Kadran Dergi Şubat 2017

Page 1


Editör Ömer Faruk İpek Yayın Danışmanı Halil Cengiz Yayın Kurulu H. Kübra Korkmaz Osman Said Enise Akdağ Timur Sarı Yazı İşleri Editörü Tuğçe Arıcan Yazı İşleri Betül Şahin Ahsen Keskin Tasarım Şeyma Elkit Sosyal Medya Enise Akdağ Büşra Türk Timur Sarı Son Okuma Ömer Faruk İpek Osman Said /kadrandergi

“Sözün Gücü ve Şiir İnsanın yaratılış harikasındaki sanat eserinden sonra, en üstün sanat eseri şiirdir şüphesiz. Allah’ın insanı diğer canlılardan farklı kılarken, ona verdiği en ayrıcalıklı özelliklerden biri de sözdür. Sözü güzel söyleyip, bir sanat eseri haline getirmenin ayrıcalığı ise şiirdir. Yoktan var etme hariç, var olanın üzerinde bir takım oynamalar yaparak, değerlendirmeler getirerek oluşan sanat eseri, kelime söz konusu olduğunda sözü; söz, söz konusu olduğunda şiiri çağrıştırır. Sözün gücü samimiyetten gelir ve kalbe uğrayarak yoğunluğa maruz kalır ve mısra kelimecikler halinde dilden dökülmeye başlar. Dökülen bu söz hazinesi, içerisinde midyenin nisan yağmurunu inciye dönüştürmedeki yoğunluktan daha yoğun bir mana kudretine sahip. Bu mana o kadar yoğun ve derindir ki adeta kendinizden geçtiğinizi hissedersiniz. Bu çerçeveden bakıldığında görünenin ardındakini -görüneni de kullanarak – ifade etmede başvurulabilecek en güzel sanattır şiir. İşte bu yüzdendir şairin bahtı hep açıktır, aktır. Kararmaya çalıştıkça şiir doğar ve doğduğu yeri temizler. Tekrar aka dönüştürür bahtını. Söz gümüş değil, elmastır. Gönülleri bu kılıçları yarma, Allah’ın sanat kudretinin farkına varma ve şükretme vesilesidir. Necip Fazıl ne güzel heceliyor: Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış; Marifet bu; gerisi yalnız çelik-çomakmış... * Yeni bir sayıyı zamanında yetiştirmenin ve çıkarmanın mutluluğu içerisindeyiz. Bu mutluluğu elbetteki en çok seninle paylaşmak istiyoruz sevgili okur. Önceki sayımıza nazaran birçok yenilikler ve değişiklikler yaptık. Şiirleri, öyküleri ve denemeleri arttırdık örneğin. Yine edebiyat camiasında vücuda gelen birtakım gelişmeleri takip etmen adına Gündemde Ne Var? köşesini oluşturduk. Artık her ay edebiyatımızın duayen sanatkarlarını Pusula Söyleşileri’nde ağırlamaya başlayacağız. Bir sonraki dopdolu sayıda buluşmak temennisiyle; Şiirle kal sevgili okur...” Ömer Faruk İPEK


4 6 12 14 16 17 24 26 28

RÖPORTAJ: ÖMER FARUK İPEK

YAĞMURLU HAVALARIN ŞİİRİ MERYEM BOZBOĞA

Çok Seslİ Bİr Şaİr: Hamİt PROF. DR. MUHARREM DAYANÇ

Aşk III YAVUZ DOĞAN

ALÇAK TABURE KADİR KAPDAN

Dâİmâ Gazelİ KENAN YAVUZARSLAN

EĞER BARAN

MENEKŞE KOKULUM FATİH LEVENT

Başkentİn taşralı rakİbİ Lyon (II) BELGİN YEŞİM

İÇİMİZDEKİ SARDUNYA EBRU GENÇ

32 30 31 36 38 40 42 46 48 50

CİNAYET BULMACALARI HALİL CENGİZ

SEVGİLİ ÖMER FARUK İPEK

GİTTİ TİMUR SARI

KALP AZIĞI BETÜL HANIM ŞAHİN

PORTRE EMRAH GÖK

İÇİNDEKİLER

18

PUSULA SÖYLEŞİLERİ: YAVUZ DOĞAN

SEVDALAR, BABALAR ÖLENE KADARDIR RAMAZAN TEKER

DEAR ZİNDAGİ TUĞÇE ARICAN

VEFÂ NUREFŞAN KAYNAK

BİR SENİ UNUTMADIM SÜMEYYE DAŞTAN

GÜNDEMDE NE VAR? ÖMER FARUK İPEK


Güneşin savurduğu sessizlikte herkes kendi içine akıtır kendi türküsünü.

4


Kadran Dergi | Şubat 2017

Yağmurlu Havaların Şiiri - Meryem BOZBOĞA -

S

insi adımlarla bir bulut geçer gökyüzünden, bilmez kimin gözyaşlarına hamallık eder ve habersiz az sonra terk edileceğinden. Uzakta kuşlardan, bir sonbahar geçmiştir aşağılarda. Belki de zamanı gelmiştir ağlamanın, niye bu kadar zor olur ki ağlamak? Rahatlayacağını umarak şelalelere özenir insanlar, içi doldurulamaz boşluklarda. Akarız. Akıtırız. Ve daha bilmediğimiz ne çok zaman geçti. Şu an terleyen bulutun hizasında, sağında, solunda, arkasında, kalbinin tam orta yerinde kaç şimşek çaktı, sinirlenince birisi. Bilmez ki bulut, iki gün önce sahile vuran bi avuç suydu. Şimdi yüksekten bakadurduğu tarlalara misafir olacak. Ekşi, acı, tuzlu, biraz da eksik. Bir kucak dolusu bilememezlik, çokça tenha da. Ve bilmece seven bir yazarımız olur, aklı karışık, biraz da beş karış havada. Boyundan uzun beş karış. Kendini asmaya elverişli olandan. Kim saymış ki zamanı? Mevsimlerden sonbahar. Acaba uzakta mıdır renkli ilkbahar? Var mıdır? Sıkkın, yarı ölü bir çalı el açmış güneşe doğru. Kendinde bulamadığı ilhamı başkasından dileniyor. Lanet bir bulut kesiyor ışığını çalının. Bizimki içinde biriken tüm hınç ile buluta sövüyor. Halbuki böyle havalarda romantik bir şiir daha iyi gider. Hatta yazın olsa buluta aşık bile olunabilir. Neyse... Güneşin savurduğu sessizlikte herkes kendi içine akıtır kendi türküsünü.

5


6


Kadran Dergi | Şubat 2017

ÇOK SESLİ BİR ŞAİR: HAMİT Prof. Dr. Muharrem DAYANÇ “Mefkure ananesini bilmeyen bir nesil, melali anlamayan bir bir nesilden farksızdır. Mefkure ağacını oluşturan gövdenin bilinmesi ve tanınması, toprağın mevsimine göre eşelenmesi açısından önem arz etmektedir. Bu açıdan modern Türk şiirinin yegane kurucusu Hamit’in dergimizin sayfalarını süslemesini kararlaştırdık. Şair-i Azam olarak bildiğimiz Hamit’in şiirimize sunduğu hizmetleri, genç şairlere yol göstericiliği ve dönemine ışık tutan yönüyle geniş bir açıdan ele alındı.”

T

ürk edebiyatının yaptıkları ve yazdıklarıyla iz bırakan şahsiyetlerinden biridir Abdülhak Hamit Tarhan(1852-1937). Hayatının en küçük ayrıntısı bile yüzlerce sayfalık romana, saatlerce sürecek bir filme dönüşebilecek kadar sarsıcı ve çarpıcıdır. Her şeyden önce o, esaret gerçeğinin yakıcılığını annesinin şahsında yaşamış ve içselleştirmiş bir bireydir. Tanzimat dönemini öğrencilerime anlatırken yaptığım genellemelerden biri şöyledir: Annesi küçük yaşta bir şekilde Kafkasya’dan geldiği için kölelik kavramıyla, dolayısıyla esaret temi ve bunun zıddı olan hürriyet düşüncesiyle erken yaşta tanışan aydınlar! Kim bunlar, elbette Abdülhak Hamit, Ahmet Mithat Efendi ve Samipaşazâde Sezai. Üzerinde onlarca kitap yüzlerce yazı yazılan esaret teminin tarihsel geçmişiyle sizi yoracak, bütün savaşları ve ölümleri meşrulaştıran hürriyet bahsiyle canınızı sıkacak değilim. Böyle bir girişi Hamit’in döneminde durduğu yeri size hissettirmek amacıyla yaptım. Aslında giriş şöyle de özetlenebilirdi: Hamit araştırmacılarının işi kolaydır, çünkü bu şair kendisiyle ilgili merak ettiğiniz bir/her konuyu bazen bir anekdotla, bazen bir hatırayla, bazen bir nükteyle, bazen bir beyitle özetler ve önünüze koyar. Mesela, annesiyle babasının geçmişini iki dizeye sığdırır: Birinin nâm u şânı bir târih Birinin hânedânı efsâne Hamit’in baba tarafı yukarıdaki ilk mısrada da vurgulandığı üzere tarihe mal olmuş, saygın, bilinen insanlardan oluşur. Dedesi Abdülhak Molla(1786-1853) sarayda hekimbaşıdır. İran’da büyükelçi iken ölen babası Hayrullah Efendi(1820-1867) neredeyse bir aile geleneğine dönüşen

tıp tahsilini tamamlamış ve Mekteb-i Tıbbiye’de derslere girmiş, ama bunun yanı sıra tarihçiliğe de ilgi duymuş biridir. Ailenin Bebek’teki yalısı zamanının dillere destan mekânlarındandır. Hatta bu yalı, II. Mahmut ile Abdülhak Molla arasında geçen bir hadiseye de zemin vazifesi görmüştür: “II. Mahmut, boğaz gezintilerinden bir ikisinde Abdülhak Molla’nın yalısına da uğradı, gönül aldı; hatta bir gün ona: -Cuma günü vükelâya (Osmanlı’da, kabine üyeleri, vekiller, bakanlar) davet yap, ben ansızın baskın edeceğim, bakalım ne yapacaklar, demiş. Günü gelince, yalının bahçesinde ziyafet verilir. Misafirlerin tam çakırkeyf oldukları bir zamanda II. Mahmut da üç çifte ile kayıkhaneye yanaşır. Vükelâ, içki masası üzerinde yakalanmamak için telaş gösterirler. Abdülhak Molla da bahçenin köşesindeki küçük bir ahırın kapısını açarak: -Hünkâr dönünceye kadar burada saklanın, demiş ve hemen padişahın yanına gitmiş. II. Mahmut zaten boş sofranın başına gelmiş bulunur. Davetlilerin nerede olduklarını Molla’ya sorar. Abdülhak Molla da koşup ahırın kapısını açar ve: -Hünkârım, işte vükelânız burada, çıksınlar da görünüz, der.” (Gündüz Akıncı, Abdülhak Hamit Tarhan Hayatı, Eserleri ve Sanatı, TDK Basımevi, Ankara 1954, s. 4.) Molla daha sonra torununa da geçen bu patavatsızlığının bedelini çok ağır öder. Ama hadise hem oluş şekli hem de içinde barındırdığı şahıs ve göndermelerle hem devri hem bugün için ilgi çekicidir. ...

7


Ya annesi Müntehâ Nasib Hanım? Hamit’in annesi Müntehâ Hanım’ın hayatı tam bir bilinmezlikler kumkumasıdır. Şair biraz da bu yüzden “Validem” adlı şiirinde bu ümmi küçük çerkezi “tabiatın kızı” olarak niteler. Yakıcı bir talihi vardır Müntehâ’nın. Bu talih, Kafkasya’dan kaçırılan bu küçük yavruyu, Hamitlerin Çamlıca’daki kapı komşuları Kadıasker Ferit Efendilerin köşküne cariye olarak düşürür. Fakat bu çocuk hem güzeldir, hem zekidir, hem akıllıdır hem de çok sevimlidir. Çocuğu olmayan Ferit Efendi bu yavruyu evlat edinmekte gecikmez. Daha sonra bu çocuk büyür ve komşularının oğlu Hayrullah Efendi’ye eş olur. Esaretten hürriyete geçiş bu kadarla da kalmaz. Kader ona devrinin en önemli şairlerinden/yazarlarından birinin annesi olma fırsatını da bahşeder. Böyle bir konağa gelin olmak Müntehâ için ne kadar büyük bir talihse böyle bir anneye sahip olmak Hamit’in için de o denli büyük bir ganimettir. Zira annenin yaşadıkları ve bu yaşadıklarından çocuklarıyla paylaştıkları, özellikle Hamit’in daha sonra yazacaklarının ilham kaynağı olacaktır. (Gündüz Akıncı, s. 7.; İnci Enginün, Abdülhak Hamit Tarhan, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1986, s. 96 s.) ... Yukarıda, Hamit’in hayatındaki küçük küçük yaşanmışlıkların yüzlerce sayfalık romanlara, saatlerce sürecek filmlere konu olabileceğini söylemiştik, şimdi bu söylediklerimize birkaç örnek daha verme zamanı. Modern eğitim kurumları henüz tam olarak yaygınlaşmadığı için Tanzimat dönemi aileleri çocuklarının yetişmesinde usta-çırak ilişkisine başvurmak zorunda kalıyorlardı. Evliya Hoca, Hoca Bahaeddin Efendi ve Hoca Tahsin Efendi küçük Hamit’e biraz önce kısaca değindiğimiz yalıda özel ders veren o dönem münevverlerinden birkaçı idi. Bunlar içinde Hoca Tahsin Efendi(1813-1881) Hamit’i sanki biraz daha fazla sevmiş ve etkilemişti. Yeni

