı çektim içime. Korkuluklara yaslanıp derin bir nefes aldım ve sigara üfler gibi aldığım karbondioksiti fazlasıyla geri verdim. Sigara alışkanlığım olmadı hiç, çubuk krakerim olsa iyi olurdu o an. Bir ses duyar oldum bir yerlerden, samimi bir ses “insanlar güvenmiyor,” diyordu. Benden başka hiç kimse yoktu etrafımda. Konuşan bir korkuluk olduğuna inanmamı beklemiyordunuz? O an herhangi bir şeye inanasım vardı sanırım.
başladım. Dışarıdan bakıldığında görüntü kendi kendine konuşan bir manyağın fotoğrafıydı. Tabi içeride her şey farklıydı. Etrafımda görüp görebileceğim bütün sınırlar insanlar tarafından bana sunuldu, ben de kabul ettim. Ne kadar uyumlu bir insanım, lanet olsun. Peki, hiç sınır koymayarak doğru yaptığını mı düşünüyorsun? Bunca insan yanılıyor olabilir mi? Zarf atıyorsun biliyorum, evet bunca insan yanılıyor. Bir sınır koyduğumuzda o sınırı da geçmek istiyoruz, arkasındakini merak ediyoruz. Bir duvarın arkası, bir kapının ötesi, bir kalbin kara kutusu, ölüm… Ardı her zaman merak edilen şeyler varken, insanlık da meraktan çatlarken, yaratılan sınırlar hoşumuza da gitmiyor değil. İroniye bakar mısın? Belirli bir eşik değeriyle sınırlanmış acılar insanda mutluluk hormonu salgılar, bahsettiğimiz “sınır olayı” da buna benzer bir nitelikte.
Konuşmaya devam etti. “İnsanlar kendilerine güvenmiyorlar. Bu yüzden ben ortaya çıktım. Onları uç noktadan uzak tutmak için koyulmuş bir sınırım. İntiharları daha aza indirebilmek için. Sözgelimi boğazdaki köprülerde beni tırmanılamayacak kadar uzun yapsalar her şey hallolacak ama... Akıllarına gelmedi daha önce sanırım. Ya da benim gibi düşünenler oldu. ‘Ölmek hepimizin hakkı.’diye düşündüklerini düşünüyorum. Neyse konu bu değil elbette.”
Bir süre sonra bir ayyaş uyuşukluğunda olduğum yere sızıvermişim. Sabah belim düz bir oklava halinde, iç organlarıma halı muamelesi yaparken fark ettim.
13
gibi her gün aynı şeyleri tekrarlıyorduk.
Ah, Tanrım! İnsanların hepsi deli… Sadece kafaları düzgün çalıştığında bir şeyler yapmadan oturabiliyorlar.
Bu duruma dur demek için bir an
Uyandığımda korkuluklara günaydın dedim. Karşılık alamamış olmam önce biraz şaşırttı. Sonra böyle şaşırmama şaşırdım. Korkuluklar, hah, ne bekliyordum ki? Benim gibi insanlar sokaklara dökülmeye başlamıştı. Arabalarına, toplu taşıma araçlarına binip, gitmek zorunda oldukları yerlere gidiyorlardı. Bir yere kadar gidiyoruz ve gidebildiğimiz son noktanın orası olduğunu düşünüp duruyoruz. Boynumuza bağlı hayali bir ip var sanki ve daha fazla uzaklaşmamıza izin vermiyordu. Biraz denesek, korkulukları geçsek, belki her şey farklı olacaktı ama tüm insanlık birer robot
duraksadım. Yemeği soslu mu sossuz mu yesem diye kara kara düşünen ben için oldukça net bir kararla yürümeye başladım. Bana kavuşmayı ve aynı zamanda çekip gitmeyi anlatan tren garına gittim. Zamanlamam genelde iyidir, bu özelliğimi kullanacaktım. Ertesi gün üçüncü sayfalarda ne kadarlık bir yer edinebileceğimi düşündüm bir an. Trenin sesini duyduğumda, görüntüsünü izleyerek içimden saymaya başladım. Üç… Bakalım nereye çufçuflayacağız Hugo? İki… Birçok giden memnun ki yerinden… Bir… Şurada da küçük memnun bir ruhumuz olsun. FİUU!.. Geç kaldım. Nokta koymak lazım, durmak lazım bir yerde. Bir. İki.. Veya üç... Elbet bir gün o da olur dedim kendi kendime.
