Gayr iMeĹ&#x; hurDer gi
Gayr iMeĹ&#x; hurDer gi
Gayr iMeĹ&#x; hurDer gi
Kadran Dergi | Haziran 2016
Gürültü kendine getirmişti, sakinleşince tekrar iskeledeki insanların yarı telaşlı yarı sakin hallerine daldı. Nereye götürüyor, ne anlatıyordu bu karmaşık dalmalar. Tam bir anlam yüklemeye kalkacakken bu sefer de yolculara çay servisi yapmak için güvertede beliren çaycının tepsiye vuruşuyla geldi kendine. Kimisi bir bardak çayla kendine gelmek isterken, kimisi harekete geçmiş vapurun serinliğinden kaçmak için salonun yolunu tutmuştu. İskele her geçen an küçülürken gözünde, iskeledeki geç kalmış birkaç insanın “ eyvahlar “ dercesine hareketlerine ve bankta bir sonraki sefere razı bekleyenlere takıldı gözleri. Neden bu kadar ilgilendirmişti ki bu basit vapur gezisi kendisini? Boş vermişliğe salmak isterken, keskin bir hamleyle attı kendisini arkaya ve üst güvertede vapurun diğer tarafına doğru ilerlemeye karar verdi, hemen yanlarından bir vapur, az önce ayrıldığı limana doğru ilerliyordu, tekrar duraksadı anlamsızca. Bir şeyleri sorgulamak isteyip de nereden başlamasını bilemeyen insanın ruh hali yansımıştı yüzüne. Kaçıp kurtulmak çareymiş gibi, tekrar adımlamaya başladı güverteyi, zaten karşı kıyıya da az kalmıştı. Telaşlı genç bayanın heyecan ve endişe dolu sesi sardı güverteyi, az önce ayrıldıkları limanda kalmıştı sanırım çantaları, ama artık çok geçti. Heyecan hüzne bırakmış, teselli ve akıl vermelerle rahatlatılmaya çalışan genç bayanın yanından öylece geçip yoluna devam etti. Bir belirsizlik, zihninde bir anafor vardı evet ! Ama nedendi ve nereye varacaktı bilmiyordu. Canını da sıkmaya başlamıştı bu yolculuk. Zihni dağılsın diye kendini dışarı atmıştı oysa bugün. Kendisini bu vapurun güvertesinde bulmuş, fakat bunu hiç planlamamıştı. Güvertenin diğer tarafında ki küpeştelere yaslanmışken , şimdi bunu sorguluyordu. Neden buradayım? burada olmayı ben mi istedim ? Planlanmamış bu yolculukta başıma gelenler neden beni bu kadar etkisi altına alıyor diye düşünürken, kıyıya, karşı iskeleye takıldı tekrar. Yanaştıkları iskelenin neresi olduğunu unuttu bir an. Zihni allak bullaktı artık, ayrıldıkları kıyıda anıları kalmışçasına pişman, geldikleri karşı kıyıda ise belirsizliklerin sürprizi vardı şimdi, iskeledeki hareketlilik gözüne, yükselen sesler kulağına çarpıyordu buğulu ve karmaşık. Yüreğini hoplatan o sesle bir kere daha irkildi... Sanki biri, çok güçlü bir ses tonuyla “ ÖLÜM “ diye bağırmıştı... O da nereden çıktı! bu bildiğin vapur sireniydi, ölüm de nereden çıkmıştı, zihni kendisine ne tür oyunlar oynuyor, yada kendisine ne anlatmak istiyordu? Vapurun o ürperten sesiyle şimdi netleşmeye başlamıştı bir şeyler. Ayrıldıkları liman, dünyasıydı, ayrılırken sanki oraya ait ve oradan kopartılıyormuşçasına hafiften hüzne boğan kendisini, vapur kabir alemi miydi yoksa, herkesin kendi bilinmez ve derdinde olduğu ? Telaşlı genç kadın, iskelede unuttuğu eşyası için değil de, gözü dünyada kaldığı ve kabir hayatında bunun pişmanlığını mı çekiyordu yoksa ? Peki bu geldikleri yer de neresiydi ?!
5
Gayr iMeĹ&#x; hurDer gi
Kadran Dergi | Haziran 2016
Donup kaldı oracıkta... Plansız bir evden çıkış ve vapur gezisi, vapurda olan biten düşünce tufanı, insanın hayat serüveni konusunda çok boyutlu ders miydi yoksa? Şimdi anlıyordu. Bu âlemi yaratan yaratıcının, kendisini hatırlatması böyleydi belki. Hiç adeti olmadığı bir şeyi yapmaya karar verdi, ve caminin yolunu tuttu. Birkaç adım attığında diline o mısralar dokunmuştu. Artık demir almak günü gelmişse zamandan, Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan. Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol; Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol. Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli, Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli. Biçare gönüller. Ne giden son gemidir bu. Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu. Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler; Bilmez ki, giden sevgililer dönmeyecekler. Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden. Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden YAHYA KEMAL BEYATLI
7
Gayr iMeĹ&#x; hurDer gi
Kadran Dergi | Haziran 2016
Mektupla ilk tanıştığımda 5 yaşındaydım. İsmimin baş harfini yazabildiğim dönemler. Amcam askerden kenarları güllü kağıda yazdığı mektuplarda benim nasıl olduğumu soruyormuş. Babam öyle diyordu. Sonra o da okumasını bilmediğim kelimelerle cevap yazardı. Son sayfasına da ben elimi koyardım, küçük parmaklarımın etrafında gezdirirdi kalemi. “Yeğenin kocaman oldu.” diye de bir not bırakırdı. Mektupla ilk temasımız böyle oldu işte. Okumayı öğrenince dedemin şair arkadaşından gelen mektuplarla karşılaştırdı beni kader. İnci gibi yazısı vardı Şair Osman’ın. Ben de ona özenip kuzenime mektup yazmıştım bir heves. Sonra hep yazdım. Veda mektupları, tebrik mektupları, özlem dolu mektuplar… Hep farklı illerin farklı sokaklarına. Bursa’ya, Aydın’a, Ankara’ya, Antalya’ya… Rengarenk kağıtları desenli zarflara koyarak mesken tuttum postanenin yolunu. Bazen bir hafta sürdü sahibine ulaşması, bazen de acaba kayboldu mu hissi ile ayları buldu. Mektup yazmanın kıymetini hiçbir şeye değişmem ama bir de beklemek var ki hiç sormayın. Her gün eve dönüşünde kapıdaki banka zarflarının arasında ismini aramak ve göremediğinde hüsrana uğramak. Sonrasında yine beklemek bir gün, bir hafta daha diyerek. Hiç beklemediğin bir anda ise “Sana mektup gelmiş.” cümlesini duyup havalara uçmak. Sanırım burası yazmanın verdiği keyifle kıyasıya yarışır. Biriyle iletişim kurmanın en uzun, en zahmetli, en değerli yolu bence. Bazı mektuplar var, yazıp yazıp bitiremediklerimiz, onlarca sayfayı bulan, her cümlesini çok kez okuyup bir türlü doğru cümleyi seçemediklerimiz, her kelimede acaba yanlış anlaşılır mıyım, eksik kalır mı diye korktuğumuz, göndermeye ne fırsatımız ne de cesaretimiz olan türden. Onlar da postaneye kavuşamayanlardan oluyor ne yazık ki. Raftaki tozlu bir kitabın arasında yerini alıyor. Günler geçiyor, aylar geliyor, yılı buluyor takvimler ama bu mektuplar adresini bulamıyor bir türlü. O tozlu kitapların arasında sahibini özlüyor her geçen günde. Gelecek ne getirir, mektubun izi silinir gider mi bilemiyorum. Lakin kimse mektuba elini sürmese de Milena’ya Mektuplar furyası devam ettikçe adı akılların bir köşesinde kalacak gibi duruyor. Umarım mektup yazmayı, bir mektuba konu olmayı, mektup yolu beklemeyi uzun süre hiçbir şeye değişmem. Ve son olarak bir rica. Postanenin yolunu bilmiyorsanız alın elinize bir kağıt sevdiğiniz birine güzel birkaç satır yazın. Çünkü sadece sevdiğimiz insanlara güzel mektuplar yazılabiliyor. Ve zaman geçiyor, söylemek istediklerimiz için geç olmadan kaleme sarılın. Sonra da her hatasını kabul edip gönderin. İyi beklemeler.
