Kadran Dergi Ocak

Page 1

Kapak: Yavuz ERGEN


Merhaba Sevgili Kadran Okurları,

EDİTOR Mehmet SARITAŞ YAYIN KURULU Şeyma ELKİT Şeyma ARMAN Ömer Faruk Osman Said GÖRSEL YÖNETMEN Büşra TÜRK YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ H. Kübra KORKMAZ YAZI İŞLERİ Tuğçe ARICAN Ahsen KESKİN Betül ŞENOL SOSYAL MEDYA Nuray GÖNCÜ Emre KIZILIRMAK YAYIN TÜRÜ Yaygın Süreli İLETİŞİM www.kadrandergi.com iletisim@kadrandergi.com / kadrandergi

Dergimizin ilk sayısıyla siz değerli okurlarımızın karşınızdayız. Öncelikle bu derginin çıkarılma sürecinde hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan arkadaşlarıma çok teşekkür ederim. “Kadran”ı okurken içinde hayata dair her şeyi bulabilmeniz için tasarladık. Temelleri, sevgi, hoşgörü ve de özgürlük üzerine atılmış bir dergidir Kadran. Saatin yüzeyindeki parçaların bulunduğu düzlemdir Kadran. Herkesin düşüncelerini özgürce yazabileceği mekanın adıdır Kadran. Bu dergiyi çıkarmaktaki amacımız; iyiyi, güzeli, doğruyu ve daha da önemlisi sevgiyi paylaşmak sizlerle. Bu, dergimizin ilk sayısı ama inanıyoruz ki dergimiz, sizin de katkılarınızla kulaktan kulağa, kalpten kalbe yayılan gönüllerin dergisi haline gelecektir. “Kadran”, yazar ile siz değerli okurlar arasında sevgi köprüleri kurmak için bir araç olacaktır. Yazarın, okuruna vermek istediği mesaj, kazandırmayı hedeflediği fikirler bu dergi bünyesinde karşınıza çıkacaktır. Biz de “Kadran” aracılığıyla sevginin, hoşgörünün kapılarını sizlere açmak için yola çıktık. “Kadran”la düşünecek, ”Kadran”la öğrenecek ve “Kadran”la gülümseyeceksiniz hayata. Fikirlerinizle bizi desteklemenizi ve bizlere görüşlerinizle katkıda bulunmanızı istiyoruz. Nice güzellikleri birlikte yaşamak dileğiyle, hepinizi sevgiyle selamlıyorum. Sevgiyle, sağlıcakla ve hoşça kalın “Kadran” okurları...

Mehmet SARITAŞ


Kadran’da Bu Ay...

4

8 14 16 20 22

YAN TARAFIM BOŞ H. Kübra KORKMAZ

SEVGİLİ 45 YAŞIM Betül ŞENOL

HAYDİ MUTLU OLALIM Zeynep CANELKI

NEYE TALİBİZ? Taha Yasin YILDIZ

İLK DEFA Ahsen KESKIN

6

YAZMAK YOLDA OLMAK TIR Ömer Faruk

23 24 25 26

NASIL MI? Selin EKER

EY AŞK Tuana KORKMAZ

KADIN Hanife ARICAN

ARZU-FİKİR İLİŞKİSİ Ibrahim ÇOBAN

SEN SUSARSIN SADECE Tuğçe ARICAN

10

SAĞLIKLI YAŞAM İÇİN DOĞRU BESLENME Şeyma ARMAN

18

ÇOCUKLUK SIRRI Özlem SÖĞÜTLÜ


Yan Tarafım Bos .

H. Kübra KORKMAZ

4


Kadran Dergi

| Ocak 2016

Yalnızlık denilen illet birkaç satır karalamaya başladığın vakit sana uğruyor. Hani tam bu insanlar ne yapıyor burada dersin, kafanı kaldırır bakarsın, hiç duymadığın trafiğin sesi gelir aşındırır kulağını, rüzgâr daha da bir dokunur tenine ya işte tam o zaman. Kimi annesi, kimi eşi, kimi bu soğukta üşür mü acaba diye derdine düştüğü çocuğu, kimi sonsuza kadar beraber olacağız nidaları ile süslediği yaz aşkı, kimi de en sevdiği defteri ile beraberdir bu sahilde. Üsküdar’da geçmek bilmeyen şu dakikalarda bu cümlenin son virgülden sonraki öznesiyim. Az ileriden bir ses duyuyorum. - “Pardon fotoğrafımızı çekebilir misiniz?” Tam da yazıya kaptırmıştım kendimi kafamı kaldırıp bakıyorum kim bunlar diye. Birkaç samimi dost, ele ele tutuşmuş bir aşık bir de maşuk. Sonra mı? “Tabi” diyorum “Tabi” zaten yalnızlık çekilmiyor. Birkaç kare geçiyor gözümün önünden. Fotoğraftaki gülümsemelere bakıyorum birkaç saniye, içten gülümseyenleri bulup en kuytu köşeye saklamak istiyorum. Sizden az kaldı şu köşede durun diyesim geliyor susuyorum. “Tamam” diyorum “Herkes çok güzel çıktı” diye de bir pembe yalan ekliyorum sonuna. Diyemiyorum ki seni gülümseten şey onu gülümsetemiyor. Sonra uzaklaşıyorlar zaten kendi banklarına doğru. Bir de balık tutan bir adam var sahilde. Oltası ve o. Onun da bir beklediği var herkes gibi. Başka da kimse yok işte. Vapurlar dolu, otobüsler tıklım tıklım, köprüde trafik var, ama kimse yok. Bu bank bana birazcık büyük gelmiş gibi. Yan tarafım boş. Hayat bana seneye de bu banktasın mı diyor ufaktan. Yoksa benim uğursuzluğum bu kalemden mi kaynaklanıyor? Bir hiddetle elime alıyorum kalemi. Kırıp atayım şu denize götürüp gitsin dalgalar diye. Kırılmıyor kırılsa da birleşiyor eski haline dönüyor ama izi kalıyor. Atıyorum bir martı kapıp geri getiriyor. Şimdi yanıma biri daha yaklaştı. Yok yok fotoğraf için değil “Oturabilir miyim?” diyor “Tabi” diyorum “Tabi” zaten yalnızlık çekilmiyor. Gülümsüyor. Şimdi kurtuldum bu kalemden galiba artık yüzüne bakmam. Bir heyecan sarıyor beni belki iki kelam ederiz diye ümitleniyorum. Sol tarafımda oturuyor. Bank artık büyük gelmiyor. Soluma dönüyorum. Kız bir anda ayağa kalkıyor. O da ne! Onun da bize doğru yaklaşan bir dostu var ufukta. Tüh be diyorum bu da benden değil. Akrep sonunda dönüp dolaşıp 5’i buluyor. Şimdi bütün banklar boşalıyor. Zaten bu manzara bana uzun süre yeter. Denizin kokusunu derin derin içime çektim, gözlerimi kapatınca hayal edebileceğim kadar çok baktım Boğaziçi Köprüsü’ne. Telefonu elime alıyorum. Müziği de kapattım zaten. Balık tutan adama doğru götürüyor beni adımlarım. -“Pardon diyorum benim resmimi çeker misiniz?” “Tabi” diyor “Tabi” zaten yalnızlık çekilmiyor. Gülümsüyorum. Ama içten değil. Biraz burukça. Şimdi bu bankı gecenin yalnız konuklarına bırakma zamanı. Son kez bakıyorum arkama, belki gelmişsindir ansızın diyorum. Gelmemişsin. Ve sonra defterimi elime alıyorum. Trafiğin sesini duymuyorum, kafamı kaldırıp bakmıyorum, rüzgârı hissetmiyorum. Yalnızlık denen illeti balık tutan bu adama emanet ediyorum.

5


Ömer Faruk

Yazmak nedir?

