Test mart

Page 1

2017 / Sayı 12

Âtiyî karanlık gö�erek azmi bırakmak... Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.


Editör Ömer Faruk İpek Yayın Danışmanı Halil Cengiz Yayın Kurulu H. Kübra Korkmaz Osman Said Enise Akdağ Timur Sarı Yazı İşleri Editörü Tuğçe Arıcan Yazı İşleri Betül Şahin Ahsen Keskin Tasarım Şeyma Elkit Sosyal Medya Enise Akdağ Büşra Türk Timur Sarı Son Okuma Ömer Faruk İpek Osman Said /kadrandergi

İçindekiler



SEN OLMASAYDIN... - Yavuz DOĞAN -

- Sahi sen olmasaydın, yani hiç olmasaydın Niye doğsaydı ki gün, niye batsaydı gece? Kırılmış düşlerimin aydınlanmış sabahı Gülen yüzüm Cananım. Sahi sen olmasaydın Yani hiç olmasaydın, Kuş cıvıltılarıyla demlediğim sabahı Bir tutam umutla süslerken Kime yârim derdim ben, eğer sen olmasaydın? Sahi, sen olmasaydın Hangi şarkı bu kadar dokunurdu içime? Hangi şiir, hangi söz Bu kadar anlatırdı Bir “iyi ki varsın” ı? Sen olmasaydın, Bir bebeğin cennet kokan teninde Kurşuna dizilirdi mülteci bir aşk. Ve her gece Bir başka varoşta yankılanırdı Faili meçhul bir intiharın Aşka adanmış kimliksiz sesi.

4


Kadran Dergi | Mart 2017

Sen olmasaydın, Gözlerimden yol alıp gökkuşağına giden Bütün ışıklı yollar Çıkmazı adres bilmiş Bir sokağı bulurdu. Korsan bir eyleme dönüşür gece, Yıldızlar birer birer İntihara meyl eder, Karanlığın içinde sessizce kaybolurdu. Yani sen olmasaydın, Ama hiç olmasaydın; Belki gece üşürdü, belki de düş üşürdü. Ama sen olmasaydın, Yani hiç olmasaydın; En devasız hüzünler ömrüme üşüşürdü… Ama sen olmasaydın, Yani ömrüm Yani her şeyim… Yani vazgeçişlerin en imkânsızı, En imkânsızların en ulaşılmazı; Tek adresim, sevdalım, yârim, Kıyıya düşen gölgesi bir yakamozun Bir çiçeğin tomurcuğa duruşu Enkaz altından sağ kurtarılmış bebek Hayata dönmüş umudum Göç etmiş hazanım Her şeyim… Sen olmasaydın Yani hiç olmasaydın, Neyi yazardı kalem? İyi ki varsın be, iyi ki varsın…

5


BİR ÇOCUK GÖRDÜM SİMASI KOCA BİR ADAM! - Akgül POLAT-

Birden bir gök gürlemesi ardından bir rüzgâr, etrafı aydınlatan bir ışık hüzmesi ile uyandı çocuk. Gök gürlüyor diye illa da uykudan edinilmezdi ya. Şafak sökmeye yakın bu gök gürültüsü de neyin nesiydi. Nefes aldı derin derin ama bir türlü rahatça veremedi. Korkuyor muydu sorusuna hayır da diyemezdi. Korkuyordu ve inceden titriyordu. Ellerini sımsıkı sıkıverdi. Ha kesildi ha kesilecekti. Uyandığı uykunun sersemliği bir yana kafasında dışarıda ne olduğunu canlandıracak kirli düşünceli çakallar kol gezmekteydi. Çocuktu ya, gönül sazı kim bilir neyi titretmekteydi. Sessiz sedasız yorganın altına giriverdi. Geçmesini beklerken uyuya kaldı yorgun gözleri. Bu defa uykuda yakaladı onu masum ama o denli korkunç kâbusları. Bir çocuktan sor yıldırımı, güneşi dahası yıldızları. Korkmak dahi onların bakışında hayli anlamlı. İzlediğim filmden bir alıntı “Cesur olurmuş her çocuğun yüreği”. Cesurların da korkacağı hayaller taşır bazen geceleri. Bir çocuk düşünün eteklerinde masumiyeti. Gelenler ondan, gidenler ondan eksiltmiş. Ne fazlaysa dünya da onda birikmiş. Bir çocuk düşünün, kalbinden yılları geçirmiş. Ama bavulunu eline alıp uzaklara gidenlere inat başka hiç bir yere gidememiş. Bende yıllar önce bir çocuk tanıdım. Yıldırımları, dünyalar savaşı sanan. Her yıldırımda bir başka hayalle kendini korkutan. Bir çocuk tanıdım ki sormayın. Büyüse de devrimlerle kendini savaşlarda bulan. Çocuktur deyip geçtiler. Onu, hayli zaman bir yansıyan su da seyrettiler. Elinden tutup şekerli kamışlarla büyüttüler. Karanlık odalardan çıkardım sanıp boşluklara ittiler. Cesur deyip alnından öpüp kılıçlı yollara yolladılar. O gözünü açmamıştı ki gözünü kefenle örttüler. Bir çocuk düşünün ki çocuk olmaktan başka bir şeye benzetilemeden hunharca koca adamlar gibi suçlu deyip katledilen. Düşüncesi elinden alınmış masumlar diyorum. Gözlerinizi onlardan yana çeviriniz ki ne göresiniz... Çocuk! Biz küçüldük, Tut elimizden! Bir mayından hallice, Bir silah tutuşturmuşlar eline. Dan! Dan! Ve haydi patla bomba şimdi pim senin elinde. Gözlerinde oyuncaktan çıksa da ateşi, Mağrur bir gülümseme. Zengin bir ailenin şekli fikrinden korkutucu vahşi makineleri. Bir robot üstünde zırh, üstünde koca kalibreli bir tüfek. Çocuk oyuncaklarla savaşta. Öldürmekten zevk almayı maketler üzerinde test etmekte. Onun oyuncaklarını elinden almayın. Almayın ki büyüsün alıştığı oyunlarını birde gerçeklerde test ediversin. Bir asker almıştınız ona bir kaç tüfek bir kaç şakadan el bombası. Ha bir de bir kaç asker. Onlar o masum yüreğin denekleriydi. Öldürsün savaşı öğrensin diye de önüne koydunuz bir kaç bordo bereli. Şimdi gelmiş bilmem kaç yaşına dağlarda siyah kül renkle boyalı sima. Alın! Ateşleri sahiden patlamakta. İşte bir başkası da alışmış ya bu tür savaşlara şakacıktan da olsa(!). Televizyondan izliyor ama kalbinde hareket yok. Buz tutmuş yüreği öldürülen insanlar karşısında.

6


Kadran Dergi | Mart 2017

Bir mayından hallice, Bir silah tutuşturmuşlar eline. Dan! Dan! Bir çocuk gördüm sizin, bizim yarımız olan. Sizden, bizden izlerde yaşatılan. Bir çocuk gördüm bir başka çocuğun öldürüşünü umarsız, kalbi kıpırdamadan bakan. Sizsiniz işte o çocuk ve biziz. Kim çocuk değildi de bir an da çocuk olmadan büyüdü? Kimdi çocukluğu elinden çalınan? Çocuk olmak masumiyet taşımaktı. Sizler ve bizler çocukken henüz masumiyetimizi kaybetmedik mi? Ellerinden tutardım ben olsam şimdi yolda gördüğüm masumiyetin. Kaçınca bahara saklanmış, kaçıncı yağmura saklanır rüzgarlı masum gecelerim. Elbisemde hala açmamış çiçeklerim. Ben olsam yaza koşardım çocuk olmayı yaşlara bırakmadan. Çocukların gözlerine çocuk olduğunu hatırlatarak bakardım. Köşe başında titreyen bir eli o, bu bahane etmeden tutup kaldırırdım. Belki köşe başında kalkmayı bekleyen sizin, bizim, bizlerin masumiyetidir. Savaşlara bir dur diyecek olan cesur yüreklinin gözleridir..!

7


yalnız adam: mehmet akİf ersoy

H

-Halil CENGİZ-

er devir, kendi şairini ve dâhisini üretir. Fikri ve manevi hayatın zirvelere ulaştığı dönem, Mevlana’yı, Yunus Emre’yi ve Fuzuli’yi üretmiştir. Osmanlı’nın duraklama devri, lale devrini ortaya çıkarmış, çöküş dönemi ve Fransız İhtilal’i, Servet-i Fünun ile Fecr-i Ati’nin doğumunu sağlamıştır. Her dönem de bir sonraki dönemi az veya çok etkilemiş ve bir deneyimler süreci olan edebiyatımız, farklılaşarak gelişmiştir. Tarihimizin en zor ve en kanlı dönemi ise edebiyatımızın en büyük çığlığının doğumuna vesile olmuştur. 1873 yılında İstanbul Fatih’te dünyaya gelen Akif, sağlam bir dini eğitim almış, Arapçanın yanı sıra Farsça ve Fransızcayı gayet mükemmel derecede konuşan, hafızlığını altı ayda tamamlayan bir bilgi aşığıydı. Spora olan ilgisi daha gençlik yıllarında ortaya çıkmıştı. Güreş, gülle atma, yüzme ve yürüyüş yarışmalarına katılacak kadar sporcuydu. Rivayet odur ki; Mehmet Akif bir gün, bir arkadaşıyla Üsküdar’da buluşmak üzere randevulaşır ancak o gün büyük bir fırtına İstanbul’u esir alır. Hiçbir sandalcı denize açılmak istemeyince Akif, çaresizce boğazın sularına atlar ve karşıya yüzerek ulaşır. Lakin, Akif’in arkadaşı, ‘’bu havada buraya gelemez’’ düşüncesiyle randevu yerine gitmez. Yine rivayet odur ki; Akif bu olaydan sonra bir süre arkadaşıyla konuşmamış. Hakkında naklettiğimiz bu hatıra hem onun sporculuğunun hem de akıllara durgunluk veren sağlam karakterinin bir göstergesidir.

dışa vurumu aslında. Zaman zaman bu büyük tufan, bir ümitsizlik ve ıstırapla kendini gösterir; “Ölüm var, kurtuluş yok, sâhil-i imdâd uzaklarda; Demâdem rûh titrer, korkudan donmuş dudaklarda.”

İşte bu ve bunun gibi büyük buhranlar, aruzun sultanını gün be gün esir ediyordu. İlk şiirleri meşhur Servet-i Fünun dergisinde yayınlandı. İkinci Meşrutiyet döneminde ‘’Sırat-ı Müstakim’’ ve devamı mahiyetinde ‘’Sebilür-Reşad’’ dergilerini çıkardı. Bu dönemdeki politik duruşu, 2.Abdülhamid’e karşı muhalif bakışı ve İttihat ve Terakki Cemiyetine üye olması nedense hala daha, edebiyattan zerre nasibi olmayan bir kısım sığ ve kerameti kendinden menkul kafalarca acımasızca eleştirilmektedir. Akif’i, küfürle, mason olmakla ve münafıklıkla itham eden çağımızın küfürbazlarının, bu büyük mütefekkirden zerrece nasiplenme ihtimalleri yoktur. Mehmet Akif, öylesine hüsranlı bir devirde yaşamıştır ki; onu, bugünün şartlarında,sıcak koltuklarında, koca koca laflar eden ufak tefek beyinciklerin anlama ve objektif bir şekilde irdeleme ihtimali gerçekten imkansız. Her şeyden önce bu büyük şair aynı zamanda iflah olmaz bir özgürlükçüdür. “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!”

