EDİTÖR H. Kübra KORKMAZ YAYIN KURULU Şeyma ELKİT Şeyma ARMAN Betül ŞAHİN Osman Said GÖRSEL YÖNETMEN Büşra TÜRK YAZI İŞLERİ EDİTÖRÜ Tuğçe ARICAN YAZI İŞLERİ Ahsen KESKİN Betül ŞENOL SOSYAL MEDYA Nuray GÖNCÜ Feyza BULUT YAYIN TÜRÜ Yaygın Süreli İLETİŞİM www.kadrandergi.com iletisim@kadrandergi.com / kadrandergi
Hayal ediyorum Sevgili Okur. Yüksek binalardan kilometrelerce uzakta bir kır evinin terasını. Üzeri cilalanmamış tahta küçük bir sehpa var. Ortasında isli bir çaydanlık. Renklerinin uyumsuzluğuna aldırmadığımız bir iki sandalye. Teraslar karşı evin pencerelerine komşu değil. Tuğlalar birbirinin dibine sıkışmamış. Ferah bir nefes alıyor her konut. İnce belli bir bardak. Üzerinde kalp çiçek deseni olmayanlardan olabildiğine sade ve ince. Hava bahardan kalma bir gün gibi ama hangisinden bilinmez ya ilk ya da son, güneş çok uzakta lakin ısıtıyor insanın içini. Şimdi bir şey istiyorum sizden. Kapatın gözlerinizi ve manzarayı dinleyin. Duyabiliyor musunuz kuşları? Göç ediyorlar yakınlardan uzaklara. Sesleri biraz sitem, biraz minnet dolu. Çayınıza dokunun şimdi de. İki elinizle kavrayın güzelce. Ocaktan yeni inmiş daha, dumanı üzerinde. Güzel bir yudum alın. Midenize inene kadar ılık bir sıcaklık sarsın gövdenizi. Sonra da dalalım düşüncelere. İlk kez bu kadar farklı konulara değsin zihnimiz. Ev kirasını, faturaları, kredi borçlarını, anlamadığınız dersin vizesini, dost kavgalarını, bitmek bilmeyen trafiği. Boşverelim. Karşıya bakalım dimdik. Çam ağaçlarına dalsın gözlerimiz. Kışı özleyip özlemediğimizi soralım zihnimize. Kuşlara imrenerek bakan bizlerin kanatlara olan özlemini düşünelim. Bilinen ve keşfedilen galaksilerin aslında on kat daha fazla olduğu bilgisine yeni erişen insanoğlunun, bilmediklerinin yanında bildiklerinin acizliğine konu olalım. Sonra sayamadığımız galaksilerdeki binlerce irili ufaklı gezegenin, yıldızın arasında yalnız olduğumuzu düşünüp ürpersin içimiz. Bir yanımız ürperirken bir yanımız da “Var mıdır acaba başka dünyalar?” diye sual etsin. Şimdi dönelim o cilasız masaya. Masanın üzerinde emek emek işlenmiş her sayfası bir kişi, her yazısı bir hayat olan dergiye ilişsin gözümüz. “Kadran” ın ekim sayısı. Hatırınıza gelsin insana olan yaklaşımımız: “İçinizden biriyiz, bekleriz.” Yüksek binaları yok sayıp beraber çay içmeye ne dersiniz Sevgili Okur? H. Kübra KORKMAZ
EKİM’DE KADRAN
6 4 10 12 14 16
Bir Rüya İkliminin İnsanı :
Sabahattin Ali
Ekim İncelemesi - Kadran Dergi Ekibi
BAVUL VE MANZARA Ali Ozan SALKIM
BALIKÇI
Edanur CEBECİ
1+1=1
Faruk SUAVİ
BİR KENT BİR İNSAN Emrah GÖK
YAŞAMAK TELAŞI Pelin GÜLOĞLU
18 20 22 23 24 26
Assalamualaikum Beijing Tuğçe ARICAN
GELSEN DİYORUM Havva ZEMHERİ
SEVDAMIZ ONDA KALDI Ümit KÖKSAL
NAME
Osman KUZPINAR
BENCE, SORGULAMA! Kadir KAPDAN
DÜŞÜNCELER Halil CENGİZ
Ali Ozan SALKIM
4
Kadran Dergi | Ekim 2016
Gittim. Bavulumu alıp gittim, büyüdüğüm şehirden. Kar, kış ve kıyamet. Bir İzmirli olarak, karın üzerimizde ki etkisi tüm Türkiye’den farklı olur. Üzerimizde, çölde ki su, gölde ki canavar etkisi yaratır. Sanırım kıyamet her insanda aynı etkiyi yaratacak. Onu zamanı geldiğinde hep birlikte elimizde çiğdem ile izleyeceğiz. Biz çekirdeğe de çiğdem deriz, fakat konu bu değil. İnsanın bir yeri ilk defa gördüğünde, zihni çok farklı çalışır. Kabullenemez, yadırgar, bir kaç defa okur etrafını. Zamanla ezberler o yerleri ve sonra aşina olur. Bir yerden gidip, geri döndüğünüzde de böyle olur. Eskiden samimi olduğunuz bir dosta, fazla temas etmeden sarılmak gibi. İnersiniz herhangi bir araçtan. Sabahın erken saatleri ise bavulunuzun çıkardığı tıngırtının, bütün şehri uyandıracağını düşünürsünüz. Öğlen saatleri ise kalabalıkta tanıdık bir surat görmeden eve varmak istersiniz, daha hazır değilsinizdir biri ile konuşmaya, bavul sesi de sorun yaratmaz. Akşam saatleri ise suratınızı saklamanıza gerek yoktur. Eve dönersiniz. Evinize, büyüdüğünüz şehre ve dönüşünüz muhteşem olmamıştır. Yağmurda ıslanmış köpek yavrusu gibi sığınmışsınızdır. Ama en kötüsü ise, yokluğunuza alışılmıştır. Siz bunu bir kaç güne kalmaz fark edersiniz. Eskisi gibi, evin bir ferdi olup karışamazsınız aralarına, misafir muamelesi de görmezsiniz. Araftır gurbetten geçici olarak dönülmüş baba ocağı. Yokluğunuza alışılmıştır, varlığınıza alışmamak içinde savaşırlar. Bilirler ki gidicisinizdir. O evdeki miadınızı doldurmuşsunuzdur. Buradan nereye geleceğim; işte böyle geçici dönüşlerimden birinde, tüm bu merasimlerden sonra, balkondaki protokol sandalyeme kuruldum. Başımı kaldırdım ve yıllardır baktığım klasik manzarama baktım. Baktım ve şu satırları yazdım ; ‘’Yıllardır baktığım manzara. Yıllar geçiyor ben büyüyor ve yaşlanıyorum. Manzarada ise asmalar bazen kuruyor, bazen yeşeriyor, mevsimleri anlıyorum, sokak lambası bazen patlıyor, bazen değişiyor, belediye çalışıyor anlıyorum. Manzara kalıyor, ben gidiyorum, öldüğümü anlıyorum.’’ Ben yine gideceğim, manzara yine kalacak. Bir gün buraya geldiğimde manzaranın değiştiğini görürsem zamanı bükebileceğimi düşünüyorum. Bükemezsem eğer öpeceğim zaten. Bu gelişimde hem kar yağdı buralara. Kar gürültüyü kesermiş, gelirken yağsaydı, bavulumu daha rahat sürerdim. Bavuluma gurbet yükledim zaten. Gittim, gördüm, yenildim, geldim. Manzara hala aynı. Zaman değil de, bu git geller öldürecek beni.
