Bugünkü Savaşımız Zaferi Kaçınılmaz Olan Haklı Bir Savaştır!
sayfa 12-13
4 komünizm savaşçısı ölümsüzleşti 16 Kasım’da Dersim’in Ovacık ilçesine bağlı Karagöl bölgesinde “TC” ordusu ile girdikleri çatışmada ölümsüzleşen MKP/HKO gerillaları Eren Tali (Cenk), Eylem Zeytin (Lorin), Fırat Taşkın (Savaş) ve Cemile Kocakaya (Deniz) kavga sloganlarıyla sonsuzluğa uğurlandılar. Ölümsüzleşen 4 komünizm savaşçısı için Sayfa 2-3 Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde anma etkinlikleri düzenlendi
Sınıfsız Toplum İçin
1-15 ARALIK 2017
Yıl:1 Sayı: 9 Fiyatı: 2 TL
www.halkingunlugu1.org
e-posta: halkingunlugu@hotmail.com
Soçi görüşmeleri ve Ortadoğu denklemi ANALİZ
18-19
Malumun İlamı: Zarrab-AKP Ortaklığı!
Rusya’nın, Viyana ve Cenevre görüşmelerinde ortaya koyduğu öneriler ekseninde Soçi görüşmeleri sonuçlanmıştır. ABD-Batı emperyalistleri ve “TC”, o dönem, “Esad’ın gitmesi” şartıyla bölge politikasını belirlerken, Rusya, “Suriye ve Esad’ın geleceğine Suriye halkı karar verir” anlayışı üzerinden tavır almış ve Soçi, somut planıyla bu iradeyi teyit etmiştir. AKP-MHP İttifakının Geleceği Ve Olasılıklar!
Erdoğan/AKP iktidarı kokuşmuş ve çürümüş yapısıyla pislik saçmaya devam ediyor. Devasa rüşvetler, gayri meşru-yasa dışı ticaret, aynı zeminde para ve altın kaçakçılığından kişisel rant devşirme, devlet bürokrasisinin haksız kazanç veya rüşvet için manivela edilmesi, bakanlık ve iktidar olanaklarının kişisel menfaat için basamak yapılması gibi suçlarla, kapağı açılan bu kokuşmuş bataklık sadece taşan kısmıyla deşifre edilmiş oldu. Bu kokuşmuş ve çürümüşlüğün burjuva gerici sistemin niteliği ve kopmaz bir parçası olduğu bizler açısından aşikâr bir durumdur. Rüşvet, dolandırıcılık, hırsızlık gerici sınıf burjuva düzen ve sis-
06
Feodal Toplum’da Kadın Üretim İlişkileri, Üretim Araçları ve Sınıflar-2
08
temlerinin ayyuka çıkmış bir gerçeğidir. Erdoğan/AKP iktidarının genel siyasal niteliğinin bir sonucu olan Zarrab ile kirli ilişkiler sürecinin ortaya çıkardığı şey kendi gerici iktidarlarının karakteri ve niteliğidir. Malta, Man Adası, Zarrab davası… Erdoğan/AKP iktidarının emek düşmanı sömürücü yüzünü bir kez daha ortaya sermiştir. Çalınan emeğimizdir, alınterimizdir, geleceğimizdir. Hırsızlık, yolsuzluk ve rüşvet üzerinden kendini var eden bu kokuşmuş ve çürümüş sisteme karşı tek alternatif; örgütlenmek ve birleşik bir mücadele hattı yaratarak devrim, sosyalizm ve komünizm mücadelesine daha sıkı sarılmaktır.
Hariri’nin İstifa Açıklaması Ve Ortadoğu’da Derinleşen Gerici Çatışmalar
16
02 güncel analiz
‘’TC’’ devletinin Dersim’de gerillaya özelde de Maoist Komünist Partisi / Halk Kurtuluş Ordusu gerillalarına yönelik stratejik imha saldırıları devam ediyor. Bu
1-15 Aralık 2017
Halkın Günlüğü
4 Komünizm savaşçısı ölümsüzleşti
stratejik saldırı kapsamında 16 Kasım 2017 tarihinde Dersim’in Ovacık İlçesine bağlı Karagöl bölgesinde MKP/HKO gerillalarına yönelik gerçekleştirilen imha saldırısında 4 gerilla ölümsüzleşti. İmha saldırısına direnişle karşılık veren ve saatlerce süren çatışmada Eren Tali (Cenk), Eylem Zeytin (Lorin), Fırat Taşkın (Savaş) ve Cemile Kocakaya (Deniz) isimli HKO savaşçıları ölümsüzleşti. Ölümsüzleşen HKO savaşçıları kavga sloganları ve marşlarıyla sonsuzluğa uğurlandılar.
T
C’’ devletinin Kuzey Kürdistan’da gerilla’ya yönelik imha amaçlı saldırıları devam ediyor. Tüm teknik üstünlüğü ve kirli politikaları en etkin biçimde kullanarak başarı elde etmeye çalışan ‘’TC’’ devleti Kuzey Kürdistan’ın her karış toprağını işgal etmiş durumdadır. Bu stratejik saldırı konseptinin en vahşi devreye koyulduğu yerlerin başında Dersim gelmektedir. Dersim’de devletin genel olarak gerilla güçlerine, özel olarak ise Maoist Komünist Partisi / Halk Kurtuluş Ordusu gerillalarına yönelik geliştirdiği imha saldırısı sürmektedir. Yaz boyunca MKP/HKO gerillalarına yönelik gerçekleştirilen stratejik imha saldırılarında 7 Maoist gerilla ölümsüzleşmişti. Son olarak ise 16 Kasım 2017 tarihinde
Dersim’in Ovacık İlçesine bağlı Karagöl bölgesinde HKO gerillalarına karşı havadan ve karadan gerçekleştirilen imha saldırısında 4 MKP/HKO gerillası ölümsüzleşti. İmha saldırısına tereddütsüz olarak direnişle karşılık veren ve saatlerce süren çatışmada Eylem Zeytin (Lorin), Cemile Kocakaya (Deniz), Eren Tali (Cenk) ve Fırat Taşkın (Savaş) adlı MKP/HKO gerillaları ölümsüzleşti.
Ölümsüzleşen HKO gerillaları sonsuzluğa uğurlandı Ölümsüzleşen MKP/HKO gerillaları Malatya Adli Tıp’tan aileleri tarafından teşhis edilerek alındıktan sonra Dersim ve Antalya’da toprağa verildi. Ölümsüzleşen gerillalardan Eren Tali (Cenk) 19 Kasım’da DersimNazimiye’de Eylem Zeytin (Lorin) ve Fırat
Taşkın (Savaş) 21 Kasım’da Dersim merkezde ve cenazesi ancak 27 Kasım tarihinde ailesi tarafından teşhis edilen Cemile Kocakaya (Deniz) ise 28 Kasım’da Antalya’nın Elmalı İlçesinde sonsuzluğa uğurlandılar. HKO gerillalarından Eren Tali, Eylem Zeytin ve Fırat Taşkın Nazimiye ve Dersim merkezde yapılan törenin ardından kavga sloganları ve okunan marşlar eşliğinde toprağa verildiler. Nazimiye ve Dersim merkez Cemevinde düzenlenen törenlerin ardından Eren Tali Nazimiye’ye bağlı Ballıca köyünde, Eylem Zeytin ve Fırat Taşkın ise Dersim merkezde bulunan 17’lerin yanına defnedildiler. Bir dakikalık saygı duruşunun yapıldığı törenlerde komünizm savaşçılarının mücadele yaşamlarına ilişkin konuşmalar gerçekleştirildi. 3 HKO gerillasının kızıl bayrağa
1-15 Aralık 2017
güncel analiz 03
Halkın Günlüğü
sarılı naaşları kavga sloganları ve marşlarla toprağa verildi. Cenazesi ancak 27 Kasım tarihinde teşhis edilen Deniz kod isimli Cemile Kocakaya’nın naşı ise ailesi tarafından alınarak 28 Kasım’da Antalya’nın Elmalı İlçesinde toprağa verildi.