Bu soruya cevap olarak, kalem ve kâğıdın bir şekilde buluşmasıdır, diyebilirsiniz. Nispeten başarılı da olursunuz. Fakat artı k devir teknoloji devri… Bu yönden bakacak olursak cevabınız günümüz adına pek de doğru sayılmaz. Tweet atarken, kalem tutmuyoruz. Bilgisayar, telefon ve tabletlerimizde “yeni not oluştur”a tı kladığımızda önümüze tertemiz bir kâğıt sermiyoruz, esasında. Hatt a bunları şimdilik bir kenara bırakalım. Geleneksel yazma usûlünden taviz vermeyen yazarlarımız, eline kalem, önüne kâğıdı alır almaz yazmaya mı başlarlar? Tersten de düşünebiliriz. Eline kâğıt kalem alan herkes yazı yazıyor mudur? Örneğin, oyalansın diye ufacık bir çocuğa verdiğimiz kâğıt kalemden yazı yazmasını bekler miyiz? İşte tam da burada iki problem karşımıza çıkar: 1. Yazmak nedir? Biraz daha açarsak, yazı yazmadaki amaçlar, gayeler, idealler makro ve mikro planda nelerdir? 2. Ciddi sancılar çekilerek yazılan yazılardan sonra ne için sancı çekilmelidir? Veya sancı çekmek şart mıdır?

6

İnsanoğlu ilk dönemlerinden iti baren düşünmüştür. Evrimin farklı kolları, yaratı lışçı zümreler, pro-hayat adına felsefeler üretmiş olan ekoller… Hepsinin ortak noktası insanoğlunun düşünme fi iliyle hemhâl olmasıdır. Evet, tüm değerlerin kabul etti ği bir noktadır: “Milyonlarca yıl önce bile insanoğlu düşünmüştür, düşünecekti r ve düşünüyordur.” Yazı yazmanın, kalem ve kâğıdın valsinden; klavye ve parmakların şakşaklamasından daha ehemmiyetli bir noktası düşünmekti r. Düşünmek, yazının kalitesini belirler. Düşünerek yazılan bir yazı, düşünmenin şartlarına bağlı olarak, yazının ideallerini, gayesini ve ufk unu sınırlar veya genişleti r. Düşünmek, kalem ile kâğıdın birbirine dokunmadan önceki sancısıdır aslında. Yazı yazmak adına doğacak bütün fi kirler öncelikle düşünmeye bağlanmalıdır. Düşünmeyi halledersek, yazı yazma yolumuzu yarılamış olur, kalan yolumuzda emin adımlarla ilerleriz.


Kadran Dergi

| Ocak 2016

Fakat bu noktada istidraî bir konuya da değinmek gerekir. Her şeyin aslı zıddıyla bilinir. Düşünmek; yazı yazmanın biricik ön-şartı, ön-kabulü ve olmazsa olmazıdır. “Düşünmemek” ise yazı yazma fiilini özünden olabildiğince uzaklaştırır. Bu önemli noktayı da kaçırmamak gerekir. Yazının planlanması ve tasarımı çok önemlidir. Böylece yazıya mürekkep, kurşun ve kâğıt kokusundan daha fazlasını yükleriz. Belli bir ideal, büyük bir ufuk açmış oluruz. Plan, tasarım, ideal ve gaye ufkumuzun bu noktada yeniliklere açık olması gerekir. Güçlü & Güçsüz veya Zayıf yazarlar bu basamakta elenir. Düşünür herkes… Ama bu basamak ciddi bir ufuk, yüksek bir dimağ, azami bir gayret ve çalışma ister. İşin en güzel kısmı ise bu basamak disiplinli çalışmalarla geliştirilebilir.

genetiktir ve yazardan yazara göre değişir. Belki bu probleme “Yazarın Genetiği” nazarıyla bakılabilir. Çünkü esas özgünlük bu aşamada belli eder kendini. Yahya Kemal’i Emile Zola’dan ayıran nokta bu sayede oluşur. Bu sürecin sağlamasını yapmak bir yazarın tüm ömrüne bedel olabilir. Fakat bu kaygı, yazarı her zaman daha iyiye, daha güzele, daha kaliteliye, daha ahlakî değerlere ulaştırır.

İkinci problemimiz ise daha sübjektif değerlendirmelerden oluşur. Zira bu problem ve çözümü her yazarın tek başına girişeceği bir serüvendir. Her yazar için ayrı bir anlam taşır. Yazının öncesinde çekilecek olan sıkıntılar az buçuk aynı olsa da yazının sonrasında nelerin dert edinileceği

Hâsılı, “Yazı yazmak yolda olmaktır.” Hem de hiç bitmeyecek bir yolda olmak… Engeller, türlü türlü sıkıntılar bolca olacaktır. Fakat, yazar, yolun ufuk izindeki izdüşümünü görebiliyorsa hiç durmadan yürüyecek cesarete de sahip olmalıdır.

Karl Jaspers “Felsefe yolda olmaktır.” der. Yazı yazmak bir düşünme sürecidir, ilerisi planproje-ufuk-gaye-hedeftir, daha da ötesi “Acaba neredeyim?”i sorabilmektir yazdıklarına. Bu bağlamda yazmak baştan sona bir felsefedir. Felsefe evinde oturmaktan öteye gitmeyenlerin yapabileceği bir iş değildir, bir yolculuktur. Yazı yazmanın da bundan aşağı kalır yanı yoktur.

7


Sevgili 45 yaşım, Kendime mektup yazacağım zaman bu kadar heyecana tutuşacağımı tahmin etmezdim hiç. Merak ediyorum da hala ince belli bardaktaki çayımla, hoş kokusuyla afiyet veren mumun eşliğinde yazılar yazıyor muyum? 16 yaşımda, 45 yaşında edasıyla “İnce belli bardak “ takıntın vardı. Peki mumun küçük alevindeki dalgalanmalar hala edebi bir memnuniyet hissettirip, midemden kalbime kıpır kıpır bir kelebek uçuruyor mu? 45 yaşında nerede olurum ne yapıyor olurum bilemiyorum, yaşama devam edip edemeyeceğim hakkında bile bir bilgim yokken, bu belirsizlikler içinde gerçek bir noktaya, gerçekleşmesini ümit ederek o noktada bir mektup yazmak belki de bir karmaşadan ibaret. Lakin 45 yaşında isem ve bu yazdıklarımı tekrar okuyor ve suratımda belli belirsiz bir tebessüme yer veriyorsam, Söz… Söz tekrar yazacağım 60 yaşıma. Çünkü her belirsizlikte de bir umut vardır. Hala umudu, gökyüzüne bırakılmış, kırmızı bir balona benzetip, peşinden koşuyor musun durmaksızın? Her zerrede, her insanda, her anımda arıyor muyum hala umudu, yoksa buldum mu 45 yaşım? Umudu ararken adaletine inandığım yanım nasıl peki? Hep hukukçu olarak hayal etmekteyim kendimi biliyorsun. Şimdi adalet diye haykırabiliyor muyum, tüm kadınlar, tüm masumlar, tüm canı yanmışlar için? Nezd-i İlahi’ de bu konuda kendine güveniyor musun? Umarım şu okuduğun esnalarda kendime sorduğum bu sualler karşısında esef duymuyorumdur. Peki ya annemler, babamlar nasıllar? O hep olmak istediğin kadının elleri buruştu mu artık? “ Ben babamın kızıyım, güçlüyüm. “dediğin adamın beli büküldü mü yoksa? Her şey 16 yaşındaki kızlığın gibi kalmadı mı? Yeni bir aile ekledin mi en değerlilerine? Eğer varlarsa, genç kızlığından da bir tutam sevgi ekle şimdi. Peki hala 16 yaşındaki küçük kız gibi gökyüzünü sığdırabiliyor musun yüreğine? Yoksa sen büyüdükçe küçüldü mü yüreğin? Her nefes almak isteyenlere durak oldu mu kalbin? Yüreğinde herkes sandalye buldu mu? Umarım kimse ayakta kalmamıştır, kimseyi bekletmemişsindir. Elbette kimisi sandalyeye kimisi kanepeye oturmuştur değil mi 45 yaşım? Bir de 16 yaşında günlük tutuyordun, ileride büyüdüğüm zaman birikmiş bir sürü anım olsun, unutamayayım hiç birini derdin. Hala saklıyorsun değil mi? Kalemini hiç bırakmadın biliyorum. Ne olursa olsun yazmışsındır. Ben kendimi biliyorum, yazmadan duramazsın, içindeki sıkıntıyı refaha ulaştırmak için yazarsın, kaleminden hiç vazgeçemezsin ki. Peki hala kahve çekirdeğinin kavrulduğu zamanki kokuyu, salıncakta çocuklar gibi sallanmayı, en çokta yağmuru seviyor musun? Sayın 45 yaşım; 16 yaşında yağmur senin için öyle güzeldi ki, kelimelerle nasıl telaffuz ederim bilmiyorum, yağmuru gördüğün zaman koşa koşa kalemine giderdin, yağmurla birlikte bir bir dökerdin kağıda içini. İçindeki çocuk umarım capcanlıdır. Çünkü 16 yaşında ileride çocuk ruhlu olmayı, eğlenmeyi, gülmeyi isterdin. Asık suratlı insanları sevmezdin. Denizi severdin. Yeise düşmekten korkardın, yağmurdan sonraki toprak kokusunu severdin. Savaştan tiksinirdin, Yazardın; ne yaşadıysan, neye üzüldüysen, neye çok sevindiysen; ellerin kapkara olana kadar, kalem tutuş şeklini alana dek yazardın. İnce belli bardaktaki çayına mana yükler yine yazardın. Birisine bir şeye sinirlenirdin, susardın, kalemini alır kaleminle konuşurdun.