5
6
Kadran Dergi | Ekim 2016
Bir Rüya İkliminin İnsanı: Sabahattin Ali Ekim İncelemesi - Kadran Dergi Ekibi “Sabahattin Ali, bir rüya ikliminin insanıdır. Onun gerçek dünya ile bağlantısı, kısa ömrünü noktalayan talihsiz bir cinayetle sona ererken; o, rüya iklimine ait varlığıyla hala aramızda yaşamakta ve gördüğü rüyaları birlikte yorumlamamız için gönül kapılarımız önünde beklemektedir” Prof. Dr. Ramazan Korkmaz, doktora tezi olan “Sabahattin Ali İnsan ve Eser” in önsözünde Sabahattin Ali için yukarıdaki tanımı yapmıştır. Onun daha çok siyasi görüşlerinin, ölüm şeklinin esas alındığını, sanatının ikinci planda tutulduğunu ifade etmiştir. Biz de bu yazımızda Sabahattin Ali’nin ölümlü yanlarını; siyasi kişiliğini, kavgalarını bir kenara bırakıp onun sanatkar kişiliğini ön planda tutan bir yazı kaleme alacağız. Sabahattin Ali özellikle öyküleriyle Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının toplumcu gerçekçi yazarlarından biridir. Ona göre sanat özellikle de edebiyat içinde yaşanan toplumun bilinçli ya da bilinçsiz bir ifadesidir. Ancak bu ifadenin kuru bir yansıtma olarak kalmasına karşı çıkar. Sanatın bir amacının olması gerektiğini düşünür bu yüzden de onu daha çok fonksiyonel olarak algılar. Bu durumu Muzaffer Reşit’le yaptığı bir konuşmada şöyle ifade etmiştir: ”Edebiyat hatta genellikle sanat, bence sanatkarın düşündüğü ve
duyduğu bir fikrin ve hissin ortaya atılması, tamim edilmesi demektir; yani bir nevi propagandadır. Ben hiçbir zaman sanatın maksatsız olduğuna inanmadım. Sanatın bir tek ve gerçek maksadı vardır; insanları daha iyiye, daha güzele yükseltmek, insanlarda bu yükselme arzusunu uyandırmaktır.” Sabahattin Ali’ye göre sanat, halktan kopuk değil halkla iç içe olmalıdır. 1938 yılında sanat üzerine yaptığı bir söyleşide şiir hakkında şu sözleri söyler. “ Bence şiirin eskisi yenisi yoktur. İyi şiir, muhakkak ki, insana bir şey ilave eder, bu şey bazen tez olur; bazen bizim manen daha genişlememizi temin eden bir heyecan olur”. Bu sözleriyle şiiri türünün gereği olarak bir propaganda aracı olmaktan öte daha geniş bir anlamda değerlendirmiştir.
7
Hikaye ve roman türlerinde kalıcılığın sağlanması isteniyorsa, yaratılan kişilerin canlı olması konunun güncelliğini yitirmeyecek tarzda seçilmesi ve işlenmesi gerekir. Türkiye’de bu kriterleri aşmış “iyi roman” sayılabilecek eser sayısı ona göre oldukça azdır. Sanatta eski-yeni tartışmasını gereksiz görür bunun yerine iyi-kötü değerlendirmesinin ölçüt alınması gerektiğini söyler. Kötü ve kalitesiz bir yeni yerine, asırlar önce yazılmış kaliteli eserlerin her zaman tercih edileceğini örnek olarak da kendisinin hala Fuzuli ve Galip Dede’yi severek okuduğunu belirtir. Edebiyatımızın geçmiş dönemlerinden yararlanma konusunda da oldukça açık görüşlüdür .Bu düşüncesini de “ Sanat olmuş ve olacak her şeyden faydalanır” cümlesiyle ifade eder. Sabahattin Ali eserlerini oluşturduğu dile çok önem verir. Mümkün olduğunca
8
sadeleşmeden yana bir tavır göstermiştir. Onun düşüncesine göre madem ki dil, kitle ile anlaşma bir iletişim aracıdır; öyleyse anlaşılır olmalıdır; yalın, sade ve süssüz. Bu düşüncelerine uygun olarak da ilk yazdığı hikayeleri Değirmen adlı kitabında toplarken, yazıldıkları gibi almamış dillerinde sadeleşmeye gitmiştir. Ancak her şeyde olduğu dilde sadeleşmede de aşırılıktan kaçınmış çevresindekilere de bu düşüncesini telkin etmiştir. Sanatçı çok yönlü bir sanatsal kişiliğe sahiptir. Hikaye, roman, şiir, tiyatro, mizah gibi bir çok edebi türde eser vermiştir.Edebiyatımız da ise onun hikaye yönü ağır basar. Sanatını en iyi, hikayelerinde yansıtmıştır. Onun hikayelerinde klasik bir olay örgüsü işlenir. Hikayenin belli bir konusu vardır. Her konu bir olaya dayanır, bu olay zaman-mekan çerçevesi içerisinde işlenir.