9
Gayr iMeĹ&#x; hurDer gi
Kadran Dergi | Haziran 2016
Yağmur kokulu bahçeler saklı kalbimde. Geceyi içine hapsetmiş umutlar var semasında. Bir hazan yaşıyor en güzel yaz başlarında. Korkak, ürkek mazilerin titretmesiyle dikenli bir tel yutuyorum. Boğazımda yırtarcasına payidar bir acı… Eğilen başımla birlikte gözyaşlarım kulak ardı ettiğim saçlarımın hizasında dökülüyor birer birer. Kalemim muhteris bir divane. Satırlarda aksettirdiği tüm hislerin esiri. Düğümlenen kelimelerimin izahı… Yağmurlarla yıkanmış rüzgarım yönünü değiştiriyor aniden. Buzlu camımın arkasındaki manzaraya şahit oluyorum ilk defa. Haddizatında hep dinlediğim bir şarkıya ilk defa ritim uydurmuşum gibi, hep seyir halindeymişim de ilk defa gözlerimi açmış gibi. Adeta bir “perestiş” gönlüm. Göz çeşmem, kuru toprakları bulmuş, incilerim karanlık denizlere saçılmış, kalbim ince nakışla işlenmiş sabrın düğümü şimdi. Nasip kelimesinin her zerresine inanmış ruhaniyetim. Bir yola gidiş asıl bendeki. Çok fazla gidişatın en doğrusuna yöneliş. Dikenli teli yuta yuta… Göz çeşmemi kuruta kuruta… Semamdaki yıldızlarımı yaka yaka belki de. En kalabalık sokakların bile tek çıkışı bu yol. Bu yol bir “perestiş”.
11
Gayr iMeĹ&#x; hurDer gi
Kadran Dergi | Haziran 2016
Diye bir kelime dizisi sunsa bana. Bir kısım sorularımın cevaplarını bulduğuma sevinmek yerine, kelimemin peşine düşsem. Tüm duygularımızı, yaşanmışlıklarımızı bir yana bırakıp kelimemizin keşfine çıksak. Dünyanın bütün güzelliklerini onunla kucaklayıp, tüm kötülükleri içine bastırıp yok etsek. Ben hala kelimemin keşif yollarında, yol kaybetmekle mükellefim. Hala bulamadım. Sadece tanımlayabiliyorum. Ama harflere konduramıyorum. “Orkide zarifliğinde, Mavinin huzuru Pembe masumiyeti, Sarının neşesi ölçüsünde Bir düş bahçesi. İçinde kızıl bulut türküsü, Savrulan yaprak hışırtısında Duyulan ayak seslerini barındıran Yollarında kuş cıvıltıları, Kucaklıyor dünyayı. Bir kez daha.”
13
Gayr iMeĹ&#x; hurDer gi
Kadran Dergi | Haziran 2016
Haziran’ın herkes için ayrı bir mânâsı var. Kimine yazlık-yayla, kimine tatil, sınav, sıcak, futbol severlere Avrupa Kupası veya bu yıl için Ramazan/oruç vs. ama benim ve son sınıf öğrencileri için ayrı bir anlamı daha var ki; o da “Mezuniyet” yani hayatın yeni bir safhasına adım atmanın heyecanlı zaman dilimleri... İşte tüm bu düşüncelerle birlikte bu yazıyı “Bitirme Tezimi” teslim etmenin arefesinde yazmıştım, “Yarın tezin fotoğrafını çekip paylaşacağım ama ne yazsam açıklama kısmına?” diye düşünürken. Sonra okuyan her öğrencinin satır aralarında, en az bir cümlesinde kendisini bulabileceği bir şeyler yazayım dedim. Son demlerini yaşayan “Bir Üniversitelinin Mezuniyet Denemesi” niyetiyle “Aldım kalemi elime” demek isterdim ama mâlum teknoloji çağı. Klavyeyi yaklaştırdım parmaklarıma... Evet, Tez Fotoğrafını paylaşmayanı mezun etmeyeceklermiş gibi bir hava vardır sanki değil mi? Eee ne de olsa diplomadan sonra 5 yıl okumanın en havalı kısmı. Tabi bir de mezuniyet var. Her neyse… Biz de geldik yolun sonuna, daha doğrusu “bir yolun daha sonuna” sırada yeni yollar, belki engeller ya da farklı farklı dönemeçler var. Böyle böyle biter ömür denen en uzun yol. Her son sınıf öğrencisi gibi benim de aklıma hazırlık sınıfı yılı geliyor, hatta daha öncesi; 6-7 Eylül Kayıt günü ve heyecanı… Sonra “Burdan Şehir Merkezi’ne (Konak) nasıl gideriz abi?” diye sorduğumuz, “Otobüs Kartı (eshot)” çıkana kadar da yürüdüğümüz, kestirme yollar aradığımız, biter mi bu 5 yıl dediğimiz günler... Bir de şehre alışmaya çalışırken, kendimizi yalnız hissetmeyelim diye çabalayan hazırlık sınıfı hocalarımız (bu arada üst sınıfa geçince sizi unutmadık, sadece yoğundu biraz dersler, o yüzden pek uğramadık) vee yeni tanıştığımız dostlarımız... Evet bitti o günler, geçmez dediğimiz o uzun yıllar. Şimdi geldi vakti ayrılmanın, ömrümüzün bir parçasından. Değer biçilemeyecek günlerimizden, her biri eşsiz anılarımızından... Bu güzel günleri unutmayalım olur mu dostlar? Sahi ya, nasıl unutabiliriz ki bu günleri? Bazen bitmesin istediğimiz keyifli dersleri, 12:55’te gidince “Daha mesai başlamadı.” diyen Öğrenci İşlerini, vize ve finalleri, büte bırakan Hocaları, sanki hiç öğrenci olmamış “Sniper” Asistanları, not vermeyen arkadaşları, kopya veren dostları, imza atan kankaları, güldüğümüz yılları, bu özel insanları ve daha nice güzel hatıraları... Ne yaparsın? Bitiyor elinde küçük bir çantayla geldiğin ama valizlere sığmayacak hatıralarla döneceğin koca 4/5 yıl... Dile kolay. Haa bir de Fakültesinden sürekli şikayet eden arkadaşlar, size de birkaç şey deyip bitireyim; şu ara son sınıflarla muhabbet edin isterseniz ya da geçen sene mezun olan tanıdıklarınızla. Onlar ne diyor bakalım, bu günlere dönmek istiyorlar mı? Belki bugünlerinizin kıymetini bilmenize yardımcı olur? “Kalanlara selâm olsun.”
