Sonra geliverdi birbiri ardına kelimeler, Kalemi yoklayarak, kağıda dolayarak kendini... Ben hiç böyle sevgiyle dolmamıştım.
4
GİDENLER - Şems Huzur
10
16
18
22
Mehmet Ali POYRAZ
YAYIN KURULU Şeyma ELKİT Şeyma ARMAN Osman Said Ömer Faruk GÖRSEL YÖNETMEN Büşra TÜRK YAZI İŞLERİ EDİTÖRÜ H. Kübra KORKMAZ YAZI İŞLERİ Tuğçe ARICAN Ahsen KESKİN Betül ŞENOL
VEFA - Betül ŞENOL
Ufak tefek şeylerin hesabını yaptığım, uzak gönüllerin siteminden içerlediğim iki mısrama gönül koydum şimdi...
Şeyma ELKİT - Röportaj:
EDİTOR Mehmet SARITAŞ
8
Adam ağlamaktan asla gocunmazdı. Ama sonbahar onun için bu sefer erken gelmişti, sahildeki bankta iliklerine kadar ıslanmış oturuyordu ve ağlıyordu...
1. Fotoğrafçılığa başlamanıza sebep olan etken neydi? Fotoğrafçılığa ilgim ortaokul yıllarıma dayanıyor...
KAR KRİSTALLERİNİ TEFEKKÜR SEYERÂNI Musa Hûb
BAHAR UMUDU Beyza AKPİYAL
Camı araladım. Zemheri soğuk. Aralık ayının yakıcı soğuğuna inat, ılık ılık yağan tanelere uzattım elimi...
DÜNYA VE TÜRKİYE’DE TİYATRO Sefa BABUTÇU
Yağmurun yağışına hasta olduğum gibi, karın yağışına da hastayım. Hipnoti ze olmuş gibi pencerede öylece seyre dalıp gidiyorum...
Dünya ve Türkiye’deki ti yatro konusunu ele alabilmemiz için öncelikle tiyatronun doğuşunun...
24
25
UMUDUN RENGi Sabriye EREN
Kararmış ruhlara bir ikindi sonrası kızıllığı gerek. Palmiyeli yolda yürürken gönülleri ferahlatan ufukların engin mavisi...
BİR ÖLÜNÜN ŞİİRİ Tuğçe KARAYEL
Yıldızsız gecelerin ellerinden tutan şiir… Karanlıkta kaybolur insan sesleri...
SOSYAL MEDYA Nuray GÖNCÜ Emre KIZILIRMAK
26
28
YAYIN TÜRÜ Yaygın Süreli
Bir sonbahar akşamının hüznünde yüreğim.İlkbahar sabahları kadar taze ve ılık bir hüzün benimkisi… Gözyaşlarım, hüznün meftunu...
Sağlıklı yaşlanmak ve yaşa bağlı oluşabilecek sağlık risklerini en aza indirebilmek için sağlıklı beslenme...
32
36
İLETİŞİM www.kadrandergi.com iletisim@kadrandergi.com
MENEKŞEM HÜZNE VURGUN
Mehmet SARITAŞ
TÜKENMEZ BİR ÂB-I HAYAT İKSİRİ: SEVGİ Osman Said
Karanlık… Ah ki, ne karanlık… Dünya , “dişsiz insanı kardeşlerinin yediği” bir kavgalar ocağı. Baştan başa bir yangın yeri...
FİZİKSEL AKTİVİTE VE SAĞLIKLI YAŞAM
Şeyma ARMAN
MUTLU YILLAR
H. Kübra KORKMAZ
2016’nın üzerinden tam bir ay geçti desem zaman ne çabuk geçip gitmiş öyle demeyenlere biraz şaşırırım açıkçası. Yeni yıl sizin için bir anlam ifade ediyor muydu merak ediyorum...
38
İKİLEM
Ömer Faruk
Rahatlamak istiyorum... Bir deliyle geçen otuz yılın hesabını şimdi vermeye başladım. Bırakmak istiyorum...
42
SEVGİNİN MENBA’I VE DARILMAMA
Taha Yasin YILDIZ
Mevlâ sevginin menba’ı, Gönül’se onun ırmağı, Ak, çak olmuş sînelere...
46
KARA KIŞ! Ayşe BALCI
Kara Kış! Son demlerini yaşıyor hazan mevsimi. Yeşilin tüm renklerini içinde harmanlayarak sunuyor yeni rengini mevsimin...
48
ÇORAP SÖKÜĞÜ Serdar ÇALIŞKAN
Çorap söküğü bir uygulama… Size verilen bir kelimenin aklınıza çağrıştı rdıklarını yazıyorsunuz. Geçenlerde bir sınıfa girdim.
50
VEDA - Ahsen KESKİN
Koca bir veda… Geri dönüşü mümkün olmayan, “Bu olmadı, baştan alalım.” deme şansının kalmadığı, zamanın dahi ilaç olamadığı ebedi bir veda.
Editör Değerli Kadran Okuyucuları, Dergimizin ikinci sayısıyla, siz değerli okurların karşısına çıkmaktan dolayı büyük mutluluk içerisindeyiz. İlk sayımızda olduğu gibi bu sayıda da elimizden geleni ardımıza koymayıp memnuniyetiniz için sınırları biraz zorlamaya çalıştık. İlk sayımızı çıkardığımız günden bu yana, siz değerli okurlarımızdan çok güzel ve olumlu tepkiler aldık. İlmek ilmek, nakış nakış işlediğimiz sevginin emeğin geri dönüşlerini büyük bir mutluluk içinde seyrettik. Kadran ‘ın bir araya getirdiği sıcak kalplerin, gözlerindeki umut ışığını izledik. Bir kez daha iyi ki Kadran‘ı çıkarmışız dedik. İyi ki mürekkep sevdalılarını aynı çatı altında toplamışız dedik. Önceki sayımızda da belirttiğimiz gibi Kadran‘da amaç yazar ile okur arasında sevgi köprüleri kurmak idi. Bu köprünün temellerinin yavaş yavaş kurulduğunu görmek ise bizim için gurur ve mutluluk kaynağı oldu. Kadran‘da bu sayıda sizi çeşit çeşit fikir akımları, türlü türlü duygu selleri bekliyor yine. Genişleyen yazar kadromuz sürekli geliştirmekte olan düşünce yapımız ile Kadran sizlerin de destekleriyle bu sayımızda daha ‘özgür’ daha ‘sorumlu’ ve daha ‘duygulu’. Her biri buram buram emek kokan yazılarımız ve onların altına imzalarını atan yazarlarımız sizin karşınıza çıkmak için son derece heyecanlılar. Biz istiyoruz ki Kadran, yön bulmak isteyenlere rehber, kendini bulmak isteyenlere ayna, huzur bulmak isteyenlere ise geniş bir derya… Duygu ve düşüncelerinizle bize katılmanızı öneri ve şikayetlerinizle ise bize yardımcı olmanızı bekliyoruz. Bir sonraki sayımızda yine sıcak heyecanlı ve meraklı gözlerle buluşmak ümidiyle. Sevgi ve muhabbetle…
Mehmet SARITAŞ
GiDENLER Şems Huzur
Adam ağlamaktan asla gocunmazdı. Ama sonbahar onun için bu sefer erken gelmişti, sahildeki bankta iliklerine kadar ıslanmış oturuyordu ve ağlıyordu. Gözyaşları mı yağmur mu yıkıyordu adamın yüzünü, yoksa gözyaşları kalbini ve yağmur yüzünü mü yıkıyordu; bilmiyordu. Deniz hırçınlaşmış, insanların kendisini izledikleri ve zaman zaman kirlettikleri kayaları dövüyordu. Hıncını çıkarmak istercesine coşuyor, ve büyük bir şiddetle çarpıveriyordu iki tokat daha. Yağmur ve gözyaşları yetmezmiş gibi adamın ıslanmasına, arada bir de adama sıçrıyordu. Zaten ıslak olan adamınsa umrunda sayılmazdı.
4
Vakit ikindi olmalıydı, güneş normalde tam şuracıktan ılık ılık gülümseyecek ve adamın içini ısıtarak batacaktı, ama yoktu. Aksi gibi bugün o da terk etmişti onu. Sahilde bu saatlerde bebek arabasını süren genç anneler ve el ele tutuşmuş yürüyüş yapan yaşlı ve bir o kadar sportif olan çift yoktu. Biraz ötede bardakta mısır satarak yaz aylarında harçlık biriktiren üniversite öğrencisi de yoktu. Pamuk şekere gıda boyası katmayı reddederek hep pamuk gibi bembeyaz şekerler yapan Hasan Amca yoktu. Çitlediği çiğdemleri yerlere atmaktansa avuçlarında biriktirip her yüz elli beş metre de bir olan çöp kovasına atan kadınlar da yoktu.
Kadran Dergi | Şubat 2016
Gidenler ve gidenler... Hep giderler. Adam güneşin dahi kendisini terk ettiğini fark edince ağlamasını şiddetlendirdi. Şakaklarına düşen aktan, kafasının arkasında hafifçe oluşan kellikten ve kendisini ufaktan terk etmeye başlamış saçlarından ötürü ağlamıyordu. Ya da kendisini hiç anlamamış ve biraz olsun anlamak için çaba sarf etmemiş vefasız dostlarına da ağlamıyordu. İki yıl önce boşanmış olduğu karısına da ağlamıyordu hayır. Hele onu hâlâ seviyor olmasına asla ağlamıyordu. “Gel” diyecek cesareti ya da “Gitme” diyemeyecek kadar gururlu olmasına da ağlamıyordu.
Doğmamış çocuklarına ya da yıllardır arayıp sormadığı anacığına, çocukken kaybettiği babasına, küsüp konuşmadığı kardeşlerine de ağlamıyordu. Adam hele ki yalnızlığına asla ağlamıyordu. Onu ağlatan bir şey varsa o da kendisini son terk eden soluğuydu. Herkes gitse o kalır sanmıştı. Adam boğuluyordu, kalbine hiç binmediği kadar büyük bir yük binmişti şimdi. Taşıyamıyor, altında eziliyor ve mahvoluyordu. Kafatasının içindeki basınç o kadar fazlaydı ki ağrıyı dindirecek hiçbir şey bulamıyordu. Ağlıyordu ve ağladıkça kafasının içindeki basınç öz beynini burnundan kustururcasına artıyordu. Adam herkesten ve her şeyden kaçtığında kendisini kucağında bulduğu o en kadim dostunun gidişine ağlıyor olmalıydı. Bütün dertlerini canı gönülden dinleyen, kendisini asla yargılamayan ve her daim yanında olan, ne yapmış olursa olsun her daim bir anne gibi bağrını açan dostunun gidişine ağlıyordu. Dost değil, dost az kalırdı onu tarif etmede. Adamın soluğu olmalıydı. Ruhunu dinlendiren ve kalbini ferahlatan, sırtındaki dertleri üzerine almaktan asla gocunmayan bir soluk. Adam işte tam olarak bu yüzden ağlıyordu. O gideli tam beş gün ve yedi saat olmuştu. Adam yalvardı geri dönmesi için. Önce, artık kağıt ve kalem kullanmadığı için küstüğünü düşündü. Dergilere gönderdiği ve bazen kabul edilen yazılardan kazandığı paradan dişinden tırnağından ayırarak aldığı daktilosunu kucakladığı gibi sokağa koşmuş ve çöp kutusuna atmıştı, böylelikle soluğunu geri kazanabileceğini sanarak. Kendine asla bir bilgisayar almamıştı. En son kullandığı teknolojik alet bir çağrı cihazıydı. Belki karısı onu bu geri kafalılığından ötürü terk etmişti. Karısına dönmesi için yazdığı mektupları ve şiirleri de hemen meşe masasının altına koyduğu kolide biriktiriyordu ama asla gönderemeyecekti çünkü adam bir korkaktı. Karısı gittiğinde bile o gitmemişken şimdi neden gittiğini hâlâ çözebilmiş değildi. Daktilodan kurtulduğunda da geri gelmemişti. HB, 2HB, 4HB... ne kadar kurşun kalem varsa gidip almıştı, saman kağıtlar mı değiştirmemişti?
5
A3 A5 A4... Uçlu kalemler, divitler, mürekkepler, tükenmez kalemler... Hatta şehrin öteki ucundaki dergaha gidip hat ustasından kamış bile istemişti. Olmuyordu. Eline ne alırsa alsın, neyin üzerine yazmaya çalışırsa çalışsın kelimeler dökülmüyordu. Adam ağlıyordu ama gelmiyordu. Yazmaya çalıştıkça tıkanıp kalıyordu. Daha önce yazılmış metinleri baka baka geçirebilirken neden hiçbir düşüncesi firar etmiyordu? Neden sözcükler zihninden kaçıveriyorlardı, adam ölmüş olmalıydı. Ölmese, beş gündür bu olanların açıklamasını bulamazdı. Yazamıyordu, küsmüş olmalıydı kelimeler ona. Adam bağırdı. Denize bakarak yalvardı. Af dilendi, ağladı sonra. Çokça ağladı. Kimseye böylesine gururunu ayaklarının altına alarak yalvardığı olmamıştı ama bu bambaşkaydı. Bu tarif edilmesi güç bir yangıydı. Adamın kalbi kavruluyordu, gözyaşları söndüremiyordu. O bankta oturdu. Gözü üç renk denize baktı: irisi koyu kahve ve kırmızıya bulanmış akları. Gözbebeği titredi adamın. Denizi gözlerinden izlemenin mümkünatı yoktu ve adamın gözlerinde denizi izleyecek kimsesi de yoktu. Bacakları ve tüm vücudu zemheri bir ayazdan titriyordu. Zihninden belki üç bin elli dokuzuncuya “Neden?” sorusu yankılandığında göçmüş olan bedenine rağmen oturduğu banktan kalktı ve koşmaya başladı. Kanındaki adrenalin zirve yapmışken cevabı bu sefer bulduğunu düşünüyordu. Eğer bu da değilse adamın yaşamak için tutanacağı tek bir dalı dahi kalmamış demekti. Yaşayan bir ölü olmaktansa gerçek bir ölü olmayı yeğlerdi. Cebinde şıngırdayan son birkaç metal parayı titreyerek büfenin minik camekanından aşağı bıraktı. “Kağıt ve kalem.”
