Burjuva önderlikli hareket, kendiliğinden gelme hareket ve proleter devrimci yaklaşım
sf 12-13
Emperyalist ve bölgesel gericiliklerin çatışma sahası olarak Katar krizi! Türk hâkim sınıfları, “İmparator” Erdoğan’ın savaş doktrini olan “yumuşak güç” projesi ile Sünni cihadist güçlerle Suriye sahasına dalmış, ABD’nin projesi ile hedefe konulmuş Katar’a askeri güçle “koruma” olmaya çalışmaktadır. Çünkü iç ve dış politikadaki sıkışmışlık, “TC”yi bu kumarı oynamaya zorlamaktadır. ABD’nin bölgesel dizayn projesinde, terbiye edilmek Sayfa 17-18 için hedef tahtasında olduğunu bilmektedir.
Halkın Günlüğü Sınıfsız Toplum İçin
1-15 TEMMUZ 2017 Yıl: 1 Sayı: 1 Fiyatı 2 TL www.halkingunlugu.org
Sosyalist Öğrenci Hareketi’nin yönelimi üzerine! f GÜNCEL
20-21
Yeni yönelimimizi siyasal mücadele alanlarına uygulamak, anlayışımızı daha da geliştirmek ve öğrencilerin sosyalizm mücadelesinin ön saflarında yer almalarını sağlamanın yükü ve sorumluluğunun omuzlarımızda olduğu bilinciyle bütün yoldaşlarımızın kendi bulundukları alanlarda sosyalizm mücadelesini ve Sosyalist Öğrenci Hareketi’nin bayrağını daha yükseklere çekmeye çağırıyoruz.
Hapishanelerde 12 Eylül’ü aratmayan OHAL uygulamaları!
e-posta: halkingunlugu@hotmail.com
Tüm türevleriyle burjuva diktatörlük ve önderliklere karşı tek devrimci alternatif;
Proleter Devrimlerdir! Emperyalist/Kapitalist dünya gericiliğinin stratejik bir aktörü ve parçası olan Türkiye-Kuzey Kürdistan’da sınıflar mücadelesinin nesnel zemininde çelişkiler ve çatışmalar çeşitli muhtevalarda şiddetlenerek devam ediyor. Hali hazırda çatışmanın ekseni burjuva klikler arasında yaşanmaktadır. Bu bağlamda öncesi olmakla birlikte özellikle 16 Nisan referandum sonrası burjuva klikler arası çatışma yeni bir boyut alarak daha da kızışmıştır. CHP’nin başlatmış olduğu ‘’Adalet yürüyüşü’’nü tam da bu minvalde değerlendirmek gerekiyor. Tüm toplumsal kesimleri etkileyerek peşine takan ‘’Adalet Yürüyüşü’ ve muhtemel yaratacağı siyasal sonuçlara ilişkin bağımsız proleter devrimci bir tavır ve hazırlık yapmak elzem bir noktada durmaktadır.
4
Sivas katliamı ve asimilasyoncu devlet geleneği!
Bu bağlamda proleter devrimci politikanın göz ardı etmemesi gereken önemli bir gerçeklik söz konusudur. Mevcut sürecin yeni bir toplumsal dalgalanmaya gebe olduğu dikkatten kaçırılmamalıdır. Gezi-Haziran Ayaklanması gibi ciddi bir toplumsal muhalefet patlayabilir. CHP’nin genel eğilimi de bunu yaratarak ve bu harekete basarak iktidara yürümektir. Ancak mevcut durumda bu dalgalanmanın burjuvazinin önderliğinde ve gerici iktidar hesaplarına kaldıraç edilerek CHP-Kemalist klik tarafından kullanılması, dolayısıyla da kitlelerin devrimci öfkesinin boşaltılarak heder edilmesi mümkündür. Bu gerçeklikten dolayı CHP’nin eylemini destekleme-desteklememe gibi sığ bir tartışmayı geride bırakarak devrimci bir cephenin yaratılmasını temel alan bağımsız devrimci bir siyaset geliştirilmelidir.
8
CHP’nin “Adalet” yürüyüşü
14
02 güncel haber
1-15 TEMMUZ 2017 Halkın Günlüğü
Devrimci, Demokratik kamuoyu ve Gazetemiz, enternasyonal proletaryanın MLM doğrultuda ifade bulan tüm tarihsel birikimleri ve 40 yılı aşan Kaypakkaya geleneğinin ideolojik-politik çizgisini rehber edinerek, günün somut mücadeleleri ve demokratik mücadele ihtiyaçlarını bulunduğu cepheden üstlenerek göğüsleme iddiasındadır. Gazetemiz alternatif mücadelenin bir kürsüsü olarak burjuva sisteme kökten karşı olup, sosyalist sistemin savunucusu, demokratik zemindeki bir mücadelecisidir. Gazetemiz, genel niteliği ve varlık gerekçesini bu zeminde açıklamakta, bu zemine dayandırmaktadır. Bugün yaşamış olduğumuz kimi eksiklik ve sıkıntılar asla bu nitelik, yönelim ve çabamızın önüne geçirilemez Değerli dostlarımız ve okurlarımız; taşıdığımız sorumlulukların en büyüğü hiç şüphesiz ki sizlere karşı taşıdığımız yükümlülüktür. Bu yükümlülüğümüze uygun olarak, sizlerle birlikte yaşadığımız mağduriyeti bilgilerinize sunarak yaşanan durum hakkında sizlere açıklamada bulunmayı zorunlu ve ötelenemez bir görev olarak kabul ediyoruz. Bildiğiniz gibi gazetemizin yayın akışı ayları bulan uzun bir zaman diliminde aksadı. Gazetemiz aylarca çıkmadı, çıkamadı. Bu nedensiz değil, bilakis hepinizin malumu olan şartların ürünüydü. Gazetemizin yayın akışında yaşanan bu aksamada bizlerin kimi eksiklikleri söz konusu olsa da, sorunun esasta içinden geçtiğimiz siyasi sürecin baskıcı karakterinde ifade bulan gerici engellemelerden ileri geldiğini, dolayısıyla gazetemizin çıkışında geçici olarak yaşanan bu gecikmenin esasen
irademiz dışındaki “objektif” gelişmelerden kaynaklandığını belirtmek isteriz. Bu nesnel gerçeklikle birlikte gazetemizin çıkamamasında bizlerin önemli eksiklikleri bulunmaktadır. Uzun yılları bulan bir yayın çalışmamız olmasına rağmen kurumsallaşamama başta olmak üzere bu alanı kendi özgün zemininde örgütleyememeden kaynaklanan eksiklikler diğer bir dizi meselede olduğu gibi somut olarak gazetemizin çıkamama durumunda da önemli bir etken olmuştur. Bu eksiklikleri doğru bir zeminde muhasebe ederek ve dersler çıkartarak
yayın alanını kendi özgün gerçekliği düzleminde yeniden örgütlemek ve kurumsallaştırmak noktasındaki yönelim ve çabamız devam etmektedir. Ki belli yanlarıyla somut adımlarda atılmış durumdadır. Gazetemizin uzun bir zaman dilimini kapsayan bir süre çıkmaması/çıkamamasından kaynaklı yukarıda kısaca izah etmeye çalıştığımız kendi eksikliklerimizden dolayı başta okurlarımız olmak üzere devrimci-demokratik kamuoyuna özeleştiri vermeyi devrimci ciddiyet ve sorumluluğun bir
gereği olarak görüyoruz.
Değerli Dostlar ve Okurlarımız; Sınıflar mücadelesinin bir parçası olarak ve bu mücadelenin kurumsal sistematiği içinde rol oynayan demokratik mücadele kurumları ve araçlarından biri olan sosyalist, devrimci, demokratik basın cephesi her dönem ve her vesileyle gerici iktidarların baskılarına maruz kalmıştır. Buna karşın, sosyalist, devrimci ve demokratik mücadele kulvarı tarihsel sorumluluklarına bedeller ödeme pa-
hasına sahip çıkmış, tutarlı ve yaratıcı bir irade göstererek varlık ve yayın yaşamını sürdürmüştür. Gazetemiz Halkın Günlüğü de, burjuva gerici siyasal iktidarın bu baskıcı saldırı, tutuklama, sansür ve engellemelerine önemli oranda maruz kalmıştır. Buna rağmen, gazetemiz/gazeteniz Halkın Günlüğü başta meşru mücadelesi ve haklılığı olmak üzere, sizlerden aldığı güç ve destekle maruz kaldığı ağır baskıları aşarak yoluna devam etmektedir, edecektir! Nitekim uzun
bir gecikmeden sonra, yeniden ve daha nitelikli bir düzlemde eski periyotla yayın hayatına başlamasının devrimci heyecanını yaşamaktayız. Halkın Günlüğü gazetesi beyan eder ki, dün olduğu gibi bugün de yayın ilkelerinden ödün vermeden ezilen-sömürülen yığınların sesi olmaya kararlılıkla devam edecektir. Sosyalist basın cephesinde biçimlenen sosyalist kimliğine uygun yayın çizgisiyle, toplumsal-demokratik muhalefet ve mücadelenin ihtiyaçlarına yetenekleri oranında cevap olmayı dün olduğu gibi bugün de sürdürecektir. Hiçbir baskı
ve engelleme gazetemizi bu stratejik rotasından alıkoyamayacaktır. Gazetemiz, enternasyonal proletaryanın MLM doğrultuda ifade bulan tüm tarihsel birikimleri ve 40 yılı aşan Kaypakkaya geleneğinin ideolojik-politik çizgisini rehber edinerek, günün somut mücadeleleri ve demokratik mücadele ihtiyaçlarını bulunduğu cepheden üstlenerek göğüsleme iddiasındadır. Gazetemiz alternatif mücadelenin bir kürsüsü olarak burjuva sisteme kökten karşı olup, sosyalist sistemin savunucusu, demokratik
03 okurlarımıza! 1-15 TEMMUZ 2017 Halkın Günlüğü
zemindeki bir mücadelecisidir. Gazetemiz, genel niteliği ve varlık gerekçesini bu zeminde açıklamakta, bu zemine dayandırmaktadır. Bugün yaşamış olduğumuz kimi eksiklik ve sıkıntılar asla bu nitelik, yönelim ve çabamızın önüne geçirilemez. Gazetemizi salt muhalif ve sistemi eleştiren dar demokratik bir muhtevada ele alan yaklaşım hatalı ve eksik bir kavrayıştır. Bu yaklaşım Halkın Günlüğü’nü bilimsel sosyalizm
Sonuç olarak; gazetemizin yaklaşık olarak yedi aydır çıkmamasının esas nedeni OHAL ve KHK’lerle uygulanan baskıcı, yasakçı, keyfiyetçi gerici süreçtir. Ki, OHAL kapsamında gündeme gelen hukuksal sorunlar, sosyalist basın ve hatta burjuva basına kadar genişleyen ağır baskı şartları gazetemizin çıkmasında doğrudan rol oynarken, bizlerden kaynaklanan eksikliklerin olduğu da inkâr edilemez. Kendimizden kaynaklanan eksiklikler gide-
çizgisi ve tarihsel dayanaklarından kopararak onun oynadığı rolü küçümseyerek gerilere çeken indirgemeci yaklaşımdır. Halkın Günlüğü, sınıflar mücadelesinin kopmaz parçası olan demokratik mücadele cephesi ve alanında önemli demokratik görevler üstlenirken, merkezi kitle yayın organı niteliğiyle kitlesel bir örgütlenme aracı ve örgütleyici organı durumundadır.
rilmesine karşın OHAL’in baskı koşulları gazetenin çıkarılmasını olanaklı kılmamıştır. Dolayısıyla süreç yedi aya kadar uzamıştır. Gelinen aşamada gazetenin çıkması için gerekli şartlar mevcut olup, gazetemiz yeniden yayın hayatına başlamıştır. Bir kez daha okurlarımıza özürlerimizi bildirir, gazetemizin yayına başlamasının coşkusunu paylaşırız.
SINIF TAVRI
≫ Bedrettin ufuktan
DEVRİMCİ ÇALIŞMA VE İŞKENCEDE DİRENİŞ -1
T
ürkiye-Kuzey Kürdistan sınıf mücadelesi tarihi, bir açıdan faşist sistemin Kürt ulusuna, ulusal azınlıklara komünist ve devrimcilere, işçi, emekçi ve aydınlara karşı uyguladığı akıl almaz işkencelerin ve bu işkencelere maruz kalmış milyonlarca insanın yaşam öyküsünün de tarihidir. Bu öylesine büyük ve kesin bir gerçektir ki; Cumhuriyet tarihi boyunca gün ışığına çıkmış hiçbir bildiri, dergi, gazete ve hatta duvar yazıları, bu gerçeğin teshirini içermeksizin çıkmamıştır; çıkan romanların, öykülerin, şiirlerin, türkülerin bu gerçeği görmezden gelme üzerinden yazılıp söyleneni de pek görülmemiştir. Çünkü işkence, sömürülen sosyal sınıfların örgütlenme ve mücadelelerini bastırmakta devletin başvurduğu biricik yöntem olarak sisteme hizmet gören en kanlı-kıyıcı ve sindirici araç olarak göreve koşulmuştur. Peki, işkence, sadece Türk faşist sistemine has bir kurum mudur? Tabi ki hayır! İşkence özel mülkiyet sisteminin; özel mülkiyetin örgütlenmesi olan devletin, tarihsel gelişim süreciyle birlikte geliştirdiği ve emperyalizm çağında da bilim ve teknolojinin sonuçlarının aktarılmasıyla birlikte doruğuna vardırdığı bir yıldırma, sindirme ve bunu başaramadığında da tutsak ettiğini öldürme yöntemidir. İnsanlık tarihinin bilinebilen hiçbir yerinde, komünal toplum sisteminin hiçbir devresinde işkencenin izine, uygulamasına ve kültürüne dair tek bir örnek kaydetmemiştir. Örneğin İspanyollar ve İngilizler Amerikan kıtasını işgal edip Kızılderilileri soykırıma tutana kadar, Amerikan kıtasının komünal halkları, insanın başka insana eziyetini bilmiyor ve tanımıyordu. İnsanlık tarihinin derinliklerine ışık tutan antropolojik araştırmaların hiçbirinde ilkel komünal, prehistorik dönem topluluklarında işkenceyi haber veren bir belirti görülmedi. Çünkü sınıfların olmadığı bir yerde işkence, insan aklının davet edeceği bir şey olamazdı. İşkence tümüyle mülkiyet sisteminin bir ürünüdür ve onu bir araç olarak kullanan güç de sadece devlettir. Özel mülkiyet sisteminin ilk devleti olan köleci dönemde efendinin “sahip olmak hakkı”yla birlikte köleyi istediği keyfiyetle “öldürme hakkı”nın bir köle için ne anlama geldiğini, “gladyatör” kavramının anlattığıyla hatırlamamız gereken ilk şey olsun. Tarihin sahnesinde yerini aldıktan beri her devlet kendine has işkence yöntemleriyle tanınmıştır. İşgal ve talanla ünlenmiş kölecilik ve feodal imparatorluk zamanlarından imparatorluklar işgal edecekleri ülkelere kendilerinden önce, işkence ve zalimliklerinin öyküsünü sürmüştür. Kiminin kestiği baş, kiminin taş üstünde taş bırakmamaktaki vahşeti, kiminin de işkence yöntemleri ünlenmiştir. ‘Çin İşkencesi’ ise kendi haklarının bedeninde sınamak için feodal imparatorlukların öykündüğü bir ‘yaratıcılık’ olarak değer görmüştür. Peki işkence ve imha kurumu olur da direnişler olmaz mı? Ama zaten işkence irade kırmaya karşı geliştirilen bir sistem olarak direnişe karşı geliştirilmiştir ve kırmaya çalıştığı irade karşısında işlediğinde ise daha özel bir direnişle karşılaşmıştır. Yani işkencenin olduğu gibi direnişin de bugünkünden daha önceki bir tarihi vardır. O zaman da bugünkü gibi işkencenin burnunun dibine dikilen görkemli direnişler vardır. Birkaç örneği anımsamak yerinde olacaktır. 15 yy’da, “Güneşin ülkesi”ni yazan düşsel komünist Kampala, kitabının bir yerinde şunu kaydeder: “Bu fikirlerin kaynağını açıklaması için kilise kırk saat boyunca durmaksızın ona öyle işkenceler yaptı ki, kıçında akıp duran kanlara rağmen, onun ağzında bilime yakışmayacak tek kelime çıkmadı”! Doksanlı yıllarda gösterimi yapılan ve devrimci kamuoyunun yoğun ilgi gösterdiği ‘Cesur Yürek’ filminin son sahnesini hatırlatmak yeterlidir. Bir cerrahın takım çantasını açarkenki rahatlığıyla işkence aletlerini tezgâha yayarak işkenceye başlayan papazın sahnesi bir engizisyon “sanatı”dır! 700 yıl boyunca bütün bir Avrupa halklarının aklını ve özgürlüğünü katleden kilise, bu zulümle aslında “kutsal” kitapların tarif ettiği “ce-
hennem” denen “yurtluğun” da adresini veriyordu. Ama nihayet, “cennet” ve “cehennem”in yeryüzünde yaşanmakta olandan başka başka bir yerde olmadığını söylemek de Marks’a düştü. Osmanlı imparatorluğu sisteminde ise bin dört yüzlerin ilk çeyreğinde “Yârin yanağından gayrı her şey ortaktır!” şiarıyla Anadolu halklarını özel mülkiyetsiz komünal bolluğa çağıran Şeyh Bedreddin devrimini hatırlayabiliriz. Ege’de başlattığı çalışmada halkı hızla örgütleyip Aydın’da ‘ortaklar’ kentini ve iktisadını kuran Şeyh Bedreddin’in yoldaşlarından Börklüce Mustafa’nın adını şimdi de biliyorsak bu, onun sadece bilinen destansı direnişi nedeniyle değildir. Börklüce Mustafa’nın direnişi kadar, “Beyazıt Paşa”nın direnişin bu önderine halkın önünde yaptığı işkenceye kattığı dehşettir de. Çarmıha gerilen Börklüce’nin diri diri kollarının, bacaklarının gövdesinden koparılması, en sonunda da kafasının kesilerek uzuvların her birini bir şehirde halka teşhir ettirilmesi de unutulmadı unutturulamadı. Ayrıca Osmanlı tarihi boyunca bol bol kelle uçuran padişahların yanı sıra, kadı yargısının marifetiyle uygulanan falaka ve kırbacın paraladığı insan teninin, el, kol kesme, dil koparma, gözlere mil çekme ve omuzlarına kandil dikme… cezalarının Osmanlı’ya has bir “düzen kurma” olduğunu da hatırlamak gerekir. Özetle işkence bir sistem sorunudur. İnsanın insana, insanın emeğine; insanın türüne, doğasına yabancılaşmasının sonucu olarak ortaya çıkmış bir yöntem olarak; yönetilenlerin itiraz, direniş ve iradesini kırmak amaçlı kullandıkları bir sindirme, korkutma ve öldürme kurumudur. Efendilerin kölelere, ağa ve beylerin köylülere; kapitalistlerin proleterlere; sömürgecilerin işgal ettikleri uluslara zorla dayattıkları statüyü korumak amaçlı başvurdukları bir araçtır. İnsanlık tarihinde özel mülkiyet temeli olup işkenceyi yönetme ve yıldırma amaçlı kullanmamış tek bir imparatorluk, krallık, padişahlık ve burjuva devletler yoktur. Olmadığı gibi işkence her imparatorluk, krallık, padişahlık ve devletin temelini attığı topraklar üzerindeki halkların tarihsel, ekonomik, kültürel özellerinin izini de taşımış olması nedeniyle nicelik, yöntem ve araç bakımından farklılıklar göstermiştir. Ancak kapitalizm çağında metanın kazandığı özgürlük emperyalizmle birlikte evrensel dolaşım için “vizesiz seyahat”e kavuşunca, işkence de meta ve sermayenin vahşi oburluğuna karşı mücadelenin olduğu her yere, tıpkı para gibi, meta gibi, sınırsız seyahat ve “süresiz oturum”la, emperyalist tekellerin çıkarlarıyla uyum sağlayan tüm faşist-feodal devletlere iştahla “hibe” edildi. Bugün artık sermaye gibi, işkence de bir yöntem, teknik ve kurum olarak “küresel” kimlik taşırken, işkencecilerin eğitimi de CIA ve Pentagon gibi istihbarat okullarında ve NATO kamplarında merkezileşti. Hayatın canlı akışına uygun her şey gibi, işkence de, onu kullanan sistemlerin yönetmedeki istikrarına veya istikrarsızlığına göre; ezilenlerin örgüt durumuna uygun bir süreklilik ve derinlik kazandı. Devletlerin işkenceyi kullanmaktaki amacı ezilenlerin örgütlülüğünü çözmek, dağıtmak ve mücadeledeki irade, istikrar ve sürekliliği bozmak olduğundan, daha “iyi” bir araç kullanmak arayışını da canlı tutar. Soru şu: İnsan fiziği üzerinde yarattığı tahribat ve ölümler nedeniyle ezilenlerin öfkesini mayalayan işkence denen bu kaba yok etme ve sindirme yönteminin hedeflediği amaçtan vazgeçmeksizin ve ama ona da gerek kalmadan onunla amaçlanan hedefe götürecek başka bir yöntem kullanmak mümkün müdür? Gelinen tarihsel aşamada, teknolojinin ve bilimin ortaya çıkardığı “olanaklar”, bu soruyu, “bu kabalığa esasta ihtiyaç duymadan da istediğin hedefe varabilirsin” diye cevaplamıştır. Peki, faşist ve gerici devletler, “işkenceden vazgeçme” pahasına bu yöntemleri kullanır mı? İşte bugün gerçekleşen şey bu sorunun tarif ettiği gelişme ve yöntem değişikliğidir. Başka bir sistem, başka bir yaşam mümkündür diyen ve bunu ispatlamaya koyulan her devrimci çalışmanın tahlil etmesi gereken de bu “değişikliktir”
04
güncel haber
1-15 TEMMUZ 2017 Halkın Günlüğü
Hapishanelerde 12 Eylül’ü aratmayan OHAL uygulamaları! Darbe tiyatrosu sahneye konulmadan önce de hapishanelerde hak ihlalleri, keyfi baskılar, tecrit ve tredman had safhadaydı. Ama darbe bahane edilerek baskıların dozu kat kat artırıldı. İşkence Kanun Hükmünde Kararnamelerle yasal güvenceye alındı. Bu baskıların artığ¡ını tüm engelleme ve uygulanan sansüre rağmen kamuoyuna yansıyan bilgilerden öğreniyoruz. İnsan Hakları Derneği’nin yayımladığı raporlar, Çağdaş Hukukçular Derneği’nin kamuoyuyla paylaştığı raporlar, çeşitli barolara ait raporlar ve Tutsaklarla Dayanışma İnisiyatifi’nin yayımladıkları raporlarda hak ihlallerinin daha da arttığı ve işkenceci zihniyetin iyice pervasızlaştığını gösteriyor En büyük hak ihlali savunma hakkına dönük Hapishanelere yönelik baskılarda en büyük payı siyasi tutsaklar ve hükümlüler almakta. Özellikle kadın tutuklu ve hükümlüler büyük baskılara maruz kalmakta. Çocuk tutsaklar ise en az kadın tutsaklar kadar süreçten kötü etkilemektedir. Çağdaş Hukukçular Derneği’nin yaptığı açıklamaya göre en büyük hak ihlalinin savunma hakkına dönük olduğu belirtiliyor. ÇHD İstanbul Şubesi adına açıklama yapan Av.Günay Dağ, Marmara Bölgesi’ndeki hapishaneleri ziyaretleri sonucu bu raporu hazırladıklarını belirterek, OHAL sürecinde hapishanelerde baskı ve şiddetin arttığını gözlemlediklerini, en büyük hak ihlalinin savunma hakkına yönelik olduğunu söyledi. Tutukluların avukatları ile görüşünün kayda alınması ya da görüşme sırasında bir görevli bulundurulması gibi uygulamaların yaşandığını söyleyen Dağ, işkence ve kötü muamele iddialarının tüm ceza-
evlerinde ciddi bir şekilde arttığını söyledi. ÇHD’nin dikkat çektiği tutuklu ve hükümlünün savunma hakkını ayaklar altına alan OHAL kapsamında hapishanelere dönük yayınlanan şu genelge adeta kabile devlet hukukunu hayata geçirmiştir: “Tutuklunun avukatı ile görüşmesinde, toplumun ve ceza infaz kurumunun güvenliğinin tehlikeye düşürülmesi, terör örgütü ve diğer suç örgütlerinin yönlendirilmesi, bunlara emir veya talimat verilmesi veya yorumlarla gizli, açık veya şifreli mesajlar iletilmesi ihtimalinin varlığı halinde cumhuriyet savcısının kararıyla; tutuklu ile avukatın görüşmeleri teknik cihazla sesli veya görüntülü olarak kaydedilebilir, tutuklu ile avukatın yaptığı görüşmelerin izlenmesi için görevli hazır bulundurulabilir, tutuklunun avukatına veya avukatın tutukluya verdiği belge veya belge örnekleri, dosyalar ve aralarında geçen konuş-
malara ilişkin tuttukları kayıtlara el koyulabilir veya görüşmelerin gün ve saatleri sınırlandırılabilir” Yayınlanan KHK’nin kapsamı bu kadarla kalmayarak, cumhuriyet savcısına tutuklunun avukatı ile görüşmesini tamamen engelleme ve avukatın değiştirilmesini talep etme yetkisi verdi. Dosyanın gizlilik gerekçesi ise unutulmayan hak ihlali olarak KHK’larda öksüz bırakılmadı. Dava dosyası gizlilik gerekçesiyle sanık avukatına gösterilmeyebilir. Yani cumhuriyet savcısına tutuklunun kendini savunma hakkını açıkça gasp etme yetkisi verilmektedir. İnsan Hakları Derneği (İHD), Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), Diyarbakır Barosu ve Diyarbakır Tabip Odası tarafından, “26 Haziran İşkenceye Karşı Mücadele ve İşkence Görenlerle Dayanışma Günü” vesilesiyle TİHV Temsilciliği’nde basın toplantısı düzenlendi. Açıklamaya kurum temsilcileri ve
üyeleri katıldı. Açıklamayı yapan TİHV Diyarbakır Temsilcisi Barış Yavuz, 12 Eylül Askeri Faşist Cunta döneminde uygulanan bir işkence yönteminin devreye konulduğunu belirtti. İşkenceye zemin hazırlayan bu uygulamanın tutuklu ve hükümlülerin yeniden ifade almak amacıyla hapishaneden sorgu merkezlerine geri götürülmelerini sağlayan düzenleme olduğunu aktaran Yavuz, “Cezaevi nüfusunda görülen artışa paralel olarak tutuklu ve hükümlülere yönelik işkence ve diğer kötü muamele uygulamaları da, ne yazık ki, olağanüstü artmıştır.” dedi. Van T Tipi Hapishanesi’nde yaşanan hak ihlallerine ilişkin hazırladıkları raporu açıklayan Van Barosu İnsan Hakları Komisyonu, Kadın Hakları Komisyonu ve Cezaevi Komisyonu, kadın tutukluların erkek gardiyanların önünde çıplak aramaya maruz kaldığını paylaştı. Kadın mahpuslar gardiyanlar tarafından sürekli gözetlenip,
05 aranarak cinsel işkenceye maruz bırakılıyor. Mahpusların dış dünyayla olan bağı kesilmesi ve iletişim cezalarının artırılarak sürdürülmesi OHAL döneminde en çok başvurulan yöntem oldu. Tutsakların daha önce izledikleri birçok televizyon kanalına OHAL döneminde yasak getirildi. Aynı baskılar günlük gazeteler için de devreye konuldu. Özgür Gündem gazetesi OHAL öncesi de tutsaklara verilmiyordu. Bu yasaklara Evrensel ve Cumhuriyet gazetesi de eklendi.