8

Osmanlılar Cemiyeti’ne girdiği de rivayet edilen bu şahıs aruz vezniyle Fransızca şiirler yazmayı deneyecek kadar farklı bir simaydı. Türk kültür tarihinde felsefe ve psikoloji bilimleriyle ilk defa ilgilenen aydınların başında gelen bu şahsın, ki Hamit’in felsefeye duyduğu ilginin arkasında da bu münevver vardır, Hamit’in beynine kelime kelime nakşettiği bir beyit vardı. Bu beyit o dönem aydınlarının Avrupa’ya bakışını özetlemesi bakımından da önemliydi: Paris’e git bir gün evvel, akl-u fikrin var ise Âleme gelmiş sayılmaz gitmeyenler Paris’e. (Gerçi, Beşir Ayvazoğlu bu dizeleri Hamit’in ağabeyi Nasuhi Bey’e mal eder, ama biz bu konunun sarahate kavuşmasını Hamit uzmanlarına bırakalım.) (Bilgi için bkz: Beşir Ayvazoğlu, Altın Kapı, Ötüken Yayınları, İstanbul 2001, s. 182.) ... Şimdi, yukarıda dönemini de özetlediğini ifade ettiğimiz beyitin hangi bağlamda söylendiğinin hikâyesini beraber dinleyelim. İlk hocalarından biri olarak düşünülebilecek ağabeyi Nasuhi Bey(1837-1912) 1863 yılında Paris’e giderken Hamit’i de yanında götürür. (Bu iki çocuğun babaları Hayrullah Bey’in, Hamit onlu, Nasuhi yirmili yaşlardayken Maarif Nezareti adına Paris’te görevli olarak bulunduğunu burada hatırlatmakta yarar var.) Beraberlerinde Hoca Tahsin Efendi ile Lala Ömer Ağa da vardır. Bu dörtlünün Paris’e giderken, (bir Yunanistan kasabası olan) Pire’deki zor şartları atlattıktan sonra, (bir İtalyan kenti olan) Mesina’ya varmaları ile burada yaşadıklarını Hamit’in kendi ağzından dinleyelim:


Kadran Dergi | Ĺžubat 2017

9


“Pire’den tugyân ve tufanları aşarak Mesina’ya geldiğimizde biraderimin asker kıyafetinde kılıçlı ve Hoca Tahsin’in kisve-i ilmiyyede sarıklı olarak vapurdan çıkıp maîyyetlerinde kırmızı fesli bir çocuk ve onun lalası bir başıbozuk bulunduğu hâlde Mesina sokaklarında dolaştıkları ve oranın yerlisi, birçok mahalle çocuklarının etrafımızı almış oldukları hâtırımda olup, Mesina’da ilk defa tattığım ‘frenk inciri’ denilen meyvanın tadı ise birçok yemişlerin hâtıratıyla beraber çocukluktan sonra da dimağda kalmıştır. Mesina’dan Napoli’ye müteveccihen hareketimizde havanın yüzü gülmüş ve denizin titizliği geçmişti. Napoli’ye takarrüb ettiğimiz sıradaydı ki ömrümde, o zamanki on senelik ömrümde görmediğim bir manzara peyda oldu. Lalam ‘Bu bir Orman yangını olmalı.’ dedi. Bir dağın tepesinden alevli bir duman çıkıyordu. Hoca Tahsin Efendi bu suale cevaben ‘Cehennemin de, cennetin de toprağın altında bulunduğunu iddia etmekle’, ‘Cenneti ne vakit ve nerede göreceğiz?’ yolundaki sualime de ‘Paris’e vardığımız zaman orada göreceğiz.’ cevabını vermiş ve: Paris’e git bir gün evvel, akl-u fikrin var ise Âleme gelmiş sayılmaz gitmeyenler Paris’e. demişti. Sonra ağabeyim de söze karışarak bana hitaben ‘Cennetle cehennemin nerede olduğunu Allah’tan başka bilen yoktur, gördüğümüz dağa yanardağ derler.’ mukaddimesiyle Vezüv volkanını tarife başlamıştı. Ve Pompei’yi gezdiğimiz gün ‘İşte taş kesilmiş ahalisiyle beraber bu memleketi yere geçiren o volkandır.’ demiş ve beni hayli düşündürmüştü.” (Abdülhak Hamit’in Hatıraları, Haz. İnci Enginün, Dergâh Yayınları, İstanbul 1994, s. 29-30.) Yukarıdaki alıntıya dikkatle bakılırsa hemen fark edilir ki tam bir film sahnesiyle veya başarılı bir roman betimlemesiyle karşı karşıya bulunuyoruz. Bu film sahnesinde veya roman betimlemesinde farklı toplumsal sınıflara mensup bir insan topluluğu ile yüz yüzeyiz. Bunların her şeyden önce giyimleri birbirlerinden ayrı. On bir yaşındaki küçük çocuk

10

Hamit, kırmızı bir fes takmış. Yirmi altı yaşındaki askeri okul öğrencisi Nasuhi Bey, içinde kılıcın da bulunduğu askeri bir kıyafet giymiş. İlmiye sınıfına mensup Tahsin Efendi sarık takmış. Lala başıbozuk, herhangi bir toplumsal sınıfa ait olduğunu gösterecek bir kıyafet içinde değil, yani bugünkü karşılığıyla sivil. Mesina sokaklarına gölgesi düşen bu renk ve kıyafet karnavalı en çok da çocukların dikkatini çekiyor. Bu dört insan arasındaki uçurum sadece görünüşten ibaret değil. Bu insanların zihin dünyaları, algıları; aldıkları eğitime, yaşam tarzlarına, dünya görüşlerine de ışık tutuyor. Bu yorumu, ansızın gördükleri yanardağa yükledikleri anlamlardan çıkarabiliyoruz. Lala tipik bir halk adamı, dağ ve ateş onun aklına hemen ve sadece yangın kavramını getiriyor. O çıplak gözle gördüğünü söylüyor. Tahsin Efendi döneminin modern ve maddeci aydınlarından biri olduğu halde manzarayı önce klasik bir yaklaşımla yorumluyor, fakat daha sonra yanındaki küçük çocuğun kışkırtıcı sorusuyla gördüğü cehennemden, hayalindeki cennete doğru yolculuğa çıkıyor. Çocuk biraz da merak demek. Hamit, bu çerçeveye yakışacak bir fotoğraf veriyor. Bu dörtlü fotoğrafta fark yaratan tek insan Nasuhi Bey. İlmiye sınıfından seyfiye sınıfına geçerek sonraki eğitimini burada sürdüren Nasuhi Bey, baktığını doğru görüyor, bununla da yetinmeyerek söylediklerini bir sonraki durakları olan yanardağ artığı bir şehirde (Pompei) somutlaştırıyor. (Çünkü, MS 79’da patlayan Vezüv yanardağı, bir kaç saat içinde bütün Pompei’yi mezarlığa, orada yaşayan Romalıları da, tapındıkları putlara benzeyen taş görüntülü insanlara dönüştürmüştü. İnsanlar, ölüm esnasında ne yapıyorlarsa o şekilde taşlaşmışlar ve taşa dönüşmüş son an’lar bugüne kadar varlıklarını korumuşlardı. Pompei’de gördükleri henüz çocuk olan Hamit’i ciddi anlamda sarsmıştı.) Hâsılı bu sahne, Mihail Bahtin’in “çokseslilik” kavramını örnekleyecek kadar renklidir. ...


Kadran Dergi | Şubat 2017

Nazım Hikmet, Haziran 1929’da Resimli Ay’da “Putları Yıkıyoruz” başlığını atar ve bu başlığın hemen altındaki Hamit resminin üzerine kocaman çarpı işareti koyar, böylece şairi hükümsüz kılar. Evet, tarz-i kadîm-i şi’ri bozduk herc ü merc ettik, diyerek kadîm edebiyatın kalıplaşmış şekilsel ve içeriksel putlarını, hem de değişik itiraflarla pekiştirerek kırdığını ilan eden, dönemine kadar alışılmış bütün edebiyat ananelerini kendince sarsan Hamit, bu yaptıklarının üzerinden daha kırkelli yıl geçmeden bu sefer kendisi bir puta dönüşür ve Nazım Hikmet’in “Putları Yıkıyoruz” kampanyasının ilk hedefi olur. Avangard Nazım, halkın bilinçaltındaki put üretme mekanizmasını gözden kaçırarak put kırma eylemine giriştiği için bir süre sonra maalesef kendisi de ideolojik bağlamda bir puta dönüşmüştür. Bir dönemin önde gelen yıkıcısı/devrimcisi Hamit’in daha yaşarken köhne addedilmesi

ve kırılması elzem olan puta dönüşmesi kültür tarihimizin bir başka film sahnelerinden, roman betimlemelerinden biri olabilir. Sahne, bu toprakların çabuk parlattıklarını yine çabuk eskittiğini yüzümüze vurur ki bu da kültürümüz açısından sarsıcı ve can yakıcıdır. Gel de bu noktada Tevfik Fikret’i hatırlama. Fikret toplumsal abartı hastalığımızı; Beşerin böyle dalâletleri var Putunu kendi yapar, kendi tapar mısralarıyla özetler. Kendi putuna tapan ama ötekinin putunu taşlayan bir abartı türüdür bu. Çaresi olmayan. ... “Hamit’e her zaman bir zengin madene dönülür gibi dönülecektir.” diyen Tanpınar’a “Haklısın üstad!” diyerek yazımızı toparlayalım, ama biliniz ki bu yazı burada bitmez.

11


AŞK III

- Yavuz DOĞAN -

Dil üzmezim tek hece var ismimde Barınağım gönül denen yer benim. Cemal Safi

Hangi yol bir gölgenin hüznünü taşıyorsa Her sabah o yol için demsiz uyanan benim. Hangi yol o gölgenin hüznüyle yaşıyorsa İçinde kora dönen, dumansız yanan benim Âdem’i yeryüzüne süren tek isyan benim.

İnsanı söyler durur dinim de mezhebim de Gölgeye secde etmez fikrim de edebim de Bütün meyhanelerin hesabını cebimde Gezdiren vicdan benim, sır benim, üryan benim Âdem’i yeryüzüne süren tek isyan benim.

Ben yürürüm, gölgeler yolu ben sanır yine Her mâşuk sonbaharı benimle tanır yine Ay buluta gizlenir, güneş utanır yine Suçunu tövbesinin ardından anan benim Âdem’i yeryüzüne süren tek isyan benim.

Alevden bir ırmaktır gönlümün manzarası Güneşim güne uzak, zifirin en karası Kadim dost yarasını iki satır arası Hüsranla anan benim, hicrâna kanan benim Âdem’i yeryüzüne süren tek isyan benim.

Ben susarım, kente bir yağmur yağar aniden Gökkuşağı kendini inşa eder yeniden “Keşke”ler unutulur ve her terk edip giden Benimle anar beni, sonsuz imtihan benim Âdem’i yeryüzüne süren tek isyan benim.

Şems benim için doğdu, ben var ettim gurbeti Ben kaynatıp içirdim hasret denen şerbeti Benimle hâsıl oldu insanın âkıbeti Levh-i Mahfuz’da yazan gün benim, zaman benim Âdem’i yeryüzüne süren tek isyan benim.

Şarkılar beni söyler, beni susar şiirler Beni ağlar gökyüzü, bensiz kalır şehirler Benimle deniz olur çağlayan tüm nehirler Damlada derya bulup arşa uzanan benim Âdem’i yeryüzüne süren tek isyan benim.

İbrahim’i gül denen korda yakan bendim, ben Baltacı’yı bir kirpik darbesiyle yendim ben. Kul benim, köle benim; yine de efendim ben Ve en büyük sahibe sunulan iman benim Âdem’i yeryüzüne süren tek isyan benim.

12


Kadran Dergi | Şubat 2017

Hasan’a ağu veren elin günahı için Kerbela’yı anmayan telin günahı için Beni bensiz zikreden dilin günahı için Önsözü yarım kalmış öksüz her roman benim Âdem’i yeryüzüne süren tek isyan benim.

Yangınlar diz çökerken, kucaklarken kor beni Kurumuş çiçeklerin dallarına sor beni Korkulu kâbus benim, hayırlara yor beni Düşlerin hayrı ile susuz yıkanan benim Âdem’i yeryüzüne süren tek isyan benim.

Ben istedim, Firavun Kızıl Deniz’e geldi Ben çok istedim diye Ferhat dağları deldi İstemesem Leyla da Mecnun da bir hayaldi Herkesin inandığı en büyük yalan benim Âdem’i yeryüzüne süren tek isyan benim.

Akrep güne koşarken “yelkovan” dese bile Anka vücut bulurken, kül; “duman” dese bile Takvim umut, umut an; an “Rahman” dese bile Şeytan’ın reddettiği can benim, insan benim Âdem’i yeryüzüne süren tek isyan benim.

Eski bir şarkıyım ben, siyah beyaz bir resim Sabahı uzak kılar, uykuyu böler sesim Kimsenin görmediği bir kuytuyken adresim Göklere tek kanatlı turnalar salan benim Âdem’i yeryüzüne süren tek isyan benim.

