EDİTÖR H. Kübra KORKMAZ YAYIN KURULU Şeyma ELKİT Şeyma ARMAN Betül ŞAHİN Osman Said GÖRSEL YÖNETMEN Büşra TÜRK YAZI İŞLERİ EDİTÖRÜ Tuğçe ARICAN YAZI İŞLERİ Ahsen KESKİN Betül ŞENOL SOSYAL MEDYA Nuray GÖNCÜ Feyza BULUT YAYIN TÜRÜ Yaygın Süreli İLETİŞİM www.kadrandergi.com iletisim@kadrandergi.com / kadrandergi
Merhaba Eylül, Sonunda geldin. Sen gitti n gideli pek de iyi şeyler olmadı bu topraklarda. Karlar yağdı Ocak’ta. Bu satı rlarla bir serüvene başlamıştı k o zamanlar. O çeti n soğuklarda içimizi ısıtan okurlarımız vardı. Aradan zaman geçti , biz yolumuza devam etti k. Her şey güzeldi. Ta ki Temmuz gelene kadar. Temmuz’un sıcağıyla kavruldu bu topraklar. Acılar milyonların yüreğini yaktı . Gözlerimiz, bu yangını dindirecek bir zamanın peşine düştü. Düşünüyorum da her aya bir renk versek sana en çok sarı yakışırdı. Sarı ayrılık demekti r çünkü, bir şeylerden ayrılıp, yenilerle vuslat etmek. Geçiciliği anlatı r aşkla şevkle. Sevgili Eylül; sen değil misin tüm o meyveleri, yeşillikleri, güneşi alıp götüren yerine sarının envai çeşidini geti ren. Hiç kandırma bizi. Biliyoruz geçici olduğunu. Sana dizeler sıralarken bir kapatacağız gözlerimizi, açınca göreceğiz ki Kasım’da aşk başkadır sözleri yer etmiş lügati mize. Ufaktan az az hissetti riyorsun varlığını, sanki hep buradaymışsın her an da kaybolacakmışsın gibi. Hemen alışamıyoruz. Her seferinde unutuyoruz evden çıkarken şemsiye almayı. Sonra hafi f bir esinti başlıyor. Herkesin ağzında aynı cümleler “Havalar da epey soğudu.” Esinti şiddetli bir rüzgarı sürüklüyor peşinden. Kadıköy-Beşiktaş vapuru şimdi duramaz oluyor yerinde. Rüzgar bir o yana bir bu yana okşuyor. Bulutlar yerlerini almış, yılın en güzel karşılamasına hazır. Evvel birkaç damla düşüyor. Anaların yüreğine. Onlar yağmurun habercisi en kıymetli olanlar, en kıymetli gönüllere deva olur. Sonra bir gök gürültüsü sarıyor. Kadıköy meydanında bir koşturma var. Bazıları saklanırken, bazıları da semaya dikiyor gözlerini. Ve sana sesleniyor: “Ey Eylül! Öyle bir gel ki, şu bulutlar kötü olan her şeyin üstüne kümelensin. Sen gitti n gideli acılar birikti rdik, nice kötüler gördük. Şimdi tam vakti . İçimizdeki baharı kirleten tüm pislikleri yıkayıver. Bu sefer sen bize bir iyilik yap. Sarılar merhem olsun tüm ızdıraplara” Ve sen sevgili okur. İçimizdeki heyecanın sebebisin. Senin karşına bir Eylül vakti çıkıverdik yine. Bu sayıda geniş bir yelpazemiz var. Dut ağacından, ufuktaki bir yıldızdan, gökyüzündeki sisten başlayıp güneşe yolculuk nedir, insanın canını en çok neler acıtı r, ve eylül temalı yazılara uzandık. Az biraz sitem, biraz vuslat, çokça da ümitt en bahsetti k. Sevgiyle ve ümitle kalın. Kısa bir not: Bize gelen her eseri özenle okuyup değerlendiriyoruz. Gözümüzden kaçan, bu sayıda yer edinemeyen dostlarımıza bir ricamız var. Ekim için kapımız hep açık, kolları sıvayın! Varlığınız güç veriyor. H. Kübra KORKMAZ
EYLÜL’DE KADRAN
10 4 6 7 8 14 16 17
Yerli Bir Postmodern:
İhsan Oktay Anar Eylül İncelemesi - Kadran Dergi Ekibi
20
Telve
Kadir KAPDAN
Dertli Kalemimden Hasret Nağmeleri Beyza AKYURT
Çare midir; bilmiyorum Ayşe BALCI
Hasbihal Vakti Havva ZEMHERİ
Gitarım ve Dut Ağacı Ercüment EŞSİZ
Canhıraş Betül ŞENOL
İs
Emrah GÖK
18 22 24 26 27 28 29
Taare Zameen Par Tuğçe ARICAN
Güneşe Yolculuk Aybike ULUBAŞ
Gün Hatrı Merve BEKAR
Beethoven ve Şiddet Ömer Faruk GÜL
İnsanın Karın Ağrıları Üçlemesi Betül YAVUZ
Sabır ve Tevekkül Sinem TOPRAK
Bir Eylül Sabahı Nesrullah ÖZÜN
Sen Düştün Taha Yasin YILDIZ
TELVE Kadir KAPDAN
Yemen... Çöl ikliminin neden olduğu kavurucu sıcaklık yapraklarını, dolayısıyla da henüz kurtçuk gibi bembeyaz meyvelerini de yakıp kavuruyordu. Yanmayı bu coğrafyada öğrenmeye başlamıştı , ve bu daha yolun başıydı. Acelesi varmışçasına ilerleyen günler yaktı kça yakıyor, ansızın bastı ran çöl yağmurları kızgın çeliğe değen su damlası gibi sarsıyordu meyvelerini. Kızarmaya başlamış ve artı k kabuğu sertleşmişti tı pkı hergün kendisine bakmakla sorumlu olan işçinin nasırlı elleri gibi. Bir kalbi olsa minnet duyacaktı ekmek parası için durmak bilmeden çalışan bu işçiye. Uzun sürmedi sevgisi, ta ki, o gün elinde koca bir sırıkla karşına dikilene kadar elleri nasırlı işçi. Sanki kendisine bakan, dallarını seven o işçi değilmişçesine vuruyordu sırığı dallarına. Dallarının ve yapraklarının yakarışlarını duymuyormuş gibi. Her düşen kahve kabuğu demeti düştükçe daha da sertleşiyordu vuruşları. Elinden herşeyi gitmiş, çıplak ve gereksiz gibi hissediyordu kahve ağacı kendisini, yetmiyormuş gibi, yere serilmiş ve rengi solmuş eski bir çul üzerine, dağınık serilmiş eyveleri yine aynı sırıkla dövülüyordu. İklimin çilesinin reva gördükleri yetmezmiş gibi, şimdi de dövülüyor, sert kabuklar içerisinden kurtulması için çekirdeklerin örseleniyordu. Anlamıştı çileli yolculuğun uzun olacağını, yerdeki çul kadar eski ve bakımsız çuvallara doldurulmuştu şimdi. Gürültüsü sersem edecek gibi çalışan eleğe dökülmüştü şimdi, eleniyor eleniyor eleniyordu...