Kadran Dergi | Ekim 2016
Biçim olarak Ömer Seyfettin geleneğini sürdürmüş ve geliştirmiştir. Almanya’da dil öğrenip batılı yazarları tanıdıktan sonra romantik ögeler hikayelerindeki ağırlığını kaybetmiş daha gerçekçi toplumsal konular ağır basmıştır.Yazarın 1930’dan sonra yazdığın 52 hikayede hakim unsur gerçekçilik duygusudur. Bu duyguda zamanla “gözlemci gerçekçilik”ten toplumsal eleştirel gerçekçiliğe dönüşmüştür. Sabahattin Ali’nin hikayelerinin temelinde bir çatışma yatar. Bu çatışmanın tarafları ”olması gereken” ve “olan” dır. Olması gereken; insan sevgisi, dostluk, acıma duygusu, haksızlığa karşı çıkma gibi insanı yücelten değerlerken; olan, istismar, sömürü, aldatma gibi karşı değerlerdir. “Olan” ile karşılaşan hikayenin kahramanları ise daima girdikleri bütün mücadelelerde kaybeden taraf olurlar ve çareyi kaçmakta bulurlar. Bu kaçış olayı ise; kendiyle barışık olmayan bir insanın kendinden kaçması, gerçekten hayale kaçış, toplumdan kaçış, içinde bulunduğu durumdan daha kötü bir duruma ya da ölüme kaçış olarak gruplanabilir Hikaye ve romanlarındaki mekanı ele alış şekli Batılı ressamlara has bir dikkat ve özenle yapıldığı için bu yerlerin bir resmini çıkarmak mümkün olduğu gibi mekan tasvirlerinden hareketle o mekanda yaşayan insanların sosyo kültürel yapılarını ve psikolojik durumlarını öğrenmek mümkündür.Sabahattin Ali insanı tek başına anlatmaz. Onu çevreleyen maddi ve manevi imkanlarıyla birlikte verir ve bu imkanların insan üzerindeki etkilerini yansıtmaya çalışır. Kadınların varlığını inkar edilemeyecek
kadar gerçek olarak ifade etse de hikayelerinde ve romanlarında erkek karakterler ağır basar. Yazarın öyküleri; Değirmen (1935) , Kağnı (1936) , Ses (1937), Yeni Dünya (1943), Sırça Köşk (1947) adlı 5 kitapta toplanmıştır. Romanlaları ise sırasıyla; Kuyucaklı Yusuf (1937), İçimizdeki Şeytan (1940) ve Kürk Mantolu Madonna (1943)’ dır. İçimizdeki Şeytan adlı eseri otobiyografik nitelik taşımaktadır.Esirler (1936) adında bir tiyatro oyunu bulunan yazarın şiirleri de 3 kitapta toplanmıştır: Dağlar ve Rüzgâr (1934), Kurbağanın Serenadı (1937), Öteki Şiirler (1937). Yazarın bir çok şiiri de bestelenip şarkı halini almıştır. Aldırma gönül, Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz, Geçmiyor günler, Leylim ley, Çocuklar gibi, Kız kaçıran, Melankoli, Kara yazı, Ben sana vurgunum, Göklerde kartal gibiyim, Dağlar bunlardan bazılarıdır.
Facebook, Twitter ve İnstagram’da 5 Kasım tarihine kadar #kadrandergi ve #SabahattinAli hastagi ile paylaşım yapanlar arasından çekilişle belirlenen 3 kişiye Sabahattin Ali’nin romanı Kürk Mantolu Madonna’yı gönderiyoruz.
9
Edanur CEBECİ
“Bu yol nereye çıkar?”diye düşünmeden yaptığımız yürüyüşler, tehlikeli yürüyüşlerdir bir bakıma. Ayaklarımızın altında akıp giden yola teslim etmişsek kendimizi, akla uygun her ihtimali devre dışı bırakmışızdır ve bu durumun neler doğuracağını kestiremeyiz çoğu kez. Bir gün kendimi tam da böyle bir yürüyüşün içinde buldum. Uzun caddeler, dar veya geniş yollar, bir önceki hangisiyse bir sonrakine beni emanet ediyor gibi hissettiğim sokaklar rastgele bir güzergâh oluştursa da, bu durumdan zerre kadar kuşku duymuyordum. Böyle yolculukların bir de ritüeli oluyor; ellerimiz cebimizde yürümek. Yani böyle bir görünüm bizi ele verir mi? Bilemiyorum. Ama şu var ki, ellerimiz, onlar da bir kuytu arıyor kalabalıklar arasında. Neden sonra, yol beni bir sahile çıkardı. Böyle bir güzellik için teşekkür etmeliyim. Şimdi, nereye usulca oturayım? Nereye otursam fark edilmez gölgemi yanımdan ayırmak istediğim? Ayakkabılarım biraz çamura bulandı gerçi. Saçımdaki toka kim bilir hangi sokakta düşüp kaldı, hangi köşe başında bıraktım çocukluğumu kim bilir? Evet, sorularımı biriktirip geldiğim anlaşılıyor. Fakat başka çarem yok. Onları işte buraya dökmek için getirdim, çünkü cevapları bulmama duvarlar yardımcı olmuyor. Gözüme ilk çarpan yere oturdum. Farkında olmadan bir balıkçının yanını tercih etmiş olmalıyım ki, kendisi henüz olmasa da kovasıyla tanıştım önce. Tanışma dediysem, göz ucuyla bakabildim yalnız. Oldum olası o kovaların içine, balıklara bakamıyorum bir türlü. “Neden bakamıyorum?” diye düşünürken balıkçı gelip iskemlesine oturdu. Beni tanımasına bir tebessüm yeterli oldu sanırım, sonrasında oltasını alıp ciddiyetle işine koyuldu. Ben de aynaya baktığımda, kendimi sadece bir tebessümle tanıyabilmek ne çok isterdim. Neden olmuyor? Neden kendimizi yalnız kendimize olsun çözümleyemiyoruz? Neden tek bir kelime etmediğimiz zamanlarda bile, sayfalarca dil döküp konuşmuş gibi bir yorgunlukla dolu oluyor nefesimiz? Bir süre sonra gözüm tekrar balıkların olduğu kovaya ilişti. İskemle boştu. Farkında olmadan balıkçı yine uzaklaşmıştı bile. Balıkların neredeyse hepsi hareketsizdi. Yalnız en üstteki balık gözüme takıldı. Diğerlerinden farklı olduğunu anladığı için mi çırpınıyordu? Sonunun onlar gibi olmasını istemediği için mi? Etrafta kendini oradan çıkarabilecek birini bulmak istediği için mi? Bunları düşündükçe, yine aynı ağırlığı hissettim ve başımı çevirdim. Sonra nasıl olduğunu anlayamadan, istemsizce balığı avuçladım ve denizin kıyısına bıraktım.