Ben “aşk”ım, benim için kardeşi yok Kâbil’in Benim için kırıldı kanadı ebabilin Benimle tükenecek, sönecek son kandilin Ziyâsına kilidi sessizce vuran benim Âdem’i yeryüzüne süren tek isyan benim.

Kimse bilmez, mâşukun nazıdır tek ezberim Vuslat denen kapının lütfundan bihaberim Karanlıklar içinde simsiyah bir makberim Işığın var ettiği kırgın heyecan benim Âdem’i yeryüzüne süren tek isyan benim.

Kıblesini şaşıran her kulun aklı benim Yürek denen mabedin içinde saklı benim Her dem yasaklı benim, her dâim haklı benim Suskun sağanaklara kızıp ıslanan benim Âdem’i yeryüzüne süren tek isyan benim.

13


ALÇAK TABURE - Kadir KAPDAN -

Yeni sipariş ettiği çalışma masası ve ofis tipi koltuğunu getirecek firma çalışanını karşılamak için erken geldi evine. Onlardan önce, çalışmalarını yaptığı odayı toparlayacak, yeni eşyalarına yer açacaktı. Hikâyelerini yazdığı çalışma odasını konforuna uygun tasarlamaya karar verdiğinden bu yana, eskiden kalma birçok eşyayı hediye etmişti. Ama hala odası kendisine dar geldiğinden, hatıraları var diye sakladığı eşyaları bir bir elinden çıkartıyordu. Kitaplar, süs eşyaları, eski paralar... Hatta bir keresinde gramafonu çok isteyen arkadaşına o teşekkür etmişti odasında yer açtığı için. Oturduğu ahşap taburenin üzerinden yer açmak için odayı tarıyordu gözleri, elden çıkartabileceği başka eşyalar arıyordu o esnada zil çalınca heyecanla kalktı, odasının kapısına geldiğinde son bir kere daha arkasını döndü. Savaşçı askerlerini kaybetmesine rağmen umudunu yitirmeyen kumandana benzetti zihninde tabureyi. Diktasını şekillendiren benliğine başkaldıran obje gibiydi tabure… Tarif ettiği şekilde yerleştirildi odasına eşyaları, karşısına geçip seyre daldı yeni masası ve konforlu sandalyesini... Bir sağdan bir soldan bakıyor mutlu oluyordu. Sağına doğru iyice yanaşıp bakacak iken, ahşap tabureye takıldı. Tabure devrildi, az kalsın kendisi de düşecekti. Bütün neşesi kaçmıştı ve başrolde yine o tabure vardı… Akşamları âdeti olduğu üzere kahvesini aldı ve odasına çekildi. Amacı yeni kitabı üzerine karalamalar yapmaktı. Yaşlı bir yazarın cümlelerle imtihanını konu almayı planlıyordu. Yadigârlardan eski emektar kalemini eline aldığında, gözü istemsizce tabureye kayıyordu. Durdu!... Bu meseleyi çözmek istiyordu, neydi bu taburenin kendinden alıp veremediği? Uzun süre izledikten sonra, çocukluğuna götürmüştü psikiyatr gibi adamı tabure. Yaz tatilini iple çektiği seneydi. Yine deniz kenarındaki o şirin ilçeye, dedesinin yanına gidecekti. Arka koltukta yolculuğun bitmesi için dua ederken uyumuştu. Gözlerini açtığında, çok özlediği dedesinin kucağındaydı. Hiç beklemediği bir sürprizi vardı dedesinin. -İyice dinlen yarın seninle bir şey yapacağız dedi ve gülümsedi. Sabahleyin depodan gelen sesleri takip ederek dedesinin yanına gitti. Bir takım aletler ve ahşap parçalarıyla uğraşıyor, torunundan yardım etmesini istiyordu. Vakit geçtikçe şekillenmişti tabure bu arada nazik ellerine de kıymıklar batmış, canını yakmıştı. Çocukluğumda bile canımı acıtmışsın, şimdi de başıma bela oldun diye söylendi içinden. Kahvesinden bir yudum daha aldıktan sonra tekrar kurcalamaya başladı anı sandığını.

14


Kadran Dergi | Şubat 2017

Lise yıllarındaydı şimdi de. Dedelerinin evlerine temizlik ve yemek konularında yardıma gelen sessiz ve kendi halinde biri olan Arife Hanım’ın, hayatına son verdiği haberi geldi ilçeden. Ailevi sorunları varmış. Çok bunaldığı bir gün, dedesinin evindeyken depoda kendisini asarak intihar ettiğini öğrendi. Kadıncağız depoda bulduğu taburenin üzerine çıkıp boşluğa bırakmış kendisini… -Lanet şey! Yaslandığı yerden doğruldu, eğildi ve tabureyi ayaklarının altına doğru çekti. Şimdi kölesini terbiye etmeye çalışan efendi edasıyla bakıyordu tabureye. Arkasına doğru yaslanmadan önce bir yudum daha içti ve bıraktı fincanı masasına. Konforlu koltuğuna yaslandı. - Sensin lanet! Sensin nankör diyordu tabure, çocukluğunun en güzel hatırasıyım. Dedenin emeği, göz nuruyum. Kadın ölmek için beni kullandıysa, benim ne suçum var?! - Acındırma kendini bana, çok değerlisin madem, neden hep kötü hatıraları çağrıştırıyorsun? - Kalbin kirlenmişse ben ne yapabilirim? Güzel görmeyi becerebilseydin, güzel de düşünebilirdin. - Canımı sıkıyorsun! - Kapat çeneni de dinle! Arkadaşlarınla bir araya geldiğinde gitarını eline alıp çalarken açılamadığın sevdiğine bakıyordun. O an nerede oturuyordun? Çocuğunla balığa çıktığında, o yorulmasın diye oturması için yanına aldığın neydi? Ailenden sana hatıra kalan eşyaları arkadaşlarına gösterip gururlanarak hava atarken, oturduğun ben değil miydim? Terbiye etmeye çalışırken terbiye edilmek hiç hoş değilmiş. Artık sana mecbur değilim. Küstahlığına katlanamam. Sen bir odunsun neticede. Ayaklarımın altında parçalanacak,yanacaksın. Taburenin üzerinde zıplamaya çalışıyordu. Dengesi de şaşmaya başlamıştı ki yukarıdan sallanan makrome imdadına yetişti. Büyükannesiyle beraber ördüğü makromeye tutunuyor, daha da güçlü zıplıyordu taburenin üzerinde. Öfkesinin doruğa ulaştığı bir anda bağıdı ve tekmeyi savurdu. ALÇAK TABURE… Tabure boylu boyunca yerde, ancak hala tek parçaydı. Boynuna dolanan makromeyi fark etmemiş, ayaklarının altındaki tabureyi tekmeleyince can çekişmekte olduğunu anlamıştı. Ölüm hırıltısı kulaklarını sağır ederken HIK dedi… Masasından yuvarlanan yadigâr kalem yere düşmüş ve onu gerçeğe uyandırmıştı. Uyandığında hala ayaklarının altındaydı tabure. Vefayı hiçe saydım, saygısızlık ettim kendime, küstahlık yaptım hatıralara diye mahcup bir şekilde eğdi başını. Kullandığım ve ihtiyaç duyduğum zamanları unuttum, hırsımın kurbanı oldum diye yeninin cazibesine kapılıp eskiye ihanet ettim diye hayıflanıyor, kurduğu cümlelerle öldüresiyle vuruyordu kendine. Utancı geçtiğinde, yazmayı düşündüğü kitabın ilk cümleleri dökülüyordu kaleminden;

Devriktir cümleler bazen, mezar taşıdır devrilmiş ruhumun devrik cümle...

15


DÂİMÂ GAZELİ - Kenan YAVUZARSLAN -

Hüzn-i aşkın bir mücevher simli gönlüm dâimâ! Gözyaşım her dem muzaffer nemli gönlüm dâimâ! Bâde âgâha gerektir bendenim beyhûde mey, Dem bu demdir sarhoşundur demli gönlüm dâimâ! Cümle deryâ gözlerinden damlatılmış sanki yâr; Düşlerim sâhilde kışlar kumlu gönlüm dâimâ! Şarkılar çoktan unutmuş kalpte hâlâ var mıdır? Yok desem, taşlar inanmaz mimli gönlüm dâimâ! Mühr-i kalbim bende kâim rengi dâm kırmızı, Beklerim bir gün okursun mumlu gönlüm dâimâ! Bahtımın lütfunda aşkın bitmeyen bir ihtilâl; Gözlerim kör, dillerim lâl, gemli gönlüm dâimâ! Bende vuslat bir hayâldir; düşte cennet bir diyâr, Hasretinden bahtiyârdır gamlı gönlüm dâimâ!

16


Kadran Dergi | Şubat 2017

EĞER - Baran -

Beni sevseydin, ortamızda büyürdü ağaçlar. Ellerimizi kavuşturup o hasretle; Yağmurun şarkısına eşlik ederdik... Dans ederken etrafında yosunlu gövdesinin; Yapraklar dualar serperdi üstümüze. Gece göğü korurdu bizi yabancı gözlerden, Yıldızlar ritim tutardı adımlarımıza Mutluluk gururlu bir anne gibi izlerdi bizi köşesinden Tüm kadrajlar yarışa girerdi, Gözlerimizin kesiştiği derinliği yakalayabilmek için. Beni sevseydin, baştan ayağa güzellik olurdum. Mehlika Sultanlar kıskanırdı beni Şirin’in atını kucaklayan Ferhat’ın bakışı bize kayardı. Pervanelerin kapıldığı ateş biz olurduk. Zaman bizden ayrı akardı. Kalplerimiz birlikte atardı. Sen beni sevseydin...

17


PUSULA SÖYLEŞİLERİ Yavuz DOĞAN Röportaj: Ömer Faruk İPEK

Pusula Söyleşileri’nin ilk röportajını hece şiirimizin güzide yaşatıcılarından şair Yavuz Doğan’la yaptık. Spartaküs’ün kollarında kırılan zincire ağlamasının yanında kuşatılmış bir şehirde şiir bayrağını düşürmeden göklerde dalgalandıran şairin şiire bakış açısını, son çıkan kitabını, özel hayatındaki öznelerin kalemine nakşettiği ilhamı ve daha birçok konuyu konuştuk...

Merhaba Yavuz Bey! Röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Kendinizden biraz bahseder misiniz? Rica ederim. Onur duydum. 1975 İstanbul doğumluyum. Aynı şehirde büyüdüm. Eğitim hayatım ve sonrası da bu şehirde geçti, geçmeye de devam ediyor. Üç kitabım, (Kabuğundan Çekilmiş Şiir Taneleri, İntihar Mektupları, 3’üncü Eski) bir kızım ve mutlu bir yuvam var. Kendimden bahsetmem gerektiğinde en fazla bu kadar bahsedebiliyorum. Şiirle ilk ne zaman tanıştınız? Aslında çok net bir tarihi yok. İlkokul yıllarımdan beri özellikle şiire çok yakın oldum hep. Mesela henüz üçüncü sınıftayken İstiklal Marşı’nın on kıtasını da ezbere biliyordum. Müfettiş geldiğinde mesela, hangi sınıftaysa o sınıfa çağırıyorlardı, gidip İstiklal Marşı’nı okuyordum. Bunu hatırlarım en net. Sonrasında o dönemim çocuk dergilerinden Milliyet Çocuk dergisinde okurlardan gelen şiirlerin, öykülerin yer aldığı bir sayfa vardı, orada bir şiirim yayınlanmıştı, unutmam mümkün değil. İlk şiirinizi hatırlıyor musunuz? İlham aldığınız birileri var mıydı ya da ithaf ettiğiniz? İlk şiirim, ablamın yaş gününde yazdığım ve yukarıdan aşağıya okunduğunda “GÖNÜL” isminin çıktığı akrostiş bir denemeydi. Şiir demekten hayâ ederim. O dönem özellikle Han

18

Duvarları çok sarsmıştı beni. Faruk Nafiz Çamlıbel’in bendeki yeri çok farklıdır o sebeple.

ŞAİR OLMAK, YETENEK İSTER Necip Fazıl, anılarında “Şair olmaya karar verdim ve oldum.” diyor. Sizce şair olunmaya karar verilebilir mi? Kişi durup dururken “Ben doktor olmaya karar verdim.” diyerek doktor olamıyorsa, “Şair olmaya karar verdim.” demekle de şair olamaz fikrimce. Hepsinden önce o yetenekle doğmuş olmalısınız. O mayayla kavrulmuş, o aşkla pişmiş olmalısınız. Mayanız zaten oysa ve siz bunu sonradan keşfettiyseniz, evet, üstadın dediği gibi karar verirsiniz ve olursunuz. Ve kanaatimce üstadın söylediği de bu aslında. Şiir nedir sizin için? Spartaküs’ün kollarında kırılan zincir, kuşatılmış bir kentte dalgalanan son bayrak, Pir Sultan’a dokunan gülde diken, Kızıldeniz’de asa, Filistin’de patlamamış el bombasıyla top oynayan çocuk, siperde mermisi tükenmiş asker, mezarda dua bekleyen ölü, yağmurlu bir gecede bulutlara direnen yıldız, çölde vaha, denizde liman, kaleme kâğıt, kâğıda derttir şiir. Bağlamada umudu, rahlede Kur’an’ı, ezanda felahı, bir anne duasında huzuru aramak, huzuru bulmak, huzuru anlatmaktır biraz da. O kadardır. Odur.


