Sevgili Kadran Okurları,
EDİTÖR Mehmet SARITAŞ GENEL KOORDİNATÖR Ömer Faruk YAYIN KURULU Şeyma ARMAN Şeyma ELKİT Osman Said Emre KIZILIRMAK GÖRSEL YÖNETMEN Büşra TÜRK YAZI İŞLERİ EDİTÖRÜ H. Kübra KORKMAZ YAZI İŞLERİ Ahsen KESKİN Tuğçe ARICAN Betül ŞENOL SOSYAL MEDYA Nuray GÖNCÜ Semanur SARIŞIN YAYIN TÜRÜ Yaygın Süreli
Bu güzel ilkbahar günlerinde , 5. sayımız ile sizlerin karşısına çıkmaktan dolayı çok mutlu ve gururluyuz. Daha dün gibi hatırladığımız Ocak ayından bu yana ne de çok zaman geçmiş meğer. Halbuki biz hala, ilk sayımızın o tatlı heyecanını, o zevkli koşuşturmalarının kokusunu buram buram hissediyoruz. Genişleyen ekibimizle, artan tecrübelerimizle biz, Kadran Ailesi olarak her ay daha iyisini yapmak için durmadan çalışıyoruz. Zamandan bahsetmişken, su gibi ne de çabuk geçiyor vakit değil mi? Göz açıp kapayıncaya kadar bir ömür bitiyor hatta. Önemli olan ise zamanı nasıl kullandığımız. Geriye dönüp baktığımızda, pişmanlıklarla dolu bir zindan yerine güzel anılarla bezenmiş, mutluluklarla nakış nakış işlenmiş bir hayat bırakmak asıl mesele. Güzel birlikteliklerle, tecrübelerle taçlandırmak, her saniyenin hakkını doya doya vermek. Bizim de Kadran olarak amacımız güzel insanlara, güzel vakit geçirebilmeleri için gerek anılarımızdan gerek acılarımızdan gerekse kahkahalarımızdan bir nebze olsun tattırarak, bir parça tebessüme sebep olabilmek. Bu güzel Mayıs ayında da herkesin yüzünü güldürebilmeyi umuyor, keyifli okumalar diliyoruz. Sımsıcak bir Haziranda, sımsıcak yazılarla görüşmek dileğiyle. Muhabbetle... Mehmet SARITAŞ
İLETİŞİM www.kadrandergi.com iletisim@kadrandergi.com / kadrandergi
Kadran’da Bu Ay...
4 10 14 16 18 20 22 24 30
Dr. Mehmet Refii KİLECİ Kadran Dergi Mayıs Özel Röportajı Semanur SARIŞIN
Haydarpaşa Şems Huzur
Aziz Şehir H. Kübra KORKMAZ
Mavi ve Aşk’ına Merve BEKAR
Ek Villain Tuğçe ARICAN
Kendime Dair Ahsen KESKiN
Üç Düğüm Betül ŞENOL
Mutlu Son Tuana KORKMAZ
Bayramlık Düşler Handan DALSAR
26
Amerika Günlüğü Yurtdışı Günlükleri - Erva KEKLiK
32 Yalnızlık 34 Bilemezdim 36 Kaybolan Yıllar 37 Anam 38 Bir Garip 39 Kuş Misali 40
Toplumun İnşası Aybike ULUBAŞ
Hanife ARICAN
Betül ŞAHiN
Nesrullah ÖZÜN
Taha Yasin YILDIZ
Irfan KARADENiZ
Emre KIZILIRMAK
Kadran dergisi olarak Mayıs özel röportajımızı hat ve Ebru sanatçısı Dr. Mehmet Refii KİLECİ ile gerçekleştirdik. 4
Kadran Dergi | Mayıs 2016
Dr. Mehmet Refii KİLECİ Kadran Dergi Özel Röportaj SEMANUR SARIŞIN Merhaba öncelikle Kadran okurlarına kendinizden bahsedebilir misiniz? Bendeniz Mehmet Refii Kileci. 1962 İstanbul, Fatih doğumluyum. 1980’e kadar İstanbul Fatih’te bulundum ve ilk eğitimimi Fatih İmam Hatip Lisesi’nde yaptım ilkokuldan sonra ve bu arada da küçük yaşlarda İslam Sanatlarıyla tanışma fırsatım oldu. Fatih’teki küçük çocukluk yaşlarındayken Fatih Camii’nde değişik hocaefendilerden eski usül İslami Bilimler dersi okudum Arapça vs. Tefsir, Hadis gibi. 1980’de İmam Hatip’ten mezun olunca üniversite okumak için Medine’ye gittim. 1985’ e kadar Medine İslam Üniversite’sinde okudum orayı bitirdim. Daha sonra dönüp İstanbul’da Marmara İlahiyat Fakültesi’nde Tefsir ve Kur’an Bilimleri dalında master ve doktora yaptım. Kısaca hayatım özet olarak bu. Hat ve Ebru sanatına başlamanıza ne sebep oldu, nelerden etkilendiniz? Bu meşakkatli sanatları herkes yapabilir mi?
iyi bir sanatçı olunur ama herkes Ebru yapabilir, iyi veya kötü. Biliyorsunuz ki sanatlarda seviye farkı var yani herkes aynı seviyeye ulaşamıyor mesela bugün resim yapan insanlar var ama dünyaca meşhur ressamlar var. Çok zirveye çıkan insanlar olduğu gibi daha aşağıda kalan ressamlar da var. Sanatta da, ilimde de sınır yok. Kabiliyetler farklı farklı olduğu için herkesin durumu farklı olabiliyor ama Ebru diğer Hat ve resim sanatları kadar zor değil o açıdan herkes yapabilir, başarılı olabilir yeter ki çalışsın, gayret etsin. Ebru ve hat sanatının hayatınızdaki yeri nedir? Ve bu sanatları meslek olarak sürdürmeyi tercih etmenizdeki amaç nedir? Tabi zor bir soru bu. Şu açıdan zor, bu sanatlar tamamen, eski tabirle külliyen o sanata yönelmenizi istiyor yani birbirini istemiyor. Hat sanatı “Tamamen benle meşgul ol.” diyor. Ebru hakeza.
İslam Sanatlarına olan ilgim çok küçük yaşlarda başladı. Özellikle Hat ve Ebru sanatına olan ilgim dedemin ve babamın teşvikiyle oldu. Fatih’te eski tarihi bir evde oturuyorduk. Dedem alim bir insan idi. Tabi evimizde bir kısım el yazısı, levhalar, tablolar vardı. Tabi küçük yaşta Kur’an okumayı öğrendim. Ondan sonra yazıya olan ilgim alakam arttı. Çevremizde bazı hattatlar vardı eski Osmanlı’dan kalan. Hat ve Ebru tabi bunlar birbirini tamamlayan sanatlar. Ve orda ona da bir ilgim başladı. Ve böylece küçük yaşta Hat ve Ebru sanatına yelken açtık. Bu sanatlar tabi klasik sanatlar, belli bir sabır ve eğitim istiyor, uzun süreli çalışmak istiyor. Tabi Hat sanatı Ebru’ya göre daha zor. Ebru çok zor bir sanat değil ama sabır gerektiriyor. Mutlaka bir eğitim gerektiriyor. Özellikle hocalardan eğitim almak gerekiyor. Sabır artı çalışma artı kabiliyet, bunlar olursa
5
Aynı zamanda tabi ilimle de meşgul olmaya çalışıyoruz. Tefsir branşında üniversitede ders veriyorum. İlim artı sanat. Tabi sanat işte Hat, Ebru bunların her biri müstakil sanatlar. Üçünü bir arada götürmek hakkını vermek gerçekten çok zor. Benim zaten bu konuda bir iddiam yok yani elimden geldiği kadar bu sanatla insanlara hizmet etmeye, sanatımıza hizmet etmeye çalışıyorum. Bildiklerimi aktarmaya çalışıyorum. Üçünü birden götürmeye çalışıyoruz ama gerçekten zor. Mesela sadece Hattın kendi içindeki bir türü olan Sülüh Nesih bile kendiyle meşgul olmanızı istiyor devamlı. Ne kadar çok türle meşgul olursanız o kadar çok ilerliyorsunuz. Kaldı ki bütün Hat’la aynı zamanda Ebruyla meşgul olmak, ilimle meşgul olmak bunlar birbirini çekemeyen, birbirini istemeyen şeyler. Tabi bu konuda zorlanıyorum ama gayemiz insanlara ve Hakk’a ve
6
bu sanata hizmet etmek olunca bir iddiamız da yok. Elimizden geldiği kadar gayret ediyoruz ama zorlandığımı da ifade etmeliyim. Ve hayatımdaki yerine gelince, üniversitenin dışında burada (Rotterdam’da), 2008’de kurduğumuz Rumi Sanat Enstitüsü ile bu sanatların eğitimini veriyoruz. Kurslar yapıyoruz, dersler veriyoruz, eğitim veriyoruz. Gerek Hollanda içinde, gerekse Hollanda dışından öğrenciler geliyor. Biz bazen yurtdışına derslere, gösterilere, workshopa veya sergilere gidiyoruz. Mesela önümüzdeki hafta Lünende bir sergimiz olacak. Tabi hayatımda ciddi bir yer teşkil ediyor, vaktimin çoğunu alıyor bu sanatlar, özellikle eğitimi. Ama bunu severek yapıyoruz, bir hizmet olarak yapıyoruz, ve bununla insanlara ulaşıyoruz, güzel köprüler, dostluklar oluşuyor insanlar arasında. Gerek bizim insanımız arasında,
gerek diğer Avrupalılara, diğer ırklara, dinlere, kültürlere mensup insanlarla arada güzel dostluklar, kardeşlikler oluşuyor. Muhabbet, sevgi oluşuyor. Bu da bizim hoşumuza gidiyor. Dünyanın bu barışa, bu sevgiye, bu dostluğa ihtiyacı var. Kan, irin kokan dünyadan, kavgadan gürültüden artık bıktık. Barışı, dostluğu, güzelliği, ortak noktada buluşmayı arıyoruz. Sanat burada ciddi bir araç olarak kullanılabiliyor. Benim bu sanatları yapmamdaki gayem, bundan para kazanmak değil. Ama profesyonel olarak bu işi yapınca mutlaka para kazanıyorsunuz. Masrafınız var, vergiler ödüyorsunuz, kurumunuzun giderleri var. Ama bizim için para hedef ve gaye değil, bir araç. Parayla ayakta durmaya çalışıyoruz, helalinden kazanarak. Bir taraftan da asıl gayemiz sanatın yayılması, ve bu işi profesyonelce, en güzel şekilde yapmaya çalışmak.
