Sevgili Kadran Okurları, EDİTOR Mehmet SARITAŞ GENEL KOORDİNATÖR Ömer Faruk YAYIN KURULU Şeyma ELKİT Şeyma ARMAN Osman Said GÖRSEL YÖNETMEN Büşra TÜRK YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ H. Kübra KORKMAZ YAZI İŞLERİ Tuğçe ARICAN Ahsen KESKİN Betül ŞENOL SOSYAL MEDYA Nuray GÖNCÜ Emre KIZILIRMAK
Yepyeni, taptaze, capcanlı bir sayıyla daha karşınızdayız. Martın kapıdan baktırdığı şu günlerde yeniden canlanan tabiat, renk renk açan çiçekler misali, biz de bahara açtık gözlerimizi. Kışın zemheri soğuğundan çıkmakla beraber buz tutmuş yürekleri çözmeye, üşümüş gönülleri ısıtmaya, kahvenizin yanına misafir olmaya geldik. Ocak ve şubatın mahmurluk sonrası gelen mart, hem bizlere hem de yazılarımıza bir ilkbahar tazeliği getirdi. Geçtiğimiz iki sayıdan da aldığımız dönütlerle daha da işimize sarıldık. Kadran, 7’den 70’e ulaşan geniş kitlesiyle, her geçen gün çoğalan kadrosuyla, eleştirmenlerden aldığı tam notla bu ay da damağınızda eşsiz bir tat bırakmaya geliyor. Yazarlarımız yine dört gözle bekliyor sizle buluşmayı. Yazılarımız ise gönül bahçesinden birer esinti ayrı ayrı. Kadran, martta bir başka özel bir başka güzel. Gözlerini hayata yeni açan bir kelebek kadar da neşe dolu. Sizlerden geri dönüş almayıheyecanla bekliyor ve mart ayını bu kadar övdükten sonra kazma kürek yaktırmamasını diliyoruz. Çocukların ip atladığı, yağmurların cambazlık yaptığı, cümlelerin ise aşkla çarptığı nisanda buluşmak ümidiyle. Sevgi ve muhabbetle…
YAYIN TÜRÜ Yaygın Süreli İLETİŞİM www.kadrandergi.com iletisim@kadrandergi.com / kadrandergi
Mehmet SARITAŞ
Kadran’da Bu Ay...
4
Uzat Elini Amelie irfan KARADENiZ
6 8 18 20 26 28 30
12
Goji Berry Nedir? Şeyma ARMAN
KALBİNİZİ DİNLEYİN Edanur CEBECi�
SIRMA SOKAK Beyza AKPiYAL
KÖY ÇOCUKLARI H.Kübra KORKMAZ
BAŞKALARININ SESİ OLABİLMEK Esma GENÇ
EUREKA Rabia BULDUK
DEVÂ’YI HÂVÎ’DİR CEFÂ... Taha Yasin YILDIZ
MAVİYDİ İSTANBUL Tuğçe ARICAN
32 34 36 38 40 42 44
22
Yurtdışı Günlükleri
Hollanda/Zwolle Ebru BOZKURT
REHBER Aybike ULUBAŞ
SEMTİMİZ Sabriye EREN
ŞEB-İ YELDA Handan DALSAR
BİR HASTANE KÖŞESİNDE Ahsen KESKiN
ZEHR-İ BAL Betül ŞENOL
FİDAN Selin EKER
TOPLUMSAL NORMLARDA KİŞİSEL REFOR MLAR Süleyman GÜNEY
İrfan Karadeniz
Sevgili Amelie, Montmartre sokaklarında masalsı kaderinle yüzleşirken sen, hayatının ‘Best offer’ını almaya ramak kala acıyı sevmenin ne kadar zor olduğunu anlıyordu Mr.Old Man. İnsanlar ne kadar mutlu, çehreleri neşe saçıyor tek çıkarı ekmek parası olan dükkânların önünden yürürken. Canın mı sıkkın Amelie? Hiç bitmeyen dertlerinden Camel sarmadı da Parliament’e mi geçtin yoksa? Arayacak çok dostun vardır ne de olsa barışın ve sevginin yeşerdiği güzel dünyanda.. Kaldırımlar mı, evet ne kadar iyi döşenmiş, her baktığında görüyorsun aslında düzenin yeni dünya düzenine hiç benzemediğini. Bütün yazlar 500 gün sürer zaten Amelie. Kışlar, sobanın yanına çömelip az kestane pişirmedin tabi. Dışarı çıktığında arkadaşların adınla dalga geçmedi hiç ‘amele’ diye. Aşık mı oldun? İşin rahat, Paris’te bir gece yarısı nostaljik bir araba götürür seni Hemingway’in yanına. Çizer Picasso bütün şeffaflığıyla tertemiz yüzünü, mütevazı ‘sen’i. Vitrinde parlayan gelinliğin üzerinde gördüğün fiyat mı moralini bozdu Amelie, yoksa esnafın güleryüzlülüğü mü duygulandırdı da ağladın gece boyu.. Ne kadar da hoş mahalle seninki, yetmişinde gözleri görmeyen teyzem bastonuyla bak ayağı takılıp düşen yavrucağın başına toplanan mahalleliyi gösteriyor. Maskeli süvariler var dört bir yanda adalet meşalesini koruyan, sakladıkları birer masum yüz oysaki, teraziyi tutan hamfendi ne kadar enerjik ve stabil. Hani bir Denzel yok intikam peşinde, dejavu yaşayan.. Hani nerde er Ryan’ı kurtaran mübarek? Nemoyu buldun tabi, ejderhanı da eğitirsin artık haksızlığın adı bile geçmeyen bu rüyalar ülkesinde. Bu dünyada titanik batmamış diyorlar Amelie, yürüyen ölüler birbirinden güvenilir ve dürüst.. O tozu dumana katan, şahlanan kuheylanın üstünde ihtişamıyla duran delikanlı Don Kişot mu yoksa? Ayakkabılarını boyamamışsın bugün, saçların da baya uzamış hani, iki hafta mı oldu kesmeyeli? Tek derdin karşı binadaki saydam pencereden senin fakir odana bakan çocuk muydu yoksa? Bakma sakın aşağıya Amelie, göreceğin zifiri karanlık ve çığlıklar korkutur seni. Gökyüzünden gelen ilginç sesler de cabası. Ver elini, çek bizi bu her köşesi leş, kandan geçilmeyen, korku ve kederin seribaşı yaptığı bu yerden. Sen, ben ve diğerleri.. Tabi tabi o da gelsin, o mu çok güzel kızdır, o olmaz biraz huysuz, bu değil, bu hiç değil.. Benim dünyam iste Amelie, hâlâ bencillik yaşıyoruz, hadi uzat elini çok geç olmadan vakit, günahıma girmeden, katilim olmadan… 4
Kadran Dergi | Mart 2016
5
Edanur Cebeci
6
Kadran Dergi | Mart 2016
Sessizlik, kelimesizliğe mahkumluk gibi görünse bile, onun kadar asil bir mahkumiyet yaşanamaz belki de. Seslerden ve sözlerden ayrı olmak onlara uzak olmak değil, bilakis daha çok yakınlaşmak olabilir günden güne. Buna misal kimi tebessümlerdir ki, mısraları hanımeli kokan şiirler biriktirir içinde. Fakat hal böyleyken hayat hep zıtlıklarla yaşanır ya, insan gölgesi gibi bir an olsun yanından ayrılmayan hüznünü paylaşmak ister, ama hangi dille ve nasıl bir tarif ile? Sözcükler anlamını yitirdiğinde, bir de sözlüklere bir türlü yerleştirilemeyen bir duygu söz konusu olduğunda sessizlik, kalbe açılan en güzel pencere belki de. Çünkü zamanın akışına kapılıp giden çoktur da, asıl zor olan o süratin içinde olmasına rağmen onu durdurmak isteyerek gözlerini kapayıp nefes almasıdır insanın, yaşadığını hissederek nefes alması. En önemlisi ‘kalbini hissederek’ nefes alması… kalp demişken; hatırlamak için bir vakit cebe iliştirilen ve ardından unutulan, çok sonraları hatırlandığında ise her yanı buruşmuş haldeki bir kağıt kadar hor kullanılamaz ve hafife alınamaz bir kalp. Zarifoğlu’ nun dediği gibi “kalbi hatırlamak” sa marifet ve onu hatırladığı kadar insan olduğunu hatırlayabiliyorsa bir kimse, tabii olarak baktığı her şeyde hep kalbini hatırlatacak bir iz görmek ister, ve isteyen gözler görebilir de. “Aramakla bulunmaz ancak bulanlar arayanlardır” düsturunca, ruhun arayışta olması gerekir, gönlün teskin olabilmesi için. Bu gerçeğin önemi silindikçe yaşantılardan, insanlar gün gelir bir yolda yürür de ağaçların farkına varamaz. Ağaçlar bir yana gökyüzünün bile farkında olamaz… günden güne gönlü çürüyen ve sanki ruhu çıkarılmış gözlerle etrafa bakan bu insanlar, dumanı göğe yükselen alevler misali birer imdat çığlığı değil de nedir? Herkes yaşadığı hayata dair farklı bir değer biçtiğinden kimileri için kalbi dinleyebilmek anlamsızken, kimileri içinse yaşamı yaşanılır kılan en önemli nedenlerden. Nice hassas terazilere konulup tartılan ve ölçülüp biçilen düşünceler olduktan sonra, doğruluğunu en başta vicdan kabul ettikten sonra, kalbini dinlemeyenlerin sayısı etrafınızda çoğalmış çoğalmamış ne fark eder? Siz ‘onu’ dinledikten sonra… Sessizlikler biriktiğinde, dile gelen her söz kıymetlidir. Değil mi ki sözlerin yürekte kıvamını bulması için de “zaman değirmeni” gerekir. Bu değirmende öğütülen her ânınıza geriye dönüp baktığınızda, yüzünüzde tebessümün çiçek açabilmesi için ve pişmanlığın gölgesinin üzerlerinde bulunmaması için, kalbinizi dinleyin.