Kadran Dergi | Ĺžubat 2017

19


Ülkede yaşanan sıkıntıları şiirinize yansıtıyor musunuz? Kendisine kelimelerle oynama vasfı bahşedilmiş kişi, bu yeteneği salt karşı cins aşkı için, çiçekler için, kelebekler için kullanacaksa, o yetenek aslında kendisine hiç verilmemiş sayılmalı bence. Çünkü şair, yaşadığı dönemin tanığı, bir sonraki kuşağa aktarmakla görevli memuru, hayatın karanlığını ışığıyla aydınlatma mükellefi olan mumudur. Bu anlamda, sadece ülkede değil, gezegende yaşanan her sıkıntıyı şiirime yansıtıyorum mutlaka. Çünkü ben başka bir dil bilmiyorum şiirden gayrı. Hüzün ve gece şairler için verimli zaman dilimleri… Siz şiirlerinizi genelde ne zaman yazarsınız? Büyük bir şehirde yaşıyorum. Çok erken kalkıp yollara düşüyor, çok da vakitlice dönemiyorum evime. Gün içinde de sürekli çalışmak zorunda olduğum için sadece geceleri bana ait oluyor. Dolayısıyla gün aydınlıkken hiç şiir yazmadım desem yeridir. Ve sonrasında da bu bir alışkanlık haline dönüyor. Senelik izinlerimde ve benzeri uzun süreli boşluklarda bile, gün içerisinde onca vaktim olmasına rağmen hep geceleri yazdım, öyle de devam ediyor. Sosyal Medyadaki paylaşımlarınızda sık sık kızınızı görüyoruz. Ayrıca İntihar Mektupları ve 3’üncü Eski adlı kitaplarınızdaki birçok şiiri de yine kızınıza ithaf ettiniz. Belli ki kızınızı çok seviyorsunuz. Baba-kız-şiir üçgenini nasıl yorumlamalı okurlar? Kızım... Olmazsa olmazım… 34 yaşımdaydım baba olduğumda. Ve benim babam, benim baba olacağımı öğrenip torununu göremeden veda etti hayata. Miras gibi... Nefes gibi... Belli bir yaştan sonra baba olmanın verdiği bir gecikmişlik belki, belki özlemişlik ama mutlak aşk... Bu yüzden, yeri de değeri de önemi de anlamı da çok başka bir yerdedir kızımın. Bütün babalarda böyledir belki ya da böyle olmalıdır diye düşündüğüm için çok başka, çok değişik, çok anlamı dışında bir şey yaptığımı da düşünmüyorum aslında. Çok seviyorum kızımı, çok sevmeye devam edeceğim hep.

20

Öğrendiğimize göre ilk kaleminizi babanız hediye etmiş. Babanızın şiirinizdeki konumu nasıldır? Babam, her çocuğun babasına bakacağı üzere, gördüğüm görebileceğim en düzgün adamdı. Benim için inanılmaz bir rol model, yürüdüğüm yolda ne kadar diken varsa sihirli elleriyle temizleyen, kollayan, gözeten gizli bir güçtü benim için. Uzunca bir süredir görüşemiyoruz bu âlemden sıkılıp göç ettiği için. Çok özlüyorum. Ve bu özlem, yine şiirle, yani yine bildiğim tek dille hayat buluyor bende. Yaşarken de çok farklıydı bendeki yeri, yokken de öyle. 3’üncü Eski ismi çok ilginç bir isim… Hikâyesi var mı? Üçüncü Eski, daha önce çıkardığım iki kitaptan sonra çıkan üçüncü kitabım. Üçüncü oluşuna gönderme biraz. Biraz İkinci Yeni şiirine gönderme, hecenin çağın gerisinde kaldığını düşünen fikriyata o anlamda yeni olamayacaklarını, eski ismiyle gönderme, birleştirip Üçüncü Eski yapma şeklinde düşünüp, bir çırpıda karar verdiğim ve çok da sevdiğim bir isim oldu. Yine olsun yine öyle düşünürüm.


Kadran Dergi | Şubat 2017

HECE ŞİİRİ ÖLMEDİ

onların da elbette kıskançlık duygularının olduğunu kabul etmek lazım. Ama ne kadar Şiirlerinizi genelde Hece Ölçüsü’yle kıskanç? Kime göre kıskanç? Neyi kıskanır? Ben yazıyorsunuz. Hecenin bugünkü ve gelecekteki mesela, “Bunu ben yazmalıydım.” kıskançlığını durumuyla ilgili düşünceleriniz neler? yaşarım dönem dönem... Ama genel bir ifadeyle Aslında şiir yazmaya başlayan insanlar “Şairler kıskançtır” diyemiyorum. öncelikle serbest diye isimlendirdikleri şiirlerle başlarlar. İsimlendirdikleri diyorum, çünkü Yavuz Doğan hep şiir mi yazacak? Öyküserbest isminin devamında da “vezin” kelimesi roman yazmayacak mı? vardır ve vezin “ölçü” demektir en basit tanımıyla. Sanat, hangi dalıyla uğraşırsanız uğraşın, Sonrasında hece yazmaya merak salarlar ve mutlaka geniş bir zaman, fedakarlık aslına bakarsanız, hece şiirini öğrendikten sonra yapabileceğiniz bir hayat ve plan yapabilmenizi gerçek serbest şiirlerini yazmaya başlarlar. sağlayacak dingin ve düzenli bir takvime Serbest şiirin içerisine serpiştirilmiş kafiyeler, ihtiyaç duyar. Özellikle büyük şehirlerde bunu hece ölçülü dizeler, şiirin akıcılığını ve ahengini yapabilmek çok zor. Tasarladığım, notlarını arttırır gözle görülür bir biçimde. Bu anlamda aldığım çalışmalarıma bile sırası geldikçe “Hece şiiri öldü.” fikriyatına sahip insanlarının dokunabiliyorum. Son iki senedir üzerinde ayağı yere basmayan bu düşüncelerinin aksine, çalıştığım bir romanım var. Konusu, olay Türk şiirinin olmazsa olmazı olan hece vezni örgüsü, karakterleri ve iskeleti bitti aslında. sonsuza kadar var olacak ve her dönem insanları Sadece bir ay kadar vakit ayırıp bir bütün olarak tarafından çok sevilecektir. Radyomuzda ortaya çıkarması kaldı, onu da 2017 planlarımın dönen şarkıdan, çocuğumuzu uyuttuğumuz içerisine aldım. ninniye, yaktığımız ağıtlardan, durduğumuz halaya kadar kulağımıza dokunan melodilerin tamamına yakını hece ile yazılmıştır, hece ile yazılmaktadır hâlâ, hece ile yazılmaya devam edecektir. Umudum değil, olmazsa olmazımdır bu fikir. Sizce iyi bir şair nasıl olmalıdır? Kişi yazar olabilir. Kişi mühendis olabilir. Kişi şair olabilir. Ama kişi, öncelikle iyi insan olmak zorundadır. İyi insan olmayıp iyi şair olmak teknik olarak mümkünse de gerçekte iyi insanlardır iyi şiirleri yazanlar. Dolayısıyla, iyi bir şair olmanın en olmazsa olmaz kısmı iyi insan olmaktır. Sonrasında, çok okumalı şair. Herkesi okumalı. Siyasi yapısı, dünya görüşü, hayata karşı duruşu ne olursa olsun, her yazılanı takip etmeye çalışmalı vakti ve gücü yettiğince. Yeniliklere açık olmalı, korkmamalı denemekten. Eskiye saygı duymalı, yeniye açık olurken. Şair, insan olmalı. Şairler kıskanç olur mu? Şairlerin de insan olduğunu unutmadan, kıskançlığın bir insan hissiyatı olması sebebiyle,

21


22


Kadran Dergi | Şubat 2017

Etkilendiğiniz şairler kimlerdir? Faruk Nafiz Çamlıbel ismi çok önemli bir yerde durur bende. Şiir diyerek açtığımda gözümü, ilk onu gördüm, ilk onu tanıdım. Sonrasında yelpaze sürekli genişleyip daraldı ama Nazım Hikmet, Ahmet Telli, Hasan Hüseyin Korkmazgil de bugünkü şiirimin şekillenmesinde çok önemli bir yerde dururlar. Okunmasını önerdiğiniz kitaplar var mı? Şairlerin şiir kitabı okumamak gibi bir alışkanlıkları var yazık ki. Etkilenmekten, şiirlerinin okuduklarına benzemesinden ve benzeri durumlardan çekindiklerini dillendiriyorlar sebebini sorunca. Elbette mutlaka şiir kitabı okunsun, her şiir kitabı okunsun gibi bir söylemim yok ama her şiir kitabına da o bakışla yaklaşamamak lazım. Daha önce de söylediğim gibi, fikri ne olursa olsun, iyi yazılmış şiir kitapları okunmalı mutlaka. Çünkü şair, aynı zamanda iyi bir okur olmalı. Ben mesela çok ciddi bir Oğuz Atay hayranıyımdır mesela. Sosyal paylaşım sitelerinden sonra “Olric” karakteriyle basite indirgenmeye çalışıldıysa da büyük yazardır Oğuz Atay. Mutlaka okunasıdır. Sabahattin Ali öyledir. Cemal Süreya, Turgut Uyar öyledir. Popülist paylaşımlar dışında tutulası fakat maddenin tabiatı gereği tutulamayanlardır. Ama ille de okunasıdırlar.

Ne kadar erken kalkarsa o kadar çabuk tanınan, ne kadar çok takipçisi varsa o kadar makbul sayılan, yazdığı şeyin adı ve içeriği ne olursa olsun “üstad” sıfatıyla anılmaya başlayan, birbirinin türevi şiir siteleri vasıtasıyla pohpohlanan, büyütülen ama özünde sanata hizmet etmekten çok kötülük eden bir yığının arasında kaybolup gitmemek adına dik durmaları gerekiyor mutlaka. Kendi fikriyle, kendi yeteneğiyle, kimin ne söylediğini ya da söyleyeceğini (eleştiri bu tanımın dışındadır) yazdığı şiirin önüne koymadan dik durmaları gerekiyor. Şiirin de diğer bütün uğraşlar gibi emekle, bilgiyle, birikimle, donanımla ve sabırla büyüdüğünü bilerek ve sıvazlanması muhtemel sırtlarına “oldum” yaftasını yapıştırmadan dik dik durmaları gerekiyor mutlaka. Çok okuyarak, çok araştırarak, yazarak ve paylaşarak dik durmaları gerekiyor mutlaka. Yoksa isminin başında “şair” yazan ama özünde şiire kötülük etmek dışında hiçbir meziyeti olmayan binlerce “müteşair”den biri olmaları sanat adına çok büyük bir kayıp olur.

Son olarak günümüz şairlerine, bilhassa da yeni başlayan genç şairlere söylemek istediğiniz şeyler var mı? Aslında çok şey varmak söylemek istediğim ama sayfalarca yazmak lazım bunun için. Özet geçeceğim bu yüzden. Öncelikle, genelde Internet sitelerinin, özelde sosyal paylaşım sitelerinin kontrol edilemez bir hızla ilerleyip büyümesiyle, evinde kendi haline bir şeyler yazan, yazdıklarını ajandalarında tutan insanların, keşfettikleri bu yeni mecrayı çok hızlı bir biçimde dolduruşlarıyla başlamak lazım.

23


MENEKŞE KOKULUM - Fatih LEVENT -

H

er gece seni devşiriyorum kalbime kimsesiz sokaklardan. Adın yankılanıyor beynimde. Her gece göz bebeklerimde duruyorsun hiç olmamışlığınla. Bir menekşe kokusu kadar vardın bu zifiri dünyamda. Güllerin,papatyaların,sümbüllerin hatta dikenlerin bile kokusu gelirdi burnuma da bir sen gelmezdin menekşe kokulum. Bu öksüz sevdamın içinde bir leylasızlık oldun Mecnun gönlümde.Güneşsiz sokakların gölgesiydin, hiç olmamışlığınla otağını kurdun bende. Hiçbirseyimdin sen; herşeyimi tutan hiçbirşey.Gitmenden dem vuramam, gelmeni bekleyemem. Seni andığım her günü bahar bildim, düşerken kar taneleri gökten. Dedim ya tüm kokuların içinde menekşe kokulum bu zifiri karanlıkta da güneşe vuran gölgem oldun. Sevmek diye birşey varmış; sevmek diye birşey yokmuş... Gülden güzel menekşe kokulum. Varken hasretim, yokken gurbetimsin. Ne zemheriler yaşadım asırlara bedel. Münbit toprağımda bir sen açmadın bana. Ey gölgesine iman ettiğim Ey siyaha şükrettiren Bir bakışına bin savaş verdiren Neden yıldızlar kadar uzaksın, oysa kalbimdeyken Sen kadar zor sen kadar imkansız bir sükuta gark ettin beni. Bakışların gözlerime ulaşmadığı gibi kelimeler de dilime ulaşmıyor. Halbuki ne güzel olurdu dururken gözlerinde, sana dünyadan olmayan şiirler okumak. Ama işte zorluk yazılmış arştaki deftere. Bir sabah ansızın hayalimden ve sinemden tecerrüt edip gelsen ve ben ikamet etsem gözlerinde. Satırlara dökemediğim o duyguyu gözlerinde görüp, yüreğinde hissetsem. Ömrünün ortasında bir çınar gibi dursam ve sen bende gölgelensen keşke. Duyuyor musun menekşe kokulum zira sözlerim yüreğinden içeri.