4
Kadran Dergi | Eylül 2016
Bakımsız köye nazaran, son derece süslü bir ambalaj içerisindeydi şimdi, sanki azap bitmişti diye düşünürken, havası alınmış naylon içerinde hapsedildiğini anlaması uzun sürmedi, sarsıntılı eski bir kamyon arkasında muammaya yolculuğu daha yeni başlamıştı belliki. Kalabalık ve durmaksızın çalışan insan ve makineler onları büyük gemilere taşıyor, rutubet kokulu gemi silolarında istif ediliyorlardı. Bitkin düşmüş ve içi geçmişti. Bağırtıyla irkildiğinde, kalabalık bir kentin otantik çarşısında bir tezgah üzerinde buldu kendini. Kendisi gibi yorgun bir hanımefendinin talebi haline gelmişti. Küçük bir ambalajla hanımın misafiri olacağanı düşünüp kendini rahatlataya çalışırken, yine gürültülü bir makinenin dar boğazından aşağı kayıyordu. Bıçaklar bedenin her yerine vuruyor, unufak ediyordu. Takati kalmamış, minik bir kağıt orba içerisine yığılmıştı kahve. En kötüsü oldu işte, lime lime edildin, kaderin buymuş diye düşünüyordu. Hanımefendinin gelen misafirlerinin sesini duydu, mutfaktaki terek üzerinde duran kenarı çatlak eski bir seramik kutu içerisinden. Şimdiki sahibinin ve misafirinin naif muhabbetleri mutfak masası etrafında devam ederken, açılan çekmece vadesi dolmuş bir ruhun sonunu görmüşlüğünü hatırlattı kahveye...
Şimdi, suda boğulacağına mı, kaynayıp pişeceğine mi yanmalıydı?
Hatırası olduğu her yerinden belli olan fincanlar yanıbaşında duruyordu ocağın, duruşuyla fincanlar, ne yanmalar, ne kavrulmalara şahit oldum dercesine bakıyordu hala ocak üzerinde kaynayan cezveye bakarken. Acı sona ermşti, fincanda son nefesini vermek üzere can çekişen meyyitin ağız köpürtülerine benzer köpürmüş gibi. Onun bu köpürmüş hali, ruhunu teslim ederken başkasına hayat ve enerji verecek, ama o bunu bilmeyecekti. Çileli bir serüvenin sonunda, karşılıklı duran iki eski fincanda ayrı ayrı duran bölünmüş bir yürek, teslim edilmiş tek ruh gibiydi artık. Fincanlar cenaze evi sessizliğindeyken, telvesinin vermiş olduğu haz, damaktaki vazgeçilmez lezzet hala kahveyi hatırlatıyordu. İklim yaksa da bedenini, sopalarla dövülüp koparılsan da topraklarından, eleklerden geçsen de ilmek ilmek, pazarlarda satılmış kara bir köle gibi davranılsa hatta ufalansan ve yansa da bedenin, hatrın hatırı için diyerek sesini çıkartmadın. Kırk yıllık hatır kalsın diye dudaklarda ve gönüllerde, sen yandın.. Senden geriye acı bir TELVE kaldı şimdi bulaşık fincanlarda.
Yanmalar hatır olur, hatıra olur yıllar geçse de.
5
Dertli Kalemimden Hasret Nağmeleri Beyza AKYURT
Kağıt özlem duyuyor kalemime, onlar birbirine aşık bense onların aşkında bir perde. Tutsağım sevdalarına. Kürdî sazsemaîsi çalarken gidip geliyor gözlerim, başım; bir ileri bir geri. Dünyanın en güzel şiirini yazmak isterken en güzelin aslında bir yok oluş olduğunu anladım. Şiirin ta kendisi oldum sonra. Kalemim yine dargın yine küskün bana. Kızıyor onları buluşturmadım diye. Bakışamadılar tabi uzun uzun. Halini hatı rını soramadı dertli kalemim. İçini döker gibi akıtamadı mürekkebini çok sevdiği kâğıda. O da şu bizim sînesi geniş yiğitler gibi renk ayırt etmez hiç. Siyah olsa rengini değişti rir beyaz tarafı yla yazar, beyaz olsa siyah tarafı yla yazar. Aşka dâir sazsemaîsi çalıyor ya! En sevdiği... Sonrası işte ben dayanamıyorum onları böyle izlerken. Sanki gözlerimden değil de böyle kalbimden ılık ılık bir şeyler aktı ğını hissediyorum. Usta bir müzisyen kanuna nasıl dokunuyorsa usul usul öyle gibi işte... Kalem diyordum kalem. Ne de olsa bütün aşklara şahit olan kenarları yakılmış bir kâğıt bir de kalem. Kimi defalarca denenmiş buruşturulup bir kenara fı rlatı lmış bir mektup. Ne diyeceğine karar veremeden. Sevgili diye mi yoksa cânânım diye mi başlasam deyip karar verememiş, atmış öylece. Kimisi de uçak yapmış, komşu kızın penceresine uçurmaya çalışıyor. Kalemim gülüyor. Ucuna bir balon bağlayıp gönderse daha güzel uçar diyor belki de. İşte böyle olurken her şey kendince, ben de izliyor, bakıyor ve hüzünleniyorum kendimce. Gitmelere gurbet, kavuşmalara vuslât demişler. Peki, ben gönül yaram kabuk bağlarken ne demeliyim ona? Gel kalemim gel de akıt ızdıraplı mürekkebini bu gece. Masum aşk çaladursun plakta. Şöyle demli, şekersiz birer çay içsek gelsen de. Ama bak, kış gecelerinde gel olur mu? Hem içimiz ısınsın, hem de kış geceleri uzun olur, doya doya sohbet ederiz seninle keyfi mizce. Ellerimi tut, birbirimizin ellerini ısıtalım küçüklüğümüzdeki gibi. Şarkılar söyle kadife sesinle. Ruhuma bir ruh üfl e. Dağılsın gecenin efk ârlı karanlığı, neş’e gelsin gözlerimize. Bak, ısındık bile. Hayali bile güzeldi. Ah be dertli kalem! Sinedekileri döktü bile, yaktı bile, dağıttı yine beni bu gece de. İyi geceler güzel âşıklar, kalemler ve kağıtlar, âşıklar ve aşkı bulmaya çalışanlar...
6
Kadran Dergi | Eylül 2016
Çare midir; bilmiyorum Ayşe BALCI
Bilmiyorum susarak geçer mi çoğu şeyler. Ya da çare midir susmak yaraları sarmaya, ağrıları dindirmeye. Susmak, bir sabır işi değil midir, azizim?! Diline gem vurmak, harflerin ahengi ses tınısı ile buluşmadan yutkunmak. Yutkunmak diyorum bakmayın. Boğaza düğümlenen kelimelerin, cümlelerin haddi hesabı yok aslında. Ama olsun, aldırmayın. Susuyorum işte, tek konuşma yetim ise gözlerden süzülen damlalar. Nereden gelir, nereye gider bilinmeyen bir akıntı. Zaten meçhulü oynamıyor muyuz hayatta? Olduğun gibi değil de olman gerektiği rol içerisinde çeşitli şekiller, renkten renge, pozdan poza. Aslında buna meçhule oynamak deyip de bu güzel kelimenin manasını böyle kirli bir açıklamanın öznesi yapmayalım. Sahtekarlık desek mesela? Kimiz ki biz?! Gerçek kişiliğimiz, kimliğimiz nedir? Özgürlüğü elinden alınan kuşlar misali hayatlar. Kafesin içerisinde aldığı hava, yediği yemek, içtiği su. Söylesenize bu nasıl bir hayat, nasıl bir yaşam biçimi, nasıl bir özgürlük, hür olmak, en önemlisi kendin olmak/olabilmek... Kanat çırptıkça can çekişmenin, nerede görülmüş yaşamak ve nefes almak olduğu. Susuyorum! En derin susuşların köşelerinde. Ne bir haber, ne bir iz, ne bir nefes. İstemeden susuyorum. Zira kırıldım birçok yerinden, parçalandım, dağıldım toparlanamıyorum. Ve daha da kötüsü vakit ilerledikçe kırıldığım yerlerden tekrar tekrar kırılıyorum. Hiç farkında olmadan, fark etmeden kıranlar sayesinde. Susuyorum! Susmayınca onlardan daha fazla kıracağıma, yakıp yıkacağıma... Bilmiyorum, susuyorum işte. Çare midir? Bilmiyorum.