6
Konuşabilmesi müthiş bir şey olarak nitelendirilebilirdi belki. “Abi kalemim var da kağıdım yok. Gaste verem?” Kafasını salladı. Karanlıkta görünmesi zor olabilirdi belki ama adam kafasını kopartırcasına sallamıştı. Büfenin içinde oturan genç adam; akşamın bu vaktinde sırılsıklam, kağıt ve kalem isteyen bu adamın vaziyetinin mühim olduğuna karar vermişti. Vermişti ki hızlıca istediklerini verip gitmesini dilemişti. Akşam akşam uğraşılası değildi. Adam gazete ıslanmasın diye ince yağmurluğunun altına soktu gazeteyi ve kalemi sol eline aldı, yazmaya hazır bir pozisyonda bekliyordu. Kuru bir yer lazımdı.
Yüz metre ötede belediyeye ait olan tesisin can kapısını tüm gücüyle ittirdi ve gazeteyi masanın üzerine koydu. Yağmurluğun fermuarını iyice sıyırıp içindeki ince tişörte sol elini sürerek kuruladı. Sandalyeye çökmüş, elinin titremesine aldırmadan gazetenin manşetinin üzerindeki bir buçuk santimetrelik alana kalemi koydu. Derince bir nefes aldı. “Haydi, gel...”
Kadran Dergi | Şubat 2016
Birkaç saniye geçmemişti ki özgür kaldı kafesindeki tüm kuşlar. Önce biraz afalladılar, çıkışı bulmak için birbirlerinin üzerinden atladılar. Özgürlüğüne kavuşanlar gazetenin tüm boşluklarına uçuverdiler. Uçtular ve adamın gözyaşlarıyla bir kez daha yıkandılar. Adam yazdı, bir yarım saat kadar yazdı. Ne yazdığını dahi okumadı. Yazabildiğine inandığı an masadan kalktı ve gitti. İçeri girdiği andan itibaren onu izleyen kısa boylu ve gözlüklü bir kız yerinden usulca kalkıp çekingen adımlarla az önce hem ağlayan hem yazan adamın oturduğu sandalyeye oturdu.
örtmeyeceğim. Tüm kırgınlıklarımı da yazacağım.” “Güçlü değilim ve asla olmadım.” “Güçlü değilim ve asla olmadım.” “Güçlü değilim ve asla olmadım.” “Güçlü değilim ve asla olmadım.”
Oturdu ve utanmazca yazdıklarına şahit olan tek beşer oldu zira bundan sonra adamın yazdıkları adamda kalacaktı. “Seni, hiçbir karanlığa feda etmeyecek kadar çok kayıracağım. Birileri okuyacak diye değil, ben olduğum gibi kalacaksın. Seni öyle kayıracağım ve seveceğim ki! Ah kadim dostum.” Kız merakla bir diğer sayfayı çevirdi: “Açık olacağım. Yemin ediyorum olduğum gibi kalacağım. Sakınmayacağım seni, hiçbir karanlığımı
“Okuduğunu biliyorum. Oku, sorun değil bak sana da diyorum gözlüklü kız! Bunu ona ispat etmek için bıraktım burada, okuman sorun değil. Ben buyum! Eksik ve kırık bir adamım. Kırgınım ve incinmiş! Bir o kadar da yalnızım. Olduğumdan bir başkası değilim. Ve asla da olamadım. Olmak için de çaba harcamayacağım. Sen, gözlüklü kız ve bu gazete şahidimsiniz. İster yırt at, ister bir deliden hediye olarak sakla.”
... Belki yüz kere bu yazılmıştı. Kız burnunun kemerindeki gözlüğe iyice bastırarak oturttu. Az önce bir adamın en büyük kırgınlıklarını kucaklamıştı. Adamın iç dünyasını görebilen tek kişi olmanın verdiği gurur ve onun hakkında kafasında oluşan düşüncelerle bir sonraki sayfayı çevirdi.
7
Betül ŞENOL
8
Kadran Dergi | Şubat 2016
Ufak tefek şeylerin hesabını yaptığım, uzak gönüllerin siteminden içerlediğim iki mısrama gönül koydum şimdi. Hangi ağaç meyvesine küsmüş görülür mü bu Dünya’da böyle şey? Hangi şair küsmüş mısralara?
Hangi kalem yazmaz olmuş tüm duyguları?
Şimdi de en uzak olduğum duyguyu bir iki satır arasına karalamaya çalışıyorum. Vefayı kaç satıra sığdırır ki bu yürek?
Peki hangi mısralara döküldü gönül kırgınlıkları, hangi iki mısra yürek dolusunca acıyı tattırdı? Vefa, vefa diye tekrarlatan lügatım, bu iki heceye küs aslında. Her adımım, her saniyem hatta her zerrem vefa uğruna diyor vefa uğruna yapılır aslında. İnsan iki heceye mahkum olur muymuş? Oluyormuş. En büyük gönül kırgınlıkları vefayı sorgulatırmış, öğrendik, yaşadık da aslında bir nebze. En sevilene vefa dedik. Cennet’in hangi köşesinden telaffuz edemediğim. Can desen hiç kalır, Aşk desen yarım kalır. Bir manaya kısıtlayamadığım , yüzcanım olsa hepsine feda olsun dediğim kadına “ Anne’ye” vefa dedik. Sonra vefayı bir kenara bırakıp yine kırdık yürek parçamızı. “Ne de olsa affeder.” Dedik. Sonra da AF-FET-MEK hecelerine emanet ettik vefamızı. Yeri geldi, ilim öğreten, hayatımızın en kritik noktalarında yol gösterenlere bazen muallimlere bazen de dosta vefa dedik.Onda da boş çıktı sözlerimiz. Çokça söz de verdik zamanında. İki lafın arasından biri, sana güveniyorumdu. Hala mı? Bilemiyorum. Pek hatırlamıyorum da aslında. Vefalı mıyız? Söz dediklerimizin hala yanında mıyız? Vefa sadece bayramdan bayrama aramaya mı kaldı yoksa? Tüm vefa dediğimiz o hissiyatı iki telefon konuşmasına mı sığdırdık? Baba dedik, en çok güvendiğimiz dedik, Beni güçlü kılan insan dedik sonra dost dedik, her an yanımda olan dedik ama lügatımızdan da ilk “vefayı” sildik. Kusura bakmayla başlayan, binbir çeşit mazerete bıraktık o tüm benliğin yettiği iki hece yerine. Sonra birer birer toprağa emanet edince anladık. Aklımız anca yerine gelmişti, işte şimdi de sıra “Keşke..” lere kaldı. Hüznümüzü küller gibi mısralara savurduk. An’ın değerini geç fark ettik. Vefayı sığdıramadık kocaman ömrümüze. Oysaki bir tebessüme bile sığarken vefa… Dünya hayatına da , asıl geliş sebebindeki nedene de vefayı unutur olduk. Yoldan geçen birisine tebessümü de ,kardeş yüreğini incitmemeyi de , barışı da , Şükür duymayı, teşekkür etmeyi de unutur olduk. Herkes birer birer köşelerine çekildi, herkes “Ben” dedi. Koca hayatını sadece kendi omuzlarına yükledi. Birlikteliği satır aralarına bıraktık. Şu iki heceyi “ VE-FA ‘yı” şimdi tam da yaşama zamanı. Ne zaman değişecek bu Dünya ? Yıkılmalı artık tüm önyargıyla başlayan benlikler ve bırakmalı artık insanlık keşkeleri, o affeder zatenleri.. Gönül kırgınlıklarını bir mektuba, bir şiire hapsetmeyi bırakmalı. Şimdi tüm bu hüznü yazan kalemler her şeyi silip en büyük har�lerle “VE-FA” diye haykırmalı. Vefayı sadece toprağa düşen yağmur tanelerine bırakmamalı. Tüm sevgiyle bezenmeli en büyük Aşk’ a Vefa… 9
Şeyma ELKİT
Röportaj:
Mehmet Ali POYRAZ Türkiye Foto Muhabirleri Derneği’nin düzenlediği yarışmalarda adından sıkça söz ettiren başarılı basın fotoğrafçısı Mehmet Ali POYRAZ bu ay Kadran’ın sorularını yanıtladı.
10
Kadran Dergi | Şubat 2016
1. Fotoğrafçılığa başlamanıza sebep olan etken neydi? Fotoğrafçılığa ilgim ortaokul yıllarıma dayanıyor. Yatılı yurtta kalırken ilk fotoğraf makinemi arkadaşlarımı çekmek için almıştım. Kompakt bir makineydi bu. Tabi o zamanlar gazeteci olurum diye bir düşüncem yoktu. Sadece hatıra fotoğrafıydı bizimki. Daha sonra bir fotoğrafçının yanında kısa süreli çırak olarak çalıştım. Stüdyo fotoğrafçılığı yapan ve asker fotoğrafları basan küçük bir dükkan. Bunların toplamı belkide fotoğrafçılığı seçmemde bilinçaltımda bir şeyler biriktirmiştir diye düşünüyorum. 2. Neden Basın Fotoğrafçılığı? Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Gazetecilik bölümünü kazananınca anlattığım bu birikmişlik galiba ortaya çıktı. Birinci sınıfta zor zahmet bir filmli makine aldım. Sigma SA5. Bir öğrenci için oldukça lüks bir makineydi. Onunla filmli fotoğraflar çekmeye başladım. Okulun doğası gereği gazeteciliğe doğru evriliyorsunuz. Benim için haberden önce fotoğraf gelir her zaman. Ben muhabirlik de yapabilirim
ama Fotomuhabiri olmak sanırım en iyisi. Benim de tercihim bu yönde oldu. Üniversite ikinci sınıftan itibaren okul sonuna kadar iki yıl Cihan Haber Ajansında çalıştım. Haber fotoğrafçılığını geliştirmek için çaba sarfettim. Çünkü benim ilgimi çeken buydu. Tanık olmak, kaydetmek, tarihe not düşmek demektir. 3. Birçok ülkede çekimler gerçekleştirdiniz.. Bunların bazıları Ortadoğu’da savaş tehdidi altındaki ülkelerdi.. Tehlikeli bir alanda çekim yapmak size neler hissettirdi? Ben savaş muhabiri değilim. Ama işim gereği gitmek zorunda olduğum tehlikeli yerler oldu. Savaş bölgesinde çalışmak önce korku, sonra adrenalin demek. Önceleri korka korka gidiyorsunuz. Tabi biz bunun için eğitim almadık, malesef. Nerde duracağım, savaş ortamında nasıl hareket etmem gerekir, bilmiyorum. Türk usulü biraz. Sora sora, göre göre öğreniyorsunuz. İşin bir de insani boyutu var tabi ki. Sizin de bir aileniz var. Bulunduğunuz bölgelerde yaşanan olayla ister istemez empati yapıyorsunuz. Yaşanan acılara duyarsız kalamazsınız, ama işinizi de yapmak zorundasınız.
11
4. Bu zamana kadar birçok ödüllü esere imza attınız.. Bu eserlerin içerisinde, sizi en çok etkileyen fotoğrafınızın hikayesini kısaca anlatabilir misiniz? Geçen yıl çektiğim bir Suriyeli mülteci kızın hikayesi beni etkiledi. Diyarbakır yakınlarında kar ve çamur içinde bir mülteci kampı. Kendi imkanlarıyla kurdukları bir kamp bu. Kışın ağır şartları altında, eksi 20 derecede bez çadırlarda kalıyorlardı. Çok fazla da yardım gelmiyordu. Kadın çocuğuyla birlikte geliyordu. O sırada yardım gelince koşup yiyecek bir şeyler almak istedi. Küçük kızı arkada kaldı ve ağlamaya başladı. Yardım sırasına geçebilmek için çocuğunu bile gözü görmüyordu insanların. Çocuk ağlama başlayınca almak için geri döndü ve elini uzattı. Bende o sırada deklanşöre bastım.
5. Türkiye Foto Muhabirleri Derneği tarafından gerçekleştirilen Yılın Basın Fotoğrafları Yarışması’nda bir çok fotoğrafınız ödül kazandı.. Eserlerinizin ödül alması hakkında neler hissediyorsunuz? Ödüller fotoğrafçıyı motive eden iyi bir araç. Açıkçası bana doğru yolda olduğumu ve ilerlemem gerektiğini söylüyor. 6. Son zamanlarda Multimedya haberciliğe yönelmenizde ki etken nedir? Multimedya haberciliği dünyada büyük bir trend yakaladı. Buna en büyük etken sosyal medya oldu. Artık gazete ve televizyon haberciliğinin yerini sosyal medya, internet haberciliği alıyor. Bu her yıl katlanarak devam ediyor. Bu durumda gelişmeleri karşıdan izlemeyi tercih etmedim. İçinde olmak istedim.
12
Kadran Dergi | Şubat 2016
7. Foto Muhabiri olarak var olan başarılarınıza, film festivalleri ve profesyonel kısa film yarışmaları ödülleri dahil ettiniz. Bu alanlarda ne gibi hedefleriniz var? Ben multimedya türü haberler üretmeye başladıktan sonra videonun bana daha yakın olduğunu düşünmeye başladım. Bu benim kişisel bir tercihim. önce gerçek hikayelerden video belgeseller üretmekle başladım. Bu babana sinema tekniğini anlamamda yardımcı oldu. Eğer bir fikrim varsa bunu kurgusal olarak niye yapmayayım? Diye kendime sordum ve kısa film yazıp çekmeye başladım. Sinema alanına doğru bir dönüşüm içindeyim. Ben bunu eğitim süreci gibi görüyorum. Kendime tanımladığım bir zaman içinde çok okuyup, çok izleyip, çok çekmek istiyorum. Bu beni bir yerlere götürecektir.