24


Kadran Dergi | Şubat 2017

Ey gölgesine iman ettiğim Ey siyaha şükrettiren Bir bakışına bin savaş verdiren Neden yıldızlar kadar uzaksın, oysa kalbimdeyken

25


Parİs’e alternatİf Fransa rehberİ: Başkentİn taşralı rakİbİ Lyon (II)

- Belgin YEŞİM -

‘‘Çalışarak yaşa ya da savaşarak öl!’’, 19. yüzyıl Lyon’unda ipek işçilerinin söylediği bu söz kentin en ‘havadar’ semtini, Croix-Rousse’u diğerlerinden ayıran tarihi bir referansla bu yazımızın konusu yapıyor. Saone ve Rhone nehirleri arasında, Lyon kent merkezini oluşturan yarımadanın başlangıç noktasındaki tepeye kurulan Croix-Rousse, modern tarihin ilk işçi ayaklanmasının ev sahibi olarak bilinir. Semt adını Fransa Kralı 12. Louis’nin Lyon’u korumak için inşa ettirdiği sur ve onun başındaki haçtan (croix) alır. Söz konusu haç zaman içinde çok defa tahribata uğramış ve sonunda 1994’te bir kopyası yerine konmuştur. Yokuşları ve merdivenleri ile 1998’de Unesco Dünya Mirası Listesi’ne giren Croix-Rousse şimdilerde küçük kafeleri, sıradışı dükkanlarıyla Lyon’un “burjuva-bohem” (bobo) hayatının bir parçası.

Lyon’a yolunuz düşer de ipek işçilerinin tarihi merkezi olan bu semti görmeden ayrılırsanız, eş dost arasında “Lyon’u gezdim” sözünü kullanmamaya gayret edin. Yok, illa “Lyon’u gezdim” diyecekseniz, o zaman Croix-Rousse gezisine Terreaux Meydanı’ndan başlamanızı öneririm. Sağınıza belediye binasını ve hemen arkasındaki Rhone nehrini aldıktan sonra; “dünya mirası” olan dik merdivenlerden ağır ağır tırmarak, zaman zaman arkanızda kalan yarımadaya kısa bir bakış atıp, nefeslenerek “bobo”ların arasına karışabilirsiniz. Lyon mimarisinin vazgeçilmezi olan “traboulle”, yani pasajlar burada da fazlasıyla karşınıza çıkacak, eğer yerlerini biliyorsanız dik yokuşlu sokakları aşmak çok daha kolay olacak. “Acelemiz yok! Manzaranın tadını çıkaralım” dediğinizi duyar gibiyim. Öyleyse bu “bohem” atmosferi hissetmek için küçük dükkanları, kitapçıları gezmek, bir kafede dinlenip yamaçtan Lyon’u seyrederek kahve yudumlamak da mümkün.

26


Kadran Dergi | Şubat 2017

ciddi meblağları gözden çıkararak. El dokuma ipek atölyeleri, gösteri amaçlı olanları dışında artık tarihe karıştı ancak el boyama atölyeler mevcut ve el yakan fiyatlarıyla sanayinin karşısında direniyor. Semtin ruhuna işleyen “canut” geleneği, bir de gösterişli duvar resmiyle karşımıza çıkıyor: “Le Mur de Canut” (canut duvarı). Bilindiği üzere Lyon, adeta üç boyutlu, sizi içine alan, hatta gördüğünüzün resim değil de gerçek olduğuna bahse girebileceğiniz duvar boyama sanatında istisnai bir yere sahip. Bu tür duvar resimlerini şehrin birçok yerinde görebilirsiniz ancak canut duvarı bunların en büyüğü ve en 19. yüzyıl başlarında Lyon Fransa’nın en detaylısı olarak dünya mirası listesindeki Croixönemli sanayi şehirlerinden biri olurken Croix- Rousse merdivenlerini de içinde barındırıyor. Rousse bu sanayileşmede ipek işçiliğiyle öne çıkmış ve Lyon ipeğinin vitrini olmuştu. Bununla birlikte yeni bir meslek erbabı da çıkmıştı tarih sahnesine: ‘Canut’ (ipek işçisi, okunuşu ‘kanü’). Kelimenin köküne dair ilginç hikayeler anlatılır. Bu hikayelerden biri ipek işçilerinin çalışırken giydikleri kısa pantolanlardan ya da çektikleri yoksulluktan dolayı “baldırı çıplak” manasında “cannes nues” ismiyle çağrıldıklarını nakleder. Nitekim sanayi devrimiyle birlikte gelen makineleşme, isimlerine layık mütevazı “Bu canut her şeye ismini vermiş de yemeği hayatlar yaşayan ipek işçilerini ekmekleri yok mu acaba?” diyorsanız, Türkçe çevirisine ve onurları için savaşmaya zorlar. Benzer bir çok takılmamak kaydıyla “cerveille de canut” hadise matbaa makinelerinin gelişi sırasında tatlısını deneyebilirsiniz. Zira bu lezzetli peynir İstanbul’daki hattatlarla ilgili de anlatılır. tatlısının Türkçe ismi “ipek işçisi beyni”. Afiyet Makineler karşısında el emeğinin direnişini olsun! temsil eden isyanlar Fransa ordusu tarafından kanlı bir şekilde bastırılır ve tüm ipek işçileri kırsala sürülür. Nihayet makineleşmeye teslim olan Lyon ipeğinin anısı şimdilerde CroixRousse tepesindeki, müzeye dönüştürülen ipek atölyelerinde yaşıyor. Bu müzelerden en bilineni ‘‘La Maison des Canuts’’ (ipek işçisi evi) içinde ipek dokuma tezgahı, ipeğin gelişim süreci ve işleme şeklinin anlatıldığı görseller barındırıyor. Hatta çıkarken hatıra ipek mendil, kravat, eşarp ya da fular alabilirsiniz, elbette

27


28


Kadran Dergi | Şubat 2017

İÇİMİZDEKİ SARDUNYA - Ebru GENÇ -

H

er milletin öne çıkan bazen onu yöneten ama her zaman onu o yapan bir duygusu varmış. Bizimkisi ne diye düşünürken aklıma internette sıkça rastladığım yurdumdan insan manzaraları furyası geldi. Yurdum insanında her duygudan çokça mevcut, duygulu insanlarız sonuçta. Ama en çok hangisidir deyince hüzün zannettim önceleri. Malum dünyada Türk olmak zor zanaat. Ancak hüzünle yoğrulmuş Anadolu’yu Anadolu yapan hüzün mü, onu bilemedim. Sevinç, coşku, kaygı, öfke, üzüntü, yalnızlık, utanç derken onlarca seçenek çoğaldı beynimde. Tatmin edemedi hiçbir kelime bendeki ‘’bizi biz yapan’’ ibaresini. Ta ki masumiyet damla olup aklıma düşünceye kadar. Bizi biz yapan her şey değilse de çok şeydir masumiyet. Dokuz harflik koca bir hikâyedir. Derindir. Düşündükçe genişler, genişledikçe derinleşir. İlk anda aklıma gelen çoğu duygunun temelidir. Çekingen bir tavırla ağlayan kadının gözyaşıdır masumiyet. Bir babanın içine döktüğü dert taneleridir. Kedidir, kedilerle yalnızlığına çare bulmuş tonton teyzedir. Sevdiğini gösterme çabasıyla alınmış hediyedir masumiyet. Minik bir çocuğunki kadar saf ve temiz, birinin iyiliğini kendinden önce tutacak kadar fedakârdır. Her ne kadar biz onu ihmâl etsek de… Bizi farklı kılan bu yegâne unsuru biraz küçük görmüş, onu besleyip büyütmeyi ihmal etmiş olsak bile arsız bir sardunya gibi hiç usanmadan onu fark edeceğimiz günü beklemiştir. Çünkü bizdir, bizi biz yapar. Her şeyin hızla tükendiği ve kirlendiği günümüz dünyasında bizi kökümüze sıkıca bağlayacak gövdemizdir. Zaman içimizdeki sardunyayı besleme zamanı. Bizden kopmaya yüz tutan bu güzelim Anadolu duygusunu ancak kendimizden başlayarak tekrar filiz vermesini sağlayabiliriz. İçten bir kahkahayla, sebepsiz bir tebessümle… Bize en büyük zararı kendimizin verdiğini unutmadan, masumiyetimizi küçük mutluluklarla besleyerek kökümüzden kopuşu engelleyebiliriz. Yeni filizlerin umuduyla, masumiyetimizi her zaman korumamız dileğiyle, mutlulukla dolu nice günlere.

29


SEVGİLİ - Ömer Faruk IPEK Mırıldanır en güzel hisleriyle bu akşam, Duyarım zilli-şallı Endülüs şarkısını; Ahhh yüzünü görmesem; o sesini duymasam; Ve boynunu süsleyen gerdanlık takısını... Nasıl anlatsam bilmem, bir romanın sonundan; En muhtaç zamanlarda sunduğun tebessümü. Bileğinden kan sızan saatin kordonundan; Mesafe dedikleri mesafesiz ölümü... Senden önce, sen yokken içe doğru sevgili, Ben feraseti bağlı bir Babil bahçesinde. Senden sonra, sen varken kalbin açıldı dili; Salınadurdun aşkın en ulvi lehçesinde...

30


Kadran Dergi | Şubat 2017

GİTTİ - Timur SARI Lavinia gitti. Mona Roza da öyle Ve tüm şiirler eksik kaldı Bulutlardan kan damladı şakaklara. Bir şair bir köşede ağladı. Şehrin tüm sokakları Aynı mısrayı okuyordu “Sonra sen göğe baktın, arşı kaplamak istedim” Kalıntılarını gizledim derinlere Kalbimde sana ihanet eden bir aşkın. Gözlerinden kaçırdım gözlerimi Sustum usulca Bir devin yumruğu kadar Koca bir delik var kalbimde Hani belki bir öpsen Kapanacak Kapanmayacak olsa da öpsen Dudaklarım da bir hasretin kuraklığı var Yağmur olup üstüme yağsan Bu karanlıklardan aydınlığa kaçasım var Sana kal diyemem Git Lavinia diyesim geliyor Çünkü Gitmek isteyince; Kalmanın anlamı kalmıyor

31


E C N Ö N INADA

FIRT - Halil CENGİZ -

Watson, evde yalnız olmanın keyfini doyasıya sürmeye niyetliydi. Sherlock, vaktini bir süredir polis merkezinin kanıt arşivinde geçiriyordu ve bu durum da doktorumuz için evde özgürlük yolunu açmıştı. Yalnızca gündüzleri eve uğruyor, elbiselerini değiştirip, duş yaptıktan sonra tekrar arşiv dairesinin yolunu tutuyordu. Moriarty ile İsviçre Alplerinde son bulan büyük savaştan sağ çıktığından beri hiçbir vaka tam manasıyla dahi dedektifimizi tatmin etmiyor ve bu yüzden yorulmayan beynini zorlamak için devasa bulmacaların içine bırakıyordu kendini. Uzman doktorumuz ise şahit olduğu bütün savaşların ağırlığına rağmen daha bir katılabiliyordu hayatın içine. Mısırları patlatmış, televizyonun karşısına geçip ayaklarını uzatmış, aptalca yapılmış bir seri katil filmini izlemeye koyulmuştu. Sherlock gibi bir dâhinin arkadaşıysanız, bazen aptalca şeyler izlemek fazlaca ilgi çekici gelebiliyordu insana. Gecenin ilerleyen saatlerinde, tam da seri katilin kesme-biçmedoğrama faaliyetlerinin en yoğunlaştığı bölümde, birden evin elektriği kesilivermişti. Emekli askerimizin durgun ve keyifli bakışları değişmiş, savaş meydanındaki dikkatli bir savaşçının tavırlarına benzer bir şekle bürünmüştü. Zira, sokağın geri kalanında elektrik vardı ve son dönemde çok fazla düşman edinip, çok fazla tehdit almışlardı. Hemen cep telefonunun fenerini yaktı. Belinden hiç ayırmadığı silahı diğer elinde olduğu halde, iki katlı evin her tarafını taramaya başlamıştı. Evin güvenlik sistemi ayrı bir hatta bağlıydı ve ışıkları yanıyordu. Demek ki dışarıdan eve giren olmamıştı, ancak Watson evde yalnız olmadığından emindi. Kütüphanenin bulunduğu odaya geldi. Kapıyı açtığında kitapları karıştıran, yüzünü göremediği birini fark etti. -Olduğun yerde kal! Silahım var ve kullanmaktan çekinmem diye sert bir ses tonuyla seslendi. Karşısındaki adam hiç istifini bozmamış ve sakin bir ses tonuyla karşılık vermişti. -Biliyorum Doktor Watson. Bakın benim de silahım var, ve sizinkinin aksine, içi kurşunla dolu…