Diyen bir yüreğin, hiçbir baskıyı ve baskıcı otoriteyi kabul etmesi mümkün değildir. Onun bu karakteri, tüm hayatını sefalette, sürgünlerden sürgünlerde geçirmesine sebep olmuş ki; İnandığından gayrısına itaat etmeyen herkesin, Ziraat ve Baytar mektebini bitiren Akif, mezun her zaman kaderi budur. Bu kadere tüm tarih olduğu okulla dalga geçenlere “bir yeriniz mi şahittir. ağrıyor” diyecek kadar hazırcevaptır da. 1913 Yılına kadar memuriyet görevini ifa etti büyük Öyle bir dönemin evladıdır ki Akif, düşüncenin şair. Ancak ne yaparsa yapsın, ruhunda kopan dahi çıldırdığı bir mezalim her yanda kol gezmekteydi. Kimileri, şiirlerinde teşbih ve fırtınalara kayıtsız kalamazdı. hayalin azlığından hareketle onun şiirine taarruz “Ben böyle bakıp durmayacaktım, dili bağlı, etmekten çekinmemekte. Oysa yaşanılan İslam’ı uyandırmak için haykıracaktım.” dönemin fotoğrafını çekmek, hiçbir sanatkârın Bu mısralar, onun içinde boy veren büyük tufanın ulaşamayacağı bir gerçeklik şaheseridir.

8


Kadran Dergi | Mart 2017

9


Ne diyordu Akif; “Ne gördün, Şark’ı hep gezdin?” deyip sor. Gördüğüm: Yer yer Yıkılmış hânümanlar; devrilip gitmiş hükûmetler; Serâb olmuş kanallar; dümdüz olmuş bürc ü bârûlar; Dökülmüş âbrûlar; habsedilmiş zinde bâzûlar; Bükülmüş beller; incelmiş boyunlar; coşmayan kanlar; Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; paslı vicdanlar; Kasap görmüş koyundan beş beter yılgın cemâ’atler; Tezellüller, tazarru’lar, esâretler, şenâ’atler; Örümcek bağlamış tütmez ocaklar; yanmış ormanlar; Ekinsiz tarlalar; ot basmış evler; küflü harmanlar; Cemâ’atsiz imamlar; kirli yüzler; secdesiz başlar; «Gazâ» nâmıyla dindaş öldüren bîçâre dindaşlar; Ipıssız âşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar; Mesâîsiz sabahlar; fikr-i ferdâ bilmez akşamlar! ...”

10


Kadran Dergi | Mart 2017

İşte böyle bir dönemi yaşayan, vicdanı olan hangi yürek hayalle, teşbihle, sanatsal oyunlarla ilgilenecek vakte sahip olabilir ki? Üstelik, onun kalem kudretini muarızları dahi yaşadığı devirde çaresizlikle itiraf etmişlerdir. Tevfik Fikret’ten Mithat Cemal’e, Nazım Hikmet’ten Neyzen Tevfik’e kadar birçok şair, onun sanatının büyüklüğünü takdir etmiş iken, bugünün üç beş serserisinin alçakça alaylarının ne kadar sefil olduğunu siz değerli okuyucunun idrakine bırakıyorum. Cumhuriyetin ilanından evvel ilk mecliste Burdur milletvekilliği yapan Akif, milli mücadeleyi yöneten kahramanlardan da biridir. Çanakkale savaşını, adeta bir film şeridinden bizlere izletiyormuşçasına yazdığı ‘’Çanakkale Şehitlerine’’ şiiri, edebiyatımızın en büyük savaş destanlarından biridir ve belki de birincisidir. İki yüz elli bin şehidin ruhuna hitap eden bu satırlar, mersiyelerin ulaşamayacağı bir çığlıktır aslında;

“Cemâ’atler kölendir: Kâ’be’ler haclen... Gel ey Leylâ; Gel ey candan yakın cânan ki gâiblerdesin, hâlâ! Bu nâzın elverir, Leylâ, in artık in ki bâlâdan, Müebbed bir bahâr insin şu yanmış yurda, Mevlâ’dan.”

Bu büyük intizar mı yoksa beklenen sevgilinin gelmemesi mi büyük bir tufandır? Sevgiliye kavuşamamak mı mezaristana dönmüş vatanı kurtaramamak mı daha büyük bir yürek yangınıdır? Kısacası, kurgudan melal mi acıdan feryat mı daha saf bir şiirdir?

Akif, İstiklal Marşı’nın ödül parasını hayır kurumuna bağışlayacak kadar idealist, fakirlik içindeyken ölen arkadaşının çocuklarına bakacak kadar hayırsever, Kuran tefsiri yazacak kadar âlim, her türlü bağnazlığa karşı duracak kadar aydın ve hiçbir zulme sessiz kalmayacak kadar da yiğittir. Bakmayın, İstiklal Marşı’nı o yazmadı diyen saçmalama şampiyonlarının hezeyanlarına, İstiklal Marşı’nın şairidir o. Bakmayın, o masondur “Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... diyen müptezellerin zırvalarına, İslam’ın muazzez O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar, kürsüsünün şairidir o. Bakmayın, Allah’a isyan Yaralanmış tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, etti diyen akait fukaralarının, tecahül-ü arif Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!” cahillerinin safsatalarına, Müslüman oğlu Bu gün dahi, değişen dil yapısına rağmen insanın Müslüman bir şairdir o. içini titreten bu mısralar, Türk tarihinin en gür sedalarındandır. Bülbül şiiri, Bursa’nın işgal 27 Aralık 1936 tarihinde İstanbul’da vefat edildiği haberini alan Akif’in, odasına kapanıp, eden bu yalnız adam, öldükten sonra ardında kanlı gözyaşlarıyla hüsranını kâğıda nakşettiği dünyalık namına bir şey bırakmadan ebedi bir hicran mektubudur. Aynı zamanda, şiirini yurduna intikal etmiştir. Ruhunun önünde manzum nesir diye aşağılamaya çalışan şiir kalemlerimizin saygıyla eğildiği aruzun şairine, fukaralarının yüzüne, imgelerle vurulmuş bir vatan şairine,İslam şairine Fatiha’larımızı nurdan bir buket olarak gönderirken ‘’Allah, bu millete Osmanlı tokadıdır. bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın’’ duasına “Hayır, mâtem senin hakkın değil... Mâtem benim milyonlarca kez amin diyoruz. hakkım: Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım! Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda; Bugün bir hânümansız serserîyim öz diyârımda!”

Bülbül metaforunun, Leyla metaforuyla beraber okunduğunda daha da etkili olması, şiirin gerçekliğin saf kılıcıyla, okuyanın kalbine saplanması sonucunu beraberinde getirir;

“Beni rahmetle anarsın ya, işitsen, bir gün, Şu sağır kubbede, haib, sesimin dindiğini? Bu heyulaya da bir kerrecik olsun bak ki, Ebediyyen duyayım kabrime nur indiğini.”

11


Aç gözlerini dev bak dışarı gece karanlık, bak içime içim karanlık. Bir kibrit çak gör önünü, içerisi darmadağınık.

12


Kadran Dergi | Mart 2017

İÇİMİZDEKİ DEV - Betül Hanım ŞAHİN -

G

ök kara saçlarını savurmuş, yıldızlarıyla göz kırpıyordu geceye. Yine beni uykularımdan vazgeçirdi şu çelik geçirmez düşüncelerim. Artık zapt edemiyordum onları. Birike birike kocaman bir dev olmuşlardı. Geniş omuzlarıyla, büyük ayaklarıyla, içime sığmayan bir dev. Her attığı adımda içimde zelzele yaratan vahşi yaratık. Oda sıkılmıştı içimdeki karanlıktan, kurtulmak istiyordu içimin paslı zincirlerinden. Aç gözlerini dev bak dışarı gece karanlık, bak içime içim karanlık. Bir kibrit çak gör önünü, içerisi darmadağınık. Ey dev! Sen benim tutkularım, dünyalıklarım, içimdeki putlarım... İsmi dünyada nefs olup bendimde dev olan imtihanımsın sen. Devin bana göre Firavundan farkı yok, öldürüyor içimde ki tüm umutları. Bir Musa kalıyor geriye. Musa! Devirecek mi Firavunu yere? Gömecek mi onu Kızıldeniz’e? Şimdi hacet ediyorum semaya, bir yıldız kaysa keşke bu duaya. Nasıl ki Yunus (as) hem gece de hem derya da çıktı düze, şu içimde ki dev de beni öyle terk etse. Zuhur etsem, devrim çıkarsam, asice başkaldırsam nefsime. Bende çıksam düze, bu karanlık ve dalgalı denizden vursam sahile. Yeis ve halvete boğulan bendimi İbrahim (as) gibi ateşlerde yaksam. Kırsam tüm putlarımı O’nun ismiyle. Kalbimde ki o har olur mu gülistan? Zindanlara hapsolsam, Yusuf (as) gibi kuyulara atılsam. Bu zindan yaşamım olur mu medrese? Kuyudan çıkınca olur muyum sultan? Izdırabın mızrağı saplanıyor göğsüme. Dizlerinin üstüne düşüyor dev. Gözlerinin feri sönüyor, küçüldükçe küçülüyor gözümde... O küçüldükçe gök aydınlanıyor. Yıkıyorum içimde ki tüm putları. Kuyulardan çıkarıyorum bendimi. Dev ölüyor, sahile vuruyorum ben. Ruhum şimdi kendini arayan bir bedevi misali, bırakıyorum onu özgürlüğün çöllerine. Kays gibi bulsun Rabbini… Göğe bakıyorum, mavi şalını dolamış omzuna, o asi çocuksu gözlerinin ardında saklıyor güzelliğini. Uzanıyorum, beyaz pamuktan saçlarına bir papatya takıyorum. Gülümsüyorum gecemi gündüze ulaştıran Yaradan’a. Düşüncelerim kanat çırpıyor semaya… Biliyorum bu uzun ve dikenli yolun daha çok başındayım…

13


KIRMIZI KUTU KULESİ - Cansu ŞAFAK‘’Tepeler atık, sabır taşı çatlamış, huniler yolda… Siperlere doluşma vakti. En kötüsü oldu. İnsanın kendi iç savaşı başladı. Solda umutları, sağda hayalleri, ardında hayal kırıklıkları, önünde gelecek güzel günleri. Kuşatma dört bir yandan devam ederken an, olmayan kafaları çalıştırma vakti.’’ Zemin kattaki odamın camından, gökyüzüne doğru hareketsizce bakarken Nora kulağıma doğru haykırıyordu. Büyük şehirde yaşamanın en büyük avantajı, o çaresiz robotik koşuşturmalarımız arasında yorgunluktan bitap düşen bedenlerimiz derin düşünmelere pek vakit bulamaz. Aslında doğal ortamında bırakıldığında mutludur insan. Her zaman içinde bir umudu vardır, hayallerine giden yolda gerçekleştirmeyi arzuladığı. Çoğu zaman bu kaotik ortamda kalp sesini duyamaz insan. Bastıran bir gürültü illaki çıkar karşısına. Ve insan bunun arkasına sığınır, işine gelir tembellik. Onun yerine hayatını tasarlayan birilerinin olması, kendini özel hissettirir. Ve insan hep susar. Hayatın bir şekilde aktığı bir yaşam döngüsü vardır. Sen ağlasan da, zırlasan da, zırvalasan da tutamazsın. Dur durak bilmeden akar çünkü zaman. İnsan doğduğu andan itibaren hayalleriyle büyür. Hayatının her anında mutlaka gerçekleşmesi gereken bir hayalin peşinden koşar. Kimini gerçekleştirir, kimi sadece zihninde oluşan bir bulut olarak kalır. İçindeki çocuğun ölümü, insanın büyümesiyle aynı doğrultuda hareket eder. Çocukken hiç yalnız kalmayacağını düşünür insan. Ne yaparsa yapsın mutlaka arkasında onu destekleyen bir ailesi vardır. Bunun hep baki kalacağını düşünür. Çünkü çocukluğundan kalma alışkanlıkları vardır insanın. Her akşam mutlaka birlikte yenmesi gereken yemekler, ailecek izlenilen televizyon kanalları, her bayram mutlaka ziyaret edilen akrabalar… Lakin iş öyle değildir. Uzay mekiğine benzer insan. Tüm hayatı boyunca dikine doğru uçsuz bucaksız tırmanır.