8


Kadran Dergi

| Ocak 2016

Küçük şeylerden doyasıya mutlu olurdun. Aşk’a aşıktın. Türk’tün Osmanlı’ydın aynı zamanda, “Nerelisin?” diyenlere muziplik yapıp “Osmanlılıyım.” derdin hatta. Tarihe aşık küçük bir kızdın sen. Ha bu arada, arkadaşlarını nasıl da severdin, nasıl kollardınız birbirinizi, okul koridorlarında her daim kahkahalarınız duyulurdu. Neşeniz hiç mi hiç eksik olmazdı. Bir aileydiniz siz. Aranızda öyle derin köprüler inşa edilmişti ki bir nebze bağlanmıştınız birbirinize. Lisenin ortasında köşe kapmaca oynardınız. İnsanlar şaşkınlıkla bakardı, büyümedi mi bunlar diye. “Hayır.” Büyümemiştiniz. Büyümek size göre değildi. Birbirinizin, anın değerini çok iyi bilirdiniz. Kim ne der tantanasında değildiniz. Hala konuşuyor musun, Can’ımdan sevdiklerimle? İrtibatınızı koparmayı hiç istemiyordunuz çünkü. Sahi bu arada nelerden pişmansın? Umarım “Pişman olmadan yaşa.” Taktiğimi unutmamışsındır. Neleri yapmamamı isterdin merak ediyorum. Ya da yok istemiyorum, her şeyi bilerek yaşamak ne de sıkıcı olurdu. Geleceği bilmemek aslında ne de güzel şey, her şeyi doğru yapmak ne kadar güzel ve dolu dolu olabilirdi ki? Hey gidi hey, 45’e daha ne anılar var kim bilir? Artık beni dinledin, içindeki en çok kendini dinledin. Şimdi al eline kalemini, kibritini mumun ipiyle tutuştur - bu arada sakın çakmakla yakmayı düşünme bile- sen kibritin kutuyla çıkarttığı kıvılcıma bile aşıktın çünkü sonra da çayını demle ve 60’a yaz şimdi. Sözünü tut. Kendini sev, yaşlı halini sev, aynada gördüğün başlamaya yüz tutmuş kırışıklıklarını sev. O zaman elveda 45 yaşım… 60’a aşkla kal… 16 yaşındaki senden.

Betül ŞENOL

9


SAĞLIKLI BİR YAŞAM İÇİN DOĞRU BESLENME Şeyma ARMAN

10


Kadran Dergi

| Ocak 2016

Son yıllarda yapılan sağlık araştı rmalarında ortaya çıkan en önemli sonuç dengesiz ve ye-tersiz beslenmeye bağlı olarak sağlık sorunlarının (obezite, diyabet, kalp hastalıkları vb.) giderek artmış olmasıdır. Peki, bu sağlık sorunlarının önüne geçmek mümkün mü? Tabi ki dengesiz ve ye-tersiz beslenmeye devam edersek bu sorunların artmasının önüne geçemeyiz. Ancak alanında uzman kişiler (diyeti syenler) tarafı ndan hazırlanan düzenli bir beslenme programı ile bu sorunların önüne geçmek mümkün. Şimdi düzenli bir beslenmenin nasıl olması gerekti ği hakkında biraz konuşalım.

enerji ile sağlanır. Ancak bu enerji uygun bir beslenme programı ile alınmalıdır. Bireylerin almaları gereken enerji; yaş, vücut bileşimi, çevre sıcaklığı, hastalık durumları, yapılan fi ziksel akti vite durumu gibi faktörlere bağlı olarak değişir. Sağlıklı kişiler için bazı basit yöntemler kullanılabilir, fakat özel sağlık problemlerinin olduğu bireylerde daha ileri yöntemler kullanılmalıdır.

Beslenme sürecini doğru bir şekilde planlamak için hangi besinlerin, nasıl, ne kadar, günde kaç öğünde ve nasıl hazırlanıp pişirileceği gibi hususların bilinmesi yanında, bireylerin hangi besinlere karşı duyarlılıklarının olduğu, beslenme alışkanlıkları, beslenmenin ekonomik, sosyolojik ve psikolojik durumlardan nasıl etkilendiğini ve bu durumlarda ne gibi çözüm yollarına başvurulacağını bilmek gerekir. Yani beslenme programı bireye özgü planlanmalıdır.

Sağlıklı bireylerde yeterli ve dengeli beslenme için besinlerle alınan enerjinin % 55-60‘ı karbonhidratlardan, %12-15‘i proteinlerden ve % 25-30‘u yağlardan gelmelidir.

Enerji gereksinimi basit olarak, bireyin bazal metabolik hızı için gereken enerji üzerine, yapılan fi ziksel akti vite için gereken enerjinin eklenmesi ile bulunur. Erkekler için çıkan sonuca % 10 ekleme yapılır. Beslenme vücudun çalışması için gerekli olan be- Çocuklar için enerji hesaplaması yapılırken çocuğun sin öğelerinin besin maddeleri aracılığı ile vücu- büyüme ve gelişmesi mutlaka izlenmelidir. Bu izlenme da alınmasını, sindirilmesini, emilmesini ve vücut sağlık kuruluşları tarafı ndan persenti l değerleri tarafı ndan kullanılmasını kapsayan bir süreçti r. kullanılarak yapılır.

Beslenme son derece bireysel bir konu olmakla beraber her beslenme programı 4 ortak temel üzerine kurulur. Bu 4 temel aşağıdaki gibi belirti lmişti r. 1) Beslenmenin en önemli amacı sağlığı korumak ve gelişti rmek olmalıdır. 2) Beslenme de yaşam döngüsünün bir parçası olmalıdır. 3) Beslenme için mümkün olduğu müddetçe doğal besinler kullanılmalıdır. 4) Beslenme bireye özgü olmalıdır.

Vücudun Enerji Gereksinimi ve Yaş Gruplarına Göre Önerilen Miktarlar Nelerdir? Bedenin düzenli çalışması, sıcaklığın korunması, hareketlerin düzenlenmesi, uygun miktarda alınan

11


Besinlerin İçinde Bulunan Besin Öğeleri, Biyoaktif Bileşikler, Fonksiyonları Ve Alınması Gereken Miktarlar Nelerdir?