32


Kadran Dergi | Şubat 2017

Watson, alnındaki terleri kolunun üstüyle sildi. Acaba doğru olabilir miydi? Ama nasıl silahında kurşun olmadığını bu kadar emin bir şekilde iddia edebiliyordu bu adam? Saçmalık diye düşündü. Büyük bir kararlılıkla tetiğe bastı. Ancak silah ateşlenmemişti. Watson’ın dizlerinin bağı çözüldü birden. Adam haklıydı, silahında kurşun yoktu. Yüzünü göremediği bu gizemli şahıs, ondan diz çökmesini istedi. Çaresizce dizlerini kırdı. Kurtulma şansının olmadığının farkındaydı. Yabancı, arkasına geçip kısık bir ses tonuyla Doktor Watson’ın kulağına fısıldamaya başladı. -Bay Watson! Sevgili ortağınız Sherlock Holmes’e benden bir mesaj iletmenizi istiyorum. Ona, kelimesi kelimesine aynen şunu söyleyin; usta denizci, her fırtınayı yener… Bu sözleri söyledikten sonra, Watson’ın kafasına tabancasının kabzasıyla sert bir darbe indirir. Baygın yatmakta olan doktorun etrafında bir süre döndükten sonra kol saatini durdurur. Cebinden, fazla uzun olmayan, üzerinde bir rakam bulunan hançer benzeri bir bıçak çıkartır. Dikkatlice, doktorun sol kürek kemiğinin üzerine bu bıçağı saplar. Ellerindeki siyah eldivenler, akan az miktarda kandan hafif bir kırmızılığa evrilir. Çalışma masasının üzerine bir miktar kurşun bırakır ve onları dizer. Evin ön kapısından çıkmadan önce, güvenlik sisteminin dış panelinde bulunan alarm düğmesine basar ve sakince evden uzaklaşıp, gecenin karanlığına karışır… Alarmın çalması sayesinde polisler kısa sürede olay yerine yetişirler. Elbette, Sherlock ta eve ilk gelenler arasındaydı. Yüzündeki endişe açıkça okunabiliyordu ve bu, uzun zamandır ilk defa, dahi dedektifimizin suretinden izlenebilen nadir duygu işaretlerinden biriydi. Doktor Watson’ın sağlık durumu iyiydi, yalnız biraz kan kaybettiği için birkaç gün hastanede müşahede altında tutulacaktı. Hastaneye götürülmeden, saldırganın notunu Sherlock’a iletmişti. Emniyet müdürü Saffet Bey, elde ettikleri delilleri sıralamaya başladı; -Bay Holmes, evinizin pencere ve kapılarında herhangi bir zorlanma tespit edemedik. İyi bir güvenlik sisteminiz var ve saldırgan bu sistemi ancak koyduğunuz şifreyi biliyorsa geçebilir. Bu arada şifre neydi, inceleme yapan arkadaşların işleri kolaylaşsın diye soruyorum. -Reichenbach! -Emniyet müdürü telaffuz etmekte zorlandığı bu kelimeyi duyunca şaşırmıştı. -Eh böyle bir şifrenin kırılması da o kadar kolay değil ama neyse. Doktor Watson’ın elektronik kol saati tam 21 e ayarlanıp durdurulmuş. Çalışma masanızın üzerine 18 kurşun bırakılmış. Bu kurşunlar, bir T harfi oluşturacak şekilde dizilmiş. Kütüphanenizde, 21 inci sıraya kataloglanmış matematik kitabı dışarıya doğru çıkartılmış, tabi bu beni gözlemim, o kitabı siz ya da Doktor Watson da o şekilde bırakmış olabilir. -Hayır, bu saldırganın işi. Devam edin lütfen. -Doktor Watson’ın sırtına saplanan bıçağın üzerinde 16 sayısının kabartması bulunmaktaydı. Duvar saatiniz de tam 12 de durdurulmuş. Ayrıca odanın duvarına büyük düz bir çizgi sprey boyayla çizilmiş. -O, çizgi değil müdür bey, 1 rakamı.

33


Saffet bey, içinden ‘’tabi ya’’ dedi ama bunu, aptal gibi görünmemek için, içinde tutmaya devam etmişti. Son dönemde sizi tehdit eden şüphelilerin listesini okuyayım isterseniz? Sherlock hiç ses çıkarmamıştı, emniyet müdürü de bunu bir evet olarak kabul etmiş ve şüphelilerin listesini okumaya başlamıştı. Ertuğrul Bey: Eminim hatırlıyorsunuz, bu adam sizi takıntı haline getirmişti ve tehdit mesajları göndermişti. Denetimli serbestlikten yararlandı ve hala sizin peşinizde olduğunu düşünüyoruz. Tarkan Bey: Hapisten yeni çıkan eski mafya babası. Onu sizin hapse tıktığınızı söylememe gerek yok sanırım. Sizden yavaş yavaş intikam alacağını mahkemede defalarca haykırıp durmuştu. Kamuran Bey: Hapisten kaçtı, kardeşinin bir katil olduğunu çözdüğünüzde, adam hapse girmemek için intihar etmişti. Motivasyonu oldukça yüksek bir şüpheli, bu adam. Mithat Bey: İşlemek üzere olduğu seri cinayet teşebbüsünden önce sayenizde yakalanmış ve akıl hastanesine atılmıştı. Sosyalleşmesi için zaman zaman dışarı çıkmasına-ne yazık ki- izin veriliyor ve özellikle sizden nefret ediyor. Zayıf bir ihtimal de olsa bir şüpheli olarak değerlendirebiliriz. Emirhan Bey: İyi bir bilgisayar korsanıydı. Gizli devlet sırlarını satmak üzereyken yakalanmıştı. Sizin yardımınızdan bahsetmeme gerek yok sanırım. Sizden daha zeki olduğunu ispat edeceğini söyleyip duruyordu. Devlet için birkaç projede görev yaptı ve bu sebeple serbest bırakıldı. Evet Bay Holmes, sizce saldırgan kim olabilir? Sherlock, kısa bir sessizlikten sonra konuşmaya başladı. -Öncelikle, saldırgan beni ve düşünme şeklimi iyi bilen biri. Evin güvenlik sistemini kolayca etkisiz hale getirmesi, şifreyi kırması, bunun bir göstergesi. Bizim evde olmadığımız bir zamanda eve girmiş ve bu yaklaşık üç gün önceymiş -Eve ne zaman girdiğini nasıl anladınız? -Çünkü son üç gündür eve ne zaman uğrasam kavrulmuş Afgan tütünü kokusu alıyordum. Hafif ekşi bir koku ve bir kere üzerinize sindi mi çok uzun süre gitmek bilmez. Kısacası saldırgan son üç günü bu evde, burnumuzun dibinde, kütüphanemizin bulunduğu odada geçirmiş. Watson, bu gün saat altıda eve gelip duş yapmış, muhtemelen saldırgan bu esnada silahındaki kurşunları boşaltmış. Çünkü Watson’ın hafif sert kıvırcık saçları, ince ve yumuşak bir haldeydi, bu da kısa süre önce duş yaptığını gösterir. Saçlarının yağlanma hızını göz önüne alırsak, duştan akşam altı civarında çıktığını hesap edebiliyorum. Aynı zamanda, Watson, tuvalete bile silahsız gitmeyen dikkatli biridir. Ancak şu zamana kadar hiçbir zaman banyoya silahıyla gittiğini görmedim. Bu da saldırganın neden üç gün beklediğinin cevabı. Çünkü deneyimli bir asker olan arkadaşımı, silahı elindeyken kolay kolay kimse alt edemez. Diğer yandan saldırganın yaptıkları, hareket tarzı ve Watson’a imkânı varken fazlaca zarar vermeyişi daha büyük bir planı olduğunun göstergesi. Sayın emniyet müdürü, saldırganın kim olduğunu çözdüm ve size şu kadarını söyleyebilirim ki; fırtına daha yeni başlıyor. Sherlock’un çözmeyi başardığı bu olayı, umarım sizler de çözebilirsiniz…

34


Kadran Dergi | Şubat 2017

Bir önceki sayımızdaki Cinayet Bulmacası’nın cevabı: Katilimiz Akif’tir. Verilen sayılar alfabedeki harf sırasını belirler. Ortaya çıkan isimler, Ersin ve Suphi tamamen yanıltma amaçlıdır. Cevap cüzdandan çıkan nottadır. “Sherloc’K! Anlamsızc’A ina’T’ ettiğim’İ bi’L’. Kaybettiğim’İ buldu’M. Hırsızl’A yüzleşme’K gerekliyd’İ. Dedekti’F! İhane’T, hainler’İ yaka’R. ” Her kelimenin son harfleri bize katili vermektedir.

35


KALP AZIĞI

K

- Betül Hanım ŞAHİN -

apıyı yavaşca kapattım. Ayakkabılarımı içeri aldım. Sessizce terliklerimi giyip üstümü değiştirmek için yatak odasına geçtim. Ev çok sessizdi ve çok sessiz hareket ediyordum. Çocuklardan kalma bir hareketti bu. Çünkü eve her geldiğim de onlar uyuyor oluyorlardı. Bu yüzden sürekli sessiz ve temkinliydim. Ama şimdi onlar yoktu tatile gitmişlerdi. Haftasonumu değerlendirip kafamı dinleyecektim. Ilık bir duş aldım. Dolapta kalan yemeği ısıtıp yedikten sonra kendimi oturma odasına attım. Elim kumandaya gitti bir kaç kanala göz gezdirdim. Haber kanalları, saçma sapan tv programları istila etmişti televizyonu. İyice canım sıkılmaya başlamıştı. Omuzlarım iyice yere düşmüştü. Ayaklarımı sürte sürte yatak odasına doğru gitmeye başladım o arada kolum kapının sağ tarafında bulunan dolaba çarptı ve dolabın üst rafından kitap düştü önüme. Annem okumaya meraklı biriydi, bu yüzden evde sürekli yeni kitaplar olması bizim için standart bir durumdu. Yere eğildim, kitabı alıp elimin üstün de evirip çevirdim. İsminden belliydi farklı bir şeye benzediği.Belki küçük bir kaçamak yapıp bu kitabı okuyabilirdim. Elimde kitap odaya geldim. Üstünde ince italik yazıyla “İNSANI İNSANDA ARAMAK” yazıyordu. Üç satırlık bu kelime neler barındırıyordu içinde… Kitabın ilk sayfasını açtığında Francis Bacon’un sözüyle karşılaştım: “Yalanlamak veya reddetmek için değil, inanmak ve her şeyi kabullenmek için değil, konuşmak ve nutuk çekme için değil , tartmak kıyaslamak ve düşünmek için okumalıydı.” Düşünmek dedim içimden, sahi en son ne zaman düşünmüştüm. Devam ettim okumaya… Sufi köyün 2-3 km ötesinde olan tepede tek başına oturmuş uzaklara bakıyordu. Düşünüyordu. Bir an önce hareket etmek gerekiyordu. “Dün öldü bugün can çekişiyor yarın doğmada.” Herkes Sufi’nin mertebelerinden bahsediyordu. Dünyanın kirli övgüsü içinde boğuluyordu Sufi. Şöyle diyordu Bişri Hafi: “Ölmeye başlıyordu övgüden hoşlanınca ruh.” Ölmeye mi başlamıştı ruhu Sufi’nin, şu ayakta gezen mezar mıydı kalbi. Artık maddi alemden, mana alemine geçme vaktiydi.

36


Kadran Dergi | Şubat 2017

Kalp azığını hazırladı, verdi omzuna çıktı yola Sufi. Ne kadar da ağırdı kalbinin içi, ne kadar da doluydu kalbi. Sabır da vardı azığında dayanamadığı yerde ona sığınacağı. Hakikatin reçetesiydi sabır o yüzden hakikati bulmak için sabretmeliydi.Bunları düşünürken arkadan bir ses işitti: “Sadece susayanlar suyu aramaz .Su da susuzları arar durur” diyordu Mevlana. Evet Şemsi ona susamıştı onu arıyordu. Aslında kalbi susamıştı. Kalp susayınca kim durdurabilirdi onu. Şems, Mevlana da Rabbini görüyordu. Ondandır ki “Gittiğim her yerde tanrılara rastladım; kul olmaya bir türlü razı olmayan insanlara. İlk defa bir kula rastladım O sensin” dememişmiydi Mevlanasına. Demek ki aramak gerekliydi. Açtı azığını Sufi, çıkardı içinden ümitsizliğini. Rabbine kul olmak ile dünyaya kul olmak arasında ki ince farkı çıkardı azığından, devam etti yoluna. Hakkı bulmalıydı. Hak ile hal olmalıydı. Bir çocuk sesi işitti. Çocuk annesinin karşısına geçmiş konuşuyordu; “Bir ayet-i kerime gördüm. Allah-u Teala o ayette kendisine ve sana hizmet ve itaat etmemi emrediyor. Ya benim için Allah-u Teala’ya dua et, sana hizmet ve itaat etmem kolay olsun veya beni serbest bırak, hep Allah-u Teala’ya ibadet ile meşgul olayım.” Bunun üzerine annesi: “Seni Allah-u Teala’ya emanet ettim. Kendini O’na ver.” dedi ve Rabbine bıraktı Beyazıt Bistami’yi. Yürüdü Sufi. Yürürken düşündü, ne kadar hak olmayan dünyalık işler vardı azığında… Hepsi aldı çıkardı belki biraz daha hafifledi ama tam değilildi.Bunları düşünürken Onu kütüphane de gördü sufi. Belini bükmüş elinde kalem bir şeyler yazıyordu. Bunu alın Gazneli’ye götürün diyordu. Okudu dizeleri Sultan : “Bilgili olanlar kuvvetli olur, yaşlıların gönlü bilgiyle dinç kalır. Kalbin hatalı yollara sapıyorsa senin kalbinden başka düşmanın yoktur. Ey dünya ne kadar zalim ve insafsızsın, kendin beler, kendin yersin. Düşünceleri kötü olanlar iyi eser bırakamazlar.” Ey Firdevsi meğer ne kadar doğru söylemişsin. Ne kadar da güzel anlatmışsın iyilikle kötülüğü sen. “Demez miydin kötülüklerden kötülük gelmesine şaşmamak gerek, gece karanlıktan ayrı tutulur mu hiç?” diye. Tutulmazdı elbet, gece karanlıkta boğulacaktı. Sufi aldı azığını tekrar verdi omzuna. Hafiflemişti yine omuz yükü. Demek ki kötülükte ,iyilikte bulmuştu yerini. Ah tutkularımız onlar değil miydi firavunlaştıran bizi. Kalbimize vuran lekeyi o büyük dünyalık tutkularımız. Meğer bildiğini sanıp bilmiyormuş Sufi. Tekrar gözyaşlarına boğuldu ve bu arada bir el değdi omzuna. “Uyan Sufi gün aydı.” İrkilerek uyandı mana leminden Sufi. Hissetti kalbinde ki hafifliği. Kalktı yerinden yürüdü dünyasına. Kötülüklerle dolu, tanrılaşmış insanlarla dolu, geceden karanlık dünyasına… Dilim damağım kurmuştu, gün aymaya başlıyordu. Kalktım yatağımdan, elimi yüzümü yıkadım. Aynada bakıp “Düşünmek” dedim. Hiç yapmamışım meğer. Bu anlamsız dünyanın anlamını çözmeye çalışmamışım. Daldım derinliklerine kalbimin, meğer ne kadar çok eksikmişim. Şimdi Sufi olma zamanıydı benim için, şimdi; düşünme, doğruyu arama zamanıdır benim için…