14
Ali Lidar Şeref Amca Gülümsüyor muydu?
O kadar acı çeker ki insan, canlılar
Kim bilir nasıl acı çekiyordu da bu kadar
arasında bir tek o kahkahayı icat etmek zorunda kalmıştır der Nietzsche. Ya da buna benzer bir şey işte sarhoşum şimdi bu kadar hatırlıyorum…
çok gülüyordu. Dinmiştir ölünce acıları. Ölüm her şeyi sıfırlar…
Elbistan Şeker Fabrikası'nda çalışıyordu babam. Ortaokul yıllarım… Ertesi tatil olan bazı günler işyerine götürürdü beni. Orada tanışmıştım Şeref amcayla. Dünyanın en güzel gülen adamıydı. Hafiften de Kemal Sunal'a benzerdi. Cebinde hep şeker taşırdı. Ya da benimle karşılaştığı zamanlarda cebinde hep şeker olurdu, bilmiyorum. Ne zaman beni görse kocaman gülümser sonra cebinden şeker çıkartıp verirdi. Bir keresinde şuna benzer bir şey söylediğini anımsıyorum babamın. “Bu Şeref kadar gamsız adam yoktur. Dünya yansa içinde hasırı yok derler ya, öyle bir adam. Surat astığını gören yoktur. Ne olursa olsun hep güler…”
Bir akşam morali epey bozuk geldi babam. Sordu annem ne oldu diye. O anlatırken ben de duydum. Kendini asmış Şeref amca. Fabrikanın kazan dairesinde...
Yirmi küsür yıl geçmiş üstünden. Cin içiyorum Caner'le beraber. Yan masada birileri Nietzsche'den bahsetti. Duyunca yukarda yazdığım sözü hatırladım. O söz de birden bire Şeref amcayı anımsattı durduk yere. Bellek yavşak bir düşman gibi davranıyor bazen. Canını yakacak şeyleri tamamen unutmana izin vermiyor. Freud'unun da amına koyim bilinçaltının da!..
Haberi duyduğum ilk andan daha çok üzgünüm şu an. Şeref amca için yeterince üzülmemiş olmamın mahcubiyeti bu sanırım. Mahcubiyet böyle bir şey işte… Gecikmeye gelmez. Geciken mahcubiyet ekstra üzüntü ve utançla çıkartır acısını…
Son duble cini Şeref amcanın anısına söyledim. Araya bir de çay sıkıştırdım. Ve şu an kafamda tek bir soru var. Eğer uyumamışsa eve gider gitmez babama soracağım. Şeref amca gülümsüyor muydu ipte sallanırken?
15
Gün Öz Karavana
16
Belki ölmüşümdür bir hıçkırığın verdiği boşluklardan düşerek yosun tutmuş ruhun kokusunu bir bahar akşamı esintisi zannedersin oysa kara çok uzakta der biri acımadan bilemezsin ki işte, bilemezsin. Heba edilmiş yılları tuzlu suda bekleten on ikiden vurulmuş açmazları gömmeye çalışırken tırnaklarının arasına birikmiş yoksunluğu fark eden karavana bir adamdır belki karşındaki titreyen ellerine kalem tutmayı öğretemeyen işte bilemezsin, bilemezsin.
Sırtındaki bıçakları hesaplamayı öğretmez hayat ama yargısız infazı ezberlemişsindir yanlış bir yol, kadın ağlar, Allah var yalnızlığı sevmemişimdir belki, seni özlediğim kadar. Bilemezsin işte, işte.
Özgür Cantürk İsimsiz Şiir aklıma geldiğinde; bileklerim kesilmiş gibi bir sancı saplanıyor yüzüme günlerdir aynı sancılar... rüyamda tespihim dağılmıştı, bilirsin çok severim tespihleri yaz ortasında kışı yaşamıştım,gerçi buralar soğuk onu da bilirsin... benim bilmeyip senin bildiğin ne vardı başka? bir aksam zatürree olmaya heveslenip kapında beklemiştim yağmur fişek gibi yağıyordu bilirim kızdıysan şuracık'ta ölsem bir bardak su vermezsin ama yine bilirim öl desem ölürsün... bir gün yokuş yukarı gidiyoruz, zaman kısalmıştı, o sıralar latif doğan henüz küsme'mişti ama sen küsmeye evrimleşmiştin cümleler bi git'le başlıyordu Behzat izlerken bitiyordu... şarap içmiştik değil mi? zaman dağınıktı, odasını toplamıyordu, bizse kendimizi arıyorduk sen bir bavulla çıkıp gelmiştin ben ezeli buralı AŞTİ ya da Harem’e benziyorduk sanırım daha çok Harem’e sen o deniz kızına benziyordun ben ulus heykellerine... yirmiyi yakın film izlemiştik ama hiç biri benzetemedik kendimizi yarıda kalan bir film vardı, sanırım biz onun perde arkasıyız.