15
Kadran Dergi | Haziran 2016
EPİLEPSİ TEDAVİSİNDE ‘’KETOJENİK DİYET’’ UYGULAMASI Eskilerden gelen ancak son dönemde adını sıkça duyduğumuz ketojenik diyetin, epilepsi hastalığı ile etkileşimini, olumlu ve olumsuz etkilerini sizler için bir araya getirdik. Öncelikle epilepsi hastalığını kısaca tanıyarak başlayalım. EPİLEPSİ NEDİR ? Epilepsi, özellikle çocuklarda yetişkinlere nazaran daha sık görülen bir merkezi sinir sistemi bozukluğudur. Şiddetli ve ani nöbetlerle periyodik olarak görülür. Hastalık kendini bilinç kaybı ile belli eder, ancak nöbetler dışında epileptik hastaların sağlıklı bireylerle herhangi bir farkı yoktur. NEDEN KETOJENİK DİYET ? Hipokrat zamanından günümüze kadar epilepsi tedavisinde çeşitli diyetler uygulanmıştır, ancak bu konuda en etkili diyetin ketojenik diyet olduğu gözlemlenmiştir. Henüz ilaçla tedavi yöntemleri geliştirilmeden önce epilepsi tedavisinde yüksek yağ içeren, ketozisi ilerleten diyetler uygulanmıştır. Bugün ise bu diyetlerin yanında antikolvülsant ilaçlarında kullanıldığı bir tedavi planı izlenmektedir. Ancak gerek kullanılan ilaçlardan, gerekse düşük karbonhidratlı beslenmeden kaynaklanan bazı mikro besin öğelerinin eksikliği görülmektedir. Bu eksiklikler doktor ve diyetisyen tarafından yaşa ve ihtiyaca uygun tabletler ile giderilir. Kullanılan tabletler karbonhidrat içerdiğinden dolayı, kesinlikle bir uzmana danışılarak alınması çok önemlidir. Ketojenik diyet, genellikle okul öncesi ve ilkokul dönemi çocuklarda hafif epilepsi nöbetlerini kontrol etmede en etkili yoldur. Bunun yanında ketojenik diyet son dönemlerde ilaçlara karşı dirençli epilepsi hastalarının tedavisinde de ilk sıralarda tercih edilmektedir. Ancak diyetin yüksek oranda yağ içermesi diyetin uygulanmasını zorlaştırmaktadır. Diyet uygulanırken ortaya çıkan diğer zorluklar ise diyette kullanılacak besinlerin titizlikle tartılması, menü planlamasının dikkatli bir şekilde yapılması ve sürekli kontrol edilmesidir. KETOJENİK DİYET NEDİR VE NASIL UYGULANIR ? Öncelikle her hastanın diyet listesinin bireysel olarak hazırlanması büyük önem taşımaktadır. Ketojenik diyet yüksek oranda yağ, düşük oranlarda protein ve karbonhidrat içeren bir beslenme düzenidir. Ketojenik diyet tedavisinin başlangıcında hastanın hastaneye yatırılarak izlenmesi gerekmektedir, çünkü öncelikle hastanın 24-48 saat süreyle aç bırakılması(sadece su alımı vardır) ve yaklaşık 6 saat aralıklarla kan şekeri kontrolü yapılması gerekmektedir. Ayrıca hastanedeki süreçte anne ve babaya bu konu hakkındaki gerekli eğitimler verilmeli, gerekli davranışlar gözlemlenmeli ve gerekirse uygun olmayan değiştirilmelidir.
17
Gayr iMeĹ&#x; hurDer gi
Kadran Dergi | Haziran 2016
KETOJENİK DİYETİN KOMPLİKASYONLARI VE DEZAVANTAJLARI NELERDİR ? Akut ve kronik dönem olmak üzere iki farklı zamanda yan etkileri gözlemlenir. Ketojenik diyet tedavisinin akut dönemde potansiyel yan etkileri • • • • • • • • •
Yorgunluk Konstipasyon(kabızlık) Besin reddi Nöbet sıklığında artış Asidozis Hipoglisemi Reflü Artmış ketozis kusma
Ketojenik diyet tedavisinin kronik dönemde potansiyel yan etkileri • • • • • • • •
Sekonder karnitin eksikliği D vitamini eksikliği Vücut ağırlığı kaybı Büyüme geriliği Kemik mineral yoğunluğunda azalma Kemik kırıkları Dislipidemi Böbrek taşı
Bu diyet tedavisi bütün epilepsi tiplerinde etkili değildir. Uygulanacak hastanı yaşı önemlidir. Erişkin bireylerde uygulanması önerilmemektedir. Yüksek yağ içeriğinde dolayı diyete uyumda sorunlar yaşanabilir. Düşük karbonhidrat içeriğinden dolayı bazı mikro besin öğelerinin eksikliği oluşabilir. Bunlar tiamin, folat, pantotenik asit, kalsiyum, fosfor, demir, D vitamini ve iz mimerallerdir. Besinler titizlikle tartılmalıdır ve sürekli diyet kontrolü yapılmalıdır. İyi bir ekip çalışması ve ailenin sağlık personeli ile sürekli iletişim içinde olması gerekir.