Sürgün sevklerde OHAL döneminde artış Tutsakların başka hapishanelere ve dışarıya gönderdikleri mektuplar çeşitli gerekçe ve bahanelerle engellenmekte. Özelikle bu mektuplarda hak ihlallerine dair bilgiler varsa cezaevi güvenliği gerekçe gösterilerek engelleniyor. Başka bir iletişim hakkı olan haftalık telefon görüşmeleri periyodu azaltıldı. Haftalık telefon görüşmeleri ayda iki defaya indirildi. Çoğu zaman çeşitli gerekçeler bulunarak tutsaklar telefon hakkından mahrum bırakılıyor. Keza aynı kısıtlama açık ve kapalı görüşlerde de uygulanıyor. Haftalık 10 saat olan tutsakların ortak alanlarda buluşma hakkı hiçbir zaman bu süre kadar uygulanmadığı gibi OHAL ile birlikte bu hak artık uygulanmaz hale getirildi. Sürgün sevklerde OHAL döneminde artış görüldü. Tutsaklar ailelerinden uzak yerlere sevk edilerek yapılan zulmün yanına çıplak arama işkencesi eklenerek tutsaklara uygulana baskılar katmerleşti. Bazı mahpusların ayda üç kez zorla sevk edilmesi, sevk işkencesinin vardığı boyutu gözler önüne seriyor. Tüm raporlar AKP iktidarı döneminde hapishane politikalarının insanlık dışı uygulamalarla dolu olduğunu gösteriyor. OHAL ve KHK’larla adeta ülke hapishane çevrildi. AKP iktidarı devraldığında hapishanelerde bulunan tutuklu ve hükümlü sayısı 55 bin dolayındaydı. Bu sayı şimdilerde 214 bin civarlarında seyir etmekte. Çıkarılan örtülü afla serbest bırakılan 40 bin tutukluya rağmen bu sayı iki yüz bini geçiyor. Ülke bu haliyle tutsak sayısı bakımında Avrupa birincisi oldu ve bu ‘üstün başarısını’ dünyada onuncu sırada yer alarak sürdürmekte. Hasta tutsakların durumunda OHAL öncesi hiçbir iyileşme görülmediği gibi bu sorun OHAL ile birlikte sorunlar daha da artı.
Hapishanelerde 331’i ağır olmak üzere 926 hasta tutsak bulunmakta Ülkemiz hapishanelerinde İHD’nin tespit edebildiği kadarı ile 331’i ağır olmak üzere 926 hasta mahpus bulunmaktadır. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra tutuklandığı belirtilen yaklaşık binlerce kişiye yer açılması için Ankara, İstanbul, İzmir gibi belirli merkezlerdeki cezaevlerinde bulunan ve tedavileri zorlukla sürdürülmeye çalışılan bu kişilerin çok büyük bir çoğunluğu başka cezaevlerine sürgün edilmiş ve böylelikle tedavileri zora koyulmuştur. Ne yazık ki hapishanelerde ki durum pek iç açıcı değil. Demokratik kamuoyunun derhal bir araya gelerek hapishaneler için harekete geçmesi gerekiyor.
UFUK ÇİZGİSİ
≫ bakış can
ÖZGÜRLÜK VE TUTSAKLIK İKİLEMİNDE YAPILAN TERCİH DEVRİMCİ KİŞİLİĞİN ÖLÇÜTÜDÜR
B
ağımsız ve özgür olmak yaratıcılıkken; bağımlılık, kölelik ve tutsaklığın her türlüsü ise kötü ve köhnedir. Özgürlük sonsuz bir gelişme dinamiği iken, özgürlüğün tersi olan her hâl ise insanı köreltip gelişmeyi köstekleyen ölümcül bir prangadır. Köhnedir. Bundandır ki, insanın özgürlüğü paha biçilmez değerdedir, güzeldir. Özgürlük ya da köleliğin insan yaşamında temel bir sorun olması tamamen anlaşılırken, insanın özgürlük ve özgürleşme mücadelesi bu zeminde emsalsiz bir tutkudur ve bu tutku tarihi ilerleten dinamiğin temelidir. Esaret ile özgürlük arasındaki ilişkisi sadece karşı-devrimci egemen sınıfların iktidarlarını sürdürme veya gerici çıkarlarını koruma amacıyla başvurduğu zor ve şiddet eksenli yoksul kitlelerin ve devrimci güçlerin esaret ve tutsaklık altına alınması biçimiyle sınırlı değildir. Gerici hâkim sınıfların başvurduğu köleleştirme, tutsak etme, esaret altına alma eylemi zor ve şiddet muhtevası itibarıyla son derece tahripkâr ve ağırdır. Fakat daha da sinsi olan diğer tahakküm ve esaret ilişkisi de en az egemen sınıfınki kadar tahripkâr ve köhnedir. Bu bağımlılık, tahakküm ya da kölelik biçimi esasta ideolojik, kültürel alanda “dost” insanlar ya da ortak yaşam ve mücadeleyi paylaşan yoldaşlar arasında gündeme gelir. Yoldaşlar arasında sorumlu ile sorumlu olmayan arasında, bilgili olanla az bilgili olan arasında, tecrübeli olan ile az tecrübeli olan arasında, erkek ile kadın arasında olmak üzere bu egemenlik ilişkisi çok farklı biçimlerde görülür. Bu baskı veya egemenlik ilişkisinde, sistemin erkek egemen zihniyetten beslenme itibarıyla kadının aleyhine erkeğin lehine olduğu da ekseri bir doğrudur. Lakin hangi biçim ve gerekçede ifade bulursa bulsun bu egemenlik ve baskın olma durumu devrimci kişiliğin ve devrimciliğin doğasına aykırıdır, geri ve yozdur. Gerileten, köleleştirendir… Dolayısıyla her biçimiyle mutlak biçimde yıkılması gerekendir. Devrimci düşünce, verili durumu mütalaa edip sorgulayarak düşüncesini zorunlulukları kavrayarak eyleme döken ve fikirlerini tesir altına kalmadan özgürce ifade eden, doğru-yanlış ayrımında bağımsız fikrine göre tavır belirleyen, fikir ve eyleminde kişisel ve bencil ilişkilerin etkisinde kalmadan özgür davranan, kolektifin çıkarlarını dar bencil çıkarlara feda etmeyen, her türlü korku ve egemenliğe karşı koyan, siyasi ilişkilerini dostluk-arkadaşlık zeminindeki ilişkilerin önünde tutan veya bunları birbi-
rine karıştırmadan siyasi ilişkiyi esas alan tutumdur. Devrimci kişiliğin vazgeçilmez tutumu insanın insan üzerindeki her türlü baskısını reddetmektir. Bu baskı ve tahakküme karşı çıkmayanlar gerçek manada ya da gerçek nitelikte devrimci olamazlar. Gerici egemenliğe karşı tam bir mücadele yürütemezler. Zira yanı başındaki gerici egemenliğe ve egemenlik ilişkisine karşı mücadele edemeyenler egemen sınıfların şiddet eksenli ağır tahakkümüne karşı mücadele cüretine yeterince sahip olamazlar. Nitekim egemenlik ilişkisini yıkmamış ve siyasi ilişkiler ile dostluk ilişkilerini siyasi ilişki esasına göre doğru orantılı olarak kuramamış, bağımsız ve özgür kişilikte yetersiz kalarak tesir altında kalan zayıf kişiliklerin devrimci mücadeleden trajik biçimde koptuklarına sıklıkla rastlanmaktadır. Duygusal ilişkide erkeğin girdiği her olumsuz tavır ve sürecin istisnalar hariç genellikle kadın tarafından takip edildiği ya da kadının girdiği olumsuz tavra bağlı olarak erkeğin de aynı tavra girdiği neredeyse değişmeyen geleneksel bir davranış biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu geleneksel tutumun duygusal ilişki dışında arkadaşlık veya yoldaşlık ilişkilerinde de aynılıkla geçerli olması, siyasi ilişki biçiminin zayıflığı ve kafa-kol ilişkisinin esas alındığını gösterir. Bu ilişkide örgüt kültürü ve ahlakı dışında bir ilişkiden ve yabancılaşmaktan söz etmek mümkün olmakla birlikte, özgür ve bağımsız kişiliğin zayıflığı dolayımında devrimci kişiliğin zayıflığından da kesinlikle söz edilebilir, edilmelidir. Bağımlı kişiliklerin özgüvenden yoksun, özgür ve egemen karaktere sahip olmayan durumu, bu kişiliklerin devrimci yaşamda başarılı olmamasının yanı sıra sosyal yaşamda da başarılı olmayacağı açıktır. Başarının yolu özgür olmak iken, başarısızlığın temeli ise tutsaklık ve esaret prangalarına boyun eğmektir. Bu kişilik son derece zayıf, geri ve sıradandır. Devrimci olmaktan da bir o kadar uzaktır. Devrimcileşmek için özgürleşmek, özgürleşmek için her türden tahakküme meydan okuyarak esaret zincirlerini kırmak şarttır. Tamamlanmamış bir kişilik olarak yaşamaktansa, özgür kişilik uğruna tereddütsüzce “bedel” ödemek yeğdir. Devrimci fikir ve eylemini geri kaygılara feda eden, geri ilişki ve çıkarlar uğruna doğrudan taviz veren birey dürüst ve devrimci olamaz! Doğruda, kolektifte ve devrimde tereddütsüzce birleşmeyi benimseyen kişilik saygın ve devrimci olmayı hak eden kişiliktir. Gericiliğin köhne zincirlerini parçalamaya yakınında ve içinde bağdaş kuran geri halkaları parçalayarak başla!
06
analiz
1-15 TEMMUZ 2017 Halkın Günlüğü
PANORAMA….. Kültür, nüfus ve inanç çoğunluğunun, dilin yaygın kullanım derecesinin, tarihsel bazı avantajların, ayrıcalığa, imtiyaza dönüştürülmesine karşı çıkan, hiçbir millet dini, dili, kimliği ve devlette birinin egemenliği ve özel rolüne yol açmayan; tüm halkların söz-karar ve yönetimde eşit, özgür özneler olarak kendi kendilerini yöneten, bölgesel özerk alanlar olarak koordine oldukları birliktelik, Ortadoğu ve her yerdeki ezilen ve emekçilerin gerçek özgürlük projesidir
2013 Gezi’den başlayarak, TürkiyeKuzey Kürdistan’ı saran halk ayaklanması, dünyada da önemli etkilenmelere yol açmıştır. 4. yıldönümünde Haziran İsyanı’nı, komünist bilinç, önderlik ve hazırlık sorumluluğuyla selamlıyoruz. Ölümsüzlüklerinin 12. yıldönümünde, kazanmaya cüretin bayrağı olan 17’lerin bayrağını yine yükseltiyoruz, yükselteceğiz. Komprador tekelci sömürü mekanizmasına, talan düzenine karşı, halkların özgür yaşam isyanıydı Gezi! Etnik, bölgesel, inanç eşitsizliklerinin aşılması iradesiydi. Bu iradenin bilinçli, örgütlü, devrimci-komünist bir önderlikle birleşememesi, kendiliğindencilik sınırlarını kıramaması, sadece hareketin zayıflığı değil, öncünün, önderlik-örgütlenmeinisiyatif ve hazırlık kapasitesinin de büyük zaafıydı. Gerekli ders çıkarılmalı, yeni Gezilere hazırlıklı olunmalıdır. Toplumsal çelişkilerin keskinliği, coğrafya, bölge ve uluslararası koşullar, sürdürülemez statüko, kısacası, ekonomik-siyasi-sosyal durum yeni Gezilere gebedir. Rejim en zayıf durumunu yaşamaktadır. Sadece bir “darbe mekaniği” değil, faşist diktatörlük peş peşe bir darbeler zinciri ile (Kasım darbesi, OHAL, KHK, Referandum, yargı-yürütmemeclis darbeleri) sürdürülemez bir “sürdürülürlük” içindedir. Objektif koşullar büyük bir devrimci durumu ihtiva etmektedir. Dayatılan Türk özel savaş rejiminin, haksız saldırı savaşı darbelenmekte, coğrafya ve bölgede debelenmektedir. Referandumda ortaya
çıkan “Hayır” sinerjisi ve 1 Mayıs’taki yansımaları, çanların Sultan rejimi için çaldığını göstermektedir. Kısacası rejim dardadır. Objektif durum devrimin lehinedir ve iyidir!
Topyekûn saldırı gerçekliğiyle yeşil kontrgerilla özel rejiminden “iyilik” beklentileri bir intihardır Yeni Enver ittihatçısı devşirmelerin, “stratejik derinlikli” Osmanlı yayılma planları yenilmiştir. İhvan-i Müslümlü Sünni hegemonya hayalleri çökmüştür. Emperyalist stratejik efendileriyle de mesafeleri açılmış, efelenmeleri para etmemiş, tam teslimden başka fazlaca da çareleri kalmamıştır. Boğazlarına kadar savaş suçu ve pisliğe boğulmuş Türk egemen sınıfları sisteminin bölgesel Sünni bloku da parçalanmıştır. Katar
krizinin gösterdiği budur. Öyle ya! Suudlar Osmanlı hükümranlığına mı biat edeceklerdi? Ne boş bir hülya! Tunus, Mısır, Libya kayıplarında, Suriye ve Ortadoğu’daki hezimetlerinden, Kürdistan’daki perişan derbeder hallerinden sonra stratejik yenilgi, er ya da geç Türk egemenlerini yakalayacak hazin sondur. Yeter ki devrim görevlerine sahip çıkabilsin! Büyük düşünsün ve büyük oynasın! Halkların birleşik bölgesel yürüyüşünde, halkların birliğinde ısrar etsin! Faşizm, Türkiye’de gelip-geçici bir konjonktürel moment değildir, iktisadisiyasi-tarihsel koşulların, işgalci-inkârcı-soykırımcı Türk egemen sınıfları sisteminin kuruluş felsefesinin, derinkeskin çelişkilerinin karakteristik, yapısal özelliğidir. Devrim dışında “demokratik-barışçıl” çareler! arayışı da köklü bir yanılsamadır. El Nusra, IŞİD
kardeşliğiyle, Cerablus işgali, Güney Kürdistan saldırılarıyla, Rojava’yı boğma planlarıyla, Bakûr’da topyekûn saldırı savaşı makinesiyle tescilli bu yeşil kontrgerilla özel rejiminden “iyilik” beklentileri tam bir intihar durumudur “Yenikapı” ruhu dedikleri ortaklaşma, Türk egemen sınıf bloklarının, KürtKürdistan, ezilen milliyetler-inançlar meselesinde devletin “bekâ”sı için nasıl ortaklaştıklarının da açık örneğidir. Derinleşen rekabet dalaşlarına rağmen, konu “bekâ” olunca, birlik içerisindedirler. İtfaiyeci CHP’nin, sokakların tutuşmamasına, muhalefetin radikalize olmaması için nasıl bir gayretkeşlik içinde olduğu sabit değil mi? Tayyip kumandalı, AKP-MHP ittifakının çıkmasında, “bekâ” için onlar da yardıma koşmaktadırlar, koşacaklardır.
07 Bu devletçi “milli ve yerli” çizgi ortak temelleridir. Fazlaca yürütebilme şansları da kalmamıştır. Katar’ da gitti. Gelecek olan bataklıktır! Dünyada ve bölgede izolasyonları derinleşecektir. Zira emperyalistlerde eski emperyalist yapılanma ve bilinen bölge statü-
somut bir meseledir. Ancak hiçbir şey eskisi gibi sürdürülebilir değildir. Büyük bir parçalanma, dağılma ve yeniden kutuplaşma-yapılanma atmosferinde, yönü kaybetmeden, halkların kazanması ve yeni kazanımları mümkündür. Bugünden yarına gerçekleşmiyor diye, tarihin akışını sınıfsal ve sosyal mücadelenin yönünü göstermişken, program-stratejik, genel çizgi vazgeçebilir mi? Stratejik konumlanma ve nitel örgütlenme yadsınabilir mi? Bölge, Kuzey ve bütün Kürdistan coğrafyası büyük çalkantılar, kalkışmalar, ayaklanmalar, gerillasal hamleler -serhildanlar- yeni Geziler görünümü gösteriyor. Bu bilinçle örgütlenmeli, bu bilinçle hazırlanmalıyız. Düşmanda reel gerçeklikte bunu görüyor. Topyekûn saldırıyor. İki akademisyenin açlık grevi karşısındaki tutumuna bakın. Bozkırı ateşlemesin diye, topluma meşale olma dinamizmi taşıyan kıvılcımı söndürmek için, açlık grevindekileri zindana attı. Ancak zindanda da parıldıyorlar. Eylemde öğrenilecek ve genel planlamada yönergeler olacak ciddi ve önemli dersler var. Elbette ayaklanmalar oynanacak birer oyun, hesapsız-zamansız çıkışlar değildir. Toplumu bilinçlendiren, mevzilendiren, seferberliğe hazırlayan büyük bir planlama işidir. Kafa yorulmalıdır.
kolarıyla yürüyemeyeceğini görmektedirler. Kürde sevdalı oldukları için değil, değişimin şart olduğunu bilmekte, bölgenin kontrol dışına çıkmaması için, bazı karşılıklı tavizlerle dizayna üşüşmektedirler. Bağımsız-devrimci çizgiyi kaybetmeden, oluşan fırsatları görmeli, devrimci bölgesel bir aktör olarak sahnede rol üstlenilmelidir. Halkların Birleşik Devrim Hareketi, önemli bir hamledir, ilerletilmelidir. Fiilen çöken sınırlar, değişen demografik dengeler, işlevsiz haldeki statükolar hakikatlerinde bu sosyolojik gerçekleri atlayan bir siyaset tarzı, patolojiktir. Maoist komünistler, tarihsel gelişmenin muhtemel yönlerine ve görevlere, 3. Kongrelerinde iyi bir dikkat çektiler. Nasıl şekilleneceği
Kültür, nüfus ve inanç çoğunluğunun, dilin yaygın kullanım derecesinin, tarihsel bazı avantajların, ayrıcalığa, imtiyaza dönüştürülmesine karşı çıkan, hiçbir millet, dini, dili, kimliği ve devlette birinin egemenliği ve özel rolüne yol açmayan, tüm halkların söz-karar ve yönetimde eşit, özgür özneler olarak; kendi kendilerini yöneten, bölgesel özerk alanlar olarak koordine oldukları birliktelik, Ortadoğu ve her yerdeki ezilen ve emekçilerin gerçek özgürlük projesidir. İdeolojik-siyasi çıkışımızın, BAAS’çı, Kemalist, İslamcı, dinci, hegemonyacı anlayışlardan köklü kopuşumuzun, yeni tarih atılımımızın anlattığı budur. Demokratik sosyalist Ortadoğu, Kürdistan’a, özgür Şengal, Türkmen, Dersim, Rojava, Süryani, Keldani, hakikatine ulaşmaya götürecek yol budur. Komünler, meclisler, sovyetler… birliğimizin temeli budur.
ÖRGÜTSEL YÖNELİM
≫ refik demir
GELENEKSEL DEVRİMCİLİK ALGISI AŞILMAK ZORUNDADIR ınıflar mücadelesi bütün keskinliği ile değişik muhteva ve biçimlerde devam ediyor. Sınıflar mücadelesinin gelinen aşamada aldığı biçim ve bileşkeleri ile bu düzlemde öne çıkan dinamikleri proleter devrimcilerin önüne yeni politikalar, araçlar ve mücadele biçimlerini ivedilikle ele almasını zorunlu kılmaktadır. Devrimci mücadele nesnel gerçekliklere rağmen bizlerin keyfi tercih ya da öznelci düşünüş tarzıyla ilişkileneceğimiz bir mesele değildir. Komünizm perspektifli devrim mücadelemizin içeriği genelle özelin, evrenselle özgünlüğün, stratejiyle taktiğin, esasla talinin diyalektik bir bütünlük içinde ete kemiğe bürünmesiyle olgunlaşan bir muhteva taşımak zorundadır. Devrim ancak ve ancak bu diyalektik düzlemin kavranmasıyla ve ustalıkla toplumsal mücadelenin nesnel durumuna uyarlanmasıyla olgunlaşabilir. Bu diyalektik düzlemin ve perspektifin dışında devrimci mücadeleyi ele alan her anlayışın kötürüm ve proleter devrim perspektifinden yoksun küçük burjuva bir muhtevadan öteye gidemeyeceği sınıflar mücadelesinin tarihsel tecrübeleriyle ve dersleriyle olgunlaşmış bir durumdur. Keza Proleter Öncü’nün tarihsel süreci bu bağlamda başlı başına öğrenilmesi gereken devrimci bir okul düzlemi taşımaktadır. Ki proleter devrimcilerin sürekli ilerleterek bugünlere kadar getirdikleri ve bilince çıkardıkları tarihsel muhasebe yönelimi ve çıkarmış olduğu tarihsel tecrübe ve dersler tayin edici bir yerde durmaktadır. Görev bu tarihsel tecrübelerin nitel adımlarla sürekli ilerletilmesi ve bilince çıkarılmasıdır. Devrimci mücadelemizin bütün içeriği ve bileşkeleri sınıflar mücadelesinin nesnel gerçeklikleri ve zorunlulukları zemininde ele alınmak durumundadır. Yani devrimimizin programında ete kemiğe bürünen dünya ve ülke analizi, sınıfların tahlili, devrimin dostları ve düşmanları, devrimin yolu ve araçları, strateji ve taktikler gibi bir devrimin temel içeriğini ve bileşkelerini oluşturan paradigmalar düzleminde ilişkilendiğimizde ve doğru ele aldığımızda devrimci rolümüzü oynayabilir ve başarılı olabiliriz. Bu bağlamda proleter devrimcilerin meseleyi ele alışı gayet bilimsel bir içeriğe dayanmaktadır. Sınıf Teorisi’nin 19. sayısında bu durum kısaca şöyle özetlenmiştir. “MLM bilimi kesinlikle önyargıyla arasına kalın çizgiler çeker. Bilimsel olmanın temel kıstaslarından biri, şüphesiz ki bu ayrım çizgisidir. Bilimsel yaklaşım her türlü olasılığı göz önünde bulundurur ve sosyal pratikle uyumlu olan, aynı zamanda bilimsel nitelikle bağdaşan özelliği esas alır. Bilimsel sosyalizm teorisi, önyargı kadar statik ezberciliği, kopyacı, hazır reçeteci ve somut durumdan hareket etmeyen her türden dogmatizmi de aynı biçimde reddeder. En önemlisi de gelişmeleri ve gelişmelerin koşulladığı yenilikleri es geçen siyasi körlüğü asla benimsemez. Çünkü bu
S
zemin analitik yaklaşımdan, tahlilcilikten, şeylerin gelişimini doğru okumaktan ve elbette analizi senteze ulaştırmaktan uzaktır. Araç ve yöntemlerin ihtiyaçtan kaynaklandığını kavrayamayandır. Açık ki MLM dünya görüşü yeniye açık olmayan tutucu anti bilimsel her anlayışı keskin biçimde yadsır. Eğer bunu yapmasaydı ne devrimci olabilirdi, nede ilerleyip kendisini silahlandırabilirdi. Dolayısıyla tarihin tekerrürden ibaret olduğu şeklindeki idealist görüşü aşamaz, toplumlar tarihini ilerletme rolünü oynayamazdı.” Temel mesele bu diyalektik devrimci yaklaşımın bilince çıkarılması ve sınıflar mücadelesinin çelişkili ve özgünlükler taşıyan nesnel gerçekliğiyle buluşturmaktır. Bu noktada önemli problemler ve gerilikler içinde olduğumuz aşikâr bir durumdur. Sınıf mücadelesinin bugün içinde bulunmuş olduğu durum ve bu zeminde biçimlenen sosyalist devrim programımızın içeriğini ve dinamiklerini kavramada önemli açmazlar taşıdığımız bir dizi somut politikada kendini açığa vurmaktadır. Bu durumu ortaya çıkaran temel etken ise Proleter Öncü’nün ortaya çıkarmış olduğu yeni ideolojik ve siyasal ekseni kavrayamamak ve hala eskiye tekabül eden ideolojik ve politik yaklaşımlar, düşünüş tarzı ve alışkanlıklardan kopamamaktır. Bu bağlamda saflarımızda hüküm süren ve yeni siyasal sürecimizle tezatlık teşkil eden ve niyetlerden bağımsız olarak Proleter Öncü’yü sınıf mücadelesinde takatsiz bırakan bütün küçük burjuva eğilim, düşünüş tarzı ve alışkanlıklar asla makul görülmeden keskin ideolojik mücadele bilinci kuşanılarak ve nesnel durumla diyalektik bağı içinde siyasal çalışma bütün çalışmaların merkezine oturtularak mevcut durum bilimsel bir rotaya oturtulmak durumundadır. Belli yanlarıyla anlamakla birlikte fakat Yeni Demokratik Cumhuriyet Programı düzleminde billurlaşan siyaset, taktik, araçlar, mücadele biçimleri ve düşünüş tarzından kopamayan aksine sınıflar mücadelesinin bugün içerisinde bulunduğu somut durumla hiçbir alakası ve karşılığı olmayan bir siyaset tarzı ve devrimcilik algısı kesinlikle aşılmak durumundadır. Bu bağlamda siyasal çizginin tüm kurumsal bileşkeler başta olmak üzere kitlelerde maddi bir güce ve bilince dönüştürülerek temsil edilmesi proleter devrimcilerin önündeki temel görevlerden biridir. Bu noktada bütün alanların özgünlüklerine göre ideolojik ve siyasal kampanyalar önüne görev koyarak örgütlemesi tayin edici bir yerde durmaktadır. Sınıflar mücadelesinin yeni durumunu, özgünlüklerini, çelişkilerini ortaya çıkararak olgunlaşan yeni mücadele dinamiklerle devrimci sınıf perspektifi ekseninde ilişkilenmek ve kitleleri merkeze koyan bir mücadele anlayışıyla sosyalizmi eksen alan bir halk hareketi yaratmak proleter devrimcilerin önünde duran ivedi görevlerden biridir.