7
HÂSBİHAL VAKTİ Havva ZEMHERİ
Dumanı tüten bir bardak çay mı, yoksa kokusunu ta içinize çekti ğiniz bir fi ncan kahve mi, nedir hasbihale yoldaşınız? Şehrin gürültüsünden uzak küçük bir çay bahçesi mi yoksa yer minderlerinde, sesi yüreğinizi ısıtan bir dostun nameleriyle dolu dört duvar arası mı? Farkı yok değil mi? Zamanın ve mekanın kendini kaybetti ği yerlerin başında gelmez mi hasbihal. Akrep ile yelkovanın koşturmasını fark edemediğimiz, sıcağı-soğuğu hissedemediğimiz, sohbet demini alınca benliğin ortadan kalktı ğı anlar. Yürek dolusu anlattı ğımız, yürek dolusu dinlediğimiz belki bir o kadar sustuğumuz zaman dilimleri. Hayatı anlamlı kılan, tadı muhakkak dimağa yerleşen, hevesle ümitle özlemle beklediğimiz, hasreti ni çekti ğimiz fasıllar. Kendimiz gibi olduğumuz, cümlelerin hesapsız akıp gitti ği yerler. Dilden dökülenlerin yürekten taşanlar olduğu muhatabın bir kelimesini dahi ziyan etmeme adına hassas olunan demler. En son ne zaman yaşadım böyle bir an-ı seyyale diye düşününce cevabı çok gerilerde arıyorsanız, durdurun zamanı. Her şeyi “daha çok” kılmak için çabalamanın, dünya hengâmesinin içinde, nefes aldıracak tatlar yoksa “daha çok” olmasının ne anlamı kalır ki?
8
Kadran Dergi | Eylül 2016
Zamanı durdurmak elbet mümkün değil, yavaşlatalım o halde. Bir dostla hemhal olmayı, ailece yapılan keyifl i sohbetleri, -dünyanın hızına aldırmadan- yürek dolusu hissetmenin güzelliğini sağlayacak zamanları çoğaltalım hayatı mızda. Ta ki gökkuşağı hakim olsun her simada. Yaşamın anlamı biraz da bu değil mi? Vedud isminin tecellisi biraz da bu değil mi veya ruhların diri kalmasının? Hasbihal sonrası gökyüzünün daha güzel olması, her insanın daha değerli hale gelmesi, renklerin daha mağrur, hayatı n daha anlamlı, dünyanın daha yaşanılır olmasını düşünmek başka nasıl açıklanabilir ki? Her gün değil her an yeni bir başlangıç için sebep. Şimdi başlama vakti , hayatı mızda yer edenlerin önem sırasına göz atma vakti . Sadece can bildiğimiz dostlarla değil, masadaki mor menekşeyle, kaldırım taşlarının arasındaki çimenle, akvaryumdaki balıkla, gökyüzünün her tonuyla en önemlisi aynada gördüğümüz kişiyle, öz benliğimizle hasbihal vakti . Kimin kaybedecek zamanı var ki veya hangi zaman kaybedilecek kadar değersiz ki? Bu da hasbihalin hasbihali oldu sanki. Kalem, kağıtla gönül arasında taşıdı durdu, yorulmadan usanmadan. “Vazifem bu” demedi kalem, “Hasbihalde yerim olsun kafi .” dedi devam etti dönmeye.
9
10
Kadran Dergi | Eylül 2016
Yerli Bir Postmodern: İhsan Oktay Anar Eylül İncelemesi - Kadran Dergi Ekibi Her ne kadar kendisi kendi deyimiyle kategorize edilmekten hoşlanmasa da Ahmet Koçakoğlu’nun aynı isimle İhsan Oktay Anar’ı anlattığı kitabın ismini başlık atmayı uygun gördük . 1960 yılında Yozgat’ ta doğan Anar tam bir kitap kurdu olması sebebiyle Karşıyaka Erkek Lisesi’ni yarıda bırakıp kitaplarıyla daha içli dışlı olabileceği için akşam lisesini bitirmiş daha sonra Hacettepe Felsefe bölümünü tamamlamıştır. Yüksek Lisans ve doktora eğitimini ise Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünde tamamladıktan sonra 2011 yılında emekli olana dek öğretim görevlisi olarak çalışmıştır. İyi bir yazar olmak için önce iyi bir okuyucu olmak gerekir sözünün hakkını belki de abartarak veren Anar’ın roman ve hikayelerinde Doğu ve Batı destanlarına, mitlerine, halk hikayelerine, hatta semavi dinlerin kitaplarında geçen bazı olaylara yapılan ince göndermeleri fark ettiğinizde kitapları olay örgüsü haricinde bambaşka bir derinlik kazanmaktadır. Belki de bu yüzden birden çok izlenen, her izlendiğinde yeni bir şeyler fark ettiren kült filmlerde olduğu gibi Anar’ın kitapları da kendini birden fazla kez okutturma yeteğine sahiptir. Öyle ki kendinizi bir kitabın peşinde hakkında yazılan tezleri karıştırırken bile bulabilirsiniz. Romanlarında ve hikayelerinde her ne kadar fantastik sayılabilecek ögeler olsa da onun kahramanları bu topraklardan çıkan ayağı yere basan gerçekçi ve yerli karakterlerdir. Doğu anlatı geleneği ile Batılı modern teknikleri bir araya getirip kendi üslubunu oluşturmuş
ve adeta daha önce eser verilmeyen yeni bir alan oluşturmuştur. İşlediği olaylar yarattığı karakterler oluşturduğu mekanlar da insana hiç yabancı gelmez. O kitaplarında bize uzak olan yerleri özlemle anlatmaz tam tersi bildiğimiz içinde olduğumuz topraklarda ne kadar da unuttuğumuz şeylerin olduğunu gösterir. Anar’ın “Ben oryantalist değilim. Yani ben Doğucu değilim Doğuluyum. Ben bu coğrafyanın insanıyım ve bu benim elimde olan bir şey değil. Bunda herhangi bir övünme ve yerinme gibi bir durum da söz konusu değil. Ben Doğuluyum çünkü ağır yağlı yemekleri severim, Evliya Çelebi okumaktan zevk alırım, Uğur Rıza’yı dinlemekten hoşlanırım. Bu zevkler benim Doğulu olduğumun küçük göstergelerinden birkaçı... Doğucu olmakla Doğulu olmak arasındaki fark, kral olmakla kralcı olmak arasındaki fark kadar büyüktür.” sözleriyle kendisi de bu durumu açıklamıştır.