Kadran Dergi | Mayıs 2016
Bildiğimiz kadarıyla asrımızın önemli hattatlarından ders aldınız. Bize biraz hocalarınızdan ve bu eğitim sürecinizden bahsedebilir misiniz?
hattat Ahmet Ziya Kurucu Bey’den istifade etmeye çalıştım. Onlardan aldıklarımı, bildiklerimi şimdi buradaki kardeşlerime aktarmaya çalışıyorum. Tabi Hat eğitimi süre olarak, Asrımızın en önemli hattatı, uzun süreli bir maraton. Hattat Ahmet Aytaçtan 6 yıl Beşikten mezara kadar olması eğitim aldım, onun en küçük gereken bir sanat. Sonu yok öğrencisiydim. Hocanın son bunun. Eğitimini genelde 3, dönemine yetiştim. Hocamız 5 yıl almak lazım, ama ondan uzun süreli bir hayat yaşadı. sonra devamlı çalışmak lazım. Benim için tabi ki Allahın büyük Bizim burada haftanın belirli bir ikramı ve ihsanı idi Ahmet günleri kurslarımız, derslerimiz Aytaçla yetişmek . Hamdolsun, var. 35 kayıtlı öğrencimiz onunla yetiştik, ondan istifade var şuan. Muhtelif, farklı ettik. Son halka olan hocadan. milletlerden öğrenciler var. Yine son halkalardan olan Bu eğitim sürecinde mutlaka Mustafa Duzgunmanla yetiştik, hoca talebe ilişkisi lazım. Ebru sanatında. Yine önemli bir Hocanın kritiği, el hareketleri insan, sanatçı, neyzen, Ebrucu çok önemli bu sanatta. Bunları Niyazi Hoca’dan istifade ettik. görmek gerekiyor. Hat uzun Aynı zamanda o dönemde bir süreç, ama Ebru oyle değil. yine İstanbul’da yaşayan son Daha kısa surede Ebru öğrenip dönem hattatlarından Hattat kendi kendinize de geliştirme Hafız, bestekâr, tanburi Kemal imkanını bulabilirsiniz. Batanay Hoca’dan istifade Ebru Hatta göre daha kolay ettim. Osmanlıdan kalan son diyebilirim. hattatlar, Hattat Recep Berk, Nureddin Elçioğlu’na yetiştim. Şu anda Hollanda’da sanat Medine döneminde, halen merkezinizde Ebru ve Hat hayatta olan bir hattatımız, dersleri vermeye devam Türk asıllı, dünya çapında ediyorsunuz. Yurtdışında
bu güzel sanatlara ilgi ne derecede? Ve bu sanatların manevi yönünden etkilenenler oluyor mu? Yurtdışında da büyük ilgi var. Özellikle dünya bir elektronik köy olunca, iletişim kolaylaştı, insanlar bizi internetden, çeşitli sosyal medya araçlarından rahatlıkla bulabiliyorlar. Teklif getiriyorlar, kurs istiyorlar, ders, workshop, sergi istiyorlar. Mesela önümüzdeki hafta Lünen deki sergimiz için onlar bizi buldular. Farklı yerlerden bulup davet ediyorlar. Afrika’dan Amerika’ya, Güney Amerika’dan Uzakdoğu’ya kadar birçok ülkeye bu sanatlarla alakalı muhtelif faaliyetler için gidiyoruz. Mesela; Amerika’da, Güney Amerika’da, Kolombiya’da, Arjantin’de, Şili’de bir donem kurslar verdim. Orda Ebruyu öğrenenler şuan kurs veriyorlar. Bir öğrencim şuanda Hong-Kong’da ders veriyor. Dünyanın değişik yerlerinde, bu tohum oralara kadar sıçradı ve devam ediyor.
7
Tabi bunlar manevî sanatlar, İslamin ve Kuranın maneviyatı bu sanatlara aksediyor. Özellikle Hatta. Bundan dolayı mekâna gelenler de dinginlik, rahatlık bulduklarını söylüyorlar gayrimüslim de olsalar. Seviyorlar. Sıcak havayı hissediyorlar, güzel dostluklar oluşuyor. Önyargılar yıkılıyor, İslama ve Müslümanlara bakışları değişiyor. Gelen yabanci arkadaşlara Tefsir dersi verdiğimi de söylüyorum. Ama aynı zamanda sanatçıyım. Bu bile İslamın gerçek yüzünü gosteriyor. İslam demek, terör değil. İslam, ‘silim’ ve ‘selam’ kökünden geliyor, yani barış. İslamiyet evrensel barışı arzu eden bir din. Ve bu sanatta da zaten o önyargıları yıkmaya çalışıyoruz, barış, dostluk köprüleri kurmağa çalışıyoruz. Âcizane, Rotterdam’a, Avrupa’nın barışına katkıda bulunmaya çalışıyoruz diyebilirim.
8
Hat ve Ebru Sanatı dışında ne gibi çalışmalarınız var? Ve ileriki yıllarda ne tür çalışmalar yapmayı planlıyorsunuz? Mesleğim İlahiyatçılık olunca, branşımda üniversitede dersler veriyorum. Bazen Avrupadaki çeşitli kurumlardan bizleri konferansa, seminere çağırıyorlar. Gerek İlahiyatla alakalı, gerekse kültür sanat konularında çeşitli etkinliklere katiliyworuz elimizden geldiği kadar. Kendi mekânımızda bazen topluma açık dinî ve kültür sanat sohbetleri yapıyoruz. İnsanların dertleriyle ilgilenmeye çalışıyoruz elimizden geldiği kadar. Haftanın yedi günü çalışıyoruz desem mübalağa etmiş olmam. İleriye yönük planlarda, bu sanatla, kültürle ilimle, Avrupa toplumuna mütevazi bir şekilde katkıda bulunmak. Karınca kararınca der eskiler.
Bir iddiamız olmadan, elimizden geldiği kadar bu toplumun barışına huzuruna, mozaiğine katkıda bulunmak. Bir barış köprüsü oluşturmak, önyargıları yıkmak. Sanatla alakalı yine muhtelif, daha geniş faaliyetler düzenlemeyi düşünüyoruz. Hedefimiz topluma hizmet etmek. Herhangi bir siyasi düşüncemiz yok bu manada. İstiyoruz ki, Avrupa da, dünya da, bir köy, ada olan dünya, bir barış adası olsun, huzur dünyası olsun. Burda da ilimle, kültürle, sanatla, medeniyetle insanlara vereceğimiz çok şey var. Buraya birçok Hollandalı geliyor, gelirken farklı çıkarken çok farklı oluyorlar. Bizim onlara olan alakamızı, sıcaklığımızı, dostluğumuzu görünce kafasındaki imajlar yıkılarak çıkıyor. Ciddi bir dostluk oluşuyor, ve bu dostluk da devam ediyor.
Kadran Dergi | Mayıs 2016
Özellikle şunu vurgulamak isterim; topluma ulaşmada sosyal medya güçlü bir araç. Sosyal medya olmasa gerçekten zorlanacağımız kanaatindeyim. Sanatla ayakta kalmak, resmî olarak ayakta kalmak çok zor. Herhangi bir yerden destek almıyoruz, kendi yaptığımız sanat faaliyetiyle ayakta durmaya çalışıyoruz. Hem devlete vergi ödüyoruz , hem toplumumuza faydalı oluyoruz. İnsanlara ulaşmada sıkıntı çekiyorduk, artık eskisi gibi gazete okunmuyor. Reklam yönünden problemimiz vardı, onu biraz sosyal medyayla aşmaya çalışıyoruz. Ama toplumumuz maalesef sanata biraz daha duyarlı olması lazım. Sanata sanatçıya değer vermesi lazım. Sanat
faaliyetlerine katılması lazım. Özellikle Avrupada yaşayan gençler , herhangi bir sanatla meşgul olması lazım okulun dışında. Bu bir müzik aleti olabilir, bizim kültürümüzle, Turk musikisiyle alakalı enstrümanlarla ilgilenebilir (ney, kudüm, tambur, ud). Yahut şiirle, edebiyatla meşgul olması lazım. Gençler biraz boş. Bir çoğu fuzûlî işlerle meşgul oluyorlar. Bir Avrupa insanı mesela, genellikle okulun yanında bir sanatla meşgul oluyor. Kendilerine ait bir güzellikle meşgul olan çok. Ama bizim gençlerimiz bu konuda biraz yavan ve yavaş. Bu konuda tabi aileler pek duyarlı değil. Özellikle ailelerimizi bu konuda biraz daha duyarlı olmaya, sanata,
ilme, kültüre değer vermeğe, kendilerini geliştirmeye davet ediyorum. Avrupa’da imkan bol. Burda birçok sanat kursları var: müzik, eğitim kursları, sanat imkanları var. Bunları değerlendirmek lazım. Anne babaların bu konuda ciddi manada teşvik etmesi lazım çocukları. Bizim mekânımıza gelip gezebilirler. Burası küçük bir sanat merkezi ve küçük bir müze gibi çekirdek hâlinde olsa da, bir mana ifade ediyor. Ama bu çekirdek hâliyle bile Avrupada henüz ikinci bir örneği henüz yok. Toplumu ilme, sanata, kültüre, medeniyete, özellikle bize ait değerlere davet ediyorum. Aynı zamanda Ebru sanatını bir terapi olarak da kullanıyoruz.