08 güncel
1-15 TEMMUZ 2017 Halkın Günlüğü
Sivas Katliamı ve AKP Eliyle örülen Asimilasyoncu Devlet Geleneği! “TC”nin tarihinde olan diğer tüm katliamlarda olduğu gibi bu katliamda da kuruluş felsefesinde karşılığını bulan tekçi Türk Sünni İslam sentezi üzerine kurulu devlet geleneği ve onun pratik politikaları yatmaktadır. Gerek Türk devleti kuruluş tarihinden gerekse de Osmanlı’dan devir alınan tarihte gerçekleştirilen tüm Alevi, Kürt, Ermeni, Süryani katliamlarının altında yatan bu gerçekliktir. Türk egemenlik sistemi içinde yer alan tüm hâkim sınıf klikler ister Türkçü, ister İslamcı, isterse de Batı moderniteci olsun hepsinin ortak yanı tekçilik üzerinde somutlanan devlet geleneğidir 2 Temmuz 1993 yılında Sivas Madımak Oteli’nde “TC” beslemeli şeriatçı faşist güruh eliyle gerçekleştirilen katliamın üzerinden 24 yıl geçti. Yarım asırlık bir zaman geçmesine rağmen Sivas Madımak üzerinde hala yangınlar içerisinde semaha duran insan çığlığı ve yükselen insan eti kokusu, Hitler’in gaz fırınlarlıda yakılan insan kokusu gibi şehrin üzerinde dolaşmaya devam ediyor. 2 Temmuz 1993’te, Sivas’ta, Pir Sultan Abdal Şenlikleri’ne katılmak için şehirde bulunan 35 devrimci, demokrat aydın ve sanatçı Madımak Oteli’nde yapılacak etkinlik için bir araya gelmişti. Tarihi katliam ve soykırımlarla özdeş olan “TC” tarihinde daha önce de maşa olarak birçok defa kullandığı şeriatçı sivil faşistleri bir kez daha sahaya sürerek vahşi bir katliamın daha tarihin kara sayfalarına geçmesini sağladı. Yapılan katliam sonucunda 35 devimci, demokrat aydın ve sanatçı yakılarak vahşice katledildi. “TC”nin tarihinde olan diğer tüm katliamlarda olduğu gibi bu katliamda da kuruluş felsefesinde karşılığını bulan tekçi Türk Sünni İslam sentezi üzerine kurulu devlet geleneği ve onun pratik politikaları yatmaktadır. Gerek Türk devleti kuruluş tarihinden gerekse de Osmanlı’dan devir alınan tarihte gerçekleştirilen tüm Alevi, Kürt, Ermeni, Süryani katliamlarının altında yatan bu gerçekliktir. Türk egemenlik sistemi içinde yer alan tüm hâkim sınıf klikler ister Türkçü, ister İslamcı, isterse de Batı moderniteci olsun hepsinin ortak yanı tekçilik üzerinde somutlanan devlet geleneğidir. Bu tekçi ırkçı ve soykırımcı devlet geleneği siyasal ve tarihsel olarak kendini var etme koşulu olarak emek güçlerine, ezilen ulus ve azınlıklara ve ezilen cinslere karşı sürekli yok edici tarzda olmuştur. Bu devlet geleneği her somut durumda kimi biçimsel farklılıklar taşısa da özü itibarıyla bu ortak felsefeyle hareket etmiştir. Tarihteki tüm Alevi katliamların hepsi bu ortak aklın sonucu
olarak gerçekleşmiştir. İster Osmanlı döneminde Yavuz Sultan Selim ve Kuyucu Murat tarafından gerçekleştirilen Alevi katliamları olsun, ister Osmanlı sonrası kurulan Türk devleti döneminde yapılan Dersim, Maraş, Çorum, Malatya, Sivas katliamları bu yalın gerçekliğin somut ifadesidir.
Alevilere dönük katliamcı ve asimilasyoncu devlet politikaları AKP eliyle devam ediyor Devletin katliamcı asimilasyoncu geleneğini sürdüren ve bugün açısından İslami faşist bir niteliğe sahip AKP iktidarı döneminde, Alevilere yönelik birçok yeni politika adı altında geleneksel devlet politikaları sürdürüldü, sürdürülmeye devam ediliyor. Alevi inanç ve kültürüne yönelik katliamcı, inkârcı bakış açısını olduğu gibi devam ettiren AKP büyük bir aldatmaca ve ikiyüzlülük içinde “Alevi açılımları” adı altında devletin Alevilerini yaratma ve asilime etme politikalarını uygulamaya çalıştı. Alevi kurumlarının “Zorunlu din derslerinin kaldırılması, kimliklere Alevi yazılması, Cem evlerinin ibadethane ol-
duğunun kabul edilmesi” gibi talepleri görmezden gelinirken; devletin Dersim’le yüzleşmesi adı altında Dersim Katliamı meşrulaştırıldı. Sivas’ı yakanlar yargılanıyor denildi, dava zamanaşımına uğratıldı. Devamında Tayip Erdoğan “Vatandaşlarımız mağdur olmamıştır” açıklaması yaparak niyetini açıkça beyan etti. 29 Mayıs 2013 tarihinde temeli atılan 3. Boğaz Köprüsü’ne, hükümdarlığı döneminde gerçekleştirdiği Alevi katliamlarıyla bilinen Yavuz Sultan Selim’in isminin verileceği açıklandı. AKP, Alevilere yaklaşımını devletin geleneksel Sünni İslam merkezli yaklaşımını çerçevesinde derinleşerek sürdüğü gibi, kültürel ve sosyal asimilasyonu daha da sistemli şekilde pratikte uygulanmıştır. Sünni İslami faşist niteliğiyle AKP’nin Alevi açılımını kendi hükümet programına koyması, Alevi toplumunun temel hak ve özgürlüğü olan inanç ve kültürel haklarını tanıma amacını taşımadığı 15 yıllık pratik politikaları ve uygulamalarıyla aleni şekilde orta yerde durmaktadır. Bütün bu gerçeklikler içinde AKP’nin Alevi toplumunun sorunlarını kendi hükümet programına koyması, ikiyüzlü burjuva sahtekârlığının ötesinde, daha sinsi ve daha saldırgan bir amaç
taşımaktadır. AKP bu ‘açılım’ programıyla Alevi hareketinin ana gövdesini oluşturan demokratik alevi örgütlemesinin, özgün inanç ve kültürel taleplerinin altını boşatarak, kendi tanımladığı Alevilik üzerinden asimilasyon ve soykırımı gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Bir başka amaç ise; yine demokratik zemin üzerinde taleplerini örgütleyen Alevi hareketinin, emek güçleri ve Kürt hareketiyle taleplerini ortaklaştırmasının önüne geçmeyi içermektir. Alevi hareketinin içinde küçük de olsa örtülü ödeneklerden beslenen ‘Devlet Alevisi Olma’ heveslisi “düşkün” bir çizginin geçmişten beri var olması devlet partisi haline gelen İslami faşist AKP’nin iştahını her daim canlı tutmaktadır. Kısacası bu sahada AKP eliyle sürdürülen devlet politikaları tüm ezilenlerin ortak mücadelesiyle birleştirilerek, tekçi devlet paradigması devrimci zorlan parçalanarak ancak tüm ötekileştirilen ezilen inanç, ulus ve cinsiyetler kendi özgün hak ve özgürlüklerini özgürce sürdürebilir ve birlikte özgür bir yaşam kurabilirler.
kadın 09
1-15 TEMMUZ 2017 Halkın Günlüğü
Kadınız, buradayız, sınıf kavgamıza sahip çıkıyoruz! Coğrafyamızda kadın olmanın bedeli yaşam hakkı için her şeyi göze alarak direnmektir. Tüm bedelleri göze alarak direnmenin sonunda geride kalan kadınların yaşam hakkını kazanmaktır. Kadın mücadelemizin geçmiş deneyimlerinden öğrendiği bir şey vardır; ataerkil sistemden tırnaklarımızla sökerek aldığımız tüm haklarımızı direnerek aldık ve direnerek bir dünya kazanacağız. Öncüllerimiz olan kadınların miras bıraktığı ideolojik ve pratik hattın ısrarcı birer savunucuları olmamız bundandır. “Beni kendinde gör, kendini bende tanı!” diye seslenir kadın mücadelesi işçi sınıfı mücadelesine. Kendinden bilir sınıf mücadelesini ezilen kadın, dünyayı elleriyle yarattığı için değil, omuz omuza dünyayı yarattıkları tarafından da ötekileştirildiği, sömürüldüğü, yaşam hakkı elinden alındığı için. Çünkü kadın mücadelesinin derinliklerinde vardır egemen olan tarafından öteki olarak görülüp sömürülmek. Bundandır iki kere ezilir kadın ve iki kere başkaldırır, iki kere mücadele eder hem erkeğe hem de erkek egemen sisteme karşı. Çünkü sokaklarda, meydanlarda, iş yerlerinde, okullarda devlete karşı duran kadın; özel alanlarda(evlerde) ise devlet ideolojisini aile kurumu üzerinden yürürlüğe koyan erkeğe karşı, erkeğin egemenliğine karşı mücadele eder. Fabrikada patron neyse evde erkek odur çünkü. İkisi de ezendir ve hâkim olandır. Ama her egemen olanın karşısında bir başkaldıran vardır. Kimi zaman Medea olur, kimi zaman Amazon Kadınları, kimi zaman Barbara olur kimi zaman Ulrike ve kadın mücadelesi kıvılcımla başlar harlanır tu-
tuşturur ataerkil sistemi. Bu nedenle kadın mücadelemizin şartları ne denli ağır olursa olsun, sınıf bilincinin kadın bilinciyle birleştiği anlayışla mücadelemiz zafere mahkûmdur. Dolayısıyla en ağır bedellerin ödenmesi göze alınmıştır. Coğrafyamızda yeni yeni gücünü bulmakta olan kadın mücadelemizin sınıf mücadelemiz ile kopmaz bir birliktelik içerisinde olduğu ve sosyalist bir mücadele perspektifi ile kadının kurtuluşunun mümkün olacağı ise pratik deneyimlerden de edinilmektedir. Çünkü sınıflı toplum yapısı öz itibariyle cinsiyetler arası eşitsizliğin de yaratıcısı olmuştur. Kadınların erkekler tarafından ezildiği ve homoseksüellerin ise heteroseksüeller tarafından ezildiği, yok sayıldığı heteroseksist ve erkek temelli toplum yapısının var ettiği tüm anlayışların sınıf temelli sömürü sisteminden beslendiğini ve bu sistemi devam ettirdiğini biliyoruz. Bu nedenle kadının ezilmişliği sorununu dar ve önemsiz bir sorun olarak gören erk anlayışların, homoseksüellere yöneltilen nefret söylemlerinin ve ötekileştirmelerin
sınıf mücadelesini geriye düşüren bir anlayışı doğurduğunu görüyoruz. Bunun doğalında kadın mücadelesinin önünü tıkayan bir noktada durduğu ve kapitalist sistemin kendini beslemesine dönük önemli devrimci ihlallerin yapılmasına sebep olduğu pratik deneyimlerimizden de edindiğimiz bir sonuçtur. Dolayısıyla kadın mücadelemizin ilk hedeflerinden biri; yalnızca kadının kendisindeki erki yıkarak yeni kadını yaratması değil aynı zamanda sosyalizm mücadelemizde yanımızda olan ve birlik olduğumuz her devrimcinin bireysel ve toplumsal tüm alanlarda kadın mücadelemizin önünü tıkayan ve egemen anlayışa hizmet eden yanlış yönelimlerden kendisini kazıması ve devrimci sorumluluk ve bilinci kuşanmasını da sağlamaktır. Mücadelemiz ancak bu minvalde cinsiyet kimliklerinin sınıf mücadelesi içerisinde birlikte var olmasını gerekli kılar, aksi durumda içine düşülen eksiklik mücadele alanımız içerisinde de erk ideolojinin hâkimiyetini besler ve güçlendirir. Coğrafyamızda kadın olmanın bedeli yaşam hakkı için her şeyi göze alarak di-
ÖNCÜ KADIN
renmektir. Tüm bedelleri göze alarak direnmenin sonunda geride kalan kadınların yaşam hakkını kazanmaktır. Kadın mücadelemizin geçmiş deneyimlerinden öğrendiği bir şey vardır; ataerkil sistemden tırnaklarımızla sökerek aldığımız tüm haklarımızı direnerek aldık ve direnerek bir dünya kazanacağız. Öncüllerimiz olan kadınların miras bıraktığı ideolojik ve pratik hattın ısrarcı birer savunucuları olmamız bundandır. Geçmişte olduğu gibi bugün de içimizdeki ve dışımızdaki erkeği öldürmek için ataerkil sistemin bize saldırdığı her alanda okulda, fabrikada, mahkeme salonlarında, sokaklarda, barikatlarda, özel evlerde ve genelevlerde ona karşı durmalı ve kadın mücadelemizi daha da ileri taşımakta ısrarcı olmalıyız. Kadın mücadelemizin bilincini kuşanarak yeni kadını yaratıyoruz. Yeni kadının mücadelede berraklaşan bilinci ile kadın mücadelemizi zafere taşımayı hedefliyoruz. Yaşasın kadın mücadelemiz, kahrolsun istismarcı, talancı, devlet merkezli erkek egemenliği!
≫ aycan solmaz
KADIN VE SANAT ÜZERİNE arks’a göre sanat yaşamı insanileştiren duygudur. Buradan yola çıkarak sanat için, bir duygu, tasarı ya da güzellik anlatımında kullanılan yöntem ve bu yöntemler sonucunda ortaya çıkan üstün yaratıcılık da diyebiliriz. Sanat insan yaratıcılığını, yeteneklerini, engin düş gücünü, mimari, resim, heykel, tiyatro, müzik ve edebiyat gibi çeşitli sanat dallarında kendisini var eder. Sanat ürünlerini toplumsal ilişkilerden bağımsız almak, konuyu anlatmakta yetersiz kalacaktır. Bundandır ki her sanat ürünü aynı zamanda kendi döneminin özelliklerini, toplumsal algılayışı ve yaşam tarzını anlamamıza ışık tutacaktır. Toplumların sınıflara bölünmesiyle birlikte, sanatın nitelik olarak değiştiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Sınıflara ayrılmış bir toplumda sınıfların çatışması ve estetik bakış açısı sanat eserlerinde de kendini var eder. Buna göre de tartışma konumuz bağlamında kadının kendisine sosyal, kültürel, sınıfsal alanda yer edinmesi her toplumda farklılık gösterir. Özel mülkiyetin olmadığı ilk çağlarda kadın doğurganlığıyla bereketin sembolü tanrıça şeklinde hayat bulmuştur. Toplumların sınıflara ayrılması ve özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla kadının sanattaki yeri de oldukça olumsuz yönde etkilenmiştir. Bolluğun ve bereketin sembolü olan ana tanrıça yerini fırtına ya da yıldırım tanrısı olan bir erkek tanrıya bırakacaktır. Ortaçağ karanlığında şeytana tapanın cadılıkla eşdeğer olduğu anlayışı, kadının doğasında var olan bir
M
olgu olarak yansıtılmış ve bu anlayış Batı dünyasında uzun süre hayat bulmuştur. Ortaçağ’da kadınların sanatsal ve entelektüel eğitim alma hakkının sadece soylu aileden gelme şartına bağlı olduğu söylenir. Bu dönemde yapılan sanat eserlerinin çoğunluğu manastırda yapılmıştır. Tek tanrılı dinlerde de insanlığın varoluşundan itibaren yer alan kadın kimliği kimi zaman kutsallığıyla yüceltilirken kimi zaman da günah işlemeye sebep olan tasviriyle anlatılmıştır. Bunun gibi bir sürü örneği tarih sayfalarında bulmak hiç de zor olmayacaktır. Gelişen sanayileşme ile birlikte kadınların iş hayatına atılmaları, seçme-seçilme haklarının verilmesi gibi konular kadınlara kısmi alanlarda özgürleşme sağlamıştır. Belirtmeliyiz ki burada verilen haklar, tamamen kadınların mücadeleleri sonucu elde edilmiş haklardır. Sanayi devrimine kadar kendisini geliştirmek adına bilim, sanat, edebiyat gibi konularda gelişme ve ilerleme kısmi olarak sağlanmıştır. Ancak ne var ki sermayenin etkisi altına almaya başladığı her alan kendisini para için var etmeye başladı. Kadına cinsel özgürlük ve eşitlik sağladığı maskesi ile halkları kandıran bu yöntem, tam tersi kadını tarihte hiç olmadığı kadar aşağılamış, kötülemiş ve meta olarak görmüştür. En basit ürünlerin reklamı bile kadın vücudu üzerinden yapılmış ve bunun üzerinden korkunç sermaye birikimi sağlanmıştır. Kadın vücudunun sömürüsünü halk nezdinde sıradanlaştırılmaya çalışan emperyalist sistem, bunu moda, medya ve üretmiş olduğu
kültürel yönlerle başarmıştır. Kapitalizmin körüklediği proletarya devrimleri gündeme geldiğinde bu devrimi gerçekleştirecek olan insan kitlesi de sanatta yerlerini almaya başlamıştır. Doğal gerçekçiler ve gerçekçi halk sanatçıları, olguları ve olayları olduğu gibi yansıtmışlardır. Sosyalist bakış açılı sanatçılar aynı zamanda mevcut gerçekliğin nasıl olması gerektiğini olması gereken insan tipinin özelliklerini de beraber tasvir ediyorlardı. Bu sanatçıların ürettiği karakterler sistemle çatışan, aynı zamanda başka sistemi inşa etmeye çalışan karakterleri de yaratmışlardır; Maksim Gorki’nin Ana romanı gibi. Bilgi güç demektir. Bu güce ulaşmak da hiyerarşik toplum sıralamasında seçilmiş olarak tanımlananların ulaşabileceği bir durumdu. Kralların, padişahların, dini liderlerin yanlarından ayırmadığı tarih yazıcıları da hiç şüphesiz kalemlerini iktidarların lehine kullanmışlardır. Eril zihniyete, egemene hizmet etmemiş, esirleştirilmemiş kadına yer verilmeyecekti. Bütün bu tarihsel koşullarda kadının sosyal, siyasal, ekonomik, sanat, edebiyat ve hayatın birçok alanında etkin ve hak ettiği yerde olmamasını anlamak zor olmayacaktır. Ama her şeye rağmen bizler biliyoruz ki tarih binlerce kadın mücadelesine sahne olmuş ve her dönemde kadınlar var olma mücadelesini canları pahasına yürütmüşlerdir.
10 Komprador tekelci klikler arası güncel
Her şeye karşın söylemekten imtina edemeyiz ki, burjuva sistemde ne kadar ılımlı olursa olsun hiçbir burjuva düzen partisi desteklenemez, kitlelerin beklentiye sokularak manipüle edilmesi benimsenemez. Dolayısıyla, bütün bu tartışma ve muhtemel gelişmelere karşı devrimci alternatifin geliştirilmesi tek doğru devrimci yoldur. Bu zeminde devrimci, demokratik, yurtsever, sosyalist güçlerin geniş birlikler ve ittifaklar zemininde güç oluşturma ve alternatif yaratma çabasına girmeleri ihtiyaçtır. Dahası devrimci mücadelenin her bakımdan geliştirilmesi ertelenemez asıl görevdir. Burjuva klikler arası çelişkilerden yararlanmak ötelenemez. Bu bakımdan burjuva klikler arası çatışma ve çelişkilerden, bu çatışmanın demokrasi, devrim ve sosyalizm mücadelesine uygun zemin sunan koşullardan yararlanmalı, bunların arasındaki dalaş ve çatışmanın toplumsal harekete vesile olan ya da yol açan gelişmeler devrimci mücadelemizin hizmetine sunulmalıdır. Bunun siyaseti reddedilmemelidir Komprador tekelci burjuvazi, sınıf ve sınıf karakteri bakımından tek bir sınıfı ve bu sınıfın karakterini taşıyıp temsil etse de, değişik klik ve siyasi partiler biçiminde parçalı bir durumu yansıtır ya da ekonomik-siyasi zeminde ayrışır, ayrı ayrı örgütlenir. Adı geçen bu sınıfın tek bir sınıf olmasına karşın, ekonomik-siyasi zeminde farklı klik ve siyasi partiler biçiminde ayrışması bir rastlantı ya da keyfi bir tercih sonucu değildir. Bu ayrışımın yegâne nedeni gerici çıkarlardır. Gerici çıkarlar esasta, devlette egemen olma ve siyasi iktidara sahip olarak yönetme pozisyonu elde etme, bu pozisyon ve avantajla talan ve sömürüden “aslan payını” alma zemininde imtiyaz üstünlüğünü elde etme arzusunda ifade bulurlar. Bu gerici imtiyaz arzusu, sömürü ve kâr hırsı biçiminde dışa vurur. Gerici sömürü-talan eksenli kâr hırsı ve iktidar olma imtiyazı, bu sınıf klikleri ya da siyasi partileri arasında bir dalaş ve çatışmaya vesile olur. Zira devlet ve iktidara
egemen olan klik, büyük talan ve rant imtiyazı elde etmiş olur. İktidar odaklı klik dalaşları tamamen bu zeminde cereyan ederler. Ve kuşkusuz ki, dün olduğu gibi bugün de siyasi partiler temsilinde devam eden dalaş ve çatışmalar, bu siyasi partilerin arkasındaki klikler dalaşı olup, bu temelde cereyan etmektedirler. Dalaş ya da çatışmanın sertleşerek keskinleşmesi, bir kliğin ötekini gerileterek gerici çıkarlarını sınırlaması ve hatta tasfiye eylemine tabi tutması, ya da iktidarın el değiştirme imkanları ve klikler arası dengelerin değişmesi gibi nedenlere başlıdır. Ancak bu keskinleşen çelişkiler dışında, hemen her dönem klikler arasında bu çatışma vardır ve istisnasız olarak her dönem devam eder. Bu sermayenin gerici çıkar ve kâr hırsının doğasıdır. Sermaye sömürdüğü pazarda başka bir sermayeyi istemez ya da egemen durumda olmayan sermaye egemen olmak için egemen durumdaki sermayenin yerini almak için uğraş verir. Bu, dalaş ve çatışmanın değişik tonlarda da devam etse, sürekliliğini koşullar. Tıpkı çelişkinin evrenselliği gibi, sermayenin durmayan-doymayan büyüme eğilimi, sermaye grupları arasındaki dalaş ve çelişkiyi sürekli ve evrensel kılar… Tekrar edelim ki, bugün komprador tekelci klikler arasında yaşanan ve Erdoğan-AKP iktidar (ve mevcut ittifakı MHP) klikleri ile CHP-Kemalist klik arasında yaşanan somut dalaş bu zeminde tezahür etmektedir. Bundan hareketle, Erdoğan-AKP iktidar kliği ile CHP-Kemalist klik arasında keskinleşerek devam eden çatışmada herhangi bir nedenle kafa karışıklığına düşmek, tırmanan bu çatışmayı Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasına yorumlamak ya da Kılıçdaroğlu’nun “Adalet Yürüyüşü”nü klik dalaşından bağımsız olarak tasavvur edip biçimsel özelliğine bakarak yanılsama ve yanılgılara düşmek hatadır. En önemlisi de klikler arası çatışmada taraf olma, birinden birini tercih etme, destekleme proleter devrimci politika açısından söz konusu olamaz.
Burjuva klikler arası dalaşın muhtemel sonuçları İki klik arasında keskinleşerek yaşanan çatışma, 15 temmuz askeri faşist darbe sonrası gündeme gelen koşullar, devlet ve siyasi iktidarın zayıflayarak güç kaybetme koşulları, bu koşulların burjuva
1-15 TEMMUZ 2017 Halkın Günlüğü
muhalefete belli avantajlar sunmasıyla birlikte, CHP-Kemalist muhalefetin bu koşulları iktidarın el değiştirmesi ereğiyle değerlendirme eğilimi, buna karşın söz konusu koşulları iktidar eden Erdoğan tarafından daha etkili olarak değerlendirip manivela ederek iktidarını sağlamlaştırma doğrultusunda kullanması ve OHAL yasası ile KHK’lar yönetimiyle bunu sağlamlaştırması, esasta da Erdoğan’ın gasp etme usulüyle kazandığı referandumla tek adam sultasını ilan ederek iktidarını daha da pekiştirip sağlama alması zemininde yaşanan gelişmelerdir. Ki, referandumla ilan edilen Erdoğan tek adam sultası silah olarak kullandığı OHAL ve KHK’lar keyfiyetçi yönetimiyle, darbe sonrası uygun şartlar fırsatını Erdoğan lehine kaçıran CHP-Kemalist kliği de saldırı hedefi haline getirip baskı altına alarak iyice zayıflatma yönelimi taşımaktadır. Berberoğlu’nun tutuklanması bu tehdidin somut bir göstergesi ve işareti olarak rol oynamakta-
dır ki, Kılıçdaroğlu’nun başlattığı tepki eylemi tam da bu zeminden de beslenmektedir. Berberoğlu’nun tutuklanmasının önemi, CHP’ye dönük tehlikenin tehdit haline gelmesi ve somut adımlara dönüşmesi anlamına gelmekle önem kazanmaktadır. CHP’nin önemli isimlerinin etkisizleştirilmesi özelliği taşıyan bu tutuklama yöneliminin nereye varacağı belli değilken, CHP’nin başında bir tehdit olma rolü taşıdığı açıktır. Çatışmanın giderek keskinleşmesi ve “Adalet Yürüyüşü”nün gündeme gelmesinde bu gelişmeler rol oynarken, özellikle referandum sonuçlarıyla iştahı kabaran ve CHP-Kemalist kliğin topladığı moralle iktidar hedefine ulaşma uğraşının bir adımı olarak değerlendirilebilir. Kuşkusuz, yüz yüze geldiği tehdidi savuşturma da “Adalet Yürüyüşü” eyleminin önemli gerekçesidir ki, bu tehdit CHP’nin yeniden biçimlendirilmesi ve genel başkanının değiştirilmesini muhtemel kılan bir gelişmedir. “Adalet Yürüyüşü” bu süreç
1-15 TEMMUZ 2017 Halkın Günlüğü
güncel
11
dalaş ve somut durum ki, dillendirilen yeni partinin kurulması MHP’nin güç olup iktidar adayı olmasına yol açacak bir gelişme değildir. Ancak kurulması dillendirilen yeni parti, MHP dışında ama MHP’nin muhalif kanadını da kapsayan, AKP çevresi, CHP çevresi gibi geniş yelpazeden oluşturulursa, bu partinin CHP’yi de devre dışı bırakan bir rol oynayacağı muhtemeldir. Ki, böylesi bir gelişme yine muhtemeldir ki, Erdoğan sulta iktidarına alternatif ve onu iktidardan alan bir sürece çıkabilir.