11
Anar’ın yazın biçiminde göndermeler sıkça mevcutt ur. Amat’ta İsrafi l adındaki çocuğun görevi gözcülük yaptı ğı yerden düşman gemisi gördüğünde boynundaki borazanı üfl eyerek gemi kaptanına haber vermesidir. Bu da İslamiyett e kıyamet habercisi olan meleğe yapılan göndermedir. Efrasiyab’ın Hikayelerinde ise iç içe geçmiş binbir gece masallarına benzer şekilde bir hikaye anlatı mı söz konusudur. Yazar kitaplarında yazdığı diğer kitaplarına bile göndermeler yapmıştı r. Puslu Kıtalar Atlası’nın baş karakterlerinden Uzun İhsan Efendi Efrasiyab’ın Hikayeleri’nde Ölüm’ün canını almak için mahalle mahalle aradığı bir yan karakter olarak karşımıza çıkmaktadır. Yazarın okuma sevgisi onu tarihe,dile, felsefeye, matemati ğe, mekaniğe hakim birikimli biri haline geti rmiş tüm bu birikimini edebiyat altı nda birleşti rmesi ise biz okuyucuları için büyük bir nimet olmuştur. Amat’ta olayların çoğunluğu 1500’lü yıllarda Akdeniz’de korsan bir gemiyi aramakla görevli bir gemide geçmektedir. Yazar o yıllarda kullanılan gemicilikle ilgili terimleri romanda kullanmış bu yolla karakterleri okuyucununi gözünde daha gerçekçi hale geti rmişti r. Aynı şekilde Puslu Kıtalar Atlası’nda yine eski zamanların Galatalı
12
kabadayılarının kullandığı argo kelimeleri kullanmayı seçmişti r. Ayrıca yine Puslu Kıtalar Atlasında Osmanlı’da çok yaygın olan savaşlarda kalelerin altı ndan yol açmaları için kullanılan lağımcı askerlerden biri hikayenin baş kahramanlarındandır. Yazar hakkında kullandığı kelimelerin çok eski ve ağır olduğu eleşti risi yapılsa da bu onun karakterleri olayları okuyucuya en iyi şekilde anlatmak için bulduğu önemli ve emeğin olduğu bir yoldur. Bu emeği Kitab-ül Hiyel de çok daha iyi görebilirsiniz. Yazar kitapta geçen makinelerin çalışma prensiplerini çok iyi bir şekilde beti mlemekle kalmayıp kendisi kitap için resimlerini de çizmişti r. Yine çoğunlukla romanlarda kullanılan çizgisel zaman yerine Türk romancılığında rastlamaya pek alışık olmadığımız döngüsel zamanı Amat’ta başarılı bir şekilde işlemişti r. Romanlarına başlamadan önce yaptı ğı tüm bu araştı rmaya rağmen yazar öz eleşti ri yapmada sınır tanımaz . Tamu adlı çalışmasını yazdıktan sonra dört sene boyunca çeşitli yayınevleriyle görüşme yapar ve yayınlamaktan vazgeçer. İhsan Oktay Anar’ın yayınlanmış 7 kitabı bulunmaktadır: Puslu Kıtalar Atlası, Kitab-ül Hiyel, Efrasiyab’ın Hikayeleri, Amat, Suskunlar, Yedinci Gün ve Galiz Kahraman Kitaplarını yeni okuyacak olanlara tavsiyemiz yukarıdaki yayın sırasını takip ederek okumalarında fayda olacağı yönündedir. Yazarın üslubunu tanımak diğer kitaplarını heyecanla okumayı beklemek için bizce Puslu Kıtalar Atlası biçilmiş kaft an. Bu kitap ayrıca İlban Ertem’in büyüleyici çizimleriyle çizgi roman haline de geti rilmişti r. Çizgi roman meraklılarına da duyurulur.
Kadran Dergi | Eylül 2016
Puslu Kıtalar Atlası: Yazarın edebiyat çevrelerince tanınmasını sağlayan ilk romanı Puslu Kıtalar Atlası 1995 yılında birinci baskısı yapılmıştı r. 238 sayfadan oluşmaktadır. Yirmiden fazla dile çevrilen ve Kültür Bakanlığı’nca tanıtı mı yapılan eserin sinemaya uyarlanması düşünülmüş, ancak sanatçı bu teklifi kabul etmemişti r.
Amat: Eser 2005 yılında basılmıştı r. Amat, 235 sayfadan oluşmaktadır. Ayrıca Amat neredeyse tüm Türk yazarlarca 2005 yılının en iyi romanı seçilmişti r.
Kitab-ül Hiyel: Anar’ın ikinci çalışması olan Kitab-ül Hiyel, 1996’ da basılmıştı r. Üç ana bölümden oluşan bu eser, 144 sayfadır. Ayrıca yazarın Kitab-ül Hiyel’deki mekanik çizimleri Kasa Galeri’de “Çizime Farklı Yaklaşımlar” başlıklı bir karma sergide yer almıştı r.
Suskunlar: Anar’ın bu eseri ilk olarak 2007 yılında 40.000 adet olarak basılmıştı r. Suskunlar üç ana bölümden ve 269 sayfadan ibaretti r. Ayrıca İhsan Oktay Anar’ın bu eseri, “2007 yılı 1. Oğuz Atay Roman Ödülü”ne layık görülmüştür.
Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri: İhsan Oktay Anar’ın bu eseri ilk olarak 1998 yılında ilk baskısını yapmıştı r. Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri 245 sayfadan oluşmaktadır. Aynı zamanda eser, Zeynep Avcı tarafı ndan ti yatroya uyarlanmış ve 18 Kasım 2001’de Isıl Kasapoğlu yöneti minde İstanbul Devlet Tiyatroları’nda sahnelenmişti r.
Yedinci Gün: Roman, Ağustos 2012’de yayımlandı. Kitap 2. Abdülhamid dönemi Osmanlısında geçiyor ve ana karakter İhsan Sait’in gelecekten kendisine aşk mektubu gönderen Prenses Döjira’ya ulaşma çabasını anlatı yor. 1930’lara giden ana karakterimiz hayatı boyunca başından geçenleri 6 günde bu kitaba yazdırıyor ve 7. gün dinleniyor.
Galiz Kahraman: 17 Ocak 2014 tarihinde İleti şim Yayınlarında çıkan fantasti k kurgu türü kitabı. 192 sayfadan oluşmaktadır. Yazar kitabın ana karakteri Kasımpaşalı bir hırsız olan İdris Amil Efendi’nin doğumundan cezaevi yolcuğuna kadar olan süreci anlatı yor. Kitap yazarın konusu Osmanlı döneminde geçmeyen ilk romanı olma özelliğini taşır.