Basit ve karmaşık olmak üzere iki farklı yapıda bulunurlar. Basit şekerler olarak bilinen formu kolay emildiği ve kana kolay karıştı ğı için daha çok hipoglisemi hastalarında kullanılır. Kompleks karbonhidratYeterli ve dengeli beslenme için alınması gereken lar basit karbonhidratlara göre daha sağlıklıdır. besin öğeleri proteinler, karbonhidratlar, yağlar, vitaminler ve minerallerdir. Besinlerin içinde bunların Yağlar yanında son yıllarda sağlık yararları her gün yeni bir çalışma ile ortaya konulan biyoakti f bileşikler de Yağlar da diyeti n enerji veren önemli bir kaynağıdır. bulunmaktadır. Henüz bu biyoakti f bileşikler için gün- Ancak, diyett e fazla miktarda bulunmalarının kalp lük tüketi lmesi gerekli miktarlar konusunda herhangi hastalıkları ile ilişkisi olabileceği bildirildiğinden dibir veri bulunmamaktadır. Şimdi bu besin öğelerini ve yett e günlük enerjinin % 30’undan fazla olmaları biyoakti f bileşikleri ayrıntı lı bir şekilde açıklayalım. istenmez. Yağların yapı taşı yağ asitleridir. Özellikle hayvansal kaynaklı olan doymuş yağların kullanımı Proteinler fazla tavsiye edilmemektedir. Doymamış yağlar grubunda yer alan Omega 3, Omega 6 ve Omega 9 Vücudun yapı taşı olarak bilinirler. Fonksiyonları; yağ asitleri ise daha sağlıklı olan formudur. Omega yapıcı, onarıcı, düzenleyici ve koruyucu olarak özetle- 9 kaynağı olan zeyti nyağı ve fı ndık yağının kolestenebilir. rolü düşürücü etkisi vardır. Ayçiçeği, mısırözü ve soya yağı ise Omega 3 ve Omega 6 yağ asitleri yönünden Çocuklarda, adolesanlarda, gebelerde, emziren an- zengin kaynaklardır; ancak bu yağların aşırı tüketi lmnelerde ve yaşlılıkta büyük önem taşırlar. esi kandaki kolesterolün yükselmesine neden olur. Yetersiz enerji alınması durumunda proteinler enerji kaynağı olarak kullanılır bu durumda böbreklere aşırı Vitaminler bir yük biner. Besinlerde çok az miktarda bulunan, normal Proteinler aminoasitlerden oluşur. Bazı aminoasitler beslenme için özel görevleri olan organik bileşiklerdir. vücut tarafı ndan sentezlenemez ve besinlerle mutla- Yeterli ve dengeli bir diyetle beslenildiğinde, vitaminka alınması gerekir işte bu aminoasitlere elzem ami- lerin tümü sağlanmış olur. Ancak günlük yaşantı da, noasitler denir. Elzem aminoasitler yönünden zengin hava kirliliği, su kirliliği, stres vb durumlara maruz olan proteinlere ise kaliteli protein denir. Et, süt, yu- kalınmaktadır. Bu nedenle bazı durumlarda diyete ek murta gibi hayvansal proteinler kaliteli proteinlerdir. vitamin alınması gerekli olabilir. Karbonhidratlar

Ayrıca, vitaminlerin özellikle de yağda eriyen A, D, E, K vitaminlerinin fazla alınmalarının zararlı etkileri göz Vücuda enerji sağlayan ana kaynak öğelerdir. Et, süt, önüne alınarak hiçbir zaman doktor ve diyeti syene yumurta gibi hayvansal kaynaklı ürünlerde en az, tüm danışmadan ek vitamin alma yoluna gidilmemelidir. bitkisel besinlerde en çok bulunan öğedir. B ve C vitaminleri suda eriyen vitaminler grubuna girmektedirler. Bu vitaminler vücutt a depolanamadıkları için besinlerle alınımına çok dikkat edilmelidir. Pek çok vitamin için en iyi kaynakların taze tüketi len sebze ve meyveler olduğu da unutulmamalıdır.

12


Kadran Dergi

| Ocak 2016

Mineraller Vücutt a gereksinim duyulan miktara göre majör mineraller ve iz elementler olmak üzere iki grupta incelenir. İnsan için majör mineraller (makro mineraller de denir); kalsiyum, fosfor, potasyum, magnezyum, sülfür, sodyum ve klor, iz elementler (mikro mineraller de denir) ise; demir, çinko, selenyum, molibden, iyot, kobalt, bakır, manganez, fl or ve kromdur. Minerallerden kalsiyum, demir, iyot ve fl or besinlerle yeterince karşılandığında tüm makro ve mikro mineraller de karşılanmış olur. Biyoaktif Maddeler Meyve ve sebzelerde bol bulunan bu biyoakti f bileşiklerin tüketi mleri ile yaşa bağlı dejenerati f hastalık gelişimi arasında ilişki gösteren çalışmaların artması ile bu konuya ilgi de artmıştı r. Özellikle kronik hastalıkların gelişiminde rol alan serbest radikallerin yol açtı ğı oksidati f strese karşı koruyucu etki yaptı klarına inanılmaktadır. Bu etki anti oksidan olarak görev yapmaları ile ilişkilendirilmekte ve bu öğeleri bol bulunduran sebze ve meyvelerin tüketi mleri ile kan anti oksidan düzeylerinde önemli artı ş olduğu bildirilmektedir.

Dengeli ve Yeterli Bir Beslenme İçin Tüketilmesi Gereken Besin Grupları ve Miktarları Nelerdir? 1-Süt, Yoğurt, Peynir Grubu Özellikle kalsiyum ve protein kaynağıdırlar. Günlük en az 2 su bardağı süt veya yoğurt ya da iki kibrit kutusu kadar beyaz peynir tüketi lmelidir. Adolesan dönemde bu ihti yaç 3 su bardağına çıkabilmektedir. Bu dönemde bu grup yeteri kadar tüketi lmezse ileride kemik erimesi, kemik yumuşaması gibi hastalıklar ortaya çıkabilir.

2-Et Grubu Tavuk, balık, kırmızı et, yumurta, kuru baklagiller, fı ndık, fı stı k, ceviz gibi kuruyemişler yer alır. Su ve Sağlık Özellikle protein, demir ve çinko kaynağıdırlar. Günde en az 2 porsiyon tüketi lmelidir. Gelişme çağındaki Yaşam için elzem olan su; enerji ve besin öğeleri çocuklar, gebe ve emzikli kadınlar için oldukça önemli içermediğinden besin grupları içinde sayılmaz. Ancak bir gruptur. sağlıklı yaşam için mutlaka alınması gerekir. Günlük alınması gereken miktar yeti şkinler için günlük or- 3-Sebze ve Meyve Grubu talama 6-8 bardaktı r. Çay ve kahvenin diüreti k (idrar Özellikle vitamin ve mineral deposudurlar. İçerdikleri söktürücü) etkisinden kaynaklanan aşırı çay ve kahve A, C, E vitaminlerinin anti oksidan etkilerinden dolayı tüketi lmesi normalden fazla bir su kaybına yol açar. kanser yapıcı maddelere karşı önleyici etkileri vardır. Aşırı çay ve kahve tüketi ldiğinde alınan su miktarı Günde en az 3-5 porsiyon tüketi lmelidir. arttı rılmalıdır. 4-Ekmek ve Tahıl Grubu B vitaminleri yönünden oldukça zengin kaynaklardır. Günde 4-6 porsiyon almak yeterlidir. Her öğünde 1-2 dilim ekmek ve öğünlerden birinde pilav ya da makarna yenildiğinde bu ihti yaç karşılanmış olur. Kaynaklar Duffy, R.L., Complete Food and Nutrition Guide, American Dietetic Association, 2006 Köksal, G., Gökmen, H.: Çocuk Hastalıklarında Beslenme Tedavileri, Hatiboğlu Yayınları, 2000 Baysal, A.:Beslenme, 12. Baskı, Hatiboğlu Yayınevi, Ankara, 2000