14


Kadran Dergi | Mart 2017

Bu tutamadığı, evcilleştiremediği tek gerçektir. Zaman! Zaman hep dikine doğru akıp gider. Yolculuk esnasında bazen bir rüzgar çıkar, sarsılır. Bazen kuvvetli fırtınalar kapanır üstüne, yön değiştirir. Ve her yol ayrımında bir kapsül bırakır arkasında. Bırakması da gerekir zaten, kalp sesini bastıranları tek tek. Ağırlıklardan kurtulduğunda daha da hızlı tırmanır çünkü. Öyle olması gerektiğini ona hep birileri fısıldamıştır. Hız kazanmanın iyi bir hareket olduğunu düşünür. Bu uğurda vakti geldiğinde ailesini de gerisinde bırakır insan. Vazgeçer. Geçmek zorunda kalır. Bir de içinde ‘’Ben elimden gelen her şeyi yaptım.’’ rahatlığı oluşur. Vicdan kapsülünü de bırakmış olur böylelikle. Yola ilk çıktığında ne kadar kalabalıksa, sessizlik duvarını aştığı andan itibaren bir o kadar da yalnızdır. Kasvetli ve hafif yağmurlu bir kış günü, güneş batmaya yüz tutarken, zemin kattaki odamın camından bakıp içimden bunları geçirmiştim. Nora’ya kızgındım. Konuştuğu için değil elbet, doğruları söylediği için. Lakin ne olursa olsun böyle fütursuzca söylememeli. Ben de biliyorum yaşadıklarımı, hayatın beni sürüklediği yönü. Kendime bile zar zor itiraf etmişken, o aldırış dahi etmeden bütün fikirlerini haykırabiliyordu. ‘’Hayret, bu sefer susuyorsun, sanırım içimden geçirirken bile fısıldamışım. Yoksa mutlaka konuşurdun geveze.’’ dedim. Cevap vermedi. İşime gelir, ben de kafamı dinlerim. Camımın hemen dibinde duran bahçe duvarının üzerinden göğe doğru bakarken gözüme bir kırmızılık takıldı. Duvarın üzerindeki kamışlardan yapılma hasır çit yüzünden ne olduğunu pek seçemedim, ilk etapta. Ancak gördüğüm ilk anda kalbim çarpmaya başladı. Bana bir şeyler söylemeye çalıştığı o kadar çok belliydi ki, takılı kaldım. Ben ne olduğunu düşünürken Nora ürkekçe fısıldadı. ‘’ Ailenle birlikte en son yaşadığın bina değil mi bu? Onlardan ayrı kaldığın her gün, yeni evinin camından ona doğru bakıp gecelerce ağladığın evin. Özlem denizlerinde boğulduğunda karşısına geçip saatlerce izlerdin. Hatırladın mı?’’ Hayatımın her anına şahitlik etmesine tahammül edemesem de haklıydı. Eski hayatıma duyduğum özlem, şuan çok yakınımdaydı. Gerçi bizim evimizin rengi kırmızı değildi. Şehrin tozunu emdiğinden yeşil olmaktan çıkıp griye yüz tutmuş bir renkti. Ama fark etmez benim için. Yeni hayatımın dibine varsın kırmızısı yapılsın dert değil. Gerçi yaşadığımız yerde yalnızca çatısız beyaz evler var. Renklere izin verilmiyor. Hem bu kadar yüksek katlı bir bina da yaptırmazlar. Ayrıca bir günde de zaten bina yapılmaz. ‘’Harekete geç! Hala ne bekliyorsun? Git yanına, yakınına, öyle seyret. Belki gerçekten de yapılmıştır.’’ Nora beni harekete geçirmişti. O konuşmaya başladığında resmen mantığım işlevini yitiriyordu. Ayakkabılarımı bile giymeden çıkmışım evden. Yağmur hızlanmış biraz daha, ben Nora’yla konuşurken. Koşmaya başladım. Bir an önce yakınına gitmek istiyordum. Havanın soğukluğundan yağmur ayaklarımı kızartıyordu ama pek aldırış etmedim. Kırmızılık netleşince hayatımın o kapsülünü resmen bıraktığımı fark ettim. Plastik kutular yığınından başka bir şey değildi karşımda duran. Kırmızı kutu kulesi. İçecek markasına ait bir yığın kutu. Pencere olarak gördüğün şeyler, kutuları tutma yeriymiş. Klima olarak gördüklerim de markanın adı. ‘’Özür dilerim, ben sadece iyi hissedersin diye düşünmüştüm. Ah keşke…’’ pişman olduğu her kelimesinden belli olan Nora’yı büyük bir hışımla böldüm. ‘’Kes sesini! Benimle oynama Nora! Kim değil ne olduğunu unutma. İçimsin sen benim, iç sesimsin. Sus dediğimde susman gerektiğini unutma. Ben pes ettiğimde sen de edeceksin. Öyle içten içten umut dalgaları yaratma. Yağmurda ıslanan da sen değilsin, hayal kırıklığına uğrayan da!’’ ‘’Yol ayrımına geldiğini fark ettiğinde geri dönmeye çalışma. Bu sana zaman kaybettirir. Seçim yap ve yeni hayatını karşıla. Unutma ki insan seçimlerinden ibarettir. Pişmanlıklarında kimseyi suçlama.’’

15


KARANLIKLAR GURUB - Ömer Faruk GÜL -

Öyle bir garibim ki sesim bile çıkmaz oldu Gecenin doğmasına vardı ümidim o da yok oldu Bir hüzme ışıkla yok olan karanlıktır umudum Ne hazin gece ki karanlıklar da gurub oldu Fırtınalar kopar kıyametlerde, meltemleri unutmuşum Çığ gibi büyür, sessizlikler de nida oldu Bir hüzme ışıkla yok olan karanlıktır umudum Ne hazin gece ki karanlıklar da gurub oldu Şimdi gece benim, karanlıkların karanlığı benim Elmasla kaplı tası -ne acı- parçalamak çare oldu Nitekim yok umudum, çarem, dert ortağım, sırdaşım Tas kırıldı, elmaslar saçıldı, cam kırıkları arkadaşım Susan meltemlerin zikriyle sırdaşım odur habercim Bir kez daha tutuştur ateşi, yansın yara dolu ellerim Bir hüzme ışıkla yok olan karanlıktır umudum Ne hazin gece ki karanlıklar da gurub oldu

16


Kadran Dergi | Mart 2017

GÖLGEN - Volkan ARSLAN -

Ben senin geçtiğin yolda bir ağacım Fark etmezsin beni Ama kokun yapraklarıma takılır Sesin köklerime dolanır Sen beni duyamazsın Lisanım rüzgarın sesine karışır Gölgen Gölgen gölgeme denk düşer Toprak yeşile çalar Çiçeklerin böyle bir baharı daha olmamıştır Sen yürürsün Ben gelemem Kıpırdayamam Terk edemem bu yeri Burası benim vatanım Burası benim sessiz mabedim Seni bilmek Seni yaşamak Yeter Güneşi içmek Göğün keskin kenarından Sen geçip giderken Her şey sıradan gibi ve masum İşte o anlarda Dünya yeniden yaratılıp Yine yok oluyor Kumdan kaleler gibi Devlerin, yüreksizlerin Kalbin nasırlaşmış İnsanların ülkesinde Umutsuz değilim asla Ama bil ama unutma Senin geçtiğin yolda bir ağacım

17


MODERN ZAMANLARIN MODERN SANCILARI - Serra DENİZBirçoğumuz hayatımızın ritmini, rengini, kokusunu, duruşunu bozmadan bir şeylerin yolunda gitmesini ve engelleri minimuma indirerek mükemmelliğin bizi bulmasını isteriz. Evet, isteriz ve istediğimizle kalırız çoğu kez çünkü gizli bir güç yaptığımız planı adeta teşrih masasına yatırır ve ‘burada bir terslik var’ der. O gücün planımızın üstünde bir planı vardır. Antonio Salieri, Viyana Sarayında kapellmeister olduğunda geniş kitlelerce en iyi besteci ve müzisyen olarak tanınıyordu ancak o gizli güç karşısına ‘dahi çocuk’ Mozart’ı çıkarmıştı. Salieri, varmak istediği her şeyin kendisine değil Mozart’a bahşedildiğini görünce, Puşkin’in Mozart ve Salieri küçük tragedyalar’ında ifadesini bulan çöküntüyü yaşamıştı. Gözünü kin bürümüş, ezilip toza belenmiş Can çekişen bir yılan - kim diyebilir bunları Mağrur ve hür ruhlu Salieri’ye? Hiç kimse! Gel gör ben söylüyorum şimdi Nasıl kıskanıyorum - nasıl. Tanrım! Nerde adalet, eğer kutsal yetenek, Ölümsüz deha, bunca didinmeyi, köleliği Mükafatlandırmıyorsa - tam tersine Uçarı bir serserinin beyninde yeşeriyorsa Sorarım nerde adalet? Ah Mozart. Mozart! Büyük ve yıpratıcı bir kıskançlık, ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi insanı yiyip bitiren bir haset ve ötesinde derin bir hayal kırıklığı; takdir edilene rıza göstermeme, olanla yetinmeme. Nefislerde olanı en iyi bilen o gizli güç, akışı bozan, müziği değiştiren, müziği değiştirince dansı da dönüştüren müdahaleleri belki bir cezalandırma belki bir ıslah, terakki ve terbiye aracı olarak kullanıyor. Tam bu noktada, bir sabah kendisini dev bir böceğe dönüşmüş olarak bulan Gregor Samsa’nın ‘benim suçum ne?’ dediğini duyarız. Gregor haset değildi belki ama özüne yabancılaşmaktan da hiç şikayetçi olmamıştı. Evet, burada da bir terslik vardı. Sanırım çok dikkatli olmalı bu hayatta. Azami derecede dikkatli olan da günlük problemlere takılabilir dikkatsiz olan da, programlı güne başlayan da günü akışına bırakanda ve güz sancısı çeken de bahara yakın duran da. Eğer burada bir terslik varsa müdahale kaçınılmazdır. Hiç beklemediğimiz bir anda tesadüf ederiz ona, çarpar, çarpışırız adeta. Burada asıl sorun, bu çarpışma hali değil, çarpışma sonrası oluşan yeni denge ve dağılımla iletilen mesajı alamamak, doğru okumamak, değişen müzikle gelen yeni ritme ve dansa ayak uyduramamak belki de.