10
Kadran Dergi | Ekim 2016
Ardından sadece bakıyordum. Sanki ruhum ayrı, bedenim ayrı dünyadaydı da yaptığım şeyi algılayabilmem için önce kendime açıklama yapmam gerekiyordu. Neden böyle bir şey yaptım? Balıkçının haberi de yok üstelik. Bunu ona söylemeli miydim? Belki farkında bile olmazdı. Neden bilmiyorum, içimde tarifsiz bir hafiflik duygusu vardı. Bu sırada balıkçı da geri dönmüş, artık gitmek için toparlanıyordu. Ayrılmadan önce selamlaştık. Bir an için tereddüt ettiysem de, sonrasında söylemekten vazgeçtim. Arkasından yalnız tebessüm ettim. Belki de anlatsam gülüp geçerdi. Sahi, varoluşumu bir balıkla içselleşerek çözümlemeye çalışmam ne kadar sağlıklıydı ki? Yine fazlasıyla soru, cevapları olmadan bana eşlik ediyordu. Ama yine de o kadar mutluydum ki, sanki bir el onu değil, beni içinde bulunduğum karanlıktan alıp dupduru bir suya bırakıvermişti.
11
Faruk SUAVİ
“Bir damla bir damla daha iki damla etmez, daha büyük bir damla eder.” Tarkovski, Nostalgia
Keskin olan kesinlik ve Tanrı’nın oyunları… Maddenin, antimaddeyi yendiğine olan inancı sarsılmayan gaflet düşkünleri. Sayıların yani anlamın gücünü önemseyip, +’nın yani anlamlar arasındaki minik bağların gücünü hiçe sayanların çaresizliği. Harfleri göz ardı edenlerin, salt mananın peşine düşenlerin, kelimelerin harflerden var olduğunu göremeyen gözleri. İnancımız tamdır bütüne, bilimsel güce, zahire. Detayların, ince kıvrımların ne önemi vardır zaten büyük resmin resminde. Hepsi minik detaylardır ve göz ardı etmek boynumuzun borcudur. Borcu olmak zorundadır zahiri görmek, batınla hemhâl olmamak. Hepsi bu mu? İktidar hakikati tekelinde tuttuğunu zanneder. İktidar olanın hırsı da bu tekelliğin tekelinde olmasının devamlılığını istemesinden ibarettir. İktidar 2+2’nin dört ettiğini söyler ve artık hakikat, iktidarın iktidarını elinden kaybedeceği ana kadar dörttür. Bir gün iktidar değişir de 2+2 üçtür derse hakikat dört olur. Bu yüzden 2+2 her zaman olmasa da bazen üç olur. Çünkü iktidarların yönelimleri de hakikatten uzak olabilir ve 2+2’nin 3 veya 5 olduğuna inanabilirler. Hakikate sahip olabilme duygusu, iktidar duygusu ile paralellik arz eder bu yüzden. Orwell’in Winston Smith’i günlüğüne yazar ya hani “Özgürlük 2+2’nin 4 ettiğini söyleyebilme özgürlüğüdür.” diye. Özgürlük aslında hayır diyebilmenin rahatlığıdır. Herkesin hayır dediği zamanda “evet!” diyebilmek -yani negatiflemek- özgürlüktür işte. Negatifleme, olumsuzlama daha doğru ifadeyle reddiye. Özgürlük üzerine kurulan sistemlerin kalitesi pozitiflemenin toleransından değil negatiflemenin toleransından kaynaklanır. Ne kadar olumsuzlama yapabiliyorsan o kadar özgürsündür. Duru ve saf hakikat gayesi gayen ise iktidarlarla gözünü boyayamazsın. Zaten hakikat yoluna düştüysen iktidar olan sensin. Ve unutma, iktidarlar ayrıntılara da hakimdir.
12
Kadran Dergi | Ekim 2016
Özgürlük aslında hayır diyebilmenin rahatlığıdır.
+’ya ayrıntı demek içimden gelmiyor esasında. Ayrıntıdan ziyade mihrapların kilit taşı hükmünde. Olmadığında tüm sistem çökecek çünkü. Belki modern dünyamızın sayılarla, kelimelerle, sonuçlarla, cümlelerle doluşturulmasının bir getirisi bu. Harfler üzerinde düşünmemek, sayıların aralarını dolduran virgüllerden + veya -‘lerden müberra olduğumuzu zannetmek. Sadece zann etmek. Zann etmedikçe insan olma çabasında olacağımızdan zan etmek bir vazife atfedildi insanoğluna. “İşin doğrusu nedir bilemem ama bu!” dedik hep. Kesin gibi keskince, bıçak gibi. Kestirip attığımız işin doğrusu değil işin bütünüydü aslında. Dedikçe bitirdik kelimelerimizi de. Harfleri unuttuk, umursamadık bile. Neden? Niçin? Soruları kurcalamaz oldu zihnimizi. Çünkü duygulanım yasaklanmıştı. Başta ağlamak… Sonra gülmek… Ama daha geniş düşünüldüğünde duygunun bütün çeşitlerine yasaklar geldi peşi sıra. Duygulandırma ve algılama birbiriyle dost iki fiil. Bir sanat tablosuna bakar bakmaz algılamaya başlarız. Önce gözlerimiz sonra diğer fonksiyonlarımızla. İşte bu algı belki mikro saniyede duygulanımı meydana getirir. Yani insan olmak algılamaya değil duygulanıma bağlıdır. Bu yüzden olsa gerek pek çok dikta rejiminde, insanlığın en karanlık dönemlerinin hemen hemen hepsinde sanat ve edebiyat bütün bütün yasaklanır. İstisnalar ise propaganda amaçlı kullanılır ve sanat genel çapta en büyük darbeyi buradan yer. Sansürden. Çünkü sanat 1 ile ilgilenmez, 2 ile hiç ilgilenmez. Sanatın meselesi çözümü iktidarların çözümüyle örtüşmeyebilir ki kaygısı da yoktur. Sanat sayılarla da ilgilenmez. Sanatın işi o aradaki detayların hakikate ne kattığını bulmaktır. Bir arayış yani. +’nın ne olduğunu düşünmekten öte o +’nın hakikate olan getirisi nedir’i bulmak gaye. Şimdi ‘bu kalıplardan nasıl sıyrılırım’ diye düşünmenin vakti gelmedi mi? Bilmiyorum ki…
13
Emrah GÖK
Fark edeceksin ki bir kentin; Sokağında bir sokak kemancısı gibi, aşka değil aslında açlığa çaldığını.