19
Gayr iMeĹ&#x; hurDer gi
Kadran Dergi | Haziran 2016
Hiç bulut olmayı düşündün mü aziz okuyucu? Şimdi nereden çıktı bu soru, bu nasıl bir hayal gücüdür dediğini duyar gibiyim. Ama bir düşün; gökyüzünde nazlı nazlı salınıyorsun, kimi zaman yağmur olup temizliyorsun içindeki kiri pası, kimi zaman şimşek olup atıyorsun öfkeni, kimi zamanda yıldırım olup kendinle beraber başkalarını da ateşe veriyorsun ve işte o zaman yakıyorsun içindeki gemileri... İstediğin, özlediğin her kim varsa, belki çok uzakta dahi olsan görebiliyorsun ve rüzgar sana onun kokusunu getiriyor. Düşünsene milyarlarca koku arasından onun kokusunu alabiliyorsun. Çünkü onun kokusu kimseye benzemez azizim. Bir bebek nasıl tanıyor değil mi annesinin kokusunu, nasıl da ayırt edebiliyor onca koku içersinden ona güven veren anne kokusunu? Ne büyük bir mucize değil mi aziz okuyucu? İşte bir bulut olsak göklerde, rüzgarın getirdiği o milyonlarca koku içerisinden kimin kokusunu duymak istiyorsak, kimin kokusunu çekmek istiyorsak ciğerlerimize rüzgar bize o kokuyu getirir. Sen iste yeter ki azizim, rüzgar sana kokusunu şimdi bile getirir. Sen yeter ki o kokuyu içine çekmek iste... Mesela rüzgar ne yöne eserse sende o yöne doğru yolculuğa çıkarsın. Valiz derdin bile olmaz. Tatildesin ve ne giyineceğim derdi yok zira gökyüzünde ne giyindiğinin önemi yok. Gittiğin her gök kubbeden bir parçaya sahip olabilirsin bu sayede. Her notadan şarkılar çalan kendine has bir müzik kasetine sahip olabilirsin. Hem de gökyüzünde kimse neden yüksek sesle şarkı dinlediğine, o şarkılara nasıl ve ne şekilde eşlik ettiğine dahi karışmaz. Zira ruhun en özgür olduğu mekan gökyüzüdür asil dostum. Bir kartal ne kadar özgür ise gökyüzünde, eğer bir bulut olursak, ondan daha özgür olabiliriz. Şimdi işin en güzel yanına geldik azizim. Bir çocuğun hayalinde hiç bitmeyen pamuk şeker olmak... Küçük bir çocukken toprağa uzanıp bulutlara bakardım. Sonsuz bir pamuk şeker zannederdim bulutları. Her zaman bir gün bu bitmeyeceğini zannettiğim pamuk şekerden yemek isterdim. Uçağın camını açıp bir lokma dahi olsa yiyecektim o pamuk şekerden. Ne zaman ki bulutların pamuk şekerden yapılmadığını öğrendim, işte o zaman büyüdüm azizim. İşte o zaman hayal kurmayı unuttum. Hayal kurmayı unuttuk be aziz okuyucu... Oysa ne güzeldi o pamuk şekerin pembesi gibi hayaller kurduğumuz günler? Asıl konuya gelelim, masum bir çocuğun hayalinde olmaktan daha güzel ne var bu kainatta? Çocuk ne kadar masum ise azizim, işte bizde o kadar masum oluruz. Kim masum olmak, masumiyetine yeniden kavuşmak istemez? Gel hadi aziz dostum. Kurtulalım, sıyrılalım şu karmaşık hayattan ve gökyüzünde bulut olalım. Belki o zaman aradığımız huzura ve mutluluğa, kokusunu özlediklerimizin kokusunu duyabilir, gönlümüzde kopan fırtınaları dindirebilir ve en önemlisi bir çocuğun hayali olup büyüdükçe kaybettiğimiz masumiyetimize kavuşabiliriz. Belki bir bulut olursak insan olmanın asıl mahiyetine erişebilir, nasıl insan olunur öğreniriz. Ululardan olmayız ama insan gibi insan olabiliriz bir buluttan öte...
21
Gayr iMeĹ&#x; hurDer gi
Kadran Dergi | Haziran 2016
Ahh Sevgili! Ahh ruh eşim, sen nerelerdesin? Evet tam bu soruların cevabını bulabileceğiniz bir film öneriyorum. Sizlere... “Aşk Ayetleri” veya orijinal adı ile “Ayat Ayat Cinta “. Habiburrahman El Shirazy’nin en çok satan meşhur romanından perdeye aktarılan ve yönetmenliğini Hanung Bramantyo’nun yaptığı film, 11 Eylül saldırılarından sonra terörle İslam arasında bağ kurulmaya çalışılması nedeniyle İslam’ın fedakârlık, sevgi ve sabra dayalı gerçek yüzünü göstermeyi amaçlıyor. Mısır’ın ünlü İslami El Ezher Üniversitesi’nden mezun Fahri Abdullah Sıddık adlı bir öğrencinin aşk gibi yaşamın en çetrefilli problemini İslami öğretiler yoluyla aşmaya çalışmasını konu alan film, İslam’ın kadınlara yaklaşımı ve çok eşli evlilikler gibi hassas konulara değiniyor. Fakir bir ailenin çocuğu olan Endonezyalı bir gencin(Fahri) kazandığı bursla geldiği Mısır’ın El Ezher Üniversitesi’nde başarılarıyla çevresindeki bayanların ilgisini çekmesi ve onların paylaşamadığı biri haline gelmesi anlatılıyor filmde. Mısırda yaşayan Müslüman ve Hristiyan ailelerin kızlarının yanında, Amerikalı ve Almanyalı kadınların ilgisi de Fahri’nin üzerinde. Fahri ise bu durumu sadece Telakki derslerinin hocası ve bir anlamda Şeyhi olan kişiyle paylaşmaktadır. Fahri’nin ağzından olayların cereyan edişine göre İslam’da flörtün uygun olmadığı, yabancılara karşı ülkelerine iyi amaçlar için geldikleri takdirde hiçbir zarar verilmemesi gerektiği, mazlumlara ne şart altında olursa olsun yardım edilmesi gerektiği vurgulanıyor filmin muhtelif sahnelerinde. Almanya vatandaşı olan Müslüman zengin bir ailenin kızıyla, kendi isteğiyle evlenen Fahri’nin, kendisine ilgi duyan diğer bayanların kıskançlıklarına yenik düşerek bir anda tecavüz iftirasıyla Fahri’yi hapse düşürmeleri ve Fahri’nin Mısır hapishanesinde geçirdiği zamanın Hz. Yusuf kıssasına benzetilmiş olması ise oldukça ustaca ve başarılı. Filmde İslam’ın kadına bakış açısı birkaç yönüyle vurgulanıyor. İslam’da kadının alçaltılmadığı ona cennetin ayakları altına serileceğinin müjdelendiği belirtiliyor. Filmi izleyen insan gayrimüslim ise onun Müslümanlara bakış açısını kitlesel hedeften bireysele kaydırmayı hedefliyor. Yani “Birkaç kişinin yaptığı hatalarla bütün bir din ve o dinin mensupları asla eleştirilmemelidir.” deniliyor. Filmi izleyen bir Müslüman ise onu da birçok yönden eğitiyor. Güncel hayatımızı etkilemesi gereken ayetleri, hadisleri yorumlarıyla birlikte hatırlatarak taklitletten ziyade düşünerek hareket etmeyi, işin derinine nüfuz etmeyi öğütlüyor. Ayrıca filmin; Endonezya’da 1997 yılında vizyona girdiği, hasılat rekorları kıran “Titanic” filminin izleyici açısından tahtını salladı ve Aşk Ayetleri, Endonezya’nın Oscar’ı sayılan Citra Ödülleri’ne iki dalda hak kazandı. ‘’ Nazik kalpli bir adama... Uzun zamandır acıdan başka bir şey tatmadım. Acı çekerek kararmıştım. Allah’tan başka kalbimde kimse yoktu. Ama sen nurunla geldin. Sana yakın olmak istiyorum. ...öptüğün bir alnım... sildiğin gözyaşlarım olsun istiyorum... Her zaman senin nurunun özlemini duyan birinden. ‘’ Yapımı: 2008 - Endonezya Tür: Dram, Romantik Yönetmen: Hanung Bramantyo Oyuncular: Fedy Nuril, Oka Antara, Rianti Cartwright, Carissa Putri, Zaskia Adya Mecca Senaryo: Habiburrahman El Shirazy