18


Kadran Dergi | Mart 2017

Böyle zamanlar, içimize yolculuklar yapmamızı zorunlu kılar adeta. Birkaç koca valizle girer, bir Ocak ayı karın yağışını izler gibi izleriz olup biteni. Şaşırma, çığlık atma eylemleri bizden bin ışık yılı uzaktır birkaç günlüğüne. Hayal ettiğimiz ve günlerce uykusuz kalıp düşlediğimiz günün külleri etrafa saçılmış, yerini günlük aktivitelerimize bırakmıştır artık, bir kış günü, bir öğleden sonrası, bir haftanın en yoğun olmayan saatlerinde. Günlük hayatta başımıza gelen o ilginç bazen sarsıcı hayal kırıklığı, gördüklerimiz, olan-biteni düşünmek, akla uydurmak ve anlamaya çalışmak için bir formül olmadığında, kafamızda karşılığı olmayan denklemler kurup saçma sapan sonuçları avuçlarımıza bırakır, olmadı bir suçlu ararız, ilk etapta buluruz da. Nihayetinde ‘yapmasaydım, söylemeseydim, etmeseydim, eylemeseydim’ler havada uçuşurken ihalenin kendimize kaldığını fark eder bir duvar kenarına çökeriz sessizce. Uzaklardan, Paul Mncartney ‘Yesterday all my troubles seemed so far away’i söyler, içimize sızı düşer, İstanbul serin olur, Ağustos’a doğru çocukluğumuza kar yağar ve bir sır perdesi çözümlenemeden kapanır. Yerden yere vurmasa da uykuya götürüp uykusuz getiren bir durum, Allah’a en çok dua ettiğimiz an, bildiğin gözyaşı seli, bilmediğin kabir azabı ve gökkuşağının en gri tonu yaşadığımız o an. İş odur ki o anlarda mevhibe sahibinin bizden neden yüz çevirdiği üzerinde düşünebilelim. Kesben hak ettiğimizi düşündüğümüzü, vehben bir başkasına ihsan edilmiş gördüğümüzde Andrei Rublev’in Kirill’i gibi ‘adaletin yok’ deyip manastırı terk etmeyelim. Okçular tepesi bir daha terk edilmesin ve düştüğümüz yerden kalkmasını bilelim.

19


BEŞ VAKİT

- Hatice GÖKÇE -

Bazı filmler vardır olabildiğince sessiz, olabildiğince düşük tempolu, diyalogların olabildiğince az kullanıldığı, anlamın görüntü ses ve mimiklerle yaratıldığı… Filmlerde zamanla artan hareket ve aksiyon film izleme algımızı dönüştürdüğünden, hayatın normal akışına yakın kurgular bize yavaş gelmekte hatta bir miktar sıkmakta. Belki de monotonluktan kurtulmak için hareketli filmlere yönelmekteyizdir. Bizde olmayan şeye yönelir belki de bir açığımızı böylelikle kapatırız. Sinemanın genel kuralı ya da işlevi, çok laftan ziyade olabildiğince görüntü sunarak anlam yaratmaktır. Size bu kuraldan hareketle bir filmden bahsedeceğim. Görüntülerle anlam yaratma açısından oldukça zengin, panaromik çekimlerin yakın planlardan çok genel planların kullanıldığı, anlatılmak istenenin göstergeler ve semboller aracılığıyla anlatıldığı Reha Erdem’in Beş Vakit filminden bahsediyorum. Oldukça durağan, zaman zaman izlenmesi zor bir film. Tabi bu vasat bir sinema izleyicisi için geçerli. Sinemada estetik ve görsel zenginliğe dikkat eden, normal sinema izleyicisinden bu anlamda ayrışmış izleyici için ise film görsel bir şölen gibi… Filmde dikkat edilecek bir husus da zaman kavramını işleyiş bakımından farklı bir yol izlemiş olması. Mesela vakit kavramı ezan ve minare ekseninde; zamanın akışı, ay-güneşin konumu ve bulutların akışı gibi doğal,dolaylı göstergelerle ifade edilmiş. Film bir köyde geçiyor ve genelde köy hayatında zaman beş vakit ezanla bölünmüş olarak yaşanır. Şehirdeki saat kullanımı orda pek yoktur. Tabiiki bunca görsel malzemenin ve anlatı biçiminin bize anlatmak istediği nedir? Görsel malzeme elbette önemlidir ama anlatacağınız konuyu satır satır vurguluyorsa…

20


Kadran Dergi | Mart 2017

Konuya geçecek olursak film, aileleleri tarafından çaresizleştirilen, ezilen, duygu ve hayal dünyaları yok sayılan üç çocuk etrafında dönüyor. Büyüme çağında, etrafını meraklı gözlerle izleyen ve muhakeme yapabilen, ebeveynlerinin anlayışsızlığı ve acımasızlığı altında ezilen çocuklar bunlar. Filmin ana konusunu daha filmin başında bir nine şu cümlelerle ifade eder: “Erkekler böyledir. Oğlancıkken iyi olurlar, baba olunca babalarına çekiverirler, hepsinin içine tüküreyim”. Bu cümle hem toplumda kemikleşmiş olan ataerkil yapıya, hem de kuşaktan kuşağa geçen yanlış ebeveyn davranışlarına bir göndermedir. Filmin ilerleyen bölümlerinde bu cümleyi daha iyi anlamaya başlarız. Özellikle babaların oğullarıyla olan ilişkilerindeki otoriterlik ve gene kendilerinin de bu otoriteye karşı boyun eğişlerini görürüz. Bir sahnede Yakup az ilerisindeki dedesi ile babasına bakar. Bu sahnede babasının rolü değişmiştir. Babası, kendi babası karşısında küçük bir erkek çocuğu gibi durmaktadır. Bu sahnede Yakup, yaşadığı durumun dedesinden miras olduğuna şahit olmaktadır. Şiddetin öğrenilen bir olgu olduğu aşikar. Çocuk, şiddeti aile pratiklerinden öğrenir ve ileriki yaşlarda bunu kendi çocuklarına aktarır. Ağırlıklı olarak Ömer’in hikayesi üzerinden akan filmde Ömer, babasının ölümünü isteyecek kadar nefret doludur. Çeşmeden damlayan su ile Ömer in aynı karede olduğu sahneyi, içinde damlaya damlaya biriktirdiği öfke olarak yorumlayabiliriz ve burdan Freud’un Oeidipus kompleksine varan yorumlamalara da gidebiliriz. Çocuğun kendi hemcinsi olan ebeveynini bir tehtid olarak algılayışı olarak bildiğimiz Oeidipus kompleksi Ömer’in öfkesini anlatmakta elbette tek etken değil. Bunda babasının tutumlarının da ciddi anlamda rolü var. Köy ahalisinin babalık figürüne yüklediği anlam da sorunludur. O sebeple asık suratlı, çocuklarıyla bir ilişkisi olmayan, azarlayan ve gerekirse döven babalar görürüz. Köy ahalisinden birinin, yetim çobanı dövdüğü için kendisine hesap soran köylüye “Bende ona babalık ediverdim” diyerek kendisini köylü karşısında aklaması bu anlayışa güzel bir vurgudur. Öyle ya babalıktan anladıkları budur. Dönüp dolaşıp aynı noktaya geliriz. Yanlış anne- baba tutumlarının toplum tarafından kabulü ve kuşaktan kuşağa aktarılması filmin başından sonuna işlenmiştir. Bir diğer nokta ise çocukların hayvanların çiftleşme ve üreme olaylarına şahit oluşlarıdır. Hayatı bir nevi doğadan öğrenirler. Bu noktada sekanslar arasına serpiştirilmiş, anlamsızmış gibi duran, çocukların doğa ile iç içe çekilmiş görüntüleri (ya da ölmüşler gibi), onların yaşadıkları olumsuzlukların bir sonucu olarak ortaya çıkan “doğaya sığınma” isteklerinin bir ifadesi olabilir diye düşünüyorum.

21


ACİZ - Suat MUZIR Yüzlerce üst üste alt alta kelimeler. Beynimin içinde yığın halinde bir tepe. Adın çelme taktı kelimelerime. Bir boşluk ki senden arda kalan, Yetmiyor o boşluğu doldurmaya, Aciz! Kelimeler... Nasıl cesurdum sen giderken... Nasıl bir kalemde sildim başını çevirdiğin dakika. Nasıl bir gururdu seni unutabileceğime inandıran? Elimden kum taneleri gibi aktı gururum. Zaman nasıl da parçaladı her şeyi. Ben nasıl göremedim? Giden keşke bir tek sen olsaydın... Elimde kalan, Aciz! Kelimeler. Sus diyorum beynime, Sus! Beynim susuyor, Kalbe düşüyor aciz kelimeler. Harflerden adam yaptım. Adın çelme taktı. Geriye kaldı büyük bir boşluk ve onu doldurmaya aciz, kelimeler.

22


Kadran Dergi | Mart 2017

YANIMDA SEN OLMAYINCA - Ömer KÜRÜCÜ Yanımda sen olmayınca Kalemim büyük aşk şairlerine özenir Sayfalara sığmaz kocaman kelimeler Araf’ta kalır hislerim varla yok arasında gezer Dilimde eski, şöhretli aşk şarkıları raks eder Yanımda sen olmayınca Evlerin lambaları birden söner, Merdivenler sarp yokuşlara döner Yoksul kapıların yüzüne, Kapı tokmakları, ahenksiz değer “Kim o” sesleri duyulmaz, Cılız bir çocuğa benzer Geri dönüşler, alır başını gider Süslü şehir; dilenci çocuklardan merhamet diler Kaldırımlarında başıboş, kimsesiz şiirler gezer Yanımda sen olmayınca Evlerin bacaları matemle tüter Pas tutmuş çatılar karabasan gibi Gri beyaz âşiyanların üstüne çöker Akasyalara tutunan salıncaklar Kucağındaki yalnızlıkla ağır aksak havada gezer Sokak lambaları mum gibi fersiz, titrek Ayakta durmakta bin bir zorluk çeker Yanımda sen olmayınca Elinde sürgün fermanıyla bir elçi kapımda bekler Adımlarım âfaki bir boşlukta kayar gider Sana benzeyen her sûret değişir Yaklaştıkça, acûze bir kadına döner.

23


Ne Dicle ne de Fırat çare olamaz susuzluğuma. Kevser havuzunun başında, senin elinden içeceğim bir tas su yeşertir ancak ruhumu.