8. Size göre sinemayla fotoğrafın ortak noktaları ve birbirinden ayrılan yönleri nelerdir? Tabi ki ikisi de hayatın içinde yakalanan belirli anlardan oluşuyor. İkisi de görsel ve sinema fotoğraftan doğmuştur. Fakat, Jean-LucGodard şöyle der:” Fotoğraf gerçektir. Sinema saniyede yirmi dört kere gerçektir.” Fotoğrafta büyük bir olayı bir kareyle algılamaya çalışırsınız. Sinemada ise aynı olayı karelerle algılarsınız. Sinemanın mesaj iletmesi fotoğrafa göre daha kolay. Bu anlamlandırmalar tamamen kişisel. Şiirle roman gibi ikisi de benzese de farklı bir tür.
13
14
Kadran Dergi | Şubat 2016
9. Fotoğraflarınızda, belgesellerinizde hemen hemen tüm çalışmalarınızda sosyal olaylar üzerinde durduğunuzu görüyoruz. Bu tercihinizle ilgili neler söylemek istersiniz? Çünkü haberciyim. Gerçek olaylar hep ilgimi çekti. Çekmek de zorunda. İlerde film yaptığımda yine sosyal ve gerçek olaylara dayanan hikayeleri işlerim. Yaşadıklarımız bizim hafızamız. Bunları görmeden, incelemeden, ders almadan önümüze bakamayız. Bende haberde, belgeselde bu gerçekleri gün yüzüne çıkarmaya çalışıyorum.
10. Son olarak yazı ile aranız nasıl, yazmayı sever misiniz? Kısa film senaryolarınız dışında, yazıp çekmeyi hedeflediğiniz bir proje düşünceniz var mı? Aslında yazma konusunda çok eksiğim var. Bunun için önce yeterli okuma yapmam gerek. Şimdilik küçük, kısa filmler için senaryo yazıyorum. Ama uzun metraj yazmak, onun alt yapısını doldurmak için fazlasıyla okumaya ihtiyacım var. Bu açıkları kapatarak çekeceğim filmlerin senaryolarını da kendim yazmak istiyorum.
15
BAHAR UMUDU Beyza AKPÄ°YAL
16
Kadran Dergi | Şubat 2016
Camı araladım. Zemheri soğuk. Aralık ayının yakıcı soğuğuna inat, ılık ılık yağan tanelere uzattım elimi. Soğuk derimi çizse de kendimi alıkoyamadım tenimi okşayan rahmet tanelerinden. Kupkuru ellerini semaya yalvarırcasına kaldırmış olan çıplak ağacı seyrettim sonra. Hayatta kimsesi kalmamış, yaşadığı tüm zorluklara rağmen belini dik tutmaya çalışan bir yaşlı gibiydi sanki. Ne gölgesinde serinleyen insanlar, ne gövdesine sevdasını kazıyan genç aşıklar, ne dallarına tırmanan haşarı oğlan çocukları ne de yavrularına yemek taşıyan anne kuş vardı yanında. Önce yaprakları terk etmişti onu. Birer birer kendilerini rüzgarın kollarına bırakıp toprağa karışmayı seçmişlerdi. Sonra gölgesinin müdavimleri gitmişti. Haşarı oğlanlar uğramaz olmuşlar, anne kuş ise tutunacak yer bulamayınca yavrularını da alıp arkasına bile bakmadan kanat çırpmıştı uzaklığa. Dostlardı anne kuşla ağaç. Ona bağrını açmıştı. Yapraklarını örtü yapmıştı onun ve yavrularının üzerine. Oysa şimdilerde unutulmuş olduğunu gördü. Yalnızlığı köklerinde hissetti. Hüzünle sarsıldı yaşlı ağaç. Biliyordu ki bir gün tekrar nazenin pembe çiçeklerine kavuşacaktı. Ama gölgesinin müdavimleri, sonra haşarı oğlanlar geri gelirler miydi? Yine kazınır mıydı gövdesine sevdalar? Ya anne kuş? Yine sırtını yaslar mıydı dallarına? Aniden esen hoyrat rüzgarla dallarını silkeledi yaşlı ağaç omuz silkeler gibi. Bense geri çektim elimi rüzgarın şiddetinden. Sonra bir yaşlı ağacı düşündüm bir de kendimi. Onun yaprakları gibi benim de hayallerim savrulmuştu. Onun gölgesinin müdavimleri yoktu benimse beklentilerim. Onu ismi gövdesine kazılı genç aşıkları terk etmişti, beni ise ismi gönlüme yazılı sevdiklerim. Onun artık anne kuşu yoktu, benimse umutlarım. Ama her şeye rağmen biliyordu yaşlı ağaç, her bahar olduğu gibi bu bahar da dallarının ilk yaz çiçekleriyle donanacağını. O aşıkların yerine bir başkalarının geleceğini, anne kuş geri gelmese de bir başka kuşun geleceğinden emindi. Haşarı oğlanlarsa asla bitmezlerdi. Biliyordu çünkü hayatta sevgi, hayaller, beklentiler ve umutlar asla tükenmezdi. Ya ben? Hayallerini, beklentilerini, sevdiklerini kaybetmiş benim umudum var mıydı? neredeydi?
Vardıysa
Uçup gitmiş işte dedim kendi kendime. Hem de arkasına bile bakmamış. Ama yaşlı ağaç o kuşun yerine bir başkasının geleceğini biliyordu, yine yeşereceğini, yine herkesin uğrak mekanı olacağını biliyordu madem, onun umudu yerindeydi benim neden olmasındı? O ağacı dahi unutmayan, yeniden hayat bahşeden beni unutur muydu? Cevabı zaten biliyordum. Peki ya sen sevgili okur? Umudunu kaybetmiş sen? Biliyorum çok yorgunsun .Bu hasretler bitmez, yüreğinin sızısı geçmez sanıyorsun. Ama inan bana o genç aşıklar o ağaca geri geldi, yine gölgesine sığındı herkes, haşarı oğlanlar yine aşırdı meyvelerini dallarından ve bir anne kuş yine geldi dayadı sırtını yaşlı çınara… Sen yeter ki gönlünden eksik etme nazenin umut çiçeklerini... 17
Musa Hûb
Yağmurun yağışına hasta olduğum gibi, karın yağışına da hastayım. Hipnotize olmuş gibi pencerede öylece seyre dalıp gidiyorum; dinleniyorum. Biliyorum ki: Tefekkür ederek kar yağışını seyretmek aklın ibadetidir, tefakkuh etmekse kalbin ibadeti. Yağan karları duyumsamak da hissin ibadetidir! Ne var ki kış mevsimi kar ziyafetinin, tefekkür kâselerine ‘üşüyen, titreyen, aç kalan canlıların’ gözyaşları düşer, kanlı dolular halinde!
kristallerine, beyaz yaraşıyor yeryüzüne kış mevsimi. Kış, hem soğuk, hem siyah olsaydı, ne kadar da itici olurdu!
“Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden. Eteklerinde gümüş rengi bir yığın yaprak.” dediği gibi şairin, ağır ağır iner karlar gökyüzünden, etekleri bembeyaz ve parlak. Soğuk kış mevsimine en uygun olarak karın rengini beyaz seçmiş Yaradan. Düşünüyorum da hiçbir renk beyaz kadar yakışmıyor kar taneciklerine. Hangi rengi düşünsem, hayır diyorum, beyaz yakışıyor kar
çektiği gün, defterine şu notu düşmüştü:“15 Ocak 1885. Sıcaklık –2 C, rüzgarlı bir hava. Yaklaşık 13 mm boyunda kar taneleri düşüyor. İlk kar kristalleri çekildi!” Kitabının son bölümüne de şu notu düşmüştür: “Sanki bir Sanatçı sanatını gösteriyor... Ve artık inanıyorum.”
Semadan nazlı nazlı süzülen kar kristallerinin her birinin birbirinden farklı desen ve güzellikte olduğunu düşününce insan hayret ediyor. Her bir kar kristali, eşsiz bir İlahî sanattır. Bir kereliğine ve tek bir tane olarak yaratılır ve sonra ikinciye tekrar aynısı yaratılmaz. Her kar tanesi eşsizdir, aynısından ikincisi Kış mevsimi, kar bulutları, kar yağışı, kar taneleri, yoktur. Her bir kar kristallerinin deseni, grafiği, estetiği kar kristalleri, yerin kar mantosu, kar oyunları, karlar, kendine özgüdür, biriciktir, aynısı yeniden var olmaz. buzlar, donlar ve canlılar..hepsi ayrı romanların Evet her bir kar tanesi, bir mucizedir. Kış mevsimi konusu. Karlı dağlardan kopan çığlar, çığ felaketi gökyüzünden sonsuz sayıda mucizeler yağıyor, altında ölen canlar, karda-kışta yolda kalanlar, ölümcül inanmak isteyen gözlerden gönüllere birikiyor! hastalar, geçit vermeyen karlı yollar... Gökten süzüm Kar kristalleri üzerine ilk araştırmaları yapan ABD’li süzüm süzülen kar kristallerine serenat yazacak kadar ateist Wilson Bentley (1865-1931), 50 yıl boyun 6 bin gözler şenlenir, gönüller bayram eder..ve ruh, ruhlar kar fotoğrafı çekmiş. 6 bin kar kristalinden hiçbirinin âlemini hatırlar, bir hoş olur. diğerine benzemediğini görmüş. İlk fotoğrafını
18
Kadran Dergi | Şubat 2016
“Mikroskop altında kar tanelerinin güzelliğin mucizeleri olduğunu gördüm. Öyle bir güzellikti ki başkaları henüz bunun farkında değildi. Herbir kristal bir dizayn harikası ve hiçbir dizayn tekrar etmemekte. Bir kar tanesi eridiğinde bu tasarım sonsuza dek yok olur ve arkasında hiçbir kayıt bırakmaz.” Wilson A. Bentley,”TheSnowflake Man” (Kar Tanesi Adam)1925. “25 cm’lik bir kar yağışı sırasında 0.18 metrekarelik bir sahada bir milyondan fazla kar tanesi bulunmaktadır.” Hiçbiri diğerinin aynı değil. Muhteşem! Bilimsel bir gerçek: Yeryüzü tarihinde “insanların parmak izleri gibi, hiçbir kar kristali bir diğerinin aynı değildir.” İnsanın aklı donup kalıyor! “Şimdiye kadar kar tanecikleri arasında, aynı büyüklükte ve şekilde, aynı sayıda su molekülü içeren iki kristal bulunamamıştır.” Ehadiyet sırrı bu! “Allah tektir, teki sever.” hadisi geliyor akla. Allah; Ferd (Vâhid, Ehad) ve Vitr olduğundan, yani kendisi, ikincisi olmayan bir ve tek olduğundan, varlıkların her birini de aynısından ikincisi olmayan bir ve tek olarak yaratıyor. Varlıktaki birlik vâhidiyetini, birlik içindeki teklik de ehadiyetini gösteriyor. Ve Allah; Bedî’, Cemîl, Musavvir isimleriyle eşsiz yaratıcılığını ve muhteşem sanatkârlığını gösteriyor: kar mucizesi! Kar kristalleri mimarî şaheserdir. Medyada ve internette binlerce kar resmi mevcuttur ve birbirinin aynısı olan iki resim bulunmamaktadır. Biz inanıyoruz ki: Kar taneleri de bir nev’dir, tıpkı insan nev’i gibi. Hepsini kar taneleri haline getiren ortak özellikleri, vahdâniyet, vahdet ve vâhidiyetin (birliğin) tezahürü olduğu gibi, umum kar taneleri içinde her bir kar taneciğinin tek tek şeklinin kendine mahsus olması, kendine özel şeklinin bulunması da vahdet içindeki ehadiyetin (tekliğin) tezahürü olmaktadır. İşte varlık nevilerindeki ortak benzerlik birliği (vahidiyet) ve her nev’i oluşturan ferdlerdeki özgün teklik (ehadiyet) sırrı, fizik, matematik..ile zuhur ediyor. Her bir zerrede, mesela bir kar tanesinde bütün ilimlere ait kuralların doğrudan veya dolaylı işlediği bilince, Hz. Alîm’e imanımız artıyor. Her
varlık derecesinde ayrı mucizeler vardır, teleskopun gördüğü, gözün gördüğü, mikroskopun gördüğü ve aklın gördüğü mucizeler. “Hiçbir şey yoktur ki Ona hamd ile Onu tesbih ediyor bulunmasın.” (İsra 17/44) âyetince kar taneleri de her an Allahıtesbih etmektedirler. Sükût üzre sessiz zikir ve tesbihleriyle kar tanecikleri Nakşîdirler. Yağmur musikisi eşliğinde yağan yağmur damlacıkları ise Kâdirîdirler. Kar veya yağmur âşıkları, kar ile sessiz, yağmur ile sesli zikrederek o vaktin zikir meclisine veya zikir korosuna uygun bir ruhî duruşla iştirak etmeliler. Allah’ın isimlerinin tecellilerine her bir nesne; zehre, zerre, katre, şemme, damla, reşha, lem’a, sayha.. kuark da mazhardır, yağmur ve kar da! Bilhassa su ve toprağın temizleyiciliği; kar ve yağmurun yağması, rüzgarın esmesi, suların akması ile dünyanın temizlenmesi, Kuddûs isminin tecellileridir.Belki de inen her bir yağmur damlası, kar ve dolu tanesi, yeryüzünü temizlemek için “ya Kuddûs, ya Kuddûs!” diye zikrederek işe koyuluyorlardır. Belki kar taneleri de kendilerine gördürülen kaderdenkişlere bir şükür olarak kendi kulluklarını lisan-ı hal üzere tesbih ile yerine getiriyolardır; “SübbûhunKuddûsünRabbünâRabbu’l-melâiketive’rrûh.” diyorlardır. “Sübbûhun,Kuddûsün”derken, hem Allahıtesbih, tenzih ve takdir ediyor hem de dünya nizamındaki takdîs (temizleme) vazifeleri için dua ediyorlardır.Her bir varlık gibi Allah’ı hamd ile tesbih etmekte olan kar tanelerinin dışta gördüğü işlev, doğrudan Kuddûs ismine bakmaktadır. “Kar, AllahınkirIi dünyayı temiz gösterme şeklidir…” Temizleyip temizliği gösterme şeklidir, evet. Hem yeryüzünü, hem yerin göğünü. Gökyüzünden nazlı nazlı süzülerek, atmosferi de süzerek yağan karlar, düştüğü ve bembeyaz manto giydirdiği yeryüzünü de içten arındırır. Sular gökten inmeseydi; yağmurun, dolunun ve karın yeryüzünü, dağları, çölleri, şehirleri, sokakları, binaları yunup yıkaması nasıl olurdu?!!