9
HAYDARPAŞA -Şems Huzur-
Bir kış akşamı hayalime düştü. Tadı damağımda kalmış yılların özlemiyle kavruldum; bir trenle şehir değiştirme süresiydi, kulaklarımda eski bir zaman şarkısı. Trene binmeyeli uzun bir süre olduğunu fark ettim, sonra bineceğim trenin Haydarpaşa’dan kalkmadığını düşünüp yine bir hüzün deryasına daldım. Valizimi her zamanki gibi koltuğumun üzerindeki bölmeye koyup camdan dışarıyı izlemeye koyuldum. Bu eskiden en büyük zevklerimden biriydi, şimdilerde mahrum olduğum. Raylar sonsuza uzanıyormuş gibi geliyor yine, gözlerim manzaranın tadında ve hayalim bambaşka deryalara dalmakta. Geçen yılların hesabını artık elimle yapamaz hale geldiğimde büyüdüğümü anladım, zamanın nasıl geçtiğini sorduklarım geldi aklıma, güldüm. Ellerim ceplerimde, sırtımda pazardan alınmış çakma bir “nike” çanta, kısa bir palto ve ağabeyden kalma botlar. “Büyümek” kavramının can acıttığını ilk kez hisseder bir vaziyette, belki biraz gururlu ve heyecan dolu adımlarla arşınladığım yollar geliyor aklıma. Uzaktan banliyö sesi kulaklarıma doluyor, treni kaçırmanın oluşturduğu rahatlamayla adımlarımı yavaşlatıyorum. Yetişmek imkânsızsa zorlamıyorum. Ha bir de, her zaman erken gittiğimden bir tanesini kaçırmak çok büyük bir sorun da teşkil etmiyor; sakince yürüyorum. Ben, evden her erken çıkmış çocuk gibiyim; telefonda sesini titretmemeyi öğrenmek ilk adım olur. Kötüysen bile iyisindir. Her işini kendin görür, paranı tasarruflu kullanır, alış
10
verişini kendin yaparsın. Yemek seçmemeyi öğrenir, nazı erken bırakırsın. İnsanlara katlanmanın ne demek olduğunu öğrenirsin mesela; aynı kanı taşımadığın, “karındaş” olmadığın kardeşlerin olur. Baba olursun bazen; anne, abi, abla. İkinci bir aileye sahip olmanın meşakkatine ve tadına vardığında daha bir on beşsindir. Özlediğin zamanlarda yorganın altında ağlamanın adıdır yatılı okul. Çamaşırlarını çamaşırhaneden alıp Pazar akşamları ütü sırasına dizilmenin, bazen arkadaşınınkileri de ütülemenin tadı. Aklına annenin her Pazar akşamı televizyon karşısında yaptığı ütüleri gelir; kendini onun yerine koyma, belki biraz empati kurmanın vicdan rahatlaması... Sonra bol bol özlem... Yumuşatıcı kokan gömleklerini jilet gibi yapan annenin hepsini başucuna hazır etmesi dolar hatırına, babanın hazırladığı meyve tabaklarını bitiremeyip masanda bıraktığın ve kuruttuğun portakalların, kararmış elmaların özlemi yüreğinin en yalnız yerinde. İşte ben böyle bir zamanda ellerim ceplerimde Maltepe Tren Garı’na yürüyorum. Minibüs caddesine doluşmuş; kimisi işten, kimisi okuldan çıkan insanların telaşı bana dokunmuyor. Kulağımda bir kulaklıkla kim bilir yine hangi hüzünlü şarkıyı dinliyorum. Eminim, hüzünlü bir şarkı dinliyorum. Bir sonraki banliyö en az 10 dakika sonra. Uyuşuk adımlarla alt geçite yöneliyorum. İşte hemen şurada dilenen bir çingene var. Kucağındaki bebeciğe her seferinde acıyıp para verecek gibi oluyor, sonra vazgeçiyorum. Dilenmenin yasaklandığını zihnime çivi gibi kazımışım.
Kadran Dergi | Mayıs 2016
Merdivenlerinin başında aşağıdan gelen gitar, flüt ya da herhangi bir çalgı aleti duyarsam hemen müziğimi kapıyorum. Acelem de yok, yavaş yavaş geçiyorum önlerinden. Her seferinde karşılarında durup dinleyesim ve hatta eşlik edesim, açtığı kutusuna cebimdeki bozukları boşaltasım geliyor; cesaret edemiyor ve sadece yürüyorum, yavaşça. Adımlarım müziğin ritmine göre şekilleniyor. Sonra Haydarpaşa tarafına çıkıyorum merdivenlerden. Maltepe ara durak, burada büyük trenler durmuyor. Ya Ankara tarafındaki Pendik’e ya da İstanbul tarafındaki Bostancı’ya gidip binmek lazım. Ben ikisine de değil, direk Haydarpaşa’ya gideceğim. Oradaki banklardan birine çöküyorum. Bacaklarım titriyor soğuktan, yüzümü atkıma gömüyorum. Gözlerim tavandan sarkıtılan büyük saatte. Yelkovanı takip ediyor gözlerim, saniyeler dakika oluyor. Uzaktan bir ses, yerin hafif titremesi ve yavaşlayan demir yığını. Yenilerinden olmamasına o kadar seviniyorum ki, balata kokuları bile rayiha geliyor burnuma. Kendimi zar zor içeri atıyorum, gözlüklerim buğulanıyor. Çıkarıp cebime koyuyorum. İşte şu köşede muhtemelen Gebze’den binmiş bir adam uyuyor. Yolu uzun olduğundan olsa gerek gamdan uzak, rahat bir uyku çekiyor eskimiş koltukta. Yer
bulamayacağımdan, bulsam da yaşlı birine vermek durumunda olacağımdan yarım saatlik bir ayakta durma seansı başlıyor. Aldırmıyorum, önümdeki koltuğa tutunup yine dakika sayıyorum. Üniformalı öğrenciler dolup boşalıyor, içimden onlara özenmek geçiyor; vazgeçiyorum. Metrobüs aktarma durağında nihayet tren boşalıyor, Haydarpaşa yolcuları olarak kalıyoruz. Bir teyzenin yanına oturuyorum, birkaç dakika sonra inmek üzere. Banliyö yine çığlığı basıyor ve balata kokuları sarıyor dört bir yanı, iniyoruz. İzlemeye doyamadığım muhteşem bir görsel şölen beni bekliyor. Bastığım yere dikkat etmeksizin ilerliyorum. Yüksek duvarları ve kocaman pencereleriyle Haydarpaşa bana göz kırpıyor. Bir duyuru kulağımda yankılanıyor, bir tren kalkacak. Bastonuna yaslanmış yaşlı bir kadın genç adamın kucağından indirdiği küçük çocuğa sarılıyor, gözlerinden öpüyor; gözleri ıslak. Muhtemelen oğlu olan genç adamın tesellilerine kafasını sallayıp gözlerini siliyor hızlıca. Bir turist kafilesi öndeki yataklı vagonlara ilerliyor. Banliyöye para ödemekten kaçmak için pratik çözüm edinmiş birkaç liseli kondüktöre ya da güvenlik görevlisine çaktırmadan bir vagona atlayıveriyor. Son bir duyuru, Vangölü Ekspresi 5 dakika içinde gardan hareket edecek.
11
Gözlerim yine tavandan sarkan saati arıyor, benim trenime yarım saat var. Eminönü İskelesi tarafındaki uzun merdivenlere yöneliyorum. Haydarpaşa’nın yüksek kapısının önünde duruyorum ve İstanbul’a yazılan şiirlerden birinin içine düşüyorum. Bir rüzgâr esiyor. Güneş batıyor Boğaz’da, uzakta gemiler, uçuşan martılar… Karşı yakaya dalıyor bakışlarım, bir rüzgâr daha esiyor; İstanbul üşüyor. Eminönü’ne gidecek insanlar koşuşturuyorlar arkamdan, onlarla basamakları inmek zorunda kalıyorum. Akbil seslerinin rahatça duyulduğu bir bank buluyorum kendime, güneşin son demlerinde biraz soluklayabileceğim. Saatime bakıyorum, on yedi dakikam var. Bir balık ekmek yemelik süre, diye geçiriyorum içimden. Sonra aklıma annemin yemeklerini yiyeceğim geliyor, bu fikirden vazgeçiyorum.