Twitter ve İnstagram’ da 30 Eylül tarihine kadar #kadrandergi ve #ihsanoktayanar hastagi ile paylaşım yapanlar arasından çekilişle belirlenen 3 kişiye İhsan Oktay Anar’ın ikinci romanı Kitab-ül Hiyel’i gönderiyoruz. 13
GİTARIM VE DUT AĞACI Ercüment EŞSİZ
İlk gençlik yıllarımdı. Dokuz Eylül Üniversitesi, Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık bölümünde öğrenci olduğum yıllar. Eğiti m-öğreti m dönemi boyunca alışkın olmadığım yoğunluktaki hayat akışı, trafi ği, kalabalığı ile boğulduğum İzmir’den, son fi nal sınavından çıkar çıkmaz yine İzmir’in en küçük ilçesi Beydağ’a kaçtı ğım yıllar. Sessizlik, sükunet ve huzuru bulduğum yer. Anadolu’nun küçük bir beldesinde doğup büyüyen, huzuru yeşilde arayan birisi için bırakın İstanbul’u, İzmir’in kalabalığı bile çıldırtı cı olabilir. İlk otobüsle, elimde bavulum, omzumda gitarım sevgiliye gider gibi giderdim o zamanlar dağ eteğinde kurulmuş, yeşil gözlü, mavi başlı bu sükunet beldesine. Gitarımın bana en güzel yoldaş olduğu, her türlü derdimi, mutluluğumu, heyecanımı onunla paylaştı ğım ne de güzel günlerdi o günler. Müziğe olan merakım ve ilgim küçüklüğüme dayanır benim. Henüz ilkokul yıllarında törenlerde, kutlamalarda sahneye çıkıp şarkı söylemeye bayılırdım. Üniversiteye başladığım ilk haft a, elimdeki neredeyse tüm parayla gidip bir gitar almıştı m. Gitarla böylelikle başlayan ve sonrasında tutkuya dönüşen ilişkimizin doğumu, tam da 1999 yılının eylül ayına denk gelir. Müzik tutkunu, hemen her gencin en çok çalmak isteyeceği iki müzik aleti nden biridir gitar. Hoşlandığı müzik tarzına, yeti şti ği kültüre göre ya gitar yada bağlama çalmak ister ortalama bir Anadolu çocuğu. Ben de, dinlemekten hoşlandığım müzik türünün etkisinden olsa gerek gitar çalmayı tercih etmiş olmalıyım o yıllarda. Yaz akşamlarında, bir kumsalda, yakılan ateşin etrafı nda, kızlı-erkekli grupların kendinden geçip, gitar eşliğinde, kimi zaman romanti k, kimi zaman coşkulu şarkılar söylediği fi lm sahnelerini mutlaka görmüşsünüzdür ya da, böyle bir sahneyi yaşamışsınızdır hayatı nızda. Benim hayatı mda ise böyle bir sahne hiç olmadı. Gitarımın tellerine dokunduğum çok farklı mekanlar oldu elbett e. Bu mekanların içinde kafeler, parklar, üniversite bahçeleri, deniz kıyıları da vardı muhakkak. Ama benim hayatı mda asıl iz bırakan yaz akşamlarında gitar çalıp, şarkılar söylediğim, memleketi mdeki bir dut ağacının altı oldu. O dut ağacının altı nda yaz akşamlarında çalıp söylediğim şarkılar, bugün hala hafı zamdaki tazeliğini korur ve o yaz akşamlarını hasretle yad ederim. O günlerdeki dinleyicilerimi ise stadları, konser salonlarını dolduran, dünya starı şarkıcıların dinleyici kitlelerine değişmem.
14
Kadran Dergi | Eylül 2016
Peki kim miydi bu dinleyicilerim? Yaşı 70’e dayanmış ihtiyar teyzeler, mahallemizden her yaş grubundan çocuklar ve gençler, orta yaşlı komşularımız, yaz tatilini akrabalarının yanında geçirmeye gelen misafirler ve yoldan geçenler… Her akşam yatsı namazından önce bir ayin, bir tören için toplanır gibi toplanan bu dünyanın en farklı ve benim için en özel dinleyici kitlesinin, bugünün kirli ve yapay gündeminden uzak, samimi, sıcacık, toprak kokan sohbetleri, içilen çayların doyumsuz lezzeti, sonsuzluğa uzanan yarım kalmış şarkılar, hatıralar. İhtiyar teyzeler için çaldığım türküler, gençler ve çocuklar için çaldığım pop şarkıları, özgün müzik seçmeleri ve hemen her gece geç saatlerde Fikret Kızılok’un “Gönül” adlı şarkısı ile yapılan kapanış. Şimdilerde anlıyorum ki bir ritüele bağlamışız aslında biz bu minik konserleri. Önce gönüllerini asla kır(a) mayacağım, öpülesi pamuk ellerin sahibi, Anadolu kokulu ihtiyar teyzelerin türküleri ile başlayan, uyku saatini geçirmeden çocuklar için çalınan pop şarkıları ile devam eden, ihtiyar teyzelerin ve çocukların dağılmasından sonra özgün müzik parçaları ile süren ve “Gönül” ile sonlanan geceler… Bugün hala memlekete her gittiğimde, o dut ağacının altından her geçişimde, içimi titreten hatıraların, yarım kalan şarkıların, hasretlerin, birbirinden farklı hayat hikayelerinin, o dut ağacının dallarında asılı kaldığını ve ruhuna sindiğini görürüm. Bir gün cesaretimi toplayabilirsem, o ağacın dallarında asılı kalan tüm anılarımı heybeme doldurup getireceğim yanımda. Mezarıma o ağaçtan koparılmış bir dal dikilmesini, heybemle birlikte gömülmeyi vasiyet edeceğim. Ve sonsuza kadar saklayacağım, o anıları koynumda.
15
CANHIRAŞ Betül ŞENOL
İçimde derin bir okyanus var şimdi. Simsiyah sulardan griye boyanmış gökyüzüme açılan, fı rtı naya karşı mücadele eden gemilerim. Meft un bir hal benimkisi. Akıl erdiremediğim, doğruyu yanlışı ayırt edemediğim. Yolları şaşırıp kaybolduğum bir hal. İçim alevler içinde, dışım buzdan bir kale adeta. Tüm düğümlerimi yanlış bağlamış, kaçan yağmurlarıma sarılmış gibiyim. Gitmekle gelmek arasında şimdi gemim. Yoksa gitmek de gelmek midir aslında? Mesela yağmur bulutt an toprağa gidip sonra bir daha döner mi buluta? Bir döngü mü bu gidip gelmeler? Ortası olmayan bir iş bu. Bizim göremediğimiz, zamanı gelince bize gösterilen bir mukadderat aslında. Kaçışı olmayan, her anında imti hana tabi tutulan kayıtlardan ibaret. Griye boyanmasa gökyüzü verir miydi ki yağmurları? Sonbahar olmasa uğrar mıydı ilkbahar? Zahmet olmadan olur muydu rahmet? Doğru limanı bulmaksa bu gidip gelmeler... “Gemilerim bırakın kendinizi sulara, simsiyah sular bir gün aklaşır, gri gökyüzüm bir gün açılır elbet.”
16
Kadran Dergi | Eylül 2016
İS Emrah GÖK
Hiç bıkmadığım manzarama benimle birlikte eşlik eden farklı hislerin ortasındayken aniden zamana geç kaldığımı, güneşin bir türlü sığamadığı penceremin kenarına koyduğum mumun, üst taraft a bıraktı ğı isin üstüne yazılmış yarı okunaklı hayallerden anlıyorum. Heyecanın önüne geçen keskin bir panik hissiyle ne diyeceğimi düşünürken, ilk defa bu kadar aydınlattı ğını fark ediyorum ti trek ellerimde bir an önce bitmek isteyen mumun. Kapıya yeti şmek için attı ğım adımların ardı sıra gelmiyordu sanki tı pkı eskisi gibi. Bir zamanlar elimin yeti şmediği o sürgüye elimi attı ğım zaman, buradan çıkmak isteyen o küçücük ellerin sıcaklığını hissedebiliyorum hala. Kapıyı açarsam acaba yine dolar mı evin içi küçücük ayakların çıkardığı sesler ve bitmeyen o saf ufak gülüşlerle? Yorgun duyguların karıştı ğı karanlığa rağmen bir anıya takılmamak için adımlarımı dikkatli atı yor, rahatsız etmemek için dil ucunda mırıldanıyorum. Eksikliğini hiç hissetmediğim bir dostun bana verdiği sonsuz huzur tadındaki karanlık ortasında diğer odaya geçerken, iç sesimin bana bir şeyler anlatma çabasını, ti trek elimdeki mumun belli belirsiz oluşturduğu gölgelerden çıkarıyorum. Derken gözlerime çarpıyor duvara asılı bitmeye yüz tutmuş sıska bir takvim ile çaresizce bir çerçeve içinde volta atmakla meşgul saati m. Hemen yanında ise zamanın çalmaması için tüm mutluluğun sıkıştı rıldığı çivisi düşmüş bir tablo... Biraz daha yakından bakmak için yakınlaştı ğımda içinde bulunduğum durumdan oldukça uzaklaşıyorum. Bir şeyler ararcasına incelerken tabloyu, camına düşen yansımamla tanışıyorum. Tablonun içindeki ben, fakat camına yansıyan benden çok fazla bir başkası. Kendi içimde belirsizliğe düşerken mum yavaşça biti yor ve şimdi tamamen belirsizlik içinde olduğum bir geceye “Merhaba” diyorum.