24


Kadran Dergi | Mart 2017

ANNEME MEKTUP - Yunus ULUHATUN Canım annem. Seni o kadar çok özledim ki sensizlik göğsüme saplanan bir hançer gibi kanatıyor içimi. Canım yanıyor hiç olmadığı kadar. Sanki yeryüzündeki bütün acılar bir karabasan gibi çökmüş üzerime, bastırdıkça bastırıyor göğüs kafesime. Sensizliği bağırmak istiyorum ama boğazım öyle bir düğümleniyor ki o an, nefessiz kaldığımı hissediyorum. Ölmek ne garip şeymiş anne! Anneler ölünce daha bir garip oluyormuş ölüm denen şey. Ölümün soğuk yüzünü senin buz gibi bedenini öperken gördüm. Senden sonra ölüm kımıl, bir kıymık gibi batıyor beynime. Sensizliği ağlayarak haykırmak istiyorum bazen. Çoğu zaman gözlerim dolu dolu her an yağmaya hazır bir bulut gibi. İstiyorum ki ağlasın gözlerim, yağsın mezarına gözyaşlarım bir nisan yağmuru gibi. Gözyaşlarımla açsın kabrinde çiçekler. Her gece belki rüyama gelirsin diye bekliyorum ama gittiğin günden beri gelmedin canım annem. Yoksa sen özlemedin mi beni? Boynuna sarıldığımda beni öpüp koklamanı, canım oğlum demeni o kadar çok özledim ki keşke bir kere bile olsa rüyamda sarılsan bana. Öpsen koklasan yine, ben de canım annecim deyip o güzel yanaklarından sıksam. Sonra, sonra cennet kokunu içime çeksem doyasıya ve mübarek elini öpüp başıma taç yapsam. Ah annecim, sen yokken her şey çok daha zor oluyor. Çok yoruldum artık. Yüreğimin yükünü taşıyamaz oldu dizlerim. Dizlerimdeki bu dermansızlık yaşımdan ya da hasta oluşumdan değil be annem, sensiz oluşumdan. Bu dağdağalı dünya hayatında oradan oraya savrulup giderken, dinlenebilmek için senin dizlerinde her şeyimi verirdim. Havalar soğudu ama bedenimden çok ruhum üşüyor annecim, sözlerinin sıcaklığını arıyor yüreğim. Sensiz hayat nasıl da akıp gidiyor, zaman hiç geçmezken! Sen gittikten sonra içimi kanatırcasına geçiyor günler. Her gülüşümün ardında sensizliğin acısını duyuyorum yorgun yüreğimde. Bir kerbela yaşıyorum sanki. En güzel duygularım sensizlik çölünde susuz kaldı annem. Hayallerimin, umutlarımın bir bir vurdular başını. Ne Dicle ne de Fırat çare olamaz susuzluğuma. Kevser havuzunun başında, senin elinden içeceğim bir tas su yeşertir ancak ruhumu. Canım annecim. Hissiyatımı, özlemimi yazmaya ne ömrüm yeter ne de kelimeler. Seni anlatmaya, sensizliği anlatmaya hangi kelimeler tercüman olabilir ki zaten! Keşke kalbimin dili olsa da anlatsa. Kırık dökük cümlelerimi nezdinde kabul et annecim. Seni Rabbimin merhametine ve el emin olan Peygamber Efendimiz’ e emanet ediyorum. Ne mutlu bana ki şehit evladıyım.

25


BİR

PARİS

PORTRESİ - M. Adil KÜÇÜK -

26


Kadran Dergi | Mart 2017

Paris’i kitaplardan, filmlerden, şarkılardan dinlemektense bizzat orada yaşayandan dinlemek daha doğru olsa gerek. Tolstoy arkadaşına bir gün şöyle der, Azizim bu şehir ne zaman benim üzerimde tesir etmez hale gelecektir? Evet Paris birçok insanın bedenen gitmese de, hayalen gittiği bir şehirdir. Fransanın dünyaca ünlü başkenti olan Paris 13 milyon nüfusa sahiptir. Sanat şehri, aşk şehri, kültür şehri diye isimlendirilmesi yılda 80 milyon turist çekmesiyle anlaşılmaktadır. Hep düşünmüşümdür bu şehri farklı kılan nedir diye, daha sonra anladım ki yaşadıkça keşfedilen, her daim ruh ufkunda yeni dünyalar açan ve 19. yy ile birlikte 21.yy’ın aynı karelerde buluştuğu yaşanılası bir şehir... Tabiki her güzel bir şehri barındıran bir ülkesi vardır, dolaysıyla biraz Fransa’dan bahsedelim. Frankların yurdu anlamına gelen Fransa, devrime kadar monarşi sistemiyle yönetiliyordu. Tarihinde önemli bir yer alan 16. Louis ülkeyi 72 yıl yönetmiştir. Kendini soylu kesimden soyutlamak için babasının bir av köşkü olarak inşa ettirdiği Versaille’i (versay) genişleterek Fransa krallığının yönetildiği devasa bir saray haline getirmiştir. Karısı Kraliçe Maria Antoinette’dir. Şu ünlü « Ekmek yoksa pasta yesinler ! » diye söylediği iddia edilen kraliçe. Mozart’ta henüz 16 yaşındayken sarayda konserler vermiştir. 1789 Fransız devriminin ardından Ocak 1793 yılında fransz ihtilali esnasında 16. Louis ‘’Vatan hainliği’’ suçlaması ile Concorde meydanında giyotinle idam edilmiştir. Fransız ihtilali sonrası beş kez cumhuriyet kurulur. 18. ve19.yy’lar önemli buluşların yapıldığı dönemlerdir. Van Gogh, Picasso gibi ünlü isimler Fransızların akımına katkıda bulunan önemli şahsiyetlerden birkaçıdır. Aynı yüzyıllar arasında Fransa en büyük sömürge devleti haline geçmiştir. Bundan dolayı dünya topraklarının % 8 gibi kısmını da sömürge olarak elinde bulundurur.Yaklaşık 28 Afrika ülkesinde ve Kanadanın bir kısmında Fransızca konuşulmaktadır. Bundan dolayıdır ki özellikle Paris’te siyahın her tonunda marjinal bir Afrikanlı vardır. Bu da nüfusa yansımıştır. Avrupa’nın en güçlü ülkelerinden biri olan Fransa yaklaşık 67 milyon nüfusa sahiptir.

27


Bugünkü Paris’in mimarı Baron Haussmann’dır. Türkler de Osman diye anılır. Okunuşundan dolayı olsa gerek, çünkü fransızcada baştaki ‘H’ harfi okunmadığından ‘au’ da ‘o’ diye okunduğundan Osman diye okunur. Haussman 25 bine yakın binayı yıkıp şu an ki Paris’in St.German, Arc de Triomphe (Zafertaki), Lafayette mağazalarının bulunduğu yerleri inşa etmiştir. Fakat sonunda rüşvetle suçlanmıştır. Paris kafeleri, parkları ve turistik mekanları ile her yıl milyonlarca turistin akınına uğramaya devam ediyor. Bu esrarengiz şehirde bir mahalleden öbürüne geçerken veya bir sokağa dönerken kendinizi bambaşka bir diyarda bulabilirsiniz. Eski Parisliler dünyanın en ikonik yapısını sadece demir yığınına benzetse de, hiçbir Paris turu Tour Eiffel (Eyfel kulesini) görmeden tamamlanmamalı, oradan Seinne nehri üzerinden bateaux ile gezerken bir ara karşınıza tüm ihtişamıyla Notre Dame katedrali çıkarken biraz ileride Saint Chapelle ile karşılaşırsınız. Karada gezinize devam ederseniz Champs Elysées caddesini, Arc de Triomphe (Zafertaki) ile sonlandırırsınız. Ünlü ressam Leonardo da Vinci’nin muhteşem eseri Mona Lisa’yi barındıran Louvre müzesi ve Orsay müzesi sanat tutkunlarının kaçırmaması gereken yerlerdir. Biraz yukarılara çıkarsanız Paris’i en güzel yerlerden gören ressamlar tepesi ve yanı başında « Kutsal kalp » anlamını taşıyan Sacre Cœur bazilikasını da gezmeyi unutmamak gerekir. Dünyanın sayılı mutfakları arasında yer alan Fransız mutfağının tüm güzelliklerini Paris’in ünlü restorantlarında bulabilirsiniz. Yemek sonrası da tatlı ihtiyacınızı kesinlikle meşhur makaronla sonlandırmalısınız. Paris birçok şairini, yazarını, ressamını barındırır Pantheon’nun bağrında. Victor Hugo, Emile Zola, Voltaire, Soufflot , Balzac ve daha birçok ünlü isim yatar Pantheon’da. Bu isimler Paris’in her sokağında caddesinde yaşamaktadır. Caddelere ve sokaklara verilen isimleriyle eskiyi bugünlere taşırlar ve yaşatırlar vefalı Parisliler… Günümüzde hâlâ sanat ve kültürünü insanıyla ve şehriyle koruyan ve büyük kütüphaneyi barındıran Pompidou merkezi, Parisin 16.yy dan 20.yy’a kadar resim, yazı, eşyalar, mektuplar gibi belgelerle tanıklık eden Carnavalet müzesi -ki bu müze de özellikle Fransız devrimi bölümü- Bastille’in yakılması, rönesansın izleriyle, Picasso’nun resimleriyle donanmıştır ve görmeden yaşayamayacağınız bir değerdir. Evet Paris’te her yolun, her caddenin ve her bir heykelin hikâyesi vardır. Yaşadıkça keşfedeceğiniz ve keşfettikçe her bir sokakta farklı bir dünyaya yelken açacağınız hayal ve masal şehri Paris’in portresini bir Picasso kadar olmasa da çizmeye çalıştım, ama başta da dediğim gibi bu şehirde yaşamadan anlaşılmayacak bir yapıttır Paris.

28


Kadran Dergi | Mart 2017

29


ANNE - Mustafa SADE -

Deseler ki; “Hayatta unutmadığın an” ne? Senle geçen hiç bir anı, unutamam ki Anne…

Artık her gecem kahır, artık her gün ah bana Hayat fırtınasında yok artık penâh bana.

Son hamlende içime attın hüzün tohumu Bu hüzün sarmaşığı beni sarmalar artık; Yokluğundaki tufan savururken ruhumu Gönül vuslat gününü, düşleyip, dalar artık.

Pınara döndü gözüm, oysa daha çiy idim Sen kokuyorsun diye ıslanmaya razıyım; Kırk yıllık çocuk iken, bak bir günde büyüdüm Geriye döneceksen uslanmaya razıyım.

Kapanmıyor bu yara, günbegün azar oldu Toprak evin olalı, buralar mezar oldu.

Ben hâlâ küçüğünüm sakın görme dev beni, Saçımı okşayıver, rüyalarda sev beni.

Gökteki bulutları gözüme asıp gittin Sana rahmet umarak düşüyor her damlası, Sinendeki közleri sineme basıp gittin Sana cennet görünür, bana dünyanın yası.

Dindi mi acıların, eriştin mi rahata? Rahat ettirmediysem, hakkını helâl eyle; Dilerim rahmetinden misline misli kata Allah’ım! Yer altını Anneme zelâl eyle.

Gülemem… Sensiz yaşam kızıyorken ömrüme, Her nefeste Azrâil sızıyorken ömrüme.

Gönlümü söylediğin sözlerle avuturum, Ecel gelene kadar sanma ki unuturum.

Sözlerin kulağımda, duaların mirasım Hayalin kanatırken kabuk tutar mı yara? Bilmem, biter mi bir gün, bu tükenmeyen yasım Suretinle suretim mıhlanmışken duvara.

Deseler ki; “Hayatta unutmadığın an” ne? Senle geçen hiç bir anı, unutamam ki Anne…

30


Kadran Dergi | Mart 2017

KAYGILI ŞİİR - Halime KECE -

Hepimizin dilinde bir hayat türküsü, Toprakların rüzgâra savurduğu tozlarız, Taşlarda birikmiş hülyalarımızla, Birlikte yollarda yalnızlığı kollarız. Kalabalık seslerin cümbüşüyle, Hisler nefsimize set çektiği vakit, Erişebilmek için huzura, Ruhumuzun en tenha köşelerini yoklarız. Kaygı yığınları sabrın ucundayken, Aksamış bir yanımızı tamamlayabilmek Ve Mevsim sıcağına dokunabilmek için, Cümlelerin hürriyetine sığınırız. İçimiz, Söylenmemiş sözler, Yaşanamamış hatıralar mahşeri, Suskun ve solgun ruhu tutuşturarak, Ahiretimizi dünyaya taşırız...