12
Hava iyiden serinlemeye başlayınca Haydarpaşa’nın sıcaklığına sığınıyorum. İçerde bekleşenlerin arasında kendime bir yer buluyorum. Bakışlarım zemini yokluyor, sonra duvarlara takılıyor; savaşlar, işgaller görmüş ve hatta birkaç kez kundaklanmış bağrı yanık Haydarpaşa gençleşiyor. Duvarları canlanıyor, trenleri eskiyor. Restoreleri yok oluyor, kararıyor, yanıyor, yıkılıyor ve kendi oluyor. Şu tepesindeki saati bilmem kaç kez tamir ediliyor. Zamanın en sadık şahitliğini yapıyor Haydarpaşa, Anadolu’yla İstanbul kucaklaşıyor. Kaç vedaya ve kaç vuslata, kaç damla sevinç ve hüzün gözyaşına nigahbân… Susuyor Haydarpaşa; zamanın çıldırtıcılığına, belki insanların vefasızlığına… Terk edilenlerle terk edilmiş, kavuşanlarla sevinç deryasına gark olmuş, ağlıyor ağlayanlarla.
Kadran Dergi | Mayıs 2016
Her gece onu bekleyen bekçi kim bilir kaç kez değişiyor, kaç dostuna veda ediyor.
Bakışlarımı daldığım yerden topluyorum, Haydarpaşa yine eski haline dönüyor.
Şu banklarında kim bilir kaç adam uyukluyor, kaç omzu çökmüş anne gönderdiği evladının ardından ağlıyor, İstanbul’a ilk kez gelen kaç kişi heybeti karşısında ürküyor…
Heyecanlı yığının arasına karışmak üzere kalkıyorum yerimden, sırt çantamla trenin kalkacağı perona ilerliyorum.
Düz bir tını, tane tane konuşmanın arasına eskimiş hoparlörün cızırtısı karışan bir ses yankılanıyor kulaklarımda:
Çantamı her zamanki gibi koltuğumun üzerindeki bölmeye koyuyorum ve camdan dışarıyı izlemeye koyuluyorum.
“İstanbul’dan Kurtalan yönüne gidecek olan Güney-Kurtalan Ekspresi garımızdan on dakika içerisinde hareket edecektir. Yolcularımızın trendeki yerlerini almaları önemle rica olunur.”
5. Vagon, 23 numaralı koltuk.
Raylar sonsuza uzanıyormuş gibi geliyor yine, gözlerim manzaranın tadında ve hayalim bambaşka deryalara dalmakta…
13
AZİZ ŞEHİR -H. Kübra KORKMAZ-
Aydınlıkları karanlıklar altında kalmış, yüksek gökdelenlerin ışıklarının yıldızları küstürdüğü bir şehir varmış. Dört bir yanı insan doluymuş. Şehrin hikayesini güzelliğini duyan kapmış bir valizi, atlamış bir otobüse, alelacele koşmuş yer kapmış bu tıklım tıklım şehirde. Şehirdeki her insan homurdanarak uyanmış, güneşin çok erken doğup, çok erken battığından şikayet edip zamanı yetirememiş bir türlü. Duraklar iç geçirmiş kaçan otobüslere. Her sabah aynı kişiler söylenip durmuş otobüs şoförüne. Küçücük kara parçası koca bir dünya olmuş. Mücadele edemeyen, koşmayan yetişememiş otobüse. Her gün başka birini yutmuş, silivermiş ama izi kalmış. Yüzlerce ayrılık görmüş, yüzlerce derde şahit olmuş, ezilmiş büzülmüş sesini çıkarmamış; yüzlerce sevince, kavuşmaya şahit olmuş ama bir kere bile gülmemiş. İnsanlar yine en çok onu sevip, en çok ondan şikayet etmiş. Şairler görmüş onu seven ve ona methiyeler dizen. Yine şairler görmüş “Sis” te kötü kadına benzetmişler onu. Alınmamış. Susmuş.
14
Kadran Dergi | Mayıs 2016
Kalabalık demişler, gürültülü demişler, pahalı demişler, yaşanmaz demişler, “Yıldızı olmayan şehir mi olur!” demişler. Her suça kılıf etmişler onu. Biri de çıkıp “Ya hu o gökdelenleri biz diktik oraya şehrin suçu ne?” deyip beşeri hatırlatmamış. Sonra bir gün, birine rastlamış kalabalık ama o garip şehir. “Sana dün bir tepeden baktım Aziz şehir” diye seslenmiş. Her gün Mihrabat’tan izlemiş seni. Uzun uzun işlemiş satırlarına, nazlı nazlı bakmışsın sen de. Başka şehirleri sevememiş o biri. Başka şehirlerin sana dönüşlerini sevmiş yalnızca. Sen sadece bir kez gülmüşsün Ey Aziz Şehir. Sonra demir alma vakti gelmiş zamandan, meçhule giden bir gemi kalkmış limanından. Günlerce siyah ufka bakmış nemli gözlerin. Hep o sevenin ayrılışına ağlamış. Kimseye öyle nazlı bakmamışsın bir daha, kimse de öyle güzel sevmemiş seni. O saatten sonra “Çok güzel şehir ama…” diye başlayan cümlelerin kurbanı olmuşsun hep. Susmuşsun. Öyle bir susmuşsun ki ebediyete kadar. Yahya Kemal Beyatlı anısına…
15
MAVİ VE AŞK’INA - Merve BEKAR -
‘’Bir varlığı tutkuyla ve namütenahi bir özlemle sevme. Ayakları yerden kesen, dizlerin bağını çözen, karında kelebekler uçuşturan, yüreği yerinden söken, aklı baştan alan tarifsiz sevda.’’ Diyorlardı aşk’a. Uzun süredir kendini dinle(ye)memenin verdiği can sıkkınlığıyla açtı lügati. Önüne ilk çıkan kelimeydi aşk. Yanında da Nazan Bekiroğlu’nun cümlesi,‘’Çünkü aşk küllidir. Bütünler, bir’ler.’’Ne zamandır gönlündeki soru işaretiydi aşk. Neydi? Kime ya da neye göreydi? Nasıl sahip olunulurdu? Ya da herkeste bulunur muydu? Bir de sevda kelimesi vardı. Çoğu insanın sevda ve aşk kelimelerine birmiş muamelesi yaptığını hatırladı. Oysa eğer iki sözcüğün manası aynı olsaydı, iki farklı terim kullanılır mıydı? Kafasındaki cevabı netti. Eğer iki farklı kelime varsa, iki farklı büyük mana vardı orada. Aşk’ın tanımında geçen kelimelere takıldı. Özlem. Kelebek. Sevda. Özlem kelimesi kendini bildiğinden beri hep gönlündeydi. “Dalgın mısın?” sorusunu çok duyardı. Dalgındı. Bilhassa, uzaklaraydı dalgınlığı. Gözlerini çekemezdi denizin sonundaki beyaz çizikten. Oradan ötesini düşlerdi. Tıpkı kelebeklerin uzun olmayan ömürlerine sığdırdıkları düşler gibi. Hem imkânsızdı, hem imkânlı. Kelebekler de düşlerine özlemle başlayıp, öyle can verirlerdi. Önce düşlerlerdi sonra düşlerini özlerlerdi. Kor olurdu gönüllerinde bu düş özlemi. Sonunda dayanamaz, düş uğruna can verirlerdi. Kelebeği de aşka oturtmuştu. Bir de sevda vardı. İkisinin de ham maddesi kordu. Gönle düşerlerdi. Olması gereken aşktı da bizler onu basite alıp sevda demişiz ve herkesin diline dolanmasına müsaade etmişiz gibi hissediyordu. Kolay değildi aşk uğruna divane olmak. Aşk, insanın iç kimliğiydi. Dokunduğu tele nağmeler konduran bir sevinçti. Aşk’ı yanlış yerde aramamalıydı. O,hiç bahsinin geçmediği yerlerdeydi. Alevin, korla yer değiştirdiği yerlerde. Gönle düşünce alevi her yanda hissedilirdi. Sevdadan bir şey beklenirdi de aşktan beklenilemezdi. Mükâfatı, aşkın kendisiydi. Ve gerçek aşk, sadakat ile derinleşen aşktı.
16
Kadran Dergi | Mayıs 2016
Tüm bu düşüncelerinden sonra gönlüne baktı. Gönlü şaşırtmıştı onu. Aşk’ı gönlünün ortasında değil, gönlüne koyduğu gök ve denizin arasında bir yerlerde alev alev tutuşmuş olarak buldu. Gözlerini alamadığı denizin sonundaki beyaz çizikten ileriye doğru yol alırken, aldığı her yolda biraz daha kor’unun harlandığını gördü. Olağan şartlarda alev denizde barınamazdı. Bu, gönlünün büyük bir mesajıydı ona. O’nun alevi denizlerdeydi. O çok sevdiği denizi, aşkını besliyordu. Maviye olan sahiplenişinin de cevabını bulmuştu. Gözlerini gönlünden alıp, göğe çevirdi. Dudaklarının arasından birkaç kelime mırıldandı. ‘’Söner yangın birazdan Yatışır özlem. Bir gün karşılaşırız Bir gün, bir yarım akşam.’’