devrime kenetlenmiş Sosyalist Halk Savaşının kararlı mücadelesinde yaşatacağız. Miraslarını büyüterek yaşatacak, silahlarını düştükleri siperlerde taşıyacağız! Siyasi iktidar perspektifiyle yürüttüğümüz tarihi mücadelede yüzlerce savaşçı, kadro ve önder yoldaşımızı 4 komünizm savaşçısı kefensiz gömerek ilerledik, böyle büyüttük halklarımızın kurtuluş umudunu. Avusturya ve Fransa’da anıldı! Sosyalist Halk Savaşı kulvarında ilerleyen 16 Kasım 2017 tarihinde yürüyüşümüzde ağır bedel ve yenilgiler ölümsüzleşen 4 Sosyalist Halk Savaşçısı alarak yüzlerce yoldaşımızı ölümsüzlüğe için Avusturya’nın Neunkirchen, uğurladık. 2017 yılında ağır kayıplarımıza İnnsburck ve Viyana şehirleri ile Fransa’nın yeni ağır kayıplar eklendi düşmanın kesin başkenti Paris’te anma etkinlikleri imhaya dönük stratejik askeri düzenlendi. Kitlesel katılımın olduğu anma saldırılarında. Şahin, Mercan ve etkinliklerinde siper yoldaşlığı vurgusu Doktor yoldaşların derin yarası kabuk öne plandaydı. Anma etkinliklerinde tutmadan, Fırat ve Şiar yoldaşlar düştü MKP/SB’nin yayınlamış olduğu açıklama toprağa ve gecikmeden İsyan ile okundu. Yapılan anmalara başta Partizan Mesut yoldaşlar katıldı ölümsüzler ve MLKP olmak üzere birçok devrimci ve kervanına! Günler sonra, şimdi, Lorin, demokratik kurumda katılarak Cenk, Savaş ve Deniz yoldaşlar karanlığın ölümsüzleşen komünizm savaşçılarını rahmine saplanarak parıldadı Munzurların sahiplendi. yalçın kayalarından. Dört kızıl ışık hızması daha uzandı dağ doruklarına! MKP: Dört kızıl ışık daha Sosyalist Halk Savaşımızda ödediğimiz uzandı dağ doruklarına! bedeller ağırlaşarak büyürken, Komünist direniş geleneği ve savaş kararlılığı da Ölümsüzleşen 4 komünizm savaşçısı rotasında ilerleyerek muştuyla büyüyor için MKP/SB bir açıklama yayınladı. devrime. Düşen her yoldaşımız zaferin ‘’Çeşitli millet ve milliyetlerden emekçi kanıtı, devrim toprağına atılmış zafer halklarımız! Sosyalist Halk Savaşı’nda tohumudur. Bu gün değilse, yarın mutlaka ışıyan dört komünizm neferi daha faşist yıkılacak bu köhne düzen, mutlak iktidar tarafından katledildi’’ başlığı ile yıkacağız bilumum gericiliği’’ diye devam yapılan açıklama şöyle; ‘’Dersim/Ovacık’ın Karagöl vadisinde eden açıklama şu vurgularla sona erdi. ‘’Açık faşizm altında estirilen koyu faşist Türk ordusu güçleriyle partimize baskı ve katliamlar karanlığında, stratejik bağlı Halk Kurtuluş Ordusu güçleri imha saldırılarının hedefi olan arasında 16 Kasım 2017 günü yaşanan yoldaşlarımız bir an bile Sosyalist Halk çatışmada dört Sosyalist Halk SavaşçısıSavaşının görevlerini omuzlamakta Komünizm neferi yoldaşımız tereddüt etmediler. Onlar, özellikle ölümsüzleşerek mesken eyledikleri günümüzün ağır faşist baskı ve tahakküm dağların zirvelerine çekildi! denilen şartlarında koyu karanlığa tutulmuş birer açıklama şöyle devam etti. ‘’Düşmanın askeri teknolojiyle tahkim projektör, bozkıra çakılmış birer kıvılcımdırlar. Onların devrim kararlılığı ve ettiği stratejik imha kuşatmasında, cüretkâr mücadelelerinden feyiz alarak Munzurların soğuk şafağını ısıtan sıcak savaş siperlerinde mevzi almak bizler için namlularına sarılıp can-bedeli direniş görevdir. Onlar sözün yerine silahların ruhunu yükselterek ölümsüzleşen Lorin (Eylem Zeytin), Savaş (Fırat Taşkın), Cenk konuştuğu diyarlardan birer çağrıdırlar bizlere… (Eren Tali) ve Deniz (Cemile Tarihi mücadelemizin bugünkü savaş Kocakaya) yoldaşlarımızın Kızıl anıları siperleri olan Sosyalist Halk Savaşı önünde saygıyla eğiliyor, her türden mevzilerinde ölümsüzleşen dört yılgınlık, karamsarlık ve karanlığı parçalayan baş eğmez direniş ve yoldaşımızın onurlu anıları önünde bir kez daha saygıyla eğilirken, devrimci yaşam ve mücadelelerini selamlıyoruz! Devrim Komünist mücadelelerini kılavuz alıyor, uğruna toprağa düşenlerimizin büyük sonsuz kere selamlıyoruz.’’ mücadele anılarını devrimci eylem ve
SINIF TAVRI
≫ Bedrettin Ufuktan
SMF PERSPEKTİFİNİN MAHİYETİ!
T
arihte her aracın, bir ihtiyacın dayatması sonucu tanımlandığı bilinen bir gerçekliktir; bugün de böyledir. Her üretim süreci, her savaşın kapsamı ve her politikanın özü, bunları sürdürme sürecindeki araçlar tarafından ete kemiğe bürünür. Üretim ihtiyacın, politika sürecin, savaş hedefin gerektirdiği araçları tanımlamakta ve tahkim etmekte başarılı olamadığında ilki, sosyal yıkım, ikincisi siyasal bunalım, üçüncüsü de yenilgiyi yaşamaktan kurtulamaz. Yani istek ve koşulun, düşünce ve tarzın diyalektiği neyse, amaç ve aracın, strateji ve taktiğin ilişkisi de aynı diyalektiği koşullar. Her birinin araçları, hedeflenen amaca onu ulaştırmaya uyumlu ve yetenekli olmak zorundadır. Bunlardan hiç biri öznelciliği; iradeciliği ve dogmatizmi tölare etmezler. Strateji değişikliği taktiği, öz değişikliği biçimi, düşünce değişikliği de tarzın değişmesini koşullar. Tarz politiktik faaliyete kararlaştırılan siyaseti kitlere götüren taşıyıcı aracın niteliğini, yöntemini, dilini ve davranışını belirleyen şeydir. Konumuzla ilişkili kendisini anlamamızı bekleyen en somut örnek ise (SMF) Sosyalist Meclisler Federasyonumuzdur. SMF bileşenimizin birçoğu kendi dışındaki devrimci demokratik örgütlenmelerle ilişkisini henüz tam olarak kavrayamadığı gibi, bileşen olarak programıyla ilişkisini de zihinsel düzlemine tam oturtamıyor. Bu bir açıdan anlaşılabilir bir durumdur: zira bu ülkede siyasal ve sosyal uyanışa erişen her ezilen, sömürülen ve öteki olmuş kişi ilk uyanışını yasaklı siyasal faaliyetin dünyasında gerçekleştirir. Gerçeklik bu olduğundan özgün bir şekillenişten genel ve diğer bir mücadele sahasına geçişleri sancılı olur. Fakat bu değiştirilmesi gereken bir şekilleniştir. SMF aktivistleri, kendisini önceki süreçlerin çalışma ve örgütlenme esaslarının “kültürel” şekillenmesinden, meşru mücadelenin yasalarına uygun dönüştürmesi olmadan bu faaliyeti başarıyla yürütmeleri kolay olmayacaktır. Diyorlar ki “SMF çalışmasının bugüne kadarki meşru devrimci demokratik çalışmalardan farkı nedir?” Farkı şudur: SMF bir sendika, meslek odası, kooperatif dernek veya herhangi bir öz örgütlülük değildir. Ve evet, siyasal bir parti de değildir. SMF, kapitalist sistemin sonucu olarak hayatları, yaşam tarzları, kültürel ve cinsel tercihleri üzerinden ezilen sömürülen ve acı çeken tüm sosyal ve kültürel sınıf ve toplulukların ve doğanın çıkarlarının ve haklarının korunmasını kendi yönlerinden esas alan anti-kapitalist, antiemperyalist, anti-faşist mücadelenin kapsayıcı ve meşru bir siyasal itirazdır. Hayatın her alanındaki kendine özgü örgütlemelerin bileşeniyken, bileşenlerinden biri olan Emek örgütlülüğünü kapitalist sisteme karşı mücadelede temel alır. SMF bu tercihini, emperyalizm ve proletarya devrimleri çağı boyunca işçi sınıfına dayanmayan hemen tüm sosyal kalkışmaların kalktığı yerin daha gerisine oturduğu tecrübesine dayandırır. Ama SMF’nin farkında olduğu asıl şey içinden geçtiğimiz tarihsel ve sosyal süreçte, antikapitalist enerjinin sadece proletarya tarafından üretilmediğidir. Bu gerçeklikten hareketle SMF, sosyal, ulusal, kültürel ve cinsel