7
SIRMA SOKAK Beyza Akpiyal
Bir yolculuğa çıkalım istiyorum sizinle. Bir zaman yolculuğu. Çocukluğuma gidelim beraberce. O en masum en parlak olduğumuz zamana dönelim. Sırma Sokağa gidelim. Çocukluğumun her adımını kucaklayan Sırma Sokağa. Dar sokaklarında seksek oynayalım. Misket oynayalım. Sokağı adeta bir geline çeviren bembeyaz zambakları koparıp tersten parmaklarımıza geçirerek cadı tırnağı yapalım kendimize. Akşam ezanına kadar eve girmeyelim. Camlarda bizi gözleyen annelerimize seslenelim. Ekmek salça isteyelim bir de su. Mahallede tek bisikleti olan kişiyi uzaktan hasretle seyredelim. Bahçelerdeki toprağı ıslatıp çamurdan tencere yapalım. Cesur olanlarımız sıcak yaz gecelerinde çekirgeleri kuyruğundan yakalasın. Karpuzu dilimiyle yiyelim. Suları askın dirseklerimizden. Dut ağacına çıkıp silkelesin birimiz. Yere düşen dutları toplayıp yiyelim. Ne yersek bölüşelim ama. Öyle öğrendik çünkü. Kış gelsin sonra. Kestane yiyelim, portakal kabuklarını sobanın üstüne koyup kokusunda dalalım uykuya. Sobada pişmiş sıcak ekmek kokusuna açalım gözlerimizi. Kar yağsın ve biz pet şişelerimizin üstünde kollarımızı açarak süzülelim yokuş aşağı. 8
Kadran Dergi | Mart 2016
Sonra Nihan teyzeye götüreyim sizi. Hanımeli kokan bahçesine girelim. Cebinden hiç eksik etmediği şekerli leblebilerinden versin bize. Başımızı okşasın. Dünyadaki en sıcak tebessümlerden tebessümüyle gülümsesin. Çiçekli basma fistanıyla, beyaz tülbentiyle, çakır rengi güldükçe kısılan gözleriyle herkes tanırdı Sırma sokakta Nihan teyzeyi. Ha bir de güldükçe parlayan takma dişleri. Hep parlardı çünkü Nihan teyze hep gülümserdi. Sanki dünyadaki en huzurlu kalp kendine aitmişçesine, sanki tüm mutluluklar kendisine bahşedilmişçesine gülümserdi. Bütün saadetleri mümkün kılmışçasına. Aslında pek bir şey bilmezdik Nihan teyze ile ilgili. Kimdi, nereden gelmişti, neden yalnız yaşıyordu? Tüm bunlar birer meçhuldü bizim için. Fakat bu soruların hepsi verdiği şekerli leblebilerle uçuyordu aklımızdan. Ne çok severdik o leblebileri. Rengârenklerdi. Her elini cebine atışında heyecanlanıyorduk acaba ne renk leblebi verecek diye. Hem hepsinin bir anlamı vardı bizce. Beyaz leblebi mutluluk demekti mesela. Pembe leblebi para ve mavi leblebi şans. Leblebileri kadar tatlı sözleri vardı Nihan teyzenin. Bir defasında “Benim yıldız gözlü kızım” demişti bana, “Nasıl da parlak parlak gözlerin.” Gerçekten yıldız gözlü müydüm bilmiyorum ama eve koşup anneme “Anne Nihan teyze dedi ki benim gözlerim yıldız gibi parlıyormuş” demiştim. Tebessümle cevap vermişti annem. Çocukluğumun en değerli parçası oldu Nihan teyze. Hiçbir zaman unutmadım onu. Bir zaman sonra ayrılmak zorunda kaldık Sırma sokaktan. Hanımeli kokusu, şekerli leblebi, seksek oyunu hepsi birer anıya dönüşmüşlerdi. Yılların da yolların da eskitemediği anılar. Sonra bir gün annemle yeni evimizin balkonunda oturmuştuk. Günün yorgunluğunu maziyi düşünerek atmak isterken düştü aklıma Sırma Sokak. Ve tabi Nihan teyze. Anneme sorum Nihan teyzeyi sence nasıldır diye. Hala gülümsüyor mudur öyle? Dört yanımızı çeviren beton bloklar onun hanımelilerini de koparmış mıdır? Leblebileri hala revaçta mıdır çocuklarca yoksa artık bonibonlar mı almıştır yerini, o güzelim leblebilerin? Anneme Nihan teyzenin neden yalnız olduğunu sordum. Yok muydu kimi kimsesi? Hem kimsesi olmayan insan öyle huzurlu gülümser miydi? Bir insana kedilerin saksılarını devirmesi bile tebessüm ettirir miydi? Annem önce sessizce beni dinledi sonra başladı anlatmaya hikâyesini Nihan teyzenin. Başka pek kimselerin bilmediği fakat şimdi sizin de öğreneceğiniz bu hikâyeyi. Dünyaya gözlerini yetim açmış Nihan teyze. 3 yaşında öksüz kalmış. Hayata en güçlü dayanaklarını kaybederek başlamış. Amcasının çiftliğine vermişler sonra. Orda yaşamaya başlamış. Çok iyi kalpliymiş amcası. Anne babasının yokluğunu hissettirmemeye çalışmış Nihan teyzeye. Fakat kader bu, 12 yaşındayken amcasını da toprağa vermişler. Dünyada tanıyıp sevdiği ilk insanı da böylece kaybetmiş. Amcasından sonra bütün işleri üzerine yığmış yengesi. Ev ilerini de o yapmış, koyunlara da o bakmış. Genç yaşında kız başıyla çoban olmuş Nihan teyze. Bir çobana vurulmuş sonra. Kaderinin bir yazıldığı bir çoban. Çoban da sevdalanmış Nihan teyzeye. Kim sevdalanmaz ki o çakır gözlere? 9
Yengesi önceleri diretse de izin vermiş evlenmelerine. Ve dünyanın en huzurlu yuvasını kurmuşlar. Öyle demiş nihan teyze anneme. Köyde yaşamak zorlaşınca şehre göç etmişler. Pek sevmemiş Nihan teyze şehri. Doğduğu topraklardan ayrılmak zor gelmiş ama huzurları varmış ya o yetermiş. Bir de erkek yavruları olmuş dünyanın en mutlu çiftinin. Birbiri için çarpan bu iki yürek, bu coşkun sevda, bu huzurlu hane artık 3 kişilikmiş. Öyle basit bir sevgi değilmiş Nihan teyzeyle eşinin sevgisi. Öyle ki her maaş alma gününde bir demet hanımeli ile gelirmiş eve eşi. Bir de şekerli leblebi getirirmiş yavrularına. Bir demet hanımeli ile bir gazete kağıdına sarılı şekerli leblebiler bir insanı dünyanın en mesut insanı yapmaya yetermiş meğer. Bir gün… Bir kara gün. Yürekleri yakan bir haber çökmüş evlerine. Dağlamış yüreklerini. Eşi kalp krizi geçirmiş iş yerinde Nihan teyzenin. Hayatına öksüz yetim başlayan, çocuk yaşında tek tutunacağı dalını da kaybeden Nihan teyze şimdi öteki yarısını kaybetmiş. Bir yürek kaç defa dağlanır böyle? Bir yürek en fazla ne kadar acıya dayanır? Nihan teyze dayanmış işte. Tek varlığı oğluyla bir başına kalmış yüreğinin yangınıyla.
10
Kadran Dergi | Mart 2016
Yıllarca çalışmış, didinmiş okutmuş oğlunu. Üniversiteyi kazandığını öğrenince dünyanın en mesut insanı olmuş. Dünyadaki tek varlığı, eşinin yadigarı yavrusu şimdi okuyacak ikisini de rahat ettirecekmiş. Ama uzun sürmemiş bu mutluluğu da. Gencecik evladı bir kör kurşunla öldürülmüş. Dünyadaki tek sevdiği insanı da yitirmiş Nihan teyze. Bir başına kalmış. Bir başına tutunmaya çalışmış hayata. Alnının teriyle kazanarak yaşamış. Yaşamaya çalışmış. Yaşamak zorunda olduğunun farkındaymış çünkü. Yığılmış üstüne hayat çilesi, boğuşmuş elleri buruşana dek. Çalışamayacak kadar yaşlandığını, yorulduğunu hissettiği günlerden birinde bir haber gelmiş köyden. Vefat eden yengesinden ardından kalan bir haber. Amcasının son isteğiymiş mirasından Nihan teyzeye de hak verilmesi. Yengesi de yerine getirmiş bunu göçüp gitmeden önce. Elinde avucunda ne varsa satıp bu parayı da kullanarak gelip Sırma sokağa yerleşmiş Nihan teyze. Bizim Nihan teyzemiz olmuş. Hikâyeyi dinleyip hafifçe yaşaran gözlerimi sildikten sonra fark ettim bahçeden eksilmeyen hanımelilerin ve cebinden eksilmeyen şekerli leblebilerin bir de tebessümün nedenini. Dünyaya meydan okuyan bir tebessümdü bu. Sanki hiçbir acı yüreğine işlemezmiş gibi bir tebessüm. Bütün sevdiklerini kaybetmiş, hayatta kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış birinin gamsız tebessümüydü. Bütün acıları omzundan silkeleyerek atarcasına, hayata kafa tutarcasına. Bizimse hala yakında veya uzakta yanımızda veya değil sevdiğimiz insanlar var. Gülümseyebileceğimiz, sarılıp muhabbet edip yorulduğumuzda omzuna sığınabileceğimiz. Öyleyse hala neyi bekliyoruz tebessüm etmek için? Her şey yolundayken neden ufak şeyleri kendimize dert etmekten vazgeçip sevdiğimiz her insan, aldığımız her nefes hissettiğimiz her sevgi için şükretmiyoruz? Neden bu mutsuzluk hani nerde tebessümümüz? Her şey için geç olmadan sesini duy şimdi sevdiğin insanın. Gülüşünü gör. Sarılışını, sevgisini hisset. Sevdiklerin hala yanındayken onları yaşa ve sonsuz şükret. Hayyamın şiirinde dediği gibi; “Her şeyi düzene koymuşsun gibi yaşa İçindeymişsin gibi yemyeşil bir sevincin Sanki geçimin falan yolunda Çiy gibi oturdun say yeşillikte bir gececik Kalkıp gidiyormuşsun gibi sabahleyin.”