17
Hasan Ay Bandırasız Gemi ''koşuyorlardı, sonra birden durdular ve şöyle söylediler, biz nereye koşuyoruz.'' ayet 10bin kan; temizler şimdi sokağı ghetto nüshası, şarapnel yırtar boğazı, çığlıklar sığlaşır, ve yerel gazeteler, bas bas bağırıyor, savaş; kapıya dayanır, Amerika'dan sana ne getireyim yavuz, neyi meşhur ki buraların, bombası mı, şişmanı mı? yoksa bir tutam şeker kamışımı söyleyeyim, şöyle buyurdu; varsa oradan bi yarım Irak alırım, bu yavuzlar hep işini bilirler, bize buralardan haber ver, katliam-ı Reyhanlı. Ortadoğu'da çocukluk, misket yerine mermiler, okula gidiyorum bomba düşüyor, demokrası; ne gürültülü şeymiş ama! insan hakları, Amerikanlar, İngilizler ve memleketimiz çok güzel, taze meyvelerle çiçekler(!) eve dönüyorum, çantamda dinamit var, yerlere mayın gömüyorum, döşüyorum yerlere mayın, kim üzerinde bassa patlar, her kim üzerine basarsa patlar, her kim? gökyüzünü toz bulutu kaplar, iklim değişir güneş görmeyiz, ah bir ağlar tanrı, sular ve seller mütemadiyen maymundan evriliriz, ah kendi mayınıma bastım, kahrolsun emperyalizm, ben ne diyordum, nerelere geldim.
18
seni düşünüyorum, Arap Baharı özgürlük: toz toprak, silah, kan, seni seviyorum, gülümsüyor kocaman tank, bak ezmiyor ki beni göreyim günümü, tanklarla şaka olmaz, hatırlatayım Berlin'i, dur gülme, beni de güldüreceksin, daha boyayacağımız çok duvar var, ölme, beni de öldüreceksin, aha şu kazdığım mezar, yukarılardan ecnebi ses, içime içime konuşur, kafam karışık, ellerin kadar kokuyorum, büyüyor, büyüyorum, zerdüşt olamadım, berdüşt oluyorum, bandırasız gemiyim, liman buldum, ağlıyorum.
19
Sabri Özay Şiirtica
Biraz haşlanmış patatesti Biraz salçalı ekmek Geçti gitti vakit Biraz kumpir oldu Biraz ketçap mayonez Çünkü büyüdükçe slogan oldu Marjinalim, marjinalsin, marjinal.
Madem herkes marjinal Şimdi herkes herkes gibi ulan!
Biraz tütün kokusu, çiğ tütün doğrusu Biraz da yaralanmış diz kapakları Geçti gitti vakit Hastalıklar inceldi Ağzımız yüzümüz fazla kan Çünkü büyüdükçe kavga oldu Sen kimsin? Asıl sen kimsin? Ben kimim ki?.. Madem kimse birbirini tanımaz Şimdi herkes birbirine yabancı ha…
—Ben artık dayanamıyorum, Satürn’ün halkalarına taşınıyorum.
20
Ezgi Durmuş Sadece Jehan Barbur Dinlerken Okunduğunda Anlaşılabilecek Hikaye
İnsan beklemekten ve ummaktan asla vazgeçmez. Bunu dile getirmekten pekâlâ vazgeçebilir ama… Geçiyorsun! Kurduğun cümleler havada kaldığında, aklındaki sorular cevap bulmadığında, “seni çok seviyorum be anlasana!” diye sustuğunda, canı sıkkınken neye güldüğünü unuttuğunda, “özledim” bile diyemeyecek kadar yorgun olduğunda, odanı toplamaya erinirken; başkasının darman duman ettiğini toplamaya çalıştığında, sevilmemeyi alternatif olarak görülmeye yeğ tuttuğunda, birinin yarım bıraktığını; bıraktığı yerden sevmeye başladığını fark ettiğin anda vazgeçiyorsun… O yarım sen değilsin çünkü, biliyorsun. Çaresizlikten çırpınırken uçacaksın ama; mutlu etmeye yetmiyorsun, görüyorsun. ''Vazgeç artık bu sevdadan; şarkı bitti, gidiyorsun..'' Ben gidemiyorum, sen git! Ben içmiyorum, sen giderken sigara iç! Ben sövemiyorum, sen söv! Sen sevemiyorsun... Ben yetemiyorum... Sen görmüyorsun, ben bitiyorum.