14
Kadran Dergi | Ekim 2016
Bir sokağı ile tanışmadan önce, alışmak; şehre ilk ayak basarken sırtındaki çanta kadar ağır gelir hep. Tanıdığın tek sima olan gökyüzünün verdiği anlık güven ile içine düştüğün belirsizliğin adını koyabilmek için erken soruların cevabı ile meşgul eder seni hayat. Yollarını geçtiğin caddelere birkaç parça anı bırakmaktan fazlasını yaşatacak. Bir semtinde aşık olacak belki aynı yerde de canın acıyacak, belki huzuru ışıklarında bulacak belki de hiç olmadığın kadar özgür hissedeceksin denizinde. Bir şehri anladığın kadar birilerini de anlayacağın yanılgısına düştüğünden beri hep bir şeyler eksik kalacak. Zamanın verdiği her şeyi yoluna koyma hissi, sana tüm mevsimlerin aynı olduğuna inandıracak. Daha sonra aynı kişinin farklı hislerini misafir eden sahilin hiç tanık olmadığı bu duruma, sessizlikle cevap vereceksin. Fark edeceksin ki bir kentin; Sokağında bir sokak kemancısı gibi, aşka değil aslında açlığa çaldığını. Sessiz bir bankındaki ayyaş gibi, şişenin sonu, şişenin sonunu getirtenden çok canını yaktığını. Limanındaki yolcusu olmayan bekleyen gibi, hasretin sindiği avuçların kaç defa ardından sallandığını umursamayan kolların adını unuttuğu sarılmanın verdiği hissin acısını... Birçok sokağı ile tanıştıktan sonra, bırakmak; şehre son kez ayak basarken sırtındaki çantadan daha ağır gelir hep. Anılarını bir yabancı gibi bırakmak zorunda kalırsan işte o zaman “ bir kentin bir insan “ olduğunu anlayacaksın. İzmir’e ithafendir.
15
Pelin GÜLOĞLU
1 Zile basıyor Namık Bey, yine her zamanki utangaçlığıyla. Aylardan Kasım, haftanın son iş günü. Dışarısı kar, kıyamet. Kapı açılıyor, gülen gözleriyle çocuklar karşılıyor bizi; daha doğrusu Namık Beyi. Böyle şeyleri olur olmadık üstüme alınıyorum, keşke benim de çocuklarım olsa diyorum. Kumaş kısmının çocuğu mu olurmuş? Hiç… Namık Bey, portmantoya asıyor beni, ev sıcacık. Portmantodan onları izliyorum. Çocuklarını öpüyor Namık Bey, onlara sarılıyor; günün yorgunluğunu adeta onlarla atıyor. Yüzünde yılların birikintisi, tebessümünde yılların öğretilerini gözlemliyorum. Bu zamanda muallim olmak kolay iş mi? Ekmek aslanın ağzında değil, midesinde. Herkesi yaşamak telaşı sarmış. N’apsın muallim Namık Bey, her sabah büyük bir umutla beni sırtına geçirip okula gider; borçlarını, taksitlerini ödeyebilmek için var gücüyle çalışır. Eve geldiğinde çocukların gözlerindeki bir damla umut onu hayata bağlar. Bu aralar karısı Gülnihal Hanım ile araları pek limoni. Geçim derdinden... Geçen aydan kalan doğalgaz faturasını hala ödeyememiş Namık Bey, atışıp dururlar her akşam. Duyarım, mutfaktan kapı girişine kadar gelir sesleri. Üzülürüm hallerine, iki üç kelam edecek olurum; çıkar mı ki kumaş kısmının sesi? Hiç... Benimki de bir umut işte. Bu akşam da diğer akşamlar gibi, hatta daha beter bir vaziyet hissedilmekte. Gülnihal Hanım, ağlıyor. Bıkmış kadıncağız, bu dört duvar arasında sıkışıp kalmaktan, giderin diz boyu kapıya dayanmasından, yaşayamamaktan… Biraz da pişman olmuş, sesinden belli. Beş sene önce varlarını yoklarını bırakıp bu koca şehre geldiği için içi yanıyor, besbelli. “Satalım Namık” diyor, her şeyi satalım. Uzaklaşalım bu kentten, bu taş duvarlardan, samimiyetsiz, çıkarcı insan yığınından” Susuyor Namık Bey. Gece oluyor, kapkara sulara gömülüyor gün. Herkes aydınlık bir güne uyanabilmek umuduyla gözlerini geceye teslim ediyor.
16
Kadran Dergi | Ekim 2016
2 Saat sabah 08.30. Günlerden cumartesi. Namık Bey, bir hışımla beni aldığı gibi koşuyor sokaklarda, bir eskici dükkânına giriyoruz. “Kaç yıllık, ama satmam gerekiyor. Tek dostum. Az kahrımı çekmedi” diyor. Gözlerim doluyor. Özleyecek gibi oluyorum şimdiden Namık Bey’i, içim acıyor. Eline birkaç lira sıkıştırılmış, beni bırakıp kendi dünyasına çekiliyor. 3 Aylardan Ocak. Bu sabah yine her zamanki gibi yalnızım. Duyduğuma göre Namık Bey ve eşi Gülnihal Hanım, köylerine dönmek üzereyken yolda kaza geçirip hayatlarını kaybetmişler. Kokusunu hissediyorum birden, içime çekiyorum. Ne güzel adamdı Namık Bey, hayatın koşuşturmacası içinde kaybolup yitti, geriye iki gözü yaşlı yavrucak bıraktı. Her şeyi bırakalım diye çıktıkları bu yolculukta hayat onları yalnız bıraktı. Akmayan gözyaşlarımı siliyorum, bu karanlık boş odada sessiz bir uykuya dalıyorum.