sömürü ve yıkım yaşayanların kendi hakları için ayrı-ayrı kulvarlarda mücadele ederlerken yüzleştikleri şeyin aynı zamanda sorunu kendine özgü yaşasalar da diğer sosyal ve kültürel kesimlerin de yüz yüzü kaldıkları yıkıcının kapitalist sistemin kendisi olduğu gerçeğini kitlelere taşımaktır. Ezilenlerin enerjisinin birleştirilmesi zorunluluğu buradan tanımlanır. Dolayısıyla SMF’nin ortadan kaldırılması hedefiyle mücadelesinin önüne koyduğu şey kapitalist sömürü, baskı ve yıkımken, işçi sınıfı ve tüm antikapitalist mücadeleyi eriştirmek istediği hedef ise sosyalist bir düzendir. Böyle olduğu için de SMF bileşenlerinin örgütlenmesi aşağıdan yukarıya doğru örgütlenmedir. Tüm bileşenler, komisyonlardan konseylere ve oradan da meclislere doğru bir derinleşme seviyesine doğru gelişir. Meclis örgütlemesinin siyasal hedefi, ürettiklerinden ve varoluş gerçekliklerinden gelen haklarından mahrum edilmiş işçi ve emekçilerin ve kapitalist sistem “mağdurlarının” kendi geleceklerini ellerine almayı Sosyalist Meclisler Federasyonu yoluyla gerçekleştirmek; Ekonomik, demokratik ve kültürel haklar döngüsüne hapsolmuş bir mücadeleden, kapitalist sömürü ve baskıdan sosyal ve toplumsal özgürleşmeyi kaçınılmaz gören bir zihinsel dönüşüme erişmektir. SMF bileşenlerinden biri üzerinden bir örneklendirme, durumu daha kolay anlamamızı sağlayabilir. Sosyalist Emek Meclislerinde örgütlenen bir kafa veya kol emekçisini ele alabiliriz. Bu SMF aktivisti ilkin kendi hayat alanında emek perspektifinde tanımlanan emekçileri Sosyalist Emek komisyonlarında örgütlemeyi esas alır; Bu onun asli çalışmasıdır. Bu arada bulunduğu üretim alanında bir öz örgütlülük (sendika, kooperatif ve meslek odası gibi) yoksa onu getirmek için alanındaki emekçileri uyandırır, eğitir ve öz örgütlülüğü getirmeye seferber eder. Ama bir öz örgütlülük zaten var ise yapacağı şey ona üye olmaktır. Üyeliği yoluyla girdiği öz örgütlülükte emekçileri sadece ücret artışıyla sınırlayan anlayışlardan arındırmanın mücadelesini yürütür. Sendika, kooperatif, oda dernek gibi emek kurumlarını işçi ve emekçilerin sınıf bilincine erişmelerini sağlayacak eğitim okullarına dönüştürmeye çalışırken, pratik sorunların gündemlestigi her fırsatta kapitalist sisteme karşı girişilmiş tüm antikapitalist mücadele ve direnişlerde ezilenlerin mücadelelerini birleştirmeye kendini sorumlu kılarken, mücadelenin her evresinde işçi sınıfının belirleyici konumunu açığa çıkaracak çalışmalar yapar. Her SMF aktivisti ve bileşeninin bütün bir siyasal ve örgütsel çalışma boyunca bağlı kalacağı özgünlük, programının özü olarak, faaliyet sürdürdüğümüz her yerde birlikte iş yapmaktan, farklılıkları “kendinde kaybetmek” olarak anlayan şekillenişi reddetmek; farklılıklarla birlikte davranmayı ve her farklılığı ‘birlik’ halinin üretici iklimi ve tabiatın çekici rengi içeriğinde betimleyerek kapitalist sisteme karşı mücadelede pratik ihtiyaçlar üzerinden birlikte davranmayı bir kültüre çevirmektir.
04 güncel analiz
1-15 Aralık 2017
Halkın Günlüğü
AKP-MHP İttifakının Geleceği Ve Olasılıklar! AKP-MHP kandaşlık ittifakı aynı zamanda Türkiye-Kuzey Kürdistan’da siyasetin yeni bir döneme girerek bu döneme uygun biçimlenmesinin de bir işareti ya da gereğidir. Emperyalist projelere bağlı olarak biçimlendirilen siyasetin, başkanlık dönemindeki planlamasının gereği olarak ülkede siyaset esasta iki kutuplu olarak şekillenecektir. Bu muhtemel gelişme karşısında aynıların aynı yerde buluşması kaçınılmaz bir süreçtir. Bahçeli’ye aktarılan bu süreç Bahçeli’yi ikna etmiş olmalı ki, Bahçeli esasta iki kutuplu güç olarak biçimlenecek ülke siyasetinde tercihini güçlü olandan veya kan uyumu içinde olduğu Erdoğan-AKP’den yana yaptı. Perinçek’in Vatan partisi de benzer biçimde (Kürt düşmanlığı çizgisinde) Erdoğan AKP’si ile aynı kulvarda yer almayı tercih etti.
S
ıra dışı ve son derece ironik bir muhalefet iktidar ilişkisine tanık olmaktayız. Muhalefetten kasıt MHP’dir. İktidar ise Erdoğan’ın tek adam sultasıdır. Erdoğan iktidarı ile muhalefet kimliğine sahip MHP arasındaki mevcut ilişki tarihte ender görülebilecek bir durumdur. Bu ucube ilişki şöyle ifade buluyor; görünürde ve reel olarak muhalefette olan MHP tüm propaganda ve eleştirilerini diğer muhalefet (ana muhalefet) partisi olan CHP’ye yöneltip onu hedefleyerek teşhir etmekte, iktidarda olan ya da iktidar olan Erdoğan’ın tekçi tek adam iktidarını keskin biçimde savunmakta, bu savunmayı görev edinmektedir. Olağan koşullarda muhalefet pozisyonundaki tüm partiler değişik doz ve niteliklerde de olsa genellikle iktidarı-iktidar partisini eleştirirler. Muhalefet olarak birbirilerine fazla dokunmaz, bilakis iktidar eleştirisinde esasta ortaklaşırlar. Bu durum daha düne kadar da böyle seyrediyordu. Bahçeli ile Erdoğan arasında en adi küfürlere ve ağır hakaretlere varan, hatta hiçbir etiğe sığmayacak tarzda özel-aile yaşamı ile ilgili sert ve bayağı eleştiriler en sert perdeden yürütülürdü. Lakin belli bir zamandır bu durum tersine dönüştü ve yukarıda ifade ettiğimiz iktidar-muhalefet ilişkisinde ironik durum ya da ucube ilişki biçimi başat gitmektedir. Bahçeli yeminli bir Erdoğan savunuculuğuyla rekor kırıp ters köşe yapmaktadır… Bahçeli MHP’sinin düştüğü bu siyasi pespayelik sadece Erdoğan ve Erdoğan’ın tek adam iktidarını savunmakla sınırlı değil, mevcut durumda formel de olsa muhalefet partisi olarak muhalefet sıralarını birlikte paylaştığı ana muhalefet partisi olan CHP’yi özel hedef haline getiren çaba ve çalışmalarıyla da sırıtmaktadır. Elbette, bu pozisyonu itibarıyla Bahçeli MHP’sinin düştüğü tezatlıklardan ve kendisini yadsımalardan söz etmek fevkalade bir alan ki, tam trajikomik durum. Şimdi kafatasçı ve tetikçi olarak Erdoğan’ın değnekliğini yapan (iç işleri bakanı) S. Soylu’nun durumu da ha keza, Bahçeli