23
Gayr iMeĹ&#x; hurDer gi
Kadran Dergi | Haziran 2016
Çoğunuz bir vapurda seyahat etmişsinizdir. Kışın ellerinizi keser denizin soğuğu, yazınsa tüm bunaltıcı sıcağa inat yüzünüze üfler serinliğini. Ben İstanbul dışında başka yerde vapura binmedim. Ülkemin çoğu denizini henüz göremedim. O yüzden size satırlarımda anlattığım vapur ya KadıköyBeşiktaş vapuru ya Üsküdar-Eminönü vapurudur. Tam da bu yüzden vapurun arka tarafındaki al bayrağımla beraber gözümün önüne geride bıraktığım yakanın karmaşası geliyor. Ben aslen Anadolu çocuğuyum. Annem doğunun en mübarek şehirlerinden Erzurum’un bir köyünde, babam ise İç Anadolu’nun en üretken yerlerinden olan sanayi şehri Kayseri’de dünyaya gelmiş. Fakat ne gariptir ki ben de Avrupa’nın en büyük ülkelerinden biri olan Almanya’nın Düsseldorf şehrinde… Çocukluğumu geçirdiğim şehir Kayseri, kendimi tanımaya başladığım şehir ise İstanbul. Bu satırları ise Kayseri’den yazıyorum. Ve niye bilmiyorum son zamanlarda kendimi Egeli hissediyorum. Sanırım zeytinyağlı yaprak sarmasına olan düşkünlüğümden. Neden bunları anlattığımı merak edebilirsiniz, söyleyeyim. Bunca karmaşa arasında bazen kaçıp gidesim geliyor. Kendime sığınacak bunca mekan arasında bir şehir bir yer bulamıyorum. Yine de nereye bilmesem bile inatla gitmek istiyorum. Ama bu isteğimi tam olarak deniz havası yüzüme vurduğunda unutuyorum. Diyorum ki, öyle bir yerde yaşamalıyım ki mavinin her tonuna şahit olayım. Öğle vakti neminden bunaltan, akşam ise tatlı tatlı esip üşüten bir denizim olsun. Evimin önünde kumsalım olsun. Yalın ayak saatlerce yürüyeyim. Bir teknem olsun uçsuz bucaksız açılayım sularda. Tam da böyle bir nebze olsun hayal de bile olsa huzuru tadacağım anda yüreğime kaya gibi düşüyor hüzünler. Bir anda yutkunamaz hale geliyorum. Diyorum ki, özgür olmadığım yerde bırak denizi, ekmeği dahi görmez gözüm. Düşünceme vurulan prangaları çözmedikçe yürüyemem o kumsallarda. Akşam serinliği çöktüğünde huzurla sarılamam sırtımdaki şala. Böyle içim daraldıkça kendimi yine kendim telkin ediyorum. Bak diyorum, Öyle ya da böyle, Elbet bir gün yine özgürlük gelecek vatanıma. İşte o zaman gör sen vapurları, O zaman koş uçsuz bucaksız kumsallarda O zaman duy denizin kokusunu. Ama hele biraz daha sabret, biraz daha sık dişini, Hele dur daha Haziran gelecek.
25
Gayr iMeĹ&#x; hurDer gi
Kadran Dergi | Haziran 2016
Aradan iki üç gün geçmişti. Ahmet amcanın o bakışları gözümün önünden gitmiyordu. Nasıl affettirebilirdim kendimi bilmiyordum. Odam da bunları düşünürken birden gözüme saat ilişti. Akşam ezanı yaklaşıyordu. Köyde genelde vakit namazlarını da cemaatle kılınmaya dikkat edilirdi. Bir uzandığım yatağımdan doğruldum abdestimi aldım dolapta tek ütülü kalan gömleğimi de giyip hızlı adımlarla camiye doğru ilerlemeye başladım. Köy küçük bir yerdi zaten aynı insanla gün içerisin de birkaç defa karşılaşabilirdin bu ihtimalleri göz önün de bulundurarak gözlerim sürekli Ahmet amcayı arıyordu. Ama hiçbir yerde yoktu. Bu gönül burukluğuyla camiye girdim ve namazı kıldıktan sonra yine cami avlusun da gözlerim Ahmet amcayı aramaya başladı. İşte oradaydı. Kalbim sıkışmaya başladı nasıl yanına gidecektim nasıl helallik isteyecektim bilmiyordum. Kendi kendime cesaretlendirerek en sonun da konuşmaya karar verdim. Etrafın da toplu olan kalabalığın yanına ilişerek önüne doğru geldim. Bir şeyler anlatıyordu elinde yine o kırmızı kitap vardı. Öyle bir anlatıyordu ki insanın kendini kaptırıp gitmemesi mümkün değildi. Konuşmasını bitirene kadar ben de etrafındaki cemaatle onu dinlemeye başladım. Söyleyecekleri bittikten sonra herkes dağıldı ve Ahmet amcayla baş başa kaldık. Biraz buruk bir sesle Ahmet amca dedim. O şefkat dolu gözler bana bakıyordu. Bir şey dememe gerek yoktu aslında o çoktan affetmişti beni. Gel evlat dedi otur şöyle yanıma. Dediklerini harfiyen yapmaya çalışıyordum. Dinle dedi görüyor musun bunu? O arada elinde ki kırmızı kitabı gösteriyordu. Bu kitabı zamanın da buraya gelen bir alim zaat verdi bana oku dedi sadece oku. O zamanlar ufak tefek bir okumam vardı dili biraz zorlasa da sürekli okudum birkaç kere okudum. Bir gün bu âlim zaat benim rüyama girdi ve bana dedi ki kalbinle oku beyninle idrak et ve dilinle yay. İşte o zaman meseleyi anlamıştım. Tekrar açtım kitabı bu sefer farklı anlamlar arayarak okudum. Her okuduğum da ayrı bir lezzet ayrı bir tat ayrı bir ilim aldım. Anladım ki elim de koskoca bir ilim deryası var. Artık ilmimin zekâtını verme zamanı gelmişti. Aldım bohçamı elime köy köy kasaba kasaba dolaşıp ne öğrendiysem anlatmaya başladım. İyi kötü demeden herkese gönlümü açtım derdimi anlattım dedi. Daha sonra uzaklara uzun uzun bakarak bilmem kaç kişiyi Rabbim’e yönlendirdi bu kitap dedi. Öyle bir bakıyordu ki göğe gözleri arşı deliyordu. Ne büyük nimetmiş meğer bu kitap utancımdan yerin dibine girmek istiyordum ağzımı açıp tek kelime söyleyemiyordum içim parça parça oluyordu. Ah keşke o kitaba bir kere dokunabilseydim dedim içimden. Birden bire Ahmet amca yanıma doğru geldi ve kitabı elime bıraktı sonra bana bakarak “Bizden geçti evlat” dedi. Artık okuma sırası sen de sakın ola sırayı unutma dedi. Önce oku sonra kalbinle oku ve en son dilinle yay dedi. Elim ayağım titriyordu. Başımdan aşağı terler boşalıyordu nasıl yani ben mi yapacaktım. Ahmet amca tekrar konuşmaya başladı bak Evlat dedi bu yol hayır yoludur. İlim yoldur. Fedakârlık yoludur. Unutma dedi bu yol sana hayır kapılarını açacak ve ekledi sakın unutma Bismillah her hayrın başıdır.