17
Tuğçe ARICAN
İMDB: 5,0 Ülke: Endonezya Yönetmen: Guntur Soeharjanto Tür: Dram Oyuncular: Revalina S. Temat, Morgan Oey, Laudya Cynthia Bella, İbnu Jamil
Bu ay bir Endonezya filmiyle karşınıza çıkıyoruz. Yine izleyince pişman olmayacağınız bir film. Hani her sevda bir imtihandan geçer derler ya. Eserimiz bu olayı çok güzel anlatmış. Yaşadığımız her şeyde bir hikmet ve bir ibret olduğunu paylaşmış bizlerle. Baş kahramanımız Asmara(Revalina S. Temat) düğününe az bir zaman kala nişanlısının onu aldattığını öğrenir. Bunun üzerine düğünü iptal eder. Muhabir olarak çalışan Asma, Çin’deki arkadaşının iş teklifiyle Pekin’e gitmeye karar verir. Kendi ülkesinde çıkmaya devam eden bir gazetede köşe yazarı olan Asma, Pekin’i gezecek ve gözlemlerini aktaracaktır. Bu köşesine “Assalamualaikum Beijing” adını verir. Yanına gittiği arkadaşı Sekar(L. Cynthia Bella) çok şeker bir dost olarak karşımıza çıkmakta. Kendisi tam bir Korefilmleri hayranı. Ve Asma’nın kaderinde yazılı olan kişinin bir film senaryosu edasıyla ansızın karşısına çıkacağını düşünür. Asma’nın Pekin macerasının ilk gününde rehberi gelemez ve kendi başına gezmeye başlar. Dönerken otobüste durak sormak için tanıştığı beyefendi Zhong Wen(Morgan Oey), Sekar’ın dikkatini çeker. Acaba bir daha karşılaşabilecekler miydi? Ertesi gün rehber gelir ve Pekin’i gezmek hem Asma’ya hem de biz seyircilere bilmediğimiz güzellikler anlatır.
18
Kadran Dergi | Ekim 2016
Aslında Çin birçok müslümanın bulunduğu, birçok tesettürlünün rahatça gezebildiği bir ülke olarak tanıtılmış. Aynı zamanda tarihi çok eskilere dayanan mescitlerin de var olduğunu görüyoruz. Açıkçası kendim İslam’ı Çin’de dışlanan bir din sanırdım. Fakat aksine saf, temiz bir din olarak gördüklerini öğrendim. Bir gün Asma’nın rehberi gelmez ve yerine yine rehber olan başka bir arkadaşını yollar. Asma bakar ki gelen kişi o gün tanıştığı Zhong Wen’dir. Açıkçası Sekar’ın tüm söylemlerine rağmen tekrar karşılaşabilecekleri ihtimalini pek düşünmemiştir. Birlikte geçirdikleri zamanlar aralarındaki sevgi tohumlarını yeşertmeye yetmişken, onları aşmaları gereken problemler karşılamıştır. Ve aynı dine de mensup değillerdir. İşte tam sevginin zamanında başlar asıl imtihanları. Gerçek hayatta da böyle olur ya, tam her şey yoluna girmişken başlar asıl dertler, sınavlar... Peki bu iki kahramanımızı ne gibi zorluklar bekliyor? Daha da önemlisi bunları aşabilecekler mi? Film çokça tanınan, hem yazar hem senarist Asma Nadia’nın aynı ismi taşıyan “Selamun Aleyküm Pekin” romanından kendisi tarafından uyarlanmış. Son dönemlerde baya izlenmeye başlanan Endonezya filmlerinin başta gelen yapıtlarından da denebilir. Toplam 120 dk süren film, 30 Aralık 2014 tarihinde Endonezya’da gösterime girmiş. İngilizce çevirileri zor bulunan Endonezya filmleri, ülkemizde Çiğdem Akkurt özel olarak bulunup çeviriliyor. Uzun hint filmlerine alıştıktan sonra filmin hemen bitmiş gibi hissettirmesi tadının damağınızda kalmasına yetiyor. Pekin’e verilen selam gibi, aşka da Selamun Aleyküm diyen filmimiz; masum bir sevdanın nasıl yaşanabileceğini öğretiyor bizlere. Zhong Wen’in adının nasıl “Chung Chung” olduğunu, Asma’nın adının da nasıl “Ashima” olduğunu öğrenebilmeniz için sizleri filmimizle baş başa bırakıyoruz. Mendillerinizi de yanınıza almanızı tavsiye eder, keyifli seyirler dileriz.
19
Havva ZEMHERİ
Çıkıp gelsen diyorum bir ikindi güneşiyle... Günün geceye kavuştuğu saatlerde bir kavuşma da bizim nasibimize düşse. Öyle gösterişli olmasına gerek yok; sessizce... Nasılsa gelen sensin ya; yüreğime şenlik... Nasılsa gelen sensin ya; gözlerime ışık... Nasılsa gelen sensin ya... Bakma ikindi güneşi dediğime, sabah serinliği de olur, akşam alacası da. ‘Geldim’ desen yetecek, geldim burdayım, artık yanındayım... Dalga sesini sende duymaya geldim, esen rüzgarı bende duy diye geldim... Batan güneşin hüznünü değil, yeniden doğuşunun sevincini görelim diye geldim. Yarımlığımız tam olsun diye, bütün bekleyenlerin yüzü gülsün diye geldim. Geldim işte; gözlerindeki yaşı ellerimle silmeye geldim... Seninle bir daha gelse bahar... Seninle yine dökse içini bulutlar... Sensiz ıslandığım günlere inat beraber otursak süzülen damlaların altında. Eski günlerden konuşsak sonra; aramıza yılların-yolların giremediği zamanlardan. Hani en büyük derdimizin akşam ezanıyla eve gitmek, pamuk şeker alamamak yada yakantopta vurulmak olduğu günler... Biliyor musun, en çok yollara göstereceğim seni. Onca zaman seni getirmeyen yollara. Beklerken uzun uzun baktığım ama ses vermeyen yollara. Bakın işte diyeceğim bakın geldi artık burada... Sonra dalgalara gideriz. Yokluğunda en çok onlar dinledi beni. En çok onlara anlattım hasretini. Yağmur damlalarını nasıl kabul ettilerse beni de öyle kabul ettiler. Bıkmadan, usanmadan dinlediler. Neden demeden, niyesini nasılını sormadan, ayıplamadan dinlediler. Şimdi gelişinin sevinci onların da hakkı değil mi?