11
GOJİ BERRY NEDİR?
Şeyma Arman
Günümüzde en çok konuşulan konulardan biri de hiç şüphesiz kurt üzümü olarak da bilinen gojiberry ve onun zayıflatıcı etkisi. Peki faydalarını bildiğimiz kadar zararlarını da biliyor muyuz? Muhtemelen birçoğumuz zararları konusunda bilgi sahibi değiliz, bundan dolayı şimdi sizlerle hem faydalarını hem de zararlarını paylaşacağım. Öncelikle biraz geçmişe gidelim ve bu üzümün tarihini kurcalayalım.Goji küçük yumuşak meyveleri olan 1,700 yıl boyunca Tibet’te üretilen çalı formunda bir bitkidir. Tibetliler yüzlerce yıl gojiden yaptıkları ilacı, böbrek ve karaciğer tedavisinde kullandılar. Günümüzde her ne kadar zayıflamak için kullanımı yaygın olsa da aslında daha birçok sağlık probleminde kullanılabilir.
12
Kadran Dergi | Mart 2016
Öncelikle etkilerini anlamak için bileşimini inceleyelim. • Vitaminler ve minerallerden oluşan bir protein deposudur. • İçeriğinde yüzde 68 Karbonhidrat, yüzde 12 protein, yüzde 10 lipit ve yüzde 10 lif bulunmaktadır. • 11 Temel mineraller: Kalsiyum, Potasyum, Magnezyum, Sodyum,... • 21 İz mineralleri: Demir, Çinko, Bakır, Selenyum, Manganez, Germanyum,... • 18 amino asit: Methionine, Leucine, Isoleucine, Lysine, Phenylalanine, Threonine , Tryptophan, Valine, • 6 temel Vitamin: C, B1, B2, B3, B5 ve E Vitamini. • 8 polisakkarin ve 6 monosakkarin şeker • 5 doymamış yağ asidi, temel yağ asitleri, linoleik asit, alfa-linoleik asit, beta-sitosterol ve diğer pitosteroller • 5 karotenoid: Beta-caroten, zeaksatin, lutein, likopen, kriptoksatin • Sayısız fenoler ki bunlar antioksidan özellikleri gojiye kazandırır. • 100 gram kurutulmuş gojiberry 370 kaloridir. Bileşimini incelediğimize göre şimdi sıra faydalarını incelemeye geldi. 1. Kanseri önlemeye yardımcı olur. Gojiberry, kanser önleyici bir madde olan Germanyum içeren tek meyvedir. Germanyum, bir iz mineralidir. İnorganik formu çok zararlı olmasına rağmen germanyumun organik formlarının sayısız faydası vardır. Germanyum çok güçlü bir antioksidandır. Organizmanın bağışıklık sistemini güçlendirdiği gibi vücudun toksinlerden arınmasını sağlamakta, yaşlanmayı geciktirmekte, adaptojen özelliğiyle kandaki pH, potasyum, kalsiyum, trigliserit, bilirubin ve ürik asit seviyesini normalleştirmekte, tiroit bezinin düzgün çalışmasını ayarlamakta ve damarların tıkanmasını engellemektedir. Her gün düzenli alınan Gojiberry, kanımızı temizleyip Akyuvarlarımızı sağlıklı hale getirmekte çok etkilidir. Goji içeriğindeki özel polisakkaritler ve antioksidan maddeler kansere neden olabilecek genetik DNA bozulmalarına engel olur. Ayrıca içerdiği provitamin A (Beta Karoten) sayesinde hücrelerin sağlıklı gelişmesinde, kemik oluşumunda, derinin korunması ve yenilenmesinde de önemli rol oynamaktadır. Vücudumuzu serbest radikaller yüzünden oluşabilecek zararlardan korur bu açıdan kalp hastalıkları ve kansere karşı önlem açısından rolü büyüktür. Ayrıca deriyi güneş ışığına karşı koruyarak Cilt kanseri olma riskini çok azaltır.
13
2. Kalp-damar sağlığı için önemlidir Düzenli olarak Gojiberry tüketmek, kardiyovasküler sağlığı ve kandaki kolesterol seviyesine olumlu anlamda direkt etki edebilir. Gojiberry meyvesi yüksek derecede diyet lifleri içerdiğinden kalp krizi riskini oldukça azaltabilir. Bunun yanı sıra kolesterol seviyesini sağlıklı düzeylerde tutmayı başararak kalp sağlığına fayda sağlar. Bütün bunların yanında Gojiberry kanın temizlenmesine yardımcı olur. Böylece kan dolaşımını maksimum seviyeye çıkararak damar tıkanıklıklarına ve damarların etrafında plaklar oluşmasına engel olabilir. Ayrıca, Gojiberry kan dolaşımını artırarak bünyede sağlıklı bir oksijen dolaşımının gerçekleşmesini, kan hücrelerinin sağlıklı oksijen alımını sağlar. 3. Akciğer sağlığı Düzenli olarak Gojiberry tüketmek akciğer iltihaplarına faydalıdır. Bunun yanı sıra bol miktarda C vitamini içerdiği için solunum yolları enfeksiyonlarını engelleyici özelliği vardır. 4. Astı ma iyi gelir Gojiberry’nin solunum yollarına faydalı olduğu ve etkili bir antioksidan olduğunu belirtmiştik. Bu özelliği astım hastalığı başta olmak üzere bronşit gibi solunum yolları hastalıklarına da fayda sağlamaktadır. Gojiberry meyveleri, astım hastalığını iyileştirmekten ziyade astım ataklarının daha hafif geçmesine yardımcı olabilmektedir. Fakat, bronşit hastalarının hızla iyileşmesini sağlayabilir.
14
Kadran Dergi | Mart 2016
5. Böbrek sağlığı için faydalı mineral ve vitaminler içermektedir. Bunun yanında genel anlamda sindirim sistemi sağlığını korur. 6. Gribi iyileştirir. Gojiberry meyvesi kış aylarında soğuk algınlığından kaynaklanan grip hastalığını iyileştirebilir. Süte karıştırılarak sabah ve akşam tüketilmesi aynı zamanda grip hastalığına karşı direnci artırır. 7. Göz sağlığının korunmasında da etkilidir. Gojiberry’nin sürpriz bir şekilde göz sağlığını koruduğu bilimsel olarak ispatlanmıştır. A vitamini, zeaksantin, beta karoten gibi göz sağlığı açısından hayati önem taşıyan mineral ve vitamin içeren Gojiberry, içerdiği bu besin ve minerallerin yardımı ile katarakt oluşmasını önlediği gibi, yaşlanmadan kaynaklanan görme sorunlarına yakalanma riskini azaltabilir. Gojiberry ayrıca göz hücrelerinin çoğalmasını sağlar ve göz hücrelerinin sağlığının korunmasında etkili rol oynayabilmektedir. 8. Kalsiyum açısından zengin olduğu için kemik sağlığına faydalıdır. GojiBerry tatlı olduğu için çocukların tüketmesi kolay olur, çocukların sağlam iskelet yapısının oluşmasını sağlayabilir. 9. Kemik sağlığı yanında kas sağlığına faydalıdır. Aynı zamanda yağ yakıcı özelliği olduğundan dolayı kaslardaki fazla yağları ortadan kaldırır. 10. Zihin sağlığı için oldukça önemli olan GojiBerry merkezi sinir sistemi sağlığını korumaya yardımcı olur. 11. Uykuya yardımcı olur. GojiBerry meyveleri çok yaygın bir şekilde uyku sorunlarından muzdarip olan kişilere önerilmektedir. GojiBerry hem uyku kalitesini arttırarak dinlenmeyi sağlar hem de uyku sorunu yaşayan kişilerin bu sorunu çözümü noktasında etkili rol oynamaktadır. Tüm bu faydalarının yanında dikkatli kullanılmaz ise bazı sağlık sorunlarına neden olabilir. Peki bu sağlık problemleri nelerdir şimdi de bunlardan konuşalım. 1. Warfarin ile etkileşim: Gojiberrywarfarin gibi kan kan inceltici kan pıhtılaşmasını önleyici ilaçla alındığında yan etkilere neden olabilir. Kan inceltici ilaçlar kullanıyorsanız Gojiberry tüketiminden uzak durmalısınız. 2. Diyabet ilaçları ile etkileşim: Diyabet hastaları kan şekeri seviyesini kontrol altında tutmak belirli dozlarda ilaç alırlar. Goji meyveleri pankreasın çalışmasını ve insülin üretimini etkilediği tespit edilmiştir. Diyabet ilaçları kullanan kişiler Gojiberry tüketiminden uzak durmalıdırlar..