19
Bulutlar kat kat pamuk tarlaları veya pamuk yataklar gibi gökyüzüne serilmiş. Parçacıklar halinde kar pamukları yeryüzüne süzülüyorlar. Pamuk yatakları bulutlardan parçacıklar halinde yeryüzüne süzülen kar pamukları, atmosferimizi de kirlerden süzüyorlar; biz de kar gibi süzülmeliyiz. Yeryüzünün ince temizlik mevsimidir kış mevsimi. Kar, hafif yumuşak temizleyicidir; çizmez, kanatmaz; yağmurdan da ileri dezenfekte edicidir. Kar ve tövbe, ikisi de temizliği ifade eder. Kar yeryüzünü temizler, tövbe de insanı. “Allahım! Kalbimi kar, dolu ve soğuk su ile yıkayıp temizle.” diye dua eden Efendimiz, karın dezenfekte ediciliğine 14 asır öteden dikkat çekmiştir. Şöyle dua ederdi: “Allahım! Beyaz elbiseyi kirden temizlediğin gibi kalbimi de günahdan temizle. Kalbimi kar, dolu ve soğuk su ile yıkayıp temizle.” (Nesâî, Gusül 17; Tirmizî, 5/551). Evet: “Aslında yağmur, kar ve dolu hep gökten rahmet olarak gelir, fakat günahlarımız onlara kendi renklerini ve boyalarını çalıyor.” Hani İncil’de de şöyle bir âyet vardır: “Rab diyor ki: Gelin, şimdi davamızı görelim. Günahlarınız sizi al kanlara boyamış bile olsakar gibi ak-pak olacaksınız.Elleriniz kırmız böceği gibi kızıl olsa da yapağı (ilkbaharda kırkılan koyun tüğleri) gibi bembeyaz olacak.” (İncil, isaiah/yeşaya/118).Evet “her kul günahkârdır. Günahkârların en hayırlısı ise tövbekârlardır. Günahlarına tövbe eden ise hiç günahı olmayan kimse gibidir.” (Hadis). Tıpkı kar gibi. Cahit Zarifoğlu’na göre “Gökyüzüne bakmayanların kalbi daha çabuk kirlenir.” Kar yağarken göğe bakanın gözünden özüne rahmet nurları iner, inş. Fakat göğe bakıştan bakışa fark var. Göğün sahibini tefekkür ettiren bakışlar ancak gökten nüzûl eden rahmet nurlarına mazhar olabilirler. Öyleyse “Bırakın yağsın kar, örtülecek o kadar çok şey var...” (Ali Ural). Gece siyah örtüsüyle günahları örterken, kar beyaz örtüsüyle paklıyor. Kabı-kacağı çizmeden temizleyen kimyevî maddelerden çok daha ileri olarak kar taneleri, yeryüzünün kirlerini zarar vermeden temizlerler. “Çöllerimize kar yağar; kışlarımıza bahar gelir.” İşte acı ile şifa arasındaki ters gözüken muhteşem ilişki burada da mütecelli! Baharda çiçeklerin açması ve 20
yazın meyvelerin olgunlaşması ölçüsünde toprağın, gönül toprağının, kışı yaşamaya, kar yağışına ihtiyacı olur. Allahım, yağan kar taneleri sayısınca sana tövbe ve istiğfar ediyorum, hamd ü senalar ediyorum, tesbih, tahmid, tekbir ve tehlil ediyorum.Allahım! Rahmet arşından karlarla beyazlara büründürdüğü dış dünyamız gibi iç dünyamızı da beyazlat, amel defterimizi de kirlerden ak-pak eyle. Sıbğatullahın enfes renkleriyle bizim sîretimizi boya, güzelleştir ve suretimizi sîretimize ayna kıl, gözümüzde, yüzümüzde, sözümüzde özümüz okunsun. Madem kâinattaki her şey insan içindir, kar da insan için. Madem her şey lisan-ı hâliyle konuşuyor, kar da konuşuyor. Peki kar insana ne diyor? Kuddûs ismine mazhariyetiyle kar diyor ki: “Ey insan! Bedeninle, kalbinle temiz ol, örtücü temizleyici ol; dinlendirici ol.” Sübhân ismine mazhariyetiyle: “Benim gibi her an Allah’ı hamd ile tesbih eyle, zikr-i dâimüzre ol!” diyor. Adl ismine mazhariyetiyle kar diyor ki: “Ey üşüyen insan! Ben ihtiyaç miktarı olunca Rahmân’ın rahmetiyim, ama şiddetli olunca da Kahhâr’ıncelâlli belasıyım. Soğukluğum sana Cehennemin zemherîrini hatırlatsın, günahlardan uzak tutsun.” Mevlânâ’ya göre ise “Kar taneleri ne güzel de anlatıyor, birbirine zarar vermeden de yol almanın mümkün olduğunu.” Geçimsize, huysuza, kavgacıya! İçimizdeki insanlık hakikatiyle hareket etseydik, meleklerle yönetilen kar tanecikleri gibi sevimli, verimli ve uyumlu olabilirdik. Kar taneciklerindeki kar kristallerinin her birinin özel özgünlükleriyle beraber umum içindeki uyumu, uyum içindeki özgünlüğü manidardır. İnsanlar da adeta kar tanecikleri gibidirler; kadirkıymet bilenin elinde eşsiz birer kristal iken, kıymet bilmezlerin elinde erir giderler. İnsan herşeyde olduğu gibi karda da derdini görüyor, aşkını görüyor, kalbinin yansımalarını seyrediyor. Niyeti ve nazarıyla karları okuyor, anlamlandırıyor. İnsan karları görünce imreniyor, âh keşke diyor, kalbim de kar gibi bembeyaz pırıl pırıl olsaydı, arınmış bir kalb-i selîm ile huzurullaha bir meleğ-i insanî olarak dönebilseydim…
Kadran Dergi | Ĺžubat 2016
21
Dünya ve TüRkİye’de
TİyatRO Sefa BABUTÇU Dünya ve Türkiye’deki tiyatro konusunu ele alabilmemiz için öncelikle tiyatronun doğuşunun Antik Yunan’daki avlanma ve Dionisos’a kurban törenlerinden çıktığını ve daha sonra bazı eklemeler çıkarmalar yapılarak Roma’nın da etkisiyle değişime uğradığını not düşmemiz söyleyeceklerimize dair temel oluşturacaktır. Ortaçağın karanlık yüzünü hesap ederek günümüze kadar gelmesini de gözden kaçırmamak gerekir. Bu süre zarfındaki akımlar ve tiyatro yazarlarının yönetmenlerinin yenilikleri de tiyatroyu her daim değişen ve gelişen bir sanat haline getirdi. Bütün bunları kısaca hatırlamak dünyada olan tiyatroyla, ülkemizdeki tiyatro arasında büyük bir farka neden dönüştüğüne de kapı aralıyor.
gülünçleştirerek göstermeye çalıştı. Bunu yaparken elbette ilk oyunlar olmasından kaynaklı çok acemice ve halka tepeden inmeci bir şekilde anlatan oyunlar olarak kaldılar ama Batı Tiyatrosunun yerleşmesi adına büyük adımlar atılmış oldu.
Tiyatro sanatı hep Batıyla anıldı ve Doğunun tiyatroya dair söyleyeceği hemen hemen hiçbir şeyi olamadı. Olanlarsa çok sığ ve basit kaldı. Başta da bahsedildiği gibi dünya tiyatrosu antik dönemden gelen birçok yaşam deneyiminden gelirken ülkemizdeki batı tiyatrosu bir anlamda ihraçmış gibi durdu. Tanzimat’tan önceki tiyatro Tanzimat Dönemindeki yenileşme hareketlerinden nasibini aldı ve geleneksel Türk tiyatrosu oyunlarının yok edilmesi ve yerine konulmaya çalışılan batı tiyatrosu belini doğrultmaya çalıştı. Ancak o günden bugüne dünyadaki birçok oyuna bakıldığında, daha gidilmesi gereken çok yolun olduğunu gösteriyor.
Dünyadaki oyunlara bakıldığında oyunlarda artık görselliğe çok önem verildiği görülürken, aslında oyunlarda üsluba estetiğe dikkat çektiklerini de fark ediyoruz ancak bizim oyunlarımızın çoğunda estetik, çok uzaklarda bir şehir gibi duruyor. Estetiğin geri planda tutulduğu, yapılan çalışmaların tekrarlandığı, seyircinin kafasına vurarak bir şeylerin anlatılmaya çalışıldığı oyunlar izliyoruz. Ya da seyirciyi estetik adına sıkan boğan tiyatrodan uzaklaştıran bir anlayışla yapıyoruz. Bunu yaparken kimi zaman seyircinin anlamayacağını düşünüp halka tepeden bakan anlayışımıza sığınıyoruz, kimi zaman da oldu bittiye getiriyoruz. Maalesef her yıl sahnelenen onlarca oyundan sadece birkaçı ciddi anlamda dikkate değer bulunuyor, diğerleri üzücü ama sadece doldurma gibi duruyor.
Batı tiyatrosu Tanzimat Döneminde ülkemize girdiğinde “Sanat toplum içindir.” diye çalışmalara başlandı ve topluma bir şeyler anlatabilmek için toplumun aksayan yönlerini çoğu zaman 22
Ancak bütün bunlar ilerleyen yıllar devam ettikçe Batı tiyatrosunun ülkemizde yerini sağlamlaştırmasına sebep olurken KaragözOrtaoyunu vs. gibi geleneksel Türk tiyatromuzun da tarih sayfalarında bir anı olarak kalmasına neden oldu. Tiyatro sanatçılarımızın bazıları bu sorunu ara ara dillendirseler de yeterli olmadı ve günümüzde geleneksel Türk tiyatrosunu yapmaya çalışan birkaç usta oyuncu kaldı.
Kadran Dergi | Şubat 2016
Asıl üzücü olansa, halkın artık sanata dair bir talepte bulunmaması ve her şeyi olduğu gibi kabul etmesi. İnsanların bireysel sorunları, yaşam tarzları, dünya görüşleri ve hayattan beklentileri düşüncelerini de belirliyor ve artık sanatın sadece vakit geçirilmek için eğlencelik bir şeymiş gibi algılanmasına sebep oluyor. Aslında ülkemizde hep böyle oldu, çünkü hiçbirimiz sanata estetiğe değer verecek kadar kendimizden olan iyi işler yapamadık ve halka ulaşamadık. “Halk sanattan anlamıyor.” diye rahatlıkla başkalarını suçladık, uzaktan baktık, yeni formüller bulup ulaşmaya çalışmadık. Çalışsak da maddi sorunlar tiyatroların devamını engelledi. Devletin de bu konuyu önemsememesi üzerine hala kendi kendine bir şeyler yapmaya çalışan sanatçıların çabalarıyla ilerlemeye çalışıyoruz. Bu sorunların üstüne tiyatro yazarlarının yetişmemesi ya da yetişenlere de yeterli alanın açılmaması, ustaların çırak kabul edilebileceklere çok şans vermemesi de Türk
tiyatrosunu, Dünya tiyatrosunun çok gerilerinde kalmasına sebep oldu. Özellikle ödenekli tiyatroların genç yazarlara daha fazla destek vermeleri gerektiğini düşünüyorum. Böylelikle yeni seslerin, söyleyeceği sözü olanların, mutlaka Türk tiyatrosuna katacakları olacaktır. Tiyatro sanatının iyiyi, doğruyu, güzeli gösterirken insanlara bir öğretmen gibi davranmasından çok çatışmasıyla, hikayesiyle, diliyle var olmaya çalışması estetiği getirecektir. İnsanları ağlatmaya güldürmeye çalışan basit skeçlerin oyunların ne sanata ne insana dair söyleyecekleri kalıcı olamayacaktır. Sanatın ruhuna aykırı bir şekilde sanatın içini boşaltacaktır. Ne yazık ki insanlarımızın çoğunun tiyatro denince aklına gelenlerse bunlar ve çare olarak bir plana daha ihtiyacımız olduğu aşikar. Bu olumsuzluklara rağmen herkesin sustuğu ya da korktuğu anda tiyatronun susmadan yalnızca hakikati, iyiyi, doğruyu, güzeli söyleyeceği günlerin geleceğini ümit ediyoruz. Bugün yapamıyoruz, belki yarın…
23
. UMUDUN RENGi Sabriye EREN Kararmış ruhlara bir ikindi sonrası kızıllığı gerek. Palmiyeli yolda yürürken gönülleri ferahlatan ufukların engin mavisi. Keskin iyot kokusuna eşlik eden dalgaların köpük beyazı. Beyaz papatyalar ülkesindeki yalnız, mor papatyanın asaleti. Havf-reca arasında bocalayan bir gönlün ızdırabı, için için çağlayan gözyaşlarının berraklığı. Kardelen umudu gerek bize, sabrı, duruşu, direnci... Bir rüya görmek gerek, bir hayal kurmak. Bir mısrada kaybolmak. Bir nağmenin tınısında yeniden hayat bulmak. Bir yağmur sonrası dinginliği gerek, mis gibi toprak kokusu ve ruhlara doğan apaydınlık bir güneş, güneşin mütebessim misafiri ebemkuşağı... Aslında en başta sıyrılmak gerek karanlıklar ülkesinden. Göç etmek gerek güneşin diyarına, beklemeden beden yükünü göçmeli ruhlar kervanıyla. Yılların soğuğunu yemiş, buz kesmiş elleri ısıtmak gerek güneşin sımsıcak sinesinde. Karanlıktan yorgun düşmüş, iliklerine kadar üşümüş ruhlara bir umut sıcaklığı gerek, ateşe pervane bir kelebek umudu... Umudun rengi olur mu sahi? Olmaz ki... Umut rengarenktir. Göklerin engin mavisidir umut. Güneşin sımsıcak sarısı. Umut, kahverengi topraktan çıkan yeşil yaprakta saklı. Kardelen beyazında. Gelinciğin narin kırmızı yapraklarında. Karanlık dünyaya aldırmayan toz pembe hayallerde. Umuda sarılmalı öyleyse. Karanlıkları ışıkla boğmalı. Ruhlarda karanlık mahzenlerin olmadığı rengarenk bir umutlar ülkesi kurmalı. Bu rengarenk umutlar ülkesinin ebedi mukimi olmalı insan... Kaybetmemeli umudu hiç, aramalı bıkmadan, yorulmadan. Bir çocuğun tebessümünde bulmalı. Mutluluk gözyaşlarında, sevinçle gerilen dudaklarda yakalamalı umudun rengini. Çizgi çizgi aramalı umudu avuçlarda. Direnmeli tüm karanlıklara umutla, sabırla, sebatla, duayla... Bir kör ışık yakmalı karanlıklara. Ve seyreylemeli aydınlanışını katran siyahın. İyilikler biriktirmeli gönül heybesinde ve berrak bir yolda sabırla beklemeli güzel günleri. Ama akıldan çıkarmamalı “varmak” değil yolun beklediği, ışıkların hiç sönmediği rengarenk bir yol ümidi...