ve MHP’sinin başka bir müsveddesi, hatta bu durum Numan Kurtulmuş’a kadar da aynı zemindedir. Burada bir noktanın altını çizmek gerekir ki, Erdoğan; muhalefeti, muhaliflerini yutup kendine katabiliyor, bu beceriyi gösterebiliyor. Öyle ki, CHP’yi de kimi demagojik zemin ve ırkçı-milliyetçi atmosferde kendisine yedeklemeyi de başarmıştır. CHP’nin en keskin Erdoğan ve iktidarı karşıtlığı ve kan uyuşmazlığı iddiasında bir uyuşmazlık profilinde olması bakımından CHP’yi bu ayrımla mimliyoruz, yoksa CHP’nin çok tutarlı olduğu, demokratik olduğu vb. açısından değil. Biçimsel olarak muhalefet pozisyonunda olan MHP’nin gerçek manada iktidar sahibi bir parti misyonu üstlendiği veya tamamen iktidar ortağı bir parti işlevi gördüğü aşikâr. Bu noktadan sonra Bahçeli MHP’sine muhalefet partisi demek aslen mümkün görülmemektedir. Ki, mevcut durum Bahçeli’nin Erdoğan ile yaptığı pazarlıklar neticesinde MHP’yi AKP’ye entegre etmekle vazifelendiği görülmektedir. Görülmektedir ki, Bahçeli elinde tutabildiği (M. Akşener’in ‘’İyi Partisi’’ karşısında çok da tutamayacağa benziyor) MHP potansiyelini AKP’ye entegre etme sürecini derinleştirdikten sonra, siyasi olarak-üst yapı olarak da MHP’yi anlamsızlaştırıp tamamen Erdoğan/ AKP’sine dahil ederek siyasi yaşamını sonlandıracaktır. Bir şartla bu olmaz. O da, Erdoğan’nın yeniden Kürt açılımlarına dönmesi veya Kürt düşmanlığını yumuşatması biçiminde bir politik zemine kaymasıdır. Bunu yaparsa Bahçeli MHP’si sürünse de AKP’ye entegre olup katılmaz. Zira, Bahçeli’yi ve MHP’sini Erdoğan’ın çanak yalayıcılığına götüren en önemli etmenlerden biri Kürt düşmanlığıdır. Erdoğan’ın yürüttüğü tüm siyasette (içte ve dışta) tamamen Kürt düşmanlığı üzerindendir veya Kürt düşmanlığına dayanmaktadır. ABD ile çelişkilerinden, AB ile sorunlarından Suriye politikalarına kadar ve hatta Rusya’ya temkinli yaklaşmasına kadar bütün
sorun ve ilişkilerde Kürt sorunu veya Kürt düşmanlığının temel bir neden olduğu her vesileyle açıklanmaktadır. İçerde de siyasetinin esası Kürt düşmanlığı üzerinden yürümektedir. Dolayısıyla Bahçeli MHP’si ile buluşmasında Kürt düşmanlığı önemli bir çizgidir. Fakat onları birleştiren temel, harç ırkçı-şoven faşist Türk milliyetçiliği harcıdır. Ancak somut durumda bu ırkçı-faşist milliyetçilik aktüel olan Kürt düşmanlığı çizgisinde birleşmektedir. Bu anlamda temel ve aktüel olan Kürt düşmanlığı, biçimde de olsa başka bir rotaya girer ise, Bahçeli yeniden salyalar dökerek Erdoğan karşıtlığına geçer ama mevcut durum bu ihtimali göstermemektedir. Bahçeli MHP’sinin Erdoğan/AKP’sine entegre olarak mevcut durum ve gidişatı AKP’de bütünleşmeyle tamamlayacakları bir ihtimal olarak söylenebilir. Mevcut eğilim bu minvaldedir. İhtimal olan bu birleşme olmasa bile, en azından Bahçeli’nin Erdoğan başkanlığı döneminde belli bir göreve getirileceği biçiminde bir pazarlık ve anlaşmanın yapıldığı muhakkaktır. Aksi halde mevcut trajikomik durumu izah etmek pek olası değildir. Beka sorunu, milli dava gibi argümanlar tamamen manipülasyona dönük demagojik safsatalardır. Dün Erdoğan’a ağız dolusu küfredip ihanetle suçlayan da Bahçeli idi ve sorunu beka sorunu, milli dava olarak tarif ederek Erdoğan’a eleştiri ve hakaret yürütüyordu. Erdoğan Milliciliği, beka sorunun en ustaca kullananlardandır elbet. Bu demagoji ile ‘’saf’’ burjuva ahmaklar üzerinde etkili oluyor. Ama Bahçeli de Erdoğan da biri birlerini iyi tanırlar. Neyin beka ve milli sorun olduğu, neden beka ve milli duruş safsatasının gündeme getirildiğini de çok iyi bilirler. Burjuva siyaset gerici bencil çıkarlar üzerinden biçimlenip yürüyor. Dolayısıyla sorun beka sorunu vb. değil, bencil gerici çıkarlar ve bunlar üzerinde yapılan anlaşma-pazarlıklardır. Diğeri demagoji ve safsatadır. Erdoğan, iktidarla ilgili problemi oldu mu ya
1-15 Aralık 2017
Halkın Günlüğü
mili sorun ve duruşu ya beka sorununu ya Batı karşıtlığını gündeme getirerek siyaseti istediği gibi biçimlendirip yönetiyor esasta. Şimdi bir iktidar sorunuyla karşı karşıya. Başkanlık seçimleri yaklaşıyor ve bu seçimleri kazanmak öncekiler kadar kolay değil, bilakis kritik eşikte olduğunu Erdoğan da görüyor. Anketçilik siyaset ömrünün yarısını almıştır. Anketler tamam demeden Erdoğan tamam demez. Anketler sorun gösteriyorsa, Erdoğan doğrudan o soruna yönelir, onu aşmaya çalışır. Aşmadan da seçime gitmez. Seçime gittiğinde de onu aşmıştır. Yeri gelmişken, erken seçimleri de bu esas üzerinden mütalaa etmek en doğrusudur. Yani anketler okey veriyorsa erken seçimler mümkün ama anketler okey değil de SOS veriyorsa tüm hazırlıklara karşın ve mevcut tüm verilere rağmen erken seçim olmaz. Kısacası Erdoğan daha önceki seçimlerde Numan’ı, Soylu’yu vb. satın alarak (ve tabi diğer politikalarla) seçimleri kazanmayı sağladı.
Ülkedeki siyaset esasta iki kutuplu olarak şekillenecektir Şimdi çok daha hayati ve zorlu olan başkanlık seçimleri yaklaşmaktadır. Bir dizi politikayla süreci yönetip kazanma rotasına sokmaya çalışıyor.
Belediye başkanlarını, il başkanlarını görevden alması, kabine değişimi gibi AKP içindeki tasfiye ve tahkimi de aynı amaçla yürütmektedir. Daha bir dizi politika vb. sıralanabilir. Ama bütün bunların içinde muhalefeti parçalayarak zayıflatması ve mümkünse bir kesimini kendisine katması, en azından yedeklemesi hayat-memat meselesiydi bu seçimlerde. Zira muhalefetten devşirme yapamazsa başkanlık seçimlerini kazanması asla ve asla mümkün değildi, olmayacaktı. Bunun için Bahçeli en kolay lokmaydı. Bahçeli MHP’si ırkçı-Türk milliyetçiliğine dayalı argümanlarla kolay yedeklenebilirdi. CHP ile HDP yedeklenemeyeceğine göre, yedeklenebilecek ve yedeklenmesi gereken tek parti MHP idi. Nitekim stratejik siyasetlerle bunun zeminini döşedi ve kıvamına getirdi Bahçeli’yi yemlemek için. Ve başkanlık seçimlerinin kazanılması uğruna gerekli olan adımlardan biri olarak Bahçeli MHP’si, Bahçeliye muhtemel siyasi rüşvetlerin verilmesiyle yedeklenmiş oldu. Elbette bu MHP’nin yedeklenmesi tek başına seçimleri kazanmak için yetmiyor. Ama yedeklenmemesi seçimleri kaybetmeyi kesinleştiren bir durum olarak söylenebilir. Dolayısıyla kazanma garanti olmasa da kaybetmenin garanti olduğu tabloyu değiştirmek için MHP’nin tasmayla kontrole
güncel analiz 05 alınması şarttır ve yapılan budur. Gizli kapılar arkasında pazarlıklar yapılarak Bahçeli siyasi rüşvetle satın alındı. MHP ile Erdoğan iktidarı, başka değişle iktidar-muhalefet ilişkisinde sahnelenen perdenin arkasındaki pazarlıklar perdenin önünde izlediklerimizin nedenidir. Bahçeli MHP’sinin Erdoğan lehine çizdiği bu tornistan ırkçı-şoven faşist Türk milliyetçiliği ve Kürt düşmanlığı zemininde tarif edilebilir fakat, göz ardı edilmemesi gereken pratik sorun ise, Erdoğan’ın Bahçeli’yi iç muhalefetine karşı korumasıyla gelişen bir arka plana da dayanmaktadır. Ki bu arka planda şu gizlidir; Bahçeli’ye karşı içte gelişen ve Bahçeliyi yerinden edecek dinamizme sahip olan muhalefet Erdoğan iktidarının gücüyle ertelenip sınırlansa da, MHP içinde yaşanan bu durum Bahçeli’nin siyasi yaşamını bitirip devre dışı bırakacak bir noktaya gelmiştir. Bahçeli’nin MHP’nin başında kalması, liderliğini sürdürmesi imkânsız bir noktaya geldiği gibi, siyaset yapmasının olanakları da son derece sınırlanmış oldu. Dolayısıyla MHP liderliği veya MHP’nin esasta ve eski pozisyonuyla kendisini koruyup sürdürme olanakları kalmadığı için, Bahçeli Erdoğan’a değnek olmayı benimsedi, Erdoğan gölgesinde siyasette kalarak gerici çıkarlarını sürdürmeyi esas aldı.