Yeni bir partinin kurulma yönelimi ve burjuva siyaset’te yaratacağı etki
ve planları boşa çıkarmaya dönük yan taşımakla birlikte, referandumda alınan oy oranının kabarttığı iktidara gelme iştahının da yansımasıdır denilebilir. “Hayır” cephesinin diri tutularak geliştirilmesi ve 2019 seçimlerine bu pozisyonu koruyup geliştirerek gitmek de hedeflenmektedir bu eylemle. Görüldüğü gibi, referandum sonuçları hem Erdoğan tek adam sultasını sağlama alma ve hem de “Hayır” cephesinin aldığı oy oranıyla CHP-Kemalist kliğe moral verme anlamında ikili bir özellik taşımaktadır. Bu iki klik, emperyalist bloklara bağlı Türk hâkim sınıflarının esas güçlerini-kliklerini temsil etmektedir. Dolayısıyla çatışma da esasta bunlar arasında yaşanmaktadır. Birinin iktidarda olması, diğerinin ise mevcut durum ve realitede iktidara aday olabilecek bir güce sahip olması dalaşın bu iki klik arasında yaşanmasını koşullamaktadır. Başkanlık sistemi kapsamında burjuva siyaset ve parlamentonun iki
uçlu-iki partili esasa göre biçimlendirilmesi eğilimi dalaşı Erdoğan-AKP ile CHP arasında biçimlenmesinin başka bir nedenidir. Bahçeli MHP’sinin Erdoğan-AKP iktidarına entegre olması da bu eğilimin bir göstergesi durumundadır. Bahçeli liderliğindeki MHP’nin Erdoğan tek adam sultasına entegre olan pozisyonuna yukarıda değindik. Bahçeli MHP’sinin tüm potansiyeliyle iktidara gelme dinamiği yoktur. Dolayısıyla MHP’nin entegre edilmesi daha rasyonel görünmektedir. Mevcut durum da buna işaret etmektedir. Emperyalist blokların birbirilerine karşı ortak örgütlenmelere girmesi ve özellikle de belli başlı emperyalist blokların dünya ölçeğinde hakimiyet kurma gerçekliği kliklerin de buna uygun hareket etmesini, örgütlenmesini dayatmaktadır. MHP’nin entegrasyonu esasta bu zeminde okunabilir. Mevcut durumda MHP’nin bu entegrasyon temelinde hareket ettiğini göstermektedir. Burada bir parantez açmakta fayda var
Sürecin dinamik olduğu ve bu dinamik sürecin yeni bir iktidar ve siyasi sürece evrilebileceği olasıdır. Erdoğan sultasının dünya ölçeğinde yaşadığı tecrit ve sorunlar, uluslararası politikada yaşadığı handikaplar ve içeride tek adam eksenli açık faşist diktatörlük altında uyguladığı koyu baskı süreci ve bu sürecin toplumsal yaşamı geleceksizlik ve güvensizlik atmosferine sürüklemesinin toplumda yarattığı hoşnutsuzluk ya da tepki, tek adam sultasının zayıflayarak muhalefetin güçlenmesine, dolayısıyla iktidarın el değiştirmesine uygundur, bu ciddi derecede olasıdır. Yeni bir partinin kurulması için uygun koşullar mevcuttur. Erdoğan-AKP güruhu kan kaybetme pozisyonunda olup bu sürecin işliyor olması, CHP ve diğer burjuva düzen siyasi partilerinin tüm gerçeklikleriyle toplumsal taleplere yanıt olma ya da alternatif olma durumunda olmaması, geniş kesimlerde ortaya çıkan arayış açısından kitlelere umut ve güven vermemesi, mevcut iktidarın teşhir olmasıyla birlikte mevcut partilerin iktidar alternatifi olmaktan uzak olması, dolayısıyla büyük baskı ve siyasi krizler sürecinin bıktırarak geleceklerine dair derin güvensizlikler içine giren kitlelerin büyüyen demokrasi ve özgürlükler talebini karşılayan mevcut bir siyasi parti alternatifinin olmaması gibi şartlar yeni bir partinin kitlelerde karşılık bulacağını açıklayan şartlardır. Elbette gerçek alternatif devrimci alternatiftir fakat bu alternatif de maalesef yeterli güç, örgütlülük ve genel anlamda yeterliliğe sahip değildir. Ki, sorunu burjuva düzen partilerinin durumu ve bu cephede kurulması muhtemel olan yeni bir siyasi partiyi tartıştığımız için devrimci alternatifi değil, burjuva cephe içindeki gelişmeleri tartışıyoruz. Yeni partiyi bu zeminde mütalaa ediyoruz. Eğer gerçek anlamda bir çıkış meselesini tartış-
mış olsaydık, kuşkusuz ki, bu çıkışın devrimci yoldan bir alternatifle mümkün olacağını söylerdik. HDP’yi özgünlüğü gereği bütün bu tartışmalardan ayrı tuttuk. Zira, HDP burjuva düzen partilerinden olmayıp Kürt ulusu orijinli bir partidir. Demokratik bir niteliğe sahiptir. Bu özellikleri gereği burjuva düzen siyasi parti ve kliklerine dahil edilerek tartışılması tabi ki abes ve haksızlık olurdu. Öte taraftan demokratik ve ulusal orijinli kimliği gereği devrimci alternatifi de karşılayan durumda değildir HDP. Kurulmasının uygun şartları olan yeni bir siyasi parti (MHP’li muhaliflerin kuracağı muhtemel olan partiyi kast etmiyoruz) eğer kurulursa, bu kurulacak yeni partinin iktidar alternatifi olacağı büyük olasıdır. Zira eğer geniş yelpazeden bir merkez parti kurulursa, bu kuruluşun bir proje olarak geniş ölçekli desteklerle kurulacağı anlamına gelir ki, bu partinin iktidara aday olmakla birlikte, niteliği de başından beri belli olan bir parti olacaktır. Bir proje olarak gündeme gelmesi onun niteliğini belirleyen unsurdur fakat bu niteliğine karşın kitlelerin demokrasi ve özgürlükler özlemini göz ardı edemez, en azından kısa bir süre bunu göz ardı edemez. Bu anlamda Erdoğan tek adam diktatörlüğünden daha ılımlı bir sinyalle hareket edeceği açıktır. Her şeye karşın söylemekten imtina edemeyiz ki, burjuva sistemde ne kadar ılımlı olursa olsun hiçbir burjuva düzen partisi desteklenemez, kitlelerin beklentiye sokularak manipüle edilmesi benimsenemez. Dolayısıyla, bütün bu tartışma ve muhtemel gelişmelere karşı devrimci alternatifin geliştirilmesi tek doğru devrimci yoldur. Bu zeminde devrimci, demokratik, yurtsever, sosyalist güçlerin geniş birlikler ve ittifaklar zemininde güç oluşturma ve alternatif yaratma çabasına girmeleri ihtiyaçtır. Dahası devrimci mücadelenin her bakımdan geliştirilmesi ertelenemez asıl görevdir. Burjuva klikler arası çelişkilerden yararlanmak ötelenemez. Bu bakımdan burjuva klikler arası çatışma ve çelişkilerden, bu çatışmanın demokrasi, devrim ve sosyalizm mücadelesine uygun zemin sunan koşullardan yararlanmalı, bunların arasındaki dalaş ve çatışmanın toplumsal harekete vesile olan ya da yol açan gelişmeler devrimci mücadelemizin hizmetine sunulmalıdır. Bunun siyaseti reddedilmemelidir.
1-15 TEMMUZ 2017 Halkın Günlüğü
Burjuva önderlikli hareket, kendiliğinden ge Kitleler görkemli ve muhteşemdir. Kitlelerle birleşmek aslolandır. Onlarla doğru zeminde birleşmek elzemdir ve ötelenemez. Lakin kitlelerle birleşmek burjuvaziyle birleşmek ya da burjuva önderlik altında safa girmek anlamına gelmez. Kitlelerle birleşmek ile burjuva önderliğe ilkesel olarak karşı olmak iki ayrı doğrudur. Biri adına diğeri feda edilemez. Açıkçası kitlelerle birleşmekten vazgeçilemeyeceği kesinken, burjuva önderlik ve harekete dahil olmak da aynı düzeyde ilkesel devrimci tutumdur. O halde burjuva gerici önderliğe karşı çıkarak ve mücadele ederek, burjuva önderlik tarafından yedeklenmiş olan kitlelere bağımsız devrimci tavır ekseninde ajitasyon-propaganda araçları ve doğrudan hitap etme usulüyle onlarla birleşme siyasetini devrimci kulvarda ele almak gerekli ve doğru olandır. Burjuva gerici önderliğin disiplin, kural ve bağlayıcılığını tanımadan bağımsız sınıf siyaseti ve tavrımıza uygun olarak kitlelerle buluşmak veya onlara ulaşarak devrimci propaganda zemininde çalışmalar yürütmek gereklidir
Kendiliğinden gelme kitle hareketlerinin önünde secdeye durulamayacağı prensip olarak doğrudur. Ancak doğrudan kitlelerin hareketi olup devrimci durumun tipik göstergelerinden olan bu hareketler karşısında kayıtsız kalınamayacağı da bir o kadar doğrudur. Öte taraftan burjuva kliklerin gerici iktidar dalaşında kitleleri yedekleyen veya demagojik argümanlarla kitleleri aldatıp kendi burjuva davalarına ortak ederek geliştirdikleri burjuva önderlikli hareketler karşısında da proleter devrimcilerin tavrı taraf olmama tavrıyla net ve berraktır. Bu ne anlama gelir? Bu, söz konusu hareketlerin bilinçli ve örgütlü bir önderlikten muaf olup siyasi iktidar perspektifinden yoksun olan kitlelerin baskı ya da yaşadığı sorunlar karşısında sınırlı talepler doğrultusunda reaksiyon göstererek kendiliğinden giriştikleri hareketlerin sınırlı talepleri şahsında da olsa sonuca ulaşmadan son bulabilecekleri, proleter devrimci sınıf tavrı ve tutumuna sahip olmadıkları, sonuçlar elde etmede tutarlı ve kararlı olmadıkları, manipüle edilmeye açık oldukları, burjuvaziye yedeklenebilecekleri gerçekliğinden hareketle, bu hareketlerin olduğundan fazla abartılmaması ve bu hareketlerden devrim gibi gelişmelerin beklene-
meyeceği ve beklenmemesi gerektiği anlamına gelir. Bu bir. Şunu da eklemek de fayda var. Eğer kendiliğinden gelme kitle hareketleri gereğinden fazla abartılır, gerçekliklerinden ileride bir rol ve misyon yüklenirse, yani bu hareketlerden devrim ve abartılı beklenti içine girilirse, bu, fiilen önderlik rolünü, sınıf tavrı ve bilincini, bilincin kitlelere dışarıdan götürülmesi gerektiği gerçeğini, nihayetinde KP’nin rolü ve gerekliliğini anlamsızlaştırarak reddetmek anlamına gelmekle birlikte, kendiliğindenciliğin kutsanması anlayışına da iltihak edilmiş olur. İki; bütün bu özelliklerine karşın, kendiliğinden gelme kitle hareketlerinin tamamen meşru, demokratik ve devrimci (kitle hareketi) oldukları, dolayısıyla proleter devrimci sınıf hareketi tarafından gereğinden fazla abartılmasalar da burun kıvrılarak küçümseyemeyecekleri, bunlar karşısında asla kayıtsız ve nötr kalamayacakları bilakis devrimci durum ve hareketin somut göstergeleri olmakla birlikte, devrimci kitlelerin eylemi ve devrimci hareketin parçası olmaları bakımından bu hareketlerle birleşme ve önderlik yaparak devrimci rotaya çekme, devrim doğrultusunda kazanımlara ulaştırma, benzeri görev ve sorumluluğuna sahip oldukları anlamına gelir.
Kendiliğinden gelişen kitle hareketi ve devrimci siyaset Özcesi, devrimci de olsa kendiliğinden gelme ve bütün kitle hareketleri kesinlikle komünist önderliğe muhtaçtır. En azından devrimci önderliğe ihtiyaçları vardır. Aksi halde, hareket ne kadar görkemli ne kadar büyük ve ihtişamlı olursa olsun (ki kitleler her zaman görkemli ve güzeldir), bu hareketlerin düzen içinde kalıp son tahlilde burjuva düzeni mükemmelleştirme işlevi gören reformist potada boğulmaları kaçınılmazdır. Aynı biçimde bu hareketlerin devasa gövdelerine karşın tamamen bu gövdelerine ters orantılı sonuçlarla bitmesi ya da sonuçlar elde etmeden sönümlenmesi ve hatta burjuva önderliklere teslim olarak bunlar altında heba olacakları, hiç kuşkusuz ki, devrimci kazanım ve devrim gibi muazzam eylemden uzak kalacakları da muhakkaktır. O halde, en gerici kurumlarda bile örgütlenme ve kitlelerin olduğu her yerde örgütlenme perspektifine sahip olan komünist anlayışın; devrim eserine imza atan kitleleri hiçbir sebeple kaderiyle yüz yüze bırakma, eylemlerinde onları yalnız bırakma, onların yanılsamalarından ve yanıltılmalarından onları sorumlu tutma, “küsme”, kitlelerin burjuva hegemonya altında manipüle edilerek girdikleri göreli durumu kabul ederek bu durumu değiştirme çabasından vazgeçme, son tahlilde komünistlerin
eksikliği olan kitlelerin örgütsüzlüğü ve burjuva önderliklerin peşine takılmasının “günahını” kitlelere yükleme, kitleleri suçlama ve devrim için olmazsa olmaz olan kitlelerin örgütlenip onlarla birleşme uğraşından vazgeçme lüksü yoktur, olamaz da. Ve üç; Burjuva gerici önderlikler tanınamaz, bunlar altındaki hareketlere dahil olup yedeklenilemez. Burjuvazinin yedeklediği kitleler devrimcidir. Burjuva hareketlerin kitleleri bağrında toplaması mümkündür, bu tarihsel tecrübelerle de kanıtlıdır. Fakat kitlelerin hareket içinde olmaları, hareketin niteliğini belirlemez. Belirleyici olan önderliktir. Önderlik burjuva gerici sınıf ve siyasi partilerinde ise, o hareket devrimci kitlelere rağmen gericidir. Dolayısıyla bu
perspektif
elme hareket ve proleter devrimci yaklaşım Kitleler görkemli ve muhteşemdir. Kitlelerle birleşmek aslolandır. Onlarla doğru zeminde birleşmek elzemdir ve ötelenemez. Lakin kitlelerle birleşmek burjuvaziyle birleşmek ya da burjuva önderlik altında safa girmek anlamına gelmez. Kitlelerle birleşmek ile burjuva önderliğe ilkesel olarak karşı olmak iki ayrı doğrudur. Biri adına diğeri feda edilemez. Açıkçası kitlelerle birleşmekten vazgeçilemeyeceği kesinken, burjuva önderlik ve harekete dahil olmak da aynı düzeyde ilkesel devrimci tutumdur. O halde burjuva gerici önderliğe karşı çıkarak ve mücadele ederek, burjuva önderlik tarafından yedeklenmiş olan kitlelere bağımsız devrimci tavır ekseninde ajitasyon-propaganda araçları ve doğrudan hitap etme usulüyle onlarla birleşme siyasetini devrimci kulvarda ele almak gerekli ve doğru olandır. Burjuva gerici önderliğin disiplin, kural ve bağlayıcılığını tanımadan bağımsız sınıf siyaseti ve tavrımıza uygun olarak kitlelerle buluşmak veya onlara ulaşarak devrimci propaganda zemininde çalışmalar yürütmek gereklidir.
harekete katılmak düşünülemez, burjuva gerici şartlar altında hiç girilemez. İsterse, söz konusu burjuva hareket klik çatışması temelinde reel olarak olumlu rol oynasın, yine de bu hareketle bağımsız irade, siyaset ve tavrımızdan ödün vererek burjuva önderliğin şartlarına teslim olmuş biçimde ortak olamayız. Bu, ilkesel bir meseledir. Denenmiş bayrağımız var, burjuva bayrak altında safa giremeyiz. Bağımsız eylem, hareket ve mücadelede bulunma olanaklarımız varken, burjuva önderlik altında hareket etme, onu meşrulaştırma yaklaşımımız olamaz, buna mecbur değiliz. Tek mesele kitlelerin hareket içinde olmasıdır. Ve kitlelerin içinde olduğu burjuva gerici hareket karşısında siyasetimiz ne olmalı, görevimiz nedir, nasıl biçimlenmelidir? İşte tüm mesele budur.
Özellikle belirtelim ki, ilkesel ve stratejik tavrımız gerekçe edilerek somut siyasi gelişmeler karşısında siyasetsiz kalmayı benimseyemeyiz. Bu temelde, burjuva gerici önderliğe yedeklenmeden somut durum karşısında bir tavır ve siyasetimizin olması gerekmektedir. Siyasette esnek ve yaratıcı olmak şarttır. Bu esneklik burjuva önderliği tanıma anlamına gelmez. En fazla bağımsız tavrımız, irademiz, slogan ve pankartlarımızla ayrı bir kortejde yürüyüş, ayrı eylem gerçekleştirilebilir. Elimize “Adalet” bayrakları alarak eylemde bulunmakla yetinemez, benimseyemeyiz. Adaletten öteye, tek adam sultası ve açık faşist iktidarına karşı halk kitlelerinin sokağa ve eyleme çıkması, bütün burjuva gerici sınıf partileri, iktidarları ve devletine karşı sosyalizmin çare olduğunun kitlelere propaganda edilerek devrimci bir eylemin gerçekleştirilmesi mümkündür. Kitleleri mi bulamıyoruz, kitleleri harekete geçirip katamıyor muyuz, o halde kendimizi sorgulayarak kitlelerin kazanılması için daha fazla çalışmalı, örgütlenmeli ve emek vermeliyiz. Aksi halde burjuva kliklerden medet umma durumuna düşmekten kurtulamayız. Burjuva klikler arası çatışmadan devrim ve örgütlenmemiz adına elbette yararlanacağız fakat proleter devrimciler olarak klik çatışmalarını ve bu sayede gelişecek hareketleri bekleme durumunda olamayız.
Somut bir özet yapacak olursak CHP-Kemalist kliğin gerici iktidar dalaşı çerçevesinde Erdoğan sulta iktidarına karşı bildik vesilelerle başlatmış olduğu “Adalet Yürüyüşü” gündemdedir. Ve bu yürüyüşün önemli bir yankı yaratarak ciddi düzeyde canlı bir siyasi ortam yarattığı da açıktır. En önemlisi de önemli bir kitleyi bu eylemine katmayı da başarmıştır. Çeşitli komplo teorileri ve muhtemel
arka plan güçlerini bir kenara bırakırsak, söz konusu eylemin klik çatışmasının ürünü olup, Kemalist klik önderliği olarak burjuva gerici damga taşıdığı alenidir. Bu eylemin her türlü başarısının yaratacağı en ileri sonuç Kemalist kliğin iktidara gelmesinden ibarettir. Daha fazlası değil. Klik iktidarı için çatışma içinde olan ve giderek keskinleşen bu çatışmanın burjuva gerici bir tarafı olan CHP-Kemalist kliğin, mevcut Erdoğan güruhunun birçok faşist politika ve uygulamasını desteklediği, yeri geldiğinde bununla birleştiği ve özellikle de Kürt ulusuna uygulanan katliam ve Kürt düşmanlığı olmak üzere, geniş halk kitlelerine uygulanan faşist baskı ve vahşi sömürü politikalarında onaylayan olduğu, devletin bekası için ne gerekiyorsa onu yaptığı ve iktidarın her istediğini yerine getireceğini açıktan beyan edip bu beyanına uygun davrandığına tanığız. Bu tablo ve daha fazları CHP’nin nerede durduğunu ve tüm niteliğini sabitlerken, eylemiyle de halk kitleleri ve ezilen mazlum ulus ve azınlıklar ya da ezilen inanç kesimleri lehine bir kazanımı ifade etmediği, bilakis mevcut faşist devlet ve düzeni daha rasyonel şartlarda sürdürerek faşist politikaları sürdürmeyi amaçlamaktadır. Erdoğan-AKP iktidarının tek adam sultası altında açık faşizm uyguladığı, buna karşı mücadelenin zorunlu olduğu kadar buna karşı mücadelenin esas olduğu da doğrudur. Fakat, bu, diğer burjuva gerici klik veya siyasi partilerin sınıf yapıları ve faşist karakterini göz ardı etmeyi, bunları mücadelemizin hedefleri dışında tutmayı, bunlarla şu veya bu sebeple (salt iktidar kliği ile dalaştığı için) ittifaklar yapmamızı, bunlarla aramızdaki çizgileri silikleştirmemiz anlamına gelmez. Kemalist kliğin Erdoğan tek adam sultasına karşı eylem yapması iyidir, klikler arası çatışma devrimin lehinedir ve bundan devrimci politika ve faydacılık ekseninde yararlanmalıyız. Hepsi bu. Kemalist klik içinde âtıl bir güç olmayı, kitlelerin bu gerici faşist partiyle entegre olup içinde erimesine niyetten bağımsız da olsa katkı veremez, rıza gösteremeyiz. Devrimci kitlelerle birleşmek ve onları birleştirmek yaşamsal önemdeyken, bu uğurda burjuva gerici kliklerden herhangi birini herhangi bir vesileyle meşrulaştırmamız, fiilen ve siyaset yapma adına umar olarak sunmamız tasavvur edilemez. Hepsiyle aramızdaki ilkesel kalın ayrım çizgilerini koruyarak devrimci siyasetle kitlelerle birleşmeyi başarmak durumundayız. Kitleleri her türlü demokratik mücadele dahil olmak üzere, devrimci eylem temelinde siyasi iktidar mücadelesine çağırmak stratejimiz olduğu kadar taktik siyasetimizin de ana ekseni olmak durumundadır.
14
güncel
Kitlelerin kazanılması atlanabilecek bir siyaset ve amaç değildir komünistler için. Kitlelerle birlikte olmak her şartta görevdir. Ancak, bu eylem kitlelerin eylemi değil, CHP’nin eylemidir ve kitleler yedeklenmiştir. Yedeklenen kitleler devrim kitleleridir dolayısıyla onlara kayıtsız kalamayız. Ancak bu kayıtsızlık CHP’yi meşrulaştırmak ve önderliğinde hareket etmek anlamına gelmez. Bağısız siyaset ve eylemimizle kitleleri devrimci zemine çekmeyi, CHP’den koparmayı hedeflemeliyiz. Bu anlamda devrimci ve demokratik güçlerin eylemini örgütleyerek bu sürece paralel olarak geniş kitlesel hareketler geliştirmeliyiz Tarihte gerici sınıfların istisnai de olsa ve belli özgün şartlarda, “ilerici” işler yaptığı, bazı “ilerici” eylemlerde bulunduğu bilinmektedir. Altını çizelim ki, bu “ilerici” eylem kesinlikle belli şartlarda mümkündür, mümkün oluştur. Daha da önemlisi bu “ilericilik” söz konusu gerici sınıfların genel karakteri veya karakteri değil, sadece belli şartlarda gündeme gelen bir eylemi, davranışıdır. Kaldı ki bu “ilericilik” izafi ve tartışmalıdır. Zira, gerici sınıfın istisna da olsa belli şartlarda gösterdiği bu “ilerici” davranış, son tahlilde burjuvazinin gerici çıkarları ekseninde baş vurduğu bir eylemdir. Bu bakımdan tırnak içi bir ilericiliktir, göreceli ve tartışmalıdır. Ancak sebep veya arka planda durum ne olursa olsun, son tahlilde ilgili şartlarda gösterilen ilgili davranış somut durum ve siyasi şartlarda iyi bir iştir. İşin iyi olması, adı geçen sınıfın ilerici olduğu manasına gelmez. Örneğin emperyalist işgal şartlarında gerici burjuvazi (bir avuç hain dışında) işgale karşı çıkarak savaşır. Ve işgale karşı savaşta burjuvaziyle komünistler arasında belli anlaşmalar da gündeme gelir. Bu durum tamamen özgün şartların ürünüdür. Mısırlı tüccar sınıfının mücadelesi tarihte bilinen örneklerdendir. Kemal Atatürk’ün güdük antiemperyalist niteliği söz konusu özgün şartların ürünüdür. Hatta daha yakın
tarihte, Erdoğan-AKP iktidarının bazı icraatları karşı çıkamayacağımız iyi işlerdir. Orduyu hizaya çekmesi, askeri vesayeti siyasetin üzerinden kaldırması, dönemin baş düşman kliği olan Kemalist kliği hırpalaması bu zeminde değerlendirilebilecek şeylerdir. Elbette sivil vesayetini kurmak, iktidarı ele geçirmek için bunları yaptı. Ne için yaptığı elbette önemlidir ama ne için yaptığı ayrı bir değerlendirmedir, yaptığı şeylerin iyi olup olmaması ayrı değerlendirilmesi gereken şeylerdir. Ki özü ve amacı gerici de olsa, yaptığı iş demokratik mücadelenin ve devrimci savaşımın gelişmesine olanak ya da zemin sunmaktadır. Dolayısıyla bizlerin bu zemini devrim doğrultusunda değerlendirmemiz yanlış değil doğrudur. Bu siyaset meselesi ve konusudur. Stratejik tavır ve ilkesel duruş başka ama siyasette güdülecek taktik daha başkadır. Siyaset ve taktiğin amaçlara ters olmayıp bu amaçlara hizmet etmesi yeterlidir ve siyasetimizi-taktiğimizi doğrulayan da budur. Mao’nun bahsettiği devrimci faydacılığı unutmamalı, kullanmalıyız. Ki Mao’nun siyasetine bakıldığında da bu devrimci faydacılık rahatlıkla ve etkili kullanılmış olarak görülebilir. Çan Kay Şek’i yerel savaş ağalarına esir düşmüşken bıraktırması da, ödünler verme pahasına gerçekleştirdiği milli birleşik cephe siyaseti ve işgale karşı Kuomintang gericiliği ile yaptığı anlaşmalar da bunu tanıtlar. Sovyetlerin Almanya ile yaptığı anlaşma da aynı zeminde değerlendirilebilir. Özcesi siyaset ile ilkeyi, taktik ile stratejiyi kesinlikle birbirinden ayırmamız gerekir. Siyasetin alanında sadece stratejik tutumu esaslaştırırsak, siyaseti yok etmiş olur, alanını daraltmakla birlikte stratejiye hizmetini de daraltmış oluruz. Evet, dün Erdoğan-AKP kliği CHP-Kemalist kliğe karşı tavır alırken iyi yapıyordu, bugün de CHP-Kemalist klik Erdoğan-AKP kliğine karşı tavır alıp eleştirip teşhir ederken iyi şey yapıyor. Yaptığı işin iyi olması, devrimin lehine olanaklar sunmasından ileri gelir. Klikler arası veya burjuva cephenin arasındaki çatlak ve çatışmaların devrim lehine uygun şartlar doğurmasının anlamı tam da budur. Şimdi CHP baş düşman durumunda değil, Erdoğan-AKP kliği baş düşman durumundadır. Baş düşmana yönelen tüm eleştiri ve teşhir hareketleri nereden gelirse gelsin devrimin faydasınadır. Zira devrimin önündeki asıl düşman iktidarda olup baş düşman durumundaki kliktir. Bu, diğer burjuva kliklerin dost olduğu anlamına gelmez. Tersine kendi gerici çıkarları için de olsa, kimi eylem ve davranışıyla iradesi dışında devrime hizmet etmesidir.