13


HAYDİ MUTLU OLALIM! Zeynep CANELKİ

14


Kadran Dergi

| Ocak 2016

Yaşamımın odak noktasının mavi olmasıydı asıl mesele, her insanın odak noktasının mavi olduğunu sanmamdı sorun ve herkesin hayalinin mavi olduğunu düşünmemdi saflığım. Benim hayatım maviyken insanların başka renklere olan aşkları hep tuhaf gelmişti bana. Zor olan belki de buydu hayatımda. Değiştiremediğim tek mesele olmuştu mavi. Çünkü hayallerim maviyle kuruluydu ve hayal kurmak benim daimi meselemdi. Okuduğum her kitapta, gördüğüm her rüyada maviyi görmek istememdi çıkmaz. Ne her kitap maviye dairdi ne de her rüya renkli... Mutluluğa dair şeyler gerekiyorsa hayatınızda bir de mutluluğu buradan okuyun istedim bugün. Kurgulanmış bir hikayeden… Belki de içimizde yaşayan, hiç büyüyemeyen, bize daima muhtaç çocuktan. Kimilerine göre hayatın kendisidir mavi. Her şey mavide buluşur ve mavinin gücü ne kadar çok olursa hayat o denli huzurlu gelir insana. Mavi geçen zamanda, bulunduğun mekanda, kurduğun hayalde, sevdiğin kişidir. Ben de çocukluğuma aşık olduğumdan geçmiş zamanın gölgesinde kurduğum hayallerde yaşadım maviyi. Bu yüzden bu denli değerliydi. Hayatımda her renk içinde biraz mavi barındırırdı benim için. İlk aşk da mavi, kurulan hayaller de… Kız çocukları pembeyi daha çok sever ya hani. Ben mavinin pembeye yakışma ihtimalini sevdim. Yazar olma hayalini mavi benzettiğim için sürüklenip geldim belki de. Denizin maviliğine aşık olup İstanbul’a gelmek gibi bir şey işte. Mavi kapaklı defterin hediye edilmesiyle başlamış her şey. Bir dönüm noktası daha çıkmış karşımıza. Yazarımızın her şeyi olmuş mavi kalın kapaklı defter. Yağan yağmuru, açan çiçeği, dökülen yaprağı, uçan böceği not etmiş defterine. Bir tarih kaydedicisi rolü üstlenmiş doğa için. Belki de zamanı bu sayede kab ul etmiştir. Belki de zamanı bu sayede aşıp hep çocuk kalmıştır içimizde... Bir kavanoz bulmuş mavi defteri için. Defteri için diyorum çünkü içine tarihe kaydettiği her hatası için hatasının yazılı olduğu bir yaprak koymuş. Herkesin aradığı, başarıya giden yolu da bu sayede oluşturmuş. Kendisi bir çocuk ama maviye olan inancını her elektrik kesintisinde ailesine anlatması kadar çocukça gelmiş ona yapraklar. Ve bir sabah, mavi kaplı defteriyle başlayan bu çocukça çırpınışlar mavi defterinin kaybolmasıyla eksik kalmış. Belki de dünyaya çaresizliğin yayıldığı zamandı o sabah. İçimizdeki çocuğun çaresiz kalmasıydı kara bulutlar ve içimizdeki boşluğun asıl sebebiydi ağlamalar... Bir çocuğun düştüğü karamsarlıktan çıkabilmesinin yolunu arıyordu insanlar. Çünkü tüm dünyayı saran bu kasvetten kurtulmak istiyorlardı. Mutluluğu aramaya başladılar. Senelerce, asırlarca… Kimse kesin bir çözüm bulamıyordu çünkü arada gözüküp hemen kaçan bir şeydi aradıkları. Mantıken aranınca bulunmayan bir şeydi zaten. Bir süre sonra da sırf kaçmasın diye yaşamamayı seçtiler. Mutluluğun bozulmasından korkarak mutluluğu yaşamayı imkansız hale getiriyorlardı aslında. Farkında bile değillerdi. Hikayenin bir sonu yok. Çünkü henüz sonu yaşanmadı. Mavi adına mutluluğu bulmak, içimizdeki çocuğa bırakılacak bir şey de değil. Bu hikaye ile bahsedilmek istenen aslında tam olarak bu. Kim nasıl anlıyorsa mutluluğu öyle bulur. Bilimsel bir açıklamaya da ihtiyacımız yok hiçbir zaman. Bazen durup dururken gökyüzüne bakmakken mutluluk bazen de yağan yağmurun altında koşmaktır. Mutluluk aranarak bulunmaz. Çünkü mutluluğu aramaya ihtiyacımız yok. Bu hikayedeki çocuk gibi, içimizdeki çocuk gibi, tek bir şeye dayalı yaşamayın hayatınızı. Başka planlarınız da olsun. Zira aksiyon iyidir. Saçma olduğunu düşünmeyin ve bu damgayı çıkarın hayatınızdan. Bazen alakası olmayan durumlar mutluluğa çıkan bir asansörde hissetmenizi sağlayabilir. Yani sadece mutlu olduğunuzu düşünün. İçinizde bulunan çocuk türlü oyunlar üreterek size yardımcı olacaktır. Son olarak son zamanlarda izlediğim bir diziden bir replikle bitirmek istiyorum: “ Sufle, sufle değildir. Sufle, tariftir” Mutluluk sizinle olsun. İyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler...

15


NEYE TÂLİBİZ? Taha Yasin YILDIZ

Dünya “Devr-i Es’ad”ini -en mes’ûd devir- Asr-ı Saadett e yaşadı, Öyle bir devir ne gelmiş ve ne de bir daha gelecekti , Fakat “Kâinât’ın İft ihar Tablosu” (Sallallahu Aleyhi Vesellem)in “Kardeşlerim” diye o asırdan günümüze iş’ar buyurduğu topluluğun yaşayacağı bir devir de ve o devirde yaşayacak Kudsîler vardı ve O (Sadık-ı Masdûk) dediyse yaşanacaktı . Şimdi Asr-ı Saadet’in izdüşümü Asr-ı Âhir ve Sahabe’nin izdüşümü kardeşler.. Onlar İnşaallah bizlerizdir diye hummalı bir çırpınış ve canhıraş bir say-u gayret içinde olan Kardeşler.. O hitabın mazharı olma adına ne yapılması gerekiyorsa, o yolda azm-u râh etme.. O hedefe varma adına herşeyden feragat etme.. Maddi Manevi herşeyden; Önde bulunma arzusundan.. Ben anlatayım dürtüsünden.. Görünme sevdasından.. Hatt a vâridat massedeceği füyûzât kurnasındaki sırasındann.. ve daha bilmem nesinden feragat... Ve o hedefe varmanın yollarını, yıllardır, sînesini sökercesine asrın minberinden Haykıran’a da cân kulağını verme.. Bize nazar ve ilti fat edip Kur’ân’ın tâbiriyle; Kâlbi bizim için Titreyen’e, O Yüce Nebi’ye, Bu ilti fatı nın Ukbâ buudlu mazhariyetlere inkılâb etmsi için, bütün Rûh u cânımızla, O’nun gözlerinin içine bakarcasına, Yaşamamız gerekmez mi..? Hayatt a kalp kazanmanın yolu efendice yaşamaktı r, Efendice yaşamanın da Efendimiz’ce yaşamaktan başka yolu YOKTUR..

16


Kadran Dergi

| Ocak 2016

Nazm’a istidâdım zayıf olsa da diyeyim; Yâr’in köyüne vardım, Ayn’ım Aynı’na verdim, Şerh-edip cümle derdim, Buldum şifâ bezminde.. Dedi kuluma değmen, Sakın eşikten koğman, Onca cürmüme rağmen, Buldum vefâ bezminde.. ................ Yapılması gereken aslında çok net. İlkler dünyayı ma’mûr ettiler ama kendileri için bir dikili ağaçları olmadı, İnsanlığı mes’ûd etme adına kendi saadetlerinden vazgeçtiler. Dünyanın cazibesi ve olanca alımı bakışlarını bulandırmadan da çekip gittiler. Öyleyse arkalarından gidenlerin de, dünyaya ve onun içindekilere karşı bir “hâl-i ibtilâ”ya girmeden (hafizenallah), vazifelerini yapıp, “...işte yarışacaksa insanlar bu cennet devletine konmak için yarışsınlar” 83/26 İlâhî beyanı sırrınca, dünyaya en küçük bir meyil hissi dahi duymadan çekip gitmeliler.. Aslında bilmemiz gereken, eğilmemiz Gereken’e karşı hep meyil duymamız gerektiği değil midir..? O’nun dışında meyl-ettiklerimiz hep bizi terkedecek değil midir bir gün Allah aşkına.. Gönlümün manzum bir sesi daha; Ne kâr etsen dâr-ı fâni adına, Gider elden, düşme anın ardına. Kalmaz kimse, bir düşün, ki düştesin, Gafil olma çalış Ukbâ yurduna Sefîne-i Dünya âhiret limanına yanaşmak üzere, artık o da devrini tamamlamış, tabiri caiz ise jübilesini yapıyor, O da son saadetini yaşayıp âhirete inkılâb edecek olmanın heyecanını yaşıyor gibi âdetâ.. Zîrâ bir miâdı var ve Yaradan (cc) nasıl Tekvîn ettiyse, yine kendi İlm-i Muhît’inde saklı bir vâdede öyle de Tekvîr edecek, yani defterini dürecek ve ebedi bir dünyaya nüve olma vazifesini tamamlatmış olacak.. İşte fâni dünya ve işte va’d edilen Ebedî Saadet Yurdu.. Neye tâlib olmamız gerektiği belli mi, değil mi..?