20
Kadran Dergi | Ekim 2016
Sakın dalgalarla konuşulur mu deme, saksıdaki menekşeler de benimle gün saydı, bahçedeki hanımelleri de. Özlem ağır olunca bir başına taşımak zor geldi, onlara pay ettim sensizliği... Sonra gökyüzüne çevireceğim başımı, adını verdiğin gökyüzüne... Diyeceğim ki; elimde değildi, hem de hiç. Nasılını anlamadan oldu. Ama elimde olsaydı yine maviliğe aynı hevesle bakar, gökyüzüne aynı özlemle uzanırdım. Diyeceğim ki; elimde değildi, hiç olmadı. Ama elimde olsaydı gökyüzüm yine sen olurdun... Diyeceğim ki; şimdiden sonra baktığım gök/yüzün olsun...
21
Ümit KÖKSAL
Biz ayrı özlerdik Damlalar suretini çizerdi Yağmurlar kokusunu getirirdi bedenimize Okyanusu coştururdu sevgi bağırışlarımız Kalbimiz isminizdi yani her şeyinizdi. Saflığı öğretirdi bize gözleriniz Gözleriniz bütün anlamları unuttururdu. O ayrı gülerdi Kar tanecikleri arasında açardı çiçeklerimiz. Her daim dudaklarımızda geçerdi ismi Hayallerde görünümünün tadı kalırdı Ellerde resimlerinin izi. Zaman ayrı geçerdi Yakalamaya çalışırdık geçen anları Sıcacıktı bırakamazdık ellerini Sözleri okşardı saç tanelerimizi Sesi verirdi ferah bir esinti. Güneş ayrı doğardı. Bütün kızıllığı yansırdı elbiselerimize Düşüncemiz varlığıyla huzur dolardı Sevgimiz çoğalırdı torbalarımızda Kamburluğa dayandık daha çok severek Biz ayrı beklerdik. Kalemimiz gölgesini düşürürdü kağıtlara Kapılarımıza dikenlerini çıkardığımız güller sererdik Karıncalara derdimizi anlatırdık Gözyaşlarımız ıslattı yolları Sevdamız hep onda kaldı.
22
Kadran Dergi | Ekim 2016
Osman KUZPINAR
Ben ağlamaya geldim masivaya, gülmeye değil Ferri bakışlarımda arama üzüntüden başka mana Ala bulmuyorum, beka olmayana, bağnazca bağlananı Elzemdir ezhanı kullanmak zuhru için, kaim Hüdayı Ne arşta ne fecirde, ruhumun derinliklerinde o Çatı katından sızan su misali, sessizce aktı yıllar Beyhude geçirdim ömrümü, aşikar değilmiş batınmış o Fücceten kopan tespih misali dağıldı hüzünlü bulutlar Yek avaz oldu çağladı sakit bülbüller Galebe çaldı ruz-i mahşerde Karuna Harunlar Serden geçti nice ahvaller nice elemler Kalmadı yatsıya, Kevsere vardı cahidler Bize kaldı arda kalanı çanaktan sıyırmak Karnı doyan kalktı gitti ardına bakmadan Ceremesi bize kaldı, hüsn-ü Ahvali tatmadan Şahlan, canlan artık ey beyaz küheylan Alın yere düştü, yapıştı eller kalkmaz oldu Kanatlandı kuşlar, güneş battı kardelenler açmaz oldu Vakit doldu, uyan kalk yoksa gitmez bu kervan İncitene saygılı ol yoksa murada ermez bu kervan..
23
Kadir KAPDAN
Bence, çok önemli bir kelimedir haddizatında, hoş, haddizatında kelimesi de, ben kendi sınırlarımı biliyorum anlamında da kullanılan güzel bir miras kelimedir. Sınırlarını bilmek, sınırlayanın olabileceği fikrine teslim olmayı da bilmektir. Teolojik olarak bakıldığında, “Men arefe nefsehu, fekad arefe Rabbehu / Kim nefsini bilirse, o Rabbini de bilir” hadis-i şerifi, bir anlamda nefsin sigaya çekilmesi, sorgulanması ihtarını dolayısı ile de yaratıcının sorgulamamızı istediğini hatırlatıyor. Kuran’ı Kerim ve diğer bilinen tek tanrılı dinlerin kutsal sayılan kitapları, birçok bab ve ayetlerinde “akıl etmiyor musunuz?” , “düşünmüyor musunuz?” kabilinden emir ihtarlarıyla biz insanoğlundan sorgulamamızı şiddetle istemektedir, kaldı ki yine Kur’an-ı Kerimde ne kadar az ibret alıyorsunuz, ne kadar az düşünüyorsunuz sitemleri, Allah’ın biz insanlarda muhatap kabul ettiği akıl nimetini kullanarak sorgulamak ve yaratılış esrarına ermek ve ubudiyet gereğini yerine getirmek olduğu anlaşılıyor. Kendi kuşatıcılığına rağmen, kendisini bulma adına sorgulayarak araştırarak, aklı kullanarak kul olma emri yine yaratıcının kendisinden gelmiş oluyor. Bir anlamda, sorgulama yetisini kaybeden bireylerden ne hakiki kul, ne de insan olabileceğini anlayabiliyoruz. Allah’ın yarattığı peygamberlerin istisnasız her birini, ümmetleri tarafından sorgulanır kılmasının hikmeti de, Allah’ın insana verdiği akıl nimetine verdiği değerin göstergesi ve bir imtihan vesilesi olarak anlaşılabilir. Sorgulama, felsefenin de nüvesini oluşturur bir anlamda, dogmatik yani fıtri olarak sahip olduğumuz bu yetinin varlığı, arayışı, arayışlarımız da aidiyetlerimizi dolayısıyla da kültürlerimizi oluşturur denilebilir. Kabaca bakıldığında, doğu ve batı kültürleri arasında kültür farklılığı anlatmak istediğimi daha net ortaya koyabilir. Doğu medeniyetlerinde ve kültürlerinde sorgulamayan biat eden toplum bilinci aşiret toplum yapısına sebep olurken, batıda farklı toplum ve medeniyet ayrışmalarına yol açmıştır diyebiliriz. Hal böyle olunca, doğu medeniyetlerine sorgulama yok denecek kadar az, batı medeniyetlerinde de ölçüsü kaçmış denecek kadar sınırları zorlamış diyebiliriz. Batı medeniyetlerinde on sekiz yaşını dolduran bireylerin kendi ayak üzerlerinde durma isteği yada zorunluluğu doğu medeniyetlerinde görmeye alışkın olduğumuz temel aile birlikteliğini en aza indirgemiş, adeta iki farklı kültürün ifrat ve tefrit uçlarında gezindiği izlenimine zorluyor.