15
3. Hipertansiyon: Fazla yenirse Goji meyveleri, vücudun kan basıncı düzeylerini olumsuz etkiler ve hipertansiyona neden olabilir. 4. Polen alerjisi: Polen alerjisi olan kişiler Gojiberry yerseler, hırıltı, hapşırma, kaşıntı, burun tıkanıklığı, gözlerde kaşıntı gibi sağlık sorunlarına neden olabilir. Ciltle alakalı sorunlar olursa doktora başvurmanız önerilir. 5. Uykuyu olumsuz etkiler: Goji meyveleri sadece gündüzleri alınmalıdır. Gece Gojiberry yemek uykuyu kaçırır, olumsuz etkisi olur. Eğer fazla tüketirseniz aynı şekilde uykusuzluğa neden olur. 6. Enerji seviye artırır: Aşırı şekilde tüketimi enerji seviyesini ciddi anlamda arttırır ve bu zararlıdır. Çok fazla enerji konsantrasyon bozukluğu, hiperaktiflik ve huzursuzluk gibi sorunlara neden olur. Bu yüzden Gojiberry tüketimi aşırı olmamalıdır. 7. Kan akışını artırır: Goji meyveleri vücutta kan akışını artırabilir. Fazla Gojiberry yemek, han akış hızını normalden fazla seviyeye çıkarır ve bu özellikle yaşlıları etkileyen hemofili gibi olumsuz koşullara neden olabilir. 8. Baş dönmesine neden olur: Goji meyveleri aşırı tüketildiğinde baş dönmesi, göz rahatsızlığı, bulanık görme ve halüsinasyonlar gibi şiddetli yan etkilere yol açabilir. 9. Yüksek selenyum düzeyi: Goji meyveleri bol miktarda selenyum içeren ve fetusun büyümesini etkileyebilir. Bu özelliğinden dolayı, hamile kadınlar bu meyveyi yemekten kaçınmalıdırlar. 10. Aşırı Gojiberry tüketimi sindirim sisteminde hazımsızlık, bulantı, kusma gibi sorunlara neden olabilir. Peki bizler bu meyvesi ne kadar kullanmalıyız ve nasıl tüketmeliyiz? 1. Gojiberry çayı yapabilirsiniz. 8 tane gojiberryi 1 fincan suyun içine atın ve 5 dk demlenmesi için bekleyin. Aç karnına sabah, öğle, akşam tüketebilirsiniz. Kalan posalarını da ayrıca tüketebilirsiniz. 2. Aç karnına günde 10 tane tüketebilirsiniz. 3. Ara öğününüzde yoğurtunuz içine 8 tane gojiberry ilave edebilirsiniz.
16
Kadran Dergi | Mart 2016
17
Fotoğraflar: İnstagram/raskolnijkov
Köy Çocukları H. Kübra Korkmaz
Günlerdir ne yazsam ne yazsam diye düşünürken bir filmde denk geldiğim “Yazamıyorsan kendini yaz” repliği geldi aklıma. Galiba 2’li yaşlara yeni girmeme rağmen 80’li yılların muhabbetlerine yabancılık çekmeyip, kendimi bir hayli büyük hissettiğim akranlarıma garip gelebilir. Ee şimdi siz diyeceksiniz “Sen nasıl fark ettin bunu?” Haklısınız buyurun şöyle anlatayım. Hani şu sınav döneminin bittiği bütün öğrencilerin aylak aylak şehri dolaştığı, geceleri de sabaha kadar film izlediği zaman olur ya onlardan biriydi. Aylardan Mayıs. Bütün arkadaşlarım da ben gibi Eğitim Fakültesi Mağduru. Ee hangi filmi izlesek diye düşünürken biri ordan hepimiz öğretmen olacağız “Bir Bavul, İki Dil” diye bir öğretmeni anlatan film var onu izleyelim dedi. Belki içinizde izleyenler vardır. Doğu’da bir ile atanan öğretmenin çektiği zorlukları anlatıyor. ÖğrencilerTürkçe bilmiyor, öğretmense Kürtçe. Filmin onuncu dakikasına geldik, bizimkiler başladı ah, vah, tüh, ayy yazık demeye. Neymiş efendim sınıf sobalıymış, neymiş defteri bile olmayan öğrenciler varmış. Hiçbirinin önlüğü aynı değilmiş, aileler çocukları eğitmekten çok uzakmış, film çok 18
abartılmış, Türkiye’de böyle yerler var mıymış, yok artık kalmamışmış… Ha ben mi? Ben de öyle ah vah falan yok ay bu bizim okulun aynısı diyerek izliyorum. Öğrencilerin bazılarını şu Mustafa’nın aynısı, şu kız da az Ayşegül’ü anımsatıyor diyerek eski günleri yad ediyorum. Ne yaptım ne ettimse benim okulumun filmdeki okula benzediğine inandıramadım bizimkileri. Sonunu da izlemeden çıktım. Oturdum uzun uzun düşündüm. Acaba ben mi abartıyorum yoksa onlar da herkes gibi yaşamadığı zorluğa yok mu diyor diye. Geçen gün de sosyal medyadagezinirken bir fotoğraf gördüm. Gülerken gözlerinin içi parlayan köy çocukları vardı. Birçok şehirlinin(!) dikkatini çekmediğini düşündüğüm bir ayrıntıya rastladım.. Bütün kızların montu pembeydi. Erkeklerinki de siyaha çalan bir lacivert. Ama yine hepsi aynı renk. Birkaç kişide de birbirinden farklı olmayan bere vardı. Ben büyünceye kadar zaman çizgisinden yirmi yıl geriye atılmış bir köyde yaşadığımı fark etmemiştim. O kadar zorlukla farkında olmadan mücadele ettiğimizi de. Montları kaymakamlık gönderirdi köye. Köyün tüm çocukları aynı montu giyerdi. Sınıfta babası çalışanlara vermezlerdi o montlardan.
Kadran Dergi | Mart 2016
Pek de güzel olmamasına rağmen üzülürdümalamayınca. Montu alan hava atardı sınıfa, kimse fakirlikten dolayı küçük görmezdi kimseyi. Tarih öğretmenlerimizin İngilizce derslerine girdiği sobalı sınıflarımız vardı. Bizim okulda bir öğretmenin bir dönemden fazla durduğunu bilmem. Telefonun yalnızca cam kenarında çektiği, ailelerin veli toplantılarına uğramadığı, öğrencilerden zar zor topladığı paralarla aldırdığı gazete kaplı birkaç kitabın olduğu okulu bırakıp gitmek pek de zor olmuyordu demek ki. Babam bana üç tane okuma kitabı almıştı. O kitapların her satırını ezberlediğimi hatırlıyorum.Bizim okulun ilk günü balonların dağıtıldığı okullardan haberimiz yoktu. Sınıfta şehri hiç görmemiş birçok arkadaşım vardı. Hatta öyle ki bir gün öğretmenin cam kenarında duran telefonunun ekranına bakmıştık. Şimdinin büyük operatörü “Aysel” yazıyordu. Birkaç arkadaş konuşup “Aa ne güzel eşinin ismini ekrana yazmış” demiştik. Bugünlerde bir saniye bile elimizden düşürmediğimiz teknolojiden böylesine uzaktık işte. Okuldan dönünce oyuna koşar akşam olmadan da eve dönmezdik. Ödevleri hangi ara yapıyorduk bilmiyorum. Yapıyor muyduk, ödev var mıydı hatırlamıyorum. Şimdilerde hangi çocuk oyun oynarken düşüp kolunu çatlatmıştır, ben 15 gün kolum alçılı oyun oynamaya devam etmiştim.
Bizim okulu köyün en tepesine yapmışlar niye bilmiyorum, yetmiş basamaklı merdivenlerden çıkıyorsun ağır ağır. Üç beş tane sabırlı, fedakar öğretmen var içerde. Bir de dersin en verimli noktasında kapıya tıklatıp sobaya odun atan hademe. Dört duvar, üç beş öğretmen, yüz küsur öğrenci, bir hademe, dışı isli gürleyen soba, yetmiş küsur de merdiven… Ama her şey o kadar güzel ki. Kimse bilmiyor şehrin bolluk içinde yaşayan çocuklarını. Zaten onlar da bizi bilmiyor. Arada üç beş kitap geliyor kardeş okullardan o kadar. Kimsenin hayatına özenilmiyor. Okuldan sonra oyunlar oynanıyor “Çağla bağla herkes evine dağıla” demeden de veda edilmiyor. O güzel, mesut günlerin üstünden yıllar geçmiş. Aynı sınıfı paylaştığım insanlardan görüştüğüm çok az kişi var. Kimi evlendi, kimi kendine bir iş kurdu, kimi de memleketin bir köşesinde okuyor. Ama bir şeyi biliyorum ki hepsi vicdan ve ahlak sahibi, ufak tefek dertler karşısında elini kolunu bağlamadan mücadele eden, gözü malda mülkte olmayan bende olan bana yeter diyen güzel insanlar oldu. Birkaç tane fotoğrafımız var elimde arada çıkartıp bakıyorum da gözlerinin içi gülüyor biz köy çocuklarının. 19
Başkalarının Sesi Olabilmek Esma Genç
Gözyaşı damlasında okudum umudunu... Minicik yüreğiyle bir şeyler satıp geçimini sağlamak istiyordu. Kim bilir aldığı üç beş kuruşla belki kardeşlerinin umudu olacaktı. Belki annesinin gözyaşlarını bir anlık olsun dindirecekti. Umut, onda bir mendil satabilmekti. Kocaman bir sevinçti onun için emeğinin karşılığını alabilmek. Kimi zaman sokak sokak dolaşır, kimi zaman ise kıyıda köşede çaresizce beklerdi rızkını. Teslimiyet vardı, isyan etmiyordu. Çaresizlik dedim. Bizim gözümüzden çaresiz gibi görünse de onun bambaşka bir dünyası vardı. Köşesinde oturuken kendi dünyasını yaşıyordu. Umudunu ait olduğu dünyasının en güzel yerinde taşıyordu. Yüzündeki tebessümü unutamıyorum. Usulca yanıma yaklaştı ve endişeli gözlerle gözlerimin içine baktı. Mendilini uzattı. Tedirgindi, belli ki geri çeviren çok olmuş, belli ki yüzüne bile bakılmamıştı.