27
-Ahsen KESKÄ°N-
28
Kadran Dergi | Haziran 2016
Uzun zamandır düşünüyorum bu konu üzerinde. Düşündükçe de anlamlandıramıyorum çoğu şeyi. “İnsanız, elbet hata yaparız.” diye rahatlatmaya çalıştıkça kendimi, boşu boşuna kürek çektiğimi fark ediyorum. Çünkü her seferinde hatırıma geldikçe canımı yakıyor, nefesim kesiliyor ve bana acıdan başka bir şey vermiyor. Ne kadar aciz, ne kadar zavallı ve güçsüz olduğumu bir kez daha anlıyor, mahcup oluyorum herkese ve her şeye, en çok da kendime. Tüm olanları bir çırpıda silip atmak istiyor, hiç yaşanmamış olmasını diliyorum. Pişmanlığı iliklerime kadar hissediyorum. Gözlerim buğulanıyor sonra birden, parmak uçlarım karıncalanmaya başlıyor. Normalden farklı bir durum değildi bu benim için. Ne de olsa her anımsayışımda yaşıyordum bunları. Klasik ağlama ataklarım ve sonrasında gelen ardı arkası kesilmeyen astım krizlerimden biriydi. Umursamıyordum. Derin bir nefes almaya çalışıp sakinlemem gerektiğini yoksa kötü şeylerin olacağının farkındaydım. Üstümdeki kara bulutları dağıtmaya çalıştıkça daha da yoğunlaşıyordu. Kitap okuma fikri geliyor aniden aklıma, ne hacet ki kelimelere cümlelere sığdıramıyorum. Birbirine giriyor tüm harfler. O çok sevdiğim çayım bile soğumakla meşgul bir köşede. Solmuş manolya verdiğim suyu kabul etmiyor. “Sende mi kızgınsın bana?” diyorum. Düğüm düğüm oluyor yüreğim. Aksine arka fonda hüzünlü bir şarkı çalmıyor mu? Bütün sebepler bir araya gelip “Hadi otur ağla.” diyor sanki bana. Ne denli ağır olabilir bunun bedeli diye düşündükçe hançerler bileniyor göğüs kafesimde. Hüznümün yanında öfkem de alev alıyor birden. İlk defa zamanı bu kadar içten geri almayı istiyorum. Bunu yapamayacağımı anlayınca da secdeye kapanıp özür diliyorum. Her zihnimi yokladığımda bir değil bin kez pişman oluyorum, Her tövbemde acıyı büsbütün hissediyorum zerrelerimde, Ve her avucuma dökülen damlada yakarıyorum “N’olur affet!” diye. Yoruluyorum, bitkin düşüyorum bir süre sonra. Çaresizliğin zirvesinde buluyorum kendimi. Ne yapsam boş, ne işitsem gereksiz geliyor zamanla. Sırtımı sıvazlıyorlar, “Üzülme, geçti gitti boşver.” diyorlar. Halbuki hala geçip gidemediğini bilmiyorlar. Şimdi sana sesleniyorum! Sana sesleniyorum içimdeki ben. Hiç bilmediğim ama yıllardır içimi deşen, beni uçuruma sürükleyen ben. Yorulmadın mı aynı oyunlara gelmekten, düşüp düşüp ayağa kalkacakken yeniden yere yığılmaktan; sıkılmadın mı hiç bu berbat duyguyu hissedip durmaktan? Yüreğime bir bir siyah noktaları bırakıp gittin, otur sen temizle dedin. Çekip gideli aylar oldu ama hala paklanmadı içim. Ağır geliyor bu sürgün bana, sığınamıyorum sebepler ardına. Dünyanın dönüşüne, gündemin gidişine, nefsin peşine takılıyoruz keyfiye; affet Yarabbi, affet Yarabbi!
29
Gayr iMeĹ&#x; hurDer gi
Kadran Dergi | Haziran 2016
Bu, zaafımızın ictimâi hayattaki yansıması ki, bunun bir de ferdî boyutu var. Rızık endişesi ile savrulanlarımız, üç kuruş için birbirine halayık olanlarımız var. Söz Sultanı’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Eğer Allah’a hakkıyla tevekkül etseydiniz, sabah aç çıkıp akşam tok dönen kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rızıklandırırdı.”2 beyanı dururken bu denli kula kulluk etmeleri ne ile açıklayabiliriz sâhi? Burada aklıma merhum Seyyid Kutub’un “Hel nahnu muslimûn?” serzenişi geliyor ve onun diliyle sormak istiyorum; Sâhi biz müslüman mıyız? Bir tarafta ölümü hiçe sayarak, hiç tereddüt etmeden Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yatağına yatan ve kendini feda eden Hz. Ali, öbür tarafta üç kuruş dünya nimeti için birilerinin halayığı olan biz! Bir tarafta bütün malını sadaka olarak getiren ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Ehline ne bıraktın?” sorusu karşısında sevinçle “Onlara, Allah ve Resûlünü bıraktım!” diyen Hz. Ebubekir ve diğer tarafta cami çıkışı verdiğimiz beş lira ile cenneti kazanmış gibi sevinen biz! Peki soruyorum kendimiz bile tastamam inanmıyorken insanları nasıl inandırabiliriz ki? Ben söyleyeyim, inandıramayız! İnandırmak şöyle dursun, bu temsil fakirliği sebebiyle insanları soğuturuz. Ve malesef soğutuyoruz da. Velhasıl Allah bizi inandırsın, zira ziyan olduk ziyadesiyle...
Not: Allahın izniyle gelecek ay da tevekkül’ün insan psikolojisi açısından nasıl bir etki yarattığını ele alacağız.
1
(53/Necm-3)
2
(Tirmizî, Zühd, 33; İbn-i Mâce, Zühd, 14)
31
Gayr iMeĹ&#x; hurDer gi
Kadran Dergi | Haziran 2016
O arada arkasında bu olaya şahit olan kardeşi ve annesi vardı. Kardeşi an be an fotoğraf çekme sevdasında, yağan yağmura aldırış etmiyordu. Zaten yağmuru sevdiği için ıslanması da canına minnetti. Annesi ise o esnada namaz kılıyordu. Namazı bittiği gibi oğlunun yaktığı ateşe doğru ilerledi. Ateşin üzerinde bir şeyler vardı. Acaba yanlış mı yorumladı yazar. Adamın yaktığı ateş yoksa meydan okuma edasında değil miydi? Birden annesinin elindeki şeyler dikkatini çekti. Neydi onlar? Ne olabilirdi ki, adamın tekrar dönüp bakacağı kadar... Aklının orada kalmasına sebep olacak şey neydi? Ardından kardeşi de fotoğraf çekmeyi bırakmış annesine yardım etmek için koşuyordu. Zira yağmur hızını artırmıştı. Annesinin elindekilerden birini almış ve babasının da bulunduğu tarlanın ortasında naylon denilen çadırın altına doğru koşmaya başlamışlardı. Biraz ıslanmışlardı. Adam ve babası çoktan oraya kurulmuş oturuyorlardı. Annesi ve kardeşi de sonunda yanlarına gelmiş ve onlarda üzerlerine naylonu çekmişlerdi. Yağmur ise öyle bir hızlı yağıyordu ki kovadan boşalırcasına. Beş dakika sonra annesi elindekiler ile bir şey yapmaya başladı. Dört kişilik çekirdek bir ailenin gözlerinde parıltılar eksik değildi. Ormanın kenarında bulunan tarlanın neden ortasında oturdukları, kardeşinin aklına takılmıştı. Çünkü annesi bir çam ağacının altına küçük bir sığınak yapmıştı daha evvelinde. Ama babası itinayla tarlanın ortasını söylüyordu. En sonunda merakını giderecek cevap annesinden gelmişti. Yağmurun etkisiyle şimşekler çakıyordu. Şimşeklerin de çam ağaçlarının üzerlerine daha fazla indiğini ve bu yüzden babasının tarlanın ortasında beklemeleri gerektiğini söylüyordu. Daha evvel tarlaya gelirken getirdikleri çantanın içinden bir şeyler çıkartmaya başlamıştı annesi. Oturdukları yer sadece dördünün sığabileceği kadardı. O yüzden annesi, çıkardıklarını sağ tarafında bulunan kızının dizlerinin üzerine koyuyordu. Heyecanlı bir bekleyiş vardı. Yağmur şiddetini artırarak devam ediyordu yağmaya. Onlar ise yağmura çok aldırış etmiyorlardı. Çünkü üzerlerindeki çadır onları ıslanmalarından koruyordu. Ve beklenen an gelmişti. Kara bulutların dehşeti bile etki etmediği, ateşi ne pahasına olursa olsun körüklemeye sebep olan o şey. ÇAY! Evet, çay idi. Adamın ısrarla ateşi yakmasına, aklının hep arkada kalmasına neden olan şey. Çünkü bu çekirdek aile çaysız yapamıyordu. Hele yanında ettikleri o tatlı muhabbetler ise, tadına diyecek yoktu.