21
Hatice Ramazano Mavi Bakışlı Selluka yavaş yavaş düşüyorum elden ayaktan bazen insan dolu balkonlardan düşüyorum bazen önemsenmiyorum balkonlar beni sevmiyor bazen, kırılmıyorum ben daha nelere kırılmıyorum, bilseniz ve ben nelere kırılmıyorum aslında kırılmam gerekirken bir çocuk annesini öpüyor yo yo, öyle değil bir anne, çocuğunu öpüyor anneme kırılmam lazım geliyor işte burada, kırılmıyorum annem beni öpmese de kırılmıyorum akşamüstlerini seviyorum sabahlara kadar kızma, kırılma bana ama seninle aynı seviyorum akşamüstlerini ama onlar, bir çiçeği koklamak gibi uzun sürmüyor bir akşamüstü en fazla göz kırpmak kadardır göz kırpmak ne kadar uzun bunu düşünmek beni içime indiriyor kırılmıyorum yine de kırılmam gerekirken kırılmıyorum, biliyorsunuz ya beni beni sevmesin akşamüstleri beni sevmesin, kısa sürsün hiç önemli değil yeter ki var olsunlar bir şeylerin var olduğunu bilmek de yetiyor bazen biraz başka kıtalarda belki biraz da uzak kıtalarda bir adam sevgilisini öpüyor durmadan kasıklarından öpüyor bir kadını kasıklarından öpmenin önemi artıyor öptükçe sonra diz çöküp dizlerinden öpüyor kadını bu aşığım demek, siz bilmezsiniz
22
bu sadığım da demektir aynı zamanda, siz nereden bileceksiniz? siz bilmezsiniz beni bir cumartesi sabahı dizlerimden öptü bir adam sonra, ensemden öptü bir akşamüstü ona aşık oldum ben insanım, yalan söylerim siz insansınız, bana inanırsınız bu böyledir ve daha çok şey böyledir sevişmek de böyledir örneğin aslında sevişmek, diyalektiktir biraz da bir sirke eğlenmek için gidilir, bu böyledir ama bir sirk, bir hayvanın acısıdır aynı zamanda bunu da unutmamak gerekir seni seviyorum ağlamaklı bir pazar sabahı kadar lirik bir sevmekle hem de sana sığınıyorum bak insanlardan, sırtlanlardan ve kırılmam gereken birçok şeyden sana sığınıyorum sen beni alıp bir yolun ortasına itiyorsun sana kırılmıyorum… ben insanım, yalan söylerim nasıl söylediysem bir adamın dizlerimden ve ensemden öptüğü yalanını ve nasıl söylediysem ilk seviştiğim adama yüzyıllardır aşık olduğumu işte öyle kolay söylerim seni sevdiğimi de sen insansın, bana inanırsın, bu böyledir sen güzelsin, sana asla yalan söyleyemem ve sevmeden yaşayamam seni, kaldı ki ben nefret de edemem senden bu böyledir.