17


ÇOCUKLUK SIRRI Özlem SÖĞÜTLÜ

Bazen çocukluğunun o enfes kokusunu çekmek istersin derin derin... Fakat boğazına bir şeyler takılır hep; belki de yaşayabildiğin çocukluğun kadar izin vardır buna da… Belki de çocukluğuna verilen izin kadar sen, sen olabiliyorsundur... Çocukluğu yarım kalanın her şeyi öylece yarımdır; kahkahası yarım, mutluluğu yarım, güveni yarım... Bir dönüp baksak kendimize, belki de sözlerimiz yarım kalmıştı r. Nihayete varmayan cümleler... Korkarız çünkü… Ya birisi keserse o cümleleri, hani tı pkı çocukluğunda olduğu gibi; “Yahu yeter artı k ne çok konuştun” diye biri çıkışsa… O yüzden susmak en iyisidir. Bu cümlelerde eksik kalsın diğerleri gibi ne çıkar. Mesela kasarız kendimizi hep; çünkü yanlış cümleler kurmamalıyız, hata yapmamalıyız, utanılacak hale düşmemeliyiz… Ağzımızdan yanlış bir söz çıkar da rezil olursak? Bazen öylesine sıkarız kendimizi de farkına varamayız. Zannederiz ki bu olması gerekendir. Heyhat! Nerden bilelim ki bu ben değil, boş yere harcanan, hırpalanan, alay edilen çocukluğumdur. O yüzdendir ki ben, benlikten çıkmışımdır. Üzerime biçilen kıyafet, ruhumun bedenine göre değil de olmam gerekti ğini düşündüğüm kalıba göredir. Ve artı k bir ben vardır olmam gereken, ruhumun ölçülerine dar gelen bir karakter ve karanlıklar içinde kalan mizacım. Sana ait olması istenilen hayatı nda, sen mücadeleni verirken gün gelir hayat dolu bir çift göz belirir karşında.. Senin gözlerine bakan ve senden de aynı bakışı bekleyen bir çift göz... Evet Allah sana da bu güzel nimeti bahsetmiş cennett en bir hediye göndermişti r. Senin de içini yoklaman gerekir arti k. Çünkü bu güzellik senden cevap beklemektedir ve sana sorar; “Bana rehberlik yapabilecek misin?” Evet senden sadece karnını doyurmanı, altı nı değişti rmeni beklemez. Sana der ki “Var mısın bana dünyayı tanıtmaya, hayatı öğretmeye... Ama duygularının genişliğiyle, gözlerimin parıltı sını söndürmeden, aşkla, şevkle, sabırla, heyecanla...” İşte o zaman anne olmaya aday olan sen, döner bakarsın, belki şaşkınca belki de heyecanla dört elle sarılırsın anılarına ve yardim istersin geçmişinden. Annelik.. Bunun tadını iliklerine kadar hissetmek istersin. Tam da kendini o tatlı havanın meltemine bırakmak isterken kopar, evet bir yerden kopar bu fi lm. Maalesef yarım kalan çocukluğun, atamadığın kahkahaların, doyasıya yasayamadığın hüznün, bağıra bağıra ağlayamayıp boğazına düğümlenen gözyaşların ve hissedemediğin duygularınla kısacası yaşayamadığın çocukluğun senin anne olmana da müsaade etmez..

18


Kadran Dergi

| Ocak 2016

Hani çocukluğu yarım kalanın her şeyi yarımdı ya; işte anneliği de yarım kalır.. Ve o zaman güçlü olduğunu, seni dik tuttuğunu düşündüğün bacaklarının bağı çözülür de öylece çaresiz yığılıverirsin... Verebileceğin bir şey yoktur bu hayat dolu gözlere… Çünkü tüketilmişsindir. Sana yardım edecek, elini omzuna koyup ayağa kalk diyecek bir hatıran da yoktur. Belki de son bir ümit deyip çareler ararsın... Sonra bu dağınıklığın, ümitsizliğin dermanını bulamadım derken yanı başındaki o nimeti hatırlarsın. Bak hala O pes etmemiştir. Sana bakan o cıvıl cıvıl gözleriyle; “Gel… Benim öyle bir dünyam var ki, sana da yeter bana da.. Ben öyle bir devayım ki senin yaralarını kapatır, üstüne bir de eşsiz dünyamı sunarım sana…” der. Rahman senin derdinin dermanını göndermiştir aslında; hem de ne derman... Evet güzel anne sen kendini O Rahman’ın hediyesinin kollarına bırakırsın bıraktıkça genişler, genişledikçe rahatlarsın ve anlarsın ki aslında bunca senedir hayatı tadamamışsın. Yediğin yemeğin, içtiğin suyun, soluduğun havanın tadı gelir. Yüzünde, evet tamda o güzel yüzünde kaygısız gülücükler acar. Hatta bazen kendini sebepsiz gülerken bulursun.. . Hani ürkek kuzular vardır ya; ruhu yeniden şekillenen sen, işte tıpkı ürkek bir kuzusundur. Ama bu sana çok yakışır. İşte şimdi sen gerçek bir annesindir. Kollarını açıp havayı ciğerlerine çekerken, O’nunla birlikte yaptığın o koşmalarınız, oyunlarınız, atlamalarınız, zıplamalarınız... Evet işte bunlar seni anne yapmıştır. Evladının gözlerinde “İşte bu benim annem” dediği rehber bir anne... İşte bu annelik sana çok yakıştı.. Hani bir söz var ya ‘Çocuk insanı iyi eder’, bırak sen O’na rehberlik yaparken O ‘da senin yaralarını sarsın.

19


İLK DEFA Ahsen KESKİN

Bazen olur ya hani; tüm hücrelerinde hissedersin kapıldığın duyguyu. İliklerine kadar. Beyninde şimşekler çakmaya başlar ardı ardına. Alevler birden parlar. Tam da o anların birisindeydi işte. Zihninin dar sokaklarına türlü türlü düşünceler akın etmeye başladı. Hatta bazıları üst üste bindi, sığamadı. Yetmedi boşluklar. Bir bulmacanın hem sonuna gelmiş, hem de en zor kısmına takılıp kalmış gibiydi fakat her şeyin daha yeni başladığını da biliyordu. Demek ki bunca zaman ifade edememişti kendini. Hissettiklerini yansıtamamıştı gönül penceresinden. Ya da başka biri, ondan önce davranmıştı. Daha etkili, daha öncelikli, daha farklı… Her şeyin “daha”sı olan biri. Uzun uzun düşündü. Puslu laciverte çalan o geniş ufuklara bakarken aklına şu cümle takıldı: “Acaba çok mu geç kalmıştı?”