1-15 TEMMUZ 2017 Halkın Günlüğü
Nasıl ki, dün Erdoğan’ın yaptığı iyi işlere rağmen onun iktidarını desteklemedik, bugün ona karşı çıkan CHP’yi de destekleyemeyiz. Eylemi olumlu rol oynasa da. Eylemi olumlu olup siyaseten bizlere uygun zemin yaratsa da özellikle tek adam sultasının ağır faşist baskıları altında yaşanan süreçte bur-
juva cephenin çatışması olarak devrim lehine uygun şartlar sunsa da iyiliği izafi olan her iyi şeyle ve yapılan şeyin ne için yapıldığına bakılmaksızın mutlak biçimde birleşme gibi bir siyaset izleyemeyiz. Tabi ki yapılan işin iyi olması ne için yapılmış olursa olsun yapılan iş reel olarak iyidir. Bunu söylemek farklı
CHP’nin niteliği ve “Adalet yürüyüşü”
güncel
1-15 TEMMUZ 2017 Halkın Günlüğü
ama salt iyi şeydir diye desteklemek veya birleşmek daha farklıdır. Özellikle de bağımsız siyaset ve tavrımızı geliştirme şartları varken, salt görece iyi olan burjuva eylem dolayısıyla gerici önderlik altında, burjuvazinin bayrağı altında safa geçemeyiz.
lemde bulunması, kendi menfaat ve çıkarları temelinde de olsa, bu diktatörlüğe geçici ve şartlara bağlı da olsa karşı çıkması ve çıkarken tutarlı olmamasına rağmen başvurduğu eylem iyidir. Eyleme karşı çıkmaz ama CHP ve önderliğine karşı çıkarız. Kitlelerin manipüle edilmesi, arayışlarının düzen içinde
Hiçbir burjuva önderlik meşru değildir ve benimsenemez!
tutulması ya da kitlelerin biriken öfkesini iktidar hesapları için manivela etmesi gibi özelliklere karşın; bu eylemin toplumsal muhalefet ve kitle hareketinin gelişmesine uygun zemin sunma, iktidar kliğiyle yaşadığı çelişki-klik dalaşı ve çatışması bağlamında devrimci hareketin gelişmesine uygun şartlar sunma, reel politikte tek adam diktatörlüğüne karşı çıkan cepheyi genişletme, kitlelere yayma veya buna iradesi dışında hizmet etme, hatta iktidar hesabı için bunu iradesi dahilinde benimseme, yürüyüş eylemi şahsında tek adam sultasına karşı tutum alan devrimci siyasetle göreli ve taktik manada örtüşme benzeri nedenlerinden dolayı “Adalet Yürüyüşü” eylemi bizlere zarar veren değil, geçici de olsa faydalar sağlayan zemindedir. Burada CHP’nin genel niteliği ile belli şartlara bağlı olarak gündeme gelmiş mevcut eylemi aynılaştırılmadan ayrıştırılmasıdır. Doğru olana doğru demek yanlış değildir. Bu doğru gerici sınıf tarafından söylenmiş, yapılmış olsa da.
Bunlardan hareketle, “Adalet Yürüyüşü” ile CHP arasındaki ilişkiyi değerlendirmek yerinde olur. CHP’nin siyasi kimlik ve karakteri tartışmaya muhtaç olmayacak kadar nettir. CHP faşist düzen partisidir, “TC”nin kurucu partisi geleneğine sadık karakterde devletçidir, ırkçı-Türk milliyetçisi ve faşisttir. Bu faşist partinin hangi sebeple olursa olsun, tek adam diktatörlüğüne karşı çıkması kötü değil, iyidir. Aynı zeminde, iktidar hedefi ve hesabıyla da olsa tek adam diktatörlüğünün azgın faşist baskılarına siyaseten karşı çıkması ya da “Adalet Yürüyüşü” gibi bir eyleme başvurması kötü değil, iyidir, iyi iştir. Tabi ki, CHP’den devrimci tavır, faşizme samimi ve tutarlı olarak karşı çıkması, ırkçı Türk milliyetçiliğinden kopması, demokratik bir nitelik edinmesi beklenemez. Ancak tek adam diktatörlüğünün baskılarına ve tek adam sultasının geliştirilerek pekiştirilmesine karşı ey-
Ancak eylemi doğru olsa da ve bu eyleme doğru dememize rağmen, CHP önderliğinde gelişen bir harekete-eyleme dahil olmak, CHP önderliğini tanıyıp meşrulaştırmak asla benimsenemez. O halde yapılması gereken nedir? CHP’nin peşine takılamayız. Ama gelişen duruma kayıtsız da kalamayız. Zira devrimci mücadelemize ya da örgütlenmemize hizmet edebilecek siyasi bir atmosfer oluşmuştur ve tek adam diktatörlüğüne karşı mücadelede etkili bir süreçtir. Dolayısıyla bu tablo karşısında yapmamız gereken şey; devrimci, demokratik, sosyalist güçlerle ittifak ve eylem birliği ekseninde buluşarak devrimci bir cephe yaratmak ve bu cephe güçleriyle süreçte devrimci politika ve tavrı devreye sokmaktır. Yani, CHP’den bağımsız bir hareket yaratarak dinamik olan sürece müdahil olmalı, lehimize gelişen bu şartları devrimci örgütlenme ve mücadele adına değerlendirmeliyiz. Zaten, salt bu eylem şahsında da olsa CHP ile bir ittifak ve anlaşma yapmanın koşulları yoktur. CHP alenen düzen dışı eğilimleri yadsımakta, düzen içi eyleme davet etmektedir kitleleri. Dahası, varsayalım ki, kitlelerle birleşme adına CHP ile bu eylem şahsında ortak eylemde bulunmayı benimsesek bile, bunu yürütmek pratik olarak da mümkün değildir. CHP’nin sınıf karakteri açısından ortaklaşmamız mümkün değilken, pratik olarak ortaklaşmanın da koşulları yoktur. Zira, bağımsız bayrağımız, sloganımız ve devrimci eylemimiz CHP tarafından asla kabul edilmeyecektir. Eylemine “marjinal grupları” katmama noktasında açık tavır belirlemiş durumdadır. Devrimcilerin eylemde bulunmasını kimliği açısından ve eyleminin meşruiyeti açısından kabul edilmez görmekte, net tavır açıklamaktadır. Başka bir şey de beklenemez. CHP, karakteri gereği devrimcilerle birleşme derdinde değil, ırkçı-milliyetçilerle birleşme derdindedir, bu kesimlerle birleşme amacı taşımaktadır. Eylemi Erdoğan-AKP kliğine karşı tutum bakımında iyi de olsa, CHP’nin önderliği ve eylemi bu muhtevayla biçimlendirmesi gerçekliği devrimcilerin birleşemeyeceği bir eylemdir. CHP önderliğinde veya bağımsız siyaset ve tavrı terk ederek CHP eksenli bir harekete koşulsuz ya da bağımsız bayrağımızı ve tavrımızı öteleyerek dahil olmak CHP’ye hizmet etmekten öteye geçmez. En önemlisi de CHP’nin amaçladığı hedeflere varmaktan öteye geçmez. Bu da yeni bir faşist iktidarın işbaşına gelmekten başka bir şey değildir. CHP’nin iktidarlaşmasına araç olmak asla devrimci siyaset ve taktik adına benimsenemez. Devletçilikte, ırkçı-Türk milliyetçiliğinde, tekçilik paradigmasında, “Ne Mutlu Türküm Di-
15
yene” şovenizminde Erdoğan sultasıyla yarışan CHP’nin, Erdoğan diktasına karşı olumlu zeminde olan somut eylemi şahsında da olsa desteklenmesi tasavvur edilemez. Elbette kitlelerin kazanılması atlanabilecek bir siyaset ve amaç değildir komünistler için. Kitlelerle birlikte olmak her şartta görevdir. Ancak, bu eylem kitlelerin eylemi değil, CHP’nin eylemidir ve kitleler yedeklenmiştir. Yedeklenen kitleler devrim kitleleridir dolayısıyla onlara kayıtsız kalamayız. Ancak bu kayıtsızlık CHP’yi meşrulaştırmak ve önderliğinde hareket etmek anlamına gelmez. Bağısız siyaset ve eylemimizle kitleleri devrimci zemine çekmeyi, CHP’den koparmayı hedeflemeliyiz. Bu anlamda devrimci ve demokratik güçlerin eylemini örgütleyerek bu sürece paralel olarak geniş kitlesel hareketler geliştirebiliriz, geliştirmeliyiz. CHP ile farkımızı, sınıf farkımızı, eylem farkımızı kesinlikle ortaya koymak durumundayız. Onun peşinden sürüklenerek devrimci siyaset yapamayız. CHP’ye yedeklenmiş bir siyaset devrimci siyaset değil, kuyrukçu bir siyaset olur. CHP’nin sınıf ve siyasi karakteri ile birlikte, tutarsız burjuva pragmatist tutumu kitlelere teşhir edilmelidir ki, kitlelerin ondan koparılarak devrimci kulvara çekilmesi için bu teşhir gereklidir. Kürt ulusunun demokratik iradesine darbe yapılarak yerel yönetimleri gasp edildi, kayyumlar atanarak seçilmiş belediye başkanları tutuklanıp hapsedildi, milletvekilleri CHP’nin de katkısıyla yargılanıp tutuklandı. Binlerce emekçi “FETÖ” gerekçesi altında işlerinden atıldı, görevlerine son verildi. Dahası büyük baskılarla halk kitlelerine tam bir terör uygulandı, uygulanıyor. CHP bütün bunlara sessiz ve zımnen destekçi pozisyona düşerek dururken, bu tasfiye ve baskı kendisine gelip milletvekili tutuklanınca harekete geçti. ‘Daha önce neden eylem yapmadın da, milletvekilin Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasıyla sıranın kendine geldiğini anlayınca eyleme geçtin?’ sorusu CHP’nin tutumunu ve samimiyetini açıkça gözler önüne seren haklı bir sorudur. Nuriye ve Semih’e eylemi bırakın çağrısı yaparken, kendisi eylem yapmaktadır. Bu bir çelişki gibi görünse de özünde çelişki değildir. Zira, Semih ve Nuriye’nin eylemi devrimcidir ve CHP onlara seslenirken devrimci eylemi bırakın, düzeni-iktidarı zorlamayan demekte ve elbette kendi eylem niteliğini ve kendisine yedeklenmelerini tavsiye etmektedir. Bu gerçekler ışığında bir kez daha söyleyelim ki, CHP’nin teşhir edilmesi gerekli ve doğrudur. Fakat bu “Adalet Yürüyüşü”ne karşı çıkma, onu teşhir etme anlamına gelmez. Devamı sayfa 16’da
16
güncel
Baştarafı sayfa 14-15’de CHP’nin belli bir proje temelinde düzenlenmesi, üzerinde operasyonların yapılması, bunun için mümkün olan veya olanaklı olan dinamiklerinin kırılması çerçevesinde tutuklanma ve yargılanmalar kıskacına alınması “Adalet Yürüyüşü”nün bir gerekçesi olarak değerlendirilebileceği gibi, referandumla ortaya çıkan potansiyelin CHP’ye iktidara gelme imkanı sunan durum olarak değerlendirilmesi de olası ikinci bir gerekçe olarak ifade edilebilir. Kısacası sorunun esasta klikler arası bir iktidar dalaşı olduğu açıktır. “Adalet Yürüyüşü”nün bu zeminden bağımsız değerlendirilmesi düşünülemez. Bu anlamda sürece dönük politikamız bu esası atlayamaz, klikler arası iktidar çatışmasının sunduğu geçici ve izafi olumluluklar zemininde biçimlendirilemez. Fakat “Adalet Yürüyüşü”nü teşhir etmek gibi özel bir çabaya girmek gereksizdir.
Gelişmeler yeni bir toplumsal dalgalanmaya gebedir Bütün bunlara karşın proleter devrimci
politikanın göz ardı etmemesi gereken önemli bir gerçeklik söz konusudur. Mevcut sürecin yeni bir toplumsal dalgalanmaya gebe olduğu dikkatten kaçırılmamalıdır. Gezi-Haziran Ayaklanması gibi ciddi bir toplumsal muhalefet patlayabilir. CHP’nin genel eğilimi de bunu yaratarak ve bu harekete basarak iktidara yürümektir. Büyük toplumsal dalgalanma mümkündür. Ancak mevcut durumda bu dalgalanmanın burjuvazinin önderliğinde ve gerici iktidar hesaplarına kaldıraç edilerek CHP-Kemalist klik burjuva odaklar tarafından kullanılması, dolayısıyla da kitlelerin devrimci öfkesinin boşaltılarak heder edilmesi mümkündür. Dolayısıyla, devrimci ve demokratik güçlerin şimdiden eylemde birleşerek devrimci halkları birleştiren bir cephe kurmaya başlaması, bunun çalışmalarını yürütmesi gerekmektedir. Bu başarılabilirse, gelişmesi muhtemel olan büyük toplumsal dalgalanmanın burjuva gerici iktidar çıkarlarına heba edilmeden devrimci zeminde kazanımlara dönüştürülebilir, devrimci ilerleme sağlanabilir. Kısacası, CHP’nin eylemini destekleme-desteklememe tar-
1-15 TEMMUZ 2017 Halkın Günlüğü
tışmasını geride bırakarak, devrimci bir cephenin oluşturulmasının çabalarına girişilmelidir. Önümüzdeki süreç ciddi toplumsal patlamaları işaret etmektedir. Hazırlıksız yakalanmama adına ve söz konusu muhtemel patlama veya devrimci enerjiyi CHP’nin artçılığından kurtararak devrimci zemine çekmek için gecikmeden demokratik, devrimci, sosyalist güçler arasında ortak direniş ve mücadele cephesinin kurulması çabasına girilmelidir. Kilelerin ihtiyaç duyduğu alternatif gücün oluşturulması bu metotla mümkündür. Devrimci alternatifin büyütülmesi için kafa yorulmalı, emek verilmelidir. Bu görev ve sorumluluk tarihsel önemdedir. Devrimci hareket tarihsel bir sınavın daha eğişindedir. Destekleme-desteklememe ikileminden ziyade devrimci görev ve tarihsel sorumluluklarımız, devrim amacımız açısından neler yapabiliriz, ne yapmalıyız sorusu üzerinde kafa yorulmalıdır. Kuşkusuz ki “Adalet Yürüyüşü” biçiminde yaşanan süreç, yarattığı siyasi hava ve içinden geçilen siyasi sürecin ağır şartları bakımından bir dizi muhasebe ve tar-
YÖNELİM
tışmaya muhtaçtır. Sürecin devrim lehine kullanılmasına ilişkin ele alış ve yorumlamalar doğal olarak tartışmaları anlaşılır kılmaktadır. Fakat asıl tartışmanın önümüzdeki dönemde muhtemel olan toplumsal patlama olasılığı zemininde yukarıda işaret ettiğimiz devrimci görev ve sorumluluklar çerçevesinde yürütülmesi en doğrusudur. Aksi halde CHP’nin, dolayısıyla burjuvazinin gündemi arkasından sürüklenmekten ve asli görev ve gündemlerimizden kopmaktan kurtulamaz, devrimci gündemimizi yaratıp geliştiremeyiz. Proleter devrimci politikanın taktik ve stratejik yönelimi geçici siyasi süreçle daraltılamaz, gerici bir kliğin önderliğinde olmak kaydıyla özü gerici olan eylem ufkuna indirgenemez. Gelişen bu sürecin devrimci siyasetle nasıl dönüştürüleceği, nasıl yönetileceği ve olası gelişmeleri öngörerek muhtemel toplumsal patlamalar gündeme geldiğinde devrimin kazanımları uğruna neler yapılabileceği ve ne yapmamız gerektiği, dolayısıyla devrimci hareketi nasıl geliştireceğimiz meselesi asıl tartışmamız olmak durumundadır.
≫ kazım cihan
DEVRİM VE “ADALET” ürk İslamcı egemen sınıflar bloklarının, yani dinci ve Türkçü kesimlerin yönelim olarak ortak oldukları stratejik temel; tarihleri boyunca işgalci-inkârcı soykırımcı tekçi oluşları gerçeğidir. Bu açıdan Türk devlet idamesinde iki blokun özellikle Kürtlere, Alevilere, diğer ezilen milliyetlere ve inançlara karşı bu stratejik temel ortaklığı gözden kaçırılmamalıdır. Türk devletinin kuruluş felsefesinde dinci ve Türkçü çıkarlar bölünmesinin ötesinde bahsettiğimiz ana temada ikisinin ortaklığı tarihsel bir hakikattir. Faşizm yapısal bir Türk devlet gerçekliğidir. Bu, partilerden öte iktisadi-siyasi-sosyal verili tarihsel koşullar açısından Türk egemen ulus devletinin aldığı zorunlu bir biçimdir. Şu veya bu partinin özel tercihi değil. Bundandır ki faşizme karşı mücadele bir devrim mücadelesidir. Devrimsiz gerçek demokrasi boş bir yanılsamadır. CHP noktasında da gerçek budur. CHP, Türk egemen ulus devletinin kuruluş felsefesinin politik parti olarak kurumsal temsilcisiydi. Fakat tüm bunlar bugün ‘adalet’ denilen yürüyüş karşısında stratejik sloganlarla yetinmemizi, bunları tekrar edip durumu geçiştirmemizi gerektirmez. Biliyoruz ki 16 Nisan hileli EVET sonucunun ilanı, kitlelerde büyük bir öfke birikimine yol açmış, sokak ciddi bir mücadele alanı olarak gündemleşmiştir. Bu durumda CHP Sokağı sükûnete çağırdı. Tek adam rejimini ve AKP devletinin ezilenlere ve emekçilere düşmanlığı birinci özelliktir. OHAL, bu temelde pratikleşti. Ve şimdi olağan bir hal aldı. Elbette sıra burjuva muhalefete de gelecekti. Tek adam rejiminin burjuva muhalefete tahammülü olmayacaktı. Faşizmin tarihsel hakikatleri böyleydi. MHP’yi de ortak payanda yapan AKP devleti burjuva muhalefeti de sıkıştırdı. 1930’lar, 1940’lar ve diğer başka zamanlar CHP kumandalı iktidar da aynı şeyleri yapmıştı. O durumlarda dinci blok demokrasi havarisi kesilmişti. Tabii ki o dönemler Kemalist devlet baş düşmandı. Bunu tarihsel çıkışlarında
T
Kaypakkayalar söylemişlerdi. Okun sivri ucunu buna yöneltirlerken diğer egemen sınıf blokunun mahiyetini de deşifre etmişlerdi. Şimdiki durumda CHP bloku, RTE rejimi tarafından iteklenmiştir ve burjuva çıkarlar ekseninde de olsa başkalarının muhatabı haline gelmiştir. Devlette güçlü ve etkin bir konumu yoktur. Bunu çeşitli analiz yazılarında Maoist komünistler ele alma durumunda oldular. Devlete egemen olan İslami faşizmin baş düşman olduğunu ifade ettiler. Durum beyan ötesinde stratejik yönelimi kaybetmeden taktiklerde değişiklikler gerektirir. Çıplak söylersek AKP’li RTE rejimi baş düşmandır. Baş düşman, siyasette okun doğrultulacağı asıl hedefi anlama, ona göre davranma meselesidir. Tabii ki bu davranmada amaç kitlelerin öfkesini devrim için hazırlamayı yadsımamalıdır. Düzen zordadır. Zordaki AKP düzenine gerekli darbeyi vurmak taktiği, stratejiye bağlı ana meseledir. Devrimci savaş dört bir yana yumruk sallamaz. Hedefi daraltmak, geniş kitleleri kazanmak devrimci siyasetin doğasında vardır. Bu taktik esneklik aynı zamanda keskin bir stratejik katılığı da gerektirir. Taktik esneklik de kaybedilemez. Bir haksız savaş suçlusu olarak RTE suçüstü yakalanmıştır. MIT tırları haberlerinden rahatsız olmasının nedeni budur. Bir uluslararası ceza mahkemesinde yargılanması hem geniş kitlelerin ve hem de çıkar çatışmasından ötürü bile olsa dünya ve bölge uluslararası bazı egemenlerinin, seslendirmeseler bile talebi haline gelmiştir. Bölgede ve uluslararası alanda sıkışmış bu sultanlık rejimine, devrimci merhamet darbesi, bu talebi atlayamaz. Kuyrukçuluğa, yanılsamalara, düzen içiliğe düşmeden devrimi esas alarak, HAYIR sinerjisini bugün kitlelerin özgürlük-adalet talepleriyle birleştirip ilerlemek görevdir. Toplumsal muhalefet CHP’yi de sıkıştırmıştır. Bu kötü değil iyi bir şeydir. Gezi korkusu düzeni sıkıştırmıştır. ‘ADALET’ talebi ile geniş kitleler bir seferber olma mecrasına girmişlerdir. Biz hukukun ne olduğunu biliyoruz. Hukuk, ekonomik siyasi ve sosyal koşullardan azade, kendi
başına herkesi düşünen, ya da ‘adalet’ bu durumlardan muaf bir dengeleme alanı değildir. Her zaman egemen olanın hizmetinde ve bu durumda yurttaşların rızasını üretmek için bazı biçimsel haklar manzumesini ifade eder. Bunları biliyoruz. Bunları bilmek kitlelerde biriken öfkenin dayandığı taleplere ilgisizliği gerektirmez. İlgisizler, siyaset değil küçük pedagojik terbiye kurumları olmanın ötesine gidemezler. Evet bu taleplerle yola çıkan kitleler eğer devrim hazırlıklı ve örgütlenmişse ne yapacağını biliyorsa; düzeni zorlayan, onu asmaya meyil eden devrimci dinamiklerin biriktirilmesine götürür. Bakın Semih ve Nuriye’nin ikili mevziisinin açlık grevinin sessiz çoğunluğu şimdi yavaş yavaş sarsmaya başlayan boyutu önemli bir derstir. Biz realist-pozitivist değil, geleceğe yürümenin hakikat dinamiklerinin bilincinde olan yürüyüşçüleriz. Kuyrukçuluğa, yanılsamalara, düzen içiliğe düşmemenin devrimi esas almanın temeli buradadır. Bu temel her somut durumda hayatın dinamizmini stratejiye bağlı, politikayı dinamik ele almanın gereğini de anlatır. Aksi halde kuru laflar içerisinde bir boğulma anaforu içine girilir. Ekim Devrimi, iş, ekmek, barış, özgürlük talepleri ile başlamadı mı? Bu talepler, kitlelerin hayatlarında yüzleştikleri ancak tüm sebeplerini halen bilemedikleri harekete geçme dinamikleriydi. Bilinçli önderlik, böyle gerçeklerin bilincinde onları, bilinçle örgütleyip devrime taşıyan önderliktir. Ki geleneklerimiz bu durumlara ilgisiz olmadılar. 15-16 Haziran ya da Gezi, bilinçli devrimci komünist bir kalkışma değildi. Bazı embriyonik bilinç öğelerini içerseler de kendiliğindencilik sınırlarını aşamadılar. Zaten aşabilseler devrimci önderliğe ne gereksinim olur ki? Öyleyse toplumun ‘adalet’ taleplerine de ilgisiz kalamayız. CHP’yi MHP’yi AKP’yi ‘eleştirmek’ büyük bir marifet değildir. Bunlar teşhir edilir. Silahların eleştirisi düzene karşı mücadelede esastır. Dolayısıyla CHP gibi bir düzen partisi niye bizim düşündüklerimizi formüle etmiyor diye sitem edilecek bir kürsü değildir ya da şimdi onun önderliğinde diye
büyük bir toplumsal talebe karşı sırt dönecek değiliz. Rusya’da papaz Gapon- Karayüzlerin önderliğindeki kitle hareketlerine Lenin’in tavrını hatırlayalım. Kitlelerin taleplerini selamladı. Onlarla birleşmeye çalıştı. Yine Mao’nun egemen sınıflar arası çatışmada ilgisiz olmayan ama kuyrukçu da olmayan yararlanma siyasetini yani devrimi ilerletmek için ona bağlı hamlelerini hatırlayalım. Şimdi gerçek şudur: Sokağa karşı çıkan CHP gibi egemenlerin bir bakıma çareleri kalmamıştır. Sokağa çıkmışlardır. Kendi çıkarları için de olsa kitleleri sokağa davet etmektedirler. Bu refleks devrimin lehinedir. Şöyle diyemeyiz, ‘Biz size demiştik, oh şimdi size de iyi oldu. Ne haliniz varsa görün!’ Hayır böyle dememeliyiz. Devrim, bir kişisel öç alma yürüyüşü değildir. Ne söyleyecekse nasıl ilerlenilecekse söylemelidir. Yine tekrarlayalım, biz, ‘hak’ kökenli ‘adalet’ burjuva toplumlarındaki hatta sosyalizmde bile burjuva sınırları köklü aşmayan manzumeleri kutsayanlardan değiliz. Sömürücü toplumların her birinin de ifade ettikleri ‘haklar’ vardır. Toplumu aldatmak için. Ve zaten sloganlarını onlar ‘mükemmel’ sentezlediler. Dediler ki “Adalet mülkün (yani devletin) temelidir” öyledir de. Biz neyiz? Devrimci savaşla bu durumu aşma, komünizme yürümek için proletarya ve emekçilerin devleti fethetmesini sağlama, devletsizliğe geçme yürüyüşçüleriyiz. Fakat biz bugünkü tarihsel gerçeklerde Sur’un yıkımını, tarihikültürel soykırımını, yasaklanmış grev ve taşeronlaştırılmış esnek çalışma siyasetleriyle sendikal örgütlenmeleri, tasfiye edilen işçilerin adalet ve örgütlenme özgürlüğü taleplerini görmeyecek miyiz? Ve şimdi biz bu temelde adalet diye yola düşmüş kitlelerle birleşme diye bir görevi savsaklayacak mıyız? Komünistlerin adalet taleplerini pratik mücadele içerisinde göstermeli, bir rol çalma figürü olan CHP’ye kitleleri teslim etmemeliyiz. Görev budur. Evet yürüyüş Edirne’ye Kürdistan ve Türkiye’nin her yanına ulaşmalıdır. Halkların birleşik hareketini yaratmayı devrimciler asla unutmamalıdır.
1-15 TEMMUZ 2017 Halkın Günlüğü
güncel
17
Emperyalist ve bölgesel gericiliklerin çatışma sahası olarak Katar krizi! Türk hâkim sınıfları, “İmparator” Erdoğan’ın savaş doktrini olan “yumuşak güç” projesi ile Sünni cihadist güçlerle Suriye sahasına dalmış, ABD’nin projesi ile hedefe konulmuş Katar’a askeri güçle “koruma” olmaya çalışmaktadır. Çünkü iç ve dış politikadaki sıkışmışlık, “TC”yi bu kumarı oynamaya zorlamaktadır. ABD’nin bölgesel dizayn projesinde, terbiye edilmek için hedef tahtasında olduğunu bilmektedir. Bu sadece siyasal alanda bir sıkışmayı yaratmayacaktır, aynı zamanda kendi politikası için pazarlık unsuru haline getirdiği birçok zemini elinden alacaktır. Katar meselesinde, Erdoğan şahsında Türk hâkim sınıflarının paniklemesinin nedenleri, sadece Katar’ın Türkiye’deki yatırımları ya da Katar’da “aklanan” kara paralar üzerinde dönen ekonomik ilişkiler değil, bölge siyasetinde daralan alandaki aciz çırpınıştır Emperyalist güçlerin hegemonya çatışmalarının merkez üssü olan Ortadoğu’da, emperyalist güçlerin çıkar çatışmalarının şekillendirdiği, işgaller, bölgesel güçler arasındaki çekişmeler, mezhepsel savaşlar, gerici bölgesel güçler arasındaki hesaplaşmalar, somut olarak her an “yeni” biçimler alarak derinleşmektedir. Suriye, Yemen, Libya, Mısır, Irak gibi sahalarda, emperyalist hegemonya, gerici bölgesel güçler üzerinden yüksek yoğunluklu çatışmalara dönüşürken, yine bu coğrafyada emperyalist gericilik açısından da, jeopolitiği öneme haiz olan Basra Körfezin’de, görecelide olsa bir “istikrar” ve “barış” ortamından söz edilmekteydi. Tarihsel süreç boyunca, bu göreceli “barışın” nedeni, ABD başta olmak üzere, emperyalist yağma ve yayılmacılığın, Basra Körfezi’ndeki kaynaklara olan bağımlılığı, bu kaynakları riske edecek dengelerin değişmemesi amacı ve Körfez monarşi diktatörlüklerinin gerici çıkarları ekseninde emperyalist güçlerle “uyum” içinde bulunmalarıdır. Ama bu “uyum”, ABD yeni başkanı Trump’un, Ortadoğu ziyaretiyle birlikte yerini, bölgedeki sıcak çatışmaları genişleten, derin bir krize bıraktı. Dünya kamuoyuna Katar krizi ola-
rak geçen bu yeni hesaplaşma sahasında, kuşkusuz yine ABD, belirli yerel monarşilerle “uyum” halinde bu krizi yönetmekte ve Ortadoğu’da, askeri ve politik olarak daralan sahasına, stratejik hamleler yaparak “çözüm” aramaktadır. ABD’nin, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri gibi köklü tarihsel ilişkileri olan gerici bölgesel dayanakları üzerinden planlanan bu süreçte, oynanan oyun aynı olsa da, kullandıkları ve kullanacakları araçları günün koşullarına göre şekillendirecekleri açıktır. Katar’ın dünya ve bölge barışını bozan ilişkiler içine girdiği suçlamasıyla, bölgedeki gerici üsleri olan monarşi yönetimler üzerinden, ekonomik, siyasal ve diplomatik olarak kuşatılması, esasen ABD’nin, bölgedeki tüm güçlere “ayar” çekme stratejisinin bir ayağı olarak gündeme gelmiştir. Kuşkusuz, sahnelenen bu oyunda ABD eksenli yan yana gelen güçler ve Katar gibi hedefe konulan güçler de, tarihler boyu bölge sömürülen halklarına, mazlum uluslara, ezilen inanç kesimlerine her türlü barbarlığı uygulamış suç merkezleridir. Bugün birbirlerine karşı kullandıkları “terörü destekleme” suçlarından öte, bölgede bizzat terörün yaratıcıları, destekleyicileri ve her türlü terörün sahipleridirler. Bölgedeki gelişmeler ve bu gelişmelerin sonucu olarak var olan güçler “dengesinden” kaynaklı, bugün karşı karşıya gelmeleri, gelişmeler karşısında hiçbirine “ilerici”, “haklı” bir rol yüklemez. Bu somut doğrudan öte, Katar krizinin arka planındaki kirli hesaplaşmaları ortaya koymak, ezilen ve sömürülen halkların tavır eksenini belirlemeleri açısından önemlidir, günceldir.