20
Kadran Dergi | Mart 2016
- Ne kadar mendil? Sesiyle irkildi ve büyük sevinçle: - 1 lira. Dedi. Bir an parayı verdikten sonra mendilini almak istemedim. Ne zorlukla alıyordur diye düşünmüştüm. Fakat ısrar etti, parasını almıştı çünkü. Aldığı para en fazla bir iki lira olsa da o parayı tekrar tekrar saymaktı onun umudu.Küçücük elleriyle yolun ortasında durup, parasının ne kadar olduğunu saydıktan sonra yürümeye devam etti. Binlercesinden sadece bir hikayenin küçük bir kısmı. Kendimize dönelim. Umut, neyi ifade ediyor bizler için? Herkes kendini sorgulasın. Mendil satan bir ufaklık için bir kaç kuruştu. Yaşıtlarına baktığımda, çocukluğunu yaşayıp oyunlar oynuyorlardı. Eğlenecekleri, sevecekleri tüm faaliyetlerde bulunuyorlardı. Mendil satıp ailesine bakan çocuk tüm bu eğlenceleri görüyordu, onlara ulaşamasa dahi... Şehrin bu yanı kalabalıktı ona. Ufaklık, böyle bir durumda şairin ifadesiyle ‘Kalabalıklar içinde yalnızdı.’ Çünkü her şeyi hayalinde yaşıyordu. Yaşamak kolaydı onun için. Kaybedeceği pek bir şeyi yoktu. Bizler peki? Biz umudu nerede ve nasıl arıyoruz? Sıcacık bir yuvanın şükrünü eda edemezken sokaklarda kalmanın, yoksulluk çekmenin ne anlama geldiğini nereden bileceğiz ki. Her akşam eli kolu dolu bir şekilde eve gelen birileri varken hep bir yenisinde mi arıyoruz umudu? Her akşam ocağın pişmesiyle birlikte bir sonraki günü düşünerek mi elde etmeye çalışıyoruz? Kapitalist hayatın ağına kapılmış giderken her akşam başımızı yastığa koyduğumuzda neyin hayalini kuruyoruz acaba? Her ‘yeni’ bizim olmalıydı. ‘Herkeste var bende niye olmasın’ cümlesi beynimizi kemirip, bizleri o kapitalist hayata sürükleyen korkunç bir sesten ibaret. Aynanın karşısına geçip kendimizle, kalbimizle konuşmalıyız. Çocuk yaşta acaba ben de mendil satabilir miydim? Ne gariptir ki, bu şekilde muhasebeyi bırakalım, bizim aklımıza dahi gelmiyor ki! Önce empati duygumuzun olması gerekiyor. Bencillikten kurtulup gönülleri okuyabilmekten geçiyor bunun yolu. Batı dünyasına özenme çabasıyla birçok değerimizi zaten kaybettik. ‘Başkaları için yaşamak’ bunlardan bir tanesi. Fakat milletimizde şefkat, merhamet ve ızdırap duygularının hala olduğuna inancım var. Derdinde yalnız kalanlar var. Nerde bir yangın varsa, bir damla da olsa koşmalı ve değerlerimize samimi bir kalp ile sahip çıkmalıyız. Ateş artık düştüğü yeri yakmasın! Bizler ne mi yapmalıyız? Büyüklerimizin ifadesiyle fani yüklerden kurtulmalıyız Baki ile aramıza giren ne varsa silip süpürmeliyiz. Önce zihnimizden sonra yaşantımızdan. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri ne güzel söylemiş, ‘Fani olanı ver ki, Baki olanı alasın.’ Evet, hayatımızdaki fazlalıkları yok ederek başkalarının derdini sırtımıza yüklemek bize ağır gelmez. Yeter ki istekli olalım. 21
H. Kübra Korkmaz - Yurtdışı Günlükleri
“
Bu ay Kadran Dergi’nin 3. sayısıyla karşınızdayız. Öncelikle dünyanın dört bir yanından bu satırları okuyarak bizleri yalnız bırakmadığınız için teşekkür ederiz. Bu ay dergimize yeni bir köşe ekledik. “Yurtdışı Günlükleri”. Çünkü geniş bir ekip olduğumuzu hatırlayıp, biraz da dünyadan bahsedelim dedik. Gurbete gitmiş memleket hasretiyle yanıp tutuşan ya da memleket bir başka ama buralar da pek güzelmiş gezilip görülesi yerler var diyen okurlarımıza ayırdık bu köşeyi. Her ay bir ülkeden söz etmeye çalışacağız. Kültüründen, insanlarından, zorluklarından, güzelliklerinden, bazen Eyfel Kulesinden, bazen Özgürlük Anıtından, bazen yel değirmenlerinden, bazen Tac Mahal’den, bazen yeşilinden, bazen mavisinden, bazen de memleket özlemlerinden... Bir ay Afrika’da beraber atacak kalbimiz, diğer ay Avrupa’ya yelken açacağız. Şimdi siz de bu köşeyi bize milyonlarca kilometre uzaklıkta bir yerlerde okuyup hülyalara dalıyorsanız bir sonraki sayı için bizim görmek isteyip de fotoğraflarına bakmakla yetindiğimiz yerleri işleyin satırlarınıza. Sevgili okur, gurbetin bir köşesini beraber paylaşmak için bizi yalnız bırakma. Yazılarınız için: iletisim@kadrandergi.com
Hollanda/Zwolle Ebru Bozkurt Hollanda’ya geleli bir ayı geçti. Her güzel anlarda olduğu gibi zaman ben buradayken de çok hızlı akıyor. Bir yılı aşkın süredir hayatımın odak noktası Hollanda’ya okumaya gitmekti. Şimdi yıllardır kurduğum hayali yaşıyorum. Size biraz başımdan geçenleri anlatayım. Sevimli ve sakin Hollanda şehri Zwolle’deyim. Şehrin kendine has bir atmosferi var. Sokaklarında dolaşırken sanki bir maketin içindeymişsiniz gibi hissettiriyor. Buraya geldiğimden beri ruhumun dinlendiğini hissediyorum çünkü şehir düzeni, estetiği ve hikayesiyle ruha hitap ediyor. Küçük ve yerel bir şehir. Halk, yerli Hollanda halkı. Herkes aşırı sarışın ve uzun. Zaten duyduğuma göre en uzun ırk Hollandalılarmış. Şaşırmadım, gözle görüldü-ispatlandı. 22
Kadran Dergi | Mart 2016
23
H. Kübra Korkmaz - Yurtdışı Günlükleri
Dediğim gibi burada bir ayı bitirdim, daha ileriki zamanlarda nelerle karşılaşırım bilmiyorum zaten genelleme yapmayacağım, şimdiye kadar gözlemlediklerimi anlatacağım. Bu zamana kadar geçen sürede en fazla dikkatimi çeken şey şu oldu, buradaki insanların ‘’farklı’’ olanlarla bir sorunu yok. Nasıl yani? Mesela şöyle, yaşadığım şehirde çok fazla tesettürlü bayan görmedim. Çok nadir. Yani tesettürlü bir bayan onlar için çok farklı, doğal olarak. Ama burada devlet dairelerinden kafelere, belediye binasından süper marketlere, ana okulundan hastaneye her yere yolum düştü. Çeşit çeşit insanla muhatap oldum. Ama kimsede dışlayıcı ya da üstten bakan bir ifadeyle karşılaşmadım. Bana inancım ile ilgili bir soru sormadan önce defalarca açıklama yapıp ‘’sadece merakımdan soruyorum lütfen yanlış anlama saygısızlık yapmak istemem..’’ diyerek lafa giriyorlar. Açıkçası buraya bu konu hakkında birkaç önyargıyla gelip kendimi her koşula hazırlamıştım. Ama beklediğim şeyle 24
karşılaşmadım. Mesela burada okuduğum okul Katolik okulu. Ama okulun mescidi var. Okulda büyük ihtimalle beşten fazla Müslüman öğrenci yoktur ama yapmışlar. Çok güzel bir şey. Bir tane daha bana çok ilginç gelen bir şeyden bahsedeyim. Burada aynı zamanda bir okulda staj yapıyorum. On yaşlarında bir çocukla tanıştım, ona Türkiye’den geldiğimi söyledim. Sana bir sorum olacak dedi. ‘’Ülkende çok fazla mülteci var, bu konu hakkında ne düşünüyorsun?’’ On yaşındaki bir çocuk için fazla iddialı bir soru. Elimden geldiğince düşüncelerimi açıkladım ama on yaşında bir Hollandalı çocuğun Türkiye’de neler olup bittiğine dair bir fikri olması ve aynı zamanda benim fikrimi merak etmesi inanılmaz bir şey değil mi? Sonra ilerleyen zamanlarda öğrendim ki Hollanda’daki ilk okullarda (ya da sadece benim gördüklerimde) çocukların bir şeyler atıştırırken aynı zamanda dünyadan haberler izledikleri bir ders saati var. altyapısı da çok güzel hazırlanmış.