24
Kadran Dergi | Şubat 2016
BİR ÖLÜNÜN ŞİİRİ Tuğçe KARAYEL
Yıldızsız gecelerin ellerinden tutan şiir… Karanlıkta kaybolur insan sesleri. Her göz derin bir uykuda. Şiirler uyumaz değil mi anne? Lacivert göğün yıldızsız aydınlığı; Şiir… İnce belli bardaktan içilir her mısra. Ruhun dertli yanlarına merhem… Bir ölünün ruhu var bedenimde Yaşamak bana göre değilmiş de Bundan sebep Şiiri seçmişim gibi… Hayatın gailelerini şiirle aşmışım gibi Şiir… Ellerinde bir avuç deniz kumu biriktirmiş Adını fısıldıyor tüm sahil rüzgarları Akıyor, akıyor zaman Tek tek azalıyor ömrümden yıllar Bir ölünün ruhunu taşıyorum Ağır geliyor, ağır. Nefes değil, şiir alarak yaşıyorum. Yine de her gün Bir önceki geceden daha fazla Ölüyorum.
25
MENEKSEM . HÜZNE VURGUN Mehmet SARITAŞ
26
Kadran Dergi | Şubat 2016
Bir sonbahar akşamının hüznünde yüreğim.İlkbahar sabahları kadar taze ve ılık bir hüzün benimkisi…Gözyaşlarım, hüznün meftunu gönlümün tek tercümanı. Gözlerimde esir tuttuğum birkaç damla yaşın ıslaklığı var kirpiklerimde. Ve belki de gözlerimde, içimdeki derbeder duyguların sahibi ıssız yüreğimden sana süzülen, sana hasret kalmış isyanım var ey dost. Önümde kağıdım, yine vefasız kelamıma sığınıyorum,zaman seline kendini kaptırmış bir gecede. Bir ceylan ürkekliğinde bedenim, bir ölü soğukluğunda… Kalemime sarılmış ellerim, sokaklarda, belki de bir cami avlusunda insanların merhametine uzanmış küçük bir avucun çaresizliğinde. Kulaklarım, beni sana çağıran yitik nağmelerin sonsuzluğunda. Yalnız, yalnızlığım gecenin karanlığına karışmış birkaç kendini bilmez kelimenin acımasız isyanında. Ya ben?... Seni bulmak için gecenin sessizliğinden kopup gelmiş tek kişilikhikayemde, içinde ”dost” geçen cümlelerle körebe oynuyorum. Gece rengine bürünmüş günahlarım ve kızgın aldanışlar yakıyor şimdi ruhumu. Düş bozumu düşüyor düşlerime. Gelsene artık ey dost, beraberinde hayallerimden yıldız çalan periyi de sürükleyerek. Sürgün etme beni sensizlikle, henüz hayatımın baharındayken. Gecenin bile gizleyemediği zamanı yırtıp aşan sevgiler besliyorum sana. Gözyaşlarımla işliyorum vefa kaneviçemi. Şairler bir türlü kafiyeleyemiyor içimdeki ahengi. Beni ne şiir anlıyor ne de nesir. Seni, sana anlatmanın zorluğuyla bir araya gelmiş yüreğimdeki birkaç kesik sözden başka. Gözbebeklerimin önündeki kalabalıktan sıyrılıp bir ulaşabilsem gönlündeki sükunete. Ara sıra dalıp giden bakışların bile götürmüyor beni yüreğine. Gönlün, gönlüme akmıyorey dost. Hep, sen olan düşüncelerim bensizleşiyor düşüncelerinde. Ve seni yüreğimde hasret yağmurlarıyla büyütüyorum. Dalgaların aşındırdığı kayalar misali tüketiyor ruhumu özlemin. Dua listemde silinmeye yüz tutmuş ismin kayboldukça kağıttan, daha da belirginleşiyor gül yüzlü sevdan. Ne seni unutturacak zaman gelecek bir gün, ne de zaman seni unutmaya yetecek, biliyorum. Denizler kadar engin çünkü sevgim, gurbetler kadar uzun… Bazen siyah gözlerinde unuttuğum bir gülücük, bazen İbrahim’i yakmayan yüreğimdeki ateş , bazen de dört odacıklı kalbimdeki kocaman bir parça…Ne fark eder? Hepsi de senden öte bir sen… Durmadan sevgimi yeşertecek rahmet damlaları,gel artık dost, menekşeler hüzne vurgun… Zaman alışmayı öğretiyor ama unutmayı asla…
27
FİZİKSEL AKTİVİTE VE SAĞLIKLI YAŞAM Şeyma ARMAN
Sağlıklı yaşlanmak ve yaşa bağlı oluşabilecek sağlık risklerini en aza indirebilmek için sağlıklı beslenme ve fiziksel aktivitenin önemini biliyoruz. Hareketsiz yaşam tarzı, günümüz insanının en önemli sorunlarından birisidir. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, dünyada yılda 1.9 milyon insan hareketsiz yaşamın getirdiği sağlık sorunları(meme kanseri, kolon kanseri, diyabet vb.) nedeniyle hayatını kaybediyor. Günümüzde en çok sorulan sorulardan birisi nasıl aktif bir yaşam oluşturulabilir? Bireylerin gün içinde aktif bir yaşam oluşturabilecekleri 4 temel alan vardır.
28
• • • •
İşyeri Ulaşım Ev içi işler Boş zamanların değerlendirilmesi
EGZERSİZ NEDİR? Zindeliği ve sağlığı geliştirmek için özel tasarlanmış düzenli ve tekrarlayıcıbelli süre devam eden hareketlerdir. Ufak tefek hareketlerden, sistemli spora kadar, yapılan bütün egzersizlerde ana hedef; vücudu sağlıklı tutmak veya sağlığın bozulmasını mümkün olduğunca önlemektir.
Kadran Dergi | Şubat 2016
HAREKETSİZLİĞİN GETİRECEĞİ SORUNLAR? Sağlık bir bedenin ahengidir. Spor ve egzersiz bu ahengini arttırmalıdır. Günde 30 dakika orta şiddette egzersiz yapmak uygun görülmektedir. Gençler için; süresi daha uzun, şiddeti daha yüksek olan egzersizlerin yapılması kemik ve kasların daha sağlıklı olmasını sağlamaktadır. Çocukların, gençlerin ve erişkinlerin okula ya da iş yerine yürüyerek gitmesi, asansör yerine merdivenleri kullanması, toplu taşıma araçlarını kullanarak birkaç durak önce inip gideceği yere yürümesi fiziksel aktiviteyi arttırmak olarak kabul edilmektedir. Hareketsiz yaşam biçiminin yapılan araştırmalar sonucunda çeşitli hastalıklara ve ölümlere neden olduğu ispatlanmıştır. Özellikle kalp ve damar hastalıkları, hipertansiyon, dislipidemi, diyabet ve obezite için büyük bir risk faktörüdür. Bunların yanında meme kanseri, kolon kanseri veya kolerektal kanser oluşma riskleri de artar.
SPOR NEDİR? Spor, insanın bedeni ve zihinsel yeteneklerini bir bütün olarak dengeli ve sağlıklı bir şekilde geliştirmek amacıyla yarışma tarzında yapılan etkinliklerdir. Sistem-Program-Organizasyon-Rekor kelimelerinin baş harflerinden oluşmuştur. Boş zamanları değerlendirmenin etkin alanlarından biri ve başta geleni şüphesiz spordur. REKREASYONEL AKTİVİTELER? Birey, rekreasyonel aktiviteler için tercihini yaparken doğru aktiviteler, hobiler ve uğraşlar seçmelidir. Hedef, bireyin fiziksel, ruhsal ve sosyal anlamda gelişmesidir.
FİZİKSEL AKTİVİTENİN YARARLARI? • Günlük düzenli fiziksel aktivite, sağlıklı bir beslenme programı ile birlikte kronik hastalıkların önlenmesinde en etkili öğedir. • Beslenme alışkanlıklarının düzeltilmesi gibi durumlarda faydalı etkileri vardır. • Ergenlik döneminde gençleri meşgul ederek zararlı alışkanlıklardan uzak durmasına yardımcı olur. • Glikoz metabolizmasını düzenlemektedir. • Vücut yağ oranını azaltmakta ve kan basıncını düşürmektedir. • HDL kolesterol seviyesini arttırırken, LDL kolesterol seviyesini azaltır. • Diyabet, kalp damar hastalıkları, felç ve hipertansiyon riskini azaltan en önemli etkenlerdendir. • Hormonal metabolizma üzerine olan etkileri sonucu meme kanseri riskini de azalttığı bilinmektedir. • Kabızlık, kolon hastalıkları ve kolon kanseri riskini azaltmaktadır. • Kas-iskelet sistemini etkileyerek, bel, sırt, boyun ve bacak ağrılarının iyileştirilmesinde rol alır. • Kemik erimesinin iyileştirilmesinde, vücut ağırlığını korumada, depresyon belirtilerini, anksiyete ve stresi azaltmada etkilidir.
29
• Soğuğa ve enfeksiyonlarakarşı direnci arttırır. • Uykusuzluğu önler. • Genç bir görünüm, sağlıklı bir deri ve kas tonusu gelişimini sağlar. • Egzersiz sırasında salgılanan nöroepinefrin depresyon semptomlarını azaltır. • Egzersiz sırasında beyinde artan endorfin mutluluk vericidir. HASTALIKLAR VE FİZİKSEL AKTİVİTE Kalp Damar Hastalıkları ve Felç Aktif bir yaşam tarzı ciddi kalp hastalıklarına yakalanmayı ve bu hastalıklardan ölüm oranını azaltmaktadır. Düzenli yürüyüş yapmak, bisiklet binmek, haftada 4 saat eğlenceli bir aktivite(dans, yüzme vb.) yapmak enerji harcamasıyla, kalp hastalıkları riskini önemli oranda azaltmaktadır. Obezite Obezite, kötü beslenme alışkanlıklarıyla birlikte hareketsiz yaşam tarzı ve çevresel değişikliklerin etkisiyle ortaya çıkan sonuçtur. Yapılan araştırmalar sonucunda fiziksel aktivite artışının, zaman içinde kilo kazanımı ve şişmanlığın artışını önlemede önemli bir etken olduğu bulunmuştur. Zayıflama programlarında enerjisi kısıtlı diyetlerle birlikte egzersiz yapılması kilo kaybını arttırır, kas dokularını koruyarak yağ kaybetmeyi sağlar. Ayrıca fiziksel aktivite karın bölgesi yağlanmayı azaltır ve uzun süreli kilo kaybını sağlar. Tip 2 Diyabet Obeziteye dolayısıyla tip 2 diyabete, hareketsizliğin neden olduğu hakkında güçlü kanıtlar vardır. Yürüyüşün veya bisiklete binmenin, diyabette kan şekerinin kontrolünün sağlanmasında küçük, ancak önemli gelişmeler sağladığı gösterilmiştir. Kanser Boş zamanlarda veya hobi olarak yapılan fiziksel aktivitelerin kanser riskini azalttığı bildirilmiştir.