31


HÜKÜMSÜZ SEVMELER - Kadir KAPDAN18 Kasım… Her şeyden kaçmak istese de başaramıyor hatta kimi zaman kendisinden bile kaçıp intihar etmeyi düşünüyordu Habip. Ölüm dedi ve kendisini sırtüstü bıraktı çimlere, gözleri uçsuz bucaksız gökyüzüne anlamsızca bakıyordu. Sahi neydi derdi kendisiyle? Nefret miydi hissettiği? Bağlanma korkusu mu? Gençliğinden bu yana inanmamıştı zaten sevmelere ve bugün haklı olduğuna bir kez daha inandı sevmelerin yalan olduğuna. Boşanmıştı eşinden bir buçuk ay süren evlilikten sonra bugün. İnanmamakta ne de haklıyım diye geçirdi içinden, sevmeler yalan… Cılız da olsa kendisini hissettiren güneşin sıcaklığı kaybolmuştu yüzünde, dahası kararmaya başlamıştı gökyüzü. Kafasını kaldırıp tekrar baktı. Bir şeyler anormal gibiydi daha önce gökyüzünü böyle görmemişti. Etrafına baktığında Beyoğlu Belediyesi’nin önündeydi, az önce bitmişti boşanma davaları. İnanmadığın sevgiye ısrar edersen sonu bu olur diyordu içinden. Hoş kendini tenkit de etmiyordu aslında, tam tersi gizliden gizliye bir gurur hissiydi bu “yine haklı çıktım, sevmeler yalan”. İddiasını doğrulamak isterken bir mahkeme de kendi zihninde kurdu, iddia makamı edasıyla, hadi ben sevmeye inanmıyor, beceremiyorum, peki eşim, pardon eski eşim? Akli muhakemesi bittiğinde yeşil gözleriyle kendisine gülen küçük çocuğu gördü. Şaşırdı ve aklından şüphelendi. Zihnini toparlamaya çalıştı ama başaramadı. Neyse ne, haklıyım işte diye geçirdi içinden. Yalan bu sevmeler, hükmü yok. Sevginin varlığının önemi yok, bu yüzden hükümsüz sevmeler dedi ve bu manşetlik cümlesiyle gurur duydu. Öylesine dalmış ki kendi haklılığını ispat etme düşüncesine, nerede olduğunu yokuşun kalabalık oluşundan anladı. Cağaloğlu yokuşu her zamanki gibi yine telaşlıydı. Hadi canım sende dedi içinden, yokuş telaşlı mı olurmuş? İnsanların telaşı o, dediğinde bu esprisi güldürmüştü onu. Gülümseyerek kafasını kaldırdığında saçları altın sarısı gözleri masmavi bir kız çocuğuyla göz göze geldi. Donuk bir edayla baktı, derinlerden gelen iç sesi neler oluyor diye sordu, yanıtı yoktu tabi, umursamadı. Yokuştan aşağı doğru inerken kalabalığa kaydı gözleri; iş telaşında olanlar, çocuklarının elini tutup yürüyüşe çıkanlar ve âşıklar… Peh! Dedi içinden aşkmış. Kandırmayı ne çok seviyor insan kendisini ve başkalarını, dünyanın en saçma şeyidir aşk ve sevgi dedi en üst perdeden. Yokuşu yarılamış, kalabalıklar içerisinde yürüyen aristokrat edasıyla gezerken bir kedi sesi işitti, uzunca duvarın hemen dibinde duran bir kedi. Simsiyah saçlı bir o kadar da siyah gözlü çocuğun kediyi okşayışına takıldı gözleri. Tam o esnada siyah saçlı çocuk gözlerinden içine akıyor gibi hissetti. Bakışlarını kaçıramıyor, çocuğun gözlerinin karası tüm bedenini esir alıyordu. Öyle ki tüm bedeni kararmıştı sanki. Sonra çevresi kararmaya başladı, kımıldamak istese de milim oynayamıyordu yerinden. Bir çift el omuzlarından sıkıca kavramış gibiydi, yavaşça havalanıyordu. O havalandıkça gözünde küçülüyordu Cağaloğlu Yokuşu, hem küçülüyor hem kararıyordu kendisiyle beraber.

32


Kadran Dergi | Mart 2017

İzlediği Mumya serisi filmler gibiydi şimdi sahne, insanlar ufalanan kumlar gibi bir bir yok oluyordu o yükseldikçe. Artık tüm İstanbul, üç nokta dışında kapkaranlık ve acımasız bir kimyasal savaş çıkmışçasına sessizdi. Korkmaya başladı. Avazı çıktığı kadar bağırmak istiyor ama başaramıyordu. Dünya siyah bir bilye gibiydi şimdi, karanlık. Güneş her zamanki azametiyle sen misin yoksa ben miyim karanlık dercesine daha da karanlıktı. Galaksi sönmüştü sanki, bu gözlemi nasıl yapabildiğine dair sorgulamasını kesmiş, dünyanın ve âlemin bu haline acımaya başlamıştı. Bütün varlık âlemi bir tepsi gibi önünde ve karanlıktı ama üç nokta elmas gibi parlıyordu ışıl ışıl. Bu parıltı da neyin nesi derken parıldayan yerlerin görüntüsü yakınlaştırılmıştı kendisine. Üç çocuğu gördüğü yerlerdi bunlar. Üç sevgi ve şefkat dolu masum sevginin temsil edildiği saray gibi. Allah’ım diye bağırmak istediği o an müthiş bir patlama sesi duydu. Bu kıyamet gürültüsünü andıran sesle beraber, omuzlarını sıkıca kavrayan el kendisini bulunduğu yerden yeryüzüne bırakmıştı. Bu ne müthiş bir korku, fezadan yere doğru düşüyor, bağıramıyor ve öleceği düşüncesi güve gibi kemiriyordu beynini. Yere yaklaştığını kendisine hatırlatan üç noktadan yansıyan keskin ışık huzmeleriydi. Birazdan parçalanıp ölecekti. Düştüğü yer yeşilliklerle çevrili bir yerdi ama bunun ona faydası olmayacaktı. O da ne! Düşeceği nokta belliydi ve orada biri uzanmış yatıyordu. Allah’ım hayır… Yere çarpmak üzereyken çok güçlü bir ses duydu. “ Sevmeyi yaratmasaydık, ne âlemi yaratırdık, ne Habip’i “ Uzandığı çimlerden gözüne vuran güneşin etkisiyle mi uyandı yoksa gördüğü kâbusu andıran bu düşle mi? Çevresine bakındı önce, burası uzandığı çimenlikti. Şimdi sesler de kulağına geliyor, normale dönüyordu. Çocuk kıkırdamaları duydu arkasından. Kafasını çevirip baktığında, sarı saçlı mavi gözlü kız çocuğu, yeşil gözlü erkek arkadaşıyla, simsiyah gözlü kuzenine yerde yatan bu adamı gösteriyor ve gülüşüyorlardı. Biraz bozuldu önce, çok saçma görünüyorum galiba diye düşündü ve hak verdi çocuklara. Kendisi de gülümsedi. O esnada arkasında duran çocuklar ileride ki arkadaşlarına bağırıyordu. “ Habip, bizi bekleeee “…

33


SEN GİDİNCE - Ramazan TEKER Ne zor şeymiş unutmak seni. Ne bela şey Tam unutur gibi oluyorum artık olmayışını. Coğrafyaya adını veriyorlar. Bir yıldıza resmin, Bir hayale de hüznün kazınıyor. Ve daima, Önce giden kazanıyor. Sen gidince. İçimdeki çocuğu öldürdüm. Ve mezarlık çiçeklerine isyan etmeyi öğrettim kendime. Cenazelerde dik durmayı, Susmayı sonra. En gülünesi yerlerde susmayı Fakir mahallemin kanadı kırık parklarında sabahı etmek dışında, Birkaç günah daha öğrendim. Tanrım; çok kızacaksın ama Unuttum sonra. Cehenneme götüren günahı unuttum. Sen gidince. Sosyal sorumluluklarım azaldı. Kötü alışkanlıklar da edindim kendime. Mesela, müziği damardan almaya başladım. Yemek yemek ve nefes almak gibi mecburiyetlerden sıkıldım sonra. Yani utanmasam. Gece yatağa aç giren bebekten, Ağlarım gidişine. Mendil satan gözleri yeşil kızdan utanmasam, Ağlarım diyorum. Cesedi kıyıya vurmuş çocuktan, Utanmasam.

34


Kadran Dergi | Mart 2017

Sen gidince. Bir harf eksilir. Haritadan bir yeşillik, Denizden bir mavi, Babadan bir tebessüm, Veya bir hayal çocuk beyninden… Bende bir dert artar. Ve kahretsin, Artık şiirler cenneti anlatmaz. Ve kahretsin, Artık şiirler cenneti anlatmaz. Cennet dedim de, aklıma geldin. Gözlerin nasıl? İyiler mi? Onlara gözün gibi bak. Ben içini bilirim. Şimdi de kaybolduğum yerimi. Senden uzak, Ve soğuk. Meğer ne zormuş unutmak seni. Rehberden adını silince, Ne bileyim. Birkaç gün sesine denk gelmeyince Geçer sanmıştım yokluğunun genzimi yakan acısı. Altında kaldığım sevdayı sana şikâyet ediyorum Rabbim. Yanıma koyma bunu, Razıyım, yak bu duygumu. Sen gidince. Tek yanlış bütün doğrularımı yanında götürdü. Ve isminle uykudan sıçrayınca dedim ki kendime. Bu sevda işlerinin anayasada yeri olmalı. Ya iki taraf da bitmeden gitmek olmamalı. Ya da gidenlerin cenazesi kalanın omzuna yıkılmamalı. Sen gidince, Dedim ki kendime…

35


Umut, her şey daha iyi olacak diye beklentilerde saklı değildir. Hayatın bu andaki kanatlarının gölgesine sığınabilmektir.

36


Kadran Dergi | Mart 2017

GÖNÜL KÖZÜNDE KAHVE - Zehra YILDIRIM -

H

demeli.

ayatta hiçbir şeyi bildim deme... Hatta hiç bilme. Çünkü ne kadar çok bilirsen o kadar çok üzülürsün. Sadece cümlenin içine nakşolmuş umudu çekip çıkarmalı insan: “Hayatın başına gelen her şey hasendir.”