Kadran Dergi | Mart 2016
Her gün izlenecek haberler bu saat için hazırlanmış web sitesine yükleniyor ve her okul o gün o haberi izliyor. Her yaş grubu için farklı haberler var tabii. Bunu öğrendikten sonra
çocuğun bu soruyu sormasını doğal karşıladım. Zaten burada genel olarak mülteciler hakkında sorularla karşılaşıyorum. Konudan konuya atlıyorum ama aklıma geldi Hollandalıların genel özelliklerinden bahsedeyim biraz. Yazma konusunda hiç iyi değilim (anlamışsınızdır) kusuruma bakmayın. Sadece günlük yazan bir insanım o da burada geçen günlerimi ileride unutmamak için. Sarışın olmalarını söyledim. Buradaki en güzel şey galiba Hollandalı küçük çocuklar. Sapsarı neredeyse beyaza yakın mavi gözleri, şen kahkahaları ile etrafta onları görmek günümün güzel geçmesine yetiyor. Şimdiye kadar tanıdığım Hollandalılar dakik ve çok planlı. Onları kızdırmak için plansız ani bir şeyin ortaya çıkması yetiyor. Günlük programı aksadığında bir Hollandalının nasıl telaş yaptığını görünce gözlerime inanamamıştım. Ama en önemlisi mutlular. Bunu nasıl anlatabilirim bilmiyorum insanlar mutlu. Mesela bir örnek şimdiye kadar istisnasız her
otobüse binişimde şoför ‘’ Günaydın, iyi günler, iyi akşamlar, merhaba’’ gibi sözlerle karşıladı beni ve güler suratla. Çok defa yolda yürürken göz göze gelince tanımadığım insan bana ‘’merhaba’’ dedi. Ya da bisikletle giderken yanlışlıkla çarptığım insan bağırıp kızmadı. Devlet dairesindeki insanlara gülümsemek, sohbet etmek yük gibi gelmiyor. Herkes işini severek yapıyor. Buraya alışmamda bu çok iyi oldu. Kendimi yabancı gibi hissetmiyorum. Çünkü yerli halk size bunu hissettirmiyor. Burada ben de mutluyum. İnsanoğlu o kadar garip bir varlık ki şimdiden buradan gidince burayı kim bilir ne kadar özlerim diye düşünüyorum. Çok güzel arkadaşlıklar edindim ve her gün birlikte yeri dolmayacak güzel anılar inşa ediyoruz. Hayat ne kadar da sadece benim alıştığım gibi değilmiş her gün karşılaştığım yeni bir şeyle bunu anlıyorum. Hayaliniz ne olursa olsun, gerçekleştirmek için daha fazla beklemeyin. Şuan herhalde zamanı geri alabilseydim, almazdım. Burada geçen her saniye benim için o kadar kıymetli ki. Hollanda bir ülke. Bisikletleri, waffleları, yel değirmenleri daha anlatılacak çok şey var. Hayallerin gerçek olması dileğiyle…
25
Rabia Bulduk
26
Kadran Dergi | Mart 2016
İnsanların birbirine çarpmasının nefes almak kadar normal olduğu bir yerdeyim. O kadar kalabalığız ki güneş bize yetmiyor, bazıları gölgede kalıyor. Bazılarımız da yerde dolaşan gölgelere basmamak için camiye sığınıyor. Bende öyle yapıyorum. Mermerler her gün binlerce insanın ayağının altını öpmekten yorgun ama inadına beyaz. Soluklanırken etrafı izliyorum. İki çocuk geliyor. ‘Su! Buz gibi su.’ Türkçemi bile dinlenmeye almışım sanki sadece anlamamış gibi bakma gücünü buluyorum kendimde. Tepkisiz insanları pek sevmeyiz. Beni de sevmiyorlar. Burası öyle serin ve sessiz ki inanılmaz rahatlıyorum. Bir tarihe sırtımı dayanmış etrafımı izlemeye devam ediyorum. Turistler her açıdan fotoğrafını çekiyor caminin. Çünkü üzerinden geçen bir kuş bile nizamına uyarak uçuyor sanki. Camiyi tavaf etmiş bir parfüm satıcısı yanaşıyor yanıma, insanları kandırmaktan yorulmuş o da sadece gösteriyor ve gidiyor. Herkes içinden ‘Burda yapma bari.’ dermiş gibi ya da belki benim iç sesim bu denli bağırıyor. Dakikalar eteklerini toplamış öyle nazik ilerliyor ki rüzgar yanaklarımı okşarken sadece huzuru hissediyorum. Her şeyden arınmış yüksek kubbeli şu yapının verdiği huzuru... Kimse karışmıyor bir de bana. ‘Bir şey içer misiniz?’, ‘Artık gider misiniz?’ yok. Sorular bölmüyor yaşamınızı. Hepimize hediye edilen bir manzaranın davetsiz misafiri olarak kendimi uykuya teslim etmek bile geliyor içimden. İnziva bana çekiliyor resmen. Ayaklarıma yavaşça deniz suyu değse ancak böyle gülümserim. Bir sürü ziyaretçi geliyor, geçiyor. Gözlerim aralarına karışıyor. Yine de beni görmüyorlar. Beni bana bırakmaları hoşuma gidiyor. Mutlu oluyorum. Belki inanılmaz bir şey değildir bu yaşadığım belki sizin için bir şey ifade bile etmiyordur. Ama ben yarım saatin sonunda şunu söylüyorum; hüznü kaldırma kuvvetini sonunda buldum! 27
DEVÂ’YI HÂVÎ’DİR CEFÂ... Taha Yasin Yıldız
Allâh’ım! hep kutsal olsun ızdırâbımız.. Öyle bir ızdırâbı yoldaş et ki bize, Öyle bir mâhiyette olsun ki hüznümüz, Başkalarının bizden duyması muhtemel Bütün ızdırâblara ebediyyen mânî olsun.. Senin takdir ve tebcil ettiğin türden, Memnun kalacağın sabr u sebatımız olsun, Öyle ki yüreğimize mâden-i kuvvet olsun, Duysun Seni derince ve lebâ-leb dolsun.. Zâten hep sevdiklerine vermişsin ızdırâbı Sen, Herbiri “mustafâ” olsun diye denemişsin, Muhabbetini celbetmiş mustafâ olanlar.. Bize verdiğin de muhabbetinden mütevellit olsun, Sevdir bize, verdiğin ızdırâbı.. Öyle ki, haşyet ve muhabbet imtizâc edip dolsun içimize, Değsin çektiğimize, arınsın gönül dünyâmız.. Bize bakanlar, hâlemize girenler, Dupduru bir atmosferde bulsunlar kendilerini.. O atmosferi yırtmaya ve kirletmeye çalışanlar, Çarpılsınlar, vurgun yesinler, emelsiz kalsınlar! Bütün nâdan ve zâlimler, Eli boş dönsün bencil ve hadsizler... Hiç eksik etme ulvî ızdırâbını bizden, Ki hem şu uslanası nefislerimizi terbiye, Hem de muhâtablarımızı, şerrinden tebrie etsin... Hüzün Peygamberi gibi olsun hâlimiz, Öyleki; Rahmet ve Şefkatini galeyâna getirsin, Nazar ettiğin her hâlimiz... Tahsîn edilmiş bir kal’a gibi sarsın bizi ızdırâbımız, Çakılıp kalsın hayâtın debdebesi cidârımızda, Ve hergîz destur bulamasın kapımızda.. Çok uğraşsa da şeytânî işvesiyle dûnyâ, Sızıp düşüremesin şehirlerini mahrem memleketimizin... 28
Kadran Dergi | Mart 2016
Harâret bahşetsin kutsal hüzün sînemize, Her dem tâze nefhâ üflesin gönül ocağımıza, Harrından hiç bir şey eksilmesin aşk âteşimizin, Bacasından misk ü amber tütsüsü yayılsın, Yormasın isyân u şekvâ duman ve isi, sadrını muhîtimizin, Şeker şerbet olsun kaynayan muhabbet zemzemesi, Dert yutup şevk gamzedelim lütf u inâyetinle... Dalımız sağlam olsun tutanlara, El verdiğimiz herkes gülüversin rengârenk, Hâl ü tavrımız dağlamasın kimseleri, Sînede erisin tasamız, âleme aksetsin neş’emiz, Sevdâ nağmeleri okunsun yüzümüzde, Sapma görmesin kimse çizgimizde.. Elimizde hep kâfûr-nümun muhabbet kâsesi, İçten gelen ve sapmayan bir nazar hendesesi, Bir uhrevî soluk bûsesi görsün Bizi tartan ve bize bakan herkes.. Seni görsünler hâsılı harekât ve sekenâtımızda, Konuştuğumuz lîsanda Seni, Verdiğimiz müleyyen elde Seni, Sarfettiğimiz müleyyin kelâmda Seni, Tutup yürüdüğümüz yolda Seni, Bakış ve davranışlarımızda hep Seni, Allâh’ım!.. hep Seni görsünler... Uhrevîlik boy atsın her hâlimizde, Bakan nazarlar sonsuza dalıp gitsinler, Ezel ve ebed neşvesi soluklasınlar iklimimizde, Lâl ü güher olsun Dîl sadefinden dökülenler inci gibi, İncinmenin hayâli bile tahattur etmesin bizden yana.. Kuru, boş ve gâyesiz lafların kurbânı olup, Yığılıp kalmasın kimse karşımızda... Sadâkat görsün gözümüze bakanlar, Işık görsünler, meş’ale bilsinler yollarına, Meşkûk ve müşevveş gelen herkim müstakîm ayrılsın, Anlasın bize bakanlar devrânın bazuyla değil, Aşk u Muhabbetle deverân ettiğini.. Sen ol! ve’l hâsıl her hâlimizde, Allâh desin her gezen muhîtimizde.. Allâh...! Âmîn Yâ Muîn, Bi-hurmeti Seyyidi’l Mürselîn.. 29
30
Kadran Dergi | Mart 2016
MAVİYDİ İSTANBUL Tuğçe Arıcan
Mavi yakışmıştı İstanbul’a... Boğazın sularına saklamıştı kendini... Sevdaya, hasrete, sılaya; semasındaki ezana yakışmıştı. Fatih’te yoksul bir gramafon çalarken, İstanbul’a mı mecburdu Atilla İlhan, hazirandaki mavi benekli çocuğa mı? Orhan Veli gözleri kapalı İstanbul’u dinlerken, maviyi de duymuş muydu? Mavi huzurdu, sonsuzluktu, umuttu... Sevmekti, bağlanmaktı... Bu yüzden en çom mavi yakışmıştı İstanbul’a. En çok mavi sevmişti İstanbul’u. Çamlıca’dan da baksan, Boğazdan da baksan maviydi İstanbul. Efendisinin şefaatine nail olabilmek için Fatih’in, Eyüp Sultan’ın umuduydu. Süleymeniye’de bir bayram sabahı yaşarken Yahya Kemal, gönüllerin birleşmesiydi mutluluğu. Zamanında Kuran sesleri yankılanırken semasında; maviydi gökyüzü, sonsuzdu... Mavi sevdaya yakışırdı, İstanbul da sevdaydı. Ressamın tuvali, şairin kalemiydi. Sevdalar işlenirken eserlere, hasretti İstanbul... Aşıkların yanardı yüreği. Ateş kırmızı ama İstanbul maviydi. Yakmazdı bu sevda, serinletir, ferahlatır, huzur verirdi gönüllere... Çünkü maviydi İstanbul, umuttu, serinlikti. Bu yüzden yakmayan tek sevdaydı belki de. Yeditepeydi İstanbul. Yedi güzel insan taşırdı bağrında. Ne aşıklar, ne evliyalar sakladı toprağında. İşlemiş eserlerine Muhibbi’de, Mimar Sinan’da... Özlermiş sevdalılar maşuğundan ayrıldığında. Yakmazdı ama bu sevda. Çünkü Maviydi İstanbul...