17
EK VİLLAİN -Tuğçe ARICANYönetmen: Mohit Suri Konu: İntikam, Dram, Aşk İMDB: 6,4 Oyuncular: Sidharth Malhotra, Shradda Kapoor, Riteish Desmukh
İlahi adalete inanır mısınız? Bu dünyanın bir etme bulma dünyası olduğuna... İnanmıyorsanız eğer bu filmden sonra inanabilirsiniz. Tanıtıma başrol oyuncusundan başlayalım; Guru (Sidharth Malhotra). Kendisi bir gangster. Unutmak için savaştığı kötü bir geçmişi var. Kendisini evlat edinen yine gangster bir adamın elinde yetişmiş. Hayata küsmüş ve her an ölümle burun buruna olmaktan korkmayan birisi. Ve bir gün yolları, hayalleriyle hayata tutunan, kanser hastası Aisha (Shradda Kapoor) ile kesişir. Birisi ölmek isterken, diğeri ise yaşamak, hayallerini gerçekleştirmek ister. Lakin ikisinin de ortak yönü her an ölebilecekleri ihtimalidir. Guru insanları öldürerek hayattan intikamını almaya çalışırken, Aisha ise insanlara hayat vermeye çalışarak ayakta durmaya çalışır. İkisi tanıştıktan sonra Guru fark eder ki asıl huzur insanlara yardım etmekte, hayata pozitif bakmaktadır. Birlikte geçirdikleri zamanların sonunda Guru bambaşka biri olmuştur artık. O da hayata tutunma yolunu seçmiştir. Fakat başta dediğimiz gibi, ilahi adalet var, bunu unutmamalı. Bu yüzden Guru başına geleceklerden habersizdir. Ve ölümle yaşam arasındaki ince çizgide sıkışıp kalmıştır. Ve bir de Rakesh (Riteish Desmukh) var. Ondan bahsetmezsen olmaz. Kendisi tam bir psikopat. Aynı zaman da bir seri katil. İzleyin görün ki o da yaptığı hataların başına açacağı sorunlardan bihaberdir.
18
Kadran Dergi | Mayıs 2016
27 Haziran 2014 tarihinde Hindistan’da, ABD’de ve Pakistan’da vizyona giren filmimizin yazarı ise Tushar Hiranandi. İlginç hikayesiyle Bollywood severlerin en beğendikleri filmler arasına girmeyi başarmıştır. Film ayrıca “Uluslararası Film Akademisi En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” ödülünü almıştır. Film hikayesiyle ilgi topladığı gibi şarkılarıyla da beğenilmiş, ön plana çıkmıştır. Teri Galliya (Senin Yurdun) : Ankit Tiwari Banjaara (Göçebe) : Mohammed İrfan Humdard (Hemdert) : Arijit Singh Zaroorat (İhtiyaç) : Mustafa Zahid Awari (Avare) : Nomina Mustehsan Filmden de anlayacağınız üzere bazen insanları kendimiz cezalandırmaya kalkmamız hafif olabilir. Ama bizim istediğimiz değil, ilahi adalet her zaman suçlulara hakettiği cezaları verir. Filmin verdiği en güzel mesaj ise şu; “Karanlık karanlığı yok edemez, yalnızca aydınlık onu yok edebilir. Nefret nefreti yok edemez, yalnızca sevgi onu yok edebilir. Başkalarının acılarını dindiremezsek kendi acılarımızı dindiremeyiz.” Yani yapmamız gereken intikam almak değil, sevmektir her zaman. Filme dair son kelam, iyi seyirler vesselam. :)
19
KENDİME DAİR -Ahsen KESKİN-
“Yaptıklarımın ya da yapacaklarımın sorumlusu değilim.” “Eğer hayatta bir şeyler kendiliğinden olmuyorsa veyahut güzellikle rayına girmiyorsa, deneyeceksin olması en muhtemel olmayan şeyleri. Zorlayacaksın sınırları ve göze alacaksın her türlü sıkıntıyı. Sonucunda sen mutlu olacaksın, istediğin rahatlığa sen kavuşacaksın ve bu hayatı bir başkası değil sen yaşayacaksın. Ne hiç kimse ne de hiçbir şey umurunda olmayacak bu yüzden. Bazen yapman gereken şeyleri ulu orta yapamayabilirsin. Gizlemen gerekebilir ama bu hiç mühim değil. Çünkü gizli olan her şey aynı zamanda gizemlidir. Olayın içine ayrı bir büyü katar ve daha da çekilebilir hale getirir. Ne… ? İkileme mi düştün? Yapma Allah aşkına! Bu kadar kendini hazırlamışken, hedefine süratle ilerleyecekken olacak şey mi bu? Hey! Sen güçlü bir kızsın unuttun mu? Bu yüzden en iyisine layıksın. Ama söylemiştim sana, en iyiye giderken dikenler batacak her bir yanına. Çakıl taşları mahvedecek ayaklarını, alevler kavuracak manolyalarını. Fakat sen üstün çıkacaksın. Olman gerektiği gibi olacaksın. Herkes sana baktığında önce acıyacak, arkandan belki dua edecek olan bile çıkacak. Ama sonra hayran kalacaklar. Keşke biz de böyle… ”
20
Kadran Dergi | Mayıs 2016
İki damla gözyaşıyla başlamıştı aslında her şey. Yaşlar süzüldükçe süzülüyor ama cümlenin devamını getiremiyordu bir türlü. Bıraktı kenara vefasız kalemini. İki lafı bile yan yana getiremediğinden öfkeliydi kendine. Dur, dur. Yoksa bunları yazdığından mıydı bu denli hiddeti? Çünkü en son hatırladığı şey, aynanın karşısında kendi kendine ettiği teselliydi. Ne ara bunca şeyi yazmıştı da sonunu getirememişti? Beyni, zihnini kontrol edemiyordu belli ki. Akıl almaz bir labirentin içindeydi sanki, sonunu baştan göremeyeceği. Tutunacak bir şeyler ararken daha da batıyordu oysa ki, kimse fark etmiyordu. Çırpındıkça derinlere gömülüyordu. Çok sıkıldı kendiyle verdiği bu savaştan. Kendine dair hatırladığı son şey ise, kağıda yazdığı “Bu zamana kadar yaptığım her şeyin hesabını verdim, bundan sonra yapacaklarım ne beni bağlar ne de etrafımdakileri. Kaybediyorum bir süreliğine kendimi, umarım geri dönmekte geç kalmaz bu gemi.” cümleleriydi. Derin bir of çekti duvarları çınlatırcasına. Kapadı gözlerini, sanki bir daha açmayacakmışçasına.
21
ÜÇ DÜĞÜM -Betül ŞENOL-
Sanki karanlıkların bağrından kopmuş bir kuş gibi gönlüm. Yalpalanan kanatlarım, önünü görmekte hafif zorlanan bir halim. Kalbimde koskocaman üç düğüm var şimdi. Hangisini çözmeye çalışsam inceden dönüyor... Dönüyor... Tekrar buluyor düğümü. Sımsıkı üç düğüme bağlı tüm sabrım. Çözmeye çalıştığım her dakika daha da sıkıyor beni. Sanki karanlık bir çukurun çıkmazına vuruyor demim. Tam da orada kaybolmak istiyorum. O üç düğümün arasında. Karanlıkların çukurundan çıkıp, yağmurun toprağı ıslattığı o yüzeyden sızıp kaybolmak istiyorum. Kimsenin bulmadığı, en doğrunun beklediği yerde. İşte tam da orada kaybolmak istiyorum, hava zerrelerinden o anki vuslattan hiç kaybolmamak adına. Akışına bırakılmış bir hayatın, zerrelerden deryalara talip şu gönlüm. Kaybolmak. Ufak bir topraktan, ufak bir yanılgıdan, ufak bir hayalden belki de asıl kendimden kaybolmak. Bir ateşin toprağı kaybettiği gibi, suyun ateşi söndürdüğü gibi, toprağın suyu gizlediği gibi üç düğüm var kalbimde. Açması zaman ister, açılması sabır ister. Temennim ise deryaları ister. Selamet ise yalnız iman şuurlu teslimiyetten geçer. O üç düğüm var ya, gün gelecek birbiri ardınca çözülecek. Sabr-ı muvaffak kılınca da yeşermeyi bekleyen küçük bir çiçek bahçesine emanet kalacak. Çünkü kaybolmak güzel bir doğuşu simgeleyecek. O zaman hadi üç düğüm kalın bende. Çünkü aranızda kaybolmuş bir benliğim var. Hadi üç düğüm kalın şimdi. En doğru yerde. En Aşk’ı bilmez halde. En çileli hatıralarda.
22
Kadran Dergi | MayÄąs 2016
23
MUTLU SON -Tuana KORKMAZ-
Masallarla büyümüştük hepimiz. Tozpembe masallarla. Yaşamın gerçekliklerinden uzak büyümüştük. Mutluyduk. Belki de bu mutluluğumuzu masallar sağlıyordu. Dışarıdaki kötülüklerden uzaktık. İyi bir dünyaydı bizimkisi. Hayal dünyasıydı. Kaf Dağı’nın ardındaki ülkeyi merak ederdim küçükken. Rapunzel’in saçlarının ne kadar uzun olduğunu merak ederdim sonra. Tek gözlü canavarı hayal ederdim usulca. Kötü huylu cadıya kin tutardım içten içe. Beyaz atlı prense teşekkür ederim güzel prensesi kurtardığı için. Kendimi Anka Kuşu’nun kanatlarının rüzgarında bulutlara ellerimle dokunurken hayal ederdim. Büyüyünce değişti her şey. Kaf Dağı’nın etrafı kapkaranlık sislerle çevrildi. Rapunzel o güzel saçlarını kısacık kestirdi. Beyaz atlı prens prensesi unuttu. Anka Kuşu uğramaz oldu hayallerime. Küçüklüğümdeki mutluluklar ve hayaller yerini birer birer acılara ve gerçeklere bıraktı. Elbet sevindiğimde oldu. Ama hayalini kurduğum dünyadan çok farklıydı yaşadığımız dünya. Kimse kimseye merhamet etmiyor mesela burada. Gözlerimizde ufak bir hoşgörünün ışığı bile sezilmiyor. Herkes kendi derdinde. Bir koşuşturmaca sanki. Gözümüzün önündekini göremiyoruz. Görsek de umursamıyoruz bazen. Zaman tüm hızıyla akıp giderken sevdiklerimizi unutuyoruz. İncitiyoruz sevdiklerimizi. Kırıyoruz bizi seven o güzel yürekleri. Kalplerimize kilit vurmuşçasına kaçıyoruz sevgiden. Yaşamımızın böyle olması acı veriyor bana. “İşte gerçekler bunlar.” diye düşünüyorum. Gerçekler acı verdiğindeyse hayallere, masallara sarılıyorum yine. Alışkanlık benimkisi. Kendi masalımı yazmanın telaşına kapılıyorum bu defa. Şimdiye kadar kurduğum onlarca hayale yenilerini ekliyorum. Okyanuslar kadar derin, gökyüzü kadar sonsuz hayal avuçlarımda. Beni daha iyi bir dünya olabileceğine inandıran, beni yaşatan hayallerim var benim. Ben iyiliğin, sevginin hakim olduğu bir dünyaya inanıyorum. Bunun gerçekleşmesi için de elimden geleni yapıyorum. Dedim ya masallarla büyümüştük hepimiz. Her masal mutlu sonla biter. Ve mutlu son daima vardır.