30
Egzersizin en güçlü etkisi koruyuculuk kolorektal veya kolon kanserlerinde gözlemlenmiştir. Yapılan araştırmalar sonucunda fiziksel aktivitenin meme yağ dokusunda kanser oluşumunu önemli oranda azalttığı bulunmuştur. Kas-İskelet Sağlığı Kas-iskelet bozuklukları ve sırt ağrısı, osteoartrit ve osteoporoz gibi hastalıklar insan yaşamının kalitesini düşürmektedir. Egzersizler, daha güçlü kaslar, tendonlar ve bağ dokuları ile daha kalın ve daha yoğun kemik gelişimini sağlamaktadır. EGZERSİZ YAPANLAR İÇİN SAĞLIKLI BESLENME ÖNERİLERİ • Egzersiz öncesi, sırası ve sonrası bol miktarda sıvı tüketilmelidir. • Egzersizden hemen önce meyve suyu, çikolata, şekerleme vb. basit karbonhidratlar
Kadran Dergi | Şubat 2016
tüketilmemelidir. • Aç veya tok olarak egzersiz yapılmamalıdır. Egzersiz ana öğünden 3-4 saat sonra yapılmalıdır. • Egzersiz süresi 1 saatten fazla ise az miktarda karbonhidrat içeren besinler tüketilmelidir. • Günde ortalama olarak; 2-3 porsiyon süt, yoğurt, peynir 2-3 porsiyon et, tavuk, balık, yumurta, kuruyemiş ve kuru baklagiller 3-5 porsiyon sebze 2-4 porsiyon meyve 6-11 porsiyon ekmek, tahıl, bulgur, pirinç ve makarna alınmalıdır. • Genel olarak kompleks karbonhidratlar tercih edilmelidir. Örneğin tam buğday unu, çavdar veya yulaflı ekmek, bulgur, yarma, kepekli makarna ve kabuklu pirinç tüketilebilir.
• Günlük gereksinimler uygun miktarda protein alınmalıdır. Aşırı protein alımı sonucu protein artık maddeleri zararlı olabilir. • Yağ tüketimi günlük gereksinmeyi aşmamalıdır. Yağların aşırı alımı ve enerji için kullanımı sonu ortaya çıkan keton cisimleri insan sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir. • Antioksidan besin öğelerinin alınması çok önemlidir. Yoğun egzersizler sonucu oluşan serbest radikaller ve oksidan maddelere karşı antioksidanlar koruyucu etkiye sahiptir. • Demir, kalsiyum ve çinko gibi minerallerin yeterli alınması önemlidir. • Daha çok bitkisel kaynaklı besinler tüketmelidir, hayvansal gıdalar gereksinimi kadar kullanılmalıdır. Kaynaklar American Collage of Sports Medicine, American Dietetic Association Dietitians of Canada Ersoy G, Egzersiz ve Spor Yapanlar İçin Beslenme 3.Baskı, Ankara, 2004
31
Osman Said
32
Kadran Dergi | Şubat 2016
Karanlık… Ah ki, ne karanlık… Dünya , “dişsiz insanı kardeşlerinin yediği” bir kavgalar ocağı . Baştan başa bir yangın yeri. Alevleri, şerareleri de evvela masumları yutuyor. Kıtlık, korku, kan, acı, merhametsizlik, sevgisizlik, çaresizlik, gözyaşı… Ne varsa bulabildiği, katıp götürüyor önüne . Çökmüş damların altından feryatlar yükseliyor, duyabilene. Yaşından evvel yaşlanmış, kolu, kanadı kırık çocuklar… Bir bakışla, bir çift sözle, tahammülsüzlükle yaralanmış ana babalar… “Neşesi yağmalanmış” ne bayramlar, boynu bükük ne seyranlar… Bir yudum suya hasret göçüp giden canlar, kardeşlerinin yanı başında açlıkla boğuşan insanlar. Sıradanlaşan, normalleşen acılar. Muhterislerin hırslarına esir düşmüş, huzuru, kardeşliği unutmuş bu dünya. Herkes kendi sığ dertlerinin, sonradan icad edilmiş problemlerinin ağında tutsak. Gözler kapalı, hisler kütleşmiş, iştiyak donuk. Gayret yorgun, ümit nefessiz, hayaller soğuk. Akifçesiyle : “ Harap iller, serilmiş hânümanlar, başsız ümmetler Yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar … Düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar Tegallüpler, esaretler, tahakkümler, mezelletler Riyalar , türlü iğrenç iptilalar, türlü illetler ... “Gazâ” namiyle dindaş öldüren biçare dindaşlar Ipıssız âşiyanlar, kimsesiz köyler , çökük damlar Emek mahrumu günler, fikr-i ferdâ bilmez akşamlar!” Peki ya “biz” ne haldeyiz? Hani o, Nebi’nin (sav) “kardeşlerim” diye hitap ederek asırlarca öteden kucakladığı, “ahir zamanda eli yakan kızgın bir kor” gibi olan imana sımsıkı sarılanları görüp tanıyan, yollarını takip etme cehdinde, alnı pak, sadrı geniş “mü’minler”, talep edenler, namzet olanlar? “Baş döndürücü bir hız içinde sürüklenerek biteviye çirkinleşiyor , biteviye olmamız gerekenden başka bir şeye dönüşüyorduk. Yok oluyorduk. Ya onca güzelliğimize ne oluyordu? Yoksa onca güzelliğimiz de bir aldatmacadan mı ibaretti” (Nazan Bekiroğlu – Nun Masalları) Sahi, biz ne zaman başladık kirlenmeye, saflığı yitirmeye, sabırsızlığa, umarsızlığa, hoşgörüsüzlüğe? Biz, ne zamandan beri kulaklar üzerine yatar olduk? Erişebildiği her münkeri eliyle yahutdiliye düzeltme azminden, olmazsa –imanın en zayıf mertebesi telakki edilen- kalben buğz etmekten ne zaman geri durmaya başladık? Ne zaman ki birliğin, dostluğun, yoldaşlığın tahtına çıkarlar kuruldu, ne zaman ki altından düsturlar unutuldu; ne vakit suyun değerine bîgâne kaldı deryayla balık, ne vakit kim olduğunu, kimden olduğunu unuttu insan, güneşimiz tutulmaya başladı. Ne zaman ki hoşgörü denizlerini kuruttuk, ne zaman ki sevgiyi kalplerimizden çektik, çıkardık, ne zaman ki ağaçları söktük, köprüleri yaktık, ne zaman ki dalları kırdık, çiçekleri kopardık, çatırdadı gökkubbe, yıkıldı başımıza. Evvelden de yaralar açılır, ama çok sürmez sarılırdı, artık yaralarımız kabuk bağlamaz oldu. “Diyar-ı küfrün” kâşanelerine bakıp iç geçiren, “Mülk-i İslam”ın viranelerine hayıflanan Ziya Paşa, bir de gönüllerdeki yıkıntıları müşahede etseydi kaleminden neler dökülürdü acaba? Biz, ne zaman ki sevmeyi unuttuk, düştüğümüz yerden kalkamaz olduk.
33
Bir karar alalım bugünden itibaren gelin, bozulsun dümeni nefretin, kinin, hasedin. Bir karar alalım bugün, tamir olsun kaleler, onarılsın duvarlar, kurulsun köprüler. Yıkayalım kalplerimizi buz gibi sularla âb-ı hayat kurnalarında. Hz. Eyüb’e şifa veren mübarek su misali, tek bir sözcük iyileştirsin yaralarımızı. Bakışlar güzelleşsin, sözler incelsin, niyetler halisleşsin. Ağaçları sevelim. Kuşları sevelim. Çiçekleri sevelim. İnsanları sevelim. Kendimizi sevelim hepsinden evvel. Yokluktan varlığa çıkarılmakla, sonsuz mesafe kat ettirilmekle yani, yüce Allah tarafından sonsuz ve mutlak değer verilen varlıklarımızı, O’nun verdiği değere hürmeten sevelim. Nasıl ki kalp bir aynadır, ne kadar parlak olursa içindeki görüntüyü o kadar net yansıtır, evvela kalbimizi paklayalım, parlatalım ki gönüllerimiz aydınlık ve parlak görüntülerle dolsun taşsın. Gel direnme ey kari’ boşuna! Kin tutmak, sırtta çuval çuval yük taşımaktır, bel bükmektir. Affetmektir gönlü dinlendiren iksir. Beklentisizce, karşılıksızca sevmektir var edilen âlemi. Sevginin, şefkatin, merhametin ışığında, bir yaprağın ardında bütün âlemi okumak, bir çiçeğin nüvesinde kendini bulup, kâinata meydan okumaktır. Gel, beyhude ısrar etme, affet. Vefasıza darılma, kırılma had bilmeze. Güç de olsa, Peygamber ahlakı üzre ol : “Zulmedeni affet, Gelmeyene git, Vermeyene ver.” Tahammülfersa olana “Allah rızası” de, sarıl; geril bir yay gibi, atılabildiğin kadar ileri atıl! Çık zaman ile mekânın dar kafesinden, bırak gönlün kıtalar dolaşsın, okyanuslar aşsın. Kır gönlünü vurduğun meș’umzincirleri, çıkar üzerinden şu mahkum gömleğini, yık ördüğün yüksek surları çevrene, ki her gelen oturacak bir sandalye bulabilsin kendine.Yudumla mülayemet âb-ı hayatından,can bul yumuşaklık kevseriyle. Bir çerağ tutuştur gönüllerde, bir sevda, bir ateş düşür, lakin yakan, kahreden değil, ışık saçan, nur-efşan bir ateş. Bir mum daha hayat bulsun, hayat veren kendinden bir şey kaybetmeden. Hem öyle bir mumki bu yanan, öyle “Bir şem’a ki” bu, “ Mevlâ yaka, üflemekle sönmez ! “ Öyle ya, sevgi, güzellik, hoşgörü kurtaracak dünyayı. Muhabbet kurtaracak. Vesselam…
İşbu okuduğunuz yazı, üsluptan mütevellit farklı anlaşılabilse de, sıkıntılı bir halin ve hissiyatın tesiriyle evvela kendi şahsıma ettiğim telkinlerden ibarettir. Sürç-i lisan etmiş isek, yüksek anlayışlarınıza sığınırız. Allah’a emanet…
34
Kadran Dergi | Ĺžubat 2016
35
H. Kübra KORKMAZ
36
Kadran Dergi | Şubat 2016
2016’nın üzerinden tam bir ay geçti desem zaman ne çabuk geçip gitmiş öyle demeyenlere biraz şaşırırım açıkçası. Yeni yıl sizin için bir anlam ifade ediyor muydu merak ediyorum. Yepyeni bir sayfa açıldı hayatımıza gibi klişe sözler etmeyeceğim. Bir günde birçok şey değişebilecekken, birçok şey de aynı kalmaya devam ediyor. Benim için bir başlangıç falan değil yani. Hala 2015’teki defterime yazıyorum, hala aynı dostların yanına uğruyorum, hala biraz düşünceli biraz da dalgınım, kırgınlıklarım da geçmedi. Saat 12 olunca bütün sevinçler gelip beni bulmadı. Ve yine sevdiklerimiz kalbimizin en güzel köşesinde oturuyor, sevemediklerimiz de kapının önündeler. Kimi kapıyı çalıyor, kimisi arkasını dönmüş oralı bile değil. 2016’ın ilk günlerinde yeni bir şarkı tanıdım ve sevdim. “İlhan Şeşen-Sen Benim Şarkılarımsın.” Yeni yılın ilk gününde hayaller kurmadım. Sağa sola yeni yıl dileklerinde bulunmadım. “Mutlu Yıllar” dediler sadece. “Mutlu Yıllar” dedim ben de. Mutlu bir yıl yeter miydi hepimize? Neydi bu mutlu yıllar? Adaleti, özgürlüğü, hoşgörüyü, kardeşliği de getirir miydi yanında? Sevenler sevdiğine kavuşur muydu? Özlemlerin bittiği, vuslat olduğu günler miydi bu mutlu yıllar? Yoksa Kadran okurlarının çığ gibi çoğaldığı günler mi? Peki ya çocuklar? Onlara da mı “Mutlu Yıllar”? Onların ağlayan annelerine, Müslüman noel kutlamaz diyenlere, yılbaşı partisine gidenlere, Milli Piyango biletinin başında umut edenlere, evinde televizyon izleyenlere ve hiçbir şeyi umursamadan uyuyanlara herkese yeter miydi bu “Mutlu Yıllar”? Hayat çoğunlukla yettiği kadar. Elde etmeye çalışsan da ilerisi yok. Paylaşmayı bilmeyince de ne mutlu günler ne de mutlu yıllar yetiyor insana. Doyumsuzluk hissi sarmış dört bir yanımızı. O zaman şurdaki mutlu yılları pay edelim kendimize. Yazımı Kemal Sayar’ın Kalbin Direnişi adlı kitabından çok sevdiğim ve beğendiğim bir cümle ile tamamlamak istiyorum. “Mutluluk, mutsuzluk varsa anlamlıdır.” Hepinize çocukların şen olduğu, sevenlerin kavuştuğu, yaşamayı sevdiğimiz güzel günler dilerim. Mutlu Yıllar…
37
Ömer Faruk
38
Kadran Dergi | Şubat 2016
Rahatlamak istiyorum... Bir deliyle geçen otuz yılın hesabını şimdi vermeye başladım. Bırakmak istiyorum... Sorsalar mutluyduk oysa. Her hafta düzenli bir şekilde ziyaretlerinde bulunduğumuz akrabalarımız, ayda bir kaç kez buluştuğumuz statüsü yüksek dostlarımız, komşularımız, iş arkadaşlarımız... Hepsini bir yere toplasanız ve bizi sorsanız “Bu kadar mutlu ve huzurlusunu görmedik!” derlerdi ki hala öyle derler. Tabi! Bana soran kim? Mutsuzum... Hem de çok! Delirmeye mi başladım ne? Geçenlerde bir kaç tane kül tablası aldım, Beyazıt’tan. Hobimdir, severim ufak tefek biblo, aksesuar vesair araç gereci. Odamı görseniz boydan boya bu tarz eşyalarla doludur. Hediyelik eşyaların bulunduğu dolabım odanın en köşesindedir. Değerliler çünkü. Benim için değerli olan kıymetlidir ve fazla göz önünde bulunmamalıdır. Korkmayın insanlar için uygulamıyorum bu iddiamı. Yurtdışı ve yurtiçi gezilerinden aldıklarım ise diğer rafları doldurur. Her cuma iş çıkışı, eve gitmeden bir kaç hediyelik eşya satan dükkana uğrar, hoşuma giden bir kaç tane biblo, tablo, minik aksesuarlar alır öyle giderim evime. Yoksa dayanabilecek gibi değildir eve gitmek benim için. Oyalandığım bir kaç hobim var, katlanabilmek için bu deliye. Geçen hafta işçıkışı, haftasonumu kendim için katlanabilir kılmak adına Mehmet Amca’ya uğradım. Kül tablası beğendim kendime üç tane. Sardı bir güzel gazeteye ve üç çay söyledi, tam parayı uzattığım esnada. Mehmet Amca bu... Beni çaysız, kahvesiz asla yollamaz dükkandan. Bir de çırağı var Remzi. Liseyi terketmiş, okuyamamış. Mehmet Amca’nın minik ama bereketli dükkanında çalışıyor, emeğiyle rızkını çıkartıyor. Çaylarımız geldi, bir güzel içtik ve muhabbetimizi ziyadeleştirdik. Ben de istemeye istemeye kalktım, derisi paramparça olmuş eski sandalyeden. Müsaade istedim Mehmet Amcadan. Dertten midir kederden midir nedir, merak ettim, aklıma koydum, sigara içecektim ilk kez. Girdim bir mahalle bakkalına, sigara istedim titrek bir sesle. Hangi marka sorusunu farketmez diye cevapladım, hayatında ilk kez sigara alan ortaokul öğrencisi gibi. Paketi sakladım iç cebime ve evimin yolunu tuttum. Dayanamıyorum iyice... Dirençsizleşiyorum... Senin varlığını duysam da sensizlik yaralıyor kalbimi. Sanki sürekli birileri üstüme çullanacakmış gibi hissediyorum. Bir baskı altındayım, farkında mısın? Seslerim boğuklaşıyor ne zaman sana seslensem. Başkalarına seni anlatırken ise iyice zayıf düşüyorum. Kendi dertlerimi anlatabiliyorum yalnız kalırsam. Başkalarına anlatmak istemiyorum. Çünkü bir çoğu duymuyor bile beni. Duyanlarında bahse girerim dörtte üçü önemsemiyor. Önemseyenler de eski püskü bir radyodan çıkan sanat musikisi gibi algılıyor nidalarımı. “Konuş, konuş; biz dinliyoruz.” ...