20


Kadran Dergi

| Ocak 2016

Ne ara bu kadar bencil olmuştu ki böyle? Yaşadığı hayat mı yoksa hayatta yaşadıkları mı onu bu hale getirmişti, çözemedi bir türlü. Zaten çok da kafa yormadı çözmek için. Şimdilik bildiği tek bir geçerlilik vardı. Karmakarışık duygular ip atlıyordu hayal bahçesinde. Sanki bin bir türde çeşit çeşit renkli yün yumaklar önce çözülmüş sonra da birbiri içine girip dolanmış gibiydi. Hem öylesine güzel hem öylesine içinden çıkılmaz bir halde. Ne hissedeceğine karar veremiyor, şiirinin son satırına kafiye bulamamış bir şair gibi mızmızlanıyordu. Sevmeseydi, saymasaydı düşünür müydü bu kadar, değer miydi canını sıkmaya? Önemliydi onun için işte, önemli de kalacaktı. Düşün düşün kim bilir kaç saat geçmişti böyle. Elinde bir kitap, yan tarafında manolyalar, karşısında yağmurun habercisi olan kara bulutlar. Saatler boyu kitabın kapağını bir kere bile açamamıştı. Önce bu çıkmazdan kurtulması gerekiyordu. Önüne örülen duvarları bir bir yıkması gerekiyordu. Çünkü tanıyordu kendisini. En olmalıydı, tek olmalıydı. Sevmiyordu bu çekememezliğini kendisi de ama dur da diyemiyordu bir türlü pıt pıt atan yüreğine. Kafası bu düşüncelerle boğuşurken birkaç saat daha geçmiş, bu sefer kendini masanın başında kâğıtları buruştururken buldu. ‘Olmuyor, olmuyor’ diye yaramaz çocuklar gibi sızlandı. Belki bir nebze rahatlarım fikriyle bir şeyler karalamak için oturduğu yerden öfkelenerek kalktı. Fırlattı kalemi. Kızgındı tüm olanlara. Kelimeler bile kırgındı baksana. Sayfalar küsmüştü, heceler incinmişti. Açtı pencereyi, usul usul esen melteme bıraktı bir süre kendini. “Zorlamamak gerek demek ki.” dedi. Hayatında ilk defa geri adım attı. Değer verdiği biri için mücadeleyi şimdilik reddetmişti. Yenilgiden nefret ederdi ama sevdikleri onun için daha değerliydi. Hakim olamasaydı kendine, üzüntüden başka bir şey veremeyecekti en değerlisine. Arkasına döndü, savurduğu kaleminden özür diledi. Pencereyi kapadı, bir bardak su verdi manolyasına. Dışarıdaki bulutları düşündü. Ne de çok seviyorlardı toprakla birbirlerini. Toprak susuz kaldıkça, yukarıda kararıyordu içleri. Sonra başlıyorlardı ağlamaya, yardım etmek istercesine bağırıyorlardı. Onları gören güneş ise kıymetli iki dostunun üzüntüsünü gidermek için, armağan olarak tüm renkleri sunuyordu gökyüzüne. Ama güneş de biliyordu Aki bulutun sevgisi olmadan yağamazdı yağmur. Yağmur yağmadıkça da gökkuşağı çıkmayacaktı ortaya. Bu kadar düşünmek, kendini yiyip bitirmek yeterdi. Son cümlelerini de söyleyerek dağıttı havadaki tüm sisleri. O yağmurluğunu yapmıştı kendince. Geriye sabırla armağanını beklemek ve muhteşem renk cümbüşünü izlemek düşüyordu hissesine.

21


SEN SUSARSIN SADECE Tuğçe ARICAN

Öğrendiğin şey Hayattaki en kötü haber gibi Geliverir aniden Dilin tutuliverir o anda Aslında bağırıp “Neden?” diye sormak istersin Ama öyle bir hale gelirsin ki Dilini kıpırdatmaya mecalin kalmaz İçinde kalır Boğazına dizilir tüm lafların Yüzün susar için kanar yine Zaten hep öyle olmaz mıydı? Sen susardın sadece... Herkes üstüne gelir “Ne Oldu?” soruları uçuşur etrafında “Yok bir şey” diyerek başlar cevapların Keşke dersin içinden Orada olsaydım Ya başındakileri kovarsın Ya da sen kaçarsın yanlarından Bulamazsın derdine çare İçini çekersin Uzunca oflayarak Üzülürsün... Önce birkaç damlayla başlar Sonraysa baş ağrısı, uyku alır yerini Ve sen susarsın sadece...

O zaman bir kucak arayacaksın Ağla diyecek sana Ağla da rahatla Ağla diyecek Çünkü seni susturmaya çalışırlarken Sen kaçacak delik arayacaksın O kucak yanında duracak senin Boşaltmak isteyeceksin çünkü İçindeki hüznü Keşke diyeceksin yine O haberi almaz olaydım Ve sen düşünüp düşünüp ağlayacaksın Kimse tutamayacak seni Ve haykırmak istediklerini Susturamayacaklar seni! Ama eğer o kucağı bulamazsan İçinde kalacak gözyaşların Boğazına dizilecek tüm lafların Ve sen susacaksın sadece...

22


Kadran Dergi

| Ocak 2016

NASIL MI? Selin EKER

Güneşi azalmış bir dünyaydı burası... Güneşin doğduğu ama aydınlatamadığı bir ülke. Uyanmışız biz; biraz kederli, biraz yorgun, birkaç gözaltı torbasıyla Hiç de harika hissetmiyorum bugün. Hangi gün hissettim? Sanırım oldu birkaç yıl öyle mutlu uyandığım Kediler miyavlıyor doğan güne Kuşlar cıvıldaşıyor. Ezan sesi duyuluyor. İmamın da mı uykusu var? Niye ezanı güzel okuyamıyor? Kafamızda dönüp duran düşünceler... Hatırlamak istediklerimizi unutmak; Unutmak istediklerimizin sürekli beynimizi kemirmesi... Sancı gibi. Biraz ağrılı şeyler büyüttük galiba yüreğimizde. Ölüm döşeği Bir ana yüreği, paramparça. Ve bir baba ağlamamaya çalışan... Erkekler ağlamaz çünkü. Şimdi sus, Birkaç çığlık duyacaksın vicdanından. Geçti mi bugün de böyle. Gün battı, güneş battı. Kızıllaştı gökyüzü Yine gece mavisi Ve zifiri karanlık.

23


EY AŞK… Ey Aşk! Ölüm kadar yakın ol mesela bana. Gözümün dibinde ol. Aklımın en aydınlık köşesinde… Gönlümünse en derin yerinde ol. Kalemimin gölgesinde sen ol. Seni yazayım en derinime ya da en güzel defterime… Kalemimle defterimin en içine kazıyayım seni. Duygularımla, gönlüme işleyeyim bir nakış gibi. Pencereme çarpan her yağmur tanesi seni hatırlatsın bana. Kulağıma çınlanan tek bir notada bile sen gel aklıma. Şiirlerim ol, sözlerim ol. Korktuğumda hayaline sarılayım. Üzüldüğümde hayalinle avunup, mutluluğumu ise paylaşayım. Hayallerimin baş kahramanı ol mesela. Şairin şiirini, Mecnun’un Leyla’yı, İstanbul’un Kız Kulesi’ni sevdiği gibi sev mesela beni. Aramızda uçsuz bucaksız masmavi huzurda olsa ayırmasın seni benden. İstanbul’un Kız Kulesine olan aşkı gibi olsun. Uzak ve masum…Bir çocuğun pamuk şekeri sevdiği gibi sev beni. Ateşin sudan korktuğu gibi kork benden. Beni kaybetmekten… Çünkü ben korkuyorum, Ey Aşk. Çekip gitmenden korkuyorum. Giderken arkandan bakarken söylediğim şiirlerin havada asılı kalmasından korkuyorum. Kalbine dokunamamasından. Sana gitme derken sesimi duyuramamaktan… Ey Aşk, gitme!