ABD Emperyalizminin bölge stratejisi Katar krizini yaratmıştır ABD başkanı Trump’un Ortadoğu ziyareti Katar krizinin patlama miladı olmuştur. Krizin nedenlerinin bir önceli olsa da, Trump’un, Suudi kralı Selman ve Sisi ile başında buluştukları yeşil tonu hâkim renkli küre, stratejik bölge siyasetinde ABD’nin ilk hamle için sahaya süreceği güçleri ifade etmiştir. Trump, Selman bin Abdülaziz el-Suud, Abdülfettah el-Sisi, küre üzerinden oynanacak oyunun başlama işaretlerini verirken, oyuna vesile olan kirli çatışmanın başlangıcını değil, tırmandırılma hamlelerinin startını vermekteydiler. Bu oyunda beklentiler ve fırsatlar karşılıklı olduğu kadar, bu oyunda her oyunbozanın akıbeti, ABD’nin “adaleti” olacaktır. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve iki ülke arasında yeni diktatörüyle kendine yer bulmaya çalışan Mısır, ABD’ye derin kulluk bildirgelerinin imzası altında, bölgede emperyalist güçler tarafından şekillendirilmeye çalışılan sürece uygun görevlerini almışlardır. Yoksa “ihvanın” bazı üyelerinin Katar’da yaşıyor olması, Katar’ın bazı cihadist terör güçlerine destek masalı, insanlık açısından cepheden bir tavır alma meselesi olsa da, emperyalist ve bölgesel gerici güçler açısından gündeme alınacak bir mesele değildir. Çünkü “Arap NATO”su projesinin merkezi çekirdeği olarak yan yana getirilen bu güçler, Katar’a yönelttikleri suçlamalardan muaf güçler değil; aksine bizzat bu suç odaklarıdır. Suudi Arabistan, Katar, Türk hâkim sınıfları gibi bölgesel gerici-
likler, hem siyasal ortaklık babında, hem de lojistik, fiili destek babında, DAİŞ, ElNusra gibi cihadist güçleri destekledikleri, büyüttükleri, alan açtıkları tartışmasız bir realitedir. Şimdi, ABD patentli kirli oyunlarını bu senaryo üzerinden sahnelemeleri, sadece oynayacakları oyunun senaryosunu kötü yönetmeleri anlamına gelmektedir. Selefilik anlayışının merkezi olan, Suud ve BAE’lerinin, siyasal İslamcı terörü destekleme nedeni üzerinden Katar’ı kuşatma altına almalarının altında, ABD ve Rusya’nın başını çektiği emperyalist hegemonya çatışması vardır. ABD, stratejik planı gereği, Katar üzerinden İran’ı ve esas olarak Rusya’yı geriletmek istemektedir. Askeri ve siyasi olarak daralan inisiyatifine, bu hamle ile alan açmak istemektedir. Bu konuda, “yumuşak merkez” Katar seçilmiştir. Çünkü Suudi Arabistan’ın İran’a karşı olan tarihsel hasımlığına Katar uymamıştır, Körfez monarşi liderlerinin korkulu rüyası haline gelmiş olan Şii Hilali peşinde her tarafa “muharrem gazabını” yaşatmaya niyetli İran ile ekonomik ve diplomatik ilişkilerini kesmemiştir. Söz konusu bu çatışma bugünün değil, tarihsel sürecin bir birikimidir. Özellikle 2003’te ABD’nin Irak işgaliyle birlikte, ABD ile İran arasındaki gerginlik tırmanmış, İran, ABD karşıtı politik bir çizgiyle, ABD’nin bölgedeki “müttefikleri”ne korku yayan bir pozisyonda durmuştur. Tam bu çatışmaların tırmandığı ve İran’a karşı sırtını ABD’ye dayayan bölge gerici diktatörlüklerinin kendilerini “güvende” hissettikleri bir dönemde, Obama süreciyle İran ile daha “ılımlı” bir ilişki başlatan ABD, İran’ın bölgede hareket sahası bulmasına da olanak vermiştir. Bu ABD’nin niyeti dışında bir gelişme olduğu gibi, Suudi ilişkilerinin de çıkmaza girdiği bir dönem olmuştur. Kısaca tüm bu politik stratejik hamlelerde bölgede Rusya, İran askeri ve siyasal olarak hamle üstünlüğünü ele geçirirken, ABD ve “müttefikleri” olan Suudi Arabistan, BAE inisiyatif daralması yaşamıştır. Bu çatışmaların yaşandığı süreç boyunca, Katar, siyasal ve ideolojik ortaklarıyla yan yana dursa da, İran ile olan ekonomik ve diplomatik ilişkilerini kesmemiştir. Bu somut durum, siyasal ve ideolojik olarak (cihadizm) ortak olan bölgesel monarşiler arasında bir çatışma olarak durmaktaydı. “Müttefik” konumundaki bu güçlerin ( Katar Türk egemenler sistemi de bu güçler arasındadır), bu iç çatışmalarının yanında, bölge siyaseti açısında da derin çıkmazlar yaşamaktadırlar. Somut birkaç başlık bu gerici bölgesel monarşilerin çözümsüzlüğünü anlatmaya yeterli olacaktır. Devamı sf 18’de
18
güncel
Baştarafı sf 17’de Katar krizi, Suriye krizi merkezli Arap Yarımadası ve Ortadoğu’da emperyalist ve bölgesel gericiliklerin çıkar çatışmasına dayalı yaşanan gelişmelerde saklıdır. Tüm bu adını zikrettiğimiz bölgelerde yaşanan gelişmelerin akabinde şunu ifade etmek kesinlikle mümkün: İran’ın ve dolayısıyla Rusya’nın, Suriye, Irak, Lübnan ve Yemen’de etkinliği artmıştır. Lübnan’daki cumhurbaşkanlığı seçimi krizi, İran’a yakınlığı ile bilinen Mişel Avn’un seçilmesiyle sonuçlanmıştır. Irak’ta siyasi ve askeri nüfuzunun yanında Musul operasyonu başta olmak üzere, birçok Irak sahasında önemli görevler üstlenen Haşdi Şabi milisleri, bölge politikasında rol alan bir hüviyet kazanmışlardır. Suriye’de, Halep’in cihadist “muhaliflerin” elinden alınması, dengeyi Esad ve dolayısıyla İran ve Rusya lehine çevirmiştir. Suriye sahasında, bu cihadist güçler üzerinden güç olmaya çalışan S. Arabistan, Türkiye ve Katar için bu gelişmeler stratejik olarak gerileme nedenleridir. S. Arabistan’ın komşusu Yemen’de, Suudi Arabistan’ın iç gerici müttefikleriyle başlattığı “Kararlılık Fırtınası” operasyonu, İran’ın direk desteklediği Husiler’in ülkeyi kontrol etmelerini geriletememiştir ve Suudi Arabistan, askeri ve ekonomik olarak ağır bir fatura ödemiştir. ABD emperyalist blokunun bölgesel “müttefikleri” üzerinden sürdürdüğü bu hamleler ve gelişmeler karşısında “müttefikleri”ni de zora sokmuştur ve nihayetinde 2015 Temmuz’unda 5+1 ülkeleriyle imzaladığı nükleer anlaşmada İran süreci daha akıllı işleten bir ülke olmuştur. Yaşanan bu gelişmeler, doğal gaz ve petrol zengini bölgede,
ABD’yi daha farklı hamleler yapmaya zorlamıştır. “Balistik füze denemesi nedeniyle” gerekçelendirilen sert ve saldırgan bölge siyaseti, İran ve dolayısıyla Rusya’ya karşı “Sünni Blok” yani dillendirilen başka isimle “Arap NATO’su” bu sürecin merkezi stratejik politikası oldu. Bu politikaya, girilen ilişkilerden kaynaklı aykırı sesler çıkaran Katar, hizaya sokulmak maksadıyla bu nedenden hedefe konuldu. ABD emperyalizmi açısından, Trump ile başlayan “yeni” dönemde, hem ABD ile Suudi Arabistan başta olmak üzere, tarihsel süreç boyunca stratejik politikalarına araç haline getirdiği monarşik diktatörlüklerle yaşanan sorunları giderme, hem de sürecin stratejisine göre bu güçler üzerinden İran’ a karşı sert politika güderek, İran ve bölgenin ana aktörlerinden olan Rus emperyalizmini geriletme, dönemin stratejisi olarak belirlenmiştir. Bu karşılıklı ilişkinin zemini, gerici çıkarların oluşturduğu konsepttir. Trump bu hamle ile, bölgede ana aktör olduğunu kendi üslubu ile hatırlatmakla kalmayacak, bölgesel gerici güçlere ayar çekme dâhil, kendi iç siyaseti açısından da110 milyar doları silah ticareti başta olmak üzere, 400 milyar dolarlık açılan ekonomik alan ile, ABD silah tüccarları ve sermayesinin takdirini kazanacaktır. ABD’nin bölge siyasetinin tarihsel ve güncel jandarmaları olan Suudi Arabistan ve BAE’leri, bu görevlerinin karşılığında ABD’den aldığı desteği hemen harekete geçirerek, Yemen ve bölge siyasetinde tıkanan bölge politikalarına İran’a karşı tavır geliştirerek kendisi açısından bir netice almak istemektedir. Bu eksende Körfez ülkelerine İran karşıtlığı ekseninde verilmek istenen mesaj, Katar’ın İran ile diyalog kanallarını açık tutan tavrıyla zaafa uğramıştır. Bölgesel
1-15 TEMMUZ 2017 Halkın Günlüğü
monarşiler arasındaki tarihi rekabetler, eski ve yeni hesaplar tahrik edici rol oynayınca, ABD’nin bölge siyasetine uygun çelişki ortamı doğmuştur ve Suud Sünni İslam paradigması güncellenerek emperyalist hegemonyanın “yeni” sürece göre öngördüğü “Sünni hattının” ana çatısı yapılmıştır. Bu stratejik siyasal hat ABD’nin bölge siyasetinde, hegemonyasını güçlendirme hattıdır. Yapılan stratejik hamleler, bölge diktatörlükleri arasındaki çatışmalar üzerinden cereyan etse de, ABD ile Rusya arasındaki çatışmalara biçim veren hamlelerdir. Bu karşılıklı hamleler sürecinde çatışmalı ve “müttefik” güçler hep değişkenlik gösterecektir. Bu bölgenin jeopolitik niteliği üzerinden gerici çıkarlarını korumaya ve geliştirmeye çalışan emperyalist ve bölgesel gericiliklerin niteliği ve siyaseti gereği böyle olacaktır. Bu değişkenlikler içinde mevcut güçlerin dalaşında değişmeyen tek şey, derinleşecek çatışmalar ve sahada birbirlerini yutmaya çalışan gerici güçlerin savaşları olacaktır.
Katar krizinde “TC”nin pozisyonu ve “yumuşak güç doktrini” safsatası Katar krizi özgülünde de Türk hâkim sınıfları, bölgesel saldırganlığını, gerici çıkarlarını korumak ve geliştirmek için sürdürdüğü tüm kirli ilişkileri ve işgalci iştahını, “dünya barışının yumuşak gücü” manipülasyonu ile açıklamıştır. “Terörün kaynağını kurutma ve dünyadaki üsleriyle barışı ve güveni sağlama” açık yalanı üzerinden, “TSK, Erdoğan doktrini” olarak propaganda edilen saldırgan iç ve dış siyaset, bırakalım bir “barış” gücü olmayı, bir doktrin olmakla
dahi uzaktan ve yakından alakası yoktur. Dün NATO şemsiyesi altında ABD’nin stratejisine göre, Afganistan, Bosna, Lübnan gibi coğrafyalarda bir savaş gücü olarak işgal hareketlerinin bir parçası olan “TC”nin ordusu, bugün aynı savaş ve işgal gücü olarak, Cerablus’ta, Başika’da, Katar’da bulunması, tamamıyla savaş stratejisine dayalı bir siyasetin sonucudur. Her saldırgan politikasına “yerli ve milli” menfaatler ajitasyonu ile geri kitleleri toplumsal dayanak yapan “TC” hâkimiyet sistemi Katar krizinde de, içinde bulunduğu siyasal çıkmazı ve krizin payına düşen boyutunu bertaraf etmek için, “İslam coğrafyası barışı”, “dünya barışı” yalanına sarılmıştır. Bu saldırganlığını, bir “barış” doktrini olarak nitelemeleri de ayrı bir riyakârlık örneğidir. ABD ve Rusya emperyalist blokları arasında sallanıp aradaki çelişki ve rekabetten beslenerek yol almaya çalışan “TC”nin saldırgan bölge siyaseti, bu rekabet ortamının bölgesel gericilikler üzerinden kendisine yönelmesi durumunda, “barış elçisi” rolüne soyunması, savaş ve çatışma siyaseti ile açamadığı politik alanı yaratma amaçlıdır. Emperyalist güçlerin verdiği rol ekseninde kendi yayılmacı hayallerini, işgal ve savaş gücü ile bölgede konuşlandıran bir güç, nasıl “yumuşak” güç oluyor, nasıl “barış” gücü oluyor? Bölgesel gelişmelere göre gardını alan her güç gibi, “TC” de bölgesel saldırganlık ve savaş durumuna göre konumunu belirlemekte, stratejisini çizmektedir. Katar’ın ablukaya alınmasının hemen akabinde, AKP-Erdoğan diktatörlüğünün tezkere çıkarıp Katar’da askeri üs açması, kendisine yönelen tehlikeyi Katar’da karşılama planıdır. ABD ile Rusya arasındaki çatışmalı durumdan beslenmeye çalışan ( her defa-
güncel
1-15 TEMMUZ 2017 Halkın Günlüğü
sında da bölge siyasetinde çamura saplanan) “TC”ye, Katar krizi ile ABD bir hamle yapmıştır ve dolaylı şartlar ileri sürmüştür. Bugün bölge stratejisinde “müttefiklerini” ve bölge devletlerini hizaya getirmek için ileri sürülen gerekçelerden İhvan-ı Müslim ise, “TC” AKP-Erdoğan diktatörlüğü ile İhvanın en merkezi olarak iktidar olduğu ülkedir. İran ile süreçten dolayı girilen konjonktürel ilişkiler meselesinde Katar’dan daha fazla günahkârdır ABD nezdinde. Nusra, IŞİD gibi cihadist güçlerle ilişki ve askeri finans desteğinde, Suudi Arabistan, Katar’la birlikte suç ortakları değil, suç merkezleridir. Bugün Suudi Arabistan’ın bu hedefin kapsam alanı dışında olması, ABD ile bölge siyasetinde çatışmamaktan kaynaklıdır. Oysa “TC”, ABDRusya dalaşından faydalanma adı altında tüm saldırgan bölge siyasetinde ABD politikası ile çatışmalı hale gelmiştir. Cerablus ve Bab’da işgalci konumuyla ABD siyasetini kemirmektedir. Rusya ile İdlib’e askeri güç gönderme
hazırlığındadır. Tüm bölge siyasetini, Kürt ulusal dinamiğini imha ve inkâr etme üzerine kuran “TC”, ABD’nin bölge çıkarları gereği “ittifak” kurduğu, PYDYPG ve onun kontrol sahalarına askeri güçlerle operasyon çekmektedir. En son Rojava ve Efrîn’in bombalanması, Kürt ulusal güçlerine karşı tahammülsüzlüğünü ortaya koymaktadır. Musul’un ardından Rakka Operasyonundan dıştalanması, “TC” bölge üzerindeki heveslerini kursağında bırakmıştır. Şimdi Kürt ulusal dinamiklerine vurarak, bölge üzerindeki heveslerine, bölgesel çatışmaları derinleştirerek ve “yeni” dengeler oluşturarak ulaşmak istemektedir. ABD’nin, YPG’nin hâkim güç olduğu DSG ile Rakka’yı kuşatması, güneyden Suriye Rejiminin Rusya’nın desteği ile yürümesi, Tabka-Palmira-Deyrazor’da kimin egemen olacağı çatışmasını derinleştirecektir. Bu egemenlik çizgisinin çizilmeye çalışıldığı bir tarihsel kesitte, bölge politikası babında ABD ile çatışmak, tarihsel olarak güven duymadığı
İran ve Rusya ile “yürümek”, ya da bu karmaşık denklem içinde sıkışmak, “TC”nin bölgesel politikasını yeni bir çıkmaza sürükleyecektir. “TC” açısından çalan tehlike çanlarını gördüğü için, bölgede asıl tasfiye etmek istediği Kürt ulusal dinamiğine yönelmekte, Katar sahasında dalaş ve çatışmayı göğüsleyerek, süreçten en az hasarla çıkmak istemektedir. Türk hâkim sınıfları, “İmparator” Erdoğan’ın savaş doktrini olan “yumuşak güç” projesi ile Sünni cihadist güçlerle Suriye sahasına dalmış, ABD’nin projesi ile hedefe konulmuş Katar’a askeri güçle “koruma” olmaya çalışmaktadır. Çünkü iç ve dış politikadaki sıkışmışlık, “TC”yi bu kumarı oynamaya zorlamaktadır. ABD’nin bölgesel dizayn projesinde, terbiye edilmek için hedef tahtasında olduğunu bilmektedir. Bu sadece siyasal alanda bir sıkışmayı yaratmayacaktır, aynı zamanda kendi politikası için pazarlık unsuru haline getirdiği birçok zemini elinden alacaktır. Katar meselesinde, Erdoğan şahsında
AFORİZMA
19
Türk hâkim sınıflarının paniklemesinin nedenleri, sadece Katar’ın Türkiye’deki yatırımları ya da Katar’da “aklanan” kara paralar üzerinde dönen ekonomik ilişkiler değil, bölge siyasetinde daralan alandaki aciz çırpınıştır. Tarihsel dostu Suudi Arabistan’a caka atması, ABD ve NATO ya “çekiliriz” tehdidi savurması ve bu politikayı Katar ve Suriye özgülünde “silahlarla” uygulamaya çalışması, “TC”nin bu sahada oynadığı tehlikeli oyundur ve bu oyun emperyalist saldırganlığın, yayılmacılığın bir parçası olarak sahnelenmektedir. Süreç, çatışmaların derinleşeceği gelişmelerle mayalanmaktadır. Gerici güçlerin gerici çıkarlarda birbirlerini boğazlaması, ezilen halklara, mazlum uluslara ve inançlara ağır faturalar ödetse de, tarihin hükmü olan en ağır faturayı, emperyalizm ve bölgesel diktatörlükler ödeyecektir.
≫ derya ishak
BÖLGEDE DURUM ölgemizde süren savaş ve bölge devletlerinin kendi içinde yaşadığı sorunlar, bölgedeki mevcut yapıları ve mevcut politik atmosferi değiştirecek boyuttadır. Bölge, egemen emperyalist sistemin yaşadığı krizlerin aynası ve pratik sınanma tahtası durumuna gelmiştir. Bölge devletlerinin kendi aralarındaki çelişkiler, her devletin kendi sınırları içinde bulunan halk ve çeşitli kesimlerle yaşanan çelişkiler, bir kısım egemen devletin egemen kesimlerinin kendi aralarındaki çelişkiler ve büyük emperyalist güçlerin kendi aralarındaki çelişkinin bölge devletleri ve bölge güçleri üzerinde etkili olması ile açığa çıkan bir çelişkiler anaforundayız. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda Arap ulusu ve coğrafyasının çeşitli devletlere bölünmesi, Kürdistan’ın parçalanarak bölge devletlerinin egemenliğine bırakılması, bölgede sınıfsal-toplumsal sorunların yanında ezilen ulusal sorunlarından kaynaklı süregelen “çözümsüzlükler”, bölgenin en önemli dinamiklerine kaynaklık etmiştir. Bu meseleler yanında, bölgede Arap egemen ve emperyalist çevrelerin kendi çıkarına göre İslam’ı bir savunu platformu haline getirmesi, mezhep kaynaklı ana eksen başta olmak üzere farklı inançlar arasındaki çelişkiler de bölgedeki bölünmenin bir parçası durumundadır. Suud, Katar ve benzeri bloktan oluşan Arap egemen kesimleri ile “TC” arasındaki ittifak, esas olarak İran’ın başını çektiği bölgedeki diğer bloklaşmaya karşı konumlanmıştır. Çıkar esaslı olan bu bloklaşmanın tezahürü, tartışmaya açık olsa da tarihsel geçmişi olan mezhepsel bir ayrışmayı güncel hale getirmektedir.
B
Aslında Fars ve diğer Arap veya Türk devletleri arasındaki çatışmalar, tarihsel olarak çıkar ve bölgenin paylaşılmasından kaynaklanmıştır. Ama İslam yorumundaki farklılık ve mezhepsel ayrılık, bu çıkar çatışmalarını örten bir örtü görevi görmüştür. Egemen güçler, bölgenin çıkar amaçlı paylaşılmasından kaynaklı çatışmada, dini bir maske olarak kullanmakta ayrıca geçmişte “Yeşil Kuşak Projesi” temelinde Selefi radikal gruplar beslenerek bugünkü hale getirilmiştir. Emperyalist blokların ve bölgedeki devletlerin ittifak ve mevcut durumları ve öngörülen politikalar sürekli değişmektedir. Bölgenin değişkenleri kaygan bir zemin üzerinde dans eder vaziyettedir. Aktörler de faktörler de değişkendir. Belli bir sabite bağlanmaktan ziyade, sabitleri de sürekli hareket halindedir. Bu bağlamda Erdoğan’ın başını çektiği Türk devletinin politikaları da benzer bir seyir izleyerek çıkmazlara sürüklenmiştir. Hem Arap devletleri ile yapılan hem de Arap devletlerinin kendi aralarında yapmış oldukları ittifak bozulmaktadır. Burada etken olan esas olarak sahadaki güçlerin kendisidir. IŞİD kontrol dışına çıkmış ve tehdit unsuruna dönüşmüştür. Bölgede istikrarsızlaştırma unsuru olarak ne kadar daha işlev göreceği belli değildir. Sanıldığının tersine Esad rejimi direnmiş, İran ile Rusya’nın desteğini alarak ABD ve müttefiklerinin beklentileri boşa çıkmıştır. Üstelik bu durumdan Kürt güçleri örgütlenerek bölgede en büyük aktörlerden biri haline gelmiştir. Bu durum, özellikle Türk ve İran devletleri için ciddi bir endişe kaynağıdır. Türk ve İran rejimleri bölgede karşı kutuplarda yer almalarına rağmen Kürdistan korkusu yaşamakta ve bu temelde bir araya gelme ihtiyacı duymaktadırlar.
Mevcut durumda bölgede, emperyalist ve bölge devletlerinin çatışmalarında nispeten özerk bir rol oynayan Kürt güçleridir. Kürt güçlerinin durumdan vazife çıkararak kendi hakları başta olmak üzere ve bölge halklarının çıkarını güden bir politika etrafında hareket etmeleri ve bu temeldeki arayış ve gelişme içinde olmaları önemlidir. YPG ve bağlaşık güçleri bu anlamda öne çıkmış durumdadır. Bu gelişmeler dışında bölgede devrimci ve sosyalist öznelerin etkin olmadığı bilinmektedir. Bölge halkları, komünist, devrimci öznelerin önderliği altında güçlü bir alternatifle ortaya çıkamamaktadır. Ve bu yönlü özneler bölgede güçlü değildir. Daha önce var olan devrimci ve komünist iddiasında olan hareketler 1980’lerden bu yana gelişen süreçte erimişlerdir. Arap milliyetçiliğinin yerine ikame edilen veya edilmek istenen yeni dinci-milliyetçi rejimler, bölgenin bir savaş alanına dönüştürülmesinde manivela görevi görmüşlerdir. Bölgede yükseltilen yeni muhafazakâr-dinci faşist rejimlerin kısa sürede gerçek yüzü ortaya çıkmıştır. Bütün bu rejimlerin hükümleri altındaki ülkelerde önemli bir muhalefet gücü mayalanmasına rağmen, bu muhalefet gücünden gerici faşist güçler yararlanmaktadır. Farklı bir konum arz eden Kürdistan bölgesidir. Kürdistan bu bağlamda kilit bir noktada durmaktadır. Hem bölge gericiliğinin en zayıf halkasıdır hem de devrimci-komünist öznelerin gelişme sağlayabileceği potansiyeli barındırmaktadır. Bölgedeki savaş, egemen güçlerin kendi aralarındaki güç ilişkilerini dağıtmıştır. Tüm bölge devletleri hem yeniden bir paylaşımın hedefi hem de bu paylaşımın taraflarıdır. Süren bu savaş tamamen egemen emperyalist blokların
başlattığı ve bölge halklarının katledildiği, kadın ve çocuklar başta olmak üzere vahşete maruz kaldığı bir savaştır. Bu savaşta Kürt halkı, kadınları, çocukları başlıca hedefler haline getirilmiştir. Bu ateş çanağında sınanan yoksul Kürt halkı-ulusu tarihin bir daha kendi üzerinde vahşetle tekerrür etmemesi için direniyor. Kürdistan’ın parçaları hem kendi hem de egemen bölge devletlerinin halkıyla ittifak arayışı içindeler. Kürt öznelerin, Kürdistan’ın parçaları ve egemen ulus halklarıyla birliği ne kadar zayıf kalırsa, egemen emperyalist blok ve bazı bölge devletleriyle ittifak arayışları da o kadar güçlü olur. Bölgenin bu durumda olmasının başlıca nedenlerinden biri emperyalist büyük güçlerdir. Emperyalistler bölgeyi yeniden düzenlemek isterken kendi çıkarlarını esas almakta ve bu arada zinde olan Kürt kuvvetlerini hesaba katmak zorunda kalmaktadırlar. Tarihe bakıldığında, Kürt ulusuna göz kırpan Amerikan ve İngiliz güçlerinin her defasında bu güçlere ihanet ettiği görülecektir. Biz komünistler başta olmak üzere, halkların birleşik mücadelesini örmek ve mücadele bütünlüğünü sağlamak; emperyalist ve bölge haydutların planlarını işlemez duruma getirmek sorumluluğuyla karşı karşıyayız. Devrimci komünistlerin müdahil bir güç olarak halkların mücadele alanlarında yer alması ve mücadeleyi yeni boyutlara taşıması mümkün ve gereklidir. Yıllardan beri yanlış bir zemin üzerinde iç tartışmalarla vakit geçiren ve bu tartışmalardan güçlenerek çıkmayan öznenin, geçmişinden ders çıkarması gerekir. Bunun en önemli yolu, yönelimini mevcut durumu değiştirebilecek bir hedefe odaklanması ve temelde bir gelişme kaydetmesidir.