39
Gerçi elli beş yaşında bunu yeni hissediyor olmam da ayrı bir mesele. Dünya böyle bir yermiş geç farkettim. Tek geldim, tek gideceğim işte. Seni, yakınındakiler dinlemediği gibi seni sen bile dinlemiyorsun çoğu zaman. Hep bir umut var ama içimde. Sürekli “Birisi dinlemeli beni!” diye telkin ediyorum kendimi. Bazen de aklıma geliyor. Belki de dinliyordur birisi beni ama daha hiç benimle konuşmadığı için duymamışımdır o kadife sesini. Kim bilir? Eve girmemle çıkmam bir oluyor. ... Güneş doğuyor sessiz sessiz. Gözlerimi okşamasıyla uyandım. Sanki hiç gece olmamış kadar ses var koridorlarda. Bahçeden gelen kuş seslerine tatlı ama gün sonuna doğru acılaşacağı kesin, insan telaşesi eşlik ediyor. Keyfim yok hala. Güzel gözlerini göremiyorum bu sabah. Ama ipek saçlarını okşayıp, alnına tatlı bir buse konduruyorum. Paltomu giyip, çıkıyorum odadan. Hastanenin bahçesindeki minik bir kantine oturdum şimdi. Hastane kantinleri ilginç gelir bana. İnsanlar can derdindeyken; bu zavallılar emeklerinin karşılığını alma peşinde. Yadırgayamam onları ama garip bir durum işte. Neticede onların da para kazanması, ailelerine bakması gerek. Cebimdeki bütün elli lirayı seyyar simitçide bozduruyor öyle giriyorum kantine. Neticede daha siftah şöyle dursun gün yeni başlamış. Sabahın köründe, esnafa, bütün elli lirayı uzatmak hakaret gibi algılanabilir. Genç kantinciye isteklerimi sıralayıp, alıyorum siparişimi, geçiyorum kantinin en ücra köşesine. Kalabalık kantin... Plastiğimsi karton bardaktaki sıcacık çayı içerken, fırından yeni çıktığını üzerindeki taze tüten dumandan anladığım simitten bir ısırık alıp, seyredalıyorum dışarıyı. Keyfim yok, iştahım da yok. Zaten normal olsam bir değil üç simit yerdim. Kantindeki hasta yakınlarını süzüyorum çaktırmadan. Boşluk bulursam bu satıraları yazacağım, bir nevi içimi dökeceğim. Yazarken iyi de eski yazdıklarımı okumakta zorlanıyorum. Cesaretimi kırıyor her kırgın halim. Masada, baba yadigarı defterim ve dün akşam hevesle alıp, içmemin henüz nasip olmadığı (!) sigaram... Allahtan kantinin manzarası güzel(!) Paketi açıyor ve bir iki sigarayı su gibi yakıp, içiyorum. Şaşıyorum bu halime. Yıllardır ağzıma sürmemişim. Kimlik karmaşası yaşayan gençler gibiyim sanki. Dört çayı o esnada içiyor, beşincisini almaya gidiyorum. Beşinci çayım ve defterime yazmaya devam ediyorum. Defterime yazdıklarımı okuyamıyorum artık. Yazıp geçiyorum. Çünkü ne kadar kızsam da seviyorum onu. Bu deliyle yaşamama ihtimali beni benden alıyor. Ben galiba dayanamam sensizliğe... Bırakmak istiyorum seni. Ancak böyle ereceğiz kurtuluşa...
40
Kadran Dergi | Şubat 2016
Anons ediliyor ismim. Alelacele sokuyorum defteri, sigarayı paltomun ceplerine. B blok, 5. Kata çıkıyorum, hasta odama. Kalabalık bir ekip var, telaş halindeler. Aklıma güzel şeyler getirmeye çalışıyorum. Dün aldığım yeşil renkli kül tablamı hayal etmeye çalışıyorum. Yavaş adımlarla üç beş doktor, asistan ve hemşire bulutunu dağıtıyorum çevremden. Tanıyorlar beni, bana yol veriyorlar mahzun bakışlarıyla süzerek. Odama girdiğim anda bir ses duyuyorum. Yerde parçalanan yeşil kül tablam. Üzülerek özür diliyor hemşire hanım, “yanlışlıkla oldu beyfendi.” diyor mahçup bir ses tonuyla. Bir yatağa bakıyorum bir de yerdeki yeşil parlak kültablası kırıklarına. Sabah okşadığım ipek saçların rengi soluvermiş sanki. Öptüğüm alın ölüm sessizliğine bürünen bir şehir gibi kimsesiz. Yerdeki parçalanmış kül tablası ise kullanılmadan mazi olmanın buruk haleti ruhiyesinde. Sesler kesiliyor bir anda. Boğazım düğümleniyor, gırtlağıma oturuyor bir şeyler. Nüfuz ediyor her hücreme kimsesizliğim. Kolay olanı yaptın diyorum mırıldanarak. Duyduğum ilk günden beri içimi huzur ile coşturan o kelimeler yankılanıyor kalbimde: “Sadece seni sevdim ben.”
41
Taha Yasin YILDIZ
Mevlâ sevginin menba’ı, Gönül’se onun ırmağı, Ak, çak olmuş sînelere, Olsun Rahmetin durağı, Tutuşsun aşk’ın çerâğı... Diye başladık Allâh’ın inâyet ve müsâdesiyle ve siz dostların hoşgörüsüyle.. Allâh’la aranız nasıl dostlar.. O’na dâir nasıl bir muhabbet hissediyorsunuz içinizde.. Allâh deyince yüreğinizin neşveli ritmine şâhid oluyor musunuz.. Ve bunun, O’nun sonsuz muhabbetinden yüreğinize damlattığı katrelerin bir tezâhürü olduğunu tahattur ve tefekkür ediyor musunuz..? (Benim zâviyemden bakıldığında ukalâca sorulmuş) Bu sorulara evet deme noktasına gelebildiysek, O’nu duymanın ta’rif edilmez hâlini yaşayabildiysek, O’nun tarafından bize bahşedilen hâsse-i muhabbet atkılarını, yine onun muhabbetine rabtedebildiysek, kimseyi ve hiçbir şeyi sevmekten korkmayalım.. Zîrâ muhabbetimizi gerçek Sâhibine verdiğimiz zaman, Sevdiğimiz herşeyde, yâni mahlûkat âyinesinde O gerçek Müessir’i temâşâ etmekten kendimizi alamayacağız, alamayacağız ve bize bahşedilen sevgi, duygu ve enerjisini isrâf etmemiş olacağız. Ve hem bir yönüyle de Muhabbetimizi bizi ebediyyen Terketmeyen’e hasretmiş olacağız..
42
Kadran Dergi | Şubat 2016
Sohbet-i Muhabbeti bir Muhammes’le taçlandıralım mı ne dersiniz.. MENBA’-I MUHABBET Meşher-i âlemdeki bürhânı derket, Gel! ey Âşık dîl’deki nihânı keşfet, Yektâ Dost’a yönel de merâmı şerhet, Hergîz Hakk’tan kopma bir ân bile gönül, Seni O’ndan alacak hûbânı terket.. Kalmasın derûnunda şekk ü şikâyet, Kaplasın kâlbini serâpa letâfet, Sunsun mânâdan yana binbir ziyâfet, Mâşuk’un bir nazarı eyler kifâyet, Yeter ki sen vefâdâr ol Ânı zikret.. Cân’dan geç cânı veren Cânân uğrunda, Yeşersin yedi veren yanan bağrında, Yan da gel câne, câbe bulan çağrında, Ol Cânân mihmân senin cân-ı suğrâ’nda, Terket cânı, bin fâni cânânı tardet... Tâhâ Yâsîn
Ahh bundan sonra söz mü yazılır amma neyse.. devam edelim; Sevelim! sevmekten korkmayalım! ama kimi ve neyi seversek sevelim, hep N’için diye soralım kendinize, soralım ve karşılığına her seferinde istisnasız Allâh’ı koyalım.. Bunu yapmazsak, Sevgimizi, Sevdiğimizi, Azmimizi ve dahî nefsimizi isrâf etmiş oluruz.. Sevgisini israf eden, başka şeyleri de bilincinde olarak ya da olmayarak çok rahat israf eder.. O’na duyulan sevginin ünvânı Aşk’tır, O’ndan ötürü olmayanın partallaşması mukadderdir. Allâh’a izafe edilmemiş sevgi, O’ndan ötürü tesis edilmemiş muhabbet koftur ve öyle bir sevgi ve muhabbetin, sahibine ne bu dünyada ne de ötede hiçbir menfaati yoktur... Hz. Süleymân’a atfen, Sâd Sûresi 31-32-33. ayetlerde Yüce Rabbimiz; 31 – Hani bir gün ikindi vakti ona, durduğunda sakin, koştuğu zaman ise süratli safkan koşu atları gösterilmişti. 32-33 – Onlarla ilgilenip “Ben Rabbimi hatırlattıkları için güzel şeyleri severim.” dedi ve onlar gözden kayboluncaya dek onları seyredip durdu.
43
Sonra: “Onları tekrar bana getirin!” deyip bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı. Ne güzel değil mi, sevdiğini Allâh için sevmek ve sevdiği herşeyde Allâh’ı hatırlamak.. Sonu olan, eşedd-i hubb’a değmez, Meyletme! sonu buhran u hüsrandır, Sonsuz Yâr’e muhabbet kayda sığmaz, Ol muhabbet, kula şân u nîşandır... @muhelhil “Sevme”nin mefhum-u muhalifi yerine “darılmama”yı koyalım mı müsâdenizle.? Evet, darılmamayı meleke haline getirmeyi başaramayanların ve fıtratlarının bir yanı haline getiremeyenlerin, sevme kaabiliyetleri de zayıftır, tabirimi bağışlayın ama sevme küsme arasında gider-gider gelirler.. Küsmemek lâzım dostlar, ne insanlara, ne hâdiselere, ne sebeplere, ne feleğe, ne de kadere... Allâh’ı seven darılmaz kimseye, Bilir ki Bir Hükmeden var her şeye, Müsebbib Dîl’de yer etmişse eğer, Sebepte tesir görmez hiç bir şeye... @muhelhil Elbette ve mâdem Allâh her şeyin Hâkimi, her şeyi görüyor ve O’nun izni ve müsaadesi olmadan hiçbir şey olmuyorsa, sebep kim ve ne olursa olsun, değil miki O’ndan geliyor, başımıza gelen şeylere, baş-göz üstüne deyip, büyük bir ruh olgunluğuyla hoş-âmedî edip, kullukta hep bir perde daha öteye geçme gayretinde olmak lâzım.. Mâdem “Mâdem” dedik, bakalım nazm-ı mâdem ne diyor; Mâdem bahirler ve eşcâr, O’nun kelimelerini yazmakla bitiremediği Bir Sultân varsa, ki âmennâ.. Mâdem biz ne söylersek söyleyelim, bütün sözlere hâtime çeken söz Sultânı O’ysa, ki âmennâ,. Herkes birşeyler karalarken, “Tebessüm-ü İlâhî” ile tebessüm Eden’in katında her şeyin hakîkati yazılıysa, ki âmennâ.. Mâdem bu memleketten göçüleceği haksa ve herkes için orada bir mîzân kuruluysa, ki âmennâ.. Mâdem ağlayan gözler O’nun yolundaysa, ve o gözleri ötede güldüreceğini va’d ettiyse, ki âmennâ... Öyleyse neden darılalım ve neden mahzûn ve mükedder olalım ki..? Tekrar sevgiye sevimli bir dönüş yapıp bitirelim mi..? Evet bir anlamda mü’min kendini sevdirmek zorundadır. gerçekten inanmış bir kulun kâlbine Allâh muhabbetini koymuştur ve herkes hâsse’sinin selâmetine ve enfüsî istidâdına göre hisseder ve izhâr eder. Yüreğin künhünden zâhire akseden bu aşk u muhabbet, bakıştan, davranıştan, gülüşten, sevişten, sunuştan, duruştan, kelimeleri serdedişten ve daha nice etvâr u “akvâl-i hoş”tan dökülür, dökülür ve muhatablarının (varsa) olanca kasveti, bu duruş ve dökülüş karşısında, ne müsbet, ne velûd ve sâlih çözülüşler yaşar..