33
Gayr iMeĹ&#x; hurDer gi
Kadran Dergi | Haziran 2016
Hayatımız düşünmeden yaşanan bir meleke oldu artık. Her gün sosyal hayatın içinde bir çok insan ile iletişimdeyiz. Bu sürede davranışlarımız ve düşünmeden davranmamıza sebep olan duygularımızı yöneten egolarımız, dediğimiz nefisten kaynaklı verdiğimiz tepkiler, bir başka insanın hayatında nelere mâl olur farkında olmayız. Bazen felaketine zemin hazırlar da kapalı olan gaflet gözümüz, ben değerimiz bir türlü görmez. Birileri gelip de bizi sorgulayıp farkına varana kadar bekleriz. Kendimizle ve vicdanımızla mukayesesini yapmak bile istemeyiz, hep üstünü örteriz ve örtünün altına yenilerini ekleriz. Çok basit önemsiz olarak gördüğümüz bir davranış bile önemli sonuçlar doğurabilir, hatta birbirine bağlı olaylar zincirini oluşturabilir. Vicdanımızla anlık yüzleşiriz, uzaklaştığında yeniden hiçbir şey olmamış gibi üstünü örterek iyi görünmeye devam ederiz. Bilseydik davranışlarımız bazı insanlarda iyileşmez yaralara yol açıyor, yapar mıydık? Bilmeseydik yine yapardık. Bizi engelleyen nedir? Kibir mi? Para hırsı mı? Düşünmeden yaşadığımız bencilce yaşam kendimize ve çevremizde çok yaralara yol açar. Bir başkasında oluşan yaralar bizim de parçalanmamızı kolaylaştırır. Ummadığımız bir anda bir başkasının kötülüğü mutsuzluğu bir gün bize uğramadan asla gitmez. İnsanın hatasını kendisine itiraf etmesi zor olsa gerek. İnsan bir ömür boyu huzursuzluk biriktirmeyi tercih eder. Dünyayı öyle sahipleniriz ki dünyaları isteyenleri hor görürüz. İnsan doğası gereği hata yapmaya müsait bir varlıktır. Dünyaya geliş amacımız hataları minimuma indirerek erdemli ve Yaradan’ın istediği kul olmak değil mi? Bunu nasıl başarırız? Kötü duygularımızı nasıl yönetiriz? Onlarla nasıl başa çıkarız? Tüm bunların farkına varabilmek harekete geçebilmemiz için yeterli midir? Bilgilerimiz harekete mi dönüşmeli? Yaşadığımız müddetçe hayatın her anında bizlere farklı bilgiler sunduğunu hepimiz görürüz. Sizce “bilgi” nedir? Nasıl tanımlarsınız? Ben kıymetli bir cevher olarak tanımlamak istiyorum. O cevheri nehre akıtmak ise bizim görevimizdir ki o nehirden diğer kalplere akabilsin ve daha çok yayılabilsin. Eğer o cevherimizi akıtacak bir nehrimiz yok ise, içimizde saklı bir yerlerde kalmasının bize ya da başkasına yarar sağlamasından söz edilemez, tam tersine cevher diye bile adlandıramayacağımız kıymetsiz ve gereksiz hale gelmez mi? Burada annemin bana sıklıkla hatırlattığı ünlü Şairimiz Yunus Emre’nin sözünü size de hatırlatayım “Bilmek olmak değildir, olmaya bak olmaya”. Bilgimizi eyleme dönüştürmeli. O bilgileri içselleştirmeli ve de sahip olduğumuz ilim ile amel etmeyi kendimize öğretmeliyiz. İşte olay burada değil mi zaten? Biz olduk mu, başkalarını da olduracak güce sahip oluruz elbette. Bilgilerimizi lisan-ı halimize aktarabildiğimiz kadar o bilgilerin bizleri nasıl özgürleştirdiğinin mutluluğuna varırız. Bize farkındalığı ve beraberindeki değişimi öğretir. Yaşadığımız toplum içinde ki -toplumsal sorumluluklarımızın farkına varsak ne güzel olurduk, Yunus Emre’nin olmaktan bahsettiğini olmuş olurduk belki de. Tüm insanlık olarak el ele verip birbirimize görünmez bağlar ile bağlansak, ne kadar da güçlü olurduk. İşte bir sonraki paragrafımda bahsedeceğim film bende bu duyguları uyandırdı ve zihnimin içinde hapsolmuş olduğum dünyalık karartıdan biraz olsun aydınlanabilmeme vesile oldu. Dilerim sizler de izler ve içinde dünyaları görebilirsiniz.