20
gençlik
1-15 TEMMUZ 2017 Halkın Günlüğü
Sosyalist Öğrenci Hareketi’nin Emperyalist/Kapitalist sisteme karşı sosyalizme yürümek isteyenler olarak amacımız binlerce ve milyonlarca insanı harekete geçiren bir siyasal hattı yaratabilmektir. Bunun kolay olmayacağının bilincindeyiz; ancak sosyalizm hedefini önüne koyanlar olarak, sosyalizme ulaşmanın da kolay olmayacağının bilincindeyiz. Biz, hedefi ve rotası olmayan, okyanusta pusulası olmadan ilerleyen ve hangi limana varacağı tamamen rastlantıya bağlı, günü birlik hesaplarla yapılan siyasete bir eleştiriyiz aynı zamanda. SÖH, bütün bu anlayışların eleştirisi olarak doğmuştur ve mücadelesini bu anlayışa uygun şekillendirecektir Bilindiği gibi, 2016 Kasım ayında Demokratik Gençlik Hareketi olarak kurultay süreci örgütlemiştik. Faşizmin saldırılarını yoğunlaştırdığı böylesi bir süreçte kurultayımızı yapmış olmamız son derece olumlu bir gelişmeydi. Kurultay sürecinde tartışmaların odak noktası gençlik anlayışısın eleştirisi ve savunusu biçiminde açığa çıkmıştı. İki çizgi anlayışı noktasında bazı yoldaşlarımız gençlik anlayışını yanlış buldu. Bazı yoldaşlarımız ise gençliğin savunusu ve mücadeledeki rolü üzerine anlayışlarını somutlamışlardı. Bu tartışmaların sonucunda gençlik anlayışı reddedildi ve bunun yerine yeni bir anlayış benimsendi. Ve bu yeni yönelim kendisini Sosyalist Öğrenci Hareketi(SÖH) olarak deklare etmişti. Akabinde, 2017 Mart ayında faşizmin yoğun abluka ve baskıları altında öğrenci hareketimiz tüzük ve program konferansını gerçekleştirmiş ve kısa bir süre sonra program, tüzük ve yeni mücadele hattına yönelik perspektif yazılarını resmi web sitesinden kamuoyuna deklare etmişti. Halkın Günlüğü gazetesinde ele aldığımız bu yazı dizisinde esas olarak gençlik ve öğrenci hareketi tartışmalarında, alanda izleyeceğimiz siyasal tarz ve örgütlenme üzerinde durulmuştur. Bilincindeyiz ki, Sosyalist Öğrenci Hareketi’nin bütün yönelimini açığa çıkaramayacağız. Umut ediyoruz ki, daha nice sayıda Halkın Günlüğü gazetesinde yeni anlayışımıza dönük makale ve perspektif yazıları yayınlanacaktır. Ayrıca ülkemizde ve dünyada dünden bugüne öğrenci hareketlerinin oynadığı ve oynayacağı siyasal rol üzerine daha söyleyecek çok sözümüz var. Programımızın tamamını burada anlatma şansımız olmadığından kaynaklı özetle değinmek istiyoruz. Programımız esas olarak kendisini akademik demokratik
mücadelenin önemli bir bileşeni olan öğrenciler üzerinden ele almıştır. Üniversitelerimizde, liselerimizde ve genel olarak eğitim kurumlarında sistemin alana bakışı, politikaları ve saldırılarına karşı, geleceği, sosyalizmi ve bilimin gerçek niteliğine kavuşturma mücadelesi veren öğrencilerin bakış açısını yansıtmaktadır. Okullarımızı kuşatan sermaye, siyasal iktidarlar, YÖK, okul yönetimleri ve polis ablukasına karşı öğrencilerin kendi alternatifini oluşturmasının zorunluluğu ortadadır. Programımız esas olarak aşağıda açıklayarak değindiğimiz üzere kendisini ikili siyasal bir hat üzerinden ele almıştır. Birincisi; ideolojik-siyasal çalışmalarımızın en temel aracı olan Sosyalist Öğrenci Hareketi. İkincisi; okullarımızda ve yaşam alanlarımızda ortak sorunlar karşısında ortak bir politik tarz ve örgütlenme ihtiyacını gidermeye yönelik olan bütünlüklü ve birleştirici bir öz örgütlülük tarzdır. Programız kısaca emek, ulus, cins, inanç, ekoloji, kültür-sanat, adalet anlayışımız noktalarından ele alınmıştır. Bunun yanında özellikle öğrencilerin en temel problemleri olan “eşit-parasız-bilimsel-anadilde eğitim” talepleri, ulaşım, barınma, beslenme, staj, sömürü gibi en can yakıcı sorunları üzerinde yoğunlaşmıştır. Bütün bir programı ve tarzımızı burada açıklamak mümkün değilse bile elimizden geldiğince öğrenci anlayışını, hangi eleştiri ve zemin üzerinden doğduğunu ve aynı zamanda yeni yönelimi ve hedeflerini açıklamaya çalışacağız. www.sosyalistogrenci.com sitemizde yeni anlayışımız noktasında çeşitli yazılar, perspektif ve bakış açısı paylaşıldı ve paylaşılmaya devam edilecektir. Yeri gelmişken düşüncelerimizin daha geniş kitlelere ulaşmasına vesile olan Halkın Günlüğü Gazetesi’ne teşekkürlerimizi sunuyoruz.
1.Gençlik Nedir? Gençlik, içerisinde bulunulan ülkelerin sosyo-ekonomik yapısına göre değişkenlikler göstermekle birlikte esasen biyolojik süreçtir. Bu biyolojik gerçekliğe bir de psikolojik etmenleri eklemek pekâlâ mümkündür. Biyolojik ve psikolojik faktörler dikkate alındığında genel olarak 18-30 yaş(ülkeden ülkeye değişkenlik gösterebilir) grubunu; heyecanlı, atak, enerjik gibi özellikleri olan bir kesimi ifade eder. Görüleceği üzere gençlik, biyolojik ve psikolojik bir yanı ifade eder. En azından, sol/sosyalist örgütlerin üzerine az ya da çok ortaklaştığı gençlik tanımı böyledir. Gençliğin tanımı yapıldıktan sonra bir de gençliğin siyasal olarak denk düştüğü zemini irdelemekte yarar vardır. Bir örgütlenme yapılırken, her sınıf ilkin kendi yaşam alanı, üretim sürecinde aldığı konum üzerinden hareketle örgütlenmelidir; örgütlenmenin en genel ilkesi budur. Gençliğe bu temel anlayış üzerinden yaklaştığımızda göreceğiz ki, gençlik ne bir sınıfı ne bir yaşam alanını ve üretimi ne de bir kimliği ifade eder. Bir örgütlenme anlayışı sınıf, kimlik, yaşam alanı ve üretime dayanmaktan yoksunsa eğer; bu ancak soyut bir kav-
ramın soyut siyasallaşmış biçimini ifade eder. Ülkemizdeki sol/sosyalist örgütlerin gençliğe yaklaşımlarına baktığımızda esasen gençlikten “eğitim ve öğrenim” kurumlarında yer alan öğrencilerin anlaşıldığını görmekteyiz. Bu anlayış eksik ve yetersiz olsa dahi esasen hedeflediği kitleye az ya da çok ulaştığı görülecektir. Kaypakkayacı hareketlerin yaklaşımı ise bu anlayıştan daha farklı biçimde şekillenmiştir. Gelenek açısından gençlik “işçi-köylü gençlik” ve “halk gençliği” olarak ele alınmıştır. Bu örgütlenme tarzı soyut bir siyasallaşmanın tam anlamıyla somutlaşmış halidir. “İşçi-köylü gençlik” anlayışına baktığımızda, köylülüğün hâlâ nicel açıdan bir kitle olarak varlığı da kapitalizmin kır-kent arasındaki eşitsiz gelişimine; kırlık bölgelerdeki toprağa dayalı küçük özel mülkiyetin ve küçük meta üretimine dayalı feodal üretimin hâlâ belirli ölçüde varlığını korumasının doğal sonucudur. Ama köylü gençliğinin sorunlarının temel dayanağını gene genç olmaları değil; iktisadi olarak köylü sınıfına mensup olmalarındandır. Bu noktada, sorunun kaynağı açıktır. Köylülüğün varlığını sürdürdüğü alanlarda yaşadığı sorunların nedeni iktisadi sorunlardır yoksa sorunun kaynağı genç olmaları değildir. “Halk gençliği” denilince, esas olarak Marksist düşünceden yola çıkan Kaypakkaya’nın tanımladığı gibi: “Halk hareketi ezilen kitlelerin sınıf hareketidir.” Halk her zaman için egemen sınıflar
karşısında ezilen kitleleri kapsar. Öğrenci (esas olarak küçük burjuva), işçi, köylü, yarı-proleter, lümpen gençlik sınıf karakterinden kaynaklı “halk”ın kapsamındadır. Genç olmalarından kaynaklı “halk” kapsamına girmezler. Gençliğin tanımını sosyal, kültürel ve sınıfsal konumlanışları üzerinden yaptığımızda göreceğiz ki bunların hepsi genel anlamda tek tek farklı sınıfsal kimlikleri ifade eder. Biyolojik yaş aralıklarına göre yapılacak gençlik tanımı üzerinden meseleyi biyolojik sınırlara hapsetmek devrimci perspektif açısından hatalıdır. Kaldı ki bu biyolojik kimlik sürekli değil, süreçseldir. Üretici güçlerde hem sınıfsal hem cinsel sömürünün, (ezilen uluslara mensup bir işçi de ulusal baskı da buna eklenir) metalaştırılmanın ataerkil kapitalizm açısından bir parçası haline getirilmiş; toplumsal cinsiyet açısından “kadın”lık kimliğinin aldığı siyasal konumlanmaya benzer bir yanı olsaydı o zaman gençliği “işçi-köylü gençliği” olarak tanımlamamızın ideolojik-siyasal-örgütsel bir anlamı olurdu. Böyle olsaydı bile merkezileştirmek adına, parçanın özgün çelişkilerine müdahale etmede yetersiz yaklaşımların açığa çıkması kaçınılmaz olurdu.
2. Öğrenci Nedir? Öğrenci, üretim ilişkilerinde aldığı (ya da bir başka deyişle henüz belirsiz bir biçimde yer aldığı-kesin olarak mezuniyetinden sonra
gençlik
1-15 TEMMUZ 2017 Halkın Günlüğü
21
yönelimi üzerine tir. İşte öğrenci hareketi anlayışımızın açığa çıkmasını sağlayan eleştirinin özü de budur.
3. Örgütlenme, hareket tarzımız ve yaşam alanlarımızda yürüteceğimiz faaliyetin dayandığı temel nitelikleri
yer almak için adım atacağı) sınıfsal konum, doğrudan üretim sürecinde yer almış bir işçiden çok daha fazla artı zamana sahip olacağı nesnel şartları yaratıyor olmasından kaynaklı hem öğrenci kitlesine hem de topluma bilinç taşıyacak öznel-nesnel imkânlara sahip bir sınıfı (küçük burjuvazi) ve kimliği (öğrenci) kastediyoruz öğrenci deyince. Proleter, yarı-proleter ve emekçi öğrencilerin sayısının azımsanmayacak derecede olduğu ama genel olarak tüm eğitim aşamaları dâhil esas yönü belirleyen şeyin; öğrenci kesiminin, geçimlerini henüz kendi emekleri tarafından sağlayamayan toplumsal tabakayı oluşturdukları gerçeğidir. Öğrenci tanımlaması yaptıktan sonra bunun siyasallaşmada denk düştüğü zemine bir göz atalım. Bir sınıfı (esasen küçük-burjuva), bir kimliği(öğrenci) ve bir yaşam alanı gerçekliğiyle karşılaşırız. Yaşamda karşılığı olan bir örgütlenme; ancak bir yaşam alanı, o yaşam alanında etkinlik ve üretimde bulunan insanları ve o yaşam alanında üretilen şeylerin tamamıyla ele alınabilir. Kapitalist sistemin her geçen gün “eğitimi, öğrenimi ve bilgiyi” kendi tekeline aldığı ve “eğitimi” bir metaya ve öğrenciyi bir müşteriye dönüştürdüğü bir gerçeklik üzerinden meseleye yaklaştığımızda göreceğiz ki, sistem “eğitim kurumlarına” kendi saldırı politikalarını gerçekleştirecek ve bunun karşısında diyalektik olarak kendisine karşı yönelen bir eleştirinin ve karşı
koyuşun açığa çıkmasına neden olacaktır. Günümüzde, devletin ve piyasanın kendi amaçları noktasında “eğitimi-öğrenimi ve bilgiyi” kendi içeriğinden uzaklaştırdığını ve bu alanda kendisini gerçekleştiren insanları yabancılaştırdığı gerçekliği göz önüne alındığında, “eğitimi-öğrenimi ve bilgiyi” egemenlerin tekelinden çıkartmak ve tamamen olmasa bile gerçek içeriğine kavuşturmak küçümsenmeyecek kadar önemlidir. Biyolojik kategoriye eklenerek gelişen “işçi-köylü gençlik” ve “halk gençliği” tanımlaması siyasal bir sorunun bu siyasallığa dayalı örgütlenişinin soyut kavramsallaştırılmış halini ifade eden bir biçime dönüşmüştür. Somut olarak altı doldurulacak bir temelden yoksundur. Bizce ideolojik-siyasal açıdan “halk gençliği” tanımı, gençlik alanını bu dar biyolojik kimliksel perspektife sıkıştırmak, gençlik alanında “esas” ile “tali” yönünün ayırdına varmayı zorlaştırmıştır. Bir de ideolojik-siyasal- kültürel açıdan, burjuvaziden, sınıflı toplum kültüründen devraldığımız kodlamalarla gençlik hareketlerini -merkezi hareketin bir “işçi, çırak-usta” ilişkilerine hapseden sağ bir anlayış vardır ki, gençlik kurumlarının, merkezi kurumun “işçisi” olarak bürokratik bir hiyerarşide yerlerini almalarına neden olmuştur. Gerçekteyse bu her alanın kendi sorunlarından hareket eden bağımsız gelişimini engellemiş, gençliği siyasal-düşünsel pratiği açısından merkezi siyasetin ihtiyaçlarına hapsetmiş-
Yukarıda değindiğimiz gençlik anlayışının reddi ve eleştirisi noktasında açığa çıkan Sosyalist Öğrenci Hareketi, akademik ve demokratik mücadele alanlarında kendisini ikili bir siyasal hareket tarzı üzerinden gerçekleştireceğini daha önce deklare etmişti. Peki nedir bu ikili hareket tarzı? Birincisi; SÖH, sosyalist devrim perspektifinden hareketlenen ve esasen kendisini sosyalizm anlayışı ve hedefi noktasında gerçekleştirmek isteyenlerin devrimci ve sosyalist aracıdır. Yani, SÖH, ideolojik bir araçtır. Bu noktanın altını özellikle çizmeyi gerekli görüyoruz. İkincisi; SÖH, akademik-demokratik mücadele alanlarındaki sorunların ideolojik olmaktan çok politik olduğunu düşünür ve bu çerçevede hareket eder. Bir alanda, karşılaşılan bir sorun karşısında bir araya gelen insanlar, o soruna karşı mücadele etmek için ortak sorunlara karşı, ortak bir örgütlenme yaratırlar ve bu üzerine çokça tartıştığımız öz örgütlülükten başka bir şey değildir. Sosyalist Öğrenci Hareketi, kendi başına yukarıda belirttiğimiz üzere bir ideolojik örgütlülüktür; ancak üniversitelerde, liselerde ve genel olarak akademik-demokratik mücadele alanlarında yaşanan sorunların ve bu sorunlara karşı geliştirilecek örgütlülüklerin özünün politik olduğunun bilincindedir ve her SÖH üyesi, içerisinde bulunduğu öz örgütlülük aracının perspektifine bağlı kalmak koşuluyla kendisini gerçekleştirmelidir. Aynı şekilde öz örgütlü mücadele içerisinde yer alan bir öğrenci SÖH’ te ya da herhangi bir araçta örgütleme-örgütlememe noktasında özgür hissetmelidir. Öz örgütlülük, her bir siyasal öznenin beslendiği bir can damarı olmalıdır. Peki yukarıda ortaya koyduğumuz bu ikili siyasal çalışmadan ne anlaşılmalıdır? İki şey anlaşılmalıdır. Birincisi, SÖH, kendi ideolojik faaliyetlerini aktif bir biçimde yürütecektir. İkincisi, akademik-demokratik alanlarda öz örgütlü mücadelenin içerisinde her bir SÖH üyesi kendisini var etmelidir. Örneğin, üniversitelerde öğrenci konseyleri, meclisleri, komünleri kurulabilir ve bizce kurulmalıdır da ancak hemen belirtelim ki, bu öğrenci konseyleri, meclisleri, komünleri SÖH’ün ya da başka bir ideolojik örgütlülüğün “öz örgütlülüğü” değildir. Bu anlayışı kesinlikle reddediyoruz. Zaten daha önceki metinlerimizde değindiğimiz üzere, öz örgütlülüğün içeriğinin boşaltıldığı, aracın amaç haline getirildiğine işaret etmiştik. Söz gelimi öğrenci konseyi dediğimizde, sosyalist, demokrat, liberal, anarşist, feminist vs. bütün kesimlerin üniversitelerdeki ortak sorunlar karşısında oluşturdukları bir politik öz örgütlülüktür. Bu araç en geniş anlamıyla düşünülmeli ve asgari oranda sisteme muhalif olan öğrencilerin kendilerini var edebilecekleri bir araç olarak ele alınmalıdır. Bu
muhaliflik çatısı anti-emperyalist ve antifaşist bir özü içerisinde barındırmalıdır. Bir SÖH üyesi, kendi siyasal kimliğiyle bu politik araç içerisinde yer almalı ve o aracın niteliği noktasında öz örgütlülükten beslenmelidir. Kastımız tamı tamına budur. Yoksa çokça yapıldığı gibi, kendi ideolojik yaklaşımlarımızı bu geniş politik birliktelikleri ifade eden araca dayatıp o aracı sönümlendirmek anlaşılmamalıdır. Unutulmamalıdır ki, ideolojik olarak kendimizi ifade edeceğimiz Sosyalist Öğrenci Hareketi’miz zaten mevcuttur ve öz örgütlülük herkesin besleneceği bir okyanus olarak düşünülmelidir. Mao Zedung’un ideolojiksiyasal yaklaşımlarının özgünlüğünün temelini oluşturan “Yüz çiçek açsın; yüz fikir birbiriyle yarışsın” anlayışı da böyle bir yaklaşımdır. İçerisinde yer alacağımız öz örgütlülüklerde sistem karşıtlığı bizim fikri netlik konularında politik hattımızı oluşturacak temel itici güç değil, tek tek bireylerin besleneceği can damarı olmalıdır. Çünkü sistem karşıtlığı noktasında ideoloji ön planda olacağı için politik yaklaşımlarda ayrışmalar yaşanması kaçınılmaz olacaktır. Örgütsel pragmatizmler yerine sınıfsal, alansal pragmatizmi önümüze koymak bizim için etik bir unsurdur. Akademik ve demokratik mücadele alanlarımızda faaliyet yürütürken, artık “kuru ajitatif, epik, didaktik” bir dil yerine, öğrencilere ve karşımızdaki kitleye onlarla kolayca bağ kurabileceğimiz bir dil ve imge oluşturmalıyız. Yapacağımız yaratıcı faaliyetlerle, atölyelerle bu dilin zaman içerisinde oluşacağının farkındayız. Bir tarzın oluşması ve içselleştirilmesi yıllara dayanan deneyimlerin sonucudur. Bu gerçeklikten göz önüne alındığında, kısa zamanda bunun oluşmasının mümkün olmadığı da anlaşılacaktır. Elimizde bir dönüşümü bugünden yarına hemen var edebilecek bir sihirli değnek olmadığına göre, oluşturacağımız yeni tarzı ve dili faaliyetlerimiz içerisinde mutlaka yaratacağız. Eğitim-öğrenim kurumlarında, bilindiği üzere en temel talebimiz ''eşit, parasız, bilimsel ve anadilde eğitim''dir. Bunun sadece bir söylemden öte, bir gerçekliğe dönüşmesinin tek yolu, alandaki sorunları bir bir tespit etme ve çözüm yöntemlerini yaratıcı bir şekilde ortaya koymaktan geçmektedir. Mücadele bir bütündür ve parçalardan oluşmaktadır. Tıpkı bir nehri besleyen kolları gibi... Mücadele genel olarak emek, ulus, kadın, LGBTİ+, inanç, ekoloji gibi, çeşitli parçalardan oluşur ve bütün bu parçalar ayrı ayrı özden, hareket tarzı ve taleplerden hareketlense de, hepsi tıpkı bir nehrinin kollarının ana ırmağa dökülmesi gibi mücadelenin koca denizi içerisinde birleşir.
Devamı sf 22’de
22
gençlik
Baştarafı sf 20-21’de Bu bakımdan eğitsel alanlarda öncelikle yönelimimizi en küçük parçalara bölerek oluşturmalı ve sonrasında ise, bütünlüklü bağını kurmalıyız. Eğitim-öğretim kurumları bir bütünse, bunun içerisinde yer alan tek tek bölümler en küçük parçaları oluştururlar. Öyleyse başlangıç noktamız bölümler olmalıdır. Mesela üniversitelerden meseleye yaklaştığımızda fizik, kimya, matematik, tarih, coğrafya vb. bölümlerin tek tek sorunlarını bütün öğrenciler olarak tespit etmek ve sonrasında buna bir çözüm yöntemi belirleyerek harekete geçmek en doğru olan yöntemdir. Sonrasında, parçadan bütüne doğru hareket ettiğimizde bu sefer, bölümden daha genel fakülteler karşımıza çıkar. Fen-Edebiyat, Hukuk, Tıp, Siyasal Bilimler Fakülteleri şeklinde bir gerçeklikle karşılaşırız. Fakültelerin de bir bütün olarak sorunları ve aynı şekilde bir çözüm ve hareket tarzı olmalıdır. Daha genele gittiğimizde üniversitenin ve bütün üniversitelerin genel problemleri şeklinde devam etmelidir aynı yaklaşım. Ve en sonu da, üniversitede eğitsel sorunları merkeze alan bütün bu politik faaliyetlerin ülkemizde ve daha sonra dünyada yaşanan toplumsal ve siyasal mücadele ile birleştirilmesidir. Liseler ise; hangi lisede temel problemler nelerdir ve bu problemlerin çözüm yöntemi ne olmalıdır üzerinden faaliyet geliştirilmeli ve tıpkı üniversitelerde olduğu gibi parçadan bütüne doğru gidilmeli, en sonu da toplumsal ve siyasal mücadeleyle diyalektik bir bağ içerisinde ele alınmalıdır. İşte bize göre,
akademik-demokratik mücadele bu şekilde ele alınmalıdır. Geçmişte akademik demokratik alana yaklaşımımız genellikle alanın, öğrencinin sorunlarından değil de tek yanlı, sadece ülke gündemine düşen sorunları akademik-demokratik alana taşıma üzerinden gelişiyordu. Yani parçadan bütüne değil bütünden parçaya gidilip belli genel gündemlerin özel alanlara dayatılması olarak somutta şekil buluyordu. Bu yüzden de bu tarzımız karşılık bulmuyordu. Hatta çoğu zaman ülkede yaşanan güncel siyasal meseleler de alana taşınmamış ve sadece “belirli günler ve haftalar” pratikleri olarak tanımladığımız takvimsel eylemlere sıkıştırılmıştır. Bu basit bir şey değil; siyasetsizliğin, politikasızlığın ve üretimsizliğin yansımasıdır. Bu devrimci bir anlayışın değil, kendiliğindenci, hedefsiz ve günü kurtarma siyasetinin tezahürüdür. Önce alanın sorunlarını esas olan bir politik hat izlenirse, alandaki sorunlar üzerinden öğrenciler harekete geçirilirse eğer; aynı şekilde ülkede yaşanan toplumsal sorunlar noktasında da bir karşılığının olacağını düşünüyoruz. Çünkü kendi taleplerini savunan, bunu bilince çıkaran insanların, kendi alanları dışında gelişecek olaylara karşısında harekete geçmesinin kaçınılmaz olduğu görüşündeyiz. Sosyalist Öğrenci Hareketi, 10, 100, 200 kişi olsun benim olsun gibi dar bir bakış açısıyla yetinenlerin aracı değildir. Emperyalist/Kapitalist sisteme karşı sosyalizme yürümek isteyenler olarak amacımız binlerce ve milyonlarca insanı harekete geçiren bir siyasal hattı yaratabilmektir. Bunun kolay olmayacağının bilincindeyiz; ancak
1-15 TEMMUZ 2017 Halkın Günlüğü
sosyalizm hedefini önüne koyanlar olarak, sosyalizme ulaşmanın da kolay olmayacağının bilincindeyiz. Biz, hedefi ve rotası olmayan, okyanusta pusulası olmadan ilerleyen ve hangi limana varacağı tamamen rastlantıya bağlı, günü birlik hesaplarla yapılan siyasete bir eleştiriyiz aynı zamanda. SÖH, bütün bu anlayışların eleştirisi olarak doğmuştur ve mücadelesini bu anlayışa uygun şekillendirecektir. Soyut bir siyasallaşma ve örgütlenme modeli yerine, somut, bir sınıfa, kimliğe, yaşam alanı ve üretime dayanan bir anlayışı savunmak Marksist ve bilimsel tutumumuzun bir gereğidir ve Sosyalist Öğrenci Hareketi’nin kendisine dayanak noktası yaptığı anlayış da bu sorumluluktan ileri gelmektedir. Henüz çok kısa bir pratiğe sahip olan öğrenci hareketimizin dayandığı temellerin doğruluğu yaşam tarafından ispatlanmıştır. SÖH, plansızlığa, programsızlığa, kendiliğindenliğe karşı devrimci çabada ısrarın adıdır. Günü kurtaran anlayışların değil günü ve geleceği planlayanların devrimci aracıdır. SÖH, kendisini dar-pratikle sınırlayan anlayışlara karşı yönelmiş bir itirazdır. SÖH olarak, ortaya koyduğumuz yeni tarzın başarılı olabilmesi için, yönelimimizi içselleştirmiş, politikalarımızı alanda en doğru tarzda uygulayabilecek kadrolara ihtiyaç duyduğunun bilincindeyiz. Bir siyasal faaliyetin kendisinin doğru olması kadar o siyaseti alana taşıyacak insanların niteliğinin de olmazsa olmaz bir zorunluluk olduğunun farkındayız. Faaliyetlerimizi sürdürecek ideolojik ve politik kadrolarımızı yaratmak için küçük, mütevazı ama
kararlı adımları atmaktayız. Her şey gibi, kadroların oluşumu da ideolojik, politik ve siyasal teorik ve pratik çalışmalarımızın içerisinde oluşacaktır. Bunun oluşması da bir günde değil, uzun ve zorlu bir yürüyüş içerisinde açığa çıkacaktır. Bütün SÖH faaliyetçilerinin, program ve tüzüğümüzü, çeşitli dosya ve yazılarla ortaya koyduğumuz ve koyacağımız yaklaşımları dikkatle incelemelerini, eksik ve hatalı yanlarını açığa çıkarma ve daha nitelikli olan şeyleri anlayışımıza katkı olarak ekleme sorumluluğu vardır. Bu anlayışı kitlelere götürme ve görüşlerimizi yaşamda sınama ve tekrar teoriye, açığa çıkan sonuçlar üzerinden katkı yapma ve bir kez daha kitlelere gitme sorumluluğu vardır. Bu bahsettiğimiz anlayış sonsuz bir çabaya işaret eder. Yaşamdan, pratikten çıkardığımız kuramlarımızı yaşamda sınayıp, tekrar teoriye ve kitleye dönme tam da Mao Zedung’un “kitlelerden kitlelere” anlayışına denk düşmektedir. Yeni yönelimimizi siyasal mücadele alanlarına uygulamak, anlayışımızı daha da geliştirmek ve öğrencilerin sosyalizm mücadelesinin ön saflarında yer almalarını sağlamanın yükü ve sorumluluğunun omuzlarımızda olduğu bilinciyle bütün yoldaşlarımızın kendi bulundukları alanlarda sosyalizm mücadelesini ve Sosyalist Öğrenci Hareketi’nin bayrağını daha yükseklere çekmeye çağırıyoruz.