24
Kadran Dergi | Ekim 2016
Dinimizin adı itibariyle İslam, teslime dayandırılmakla birlikte sorgulamayı şiddetle emreden yapısı tezat teşkil ediyormuş gibi sunulmaya çalışılsa da, aklın ihata ediciliği yani kuşatıcılığı itibariyle mümkün olmadığından bir noktadan sonra teslime mecbur bırakmaktadır ki, bu da yaratıcının uluhiyetine en büyük ispat sayılmalıdır. Gayesi olmayan delidir demiş Hz. Mevlana, bu sözün meali muhalifi, ancak delilerin bir gayesi, amacı olmaz demektir ki, gaye yada ideal sahibi olmanın temel şartı bir fikre sahip olma zorunluluğudur, bu ise bir sorgulamaya mecbur bırakmaktadır. Genel olarak Allah’ın akıl sahiplerini muhatap alması, Mevlana Hazretlerinin de aklın olmazsa olmazı gaye sahibi olmanın önemini vurgulayan erdem dolu sözü, teslime dayanan sorgulamanın nimet olacağı ve mesuliyetten kurtarabileceği adına önemli bir donedir. Bediüzzaman Hazretlerinin insanın serüvenine dair sunduğu önemli bir ipucu ise, iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül ise saadet-i dareyni iktiza eder sözüdür. Birbiri içerisinde hem aklı hem bir noktaya kadar aklın sorgulamasını silsile ile anlatmaktadır. Bütün bunları yazarken değinmeden geçemeyeceğimiz önemli bir husus da şudur ki, ne akıl ne fikir ne de sorgulama tek başına bir şey ifade etmeyecektir, akıl sahibinin bir fikre, fikrin de sorgulanmaya sorgulamanın ise başka bakış açısı ve fikirlere dolayısı ile kendimiz gibi düşünmeyen insanların varlığına da ihtiyacımız olduğu gerçeğidir. Bu anlamda bize göre muhalif olan insanlar, aslında bizi yok saymak değil, tam tersi varlığımızı onaylayan varlıklardır. Temel mantık öğretilerinden birisi de her şey zıddı ile bilinir sözüdür. O halde bizim gibi düşünüp sorgulamayan insanlar, bizim varlığımızı ve düşüncelerimizi ortaya koyduklarından iyi ki varlar. Yazımın başlığı Sorgulama olacaktı aslında, yıllar önce eğitim fakültesindeki hocamızın “Bence demeyi öğrenemeyen insanların öğretebilecek bir şeyi olduğuna inanmıyorum” sözleri beni kendime getirdi ve sorgulamanın bencesini yazmaya çalıştım. Sorgulanmamış ve istişare edilmemiş aidiyet, aidiyet değil köleliktir. Tekrar etmekte fayda görüyorum, sorgulama yetisini kaybeden bireylerden ne hakiki kul, ne de insan.
Bir anlamda, Sorgulama yetisini kaybeden bireylerden ne hakiki kul, ne de insan olabileceğini anlayabiliyoruz. 25
Halil CENGİZ
Bu akşam, yalnızca ben, ağlamak istiyorum Gidin başımdan bu gün, hiç rahatsız etmeyin. Bu anı doyasıya yaşamak istiyorum, Düşün yakamdan artık ömrümü tüketmeyin... Pervaneler gibi siz, döndükçe başucumda Delirten yüzünüze mecbur muyum bakmaya? Ümidi tutmak için bir lahza avucumda, Mecbur muyum gölgemi geride bırakmaya? Ipıssız bir sokağın loş kaldırımlarında, Karşımda gövdenizi görmek zorunda mıyım? Yahut bir yavrucağın ürkek kıvrımlarında, Rahmeti, nakış nakış örmek zorunda mıyım? Bir gayya çukuruna bıraktınız kalbimi. Üstüme rüzgar esse, hep sizden bileceğim. Saplandım bataklığa, kabuslarım daimi; Bir yaprak düşse yere korkup, irkileceğim. Her gece sesinizden yandıkça yanıyorum Kavuran ateşiniz sarar iken derimi; Sanki sessiz ölümü, önceden tanıyorum, Önceden tanıyorum, can ürpertilerimi.
26
Kadran Dergi | Ekim 2016
Sizin yüzünüzden hep meyhanelere düşmem Hep sizin yüzünüzden beynimin fırtınası. Kendime düşman olmam, benliğimle dövüşmem, Hep sizdendir ruhumun, bitmeyen ihtirası. Yanıma gelmek için heveslenmeyin sakın! Küçük bir izin verin, bana bu akşam olsun... Ne olur, yüreğimi tek başına bırakın, Yoldaşım biraz hüzün, birazcık ta gam olsun. Gidin başımdan benim, hiç rahatsız etmeyin Bu anı doyasıya yaşamak istiyorum. Düşün yakamdan artık ömrümü tüketmeyin, Bu akşam yalnızca ben ağlamak istiyorum...
27