23
İsmail Altuntaş Taxi Driver “Kritik”
24 Taksi şoförü filmi sinemanın gerçek eleştirmenleri tarafından niçin gelmiş geçmiş en iyi ilk 50 film arasında gösterilir? Şimdi … Martin Scorsese bu filmi çektiğinde aslında nasıl bir film çektiğinin farkında mıydı? Robert de niro senaryoyu ilk okuduğunda oynayacağı karakterin, aslında dünyanın hala güzelliklere açık bir gezegen olduğunu sembolize eden bir karakter olabileceğini düşünmüş müydü acaba? Hiç sanmam! Bu ekip zaten daha önce birlikte çalışmış bir ekipti ve taksi şoförünü de aynı değerle çekmişlerdi. Prodüksiyon olarak asla pahalı bir film olmaması ve filmin ağırbaşlı bir şekilde ilerlemesi aslında tipik sinema seyircisine hitap etmiyordu ve zaten gişe başarısı orta derecede bir film olarak kalacaktı. Vietnam’dan dönen her Amerikalı “Rambo” olacak diye bir kaide yoktu ve taksi şoförlüğü de Ramboluğa açık bir meslekti(karaktere göre değişkenlik gösteren bir durumdur bu). Ayrıca şoförümüz kendi içinde ki asıl arabanın tamiriyle de uğraşıyor ve uğraşılar sonucunda spirütüel yolculuklar da yapıyordu. Ve bütün bunlar kahramanımızın dünya düzenine karşı çektiği restin, ayna karşısında ki provaları olarak yansıyordu beyaz perdeye! Ve şehir, her şehirde olduğu gibi pezevenk ve orospularla dolu bir şehirdi. Bu rantın ve çarkın politikadan bağımsız olmadığı da aşikardı. Bu hem pezevenk hem orospu şehri düzeltmek için
birilerini bekleyen yığınlara kısaca yığın diyebildiğimiz gibi koyun, sürü, malak gibi tanımlar da yükleyebiliyoruz haklı olarak. Bu pezorospu şehrin düzelmesi için birilerini beklemeyen ve olaya bizzat kendisi dalan insanlara da kahraman dediğimiz gibi Ernesto, Deniz ve Metin Yüksel gibi isimler de yükleyebiliyoruz. Hani sol mememizin altında bir cevahir taşıyoruz ve bu cevahir bizi böceklerden farklı kıldığı gibi, bize onurlu ve yiğit duruşlar sergilememizi emrediyor. İşte taksi şoförümüz bu tavrı sergiliyor; kötünün üzerine üzerine yürüyor ve “yüzüne tükürüyor celladın”. Bunu hayatı pahasına yapıyor ve ağır yara alıyor. İçinde bulunduğumuz zaman ve bizden az biraz öncekilerin de içinde bulundukları zaman bireylerine ve mümessillerine “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” ciğersizliğini pompalarken, herifin biri çıkıyor bir küçük kızı adi pezevenklerin elinden kurtarıyor... Herifin biri çıkıyor altıncı filoyu denize döküyor... Bir diğeri Anafartalar’da kurşuna göğsüyle direniyor filan... Herif olmak bir cinsiyeti ifade edemeyeceği gibi, sadece bir dinin, bir milletin veya bir ideolojinin tekelinde de değildir. Herif olmak için kalbinin ve ona bağlı olan vicdanının komutlarına biraz uymak kafidir. Mesleğin de önemi yoktur. Taksi şoförü filmi bize, içimizde bir yerlerde hala cesur bir savaşçının olduğunu söyler... Etrafımızdaki olumsuzlukların üstesinden gelecek kararlılığa sahip olmamız gerektiğini söyler. Lay lay lom filmlerle ve sefil dizilerle beyinlerini sefilleştiren, ruhlarını felç eden yığınlar, bizim taksimize binmeyecekler. Ama biz hep direksiyon başında olacağız. Üstelik tarifemiz hep gündüz tarifesi olacak.
Musa Cem Kundukan Umumi Acılar umumi acılara sarılıp yatarken kanayan kollarım isyana meylederken bozkırı ve ayazı annem şefkate muhtaç bir ihtiyardır gurbette ki babamı dinlerken babam 1 aylık tatildir benim için temmuz ayları Bond çantalar kemer tokaları, dayaklar yasak kasetler ertesi ağlayan annemdir haziranda düşenlere dost sohbetlerine meze olurken babamın umudu kardeşim babamın gurbette sarılıp ağladığı fahişenin anneme kastı nedir…
25
Said Büyükarslan Aylak Adam “Kritik” TUTAMACINI ARAYAN ADAM: BAY C.