31
Aybike Ulubaş
‘Samimiyet’ İnsanı insan olduğu için dikkate alabilmekle başlar. Sana, bana samimiyeti değersizdir kimsenin. “Senin için herkesi yıkarım” diyenden kork en evvel, çünkü herkes için seni paramparça edecek olan da odur. Gözlerine baktığın zaman o ışığı görebilmektir, samimiyet. Bir insanla pek fazla lakaytlık değil bahsettiğim, az bilen insanın en yoğun sevgisidir. Hiç gerçekten samimi olduğuna inandınız mı birinin? Tüm sözleri yalansız, davranışları anlamsız... Samimiyet, yürekte aranmaz. Gözlerde saklıdır çünkü. Gözler kalbin aynasıdır diyor ya şair, aynen öyle. Gün gelip başını yaslayacağın omuzdur samimiyet. Gözyaşına, gözyaşından katandır. Derdine, dermanını salandır samimiyet. Tüm laçka sevdalarınızı geride bırakın ve bakın annenizin bakışlarına. İşte tamda odur samimiyet.
32
Kadran Dergi | Mart 2016
‘Vefa’ Minnet duygusu diye bilinir. Vefa bir borçtur evvela, sahibinin zamanında borç niyetsiz verdiği borç. Ama zamanı gelince en kıymetli alacak haline gelir. Yolunu gözler, borcunu ödeyecek olanı bekler. Kimden, ne zaman geleceğini bilmesekte en anlamlı alacak vefadır. Borçlunun kamçısı borcudur derler. Namusu ise vefasıdır. Bağlı kalma, sözünde durma. Nasıl bağlı kalınır bilen var mı? Gören duyan var mı nerede en güzel değerler, nerede ve kimdeler? Zaman değişmiş, asır başkalaşmış diyor asra ev sahipliği yapmış adam. Zaman değişmiş elbet, asır başkalaşmış. Kelimeler yabana atılmış, unutulmuş. “Vefa” unutulmamış. Nerede,kimde olduğunu bilmesekte, vefaya vefa gösterilmiş. Vefa değerdir, kaybolan. Kıymeti dağları aşan, şimdilerde ortalıkta olmayan yüce değer. Bulana ne ala.. ‘Had’ Küçük çocuklara ilk doğdukları zamanlar devamlı karşılarına geçip hecelenir defalarca “anne” “baba” gibi kelimeler. İlk anne mi dedi baba mı dedi tartışmalarının son bulması belkide aylarca sürer. Biri galip gelemeden daha büyür yavru ve harfler, rakamlar, şarkılar öğrenir. Ama ona verilen değerlerden hiç biri “had” bilmeyi öğretemez çocuğa. Bir çocuğa öğretilecek en önemli yargıdır ‘had’. İnsan kendini, sınırını bilmesiyle başlar çevresini, başkalarını bilmesi. Değer yargılarının bir banknot kadar değeri olmadığı bu zamanda insanın kendi değerlerine sahip çıkabilmesi büyük bir erdemdir. “Had” bilmek, değer bilmektir, sınır çizmektir. Sınırı ufak bir aşım çok büyük sonuçlar doğurur. İnsanların bir yerleri var diyor ya Yaşar Kemal, ince yerleri. İşte oralara dokunmamak lazım.İnsanoğlu ‘had’ bilmelidir. ‘Sevgi’ Uğruna kelimeler, satılar dizilip yapraklar feda edilecek en kutsal değer. Öyle ki hepsi burda başlıyor kelimlerin. Sevgi olmadan, hiç biri var olamıyor. Öyle saklanacak, esirgenecek duygu değil bu, etrafa dağıtmalı. Dağıtmalı ki çoğalsın. Kimi, neyi, nereyi sevdiğiniz önemli değil yeterki öyle bir sevin ki göz gözü görmesin. Öyle bir sevin ki etraf bahara dönsün. Öyle bir sevin ki kimse yalnız kalmasın bu hayatta. Kimse kırılmasın, kimse üzülmesin. Sevgiye muhtaç, hasret binlerce varlık varken etrafta, kimseden esirgemeyin uğruna yaratıldığınız duyguyu. Haykırın ta en içten seviyorum diye. Seviyorum bak, öyle seviyorum ki korksun tüm alem sevgimden, zira sevginin aşamayacağı yoktur bir engel. Rehber et bak 4 kelime, 4ü de ömre bedel, ömre değer.
33
SEMTİMİZ Sabriye Eren
Semtimiz... Cismi küçük, manası büyük bir tahta kulübecik. Gözün alabildiğine uçsuz bucaksız bir yeşillik. Ruhlara huzur veren engin bir mavilik. Ve münadinin sinelere mızrak gibi saplanan eşsiz nidası. Bu nida adeta bülbülün güle olan destansı sevdası. Bir huzur iklimiydi semtimiz. Sanki asırlardan beri beklenen günlerdi günlerimiz. Ah... “Neredesin?” diyen inleyen bülbüle “Buradayız.” diyip diken tarlasından gül bahçesine inkilap eden semtimiz... Heyhat! Huzurun semtiydi bizim buralar. Bülbülleri susturdular. Kargalara kaldı çığırtkanlığı zifte batmış hayallerin... Ancak unuttukları bir şey var hayallerimiz bir altın kase, batırılmaya çalıştıkları ziftse bir sapan taşı. Sadi gibi diyelim; “Kazara bir sapan taşı, bir altın kaseye değse, Ne kıymeti artar taşın, ne kıymetten düşer kase.” Bir tutam sükût düştü şimdilerde payına bülbüllerin, kozalara döndü kelebekler ve beklemeye durdu hasret çekmekten bîtap düşmüş gönüller. Gönüllere hasret düştü de prangalar vuruldu ellere. Varsın olsun... Bedenleri hapsetmek isteyebilirler, ruh özgürse tüm kilitler, tüm zincirler derbeder. İşte semtimiz bu özgür ruhların otağı. Bir ümit neslinin menbaı. Gözler nuru, gönüller sürûru, ruhlar aydınlığı bülbüllerin toprağı. Bir anda fırtınalar, boranlar uğradı semtimize. Alıp gitti güzelliğe dair ne varsa elimizde. İnşa etmeye meyledenler aldırır mı hiç yıkılıp gidenlere? Hiç tükenir mi, hiç yenilir mi kapkara ruhlara, ifritlere? İfritten ruhların peyda olduğu her geçen zamanda karanlığa sürüklenen bir nesiliz. Karanlıkla amansız savaşı elbette kazanacak ümidimiz. Yeniden doğacak sımsıcak güneşimiz. Yeniden ihya olacak semtimiz, neslimiz. Elbette kazanacak ümidimiz...