Tuana KORKMAZ

24


Kadran Dergi

| Ocak 2016

KADIN Hanife ARICAN

Kadın, Bir Gökyüzüdür aslında Gözlerinin içine baktığında, Dalıp gideceğin Mavinin engin denizinde Sonuna kadar rahatlayabileceğin Bir sinedir ondaki gökyüzü... Kadın, Bir çicektir, goncadır henüz açmayan Açma şerefi, biricik yarine bırakılan Kıymetine binaen adı konmayan bir çiçek... Kadın, Anlaşılamadığında ya da kırılamadığında kalp şifresi Bir beyefendi için YORGUNLUĞUN sebebi Hatta kendisidir... Kadın, Aslında çok zor değildir Saygı ve Sevgiyle dokunulduğunda İç ateşini dindiren bir Serinliktir.. Derinlerindeki büyümeyen Küçük bir kız çocuğunun remzidir... Kadın, Bir hayal gibi görünsede Çoğu zaman, Aslında hayalin ta kendisidir, Yaşamasını bilene...!

Kadın, Hüzün makamındadır çoğu zaman Verilen vaatler yaşatılmadığı Ya da kaçar düşüncesiyle Hakikatlerin yalanlar ardına Gizlendiği zaman ‘Hüzün’ dür... Kadın, Hayattır, hayatın manasına Anlam katandır... Çok zor değildir aslında bir kadınla Anlaşmak ya da onun içine ulaşmak. Sadece biraz emek ister Ya da duygularına dokunmak... Ve Kadın, En güzel haldir, ona yakışan en yüce Mertebedir ANNE olmak.. Rahmet ve Merhametiyle Sarıp sarmaladığında etrafındakileri Tedavi eder tüm yaraları. Kendi dairesinden, tutun taaa Dünyanın en ücra köşesindiklerinin Silebilir gözlerindeki nemi... Kendi evladı gibi bakar etrafındakilere Ya da YARATILAN HERŞEYE Çünkü bir ANNENİN içindeki Sevgi ve ilgi belki değil, Belli ki dünya üzerindeki Tüm yaraların ve kırıkların En iyi Tamircisi...

25


Arzu-fİKİR İLİŞKİSİ İbrahim ÇOBAN

Masal bu ya... Sonsuz bir düzlüğün ortasında yüce bir dağı varmış.Dağın üzerinde yaşayan insanlar, çeşit çeşit hayvanlar, kocaman çam ormanları varmış. Öyle ki dağda yaşayan insanlar başka hiçbir yere gitmeye gerek duymazmış. Üstünden akan nehirleri sırtında kardan cübbesi ile dağ çok haşmetli gözükürmüş. Ağaçlar, hayvanlar ve insanlar huzur içinde yaşarmış herkes üzerine düşen görevi yaparmış. Kar tanelerinin görevi ise, doğal dengeyi korumak ve dağın haşmetine haşmet katmakmış. Bu şekilde onlarda dağın üzerinde durur erimekten kurtulurlarmış. Derken bir gün çevresindeki bir kaç kar tanesinden başkasını görmeyen en zirvedeki tanecik, dağdaki düzeni görmeden ben artık burada durmak istemiyorum diyerek aşağı inmeye karar vermiş. Etraftakiler “olur mu öyle şey herkes üzerine düşen görevi yapmalı, bizim görevimiz bu. Hem bu şekilde varlığımız devam ediyor” demişler. Zirvedeki “hayır bu zamana kadar ben bekledim, hem benim istediğim olur en üstteki kar benim, en önemliniz benim istediğimi yaparım” demiş. Etraftakiler yapma etme deselerde dinletememişler. Ve en zirvedeki atlamış aşağıya... Düşer düşmez çarptığı ilk tanecik ile birleşip iki olmuşlar. İki nasıl oldu anlayamadan dört; ardından sekiz , on altı , otuz iki derken parabolik artışı sayamayan tanelerin hızına bir de kütleye bağlı ivme eklenince kocaman bir kitle olmuşlar. Önüne gelen her şey kitleye dahil olmuş, devasa bir çığa dönüşmüş. Milyonlarca kar tanesi yüce dağdan inerken ağaç taş hayvan

26

her şeyi içine almış gittikçe büyüyor büyüdükçe daha çok şeyi içine çekiyor çektikçe büyüyor büyüdükçe daha çok içine çekiyormuş..... Ve nihayet yamacın sonra ulaşmış. Önünde hiçbir şey duramayan çığ durmuş. Baştaki küçük isteye göre bilanço ağırmış ağaçlar ve hayvanlar ölmüş. İnsanlar dağda yaşayamaz olmuş. Yüce dağ çıplak kalmış, zirvedeki ile beraber milyonlarca kar taneciği eriyip yok olmuş. İşte arzudan tevellüt eden açlık, yamaçtan aşağı inen çığ gibidir. Başta minnacık bir iç geçirme sonra isteme ve yapma sonra daha çok isteme zahiren tatmin oldukça daha çok isteme daha çok sahip olma..... Taneler bir, iki iken farkına varamaz insan bu kısır döngünün; dört, sekiz, on altı bunlar avuç içini doldurmaz. Daha sonra ise önüne geçilemez ne artışın ne gidişin. Özgür olmalı insan, istediğini yapmalı! Evet elbette ama içgüdüleriyle değil Çünkü insan hayvan gibi değildir. Hatırımızdan çıktı bu gerçek, en büyük değerimizi unuttuk farkımız ellerimizi kullanmak sandık uzun bir dönem, taşla ceviz kıran maymunları görene kadar; sonra beynimiz dedik farkımız unutmayan fiilleri, resim çizen yunusları, her nehirden çıkıp Meksika Sargossa’da buluşan yılan balıklarını görene kadar. Ne ellerimiz ne de sadece beynimizdi bizi farklı yapan.

organ

olarak


Kadran Dergi

Dimağdı bizim farkımız beynin matematik sistemini çözülmez kılan... Aklın üzerinde bir üst akıl olarak çalışan... İçgüdüyü tahayyül, tahayyülü tasavvur onu da taakkül yapan... Saf akıl olan felsefe ile içgüdü güdümündeki davranışları sentezleyen... Prensip, hayat görüşü, etik, ahlak gibi kontrollü davranış ve düşünce türlerini ortaya çıkaran olgu... Ve asıl konumuz; arzularımızı, düşünce biçimlerine dönüştüren ve fikir sonucuna ulaşan transformatör, işte dimağ... Özetle arzu ve meyiller nefis(içgüdü) ve ihtiyaçtan çıkar fikri ise dimağdan çıkar birisi işlenmiştir diğeri ise ham olarak gelir. Bütün inanç sistemlerinde ve bütün hukuk kurallarında düşünceyi (arzu, meyil) işlemek tavsiye ve işaret edilir aksi durum suç günah olarak karşımıza çıkar. Peki insan özgür olmalı dedik, neden her şey insanı kısıtlama peşinde? Çünkü aklın yolu birdir ondan. Hayat her gün bu örnekleri gözümüzün içine sokmak için özel bir çaba içinde sanki: Altın vuruş sonucu bendenini harabelikte bırakan talihsiz ruhlar,

| Ocak 2016

Girdiği barda dünyayı unutmayı planlayıp bir daha hatırlayamayacak olan ceset torbası yolcuları, Elli iki kartlık destenin içine ömrünü sıkıştıran umut fakirleri ve daha niceleri... Tarih sanki sadece bu örnekleri yazmış bizim için: Kırk beş bin adamı peşinden binlerce kilometre yürüten bilinen dünyanın tamamını fetheden sonra kendisini Tanrı zannedip otuz iki yaşında bu dünyadan yollanan İskender, Tahayyül safhasını geçmemiş düşünceler ile onbinlerce askeri Sarıkamış’ta karla kefenleyen Enver Paşa, Aynı sebeple yarım milyon adamı Rus steplerinde soğuğun pençesinde eriten Napolyon. Ve bir kurşun ile yetmiş milyon insanın canına kıyan gafil Sırp milliyetçisi Gavrilo Princip... Bütün bunları düşündükten sonra anlıyorum ki dimağdan çıkmayan her düşünce küçük yahut büyük, bireysel veya kitlesel felaketlere yol açıyor. Burada dikkat edilmesi gereken husus harekete dönüşecek düşünce ham mı, yoksa işlenmiş mi? Çünkü unutmamak gerekir yokuş elbet düzlüğe kavuşacaktır.

27


Kapak:

Facebook / C4U

www.kadrandergi.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.