Hayatta hiçbir şeye tutunmamış, tutunamamış bir adam. Diğerleri gibi sıradan beklentileri, ucuz tatminleri yok. Sürekli daha iyisini, daha değişiğini, denenmemişini arıyor. En çok da o’nu arıyor. Bir kadın, hayatını beraber sürdürebileceği bir kadın. Evlenip üç oda bir mutfağını paylaşacağı bir “karı” değil. Bunun için ayrı yataklarda yatmayı deniyor, 6 buçuk ay sebepsiz yere görüşmemeyi, gözlerini teyzesininkilere benzettiği güzel yüzlü genç kızları. İstiyor ki birlikte olduğu, olmak istediği kadının kendisinden başka hiçbir dayanağı, tutunacağı dalı olmasın. Bunu, bayağı gördüğü diğer insanlardan sıyrılmak için de istiyor olabilir, diğerleriyle birlikte yaşamaya özgüveni olmadığı için de. Niçin Güler’in evini, babasını, annesini, ailesini yıkmak istiyor? Ya Ayşe’nin uzaklarda yaşayan ailesini görmezden gelme çabası? “-Bırak anneni babanı şimdi, dedi elimi tutup, sen kimi kimsesi yok bir kızsın. Neden böyle dedi? Sormadım. Çekindim.” (s.28) Çevresinde gördüğü kadınlar hep ya ucuz beklentileri olan tipler, ya da zayıf kişilikler. Peki ya kendisi? Kendisi ne kadar güçlü? Mesela hiç değer vermediğini söylediği o çok parası olmasa C. ne yapacak? Suadiye’deki yazlığından çıkıp istoç’ta iş aramaya başlasa yine düşünebilecek mi ‘sinemadan çıkmış insan’ı, adako’yu, kuyara’yı? Hiç parasızlık çekmemiş. Belki de gizli dayanağı bu. Çevresindeki fakirleri/fakirlik çekenleri ya dinlemek istemiyor, ya da ufak şakalarla teğet geçiyor onlara. Gündeminde sürekli aradığı “o” var; o ve o’ndan bekledikleri. Peki ya dışarıdaki dünya? Yoksullar, işsizler, öğrenciler, dönmeler? Bu bakımdan kahramanımız C.’nin dertleri ancak bir burjuvanınki kadar geniş. Kitap çok sayıda aforizma içeriyor. Üstelik bunların 1950’ler Türkiye’sinde söylenmiş olması da çok ilginç. “Sevmek! Kelimelere herkes kendine göre bir anlam, bir değer veriyor galiba. Bu değerler aynı olmadıkça iki kişi iki ayrı dil konuşuyorlarmış gibi olmuyor mu?” (s.72) Dalgınlık üzerine, günlerin adı üzerine, sürtünmeler, umut üzerine çok afili deyişler var. “Boş yere azap çekmeyin. Bir DERMAN için” (s.58) Başlangıcı kötü yazarları sertçe eleştirerek yapıyor Yusuf Atılgan. Belki eleştirilerine kalitesiz yazarlardan başlıyor da diyebiliriz.
26
“Kötü yazarın yasak bölgesi. Neydi o kaldırıp attığım dünkü kitap! Adam sabah kalkıyor, yüzünü yıkıyor, parkta oturuyor, yemek yiyor, sevgilisiyle dolaşıyor, gecenin bir vakti evine gelip yatıyor. Hiç mi çişi gelmedi? İnanılacak şey değil.” (s.13) Kitap popüler erkek muhabbeti olan bekârete de değiniyor. 1959’da basılmış bir kitap olmasına karşın bu konudaki sözü de kayda değer: “ Artık tanıyordu onu. Şiirlerin, kitaplardan kapma büyük sözlerin yapma süsünden sıyrılmış; beylik yargılarla dolu, bayağı. Böyleleri için en önemlisi kızlıktı. Oysa B.’nin ona vermek istediği şeylerin yanında kızlık neydi ki?” (s.33) Yine de kitapta cinsiyetçilik had safhada bence. Neticede başkahramanımız (belki de tek kahramanımız) C. bir erkek ve adamımız sürekli çevresindeki “kusurlu” kadınları düzeltmeye çalışıyor. Tıpkı Lars von Trier’in Antichrist’inde olduğu gibi. Belki bunu C.’nin narsist kişiliğine de yorabiliriz. Zira şu sözleri sarf etmek epey bir kendini beğenmişlik gerektirir: “.. yalnız o zaman karşısında, anasının yanında oturan, müdürün alnı sarı bukleli küçük kızı için ‘işte on yıl sonraki kancıklardan biri’ diye düşünmezdi.” (s.108) Kitap belki bu yönlerden eleştirilebilir ama bu yine de onu edebiyatımızda seçkin bir yere koymamızı engellemiyor. 1959’da basılmış bir kitabın böyle özgün bir konuyu, sade bir dille, kaliteli sözlerle, Çalıkuşu’ndan öte hedeflerle işlediğini düşünürsek. Üstelik bence hala da kıymeti bilinmemiş bir eser.