UFUK ÇİZGİSİ
Bu AKP-MHP kandaşlık ittifakı aynı zamanda Türkiye-Kuzey Kürdistan’da siyasetin yeni bir döneme girerek bu döneme uygun biçimlenmesinin de bir işareti ya da gereğidir. Emperyalist projelere bağlı olarak biçimlendirilen siyasetin, başkanlık dönemindeki planlamasının gereği olarak ülkede siyaset esasta iki kutuplu olarak şekillenecektir. Bu muhtemel gelişme karşısında aynıların aynı yerde buluşması kaçınılmaz bir süreçtir. Bahçeli’ye aktarılan bu süreç Bahçeli’yi ikna etmiş olmalı ki, Bahçeli esasta iki kutuplu güç olarak biçimlenecek ülke siyasetinde tercihini güçlü olandan veya kan uyumu içinde olduğu Erdoğan-AKP’den yana yaptı. Perinçek’in Vatan partisi de benzer biçimde (Kürt düşmanlığı çizgisinde) Erdoğan AKP’si ile aynı kulvarda yer almayı tercih etti. Öte taraftan aynı gerçekliğe uygun olarak, ikinci güç odağı da ‘’Hayır Cephesi’’ olarak CHP, İyi Parti (belki HDP de) aynı cephede yer alacaktır. Yani burjuva siyaset Erdoğan ve karşıtları esasında iki güç odağı biçiminde şekillenecektir. Bahçeli’nin Erdoğan ile flörtü bu zeminde de okunabilir. Bu da doğrudan Erdoğan’ın başkanlığını garanti etmeye dönük bir adım olduğu, Bahçeli’nin de beyan ettiği gibi bu doğrultuda Erdoğan’ın başkanlığını destekleyerek onun şemsiyesi altında siyaset yaşamını güvenceye alma çabasından da olduğu alenidir.
≫ Bakış Can
HARİRİ İSTİFASININ PERDE ARKASI
S
uudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Salman Lübnan başbakanı Saad Hariri’yi ülkesine davet etti. Suudi Arabistan’a giden Hariri sürpriz biçimde televizyon ekranlarında başbakanlık görevinden istifa ettiğini açıkladı. İstifa kelimenin tam manasında sürprizdi. Ki, Hariri’nin gerekçelendirmekte zorlanarak açıklayamadığı bu istifa tavrını yaptığı en son açıklamasıyla; Lübnan halkına şok yaparak gerçekleri görmelerini istedim türünden ciddiyetsiz biçimde gerekçelendirmeye çalışması istifasının arkasında rivayet edilen Suudi Arabistan’da rehin tutuluyor ve tehdit edilerek istifaya mecbur edildi iddialarını doğrulamaktadır. Kısacası, Hariri’nin, Salman tarafından davet edildikten sonra rehin tutularak tehdit yoluyla istifaya zorlandığı güçlü olasılıktır. Yaşanan komedi bunu doğrulamaktadır. Suudi Arabistan Hariri’yi istifaya zorlarken, istifa açıklamasına paralel olarak İran aleyhine açıklamalar yaptırmaktan da geri durmadı. İstifası Suudi Arabistan’dan bağımsız tasavvur edilemeyeceği gibi, İran aleyhine yaptığı açıklamaları da Suudi Arabistan’dan bağımsız düşünülemez. Suudi Arabistan Lübnan başbakanı Hariri’yi istifa ettirip İran aleyhine açıklamalar yaptırarak, doğrudan İran’ı hedeflediği söylenebilir. Suudi Arabistan’ın İran’ı Lübnan başbakanı (ve onun sürpri z-şok istifası ve bilinen açıklamaları) aracıyla ‘’vurmaya’’-hedef almaya çalışmasının sebebi ise, İran’ın Lübnan Hizbullah’ını silah göndererek vb vs desteklemesi realitesinde ifade bulur diyebiliriz. Daha açıkçası Lübnan’ın-Lübnan Hizbullah’ının Suudi Arabistan dışındaki cephede yer almasındandurmasından ileri gelmektedir. Bu durum Suudi Arabistan ile İran’ın ezele dayalı çatışma ya da rekabetine uzanır. Bu çatışma geçmişe dayanan aktüel bir rekabet olmakla birlikte, bu değerdeki rekabet-çatışma veya İslam dünyasının liderliği üzerine girdikleri hasım hane rekabette Sünni-Şii olmak üzere mezhepsel bir yan da taşımaktadır denebilir. Ama hepsinin de ötesinde ve üstünde, bu rekabet veya çatışma ABD emperyalizmi ile ilişkiler temeline dayanır. Yani öz olarak ABD’nin yönettiği ve belirlediği bir çatışma niteliğidir Suudilerle İranlar arasındaki çatışma… Somut durumda ise, ABD emperyalizmi ile Rusya emperyalizminin bölgedeki çatışma, nüfuz dalaşı ve inisiyatif genişletme ya da hegemonya yarışının ürünüdür bu çatışmanın ana kaynağı. Tam da burada bir parantez açmakta fayda vardır. Bugün artık bir emperyalist baş haydut ile bir sorun yaşandığında veya bir emperyalist devlet başka bir ülkeye tavır aldığında tek başına almış olmuyor hempalarıyla-kuklalarıyla birlikte almış oluyor. Yani müttefik-ittifak denen güçlerle veya işbirlikçi takımla birlikte blok olarak tavır geliştiriliyor, tek devletle sınırlı kalmıyor. ABD İran’a tavır alırsa, ABD’ye bağımlı tüm kukla iktidar ve devletler de aynı tavrı alıyor. Uşaklar efendilerini sırtsız bırakmıyor ve hemen efendisini takip ediyor. Bloklaşarak örgütlenmiş emperyalist dünya gerçeği böyle işliyor. Bloklaşmalar boşuna değil, NATO gibi örgütlenmeler öylesine değil, bağımlılık ilişkileri de tam anlamıyla efendi-uşak niteliğinde yürüyor.Dolayısıyla, ABD ile Rusya çatışırken, İran ile Suudi Arabistan’ın çatışması da anlaşılırdır. Erdoğan iktidarının Esat-Suriye iktidarıyla çatışması da böyleydi… Yine, emperyalist haydudun işbirlikçileri, ittifak ve müttefikleri efendilerinin stratejilerine bağlı olarak uyumlu hareket etmek durumunda, birlikte hareket
etmek zorundadırlar. Bu anlamda Suudi Arabistan ile İsrail’in yakınlaşması vb anlaşılırdır. İsrail ABD’nin müttefiki, Suudi Arabistan da ABD’nin ‘’ittifakı’’dır. Bu bağlamda İsrail ile Suudi Arabistan’ın dostluğu, ilişkileri mevcut dünya şartlarında izah bulan durumdur. Kaldı ki, İsrail ile İran arasındaki düşmanlık da hatırı sayılır bir düşmanlık olarak bilinir. Suudilerin de ABD’den İran’a dönük saldırı ve yaptırımlarda bulunma talepleri bilinmekte. ABD ile İsrail açık düşmanlık ilan etmişken İran’a, Suudiler de aynı biçimde İran’a karşı düşmanlık içindedir ve bu düşmanlıkta ABD ile ilişkilerin-işbirlikçiliğin de payı önemli oranda vardır. Parantezi kapatarak devam edersek. ABD’nin Suudi Arabistan vasıtasıyla Lübnan ve Lübnan Hizbullah’ına, dolayısıyla İran’a ve ABD karşıtı cephede yer almaları bakımından İran üzerinden de Rusya politika veya stratejilerine karşı hamle geliştirdiği-müdahale ettiği söylenebilir. Trump liderliğindeki ABD’nin İran’ı düşman olarak ilan ettiği bilinmektedir. Bu düşmanlık İran’ın Rusya yanlısı olmasından ileri geldiği gibi, İran’ın geliştirdiği kendi ‘’bağımsız’’ politikalarından da ileri gelmektedir. Daha da uzun boylu olan, bölgede Rusya ile ABD esasında olmak