24
Kadran Dergi | MayÄąs 2016
25
AMERİKA GÜNLÜĞÜ -Erva KEKLİK-
Bir anda kendinizi farklı bir dünyada bulduğunuz oldu mu hiç? Yalnızca gökyüzü size yabancı değil, o kadar uzaktasınız... Yeni bir dünya bulmuşsunuz da keşfediyorsunuz. Yalnız başınıza ve –sevdikleriniz- yanınızda değil. Aslında keşke sevdiklerimi çantama sığdırıp gezdirebilsem benimle beraber. O zaman her yer Paris olurdu bana. Her gün doğumunda ve batımında karnınıza ağrılar giriyor, enfeksiyon kapmış ya da üşütmüş olduğunuzdan değil tamamen özleminizden kaynaklanan bir ağrı. Fakat öyle günler yaşatıyor, güzellikler gösteriyor ve öğretiyor ki, çektiğiniz tüm ağrılar ruhunuzda sizi biraz daha özgürleştiriyor. Her insanın içinde gizli bir güç olduğuna inanırım bunu görebilmek ise tamamen bize bağlı, kendi gücümüze inanmak ve rahatlık alanınızı terk etmek gerekir. Bu zorlu süreçte, umutlarımızın sarsıntıya uğradığı anda yanımızda olan insanlar bizi kendimize getirir. Hayatımızda farklı bir yerleri vardır her zaman. Hayatıma güzel katkıları olan Amerika’da tanıştığım iki hocamdan bahsetmek istiyorum. Biri ESL diğeri ise sosyal psikoloji hocam. ESL hocam beni kendim ile tanıştırdı, zorluklar yaşadığım dönemde hep yanımdaydı, sosyal psikoloji hocam ise “Düşüncelerimizi değiştirirsek tüm dünyayı değiştirebiliriz, kendimizi değiştirmek, tüm dünyayı değiştirir” inancını benimsetti. Değişim ile başladığım yolda gelişim ile devam etmemde önümdeki yolları açtı.
26
Kadran Dergi | Mayıs 2016
Amerika’ya gelmeden önce aldığım bazı kararlar ve hayallerim vardı, öncesinde ve sonrasında çok dua edip Rabbimden istemeye devam ettim. Güzel insanlar karşıma çıksın, hem ben onlara faydalı olayım hem de ben onlardan faydalanabileyim çok istedim. Gerçekten de Rabbim güzel insanlar ile karşılaştırdı ve her biri için şükredip onlar için dua ediyorum. Hepsini anlatmaya başlasam satırlarımın biteceğini sanmıyorum. Farklı bir ülke görmek, farklı milletten insanlar ile tanışmak her zaman düşünce ufkumuzu geliştirir. Hayatımıza geniş bir görüş açısı ile bakmamızı sağlar. Ayrıca “Man on Wire” belgeselinden bir söz paylaşmak isterim, belgeseli izledikten sonra, oradaki Fransız ip cambazının sözünü asla unutmam “Her günü gerçek bir mücadele olarak görürsen, hayatını telin üstünde yaşarsın”. Aslında özgür ve hayalini gerçekleştirmiş olan ip cambazından öğrendiğim ve yapmam gerektiğini düşündüğüm şey her gece başımı yastığa dayadığımda “Bugün yapabileceğimin en iyisini yaptım” diyerek rahatça uykuya dalabilmek, hayalimiz için her günü mücadele içinde geçirmek. Gelelim Amerika günlüğüme, girişimde bahsettiklerim belki de pek günlük tarzı olmadı farkındayım. Fakat ben kendi yazmış olduğum Amerika günlüğüme şöyle bir göz atıyorum da gezip gördüğüm mekanlardan çok insanlardan ve öğrendiklerimden bahsetmişim. Peki ya siz? Gezdiğiniz mekan mi aklınızda kalır yoksa orada birlikte bulunduğunuz insanlar mı? Benim orada tanıştığım insanlar veya birlikte yolculuk ettiklerim geliyor.
27
Her zaman inanmışımdır bulunduğumuz yere zenginlik katanlar orada birlikte olduğumuz insanlardır. Anılarımıza gittiğimiz yerlerden daha çok sekil verirler. Biraz size yaşadığım yerlerden bilgi verecek olursam bu yıl Amerika’nın Massachusetts eyaletinde geçirmekte olduğum 3. Yılım. Eyaletin en büyük şehri olan Boston’da yaklaşık 7 ay yaşadım. Sonrasında Western Massachusetts’e taşındım ve şuan oradan yazıyorum. Boston’dan bahsedecek olursak. Amerika’nın tarihinin başladığı ve birçoğumuzun bildiği gibi Harvard ve MIT üniversiteleri ile ünlü olduğu bir şehirdir. Bu şehir gençlerin kalbi ile atmakta. Şehrin genç nüfusu oldukça fazla. Boston’ın gezilecek ve görülecek yerleri çok fazla. Ben ise en çok sevdiğim ve orada yaşadığım süre boyunca en çok ziyaret ettiğim Charles Nehrinden kısaca bahsetmek istiyorum. Güneşin doğuşunu ve batışını izleyebileceğiniz en güzel yerlerden bir tanesi. Bu nehir yelken, kano ve kayak yapanlar ile ayrı bir güzel, onları izlemek ayrı bir keyif. Kendinizin o heyecanı tatması ise ayrı bir mutluluk. Yolunuz düşerse mutlaka kano yapmadan geçmeyin derim. Birde Charles Nehri ile birleşen Atlantik okyanusu var. Günlüğüme bakarken okyanusta yüzdüğüm, ve o günü hatırlatması için hatıra olarak alıp günlüğüme yapıştırdığım deniz kabuğumu gördüm. Aylardan ağustos olmasına rağmen, titreyerek yüzdüğümü hatırladım. Ee okyanusta da yüzdük demeyelim mi? Zamanımın çoğunu geçirdiğim bölgeden Western Mass ten bahsedersek, burada en çok sevdiğim mekan Six Flags ( dünyanın en hızlı radarlarının bulunduğu oyun parklarından bir tanesi). Türkiye’de iken videolarını izlerken bile heyecanlandığım parkın bir gün yakınlarında bir yerlerinde yaşayacağım aklıma gelmemişti. Hatta hatırlıyorum da lisedeyken İngilizce öğretmenim hayaliniz olan gitmek istediğiniz bir yeri anlatan bir yazı yazın dediğinde bahsettiğim parkın, yani hayalimin farkında olmadan yakınındaymışım meğersem.
28
Kadran Dergi | Mayıs 2016
Çok yakın mesafesinde olmama rağmen uzun bir süre gitmedim, çünkü hayaller ulaşana kadar –hayal- ve ulaşana kadar –heyecanlı-. Bekleyip aylar sonrasında bu hayali gerçekleştirmek güzeldi. Hız ve adrenalin seven birisi olarak Six Flags benim sevgili mekanım oldu. Ard arda birçok kez bindiğim Roller Coaster ve Skyscreamer (dönme salıncak) tan bahsedeyim. Roller coaster en süper ve eğlenceli aletlerden biri. Kemerleriniz bağlanır, kulaklarınızda ürkütücü bir müzik, yavaş yavaş raylardan tepeye doğru çıkarsınız, en tepedeyken keşke dursa da manzaraya bakarak bi çay içsek dediğiniz yerde ani bir hızla aşağıya düşüş yaşarsınız sonrasında hızlı dönüşler, taklalar, buharlar ve alevler. Skyscreamer denilen alette ise 121 metre yükseğe, rüzgarın sesi ile birlikte, sükunet halinde olan zincirlerle asılı sandalyelerde gökyüzüne yükseliyor ve yaklaşıyorsunuz. En tepede, Connecticut Nehri ve tüm oyun parkı ayaklarınızın altında. Düşününce belki biraz kulağa ürkütücü gelebilir fakat en tepede bazılarınız huzuru bulurken bazılarınıza işkence olarak görünebilir. Gökyüzüne çok yakın hissetmek mutluluk ve heyecan veriyor. Çünkü bu ülkede size en tanıdık yer Gökyüzü.