Sosyalist Öğrenci Hareketi
≫ muzaffer oruçoğlu
ANTAGONİZMA İBO’DA ERMENİ MESELESİ!
A
ltmışlı yıllarda Ermeni sorunu tartışılan bir sorun değildi. Tartışılan tek sorun bizdik. 1966-67'de, Ermeni sorununa ilişkin, aklımızın samanlığında sessizce uyuyan görüşlerimiz, TKP'nin ve TİP'in görüşlerini aşmıyordu. Bunlara göre, Birinci Dünya Savaşı döneminde savaşan taraflar çıkarları gereği İttihatçılar ile Taşnakçıları kullanmış, barış içinde yaşayan iki halkı birbirine kırdırmışlardı. 1918'den sonra ise Ermeniler İtilaf Emperyalistleri ile birlikte hareket ederek, Kurtuluş Savaşı’nı arkadan hançerlemişlerdi. Sorun, tarihe mal olmuş bir sorundu ve kurcalamanın da bir gereği yoktu. TİP başkanı Aybar, Vietnam'da işlenen savaş suçlarının dünya vicdanında yargılanması amacıyla 1966'da kurulan Russel Mahkemesi'ne üye oldu. Bu, TİP'in prestijini Türkiye aydınları nezdinde biraz yükseltti. Çünkü bu mahkemede, Russell, Sartre, Simone de Beauvoir, James Baldwin, Isaac Deutscher, Peter Weiss gibi isimler vardı. 1967'de Aybar, mahkeme çalışmalarını TİP toplantılarında bizlere
anlattı ve bir bölümünü de Ant dergisinde yayınladı. Bu yazıları ilgiyle okuduk. Gelgelelim ki biz, Aybar'ın 1967'de, Sartre'nin mahkeme için hazırladığı 1967 tarihli raporuna itiraz ettiğini bilmiyorduk. Sartre, raporunda Ermeni Jenosidinden de söz etmiş, bunun üzerine Aybar, böyle bir jenosidin olmadığını beyan ederek, ibarenin çıkarılmaması durumunda imzalamayacağı ültimatomunda bulunmuş, sonuçta ibare rapordan çıkarılmıştı. 1967'de siyasal faaliyetlerimizden dolayı okuldan atılınca, ben amcamın oğlu Kemal'in Kumkapı'da kaldığı tahta eve sığındım ve eski bir Ermeni ve Rum kasabası olan Kumkapı'yı kısa zamanda sevdim. Akşam güneşi sefasında yürümeyi daha çok sevdim. Bir yanımda, denizden yayılan ses zenginliğinin mayaladığı sahil curcunası; tekneler içinde ağları tamir eden merametçi dudular, balıkçılar, balıkçı reisleri, goygoycular ve branda bezinin üzerinde yığılı balıkları bağırarak satan satıcılar. Diğer yanda, meyhaneler, sabahçı kahvehaneleri, taş plak şarkıları, rebetikalar, aşk, hüzün, hasret... Kemal abi beni Kör Agop'un meyhanesine
götürdü. Eskiden Sait Faik'in, gittiğimizde ise Salah Birsel, Melih Cevdet Anday, Nuri İyem gibi aydınların zaman zaman uğradığı bir meyhane olduğunu öğrendim. Torik balığından yapılmış zeytinyağlı lakerdayı, Ermeni pilakisini ve çirozu ilk kez burada tatmış oldum. Kemal abi on yıldır hukukta okuyan ve bir türlü bitiremeyen, bitirmek de istemeyen, Bektaşi ruhlu birisiydi; rakısını yudumlarken, "Orta Asya'dan gelip adamların ülkesini işgal ettik," diye mırıldandı. "Bin yıl yamak olarak kullandıktan sonra kırdık, süpürdük, sınırların ötesine attık, ellerinde kala kala körün topalın işlettiği bir iki meyhane kaldı." Bu söz derinlerimde yankılandı. Kızıl Ordu Kafkasya'ya girmek üzereyken, Soğukbulak köyünü (Ermenistan) terk edip Kars'a sığınan babamın anlattıkları çınladı kulaklarımda. Sorular sordum, "Bu konuda basılmış bir kitap var mı?" dedim. Güldü. Sohbet eden, demlenen insanları işaret etti bakışlarıyla. "İki ayaklı, yaşlı Ermeni kitaplarının dışında kitap arama, bulamazsın," dedi. İbo'nun 1969'da kafayı taktığı sorunlardan bir tanesi de Türk burjuvazisinin geçmi-
şiydi. Solun bazı teorisyenleri, Osmanlı’da Türk burjuvazisinin olmadığını, liman burjuvazisi, (kompradorlar, levantenler) arasında Türk burjuvazisinin varlığından söz edilemeyeceğini, bunların tümünün Ermeni, Rum, Yahudi ve batılı olduklarını ileri sürüyorlardı. Bu teori, Kurtuluş Savaşı’na Türk burjuvazisinin önderlik ettiği görüşünü boşa çıkarmada da işe yarıyordu. İbo'nun tarih kitaplarını karıştırmasının bir nedeni de buydu; kırk haramiyi kökleriyle birlikte açığa çıkarmak. Ben, "Kökünü s…, değmez," diyordum. Gülüyor, "Onu kökleriyle birlikte açığa çıkarıp tanımadan, atar-ı atika müzesine kaldıramayız," diyordu. Sohbetlerde arada bir İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osman Turan, Mustafa Akdağ gibi tarihçilerin adları yokluyordu kulaklarımı. Aklı, Galataya, İzmir Limanı ile hinterlantı arasındaki ticarete, Berlin'den Bağdat'a ve Mançester'den Trabzon'a uzayan ticaret yolları üzerindeki haramilere takılıp kalmıştı. Türk'e limanlarda rastlayamamış gibi bir hali vardı. Sıkıntılıydı. İzmir limanında değil ama hinterlantında, kuruyemiş ticaretinin büyük toprak sahibi Türk
tarih
1-15 TEMMUZ 2017 Halkın Günlüğü
kurumlarına meseleyi taşımış ve kamuoyu yaratmıştır.
Kendini tamamen gericilik ve zor zemininde inşa eden faşist “TC” kendi gerici iktidarını tesis etmek için önündeki bütün engel ve barikatları katliam, soykırım, baskı ve zulüm başta olmak üzere her türlü kirli burjuva politikaları devreye koyarak bastırmaya ve ezmeye çalışmaktadır. Bu bağlamda bu gerici faşist niteliğine bağlı olarak “TC” tarihi aynı zamanda katliamlar, soykırımlar ve zulüm tarihidir. “TC” devleti stratejik tehlike olarak gördüğü başta devrimci ve komünistler olmak üzere bir bütün ilerici ve devrimci toplumsal muhalefeti susturmak ve ezmek için envai çeşit burjuva gerici ve kirli politikaları devreye koymaktadır. Bu kirli ve vahşi politikalardan biride gözaltında kaybetme politikasıdır. Arjantin başta olmak üzere toplumsal mücadelenin ivme kazandığı dünyanın birçok yerinde burjuvazinin devreye koyduğu bu kirli politika Türkiye-Kuzey Kürdistan’da öncesi olmakla birlikte esas olarak ‘90’lardan sonra sistematik bir saldırı politikası olarak uygulanmıştır. 90’larla birlikte gelişen sosyal ve ulusal kurtuluş mücadelesine karşı “TC” devletinin kullandığı en etkili kirli silahlardan biri olmuştur gözaltında kaybetme siyaseti. Kuzey Kürdistan başta olmak üzere bu süreçte ülkenin birçok yerinde bu hayata geçirilen bu kirli politika sonucu yüzlerce devrimci, komünist, ilerici ve yurtsever gözaltında işkenceler sonucu katledilmişlerdir. Gözaltında vahşice katledilenlerin
23
Gözaltında kaybetme saldırısının ilklerinden biri:
Hasan Gülünay akıbeti ise hala bilinmemektedir. Yoğun kamuoyu baskısı sonucu kimilerinin cenaze yerleri öğrenilmekle birlikte önemli bir bölümünün ise nerede, nasıl katledildiği ve gömüldüğü bilinmemektedir. Gözaltında kaybedilme saldırısının ülkemizde ilklerinden biri de Hasan Gülünay’dır. 20 Temmuz 1992 yılında evinden işe gitmek için çıkan Hasan Gülünay’dan bir daha haber alınama-
mıştır. Ailesinin, insan hakları savunucularının ve devrimci, demokratik kamuoyunun bütün girişim ve çabalarına rağmen Hasan Gülünay’ın gözaltına alındığı devlet yetkileri tarafından kabul edilmemiştir. O günden bugüne kadar da kendisinden bir daha haber alınamamıştır. Gülünay’ın ailesi olayın peşini bırakmayarak ulusal ve uluslararası bütün mahkeme ve insan hakları
Gülünaylarla sistematik hale gelen gözaltına kaybetme saldırıları sonucu yüzlerce insan vahşice katledilmiştir. Çocuklarının akıbetini arayan ve tarihe Cumartesi Anneleri olarak geçen Cumartesi Anneleri’nin mücadelesi de tüm baskılara rağmen kesintisiz olarak devam etmektedir. Yeni gözaltında kaybetme ve katletme saldırılarını engellemek için başta Cumartesi Anneleri’nin görkemli direnişi olmak üzere toplumsal mücadelenin tüm alanlarında örgütlü mücadeleyi yükseltmek bizlerin önündeki temel devrimci görevlerden biridir.Bununla birlikte 27 Haziran 2011 tarihinde Dersim/Ovacık’ta ölümsüzleşen Ozan Derman, İsmail Perktaş ve Abidin Demir olmak üzere temmuz ayı içerisinde Proleter Öncü saflarında yaşamını halkların özgürlük ve kurtuluş mücadelesine armağan ederek ölümsüzlüğe uğurladığımız Proleter Öncü’nün önder kadroları ve savaşçıları olan Emre Bilgin, M. Ali Çakıroğlu, Tuncay Bali, Erol Doğan, Efendi Diril, Paşa Soylu, Cevher Yaşar, Naci Karabulut, Mustafa Kalkan, Adil Doğan, Sevim Aytekin, Sinan Demirbaş, Gültekin Candan, Elmas Demir, Aygün Uğur, Ali Ayata, Hayati Can, Haydar Fındık, Hüseyin Ekici, A. Haydar Değirmenci, Gülhan Demir, Ayhan Güngör ve Deniz Türk’ün devrimci hatırları önünde saygıyla eğilerek kavga bayraklarını sonsuza dek yaşatacağımıza söz veriyoruz.
≫ cafer çakmak
TUTSAK PARTİZAN YAZILI BASININ ÖNEMİ ÜZERİNE!
B
aş döndürücü siyasal gelişmelerin vuku bulduğu zaman aralığındayız haylice. Birileri Fransa Kralı 16. Louis pozuna bürünüp, “Bugün kayda değer bir şey yok” cümlelerini defterlerine düşe dursun(lar); dip dalgalarının dışa vurulmasıyla Louis’in akıbetinden kurtulamayacak(lar). Gazetemiz dip dalgalara kışkırtıcı kelimelerin düştüğü zaman diliminde yayınına ara vermek zorunda kaldı. Tam da gazetenin sesine her zamankinden fazla ihtiyaç duyduğumuz dönemde, gazetemizin eksikliğini tereddütsüz sahipleniyoruz. Tekelci komprador burjuvazinin ana akım medyasına alternatiftir devrimci basın. Gazetemiz devrimci basının mihenk taşlarındandır. Cuntanın kuşatmasından bugünlere ateş çemberinden geçerek zulmün gadrinde aman dilemeden nice bedeller ödeyerek tarihteki yerimizi sağlamlaştıracak, hatırı sayılır basın deneyimi edindik. Devrimci basının altın kuralıdır; ablukayı yarmak ve gelişmenin yolu, devrimci basın emekçileriyle yazarların okuyucu kitlesinin bütünleşmesidir. İlke babında savunduğumuzu pratiğe taşıyabilirsek, zorlukları kolaylığa dönüştürebilir, talihsizlikleri sorunsuz aşabilir ve bütünleşmenin yarattığı sinerjiyle sıçramalar yapabileceğimiz düşüncesindeyiz. Bu bilinçle gazetemizin eksikliğini sahipleniyor, eksikliğin aşılması ve daha yetkin bir gazetenin okuyucu ile buluşması sorumluluğunu da üstleniyoruz. Sorumluluğumuzu evvelinde de icra edip; uzgörümüzle Saray erkânının, neo-Osmanlıcı müktesebatıyla bölge devlet hülyası ve Kürtler âbâd olmasın hamaset örülü milliyetçiliği ile avantür hevesli ve fırsatlar peşinde koşmak emeliyle savaş tamtamlarını çaldığı sürece evirildiğini vurgulayıp bunun içe yansıması, dikensiz gül bahçesi siyasal
arzusuyla “demokrasinin” ümüğünü sıkıp muhalefeti sindirip korkutmak yordamıyla bir dönem ebelik ettiği ceberut huylarını devreye sokacağını belirterek, vakit yitirmeden gazetenin okurlara açılmasını; okurları seferber ederek, her okurun bir muhabire, gazete emekçisine dönüştürülmesini; alternatif projeler üretirken sürece uygun konumlanışın aciliyetine dikkat çekmiştik. Yeterince anlatamama, okurlarla buluşma, bütünleşme seferberliğine kanal açmada eksik kaldık. Muhakkak gazetedeki yoldaşlarımız; olanak sınırlılıklarını ve sürecin ağırlığını gözeterek değerlendirme yapıp açıklamada bulunacaklardır. Benzer eksikliğin yaşanmaması, süreçler arası hızlı geçişkenliklere uygun konumlanış, gazetenin okurlarıyla bütünleşmesi; gazetenin niteliğini yukarı çekip yeni bir form kazandırmak yönelimi ile naçizane önerilerimizi sıralamayı sorumluluk buluyoruz: Egemen sınıflar düşüncelerin hâkimiyetinde esas alıp bilinçleri pençelerine geçirmek koşuluyla toplumsal rıza yaratmaya çalışır. İktidarın bekası ve politikaların ciddi zorluklarla -en önemlisi toplumsal muhalefetlekarşılaşmadan hayat bulması için toplumsal rıza başattı. Onca haber kanalı, iktidarın onlarca amiral gemisi niteliğinde gazete ve bu gazetelerin sosyal medya versiyonu, aralıksız iktidarın politik propagandasını pompalayan tartışma programları boşuna olmasa gerek. Hemen hemen bütün haber siteleri burjuva medyanın tekelinde. Bilgi ve iletişim çağı denilen bu devirde; bilgi ve haber kaynaklarını burjuva medyanın istilasına uğradığı gerçekliğini atlamadan, sarih bilgi ve habere ulaşmada ciddi engelleri olduğunu gözden kaçırmayalım bu realitede haber sitelerinden haberleri indirip yorumlayarak sunmak ve haftalık veya iki haftalık periyotlarla yazılı basın yayınlamamak; doğru ve açık bilgi akışını sağlamada ve
de kitlelerle buluşturmada etkisiz kalacaktır. Haber kaynaklarına direkt inmenin, burjuva medyanın politik sansür filtresine takılan haberleri kitleye taşımanın, ezilenlerin asli gündemlerini gündeme getirip dışa vuracağımız diyalektik yaratıcı, yöntemler araçlar ve tarzlar yaratmamız zorunlu görünüyor. Bir-iki haftalık periyotla yazılı yayınla bunu başarma olanağımız görünmüyor. Gündemin çok hızlı değiştiği, günlük haberin bile hızla etkisini yitirdiği akışta, bir-iki hafta gündemi arkadan takip etmenin ne cazibesi bulunuyor ne de siyasal karşılığı. Sosyal medya ile haşır neşir büyüyen jenerasyon yazılı basıma ilgi duymuyor. Bu bağlamda, birini bir diğerinin karşıtına koymadan sosyal medya ve yazılı basının birbirini tamamlayan ihtiyaçlarını doğru değerlendirerek, ağırlığı ve yoğunluğu sosyal medyaya vermeliyiz. Buna icra ederken deneyimli ve yetkin dar kadro yönetiminde sosyal medyayı erkin ve yoğun kullanırken, okuyucuyu veya takipçiyi gazetenin birer muhabiri, metin yazarı niteliğinde görüp haberin kaynağına sokağa taşıyabiliriz. Gazetenin takip edildiği her yerde muhabir, kameraman (artık her telefon birer kamera), metin yazarı bulmuş oluruz. Böylelikle sosyal medyanın takibiyle yetinen, edilgen algısı kırılarak bizzat haberin içine, gündemin örgütleyici akışına çekilmiş olunur. Maoist mahpuslar sunduğumuz önerme çerçevesinde enformasyon birimi başlığında, bulundukları ve iletişime geçtikleri tüm alanları haberin ve bilginin kaynağı yaklaşımıyla perspektif edindiler. Yakın bir sürede haberleri, röportajları gazetemize göndererek katkıda bulunacağız. Gazetemiz halk hareketinin sesi olma aracıdır aynı zamanda. Okurları ve takipçileri gazeteyle bütünleşip aktif katılımlarını sağlamak ve halk hareketinde düşünsel ve pratik bir sinerji yaratmak perspektifi ile be-
lirlenmiş zaman dilimleriyle (ortalama olarak ayda bir) toplantılar, forumlar, buluşmalar düzenlenebilir. Referandum sürecinde “Hayır” kampanyasında ortaya çıkan yaratıcı tarz, kitleleri düşünsel dönüşüme yönelten düşünsel ve pratik enerjilerini açığa çıkartan yöntemler kullanılabilinir. Gazetemizi “Hayır” kampanyasını örgütleyen bütün kesimlere taşıyabilmeli, ilişkilenmeliyiz. Halk hareketi yaratma perspektifiyle, kaba, basmakalıp siyasal propagandadan sıyrılıp, siyasal propagandayı, politikayı olgulara, olaylara taşıyarak kitlelere taşımanın ve kitlenin sesi olmanın yaratıcı yöntemlerini açığa çıkartmalı, kitle pratiğinin deneyimlerinden, düşünsel yeniliklerinden yararlanmaktan tereddüt etmemeliyiz. Yazılı basın, önemli siyasal ve sosyal gelişmelerin yorumları haricinde gündemin gündelik tüketildiği momentte günlük kronolojiyle sunulan haberlerin okuyucuda cazip bir yanı bulunmadığından; ana akım ve sosyal medyaya düşmeyen önemli haberleri, ezilenlerin sosyal yaşamlarına dönük araştırmaları etnik, inanç, cins sorunları üzerinde şekillenen demokratik kitle örgütleriyle yapılan röportajları, araştırmaları, işçi sınıfının güncel durumu ve talepleri sayfalarda yer bulabilir. Ayriyeten devrimci basın oldukça somurtuk; Gezi’nin yaratıcı hicvinin aklı kaşıyan mizahının da sayfaları sahiplenmesinden çekinmemeliyiz. Hapishanelerde tutulan devrimci tutsakların yazılı basına ihtiyaçları bulunuyor. Devrimci mahpuslar demokrasi-devrim mücadelesinin önemli bir öznesi. On binin üzerinde devrimci mahpus bulunuyor. Mücadelenin ivmesi de arttıkça hapishane kitlesi de artacaktır. Her hapishaneye birkaç gazetenin gitmesi, ulaşmasını sağlamak yüzlerce mahpusa düşüncelerin, haberlerin ulaşması demektir.
Halkın Günlüğü HESAPNUMARALARIMelihDemirkanlıadınaTEBTR960003200000000053138964 KARDELENYAYINLARI SahibiveYazıİşleriMüdürü: MELİHDEMİRKANLI YayınTürü: 15GünlükSiyasiGazete-YaygınSüreli
YÖNETİMYERİ: KatipMustafaÇelebiMah.TelSokakNO:18/3 Beyoğlu/İSTANBUL TEL:02122438815
Baskı: SM.MatbaacılıkAdres:ÇobançeşmeMah. SanayiCad.AltaySokakNO:10A-BlokYenibosna Bahçelievler-İSTTel(0212)65494 18
ROJANEYA GEL DI SALA WAN A 12'AN DE JÎ EM DÊ RÊYA 17'ÊN NEMIR BIŞOPÎNIN
Bandora wan a erênî ku li ser şoreşgerên li welêt û heta di asteke navneteweyî de jî, bandora wan a erênî ku li ser tevgera maoîst û komonîstan ne tesadûfek e, biryardayina wan a di têkoşînê de û hêjahiya wan, zanista di derbarê teorîk û pratîkên maoîst komonîstan de ye. Rêya wan a teorîk û pratîk, rêya mîlîtanên têkoşer ku bi şoreşê ve girêdayî ye. Tişta bi fêrbûnê re em lê xwedî derkevin ew e ku, biryardayina wan a têkoşer, dilsozîya wan a bi gel û bi rêkoşînê re û helbet rolê pêşxistina partiyê û helwesta wan a zanistî ye
Em li ber bîranînên 17'ên ku jiyana xwe ya têkoşer diyarî gel û şoreşê kirin ditewin û bi zanîna wan a têkoşînê û di rêya wan a komonîst de em dê xebatên xwe yên sîyasî bidomînin. Di dîroka tekoşîna me de cihê 17an pir girîng e û alîkariya wan pir mezin e. Rêya wan a bîrdozî û siyasî, giyanê wan ê cangorî, girêdana wan a bi partiyê ve û ji şoreşê re û ji gel re divê mirov fêr bibe û xeletiyên wan jî divê wekî spartekekê be. Kongreya partıyê ya yekemîn, di komkujîya 17an ên bêmirin de, ji aliyê qedroyên mezin ve pêk tê û di dawiyê de xebatên wan ên siyasî-teorîk û birêxistî gihanê encamekê. Bi vî awayî bi gotina '17an' em qala serokên vê kongreyê dikin. Kongreya yekemîn û navê 17an êdî bi hev ve ye. 17an, di dema partî ne bi rêkûpêk de
pir dixebitin û kongreya yekemîn pêk tînin û di navendîbûna wê de jî rolekî gelekî giring li ser milê wan e. Giringiyeke vî rolî ew e ku partî êdî dikare dahatuya xwe diyar bike. Serokatî û belavbûna partiyê bi şertên komonîst, bi sekn û zanîna xwe li ser piyan hiştin. Pirsgirêkên partiyê, yên siyasîbîrdozî-rêxistî bi sekneke zanistî muhasebe dikin û rêyeke xurttir, rêya komonîstên maoîst nîşan dikin. Ev rastiyeke nayê redkirin e. Pêşveçûna hareketê heta bi kongreya sêyemîn jî di rastiyê de bi saya 17an mumkun bû. 17an ji aliyê parastina qedro û serokatiya partiyê ve ketine xeletiyeke pir mezin de. Ev xeletî pêşveçûna partiyê berovajî dikin û di kongreya sêyemîn de kêmasiyên qedro-serokatî û hw nîşan dike. Bi qasî bingeha siyasî-bîrdozî û teorîk
jî, rûmeta şoreşê ya ku şehîdên me afirandine jî, di hatina partiyê de bi heta îro jî cihekî taybet digire. Her şehîdekî me bi bîranînên xwe û bi pratîka xwe ya têkoşînê re rûmeteke pir bi wate ye. Bi zanîna xwe ya birêxistin, di diyarkirina rêya partiyê û di pêşveçûna partiyê de rolekî wan ê taybet hebû û qetlkirina van qedroyan, ji hêla partiyê ve, pir xerab bû. Neparastina van qedroyan wekî xeletiyeke pir mezin hate qebûlkirin û lî gor wê rewşê êdî tevgeriyan û hê jî tiştekî darî çav e. Ev tecrubeya 17an ku encama wê pir xerab bû, partî perwerde kiriye û bi nîqaşên astengkirî, îhmalkirina parastina qedroyan bi pêş ve biriye. Divê mirov ne tenê ji tecrûbeyên xerab fêrî 17an bibe. Bi sekneke zanistî naskirina 17an şert e. Bandora wan a erênî ku li ser şoreşgerên li welêt û heta di asteke navneteweyî de jî, bandora wan a erênî ku li ser tevgera maoîst û komonîstan ne tesadûfek e, biryardayina wan a di têkoşînê de û hêjahiya wan, zanista di derbarê teorîk û pratîkên maoîst komonîstan de ye. Rêya wan a teorîk û pratîk, rêya mîlîtanên têkoşer ku bi şoreşê ve girêdayî ye. Tişta bi fêrbûnê re em lê xwedî derkevin ew e ku, biryardayina wan a têkoşer, dilsozîya wan a bi gel û bi rêkoşînê re û helbet rolê pêşxistina partiyê û helwesta wan a zanistî ye. Bi vî awa ew, ne bi şoreşa gotin û sloganên vala, bi şoreşa bi teorî û pratîkên hevgirtî re, bi xwedîderketin û birêvebirina komonîzmê re watedar in. Îro ew xwedîderketin bi şerê sosyalîstên gel re bi pêş ve diçe û bi pratîkan xwe li hev digire. Careke dî jî em bi rêz li ber bîranînên 17an ên sor xwe ditewînin, têkoşîna ku ji me re hiştin bi pêşveçûnê em didomînin.