Evet, her şey. Umut, her şey daha iyi olacak diye beklentilerde saklı değildir. Hayatın bu andaki kanatlarının gölgesine sığınabilmektir. Sabahın ışığıyla yolunu bulmak, soluduğun da havayla umutlanmaktır. Ona kahve koyup dem vurmaktır gönül dostunla. İnsanın bazı şeyleri anlamlanır aniden. Hemdeminle dertlere ram olmuş gönül közünde yaptığın kahve, çoğu zaman hüzün dehlizlerine dem vurmak için yapılır ve her yudum da biraz daha götürür seni umuda. Yolculuk için ümit beslemeye ve hayata biraz daha tutunursun her kahve yudumunda. Kahveye her köz koyduğunda biraz daha eritir içindeki dünyayı ve insanlara ait buzları. Kahve bitimine doğru bir inşirah sarar yüreğini, belkide beklentisizliği beklenti haline getirmiş koca bir yürek hali hasıl olur tüm benliğine. Yine düşer aklına kalbinde gizlediğin en kesif acılar, geçmişteki bin tövbelerine sarılmalarındaki sancılar. Duyguların hissizleşir belli zaman sonra... Bittiğindeyse hiçbirşey karşılamaz giden umutlarını, yıkılan ümitlerine derman bulunmaz. Prangalarla sürgün eder seni insanlardan beklediğin her beklenti. Herşeye rağmen, herşeyin sahibini yâr edinip, O’nun yaralarına derman olma tevekkülü sarar yaralarını... Yoktan var edenin varlığıyla, yok oluşun anlam bulur. Havf ve recâ dengesini kurduğunda, yaralarına derman olan asıl Yâr’in verdiği tarifsiz huzurun efsunu sarar ruhunu. Ve artık imtihanın adı kurtuluş olur…

37


KARDEŞLİK BİLDİRİSİ - Emrah BİLGE-

Bir hilal uğruna batan güneş sizdiniz, sizdiniz bu ülkenin sönmeyecek son ocağı, siz oldunuz hududu ülkemin, sizsiniz ucu bucağı.

38


Kadran Dergi | Mart 2017

“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?” sorusuna kendimizi muhatap bilmedikçe, cennet vatan bizim için hayalden öteye geçemeyecek. Yüzyıl öncesine mektup, şikâyetname yahut bir iç döküş. Sözlerim, söyleyeceklerim incitmesin sizi, aman! Genç yaşınıza kıyamam, gözyaşınıza, çocuksu telaşınıza, şöyle bir mindere oturup da muhabbet edemediniz sevdiklerinizle, bir bayram sabahı öpmek istediniz de babanızın elinden nasip olmadı, annenizin elinden pişen çorbaya nasıl da hasret kaldınız, ya başında yeldirmesi, ziyaretinize gelen gönül evi yangın yeri olan sevdiğinizle o dar vakitler nasıl da değeri bilinesi. Daha taze bir çehre taşıyordunuz hepiniz, Anadolu’nun pek çok yerinden cihat diye düştünüz yola ve şehit düştünüz toprağa şimdi torunlarınızın birbirine düştüğü yerde. Bir hilal uğruna batan güneş sizdiniz, sizdiniz bu ülkenin sönmeyecek son ocağı, siz oldunuz hududu ülkemin, sizsiniz ucu bucağı. Bilemedik, kanla sulanan cennet vatanı kendi elimizle cehenneme çevirdik. Affedin. Şikâyet edip de üzmek istemezdim elbette ama ben kime dökeyim içimi, kime duyurayım sesimi? Sizin hatıranıza sahip çıkamadık, çıkamadık yek yürekle düşman karşısına. Siz şekersiz üzüm hoşafına tamah ederken, biz anne yemeğine tahammül edemedik, siz birbirinizin boynuna sarılıp da direnirken düşmana, biz birbirimizin boğazına sarıldık, düşman bildik birbirimizi, bilendik birbirimize, israf ettik kıymetli zamanı, merhameti, hatta öfkemizi dahi. Aynı toprak üstünde, ayrı bahçeler edindik. Başka başka cümleler sarf ettik, sen Türk’sün diyerek kırdık, Kürt’sün sen diye incittik ve Ermeni diye içimizde istemedik. Alevi diye biri, kapıları açmaz olduk acısına ve koşmaz olduk yangınına, diğeri Sünni diye inanmaz olduk ezanına, niyazına. Sahi siz cephede düşmana direnirken sordular mı size kimsiniz diye? Hesap sordular mı size dilinizden, dininizden ötürü? Siz bir avuç toprak uğruna, ölüme gittiniz umutla. Söylüyor torunlarınız birbirine, “Atan yokmuş cephede” diye, “Dedem direnip ölmüş de deden gidememiş öteye” diye. Aziz insanlar, yüce şehitler, bize muhafaza edelim diye bıraktığınız hiçbir değerin değerini bilmedik. Dört bir yanımızı sardı yedi düvel, yedi boğumlu akrep gibi girdi kanımıza, girdi aramıza, mesafe girdi kalbimizle o yüce anılara. Birbirimizin elinden tutamaz olduk, göremez olduk öfkeden birbirimizin akan yaşını. Toplayamaz olduk hüzünden dağlanan gönülleri, virane ettik evleri, evdekileri. Helâl edin hakkınızı. Hakkından gelemedik haksızların, hak diye diye bize haksızlık yapanların. Size layık olamadık, bıraktığınız yerde duramadık. Yolumuzu yitirdik. Çok yorulduk. Bir şifa gönderin yücelerden şu ölü toprağı serilmiş yüreklere.

39


AŞKIN COĞRAFYASI - Timur SARI Lugatım dar seni anlatmaya Kafi gelemiyorum Dilimi presliyor kalbim Dudaklarım birbirine mıhlanıyor Tutsak oluyor cümlelerim Şarkın en gizemli efsunlarını mırıldanıyorum Yüreğimde taşıyorum akdenizin ateşini Bir de seni Dünyanın sonuna göç edelim isterdim Buna karşılık, geniş bir koridora geçiyoruz Bi ucunda sen varsın, diğerinde ben Karşılaşmamız an meselesi... Adımlarına bakıyorum, Adımlarıma denk düşsünler diye Saliseleri bekliyorum, Geçmiyorlar Ben sana hep teğet geçiyorum Oysa dünyam yörüngene tabi Bana doğu gibi yasaklı mısın sevgili? Kalbimse paralel ilerliyor kalbine Hayatım ege bölgesi seyrinde Dağlar denize dik uzanıyor Karasal iklim mevcut gönlümde Sensizlik yazları sıcak ve kurak Kışlarıysa üşüyorum yokluğunun yakıcı özleminde Oysa ben seni memleket gibi seviyorum Tarihin tekerrür etmesinden korkarak Ben sana Leyla diyemiyorum mesela Şirin gelmiyor o hikaye Aslımı unutuyorum aslın vuku bulunca Mutsuz sonlarını sevmiyorum Mutlu bitmesi gereken yaşamların Yoksa biliyorum “Tahir olmakta ayıp değil Zühre olmakta Aşk için ölmekte ayıp değil” Lugatı kalbi kadar geniş olan Bir devden dinlemiştim Sıska bedenimden büyüktür bu laf Kuvvetli kalbimden değil.

40


Kadran Dergi | Mart 2017

DA... - Cevahir ÇİÇEK Buralara sevda sözleri yazarım... ...da Sahipsizlik ilişik ya yakasına Pek girişmem, Hem kıskanırım İstemem... Sahibinden, gözünden evvel Gözler değsin üzerine Nasılsın deseler misâl Eksik derim de İçime... Bilsinler istemem… İçimde içine yüzüne karşı söylenirim Yazmasam da Yazsam da bildirmem Gizlerim... Söylemlerim arttıkça nefretim Artar yahut sevdam... Sevdam... Hissiyatım alnıma yazılım Adıma mührüm... Şimdi uzattık ya vuslatı Soğudu ya içim, Söylendim ya kendime yine hiçim Hissetti mi yüreğin? Bak yine adını dahi bilmesem de Adın geçti yazdım... Dayanamadım... Yahut düşünmeden yazılmış olanlardan ödünç çalsam da Şuraya cuk oturan bir şarkı sözü sıralasam Geniş zaman ancak monoton işlerde kullanılır Oysa benim vaktimin faili meçhûl. Vakti var geleceğin… Vakti var geleceğin… VAKTİ VAR GELECEĞİN…

41


A D N I S ORTA

N I N A N FIRTI - Halil CENGİZ -

Watson’ın yaralandığı gecenin sabahıydı. Sherlock, emniyet müdürü Saffet beyi evine göndermemiş, fırtınanın başlamasını bekliyordu. -Gök gürledi müdür bey, sağanak koptu-kopacak diyordu. Emniyet müdürü, ne yazık ki Sherlock’un endişelerini paylaşmıyor, kendi kendine; -Ben ne suçlular gördüm. Bu adam da bir garip ha! Hem dahi hem de korkak. Alt tarafı tek bir kişi, nefesimle bile ezerim onu diyerek oldukça mütevazi! düşüncelerdeydi. Gecenin sabaha dönen en koyu vaktinde, Saffet beyin telefonu acı acı çalmaya başladı. Cevap verdiğinde ise emniyet müdürlüğünde işlenen korkunç bir cinayetin haberini almıştı. Sherlock çoktan hazırlanmıştı ancak Saffet bey uyku mahmurluğunu sırtına aldığından sebep, yavaş adımlarla dahi dedektifimizi takip ediyordu. Oyun başlamıştı ve zaman en değerli hazineydi bu oyunda. Emniyet müdürlüğüne geldiklerinde, Arşiv ve kanıt bölümünün kapısının önünde bekleyen bir gurup harekat polisiyle karşılaştılar. Özel bir çelikle güçlendirilmiş ön kapının kartlı sistemi çalışmıyordu ve polisler kapıyı açmaya henüz muvaffak olamamışlardı. İçeride, polis Memuresi Betül hanımın gece mesaisinde olduğunu ve yaklaşık yarım saat önce odadan korkunç çığlık seslerinin duyulduğunu öğrendiler. Güvenlik kameraları arşiv ve kanıt bölümünün ön kapısına bakıyordu ancak içeride herhangi bir kamera bulunmamaktaydı. Ön kapının giriş paneli içeriden etkisiz hale getirilmişti. Sherlock; Dehlizi kullanalım müdür bey dedi. Saffet bey, yine koşturacağız demek ki diyerek yılgın bir karşılık verdi yeni partnerine.