27
Replika Tuncay Kızılaslan
Öylece oturduk her zamanki masamıza Ahmet’le. Yine, yeni, yeniden… Sokakbaşı’na hiç gitmedik. Hani şu meşhur meyhane, Behzat Ç.’ye neredeyse her bölüm misafir olan, Behzat Ç.’nin neredeyse her bölüm misafiri olduğu meyhane. Sürekli gidelim dedik, bir türlü gitmedik, gidemedik. Bizim de klasik mekanımız Erguvan Kapısı olmuştur. Gün içerisinde liseli arkadaşların bize eşlik ettiği, akşama doğru yalnızları oynadığımız, akşamdan sonra tekrar canlı müzikle falanla filanla kitlesini daha üst yaş grubuna çeviren sevimli bir ara kat barı. Ahmet yine klasik girişlerinden birisini yaparak, sessizliğimizi tuzla buz edecek sözlerini söyleyiverdi. “Napıcaz be Broli? Ruhumuz sikildi.” cümleleriyle üç saniye boyunca masamızı dövdü. Sonra? Sonrası işte, spontane gelişen diyaloglarımız. — Bilemedim ki be Bronz napsak? Ruhları geri verelim abi, bu iş başka türlü kapanmaz… — Çocuk olma, artık edebiyata girdik! — Bir anlık gazdı, anlatırız, hem dergi de bedava lan kimse siklemez!!! — Sen öyle san, sen öyle san… Dergi manifestosu yayınla bir: ön hazırlık; matbaayla konuş iki: işi ciddiye bindirme; dergiyi en az 100 tane bastır üç: dağıtım için her şeyi tamamla. Her gece melankoliye, şiire, denemeye, öyküye takıl nereden baksan, dört: kendinden geçicilik. Bazı yakınlarımızı zorlasak dergiyi okusun diye, beş: yüzsüzlük. Bütün bu lokumları yedikten sonra edebiyat dünyasının suratına bakıp “Kusura bakmayın abi gaza gelmiştik…” diyemezsin. Adamın cümlesinden yüklem alırlar Broli yükleemm… E hadi dergi bedava, ki matbaa bize tanesini 20 liradan basarız dedi. Bedava dergi nasıl 20 liraya bastırılır ben anlamadım gitti. Biz satamayız lan! Off… Her şey karışık. Neyse, dergiyi bastırdık; dağıttık. Bazı eşten dosttan yardım da istedik; paralarını aldık. Demezler mi “Ulan siz misiniz bu kentin edebiyatçısı?”. Sikerler oğlum, hepimizi sikerler. Ulan kim bizi gaza getirdi? Neler açtı başımıza… — Peki napıcaz be Bro? — Birinci seçenek, bu işi bırakıp gitmek… O da çare değil. Dergiyi dağıtırken herkes gördü bizi. İş kapanmaz ki. Ömür boyu dergi çıkaralım desem, olmaz. Önünde sonunda çomaklarlar işimizi. Açılalım Kızılay Meydanı’na, sallayalım dergileri oraya buraya desek, o da garanti değil. Ya bu dergi birileri tarafından tutulursa? Ya o sokaklardan birinde “Vay anasını…” deyip de beğenen biri çıkarsa? İşte o zaman boku yeriz oğlum. Hem diğer yazar arkadaşlar da var, babamızın dergisi değil ya. En son ihtimal, dergilerle kendimizi bir odaya kapatmak… Ama o zaman her şeyi okuruz. Bir tek sen ben kafayı yesek neyse… Hepimizi yakar bu dergi. Ufff… — Offf… İşin her tarafı boktan… — Sen bana biraz zaman ver Bronz, bu işe çözüm bulacağız. Sakin olmak lazım, yoksa çuvallarız. — Pekala Broli, haklısın… Öylece kalktık her zamanki masamızdan Ahmet’le. Yine, yeni, yeniden…
“Gemide” filmine saygıyla.
28
“Kendimden başka hiçbir eksiğim yok”F. Kafka
Son zamanlarda ülke topraklarında yaşanan gelişmeler, direnişler, hak ve özgürlük arayışları sırasında ülke olarak gösterilen tepkiye hayran kaldığımızı ve sonuna kadar desteklediğimizi belirtmek isteriz. Bu direnişlerde medya susarken konuşan duvarlar bizlere bu halkın çocuklarının ne kadar zeki ve yaratıcı olduğunu da kanıtlamıştır. Çok yaşayın e mi!