üzere bir nüfuz ve hegemonya dalaşı keskin olarak sürmektedir. Özellikle Suriye sürecinde ABD’nin pozisyon yitirerek Rusya karşısında geriye düştüğü açıktır. Ancak ABD bu pozisyonu gönül rahatlığıyla sindirip pılını pırtını toplayıp alandan çıkacak bir haydut değildir. Dolayısıyla Suriye’de Rusya karşısında kaybettiği inisiyatifi başka alanlarda adımlar geliştirerek rövanş pozisyonu alıyor ya da çatışmayı başka yere çekerek imtiyaz ve nüfuzunu kotarmaya çalışıyor. Rusya yanlısı pozisyon alan İran ezelden beridir ABD’nin hedefi durumundaydı. İran’ın Hizbullah’ı desteklemesi de bu süreçte İran’a karşı çatışmanın geliştirilmesinde bir gerekçe olarak rol oynamaktadır. Elbette İran ile birlikte, Erdoğan iktidarı ve Suriye’nin de Rusya ile birlikte ABD karşıtı pozisyon aldıkları doğrudur. Bundandır ki, Suriye’de yenilerek geri adım atan ABD, Erdoğan iktidarıyla bir ‘’hesaplaşma’’ sürecindedir. İran ile de aynı biçimde bir hasımlık gütmektedir ki, esas çatışmanın İran üzerinde gelişeceği anlaşılmaktadır. Ki bunların her biriyle yaşadığı çatışma dolaylı olarak Rusya’ya karşı inisiyatif geliştirme veya Rusya ittifaklarını zayıflatma çabasıdır. Bu gelişmeler zemininde İsrail veya ABD’nin Hizbullah vesilesiyle Lübnan’a saldırıda bulunması veya Hizbullah’a karşı çeşitli gurupların ileri sürülerek çatıştırılması muhtemeldir. Ama Hizbullah üzerinden İran’ın hedeflendiği ve çatışma alanına çekildiği veya alındığı da söylenmelidir. Ki, Suriye’de İran destekli Hizbullah rol oynarken, Suudi Arabistan destekli örgütlerin de Suriye’de savaşa katılması bir rastlantı değildir. Bütün bunlar göstermektedir ki, bölgede çatışma kısmi alan değiştirerek ve coğrafya değiştirerek genişleyecek, büyüyecektir. Kısacası, Hariri’nin istifası, istifasıyla birlikte yaptığı veya yapmak zorunda bırakıldığı İran karşıtı açıklamaları, bunda Suudi Arabistan’ın etken olup rol oynaması, dolayısıyla ABD emperyalizminin bu gelişmelerin arkasında olması ve bu adımlarını da Rusya müttefikleri veya cephesine karşı yapması, bölgede emperyalist dalaş eksenli savaş ve çatışmalar coğrafya değiştirerek devam edecek, keskinleşecektir.
06 analiz
1-15 Aralık 2017
Halkın Günlüğü
Erdoğan ‘’TC’’si ile ABD İlişkileri ve Yumuşak Karın Zarrap! ABD’nin Gül eksenli girişimi sonuç verirse, süreç sadece Erdoğan’ın ekarte edilmesiyle sonuçlanır ama ‘’TC’’ ile ABD’nin stratejik köle-efendi ilişkisi devam eder. Ki, Erdoğan’ın girdiği eksen kayması eğiliminin kolayca gerçekleştirilebilir bir kopuş-süreç olmadığı da açıktır. Onlarca yılı bulan bir ilişki süreci, bu süreçte iliklere işleyen ekonomik bağımlılık ve ilişkilerden, silahlanma gerçeğine ve NATO gibi stratejik örgütlenmelerin getirdiği yükümlülük ve sorunlara kadar bir yığın bağ kolayca koparılabilir, sabahtan akşama değiştirilebilir bir ilişki süreci değildir. Dolayısıyla esas olasılık eksen kaymasının gerçekleşemeyeceği ve bu anlamda AKP içinde Gül ve ekibi üzerinde bir hareket vb. geliştirerek Erdoğan’ın devre dışı bırakılacağı yönündedir
E
rdoğan iktidarı şahsında ‘’TC’’ devleti ile stratejik ortağı-efendisi olan ABD arasındaki ilişkiler belli bir süre öncesine dayanan tarihten beri sorunlu zeminde seyretmektedir. Bu sorunlu ilişki döneminde birçok neden mevcuttur. Ve kriz biçiminde tarif edilen birçok sorun esasta bazı temel sorundan kaynaklanmakta veya belli bir sorun üzerinde gelişip gündeme gelmektedir. Yani, birçok noktada cereyan edip gündeme kriz olarak düşen birçok sorun özünde belli bir kaynağa bağlı olarak gelişmekte ya da bu sorunlar birbirinden bağımsız gelişmemektedir. Bilakis birbirine bağlı olan sorunlardır veya belli bir sorundan beslenen nedenlerdir. Söz konusu efendi-uşak ilişkisinde sorunlu dönemin yaşanması esasta emperyalist bloklar-güçler arasında yeni dengelerin oluşması süreciyle başlamaktadır. Özel olarak da ABD’nin Ortadoğu stratejisi bağlamında somut adımlarla yürürlüğe koyduğu Kürt politikasıyla (ve buna paralel veya karşıt olarak Erdoğan iktidarının da IŞİD ile ilişkiler geliştirmesiyle) başladı demek yanlış olmaz. ABD emperyalizminin Kürt politikasını sindiremeyen Erdoğan iktidarı IŞİD’i kullanarak veya IŞİD ile ilişkiler kurarak onun üzerinden belli işlere girişti. Daha da
önemlisi ABD ile Rusya esasında emperyalist dengelerde gündeme gelen yeni durum, yani Rusya’nın ABD’nin tek dünya jandarması pozisyonuna son veren açıklamaları ve çıkışıyla kaptığı önemli inisiyatif ve dünya sathında temsil ettiği belirgin nüfuz durumu, Erdoğan’ın talimatlarını iki-bir etmeden yerine getirdiği ABD emperyalizmine karşı Rusya kozunu kullanarak pazarlık yapmaya kalkışması sorunlu ilişkilerde bir zemin oldu. Ama sorunun özü ABD’nin bölgedeki Kürt politikasıdır. Kürt politikasında taleplerini ABD emperyalizmine kabul ettirmeyen Erdoğan, Rusya ile ilişkileri bir şantaj olarak kullandı, kullanıyor ama buna karşın ABD Kürt politikasında Erdoğan’ın isteklerini dikkate almadı. Dolayısıyla Erdoğan Rusya ile ilişkilerini daha da ilerleterek pazarlık gücü olarak kullanma eğimlini derinleştirerek süreci tırmandırdı. ABD ise bu şantaja prim verme ve pazarlığı kabul etme yerine, restler çekerek Erdoğan ve iktidarına dönük adımlar geliştirdi. Korumalarına dava açması, arama çıkarması, vize krizi, NATO tatbikatında kullanılan düşman hedefler meselesi, Halk Bankası müdürü ve hatta Reza Zarrap’ın tutuklanması vb. bu zeminde gelişmektedir. Ancak Zarrap davası Erdoğan’a dönük ciddi bir tehdit durumundadır. Ki bu davada