17
GÜNEŞE YOLCULUK Aybike ULUBAŞ
Hiç güneşe çıplak gözle baktı nız mı? İnsanın gözleri ne kadar acır bilmelisiniz. Uzun zamandır güneşe çıplak gözle bakmak yetmiyormuş gibi güneşe doğru yol alıyorum. Gözlerim halini sormaya gerek bile yok. Vücudumun her yerinde hissediyorum güneşin yakan ateşini. Ellerime bakıyorum. Henüz görünürde bir şey yok fakat bir yabancı dokunsa fark eder elbet, yanıyorum. Öyle bir yanıyorum ki, hangi bir yanardağın ateşiyle tarif edebileceğimi bilmiyorum bu ateşi. Sanki, en sevdiklerinden hiç ummadıklarını duymuş gibi. Sanki, artı k duymamak için kulaklarını tı kamak zorunda kalmış gibi. Daha da yaklaşıyorum güneşe bu sefer kıyafetlerime takılıyor gözlerim. Gömleğimin ucu tutuşmaya başlıyor. Ne yapayım nasıl söndüreyim demeye kalmadan pantolonum da alev alıyor. Yanmaya başlayan kıyafetlerimden ötürü galiba, tüm vücudum acıyor şimdi. Lakin yüreğime sıçramadı hala acısı. Kıyafetlerimin kül olması bile engellemiyor hala yol alıyorum güneşe. Yalvarıyorum beni o yolda zorla itti renlere, kıyafetlerimiz diyorum yanıp kül oldular. Bakın üstünüze başınıza, tozdan başka bir şey kalmadı geriye. Ne olur diyorum dönelim geriye, daha ilerisi içimize düşürecek koru. Aman diyorum. Ama bırakın dikkate almayı kulaklarını tı kayan bağırıyor; “Bu tozdan ve külden kıyafetler yıllardan hasreti ni çekti ğimiz şeylerdi, güneşe yol aldıranlara selam olsun!” Hızla yol alıyoruz. Artı k vardım sayılır, neden bilmiyorum en önünde ben varım seyahat edenlerin. Kaderin cilvesi belki de ama bu bana gerimde olanlara gördüklerimi söyleme imkânı tanıyor. Arkamı dönüp tekrar sesleniyorum ‘insanlarıma’; “Ateş artı k yüreğime varıyor yine de devam edecek miyiz?”
18
Kadran Dergi | Eylül 2016
Hep beraber çınlatı yorlar evreni “Güneşe yol aldırana selam olsun!” Diyorum ki, “Yanacağız o halde, varsın yanalım.” En başta ben yanacağım diyorum. Belki beni görünce dönerler gerisin geri diye canımı dişime takıp hızıma hız katı yorum. Artı k onları geride bıraktı m sayılır. Lakin gitti kçe tüm vücuduma çarpan ateş artı k yüreğimin derinliklerine kadar vardı. Alev alan vücudum değil de yüreğim öyle bir acıtı yor ki canımı, bunca acıya rağmen arkamdaki kalabalığın gelmesine kendim dahi şaşıyorum. Hemen arkamı döneyim de söyleyeyim burası yangın yeri, geri dönsünler. Sırtı mı dönmemle beynimden vurulmam bir oluyor. Bir yığın insan görüyorum üzerlerinde hiç bir kıyafet kalmamış, elleri ve alınları güneşin sıcağından kapkara olmuş. Öyle hızlı yol alıyorlar ki bu yöne, yüreklerinin yanmaması imkânsız. Ama yanmıyorlar, hiç birinin yüreğine kor düşmüyor. Ben diyorum rüya görüyor olmalıyım, çünkü bu gördüğüm mümkün olamaz. Sonra okuduğum bir kitap geliyor aklıma gözleri var olup görmeyenlerden kulakları var olup işitmeyenlerden bahseden. Diyorum ki, yürekler var olup yanmayabiliyormuş demek ki. Ben de dönüyorum yüzümü tekrar güneşe. Son sürat yola devam ediyorum, mecburen. Yanacağım elbet herkes gibi fakat yüreğim de yanıyor ya, ne mutlu. Artı k hiçbir ateş beni yüreksizlik kadar yakamaz.
19
TAARE ZAMEEN PAR Tuğçe ARICAN
İMDB: 8,4 Tür: Dram Yönetmen: Aamir Khan Senarist: Amole Gupte Başrol Oyuncuları: Aamir Khan, Darshell Safary Uzun zamandır sosyal medyada paylaşılan bir söz var. Sizde takip ediyorsanız eğer muhakkak denk gelmişsinizdir. Şöyle ki; “Hayatt a en büyük mucize küçükken iyi bir öğretmene rastlamaktı r.” Peki bu neden bu kadar önemli hiç düşündük mü acaba. İşte fi lmimiz tam da bu konu üzerinde durmuş. Baş kahramanımız İshaan (Darshell Safary). Çok yaramaz, yerinde duramayan bir çocuk. İki yıl sınıft a kalmasına rağmen okumayı öğrenemeyen İshaan; sık sık derslerden atı lır ve çevresindekileri sürekli kızdırır. Bir sıkıntı sı var belli, fakat birçok öğretmeni ve ailesi de dahil kimse sorunun ne olduğunu anlamaz. Öğretmenleri onun gerizekalı olduğunu düşünür ve özel eğiti mli okullarda okumasını tavsiye ederler. Fakat babası bunu kabullenmez, yaramaz olduğu için çocuğunun böyle olduğunu söyler. Ve oğlunu ceza olarak normal öğrencilerin gitti ği yatı lı bir okula yollar. Gelin görün ki burada çok daha zor zamanlar karşılar İshaan’ı. Daha sert öğretmenler, daha katı kurallar ve bir de aile özlemi. Ve ona destek olan tek kişi ise sıra arkadaşı olur. Minik İshaan’ın okuldaki zor günleri yeni resim öğretmeni Ram Shankar Nikumbh (Aamir Khan) gelene kadar devam eder. Ve İshaan’ı ilerde güzel günler beklemektedir.