34
Kadran Dergi | Mart 2016
35
Şeb-i Yelda Handan Dalsar
Ve Seni anarım andıkça kurumuş toprak gibi gözyaşında yeninden doğarım Kardelenler seranat tadına ruhuma söylerken ninnisini ufkundayım ey şehir Sen gelince aklıma fikrimin zikri değişiyor Ruhumun kanatları yol buluyor Sana Sen ıslattığım yastığımdaki gözyaşı sebebim Aşkı dilanım söyle Sana çok mu uzağım. Başım ellerinin seccadesi okşasan tel tel belki ruhumu Düştüm ateşine su istemem düştüm damlana umman istemem Bak kaldım diyarı gurbette benim asıl gurbetim seni görmemekte Saymadım görmeyeli ne kadar oldu akrepsiz saat göreli bilmem ne kadar oldu Tel örgüler kaplamış bedenimi, batıyor deminde Sensizliğin uyku bilmez saatlerine Sensiz taşıdığım bu beden ne kadar ağır, mananın özünde Sen yoksan öz ne kadar sağır Sensiz çizdiğim tüm resimler renksiz, başroller siyah beyaz Benim rengim Sensin tüm renklerin anası, beyaza düşen nurumsun Seni sevenler, içinde senin olduğun yüreğe nasıl dokuyor bir bilsen Kaldım yine öksüz yetim Senden başkası dokunmasın başıma El olan eller acıtır bilmez ki kastı canıma Yazdır yazamadıklarımı anlat yazdığımda anlatamadıklarımı Kezzapmış adı hükmü sensizlik, konuşuyorum hükmü sessizlik Kurduğum düşse içinde ancak Sen, gerçeğin hükmü yalnız ve yalnız Sen Ah gizli yaram kolum kanadım canım herkesten öte her şeyden ziyade aşkım Ve işte özgeçmişim adresim Sen, Sen şehrinde doğdum büyüdüm şimdilerde gençlik Taşınmadım o sokaktan ve Sen nolu apartmandan Salâvat faturalarım da hala aynı adrese, borcu vadesi mahşere Posta kutum boş, tüm mektuplar yabancı ve dahi adresler Gönderen Sensen tüm mektuplar tacımın başı Nurundur ışığım başka istemez abı hayatım derya istemez Kış gelmiş diyorlar bilmem ki nereye, Sen yoksan yaz var mıydı hani nerede 36
Kadran Dergi | Mart 2016
Heyecanlanıyor deli yüreğim, perde perde gözlerime değiyor gözlerinin ziyası Canım canına, başım ayağının yoluna kurbandır Sen hazinesinin keşfi ile şereflense yüreğim anahtarın adı Sen Ve susayan gönlümün en güzel serabı Sen Aşk neydi kelimenin dilimi, dilimin en güzel kelimesi mi Titanikler batırıyorum Sensiz geçen günlerin sarp kayalarına Ey sebeb-i halimin çerçevesiz resmi, yakamozlu gecede mehtabımın ateşi ve Sevgili Sevdamın zinciri halka halka bağlanmışım varsın sansınlar deli Ne yana baksam hangi sazı alsam sözler hep aynı aşkın sermayesi Dilimden gönlüme akan nehir, coşmayı bekler öyle ki şuan sessiz Ağırlığımın merkezi Sensin, merkeze ağırlığını koyan da Sensin Koşuyorum hesapsızca sana, ödül Sen olunca ne fark eder nefes nerede sonlana Yüreğim yüreğinin denizinde kaybolsa yüreğim mavinin koyusunda yolunu bulsa Nöbeti bitmez bir yastayım sensizliğin deminde ruhum ile hatayım Kuş olsam eşiğine konsam yeminle sulansam Adını koymadım bu yangının Sen ki ismi yar Menekşesi kurumuş topraklarımın ve pas tutmuş rüzgarı yapraklarımın Sebebi ziyadesi bekli ziyade sebebi Kır çiçekleri gibi dağ başlarında açtı benim hikâyem ovalar çadır kuramaz sensizliğin resmine Âlem bilse ancak kıvılcımdır bildiği Sen en değerli hazinede çözülmez sırsın aşikâr Sevgili Bakışların ok olsa saplansa canıma canım canında can bulsa Küskünüm aynalara, baktığımda göstermez seni, küskünüm aynada görürsem kendimi Nârım sensin ateşine kurban narım sensin danene kurban Prangası suskunluğum, suskunluğu prangası ruhumun Yok abası yok belki hiç düğmesi giyerse olacak aşk ilk ve son düğmesi Yokluğun varlıktaki hükmü ile geldim kapına kapanmadığını bildiğim tek kapıya 365 gün hükümlüsüyüm, müebbetine talibim bu aşkın Keşfine İstanbul bıraktım tüm resimlerin Adı sen ol ruhu İstanbul koksun diye 37
BiR HASTANE KÖŞESİNDE Ahsen Keskin
İşte tam da buradayım, ümidin bittiği yerde, Saat vurdu on ikiyi, gözlerimse bekliyor sabahın seherini. Ne telaş var ortalıkta, ne koşuşturma, ne de bir endişe, Sıkışmışım bir hastane köşesine, yazıyorum sözcükler döküldükçe. Düşünüyorum, çokça düşünüyorum “Niye?” diye, Düşündükçe batıyorum, boyluyorum çukurun dibini. Aklım kör karanlıklarda kayboluyor, kalbim alev alıyor kor ateşlerde, Bir ben var diyorum ama benden eser yok bu hastane köşesinde. Neredeydik, ne hale geldik diye sorguluyorum tüm gece, Bulutlar bile gürlüyor, hava durmadan püskürüyor koyu sisini. Durmadan çalıyor zihnimde, o keskin sesli kemençe, Ahh, ah… Ne umutlar söndü bu hastane köşesinde. Ne uyuyabiliyorum ne de uyanabiliyorum bu yerde, Bir an önce diyorum, yerine getirebilsem bu üstüme düşeni. Saatler geçmiyor, akreple yelkovan küsmüş bana bu gece, Zamanı biraz ileriye alabilsem keşke, bu hastane köşesinde. Uzaklardan bir ayak sesi geliyor, giderek yaklaşıyor sessizce, Doktor yorgun sesiyle söylüyor gitme vaktinin geldiğini. Ağır aksak kalkıp, derin bir nefes alıyorum olan gücümle, Acılarımı alıyorum ama tüm anılarımı bırakıyorum bu hastane köşesinde.
38
Kadran Dergi | Mart 2016
39
Betül Şenol
40
Kadran Dergi | Mart 2016
Şubat’ın Mart’a akıttığı son günlerin demindeyim şimdi. Yağmur kokuyor kalemim, toprak akıtıyor sanki mürekkebim. Bir mum eşlik ediyor sükutuma. Bulanık bir hayalin tam ortasında gibiyim. Rüzgar kokuyor saçlarım. Güzel kalan yaralarıma esiyorlar sanki. Ufak bir kirpiğim alevlendiriyor tüm arta kalan fotoğrafları. Öyle işte. Garip bir şeyler var. Sürekli tekrar ediyor lügatım. Garip şeyler oluyor kendi gökyüzümde. Şemsiyem sanki sadece kırgınlıklarımı koruyor kendi kabusumdan. Bir kelime diyorum, günlüğümün arasında kalan kurumuş gül yaprağının biraz büzüşüp biraz kararmasındaki teslimiyet diyorum. Yok. Bir defa daha bulamıyorum o kelimeyi. Ayak uçlarımdan, savrulan saçlarıma kadar olan bu titreme de neyin nesi? Kalbimin akıttığı zehr-i bal da neyin nesi böyle? Yine bir fotoğraf var köşemde. Üzerinde göz yaşlarımın dans ettiği. Bir liman var sanki koşsam yakalayacak gibiyim ama sanki her adımım onu biraz daha uzak kılıyor bana. Yok yine olmadı, bilemedim ben bu lügatı. Uzaklar diyorum uzaklar iyi biliyor sanki bu hissi. Uzak gönüllerin iki mısradaki akıttığı mürekkepte kayboldum bu kez. Alevler dalgalanıyordu gözümün önünde. Sanki kalan tüm duygularımı da yakıyor bu alev. Dur durmak bilmiyor. İçimde zehri hissediyorum yine, kalan tüm kayıp hislerimi yakıyorum bu kez. Eski kıyafetlerimi de atıyorum onlarla birlikte. Çok kırgınlık biriktirmişim de sanki hepsini hüzne vuslat eder gibi attım tek tek. İyiyim diye kocaman yalanlar uydurdum kendime. Namütenahi bir özlem kaplıyor içimi. Dizlerimin bağı çözülüyor adeta. Tarifsiz bir his sarıyor beni. Yok olmuyor diyorum bu zehri kalbimden atıp gidemem. Çünkü zehir hatırlatıyor bana kendimi ve o zehir anımsatıyor en çok da aradığım kelimeyi. Zehir diyorum, tüm zehrimi “Aşk’a” akıtmışım ben. Aşk geçmeyen mısralarda zehri bahane etmişim ama, o zehir aslında içimdeki en büyük “Aşk”tan ibaretmiş. Aşk, sonbaharın benden yağmurlarımı almasıymış. Aşk, kuşların benim gökyüzümden kaçışıymış. Ve ben Aşk’ı hiç bilmemişim aslında…
41
FİDAN Selin Eker
Kısa süreli yalancı baharlar gördüm Geçti, bitti. Kimsesiz olmasam bile şu vakit, Birtakım yalnızlık meltemleri eser başucumda. Ve o meltemlerin kulak tırmalayan uğultuları… Yazıyorum elimde kalemim. Naftalin kokusu gelir ruhumdan. Bir yandan bir Neşet Ertaş türküsü salınır radyoda, Dağlar yüreğimi. Yaraya tuz basmak deyimi… Geçmesi muhtemel bir acı, Bir de ürperten bir soğukluk. Bir genç fidanım, hali bedbin ve solgun Hem yorgun hem mecnun Fırtınalar kopuyor çevremde coşkun. Herkesin derdi mutlak kendisi Ama hepsinin arkasında var bir çınar gölgesi Tek başına direncin biçare gururu Dayanmanın hazin mutluluğu Yalnız bunlarda da değil iş Bir de yaprağı kemirir gibi İçimi kemiren kurtçuklar Adım adım kendimi kaybettiriyorlar. Gücüm yok, takatim yok, umudum yok. Neyleyim? Baharı beklerken vurgun yedim.
42
Kadran Dergi | Mart 2016
43
Toplumsal Normlarda Kişisel Reformlar Süleyman Güney
Bilindiği üzere her bir toplumda göze çarpan farklılıklar mevcuttur. Bu gerek sosyolojik, gerek ise tamamı ile ideolojiye bağlı etkenlerden oluşan ve subjektif gerçeklerin -ki bu değişkenlik göstermek ile birlikte- bir araya gelmesi ile var olması muhtemel kılınmış zihni akreditasyon gerektiren durumların en göze çarpıcı örnekleridir. Şöyle ki; düşüncesel kavramlarda da yer aldığı gibi, alışılagelmiş birçok etken ve de etik gibi görünen yanlışların kabul gördüğü ve bundan sebep de muhtelif olarak “Tamam, olur.” dercesine kabul edilmesi kolay gelmişti. “Nedir bunlar?” denildiğinde, astarı kılıfına uydurulması çok güç görünen ve ucu bucağı görünmeyen fikir beyanları çıkagelir. Bunların başında ise; “çatışan toplum normları” göze çarpar. Her yeni kuşak, bir diğer kuşak ile ideolojik bir sebepten ötürü imgesel bir kuşatma altındadır. X, Y ve Z alfabede art arda sıralana dursun, bir ideolojide asla aynı kabın içinde tas ve tarak olamaz. Kişisel reform diye ön görülen kavramın yoksunluğu da işte tam da bu vakit ortaya çıkıp; “Hey, beni unuttunuz!” dercesine bağırıverir. Yırtık bir çorap söküğü gibi, gün geçtikte açılabilme yetisi bir yana dursun, içkinin şişede durduğu gibi durmuyor da değil. Değişim bir bireyin içinde başlar ve bir kortej edası ile uzar, gider. Buna istinaden; bir şeyleri değiştirmek istiyor isek; değişimin ilk evvel kendi iç dünyamız ve de içsel avuntularımız var olmadan sürüp gitmeyeceği gerçeğini kabul edip, bu fikirleri bir kenara koymalıyız.
44
Kadran Dergi | Mart 2016
45