35
Gayr iMeĹ&#x; hurDer gi
Kadran Dergi | Haziran 2016
“Hâlâ bizimle birlikte geride kalan milyonlarca Eva Smith var. Hayatları, umutları,korkuları, acıları ve mutlu olma şansları bizim hayatlarımızla, düşüncelerimizle, söylediklerimizle ve yaptıklarımızla iç içe olan insanlar. Dünya üzerinde yalnız yaşamıyoruz. Bütün insanlığın sorumluluğu hepimizde. İnsanoğlu, bu dersten sınıfta kalırsa çok yakında gün gelecek dersini etrafı ateşle, kanla ve ızdırapla çevrili şekilde öğrenmek zorunda kalacak.” Hepimiz dışımızdaki dünyada olup bitenden sorumluyuz, kulağımızı tıkamak gözümüzü kapatmak bu gerçeği değiştirmez. Hepimiz burada belli bir zaman dilimi içinde misafiriz, kalıcı olmadığımız yerde dünyaları sahiplenmek yerine paylaşmasını bilmeliyiz. Güçlü olmak istiyorsak gücümüzün ortaya çıkmasına vesile olan güçlerin daha çok güçlenmesini sağlamalıyız. Filmde olanları anlatmak hakkında uzun uzadıya yazmak çok isterdim, fakat belli satırlar ile limitliyim. Filmi sizin izlemenizi ve son sahnesinde Rabbimizin bizlere Ahzab suresinde göndermiş olduğu ayeti hatırlamanızı rica ediyorum. “Onlar Allah’ın risaletini tebliğ ederler ve O’na huşû duyarlar ve Allah’tan başka hiç kimseden korkmazlar. Ve Allah, hesap görücü olarak kâfidir. (Ahzab,39)”
37
Gayr iMeĹ&#x; hurDer gi
Kadran Dergi | Haziran 2016
“Kalplerin üzerini bir tül gibi örten nâzenin bir örtüdür Kudüs.” Nuri Pakdil
KUDÜS -Ömer Faruk İPEK-
Boynunda bir kelepçe, yangın yeri âh Kudüs! Hilâl düştü düşeli avlunda külâh Kudüs! Sen peygamber duâsı; ümmetin gözbebeği; Anadolu toprağı; kâh Filistin, kâh Kudüs! Mirâcın geliniydin, kan değdi duvağına; Bilmem ne gelir elden? Yardımcın Allah Kudüs! Ülkümüzsün, vuslatın hayâlimizin süsü, Sana misâfir olmak… Belki bir sabâh Kudüs! İffetine uzanan âh o namahrem eller; İki cihanda dahi olmasın iflâh Kudüs! Ne Süleyman var şimdi, ne Hattâb oğlu Ömer; Gözlerin kan çanağı; kuşandın siyâh Kudüs! Bir küçük sevdâ idin Şems’in dudaklarında; Mevlânâ bakışınla dönerdin semâh Kudüs! İmtihân biter, Mecnun Leylâ’sına kavuşur, Aksa’nın avlusunda kıyılır nikâh Kudüs! Sana söz güneş doğup bahar gelecek yine; Eyyûbî kılıcından süzülür felâh Kudüs!
39
Gayr iMeĹ&#x; hurDer gi
Kadran Dergi | Haziran 2016
Saraybosna ülkenin başkenti olduğunu söylemiştim. Burada gezilip görülmesi gereken çok yerler var. Şimdi sizlere benim görebildiğim yerlerini anlatacağım. İlk olarak tarihi Başçarşı’dan bahsetmek isterim. Başçarşı, Saraybosna’da Osmanlıdan izler taşıyan bir yerdir. Tarihi sebili ve isminden de anlayacağınız üzere bir çarşısı vardır. Ayrıca yine Osmanlı İmpatorluğu’ndan kalan bir han vardır ve bu han şuan da çay bahçesi hizmeti vermektedir. Ayrıca bu han Bilge Kral lakabına sahip rahmetli Aliya İzzetbegoviç’in Bosna Savaşı esnasında gizli görüşmelerini yaptığı bir mekan olma özelliğine de sahiptir. Hanın hemen karşısında Bosna Beylerbeyinin adını alan Gazi Hüsrev Paşa Cami’yi göreceksiniz. Bu tarihi caminin yapımından beri Hüsrev Paşa’ya her Ramazan ayında hatim indirilir. Demiştim Boşnak halkı Türkleri çok sever ve saygı duyar. Yolda herhangi bir Boşnak sizin Türk olduğunuzu öğrendiğinde size hürmeti sonsuz olur. Hüsrev Paşa Cami’ye Boşnaklar Begova Cami derler. Bu bilgiyi de vermeden geçemeyeceğim. Begova Cami’nin hemen dışarı bakan köşesinde iki tane musluktan kesintisiz içme suyu akar. Derler ki bu sudan içen kişi Bosna Hersek’e tekrar uğrarmış. Kehanetlere değilde işin aslını öğrenmek isterseniz bu iki çeşme Bosna Hersek’in sıcak günlerinde, içi yanan nice bedene ferahlık sağlar. Bosna Hersek Avrupa’nın en temiz su kaynaklarına sahiptir. Eğer bir gün yolunuz Bosna Hersek’e düşerse çeşmeden suyu rahatlıkla içebilirsiniz.
(Hüsrev Paşa Cami)
41
Gayr iMeĹ&#x; hurDer gi
Kadran Dergi | Haziran 2016
Fatih Sultan Mehmet, Travnik şehrini fethettikten sonra şehri ve kaleyi tamamen Osmanlı mülkü haline getirmiştir. Avusturya-Macaristan İmparotorluğu’nun Saraybosna’ya yaptığı yağmalardan sonra Travnik daha da bir önem kazanmıştır. Travnik şehri fethinden kaybedildiği döneme kadar 77 tane Osmanlı vezirine ev sahipliği yapmıştır. Sıra da Mimar Sinan’ın muhteşem eserini içinde barındıran Mostar şehri var. Muhteşem doğası, enfes dondurması ve Alperen Tekkesi ile adeta Bosna Hersek’in incisi gibi. Şehre bakıldığı zaman Mostar Köprüsünün sağı ve soluna ayrılmış bir şekilde minik İstanbul resmini yansıtır. Tabi burada şehrin suuliyetini bozan gökdelenler yok ve doğal dokusu harika. Bildiğiniz gibi Mostar Köprüsü Mimar Sinan tarafından 1566 yılında Neretva (Travnik şehri ve tarihi Travnik Kalesi) Nehri üzerine inşa edilmiştir. Tabi bu yapı şehrin ve Osmanlı İmparatorluğu’nun simgesi haline gelmiştir. Ancak Bosna Savaşı esnasında ciddi bir hasara uğrayan Mostar Köprüsü ve Mostar kenti, o dönem 15 milyon dolar harcanarak savaştan sonra restore edilmiş ve 2005 yılında Dünya Kültür Mirası Listesine alınmıştır. Aynı zamanda Mostar şehri, Mimar Sinan’ın Kayserili olması sebebiyle Kayseri ili ile kardeş şehirdir.
(Tarihi Mostar kenti ve Mostar Köprüsü)
43
Gayr iMeĹ&#x; hurDer gi
Kadran Dergi | Haziran 2016
45
Gayr iMeĹ&#x; hurDer gi
Kadran Dergi | Haziran 2016
ÇOK ÖZLERMİŞSİN -Tuğçe ARICAN-
Çok özlermişsin, derinden... Hani canın acıyarak Boğazındaki düğümü yutmaya, Çalıştığın zamanlardaki gibi Nefesin tutularak Dinlediğin her şarkıda hatırlayarak Bir kağıda bin gönül dolusu sözle Kalbin göğüs kafesine, Sığmadığı zamanlardaki gibi Çok özlermişsin, derinden... Yüzünün her parçası Ağlamaya nöbet tutuyor gibi Her an patlayacak Hasret kavuracakmış gibi Bir kalbe sığdıramadığını Aklından atamazmışsın Yakarmış yüreğini Çok özlermişsin, derinden... İki lafa sığdıramadığın duygular İçinde büyüdükçe kanatırmış, Güvercin misali kalbini Konuşamaz, anlatamazmışsın Tutuşturan hasretini Hani dokunsalar yanacaksın Kalem de anlamıyor ki artık Gökyüzüne de sığmıyor hasret Elinde tutunabileceğin, Ne varsa sabret İçinde yaşarmışsın sen Sevdanı hapsederek Bir ömür beklermişsin ya hani Çok özlermişsin, derinden...
47
Gayr iMeĹ&#x; hurDer gi