20
Kadran Dergi | Eylül 2016
İshaan, Bay Nikumbh sayesinde o büyük mucizeyle karşılaşır. Lakin çevresi İshaan’ı biraz içine kapanık biri haline getirmiştir. Bu yüzden Bay Nikumbh’a hemen açılamaz. İshaan’ın resme olan ilgisi ve diğer arkadaşlarından uzak oluşu öğretmeninin dikkatini çeker. Acaba sıkıntısı neydi? Acaba hocalar neden ona karşı bu kadar kızgın? Nikumbh bunu araştırır ve sonunda bulur. İshaan da kendisi gibi bir “Disleksi” hastasıdır. Tersten yazıp çiziyor ve normal yazıları okuyamıyor. Hayal dünyasında uçup kaçan minik İshaan’a mucize olan Bay Nikumbh hem ona hem de biz izleyicilere ilginç bir gerçeği de öğretiyor. Çoğumuzun bildiği bazı ünlüler de Disleksi hastası olduğu gerçeği. Albert Einstein, Leonardo da Vinci, Graham Bell, Henry Ford, Steve Jobs. Filmi izlediğinizde bu hastalık ile ilgili daha çok bilgiye ulaşabilirsiniz. Sonunda ise Bay Nikumbh un yoğun ilgi ve sevgisiyle İshaan’ın ailesi de dahil olmak üzere tüm okulun gönlünü nasıl fethettiğini de göreceksiniz. Ülkemizde “Her Çocuk Özeldir” diye bilinen filmimizin asıl çeviri ismi “Yerdeki Yıldızlar”. Filmde hem başrolü oynayıp hem de yönetmenlik yapan Aamir Khan ise yine çok başarılı bir yapıta imza atmıştır. 21 Aralık 2007 de gösterime giren film, 13 ödül ve 14 adaylık almıştır. Aamir Khan filmde ilgi ve sevgiye büyük önem verilmesi gerektiği üzerinde durmuş. Bunun yanında arkadaşlığın önemine de değinilmiş. Bollywood’un meşhur ödül töreni Filmfare Awards’da Aamir Khan en iyi film ve en iyi oyuncu ödülünü alırken; Darshell Safary en iyi oyuncu, Amole Gupte ise en iyi hikaye ödülünü almıştır. Film biraz uzun gelse de şüphesiz zamanınızı ayırmanıza değecek bir film. Şimdiden herkese iyi seyirler...
21
Gün Hatrı Merve BEKAR
Bu sabah Herkes sesi kısılmış olarak açtı gözlerini Pek heves etmediği güne. Güneşinse kelimeleri yuvarlayarak konuştuğu bir sabah. Otobüslerin hevesi yok duraklarda durup kalkmaya. Trafi k lambalarına kalsa, Tüm gün kırmızıda kalıp hayatı durdurma çabasında. Martı lar maviye pek vurgun değiller bu sabah. Kuşlar pek bi’ suskun. Çiçekler renklerini savurmuş uzaklara. Sokaklarda çocuklar yok. Mahalle aralarındaki masumiyeti kaybetmişiz gün doğumunda. Etrafı mda vazgeçilemeyen Geri alınamayan hayatlar Darmadağın, kör,topal ve soğuklar. Acılarımız eşitlensin bu şehirde diye Tüm kötülükler mübah. **
22
Kadran Dergi | Eylül 2016
Pencere kenarına geçtim usulca Hiçbir şey bana dokunmasın diye. Günler öylece kendi kendine geçerken Baktım öylece penceremin arkasından. Kapattım perdeyi usulca Gök bile dokunamasın yarama. ** Ardından yıldızlar geldi cam kenarıma Seni yansıttılar bana. Yüzün, Yeryüzünün bütün güzelliklerine gebeydi. Bir de tüm gözyaşları sende Gözbebeklerindeydi tüm incinmişliklerin Gönlündeki sıla hasretiydi tebessümün. ** Yolların yıldızları da buradaydı bu gece Ne çok yol almıştık seninle Sen ayrı, ben ayrı yerlerde Zamanlarda, Mekanlarda, Ben ki hiç kavuşamamıştım sana. ** Şimdi bir güvercin alsın cümlemi Usulca gönlüne koysun Tüm çekilmez günler hatırına, Gönlümün karmaşık coğrafyasında En uzun şarkıları söylemeye çalışacağım.
23
BEETHOVEN VE ŞİDDET Ömer Faruk GÜL
Tarkovsky… Nostalgia fi lminin 1 damla 1 damla daha 2 damla değil 1 büyük damla eder sahnesinin başlangıcı. Kaos ve savaşın sonucunda harabe olmuş bir mekan. İhti mal nükleer saldırısı sonucu gözleri oyulmuş ve elbett e ölmüş bir bebek. Tüm bu trajedi ve dramın arka planında ise Beethoven var: 9. Senfoni. Leon… Mati lda’nın ailesini öldürmeye gelen kötü adamlar ve lideri. Eve girmeden önce sorduğu soru şu bir adamına ‘Beethoven’i sever misin?’ cevap ‘pek sayılmaz’. Ardında ağır silahlara mermiler yerleşti rilip eve girip ortalığı kan golüne çevirecekler. Eve girmeden önce psikopat liderin söylediği söz: “Hissediyorum.. Şu an Beethoven’ın 9. Senfonisi çalıyor.” Hemen ardından evi kan golüne çeviriyor. A Clockwork Orange… Leon’daki psikopatla eşdeğer bir psikopat. “Beethoven dinleyince geriliyorum.” dedikten sonra hayalinde canlanan ögelerin hepsi şiddet içerikli. Tahmininiz doğru. Arka planda 9. Senfoni var. Sinema dünyasının, Beethoven üzerinden verdiği mesajı anlamak güç olmasa gerek. Avrupa Birliği Marşı olan 9. Senfoni barış, kardeşlik ve insanlığı işler. Sözüm ona verdiği mesaj insanlığın makinalaşmasıyla birlikte ortaya çıkan kaos ve terör ile tamamen zıttı r. Yukarıda örneklerini verdiğimiz sinemati k mesajlar, insanlığın, duyguların makinalaşmasını ve dünyanın salt matemati kleşmesini ağır şekilde eleşti rir. Paradoksun heybeti ni gözler önüne serer. Beethoven ile… Sanatı n ve müziğin öncüsünün, barış adına bestelediği senfonilerinin kaos ve gerilim hatt a savaş geti rmesi bu paradoksun boyutunu çizer.
24
Kadran Dergi | Eylül 2016
Bu filmlerden onlarca yıl önce, kendi toprağımızın değerli şairi Nazım Hikmet de 3 şiiriyle bu mesajın elçisi olmuştur. Ama tamamen ters bir şekilde. 20. yüzyılın başlarında komünist rejimlerin desteklediği makinalaşma ve endüstrileşmeyi savunan futurizm ve konstruktivizm akımlarını benimseyerek hem de. Sanat Telakkisi Şiirinde, insanla değil insanın yaptığıyla ilgileniyorum der Nazım: “Dinlenir, dinlenmez değil bülbülün güle karşı feryatları… Fakat asıl benim anladığım dil: Bakır, demir, tahta, kemik ve kirişlerle çalınan Bethovenin sonatları…” Yaldızlı Meşin Kabın’ın son dörtlüğünde; “Efendiler, ağalar, evliyalar, keşişler, Ebedi karanlığın boğulsun kollarında, Artık temiz ruhların aydınlık yollarında, Sade bir din, bir kanun, bir hak işleyen dişler…” diyen Nazım bir devrim ister. İstediği devrim ise ‘hak işleyen dişler’ yani endüstri odaklıdır. Bu devrimini ise insanlığın doğa karşısındaki nedenselliğinin sükut etmesine bağlar. Zaten sosyolojide devrim nedenselliğin kapana kısılmasıdır. Dinde devrim mucizedir. Determinizmin sıkışmasıdır. “Makinalaşmak İstiyorum” dedirtti bu determinizm kıtlığı. Dişlilerin arasına sıkışan determinizm sanayileşmeyi tezahür ettirdi. Ardından sanayileşme futurizm ile kaosu beraberinde getirdi. Kanı, gözyaşını… Ama hepsinden önemlisi matematikleşmeyi doğurdu. Soyut kavramların arasında tıkışıp kaldı insanoğlu. Şiddeti doğru tanımlak yetmiyor artık. Şiddetin sonuçları üzerinde durmak da anlamsız belki. Esas şiddetin zuhur etmesine sebep olan öğeleri bulmak zorundayız. Hem de determinizme bel bağlamadan. Makinaya, endüstriye ve büsbütün matematiğe yani soyuta, idrak-i vehme. Yönelmemiz gereken ise kainat, insan yani kendimiz, salt benliğimiz, biz. Öz beyni kusmak kafatasımızdan...