Erdoğan ve bakanları ile aile fertlerini kapsayan, dolayısıyla doğrudan Erdoğan’ı hedefleyen bir muhtevadadır. Erdoğan’dan gerekli tavizler koparılıp Rusya ile ilişkilerinde geri adım attırılmaz ve ABD yanlısı politikaları benimsemesi sağlanamazsa, bu davayla Erdoğan’ın uluslar arası hukuk veya yargılanma şahsında zor duruma düşürülmesi, kirli çamaşırlarının sergilenerek mahkemede yargı yoluyla suçlu ilan edilmesi güçlü ihtimaldir. Zarrap mahkeme sürecinin bu minvalde neticelenmesi ABD ile Erdoğan iktidarının kesin kopuşu anlamına gelecektir. Bu güçlü bir olasılıktır. Zira Rarrap’ın itirafçı olduğu, başka da itirafçıların olduğu, bunların da Erdoğan’ın suçlu olduğunu kanıtlamaya dönük belge ve deliller-ifadeler vereceği muhtemeldir. Bu kopuş süreci diğer taraftan Rusya ile ilişkileri esas alan bir sürecin kesinleşmesi anlamına geleceği de söylenebilir. Fakat, başka bir olasılık olarak ABD’nin Erdoğan’ı ekarte ederek başka aktörler vasıtasıyla ‘’TC’’ ile ilişkilerini devam ettirmesini işaret etmektedir. ABD’nin Erdğan’ı devre dışı etmeye karar verdiği kesin. Fakat durumu nasıl düzenleyeceği, Erdoğan’ın yerine kimi koyacağı sorunu hal edilmeye çalışılmaktadır. Zarrap ve halk
1-15 Aralık 2017
analiz 07
Halkın Günlüğü
bankası (başka bankalar da dahil edilecektir) davasıyla Erdoğan’ın kirli çamaşırları sergilenip işinin bitirilmesi esasta kararlaştırılmış durumdadır. Süreç Erdoğan’ın yerine koyulacak aktördür. Bunda ise, Abdullah Gül-Davutoğlu-Babacan ekibinin hazırlanması gündemdedir. Gül ile ilgili Erdoğan-AKP’nin belli tarihten itibaren benimsediği olumsuz tutum sebepsiz değildi. ABD’nin Gül kartını hazırlayıp kullanacağını o tarihlerden itibaren bildikleri için Gül’e AKP içinde bir tepki geliştirildi. Aynı şey Davutoğluna karşı tavırda da sırıttı. Başbakanlıktan alınması ve sonradan sürdürülen tecrit tutumu ve şimdi konferanslarının engellenmesi aynı zeminde gelişen tutumlardır. Hatta Erdoğan’ın AKP örgütünde yaptığı düzenlemeler, il başkanları ve belediye başkanlarına kadar gerçekleştirdiği tasfiyeler de AKP’yi tamamen kendi kadrolarıyla donatıp GülDavutoğlu ekibinin etkisini kırmak suretiyle Gül üzerinden geliştirilmesi söz konusu olan ABD’nin kendisini (Erdoğan’ı) ekarte etme planını boşa çıkarma, kendisini sağlama alma hamleleri olarak değerlendirilebilir…
‘’TC’’ile ABD’nin stratejik köleefendi ilişkisi devam edecektir Ancak gelişmeler Erdoğan döneminin öyle ya da böyle kapanacağı, en azından başkanlık seçimini kazanmasının engelleneceğini göstermektedir. Bahçeli’nin Erdoğan ile ittifakını da belli açılardan bu zeminde anlamak gerekir. Ki, koalisyon görüşmeleri döneminde Davutoğlu’nun MHP ile görüşmelerinde geçen paylaşımlar Bahçeli’nin belli biçimde bilgilenmesini sağlamış, Bahçeli bundan hareketle Erdoğan yanlısı bir eğilime girmiştir. Ki, Erdoğan’ın Bahçeli’yi iç muhalefeti karşısında koruması da bu süreçten bağımsız değildir. Tabi Bahçeli’nin Erdoğan’a dönük gelişen büyük hayranlığı da aynı süreçle (Erdoğan’ın Bahçeli’yi MHP içi muhalefete karşı koruması) açıklanabilir bir durumdur. ABD’nin Gül eksenli girişimi sonuç verirse, süreç sadece Erdoğan’ın ekarte edilmesiyle sonuçlanır ama ‘’TC’’ ile ABD’nin stratejik köle-efendi ilişkisi devam eder. Ki, Erdoğan’ın girdiği eksen kayması eğiliminin kolayca gerçekleştirilebilir bir kopuş-süreç
olmadığı da açıktır. Onlarca yılı bulan bir ilişki süreci, bu süreçte iliklere işleyen ekonomik bağımlılık ve ilişkilerden, silahlanma gerçeğine ve NATO gibi stratejik örgütlenmelerin getirdiği yükümlülük ve sorunlara kadar bir yığın bağ kolayca koparılabilir, sabahtan akşama değiştirilebilir bir ilişki süreci değildir. Dolayısıyla esas olasılık eksen kaymasının gerçekleşemeyeceği ve bu anlamda AKP içinde Gül ve ekibi üzerinde bir hareket vb. geliştirerek Erdoğan’ın devre dışı bırakılacağı yönündedir. AKP içinde ve tabanında belli bir huzursuzluğun yaşandığı da dikkate alındığında
Erdoğan’ın yolcu olduğu söylenebilir. Ki, Erdoğan bunu fark ettiği için anti-emperyalist söyleme sarılıp manipülasyonla zeminini sağlamlaştırmaya çalışmaktadır. Öte taraftan Erdoğan’ın siyasi kaos ve karmaşa, provokasyon ve yeni katliamlar süreci geliştirerek durumu lehine çevirme girişimlerinden geri durmayacağı da hesaplanmak durumundadır. Kısacası önümüzdeki süreç Erdoğan’ın yeni provokasyon ve saldırganlıklarına gebedir denilebilir. Elbette buna hazırlıklı olmak da ayrıca gereklidir…
SMF: “Çaldıkları Alınterimizdir, Emeğimizdir, Geleceğimizdir!” Reza Zarrab ile Erdoğan/AKP iktidarı arasında gerçekleşen ortaklığın su yüzüne çıkması ve Zarrab’ın sanık koltuğundan tanık koltuğuna geçip yaptığı itiraflar ardından Sosyalist Meclisler Federasyonu (SMF) konuya ilişkin bir açıklama yaptı. Yapılan açılama şu şekildedir:
E
mekçilere asgari yaşamı dayatan burjuva faşist AKP/Erdoğan iktidarı, bu sömürü düzeninde yeni birkaç yüz dolar milyarderi yaratırken, karşılığında milyonlarca yeni yoksul yaratıyor, emekçileri açlığa mahkûm etmeye devam ediyor. Milyonlarca yoksuldan ‘şükür’ bekleyen, ağır vergilerle yoksulların cebindeki son kuruşa dahi göz diken, emekçi halkımızın yıllarca biriktirdiği ‘yastık altı’ birikimlerine el koymaya çalışan sömürü düzeninin temsilcisi AKP/Erdoğan iktidarı ve onun sözcüleri/temsilcileri, vergi ‘cenneti’ ülkelerde, adalarda bizden çaldıklarıyla milyon dolarlık yatırımlar yapıyor. Başbakan Binali Yıldırım’a ve çocuklarına ait şirketlerin Malta’da şirketler kurduğu ortaya çıkmıştı. Bu hafta ise CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun açıkladığı belgelerde, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ve ailesinin Man Adası’nda bir şirket kurduğu ve bu şirkete milyonlarca dolar para aktardığı ortaya çıktı. 17-25 Aralık 2013 tarihinde açığa çıkan iktidarın boğazına kadar battığı yolsuzluk ilişkileri, bugün uluslararası kamuoyunun bilgisi dâhilinde Reza Zarrab’ın ABD
mahkemelerinde yaptığı itirafçılıkla güncelliğini korumaktadır. Öyle ki, AKP bakanlarının 50 milyon Euro’luk rüşvetler aldıkları Zarrab itiraflarında ortaya çıkmıştır. Malta, Man Adası, Reza Zarrab davası… AKP/Erdoğan iktidarının işçi-emekçi düşmanı sömürgeci yüzünü tekrar ortaya çıkarmıştır. Önümüzdeki günler AKP/Erdoğan iktidarının bu konuda daha çok teşhir olacağı günler olacaktır. Vergi kaçırma, rüşvet, yolsuzluk AKP/Erdoğan iktidarının ‘fıtratıdır’. Çaldıkları emeğimizdir, alınterimizdir, geleceğimizdir. Hırsızlık, yağma, talan, yolsuzluk, rüşvet düzenine karşı tek çare milyonlarca emekçinin örgütlenmesidir. Tüm emekçi halkımızı AKP/Erdoğan iktidarına karşı birleşik bir emek ve demokrasi mücadelesi vermeye ve hesap sormaya çağırıyoruz.”