29
BAYRAMLIK DÜŞLER -Handan DALSAR-
30
Kadran Dergi | Mayıs 2016
Yine o ağacın altında ve sensiz bir dalga daha vuruyor kıyılarıma. Ben geldim baba, ıssızlığında akşamın. Ellerim dünün ayazında kaldı. Avuçlarının içinde büyüyecekti ellerim. Şimdi büyüse de küçüldü düşlerim. Olsaydın ister miydim başucumda ben de bayramlık. Yok yok istemezdim varlığın bayramımdı demeliydim. Hani bir sobamız vardı üzerinde düşlerimizi ısıttığımız senin küllerini aldığın üşümesinler diye gece ayazında çırasını yaktığın. Biliyor musun seni soba yakarken seyretmek en büyük zevkimdi yorgan altında. Her zaman sen yakacaksın sandım. Şimdilerde ateş başında üşür oldum. Sobalar ısıtmıyor be baba. Kimse senin yaktığın gibi yakmıyor. Bir çıra daha yaktın oda yüreğime ve gidişinle. Sabah kahvaltı hazırlasaydı annem ve biz camiye gitseydik Allah diyerek beraber inleseydik. Özledim sol yanıma dönünce “Hadi baba duam bitti gidelim.” demeyi. Şimdilerde sol yanıma yine dönüyorum ama önce sağıma. Sol yanım, sus öğren büyümeyi, büyüdükçe küçülmeyi. Bu sabahta bir kuş kondu pencereme. Sen miydin ellerin miydi camı tıklatan. Ve neden cama gelince kanat çırparak uzaklaşan. Gitme anlatacaklarım var. Daha kuyuya düşecektim Yakup(r.a) peygamberin Yusuf(r.a) peygamberi beklediği gibi sen de bekler miydin beni? Kuyularda kayboldum. Arayanım soranım yok. Ne ıssızmış dünya denen oyalanma. Aldırma gönül aldırma diyorum bazen, susuyorum bu sefer nakarat nakarat ruhuma işliyor, hasret hasret büyüyorsun göz bebeklerimde. Topum patladı desem, bisikletten düştüm desem, mahalledeki çocuklar beni dövdü desem gelir miydin bir bayram sabahı, hiç olmazsa düşlerime. Okşar mıydın başımı şefkatli ellerinle? Kuruyor dallarım, bahara inat. Ve yaprak yaprak düşüyor dallarımdan, mekan toprak. Örtün üzerimi gömün kefensiz ve geleyim sana işte evladın şehit isimsiz. Benim adım sen, sendeki ben. Ben bilmedim beni istiyorum senin içindeki seni. Ne vakit konuşsam düş kurarmışım senle, senden habersiz. Bilmezler içimdeki yetimi sustururlar, seni benden beni senden habersiz. Hani vardı ya bir varmış bir yokmuş. Yokuşunda ömrün hayat ne boşmuş. Mezar başında, kışın ortasında, sessiz film tadında sensizliği anlatmak ne zormuş. Bakarlar mı neden ağlıyor diye utanır mıydım, sorsalar söylemeye. Okşayın başımı bugün bayram demeye. Düşmeye korkuyorum artık. Hani sen varken oynadığım sokaklar bir başkaydı deliydi kanımın rengi. Korkmuyordum düşmekten dizim kan içinde, elim yüzüm çizik. Yara bandına ihtiyacım yoktu, ellerinin izi dokunurken yüreğime. Artık bantların kapatamadığı bir yaram var. Yani yine bant kullanmıyorum. Kan dışa değil içe akıyor artık. Çerçevede saklı hayalinle kaç gece ağlayarak konuştum. Dertlerin içinde bilmem yorulmuşluğumla kaç kez boğuştum. Vuslat muştusu öteye kaldı ah ki tek umudum. Birinci bayram dünyada ikinci bayramda uyanışta, bayramlıklarımla el öpmeye geleceğim son dem belki bir Cuma namazına. Senden geriye kalan tesbih, tane tane ilmik ilmik hüzün dokuduğum tezgâh. Tek tek çekiyorum Ya Allah. Özlüyorum amma bir gün etmedim ah.
31
TOPLUMUN İNŞASI - Aybike ULUBAŞ -
Umutlar, hayaller, sevgiler düşünün. Öyle ki sayısız, sınırsız hatta uçsuz bucaksız. Ve sonra hepsini tek tek bir bir gönüllere yerleştirin. Özenle ve dikkatle olmalı bu dediğim. Unutmayın herkesin bir hayali, bir umudu ve koskocaman sevgisi olmalı. Sonra herkesin içine bir bir güven verin. Çevresine, sevdiklerine ama en çok kendisine. Öyle bir güvenmeli ki kendine, insanlığa meydan okuyabilmeli. Yapacağım dedikten sonra illa ki yapabilmeli. Daha sonra en baştan küçük büyük dinlemeden öğretilmeli en yüce değerler; saygı, fedakarlık, hoşgörü, iyi niyet. Her gönüle ayrı ayrı işlenmeli bu değerler. Gerekirse kapı kapı dolaşıp anlatılmalı; sevin, sayın, hoşgörün. İstemeyenleri ikna etmeli ve gerekirse yüzlerce kez gidilmeli kapısına, yalvarılmalı ‘ne olur sevin’ diye. Aşamayacağınız engel, giremeyeceğiniz gönül yok inanın. Kimsenin dinine, ırkına, düşüncesine takılmadan, kardeşi kardeşe kırdıranlara inat sevin. Önünüze gelen her şeyi, herkesi yürekler dolusu sevin. Çünkü kulaklar doydu artık, insanlara halinizle seslenin. Siz sevin ki sevdirin. Bu dünya kirli dostlarım. Kin bürümüş gözleri, kalpler hep nefret dolu. Sokağa çıktığınızda bir bakın insanlara, herkes sevgiden bihaber. En ufak bir kıvılcım bekliyor insanlar ve kıvılcımı elde ettikleri an yanıyorlar, yakıyorlar. Eş-dost dinlemiyor artık nefretler. Kahvelerin 40 yıllık hatırları 2 dakikada yerle bir ediliyor. Kredi borçları için gece uyku nedir bilmeyenler unutuyor vefa borçlarını. Dünya vefasız artık. Ama unutmamak lazım; en çok sevilmek isteyenler, en çok nefret edenlerdir. İşte tam da bu yüzden size sesleniyorum, sevin. Çünkü ancak severek yeneriz nefreti, düşmanlığı, kini, hasedi. Ancak böyle toparlanır, böyle ayağa kalkarız. Böyle yeniden birlik olup, kardeşçesine yaşarız. Tıpkı Nazım’ın satırlarındaki tek ve hür olan o ağaç misali. ‘Bir orman gibi kardeşçesine’. Unutulan güzellikleri hatırlatmak lazım. Hepimize tek tek görevler düşüyor. Baştan başlanacak ve anlatılacaksa, yapacağız. Unutmayın dünyayı iyilik kurtaracak.
32
Kadran Dergi | MayÄąs 2016
33
YALNIZLIK -Hanife ARICAN-
Bir rengi var mıdır yalnızlığın, ya da bir kokusu hiç düşündünüz mü? Son günlerde yoğun hissettiğimiz duyguların başında geliyor yalnızlık denen duygu. Sağıma baktım, soluma baktım. Bir şarkının nakaratını gibi tekrar eder gibi tekrar ediyor herkes, beni kimse anlamıyor yapayalnızım diye. Sahi anlamak mıdır zor olan, yoksa anlaşılmak mı? Kişilik kalıbımızda en çok hangi taraf ağır basar hiç düşündük mü? Hiç aklınıza geldi mi anlaşılmak için anlamanın sırrına vakıf olmak gerektiği, iğneyi başkalarına batırmanın verdiği acıyı, kendine batırmayı öğrendiğin zaman zorlaştığı? Zaman içinde kaybolup gitmektir biraz da yalnızlık. Kalabalıklar içinde sol yanının seninle olmamasıdır aynı zamanda. Bir tarafın eksik olması ve yerini hiçbir şeyin dolduramadığı bir duygudur yalnızlık. Aynı yolda yürümeye azmettiğin yol arkadaşların tarafından tek başına bırakıldığın yerde bekler seni sessizce. Hatta aynı davada, aynı ruhta hayatını birleştirdiğin, aynı yastığa baş koyduğun yol arkadaşın senin gözünden akan yaşın sebebini bilemiyor ve silemiyorsa yalnızsın. Aynı evde neşet ettiğin annen, baban, kardeşlerin bile duygularına dokunamıyor temas edemiyorsa işte o zaman sarıp sarmalar seni yalnızlığın. Bir renk ararsın ve onunla özdeşleşsin istersin. Bir kokusu olsa da çeksem içime bir “Oh” desem dersin, yalnızlığımı bastıracak. Çeksem içime ve dinse tüm acılarım, bastırsa tüm hasretlerimi diye düşünürsün. Ama yoktur bunun ilacı ya da öyle düşünürsün. Ta ki bu hali sana hediye edeni fark edeceğin ana kadar. İşte orada çözülür düğüm. Yalnızlığın içinden geçilir ve hakiki “dosta” erişilir. Ve bu dost her daim seni bekliyordur aslında anca fark edersin. Yar olur sana yaren olur. Sana senden yakın, senin onu sevdiğinden daha fazla seviyordur seni. Yaratılan her şeyi emrine amade kılmıştır da sen görmemişsindir perdeli gözlerinle. Hadi o zaman ne duruyorsun ovala gözlerini, at üzerinden uyku mahmurluğunu ve niyet et sadece. Bırak kendini onun rahmet iklimine ve arkadaşlığına. Kendine rehber et, ne olur tut ellerimden beni bana bırakma diye yalvar yakar adeta. Tut ellerimden tut ki edemem sensiz de ve inle gecelerde. İşte o zaman yalnızlığın Sana vermiş olduğu hediyeye ulaşırsın hem de bir daha kaybetmemecesine. İşte o zaman yalnızlığına ulaşmaya çalış seni ulaştıracağı en sevgili yare, sırdaşına ve arkadaşına.