37


portre - Emrah GÖK -

S

essizliğe sinmiş taze bir özlem ile severek içtiğim ve ne yazık ki alıştığım soğuk kahvemin tadına eşlik eden eski bir gramafondan dinledim seni bu sabah. Günü, başlamadan bitirmekten kurtaran duvara asılı birkaç portre resme sığdırılmış gülümsemeler olsa da umutsuzluğun misafir olacağı bu geceyi de beklemek zorunda gibiyim, tıpkı uzun zamandır tek başıma adım atmaya korktuğum sahilin beni beklediğini bilmek gibi... Bir kez daha kendimi yenip, yabancılık çekmeden yürüyebilirsem eğer ki o başında kaldığım yolu, işte o zaman bahardan bir mevsime takılıp oyalanacak hep içimdeki sana gelmeye çalışan çocuk. Çünkü zamanının gelmesini beklemeden yaprak dökmeyi ezbere bildiğimden bu yana yeşermek; hep bir sonraki bahar kadar uzak. Son bir kez sana gelmek için bütün yollar; attığım her adımda daha bir uzun. Senden daha uzak hissettiğim için nefes; her alışımda daha bir derin. Kırıklıklarımla yazıp biriktirdiğim birkaç cümlenin sonunu getiremeden bittiği için hayaller; her kurulduğunda daha bir eksik... İşte şimdi tam inancım varlığa, fakat yokluğunun… Bu yüzden her yeni başlangıç, hiç bitmez sandığımız başlangıcın sonundan başlar her zaman...

38


Kadran Dergi | Ĺžubat 2017

39


Sevdalar, Babalar Ölene Kadardır - Ramazan TEKER -

40


Kadran Dergi | Şubat 2017

Ve babalar da ölür. Sonra bütün cenazeler içimize gömülür. Yüzümüzün her zerresini işgal eder gözyaşı Ben Mecnun olurum, çölde kendini avutan Sevdalar unutulur. Arka mahalledeki bütün öpüşmeler yalandır. Benden adına şiir yazmamı bekleme Leyla, Sevdalar, babalar ölene kadardır. Ve babalar ölür. Bütün şiirlerin babası ölür. Günde bin defa gözyaşında boğulup ölürüz biz. Biliriz ki, ağlamak acılara gülüş biçimidir. Ağlamak, bütün gidişlere dua biçimi. Şimdi döksem sana içimi Artık bütün dinleyişler sahte Bütün çocuklar yalandır. Benden gözlerine bakmamı isteme Leyla Sevdalar, babalar ölene kadardır.

Ölmeyen tek şey; Üzeri dantelli ne varsa sıkıştırılmış vesikalıkmış. Cennetin üzerine toprak atarken öğrendim. Anne dedim; Bu fotoğraflar niye konuşmuyor? Ne kadar açarsam açayım, Kollarım resmine kavuşmuyor. Kaldır odamdan şu utanmaz saati anne Babasız bir çocuğun önünde Bunlar her gün on ikide buluşuyor. Zaten dakikalar hayal, eylüller yalandır. Benden tebessüm bekleme Leyla, Sevdalar, babalar ölene kadardır. Ölür. Dünya, evren Cennet ve cehennem. Ve huzurunu bozacak her günah ölür. Sular bile ölür buhar olurken. Bir ikilemdir hayat, Sıkışmış, küfretmek ile şükretmek arasında, Şimdi ben burada, dünyanın arafında. Rabbim; geçerken al beni Dünya, toprağın altından daha derin. İyi acı çekerim ama, sıkıldım derim. Bir dağ yıkılınca üzerime, Sadece kalmak elde kalandır. Benden elini tutmamı bekleme Leyla, Sevdalar, babalar ölene kadardır.

Babalar ölür.

41


Yürekten ağlayamayacaksan, yürekten nasıl kahkaha atacaksın?

42


Kadran Dergi | Şubat 2017

IMDB: 8,1 YÖNETMEN: GAURİ SHİNDE OYUNCULAR: ALİA BHATT, SHAHRUKH KHAN ÜLKE: HİNDİSTAN

Bir psikoloğa gitmek delilik midir? Ya da şöyle sorayım; psikoloğa giden her insan deli midir? Psikoloğa gitmemiz gerektiğini nasıl anlarız ki… Sorular uzar da uzar. Her insanı bunaltan, özgür hissetmesine engel olan şeyler vardır. Filmimizin sürekli bu sorularla gezen baş kahramanı Kaira (Alia Bhatt). Kendisi bir görüntü yönetmeni. En büyük hayali kendi filmini çekmek. Özgür yaşamak isteyen birisi. Anne babasıyla pek geçinemese de kardeşi Kiddo’yu çok seviyor. Filmde bahsedildiğine göre her insanın en iyi beşlisi olurmuş hayatında. Onlar benim dünyam dediğini beşlisi. Kaira’nın dünyasında da Fatty, Kiddo, Jackie ve Alka var. Kiddo kardeşi, diğerleri ise en yakın arkadaşları. Onlarla birlikteyken kendini rahat ifade ettiğini, kısıtlanmadığını ve kendi gibi olabildiğini düşünür. Bu yüzden onları çok sevdiğini söyler. Beşincisini bulma konusunda da oldukça zorluk çeker. Kendisine “Partner” olabileceğini düşündüğü bağlanmak istediği kişiler çıkar karşısına. Raghuvendra, Rumi, Sid ve bir de mobilyacı. Bizdeki “Dikiş tutturamama” deyimi ile ilişkilerini bir türlü düzene sokamaz. Aldatıldığı düşüncesi, terkedilme korkusu, ailesi tarafından gelen baskı, film çekme hayalini gerçekleştirememe düşüncesi vs. İçindeki özgür yaşama isteği ve bunu yaşayamamak onu oldukça bunaltır. Çoğu zaman bir çıkmazla boğuşturur. Bu bunalmış zamanlarında ne arkadaşları onu ne de o arkadaşlarını hiç bırakmaz. Dar günde yardımcı olmanın örneklerini de burada fazlasıyla görebiliriz.

43


Ağlamak, sinirlenmek, nefret etmek herhangi birşeyi açıkça ifade edemedik. Şimdi aşkı nasıl ifade edelim? Bir gün restoran tanıtım videosu çekmek için gittiği yerde verilen seminere kaptırır kendini. O meşhur soru dikkatini çeker. “Psikoloğa gitmemiz gerektiğini nasıl anlarız.” O soruyu cevaplayan kişinin anlattıkları dikkatini çeker ve bir anda kendini salonda bulur. Filmin bu sahnesinden sonra gelir kurtarıcı kahramanımız. Dr. Jehangir Khan (Shahrukh Khan). Kendisi bir psikolog. Kendi halinde bir düşünür olduğunu da söyleyebiliriz. Seminerdeki konuşmadan sonra Kaira onun yanına gitmeye karar verir. Uykusuzluk sorunuyla gittiği ilk seanstan çok etkilenir ve gitmeye devam eder. Hayata dair kilit noktalar, etkileyici tavsiyeler alır seanslara devam ettikçe. Doktoru kendisine “Jug” demesini ister. Aralarında samimi bir ilişki oluşur zamanla. Tabi Kaira Jug’in hep kurallara dikkat etmesine bazen gıcık olsa da, her hafta oraya gitmek için can atmaya başlar. Jug’in “Koltuk teorisi” ni duyduğunuzda filmin sonunda gelen “Mobilyacının” neden değerli olduğunu anlayacaksınız. Jug’in kendine özel terapi şekilleri, normalden farklı olan iletişim şekilleri onu daha özel yapıyor. Filmde verdiği hayat mesajları sadece Kaira’ya değil tüm izleyenlere farklı bakış açıları kazandırıyor. psikoloğa gitmek Kaira’ya gerçekten yardımcı olacak mı? Ve acaba halkın düşündüğü gibi psikoloğa gitmek delilik mi? Filmi izlediğinizde bu sorulardan daha fazlasına cevap bulabilirsiniz.

44


Kadran Dergi | Şubat 2017

Geçmişinin, güzel geleceğin için şantaj yapmasına izin verme! 23 Kasım 2016’da Kuzey Amerika’da vizyona giren film, dünya genelinde 25 Kasım 2016 tarihinde vizyona girdi. Yönetmenliğini Gauri Shinde’ın yaptığı filme Gauri Khan ve Karan Johar da destek verdi. Bestesini Amit Trivedi’nin yaptığı “Love you zindagi” isimli şarkısı ile oldukça beğeni toplandı. Star Screen Awards’da “En iyi kadın oyuncu” ödülü genç ve enerjik oyuncu Alia Bhatt ’ın oldu. Film aynı zamanda 6 farklı dalda adaylık aldı. Destanlaşan aşk filmlerinin Kralı Shahrukh Khan da alışılmışın dışında bambaşka bir rol ile karşımıza çıkıyor. Kral oyuncu böyle yol gösterici, psikolog olmak gibi bir rolü ilk defa oynadığını ve bundan keyif aldığını belirtmiş. Hem eğlendiren hem ağlatan hem de düşündüren, oyuncuların tüm samimiyeti ve sıcaklığı ile sizi sarmaladığı filmimizde hayata yepyeni pencereler açılıyor. Shahrukh Khan fanları için film bittiği ilk anda “Shahrukh Khan neden ikinci planda kalmış?” gibi bir soru oluşuyor kafalarda. Ama düşününce yine filmin yıldızı ve vazgeçilmezi olduğunu fazlasıyla hissettiriyor. Filme girdiği andan itibaren çıkana kadar biz izleyenlere terapiye katılmışız gibi düşündürüyor. Hayata yeniden “Merhaba” demeye, yeni bir adıma ihtiyacınız varsa; “Sevgili hayat” ile başlayan sözleri yüreklerinize bırakıyorum. Yeni pencerelerinizin açılma umudunuzun asla kaybolmaması dileklerimle herkese iyi seyirler…

45


VEFÂ

- Nurefşan KAYNAK -

Gülümsemek edebî bir vakâdır. Gülümsetebilmekse bu vakânın şiiri.

46


Kadran Dergi | Şubat 2017

Sîneler menfaatle kaplanmış. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın”mış. Ne kadar da bencilliğe gark olmuş gönüllerimiz. Ne kadar da alışmışız samimiyetsiz duygulara... Ruhumuz “ene”sine müptelâ, gözlerimiz âma. Bir yakalasak “nahnu”nun ritmini. Bir yakalasak “biz” olmanın samimiyetini. O zaman belki bulabiliriz kendimizi samimi bir duânın içinde. O zaman belki ateş düştüğü yeri bile yakmaz. Yalnızca biraz acıtır ve geçer. Düşünsenize, hüznünüze ortak olmuş bir çok güzel yürekli insan. Kederinizle kederlenen birçok hemdem... Yaradılıştan gelen toprak kardeşliğini nakış nakış işlemeliyiz, şu fâni bedenimize. O, şu, bu, ayırt etmeden “biz” olabilmeliyiz. Yılanın kime dokunduğuna değil, niçin dokunduğuna ehemmiyet vermeliyiz. Bırak kınında kalsın nifak. Bırak paslansın. Zaman kavramını yitirsin kardeşlik. Zamansızlaşsın dostluk. Unutulsun bencillik. Hatırlara kazınan tek şey sevilmeden de sevebilmek olsun.Dostluk bahçelerimize ektiğimiz bir tohum. Gözlerden sevgiyle süzülen her damla onun suyu. Kök saldığında huzur,en güzel meyvesi olsun. Gülümsemek edebî bir vakâdır. Gülümsetebilmekse bu vakânın şiiri. Durup dururken ağlayabilirsin. Lâkin sebepsiz yere gülümseyemezsin. Seni gülümseten bir şair sense o şairin en güzel şiirisin. Gülümsemektense gülümsetebilmek daha naif ve ince bir vakâ. Çünkü gülümsetebilmek vefâ ister sevgi ister. Hatırında beliren o his, kalbinden dudaklarına bir çizgi oluverir en narininden. İşte, diyorum ya bazı şeyleri yaşamasakta yaşayabilmektir mühim olan. Yüreğini başkalarının yüreğinden geriye atabilmek. Bilemezsin, Rabb’inin hangi yüreğin incinmesine müsaade etmeyeceğini. İncitmeyelim,incinmeyelim. Vefâ ile...