44
Kadran Dergi | Şubat 2016
Zâten mü’minin, tebliğine kapı ve şehrah açan en önemli hususiyetlerinden biri de kendini sevdirmesidir, O, bünyesinde ve ruh dünyasında itici hiçbir şeyi barındırmaz ve hayat hakkı tanımaz, kimseyi ta’n etmez ve yanıltmaz, hep emânetin ve muhabbetin mücessem ve yakışıklı bir âbidesi gibi, halk arasında reftâre gezer ve ona bakan herkes, anlattıklarını ve gittiği yolu kabullenme husûsunda içiçe suhûletler ve salâhatler yaşar, yaşar ve aradığını bulmanın mutluluğuyla derin bir nefes alma eşliğinde “işte bu!” der Allâh’ın izni ve inâyetiyle... Diyememişlere de dedirtsin ve nasiplendirsin Allâh.. Bizi de vesile kılıp dedirtenlerden etsin Allâh... Vesselâm
45
Kara Kış! Ayşe BALCI
Kara Kış! Son demlerini yaşıyor hazan mevsimi. Yeşilin tüm renklerini içinde harmanlayarak sunuyor yeni rengini mevsimin. Yapraklar dallarında salınıyor aheste aheste... Ayrılığın sancısını hissetmeye başlamadan esen rüzgârın şiddetine kapılıp gidiyorlar. Ne kadar direnseler de alamıyorlar kendilerini... Hüznün en derinden yaşandığı zamanlar... Ağaçlar ise son yapraklarını dökmekte. Güneşin eski ihtişamını yitirmeye başladığı, sıcağın ise samimiyetinden mahrum olmaya başladığımız o hazan yellerinin estiği vakitler. Sonbaharda yağan yağmurların yeri de ayrıdır insanlarda. Aldırış etmez kimse, umarsızca yürümeye devam ederler. Yaprakların üzerine değen her bir yağmur damlası, acıyı hissettirir adeta. Kopup giden yaprakların mazisini hatırlatır sanki, hüzne boğarak.
46
Kadran Dergi | Şubat 2016
Şimdi elem vakti!.. Söner gökyüzünde güneşin nârı. Rüzgâr ise eser keskin bir hâl ile, yakar kavurur suratları. Haber eder aslında... “Kar geliyor, kar!” diye. Soğuk şiddetini artırmaya devam ederken; sabahları kırağıyı ağırlar çatıdaki kiremitler. Yapraklar son demlerini verip, yok olup giderken; sobalar da kurulmaya başlanmıştır. Kışa olan hazırlıklar tamamlanmıştır artık... Sessizlik kaplamıştır şehri. Ve o nazenin kar taneleri salına salına inmeye başlamıştır yeryüzüne. Çocuklar sitemkar halleriyle hapsolmuşlardı evlerine. Usul usul pencereden yağan inci tanelerini izlerken; hiçbir kar tanesinin diğerine engel olmadan yağdığını farkederler. Artık yavaş yavaş beyaza bürünmeye başlamıştır ortalık. “Kara Kış” derler ona. Neresi karadır ki bu kışın? Ağaçlar üryan düşmüş kışa. Köşe başları iliklerine kadar soğuğu hapsetmiş. Kaldırımlarda yoksul düşünceler. Hüzün büyütür bağlar, bahçeler. Dağlar sızlanır, dereler... Buz tutan sular, bir serçenin kanadında ümit... Kış zorluklarıyla gelir kapıya. Soğuğu, fırtınası üşütür insanı, titretir. Ama bir o kadar da samimiyeti artırır. Birlik ve beraberliği canlandırır. Bir sobanın etrafına ısınma bahanesiyle toplar bütün ev ahalisini. Kış denilince ‘kar topu’ gelir akla. Her insanın çocukluğunda yaşadığı o eşi benzeri olmayan vakitler... Evden annesine çaktırmadan dışarıya çıkıp, soğuk demeden arkadaşlarıyla bembeyaz örtünün üzerinde düşe kalka oynadığı zamanlar, ne tatlıdır. Kara Kış’tır onun aslı! Fırtınanın şiddetinde evi barkı olmayan canlıların kabusu! Kaldırımlar yoldaşıdır evsizlerin. Bir lokma yiyecek bulmak için avare dolaşan muzdarip serçelerin. Evine kömür götürme derdi ile yanıp tutuşan babaların. Bembeyaz dünyaya sıkışan bir masumiyeti andırır, kış mevsimi. Bencilliğin, hasedin, kinin, nefretin, mala mülke mağrur olup, şöhret fırtınalarında savrulup gidenlerin arasında hâlâ bir ümit olduğunu görmektir, karın beyazındaki saflık. Şimdi ise mevsimlerden “Kara Kış!” Asrın dertlisinin dediğini hatırlatır bize: “Acele ettim, kışta geldim!” dediği kış bu muydu ki? Kış ne demektir?!.. Kimse bilmez!...
47
Serdar ÇALIŞKAN
Çorap söküğü bir uygulama… Size verilen bir kelimenin aklınıza çağrıştırdıklarını yazıyorsunuz. Geçenlerde bir sınıfa girdim. Öğrenciler ikinci sınıf talebesi. Öğrencilere çorap söküğü etkinliğini yaptırdım. Tahtaya ‘Aşağıdaki kelimeyle ilgili altı sözcük yazınız.’ cümlesini yazdım. Öğrencilere gerekli açıklamaları yaptım. “okul” kelimesinin kendilerine neyi hatırlattığını defterlerine yazmalarını istedim. Öğrencilere beş ile yedi dakika arası süre verdim. Çocuklar o sevimli halleriyle düşünüyorlardı. Belki birazda benden kaynaklanan sebeplerle işlerini büyük bir ciddiyetle yapıyorlardı. Yazı çalışmasını bitiren çocuklar parmak kaldırdılar. Diğer çocuklarda ben “Dört tane” diğer biri “Üç tane sözcük buldum” diyordu. Çalışmasını bitiren öğrencileri tahtaya kaldırdım. Tahtaya kalkıp deftere yazdıkları kelimeleri okudular. Bir, iki, beş derken sözcükleri okuyan öğrencilerin birbirine yakın kelimeler yazdığını fark ettim. Hepsinde de ortak olan kelimeler ne kadarda hem üzücü hem de düşündürücüydü. Çocuklarda okul kelimesinin kendilerinde çağrıştırdığı iki kelime dramatikti. Bu iki kelime “Sınav ve test”di. Bu minik, şefkate muhtaç öğrencilerin okul deyince akıllarına “sınav ve test” geliyordu. Türkiye’nin herhangi bir okulunda da bu uygulama yapılsa sonucun aynı olacağına eminim. Yaşadıklarımız hüzünlü bir piyano bestesi gibiydi. Çocukların akıl ve yüreklerine Okul deyince “Canım öğretmenim, ikinci yuvamız, arkadaşlık, oyun, hep birlikte, sevgi, aile sıcaklığı…” kelimeleri gelmiyordu. Ülkemizde okul demek; sınavlar sınıflar, sıralar, müdür odasıydı. Oysaki tüm insanlığı kucaklayan Mevlanalar, Yunus Emreler, Çanakkale’de düşmanına bile su ikram eden erlerin yetiştiği bu güzel ülkede maddeci bakış açısı nasıl izah edilebilirdi ki. Ruh ve mana insanlarının abideleştiği bu topraklarda ne değişmişti. Bize ne olmuştu. Neyi kaybetmiştik ve yerine ne koymuştuk. Bin yıllık geleneğin mirasçısı olan bizler emanete (çocuklarımıza) sahip çıkabilmiş miydik? Kendi mana ve ruh dinamiklerimizi neden aktaramamıştık? Bu bir çocuktu.
48
Kadran Dergi | Şubat 2016
“Öğretmenim acıyın bize biz çocuğuz.” cümlesi yüreklerinizde bir sızı bırakıyor mu? Deneme sınavında başarılı olan çocuklar için yapılan törenler az başarılı olan talebelerin karakterlerinde eğilmeye yol açmıyor mu? Elbette öğretmeni ve öğrenciyi bir binaya koymak eğitim değildir. Eğitim; Samimiyet, değerler, rehberlik ve insan yetiştirme çilesidir. Bir öğrenci koşarken okulun bahçesinde düşer. Çocuk fenalaşmıştır. Ambulans çağırırlar. Öğrenciyi kısa sürede gelen ambulansta sedyeye koyarlar. Sağlık görevlileri, çocuğu teselli etmek için “Seni evine götüreceğiz. Baban da geliyor.” derler. Çocuk ise sayıklayarak “Beni okuluma götürün.” der. Bu olay okul müdürü ve öğretmenlerin gözü önünde yaşanmıştır. Demek ki evrensel değerler, sevgi eğitimi istenince verilebilir. Umut vardır. Ne olur bu küçük yüreklere ağır yükler vurmayalım. Önlerinde daha nice yollar var. Hz. Ali’ nin de dediği gibi önce “İnsanlardan bir insan olalım.” Bu minik yüreklerde yâdı cemil olalım. Okul deyince “canım” sözcüğü gelsin akıllarına ve öyle içten güzel yazsınlar ki. Bir şiir olsun yazılanlar. Bu çorap söküğünü dikmek bizlere düşüyor. Hepimiz el ele gönül gönüle vererek bu besteyi tamamlayalım. Besteyi yarım bırakmayalım. Sevgiyle gönüller yapalım.
49
VEDA Ahsen KESKÄ°N
50
Kadran Dergi | Şubat 2016
Koca bir veda… Geri dönüşü mümkün olmayan, “Bu olmadı, baştan alalım.” deme şansının kalmadığı, zamanın dahi ilaç olamadığı ebedi bir veda. Nerde, ne şekilde el sallanacağı ki el sallayacak vaktin bile olup olmadığı bilinmeyen bir muamma. Gidene acı, geride kalanlara ise yakıcı bir tutulma, verdiği his ise ilk günkü gibi boğazda. Ne denir, nasıl tasvir edilir bilmiyorum ama büyük bir vedanın geride bıraktıklarını yaşıyorum şu günlerde. Başa gelmeden bilinmez derler ya bu söze karşılık hep: “Ölüm işte, herkesin başına gelecek, sabırlı olmak lazım.” der geçerdim. Ta ki gözlerim ağlamaktan şişene dek. O çok sevdiğin insanın artık yanında olamayacağının farkına varana dek. Derin boşluğu hissedene dek.. Vedalar hep var aslında hayatımızda. Evden çıkıp okula/işe giderken, bir yerden bir yere yolculuk yaparken, bir odadan diğerine geçerken bile. Hepsi birer veda. Ama kimse aklına getirmiyor ki evden çıkarken belki de akşam bir daha geri dönemeyeceğini. Kimse bilmiyor, öbür odadayken aniden gitme vaktinin geleceğini. Ya da kimse düşünmüyor bugün daldığı uykudan ertesi gün uyanamayacağını.. Ölüm kendisini unutturmasını ne de güzel biliyor. Dünya telaşından, hayat meşguliyetinden kimse zihninin bir kısmında ölüm için yer ayırmıyor. Başına gelince, ancak tanık olunca dank ediyor bazı şeyler kafaya. Ağlanıyor, sızlanıyor, feryat figanlar havada uçuşuyor. Oysaki herkes biliyor ecelin elbet bir gün geleceğini. Peki o zaman.. Neden bu kadar can yakıyor ? Hemen hemen birçok kişi bir kitabını, bir cüzdanını, değerli bir eşyasını kaybedince büyük ölçüde üzüntü yaşıyor, Peki bir insanı kaybetmenin acısı neyle eşdeğer? Kitabını bulma ihtimalin var, cüzdanını da keza öyle. Eşya da elbet çıkagelir bir yerlerden. Ama gidip de gelmeyenler, kaybedilip de bulunamayan hayatlar? Bunu hiçbir teorem, hiçbir kuram ne açıklayabilir ne de geri getirmeye olanak sağlayabilir. Peki ya toprağın altı? Koyu, derin, soğuk, sessiz ve ıssız.. Fark ettiniz mi aldığını geri vermiyor toprak. “Benden yaratıldın, tekrar bana karışacaksın. Soğuğumla, ıssızlığımla bütünleşeceksin, buz tutacak her yanın.” diyor. Toprağın altı ısınmıyor mu doktor? Sahi.. Sözde bilim çağında yaşıyorduk değil mi ? Ne desem bilemiyorum diye başladım söze ama sanırım biliyormuşum aslında. Biliyormuşum da anlatmak istemiyormuşum sanki. Biraz da yüzleşmek istemiyorum belki. Ya da kim bilir, bunların hiçbiri.. Zaten burada oturup ölümü anlatmaya çalışsam ne kelimeler yeter, ne sayfalar ne de günler. Ama insanoğluyuz ya yanıyor canımız, yandıkça da yazıyoruz Rabbin izin verdiği kadar. İzin demişken. Zaten her şey O’nun izin verdiği kadar olmuyor mu? İzin verdiği kadar yazmak, izin verdiği kadar sevmek, izin verdiği kadar yaşamak. Onun biçtiği süre kadar nefes almak. Ötesine geçebilmek ne mümkün… Gidenin gelmediği, her gelenin de mutlaka gideceği bu dünyada üzmeyin, üzülmeyin. Sevdikleriniz hala yanınızdayken sarılın, daha sıkı sarılın. Ölüm var, unutmayın! Gittiğin yerde nur içinde yat güzel insan…
51
www.kadrandergi.com