25
İNSANIN KARIN AĞRILARI ÜÇLEMESİ Betül YAVUZ
I. Benim bir ezberim vardı. Sonbaharda dökülen bütün yapraklara “insanlık” yazacak kadar güç toplayacaktı m. Bastı rılmış güzel duygularımı açığa çıkaracaktı m. Müziğe olan tutkumu herkes bilecekti . Hayallerde yaşadığımı ve hayatı mın çoktan sona erdiğini, kötü adamlar tarafı ndan öldürüldüğüm için Azrail’den özür dilemek istediğimi haykıracaktı m mavisini yiti rmiş göklere. Ne yazık ki, tarumar etmişler göğe bakma durağını. Eser kalmamış insaft an, iz’andan. Utanmasalar martı ları, karınlarını doyurdukları simit parçalarıyla taşlayacaklar. Hayatı burnundan geti rilenleri gördükçe, utanıyorum yaşamaktan. ACI. II. Temeli atı lmış duygular, bu şehri kaldıramıyor artı k. Sağlam olamamak da varmış işin içinde. Gitmek, aslında çürük çıkmakmış. Ah, son kullanma tarihi geçmiş duygular, ne yaptı nız bize böyle? Bu adımlar çok yavan, bu çarpık yürüyüşler tembelliğe dalalet... Gözü kör olsun uykunun. Sadık değil kimse aşkına. Gurur duyuluyor verilen sözler tutulmayınca. Güvensizliğe ne de çok güvenir olduk. Zira yalana iti madımız tam. Dostlar yamyam. Gözleri bile farkında, değdikçe çatlatan nazarların. Hepimiz emir kuluyuz aslında.
KORKU. III.
Yüzlerinizden okumak istemiyorum korkuyu. Düşe kalka büyüyoruz işte. Büyüdükçe büyütmeyin oyunlarımızı. En son oynadığımız gazoz kapağında, bilyede, çelik çomakta kalsın aklımız. Boğmayın bizi gözyaşlarına. Zira daha yeni kurulandık. Peki, nedir bu anlam karmaşası? Kabiliyeti olana mı görünür hâkimiyet? Kalbim yerinden çıkacakmış farz et ve sen seslen insanlığa. De ki: “Yorgunum ama olsun. Etraf yemyeşil olacaksa, dikti ğim ağacın gölgesi mezarıma soyunsun. İstemem, meyvesi de sizin olsun. Ama sakın kavga etmeyin. Yeri gelir, çoktan aza verilir. Zaman gelir, az olan hiç olmayana verir. Sonra? Sonra boynuzsuz koyun boynuzlu koyundan hakkını alır. Belki gökten üç elma düşer. Biri olmayan vefaya, biri kaybolan umuda, biri de hasret kaldığım vuslata. ÜMİT.
26
Kadran Dergi | Eylül 2016
SABIR VE TEVEKKÜL Sinem TOPRAK
İnsan birçok şey ister şu kısacık hayatta. Bazen sonuna kadar direnir almak için bazen de yorgunluğun baskısını hissederek terk eder yaşanılmasını istediği tüm güzel şeyleri. Aslında insan şunu çok iyi bilmelidir; istediği, beklediği, hayal ettiği her şeyin tek büyüsü duadadır. Herhangi bir çabaya, endişeye, üzüntüye girmeye gerek kalmadan Allah (cc) bize lütfetmiş sırrı; Dua ve Tevekkül. Her sanatın arkasında bir sanatçı olduğu gibi; doğa, insan, evren yani kâinat sanatının da şüphesiz bir sanatkârı vardır. Kâinatın sahibinin Allah (cc) olduğunu, bütün varlığın O’nun ‘Kûn’ emriyle yaratıldığını bilen biri ellerini semaya kaldırdığında endişe duymamalı. O isterse eğer bir emriyle dağı paramparça edebilir, bir emriyle güneşle süslenmiş gündüzü bir anda yıldızla dolu geceye çevirebilir, bir emriyle bembeyaz örtünün içinden çıkarır kardelen çiçeğini. “ ﻛن ﻓﯾﻛون/ Kûn Fe Yekûn (Ol Der ve Olur)” O’na inanan bilir ki, imkânsız dediği her şeyin bir emriyle var edeceğini. Her an şükretmeliyiz bizi duyan biri var; bizimle konuşan, bizim yanımızda olan, her koşulda. Seni duyan, her koşulda senin yanında olan elbet verecek gönlündekini sana. Sen şu ayetlere kulak ver; - ‘Göğsünün daraldığını biliyoruz’ (Hicr-97) - ‘Rabbin için sabret’ (Müdessir-7) - ‘Şüphesiz ki, Rabbin sana hakettiğin bütün nimetleri verecek ve sen de hoşnut olacaksın’ (Duha-5) * Rabbin seni duyuyor ve görüyor. Sen O’na güven; dua et ve tevekkülünü unutma. O’na bırak dağılsın tüm bulutlar.. O’na bırak yolunu bulsun tüm umutlar.. O’na bırak yeşersin bütün dualar...
27
Bir Eylül Sabahı Nesrullah ÖZÜN
Mesela uyansak, Gönlümüzdeki sabaha. Kalbimiz her zamankinden Biraz daha hızlı atarak. Gözlerimiz uykudayken, Kuşlar uyandırsa bizi. Ya da bir şehrin uğultusu, Erken uyanmış birkaç çocuk. Gökyüzünü izleriz biraz, Eşsiz mavisinden bahsederiz. Sonbaharı konuşuruz, Dalına vedâ eden yaprakları. Hem şansımız da varsa, Güneş doğmamış olur daha, Bizimle aydınlanır gün. Ne güzel olur bir Eylül sabahı!
28
Kadran Dergi | Eylül 2016
SEN DÜŞTÜN Taha Yasin YILDIZ
Kar yağdı saçlarıma sevdiğim kar yağdı! Ayrılık bir mızrak gibi bağrımda, hâl kalmadı, Ömrün son demindeyim, yüzüm güimedi, Sensiz günlerim bir ömürden geri kalmadı. İz düştü yüzüme derinden, çizgi çizgi, Güz düştü bahârımın üstüne sevdiğim! Köz düştü sol yanımın üstüne, yoksun! Sensiz günlerim bir ömürden geri kalmadı. Mor düştü halka halka gözlerime, Kor düştü yüreğimin üstüne sevdiğim, Hor düştü âlemin bakışı şu zavallı hâlime! Sensiz günlerim bir ömürden geri kalmadı. Bâb düştü yüreğime yâre yâre, üst üste, Şeb düştü günlerimin üstüne kâre kâre sevdiğim, Leb düştü feleğin ızdırâb bûsesinden alnıma! Sensiz günlerim bir ömürden geri kalmadı. Kar düştü saçlarıma tel tel, ince ince kar! Har düştü sineme her biri hançer gibi sevdiğim, Zâr düştü hançereme, diyemedim derdimi yâr! Sensiz günlerim bir ömürden geri kalmadı.
29