47


BİR SENİ UNUTMADIM - Sümeyye DAŞTAN -

E

vden çıkmadan önce odadaki camı, azıcık hava girsin diye açık bırakmak istedi Arvas. Camı açmak için pencereye yaklaştığında dışarıda karşı dairede oturan Baki Amca’yı gördü. Adam çevresine bakınıp söyleniyordu. Bir süre sonra yukarı baktı. Arvas’ı görünce bir şey bulmuş gibi sevinerek ‘’Sen!’’ dedi. ‘’Senden bir şey istesem yapar mısın?’’ Arvas, karşı dairesinde oturan Baki Amca’nın yine neler söyleyeceğini merak ediyordu. Baki Amca Alzheimer hastasıydı ve bu yüzden Arvas’ın adını sürekli unutup ‘’Sen’’ diye hitap ediyordu. Baki Amca’nın dışarı çıkması bile şaşılacak durumdu. Arvas bloğa yeni taşınmış sayılırdı. Fakat Baki Amca’yı kısa zamanda tanıdı. Karşı dairesinde Baki Amca ile oturan kimse yoktu, tek yaşıyordu. Arvas sık sık evine gider, ziyaret ederdi, Alzheimer hastası olan Baki Amca’ yı dinler, birçok şeyi tekrara mecbur kalırdı. Yine de halinden memnundu. Baki Amca ona hep garip garip hikayeler anlatırdı. Arvas bu hikayelerin hiç birinin gerçek olmadığını düşünse de büyük bir sabırla bazen ise şaşkınlıkla dinlerdi. Arvas, daha fazla bekletmeden Baki Amca’nın yanına, parka inmeye karar verdi. Merdivenleri hızlı hızlı inerken ne olduğunu merak etmeye başladı. Merdivenin son basamağından indi ve karanlık koridorda çıkış kapısına doğru ilerledi, kapıyı açtı ve parka giderek Baki Amca’nın oturduğu bankın köşesine ilişti. Baki Amca’ya neden geldiğini hatırlatmaya yeltendi fakat Baki Amca Arvas’ın dudaklarını kımıldatmasıyla birlikte lafa girdi; ‘’Buraya neden geldiğini unutmadım, çünkü ben hep bu an için yaşadım. Gelirken düşündün belki yine o çekilmez hikayelerden mi? diye... Ben anlatacağımı

48

anlatayım inanıp inanmamak sana kalmış, bundan evvelki bütün hikayelerime inanmadığını bildiğimden söylüyorum sana bunları, ama lütfen birazdan anlatacaklarıma inansan da inanmasan da diyeceklerimi yap.’’ Arvas, Alzheimer hastası olan Baki Amcayı hiç bu kadar bilinçli konuşurken görmemişti, nasıl olabiliyordu böyle bir şey, oldukça şaşırdı, bu konuşmanın nereye varacağını çok merak ediyordu. Baki Amca devam etti; ‘’ Kendime şaşırıyorum şu an adını, kim olduğunu unuttum mesela. Ama neden burada olduğunu iyi biliyorum. Çok garip bir şey bu. Tarifi imkansız. Ve ilk defa yaşıyorum...’’ Arvas kendisini pazar uykusundan uyandırılıp gerilim filminin ortasına atılmış gibi hissediyordu. Baki Amca ‘’ İsim neydi?’’ diye sordu Arvas yutkunarak ‘’ Arvas’’ dedi Baki Amca cebinden üzerinde sonsuzluk işareti olan bir kolye çıkarttı ve gözlerini kolyeden ayırmadan ‘’ Arvas, bugün onun doğum günü, bunu ona götürmeni istesem, yapar mısın benim için?’’ Arvas ne diyeceğini bilemiyordu, fakat kabul etmekten başka çaresi yoktu, yanına gidip hikayeye ortak olduğu için kendisini mecbur hissediyordu. ‘’Peki Baki Amca’’ dedi ‘’adresini biliyor musun?’’ Baki Amca hemen cebinden bir kağıt çıkarttı ve kolyeyle birlikte Arvas’a uzattı, ‘’Tez git, nasılmış öğren. Hee bir de yakında o da gelecekmiş ziyaretine demeyi unutma... Haydi uğurlar ola’’ diyerek konuşmayı bitirdi. Arvas yola koyulmuştu, Adımlarının arasında ne olduğunu anlamaya çalışıyordu, bunun gönül hikayesi olduğunu sezmişti, fakat neyle karşılaşacağını yine de merak ediyordu.


Kadran Dergi | Şubat 2017

Bu hikayeyi bir de karşı taraftan dinleyecekti... Bayağı yol kat etmişti, hatta varmış sayılırdı, fakat yine oyuna geldiğini düşündü çünkü bulunduğu civarda hiç bir ev yoktu, ağaçların kapladığı uzun yolda biraz ilerledi ve yolun kenarındaki mezarlığın önünde durdu ‘’Can yoldaşını kaybetmişti demek...’’ Arvas’ın nefesi kesildi, Adımları gittikçe güçleşiyordu, zor bela onun mezarının önüne gitti ve daha fazla dayanamayarak mezarın dibine yığılıverdi, gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Kafasını kaldırıp mezarın mermerine baktı ‘BAKİ’ yazısını gördü “BAKİ SONSUZ” Arvas, şaşkınlığına rağmen tüm bu olanları anlamaya çalışıyordu, “Demek aslında Baki, eşinin adıydı. Ve bu kolye... bu sonsuzluk işareti...?’’ Arvas’ın kafası allak bullak olmuştu, yaşadıklarına inanamıyordu, Verdiği sözü yerine getirmek için kolyeyi mezarın baş ucuna gömerek, toprağına “yakında o da gelecekmiş” diye fısıldadı. Tam doğrulacaktı ki mezarın köşesindeki bir kağıt dikkatini çekti uzanıp aldı ve okumaya başladı “HATIRAN YETER BANA, UZAKTA KAL SEVGİLİM” Arvas bu şarkı sözlerini kağıtta görünce şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı neredeyse, elleri titremeye başladı, muhtemelen buralardan geçen biri düşürmüştür diye düşündü, fakat ‘’bu nasıl bir tesadüftür böyle’’ demekten kendini alamadı, biraz durdu ve ‘KADER..’. diyerek acı bir tebessümle oradan ayrıldı. Arvas geldiği gibi Baki Amca’nın evine gitti ziline uzun uzun bastı, Baki Amca iyice elden ayaktan düşmüştü, zor bela kapıyı açtı. Ama yine her şeyi unutmuştu, Arvas birkaç şey söyleyerek içeri girdi. Bu olanlara

anlam veremiyordu, evde belki Baki Amca’nın can yoldaşına ait bir şeyler bulabilir ve bulmacayı çözebilirdi. Odaları gezdi, yatak odasındaki dolapları açtı, çekmeceleri karıştırdı fakat bir şey bulamadı.. Baki Amca yine bir şeyler anladığını sezdirerek esrarengiz hallere bürünmüştü, yatak odasına giderek yattığı yastığın altına elini soktu ve bir çerçeve çıkardı, nefesi daralıyordu, konuşmakta zorluk çekerek; ‘’Bunu mu arıyorsun? Bende kalan son hatırası’’ Arvas çerçeveyi eline aldı ve uzun uzun baktı. Ama bu, onun bulmacasını çözmek için yeterli değildi çerçevenin arkasını çevirdi ve bir yazıyla karşılaştı “UNUTULMAZ ADINLA, DUDAKTA KAL SEVGİLİM” yazıyordu. Demek o ölünce adını değiştirip kendi ismi yapmıştı, belki de doktorlar ‘Alzheimer başlangıcı’ dediklerinde can yoldaşını unutmaktan korktu ve o andan itibaren eşinin adını kullanarak kendisini unutulmaya yüz tutmuş bir insan gibi rafa kaldırdı, kim bilir o kimdi?.. Arvas kımıldayamayacak haldeydi, mezarın baş ucunda bulduğu şarkı sözlerinin devamını çerçevenin arkasında görünce dondu kaldı.. O sırada büyük sessizliği Baki Amca’nın yere yığılması bozdu, Arvas can havliyle hastaneye kaldırdı Baki Amca’yı. Fakat Can yoldaşına da dediği gibi yanına gidiyordu... Gitmişti bile. Yanına defnettiler. Arvas olanları daha fazla kurcalamak istemedi, çok yorulmuştu. Hayatın bir tesadüfler silsilesi olduğunu anlamıştı. o günden sonra hayattaki büyük-küçük tüm kımıldanışları sezerek yaşamaya başladı. Bazen tek bir sorunun cevabını bir şarkıda bulabilirdik, Baki Amca’nın hikayesinde de olduğu gibi;

UNUTULMAZ ADINLA, DUDAKTA KAL SEVGİLİM, HATIRAN YETER BANA UZAKTA KAL SEVGİLİM

Dipnot: Herkesin bir şarkısı vardır.

49


GÜNDEMDE NE VAR?

Hazırlayan: Ömer Faruk İPEK

“Bu köşemiz yeni. Çünkü farkındayız; durmadan serpilip gelişen bir çınar gibidir edebiyat. Bu çınarın gölgesinde dinlenme borcu niyetine bir kırba su vermeyi de ihmal etmemiş yolcu. Dalcıklar almış, yeni çınarlar için yeni fidanlar dikmiş toprağın bağrına... İşte biz bu çınarın gölgesinden nasiplenen yolcular olarak her ay bu çınarda meydana gelen havadisleri siz değerli okurlarımıza sunmak istedik. Ulu çınarımıza su taşıyanlardan olmanız ümdiyle...”

1. Tanpınar’ın Kayıp Sayfaları Bulundu Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ölümsüz eseri ‘Huzur’un finalinde intihar eden Suat’ın kayıp mektupları 68 yıl sonra ortaya çıktı. Romanda bahsedilen ama yer almayan, yıllarca köşe bucak aranan ancak bulunamayan, kimine göre ise hiç yazılmamış kabul edilen sayfalar romandaki karakterlerin akıbeti ve Tanpınar’ın edebiyatına ilişkin önemli ayrıntılar içeriyor. Prof.Dr. İbrahim Şahin tarafından İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nde bulunan mektupların Huzur romanını yeniden yorumlayacağı düşünülüyor.

2. Burhan Sönmez PEN Yönetim Kurulu’nda Uluslararası PEN başkanı Jennifer Clement tarafından yapılan ve Türkiye’de ifade özgürlüğü konusunda yaşanan sorunlara işaret edilen açıklamada, Türkiye’den Burhan Sönmez’in Uluslararası PEN Yönetim Kurulu’na katıldığı belirtildi.

3. Didem Madak’ın Hayatı Belgesel Oluyor Yapımcılığını Fatih Zenginoğlu’nun, yönetmenliğini Hikmet Kerem Özcan’ın yaptığı Son Dizesiz Şiirler adlı belgesel, Didem Madak‘ın hayatına ve şiirine odaklanıyor. Defne Yalnız, Yetkin Dikinciler, Tuncer Salman, Musa Uzunlar, Nebil Sayın, Bülent Emin Yarar, Lebip Gökhan, Levent Üzümcü, Burak Tamdoğan ve Hakan Özgömeç’in de Didem Madak şiirlerini seslendirerek katkıda bulunduğu belgesel, 30 Ocak Pazartesi günü saat 20:00’de İstanbul Şişli Kent Kültür Merkezi’nde ilk gösterimini yapacak.

50


Kadran Dergi | Şubat 2017

4. Konya Valiliği Şiir Yarışması Düzenleyecek Konya Valiliği, Mevlana’nın vuslat yıldönümü kapsamında Altın Kalp Münacat ve Naat Yarışması’nı düzenleyecek. Çeşitli ödüllerin verildiği yarışmaya son katılım tarihi 20 Şubat 2017.

5. Murakami’nin Yeni Romanının Adı Belli Oldu Sabit Fikir’in The Mainichi’ye dayandırdığı habere göre, Murakami’nin 24 Şubat’ta yayımlanacak yeni romanının adı Killing Commendatore. Japon yayıncı Shinchosha Publishing geçtiğimiz aylarda Haruki Murakami hayranları için sevindirici bir haber vermiş ve Murakami’nin yeni kitabının şubat ayında raflarda olacağını açıklamıştı. Ancak kitabın kesin yayım tarihi, adı ve konusu hakkında ayrıntıya girilmemişti. Hans Christian Andersen Ödülü törenine katılan Murakami de, bu yeni romanını kısaca, “Çok tuhaf bir öykü,” olarak tanımlamakla yetinmişti.

6. Kısa Öykünün Örnekleri Bu Kitapta Deneyimli çevirmen ve editör Celal Üster, İngiliz ve Amerikan Edebiyatında Kısa Öykünün Büyük Ustaları’nda türün en başarılı örneklerini bir araya getirirken, öykü sanatının 19. yüzyıldan 20. yüzyıla evrilişinden bir kesit sunuyor. Üster’in eğitim hayatı boyunca ve sonraki dönemlerde okuduğu, yıllar içinde belleğinde iz bırakmış öykülerden oluşan bu seçki, İş Bankası Kültür Yayınları Modern Klasikler Dizisi’nde yerini aldı.

7. Twain’in Yeni Öyküsü Bulundu Sabit Fikir’in The Guardian’a dayandırdığı habere göre, Huckleberry Finn’in yaratıcısı Mark Twain‘in daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış bir öyküsü ortaya çıkarıldı. Yeni bulunan öykü, Şubat ayında Twain’in diğer öyküleriyle birleştirilip yayınlanacak.

51



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.