34
Kadran Dergi | MayÄąs 2016
35
BİLEMEZDİM -Betül ŞAHİN-
Bilemezdim Gece olunca dertlerin bu kadar büyüyeceğini Ay ışığının bile bana düşman kesileceğini Ben bilemezdim ki Senin bu gidişinin beni bu kadar üzeceğini Ne ara bağlandım, ne ara geceler bu kadar uzadı? Sahi sen ne ara bu kadar ben oldun Ben ne ara sensiz nefes alamaz oldum Bilemezdim Ben bir hazan zamanında sana türkü çağıracağımı Bütün yazılmış türkülerin seni anlattığını Sen gidinceye kadar ben bilemezdim Şimdi sensizlik içimde bir yük Ve ben gönlümün hamalı Taşıyamaz oldu bu vücut bu acıyı Ve ben bilemezdim Sen gidince her şeyin bu kadar anlamsız olacağını Gün aydınlanıyor ve herkes mutlu uyanacak Ben ise şişmiş gözlerimin altında kıvranan bir damla gözyaşını bütün gün susturmaya çalışacağım İnsanlarda bilemeyecek senin gidişinin anlamsızlığını Ve sen güzel insan Benim o karanlık gecemde hep bir yıldız olacaksın ve sen bunu hiç bilemeyeceksin
36
Kadran Dergi | Mayıs 2016
KAYBOLAN YILLAR -Nesrullah ÖZÜN-
Nasıl bir hâl ise bu? Ne sükûta gönlüm var, Ne konuşmaya mecâlim. An gelir ki ölümü yaşamaya yeğlerim. Hep kaybolan yılları aradım, Bir yere varmayan çıkmaz sokaklarda. Yeşile çalan denizin kıyısında, Mavisini yitirmiş adamın anılarını yazdım. Bir şair ağlarken mısralarında, Dinlesem diyordum usulca.. Belki hissederim, yumuşar kalbim. Başka nasıl geçer ki? Sadırda bir lahza kalmaya yer yoktu. Satırlarda aradım kendimi. Bulur muyum bir gün? O da meçhûl ve gizemli.
37
ANAM -Taha Yasin YILDIZ-
Eskimez yâr’ım anam, Sığındım dâr’ım anam, Şifâdır kokun bana, Bakışı kerîm anam..
Kademin tahtı Cennet, Varlığın bana servet, Etmez evlâda minnet, Firdevstir yerin anam..
Zahmeti Rahmet bildin, Izdırâba hep güldün, Derdimle derde kaldın, Fedâ-i-kâr’ım anam..
Bu güller yetmez sana, Şiir anlatmaz seni, Dünyâlar tartmaz seni, Öptüm ellerin anam..
Ayağın başım tâcım, Gülüşün cân ilâcım, Seninle kalmaz acım, Cânıma ferim anam..
Sînemde hâr’ım anam, Nağmemde zâr’ım anam, Duâ’n eksik olmasın, Hayâtım vârım anam, Rabbim’den Nûr’um Anam...
Ben hiçbir şiirime ağlamadım, Sana yazdığıma ağladığım kadar Ana’m! Ben ağlasam ne çıkar, Senin gül yüzün hep gülsün yeter Ana’m! İyi ki varsın, ömrüne bereket, Allah dostu mübârek Anam..! 2000 yılının 14 mayıs gecesi Birâderim şehîd olduğunda Anneler günüydü, Bu sebeple anneler günü bizde hep bir hüzündür, Rabbim anamın bu hüznüne karşılık ötede, cennette ona ve bütün analara evlatlarıyla beraber ebedi vuslat neşvesi nasib etsin... Âmîn.
38
Kadran Dergi | Mayıs 2016
BİR GARİP -İrfan KARADENİZ-
“Yazamıyorum kardeşim. Elim gitmiyor, kalbim heyecandan yoksun, akıl ruhunu dünyaya teslim etti. Ruh başka mecralarda. Kayıbım. Sanki... Sanki sokaklar bana kapattı ışıklarını. Bana sustu kediler. Ben mi uzağım insanlığa, insanlık mı çilekeş yükünden de gitti uzaklara? Ben o ben değilim kardeşim. Karşında gülen çocuk, işte o senin gördüğün vitrindeki güzel tablo. Arkasında sıradan boş bir tahta parçası.İşte ben oyum. Evet güzele aldandınız. Çeviremezdiniz tabloyu. Koyamazdınız gönül duvarına.” Ne yapsa mutlu olamazdı insanoğlu. Açtı. Dahasını arar dururdu. Ses geçiremezdi nefsine. Nefsi ses ettirmezdi vicdanına. Vicdan, muhasebesini yapamazdı.Ve karanlık içinde boğulur giderdi.. Beklentiye girmemeliydi insanoğlu. Karşılıksız sevmeliydi. Sevmeye gönüllü olmalı, sevgi gönülden olmalıydı.. Ağlayabilmeliydi bazen insanoğlu. Ayıpsız, aşikâre, yağmur misali. Bir kalbi olduğunu, insan olduğunu gösterebilmeliydi acının resmine baktığında. Farkına varabilmeliydi beşeriyet makamının, tek yetkisi acziyet olan.. Kıyıya vuran gemiyle beraber beklememeliydi batmayı insanoğlu. Ümit simidini bırakmamalıydı. Öğrenmeliydi yüzebilmeyi ümit ve umutla. Karaya ulaşmalı, unutmamalıydı sulanmayı bekleyen, ışığa ihtiyaç duyan çiçekler olduğunu.. “ ‘Haberin var mı’ türküsünü söylüyordu babam. Ağlıyordu. Evet baba, söylediler. Bu dünya zalim ama geçici..” Ve gariplere müjdeler yok muydu ki!..
39
KUŞ MİSALİ -Emre KIZILIRMAK-
“İnsanoğlu kuş misali” derler. Neden derler ben de bilmiyorum ama güzel derler. Ne güzel atasözlerimiz, deyimlerimiz ve özdeyişlerimiz var. Ne kadar dolu dolu bir kültüre sahibiz. Bu ayrı mevzu aziz okuyucu bunu bir sonraki sefere konuşuruz. Tabi yarın sabaha garantimiz varsa. Evet ne diyorduk, insanoğlu kuş misalidir. Dur durak bilmeyen bir aksiyonun içinde her an her yerde olabilir. Kimi zaman işi icabı göçer kuşlar gibi. Bazen de öylesinedir bu göçler. Kimi kaybolmak ister kalabalıklar arasında kendini bulabilmek için. Yeniden başlamak için hayatına yeni yüzleri arar gözleri. Bu sefer kuralları kendisinin koyacağı sıfırdan, yepisyeni bir hayat kurmak için çıkar yollara. Menzili mutluluk olsun ister çıktığı yolda insan. Kimisi yola âşıktır, kimi yoldakilere ve kimi ise hayal ettiği menzile âşıktır, menziline hasrettir. Bu yüzden insanoğlu kuş misalidir. Nasıl kuş olmayalım şu hayatta? Nasıl kuşlar gibi özgürlüğe kanat çırpmayalım, kanatlarımızın olmasını istemeyelim? Hayal kurmak nasılsa bedava aziz okuyucu. Nasılsa insan hayal kurarak tutunabiliyor hayata. Hayal kur azizim. Bırak diğerleri imkânsız desinler. Sen hayal kurmaktan vazgeçme ve koş hayallerinin peşinden. Kendini zinhar yalnız ve aciz hissetme. Nasılsa O, gökyüzünde ve yeryüzünde olan her şeyi biliyor ve gözetiyor. İyi ki O hep yanımızda. Varsın yarattıkları bizi yalnız bıraksın.
40
Kadran Dergi | Mayıs 2016
Yunus Emre misali bana “Seni gerek Seni” demeli insan. Kuş misaliyiz aziz dostum. Bugün bir yerdeyiz yarın başka bir yerde. Bugün dünyadayız yarın kabirde. Vakit az der bazıları ama bence az değil hayal kurmak için, o hayalin peşinden koşabilmek için. Herkes kendisine biçilen hayat kadar hayal kurar aslında bakarsan. Ve hayali kadar kanat çırpar kuş misali. Güneş bile her sabah başka bir sabaha merhaba der ve ay her gece bambaşka dertlerin üzerine doğar her gece. Dün yanımızda olanlar şimdi farklı yerlerde. Dün yanında olduklarımızdan şimdi çok uzaklardayız. İnsan sürekli bir aksiyonun içinde kanat çırpar. Bunun en büyük ispatı da kendimiziz. Haksız mıyım aziz okuyucu? Çoğumuz doğduğumuz evlerde değiliz. Çoğumuz eski halimizden çok uzaklardayız. Çocukken genç, gençken yaşlıyız. Yaşlıyken de bir anda merhum oluyoruz. Sürekli bambaşka biri oluyoruz. İşte tam da bu yüzden kuş misaliyiz. Bu yüzden çoğu kez aynada tanıyamıyoruz kendimizi. Bu yüzden en yakınlarımızdan sen çok değiştin eleştirisini alıyoruz ya zaten. Kuş gibi hep yeniliklere kanat çırpıyoruz. Aslında bakarsan aziz dostum, çırpınıp duruyoruz ve hayatımız boyunca belirli mesafeler katediyoruz. Kimimiz az bir yol alırken kimimiz başladığımız yeri göremeyecek kadar yürümüş oluyoruz. Kuş misali sürekli farklı bir dalda nefes alıyoruz. Sana nacizhane bir tavsiye aziz okuyucu, sakın yürüdüğün yolda arkana bakmamazlık etme. Sakın ola nerden geldiğini unutma ve başta belirlediğin menzilden şaşma. Zira seni sen yapan geçmişin ve varacağın menzilin.Seni sen yapan kuş misali olman, kanat çırpman başka sabahlara.
41
www. k ad ra n d e rg i. c om