42


Kadran Dergi | Mart 2017

Dehliz dedikleri, Emniyet Müdürlüğü ile hemen yan tarafındaki hastane arasında bağlantı kuran bir gizli tüneldi aslında. Bazı özel suçlular getirilirken, siyasiler gayrı resmi ziyaretler yaptıklarında ve Sherlock emniyet müdürlüğüne geldiğinde genelde bu dehlizi kullanıyordu. Saffet bey, polisin zafiyet içinde olduğu görüntüsü oluşmasın diye dahi dedektifimizin Emniyet müdürlüğüne bu yoldan gelmesini özellikle rica etmişti. Hastanenin çamaşırhanesinin önüne geldiler. Yangın alarmı düğmesinin arkasına gizlenmiş özel bir paneli açtılar ve şifreyi tuşlayarak dehlize girdiler. Arşiv ve kanıt bölümünün içinde, geniş ve uzun odanın baş kısmında bulunan bir evrak dolabının arkasından çıkarak olay yerine ulaşmayı başardılar. Sherlock, Saffet bey’den arkasında kalmasını ve kendi adımlarını takip etmesini istedi. Zira ön kapı tam karşılarındaydı ve kart paneline kanlı bir bıçak saplanmıştı. Odanın en dibinde tellerle çevrili bir banko bulunmaktaydı ve bankonun arkasında, deponun giriş kapısında, Moriarty’nin tarzıyla hiç uyuşmayan, korkunç ve iğrenç bir manzara oluşmuştu. Emniyet müdürü bu manzarayı gördüğünde istemsizce kenarda bulunan bir saksının içine kusuvermişti. Polis memuresi Betül hanım, depo kapısına elleri ve ayaklarından çivilenerek asılmıştı. Boğazının kesildiğini ve ölüm nedeninin bu olduğunu kolayca anlamıştı Sherlock. Maktulün üzerinde bir yelek vardı ve yeleğin ön kısmında birkaç tüp ve büyükçe bir elektronik ekran göze çarpıyordu. Bankonun ön tarafında ise odanın yaklaşık üçte biri mesafesine çizilmiş geniş bir kırmızı çizgi görünüyordu. Odanın giriş kapısına yakın bir yerde ise uzun ve geniş sarı bir çizgi çekilmişti. İki çizginin ortasına bir sehpa yerleştirilmişti ve sehpanın üzerinde bir cep telefonu göze çarpıyordu. Sarı çizginin dışında ise başka bir sehpa vardı.Sehpanın üzerinde, dik şekilde yerleştirilmiş bir karton ve diğer sehpaya, oradan da maktulün üstündeki yeleğe kabloyla bağlanmış, üzerinde sıfırdan dokuza kadar rakamlar ve enter işaretinin bulunduğu, post makinası benzeri bir makine bırakılmıştı. Hemen yanında ise basit bir ses kayıt cihazı göze çarpıyordu. Kartonda aynen şu ifadeler yazılıydı; Yelekte bir bomba var. Hem hareket hem de yakınlık sensörü yerleştirilmiştir. Lütfen çizgileri geçmeyin. Ses kayıt cihazını saat tam altıda çalıştırın. Saat 5:30’du ve Sherlock, iplerin Moriarty’de olduğunu bildiğinden, verilen direktiflere harfiyen uyulması gerektiğini söylüyordu. Bomba imha uzmanları olay yerine geldi. Sinyal bozucu jammer kullanılmak istiyorlardı. Böylece bombaya yaklaşıp etkisiz hale getirebilirlerdi. Dahi dedektifimiz ise aynı kanaatte değildi. -Öncelikle memur bey, jammerlar sinyal kesmeye yarar ancak sensörler lazerli sistemlere benzer, bu şekilde kapatılamazlar. Diğer taraftan, şu ileride gördüğünüz bomba sizin bildiğiniz tüm muadillerinden farklı bir cins. Daha önce görmediğiniz kadar etkili ve Moriarty de böf yapmayan, kararlı bir suçludur. Müdahale etmeyin ve bizden istenecek şeyi bekleyin lütfen. Moriarty, sırf buraya girebilmek ve oyununu sergileyebilmek için benim evime girdi. Çünkü dehlizin giriş kodu, evdeki kütüphanede bulunan matematik kitabının içerisinde yazmaktaydı.

43


Bomba imha uzmanı söze karıştı; -Bomba hakkında bu kadar şeyi nerden biliyorsunuz? -Tüplerin altına bakın memur bey. Büyük ‘’IC’’ harflerini, tüplerin sonunda ise sıfır rakamını görebilirsiniz. Boşluk doldurmaca yaparsanız ICL-20 ibaresi ortaya çıkar. Bu,yeryüzünde üretilen, nükleer olmayan en güçlü patlayıcının ismi. Geçen hafta, Hindistan’daki ‘’HEMRL’’ laboratuarlarından, bu patlayıcının 30 kilosu çalınmıştı. Benden, bulmam için yardım istemişlerdi. Şu anda maktulün üzerinde yaklaşık bir kilo kadar patlayıcı görüyorum. Bu miktar, bütün emniyet müdürlüğünü ve yan taraftaki hastaneyi yok etmeye yeter de artar bile. Saffet bey, Moriarty’nin nasıl bir suçlu olduğunu artık daha iyi anlıyordu. Her saniye içine düştüğü dehşet daha da artıyordu. Derken beklenilen saat geldi ve kayıt cihazını çalıştırdılar. Suç dünyasının Napolyon’u,alaycı ses tonuyla karşılarındaydı. -Merhaba Sherlock. Benden bu kadar kolay kurtulabileceğini ummuyordun değil mi? Senin için güzel bir oyun hazırladım. Bunca zahmete katlandım ve tek istediğim bu oyunu benimle oynaman. Ben satranç tahtasını dizdim ve ilk hamlemi yaptım, sıra sende. Bu mesaj bittiğinde, size soracağım bilmeceyi bir dakika içinde çözerseniz hareket sensörü kapanacaktır. Sarı çizgi, hareket sensörünün menzilini, kırmızı çizgi ise yakınlık sensörünün menzilini göstermektedir. Hareket sensörünü kapatmayı başarabilirsen,sarı ve kırmızı çizginin arasındaki telefona ulaşabilirsin. Böylece oyunun ikinci aşamasına geçebiliriz. Başaramazsan, neler olacağını senin hayal gücüne bırakıyorum. Birazdan dinleyeceğin bulmacayı, yazar bir dostumdan arakladım. İyi dinle ve hızlı ol lütfen. ‘’Kutup bölgesine geldiğimde nispeten sıcak bir havayla karşılaşmıştım. Eksi üç derece oldukça yeterli bir düzeydi. Güneş yüzüme gülümsüyor, buzulların üstünü ışıldatıyordu. Bir kutup ayısı,avı olan bir kutup penguenini yeni bitirmişti. Kutup kuşları ciyak ciyak bağırıyordu. Fok balıkları bir buzulun üzerinde güneşleniyordu ve sular bütün bakirliğiyle karşımda uzanıyordu. Balık tutmaya karar verdim ve oltamı suya attım. Bereketli bir gündü. Önce ilk balığımı tekneye çektim. Sonra ikinci balığımı tuttum ve tekneye çektim. Sonra bir daha… sonra bir daha…sonra bir daha…Bir saat içinde, bu söylediğim balık miktarının 7 katı balığı yakalamayı başardım. Güneş batana kadar, tam sekiz saat balık avladım. Her saat, ilk saatin 3 fazlası kadar balık tutmayı başardım. Gerçekten çok fazla balığım olmuştu ve geri dönüş yolumda bu durum, yiyeceksiz kalmayacağım manasına geliyordu.’’ Şimdi Sherlock, sorum şu; Kaptan Victor Cook’un ağzından anlattığım bu olayda, sevgili balıkçımız toplamda kaç balık yakalamıştır? Bu rakamı, önünde bulunan cihaza tuşlayıp enterladığında, hareket sensörü kapanmış olacak. Matematiğine güveniyorum. Aradığın üç rakamlı bir sayı ve bu sayıyı odaya ipucu olarak bıraktım. Süren başladı. İyi eğlenceler dilerim. Sherlock ve Saffet bey kafalarını kaldırmış ve odanın içerisini dikkatle incelemeye başlamışlardı. Bu esnada, maktulün üzerindeki ekran çalışmaya başlamış, altmıştan geriye doğru geri sayım başlamıştı. Duvarda bulunan dijital saat 3.01 de durdurulmuştu. Sehpaya bırakılan telefon Samsung A520 idi. Bankonun üzerinde bir dava dosyası vardı ve sıra numarası, uzaktan gördükleri kadarıyla 644a idi. Yine duvarda bulunan takvimde günün sözü olarak şu mısralar yazıyordu.

44


Kadran Dergi | Mart 2017

’’Cehennem tekrarlamaktır’’…Ayrıca takvimde 4.ayın 21.gününe kadar olan bütün yapraklar kopartılmıştı. Saffet beyin alnından soğuk terler damlıyordu. Bir tarafı kaçabilecek bir yol ayırıyor, diğer tarafı ise umutsuzca dahi dedektifimizden yardım dileniyordu. Doğrusu o ya,Sherlock, hayatında hiçbir zaman gözüne bu kadar parıldar bir vaziyette görünmemişti. Elbette Sherlock, doğru sayıları tuşlamayı başardı ve geri sayımı durdurarak,hareket sensörünü kapatmıştı. Oyunun ikinci bölümüne geçmek için sehpada bulunan telefona yönelmiş ve satranç oyununda yeni bir hamleyi karşılamaya koyulmuştu. Sizlerin de doğru sayıyı tuşlayacağınıza eminim. Sahi, Sherlock hangi sayıyı tuşlamıştı?

45


GÜNDEMDE NE VAR? Hazırlayan: Ömer Faruk İPEK

1. İstanbul’da 400 Yıllık Kitap Ele Geçirildi İhbar üzerine harekete geçen İstanbul polisi, içerisinde vaaz ve tefsirlerin bulunduğu 400 yıllık el yazması kitap buldu. İncelenmek için Süryani kilisesine götürülen kitap, bilirkişi raporunun ardından Müzeler Müdürlüğüne teslim edilecek.

2. Ayrıntı Yayınları’nın 1000. Kitabında Ercan Kesal’ın İmzası Var Ercan Kesal ve Enis Rıza’nın hazırladığı Zamanın İzinde Ayrıntı Yayınları’nın 1000. kitabı olarak yayımlandı.

46


Kadran Dergi | Mart 2017

3. Ayrntı’lı Sergi 15 Şubat – 8 Mart Tarihleri Arasında 15 Şubat – 8 Mart tarihleri arasında gerçekleşecek Kitabın Yazgısı (Fata Libelli) başlıklı sergi, “şenlikli toplum” umudunu kolektif emekle yaşatmanın değerine odaklanıyor. Kitapların başına gelenleri, Türkiye yayıncılık hayatı ve ülkenin geçirdiği tarihsel, toplumsal dönüşümler bağlamında ele alıyor.

4. Gezici Filmmor Festivali 15. Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali; 11-18 Mart 2017’de İstanbul’da, Fransız Kültür Merkezi’nde başlayacak. İstanbul’un ardından Adana, Bodrum, Çanakkale, Giresun, Mersin ve İzmir’de sürecek. Festival 11 Mart – 30 Nisan arası 7 şehirde kadınlarla olacak.

5. Fenomen Romancılar Eğitimi Başlıyor İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin Yaşam Boyu Eğitim Merkezi Bilgi Eğitim, 11-25 Mart tarihleri arasında santralistanbul Kampüsü’nde Fenomen Romancılarımız eğitimi düzenliyor. Eğitimde, Türk edebiyatında fenomen olarak tabir edilen isimlerin yazarlığı boyunca izlediği yollar, yazınsal stratejiler, toplumsal bağlamla kurduğu ilişkiler, vs. açılarından bakıldığında bir türlü okurların zihninde netliğe ulaşılamayan isimler ele alınacak. Mesut Varlık koordinatörlüğünde gerçekleştirilecek olan eğitimde Orhan Pamuk: Bir Aşk-Nefret Hikâyesi, Mutsuz Çocuk Masalı: İhsan Oktay Anar, Dünyaya Bırakılmış Romancı: Yusuf Atılgan, Leyla Erbil‘de Tuhaf Bir Baba, Tanpınar Edebiyatının Anahtar Kavramları, Hasan Ali Toptaş‘ın Kalp Notaları gibi içerikler konuşulacak.

6. Tudem Edebiyat Ödülleri Bu Yıl Roman Dalında Verilecek 2003 yılından bu yana çocuk ve gençlik edebiyatına çağdaş ve özgün eserler kazandırmak amacıyla gerçekleştirilen Tudem Edebiyat Ödülleri, 15. yılında ilk kez yetişkin edebiyatı alanında ve roman dalında verilecek.

47



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.