08 kadın
1-15 Aralık 2017
Halkın Günlüğü
Ekim Devrim’inin 100. yılında Kadın Mücadelesinin Özgünlüğü ve Zorunluluğu!
Feodal Toplumda Kadın Üretim İlişkileri, Üretim Araçları ve Sınıflar-2
Emperyalizm ile birlikte kadının toplumsal üretime katılım oranının artması, evdeki erkeğin kadın üzerindeki denetiminin azalması, geleneksel cinsiyet rollerinde esasta olmasa da çatlakların oluşması, bilinç ve sorgulamasının artması ve en nihayetinde kadının özgürlük sorununun toplumsal bir karaktere bürünmesine yol açar. Ve bu da kadının cinsel, sosyal, sınıfsal kurtuluş mücadelesinin içinde güçlü bir özne olarak yer almasının önünü açar. Ancak yine de bu durum kadının kurtuluşu için tek başına yeterli olmamaktadır. Sınıflı toplum itibariyle erkek egemen ideolojinin her toplumsal sitemde yaslandığı kendini yeniden ürettiği bir gerçeklikte, kadının gerçek toplumsal kurtuluşu, onun özgün mücadelesini kapitalist sömürü sistemine karşı sınıfsal kurtuluş mücadelesiyle birleştirmesiyle olacaktır
Avrupa Demokratik Kadın Hareketi(ADKH)’nin 30 Eylül-1 Ekim 2017 tarihinde Almanya’da gerçekleştirmiş olduğu 10.Kurultayına sunulan ‘’ Ekim Devrimi’nin 100.yılında kadın mücadelesinin özgünlüğü ve zorunluluğu! Ya barbarlık ya sosyalizm’’ ana başlıklı kapsamlı belgeyi öneminden dolayı alt başlıklar halinde okurlarımızla paylaşıyoruz
F
eodal toplumda feodal beyler ve köylüler olmak üzere iki temel sınıf mevcuttur. Feodal beylerin üzerinde ise devlet yönetimini elinde bulunduran soylular olarak senyörler ile büyük topraklara ve köylülüğe sahip olan dini güç olarak ruhban sınıfı vardır. Yerinde üretim ve tüketimi esas alan dışa kapalı doğal bir ekonomiye dayanan feodal toplumda sömürü başlarda, üreticinin haftanın belli bir bölümü kendi üretim aletleri ve hayvanlarıyla sadece kendi ihtiyacı kadar (karın tokluğu), diğer günlerde ise, feodal bey için karşılıksız olarak, denetim altında çalışmasının ifadesi olan emek rant (angarya rant) biçiminde gerçekleşmekteydi. Bu sömürü biçimi, ilerleyen dönemlerde, yasalarca devam etse de denetimin görece azaldığı ve üretimin ev ekonomisi şeklinde gerçekleştiği aynı rant (ürün rant) biçimine, aynı rant ise, toprağın ve aletlerin, elinde bulunduranın mülkiyetine geçtiği ve feodal beye verilen ürünün yerini paranın aldığı para ranta dönüşür. Sömürü biçiminin, bu değişimler sonucunda toprağın belli aylarda köylüye kiralanmasına dönüşmesiyle birlikte köylülerin feodal beye bağımlılıklarından kurtulmalarının yolu açılmış olur. Diğer yandan zanaatçıların, feodal beylerin izniyle ürün fazlalarını belli merkezlerde satmak üzere pazar alanlarında toplanmaları kapalı ekonomide gedik açarak şehirleşmenin temelini oluştururken,
zamanla belli bir güç oluşturmaya başlamaları onları, feodal beylerin baskısından kurtulmak ve kendi aralarında dayanışmak üzere, esnaf loncalarını örgütlemeye götürür. Zanaatçıların ürünlerini farklı köylerde satmak üzere dolaşan ve şehirleşmenin temelini oluşturan ikinci öğe olan tüccarlar da aynı şekilde tüccar loncalarını oluştururlar. Köleci topluma göre daha iyi bir gelişim dinamiğine sahip olan feodal toplumda, tarım alanında ve zanaatçılıkta teknik anlamdaki ilerlemelerle birlikte üretim aletlerinin ve üretimin gelişmesine paralel nüfusun şehirlerde toplanması ve tefeciliğin doğuşu sonucunda, feodalizmin bu gelişimi kısıtlayan kurumlarının yetersizliği, üretici güçlerin üretim tarzına dair yeni yasaları ve kurumları zorlamalarına götürür.
Feodal Toplumda Kadının Durumu Feodal dönemde kadının durumu ve statüsü, üretimdeki rolüne göre hangi sınıfa ait olduğuna bağlı olarak farklılıklar göstermekteydi. Feodal egemenlik ilişkilerin belirleyiciliğindeki feodal düzende en temel üretim birimi olan ailede, adeta bir çocuk doğurma makinesi olarak üretimde ve savaşta ihtiyaç duyulan insanlardan (tercihen erkek) sorumlu olarak görülen, hem feodal bey hem de ailesindeki erkek olmak üzere iki efendisi olan köylü yoksul kadın, erkeğin idaresindeki evde ve tarlada üretime katılarak toplumsal düzenin devamının ekonomik, siyasal ve askeri sağlayıcısı konumundadır. Öyle ki doğurganlık özelliğini yitirmesiyle erkeğin kontrolünde olma özelliğini yitiren ve ebelik, hasta ve çocuk bakımı gibi konularda sahip oldukları bilgiler dolayısıyla diğer kadınlara göre daha etkili olmaları bakımından mevcut erkek egemen iktidar
yapısına tehdit oluşturan yaşlı ve dul kadınlara karşı gerçekleştirilen “cadı avı” olarak bilinen kitlesel kadın katliamları bu durumun en iyi göstergesidir. Egemen sınıfa mensup kadınlarda ise, eğitim görme imkânları ve hastabakıcılık gibi işler yapabilmeleri, eşlerinin ünvan, statü ve mülkiyetinin mirasçısı olabilmeleri gibi bir dizi farklılıklar mevcuttur. Ancak bunların dışında en temel insani hakları konusunda yoksul köylü kadından bir farkları yoktur. Köylü erkek nasıl ki eşi ve çocukları üzerinde uyguladığı zor yoluyla efendileşiyorsa, feodal bey ya da soylu erkek de ünvanlar verdiği eşine ya da ailesindeki kadına aynı baskıyı ve tahakkümü uyguluyordu. Feodal dönemde kadının durumuna dair olumlu birkaç örnek kadının ekonomik ve toplumsal statüsündeki geri konuma rağmen, özel mülkiyet karşısında hâla devam eden ortak mülkiyet biçimindeki köy komününde komünün refahı erkeğin olduğu kadar kadının da ellerindeydi. Bu yüzden kadının komünde üretime katılması ona bir saygınlık vermekte ve çoğu zaman komün sorunlarının tartışıldığı toplantılara da katılabilmekteydi. İlerde iki karşıt sınıf olacak olan burjuvazi ve proletaryanın doğacağı kentlerde, zanaatçıların atölyelerini ayakta tutabilmeleri açısından ailenin bütün fertlerinin üretime her türlü katkısı önem arz etmekteydi. Bu yüzden kentte tüccarlara rağmen zanaatçıların ailelerindeki kadınların üretimdeki katkıları dolayısıyla konumları, diğer kadınlara göre daha ileri bir durumdaydı. Bu durum ilerleyen dönemlerde kadın zanaatçıların da doğuşunu tetikler. Özellikle 12. ve 14 yy.larda ve zanaatçılığın yükselişe geçtiği 15. ve 16. yy’larda İngiltere, Almanya, Fransa ve İtalya gibi ülkelerde birçok kentte kadın emeği
1-15 Aralık 2017
kadın 09
Halkın Günlüğü
zanaatçılıkta giderek önem taşımaya başlar. Gelişmeye başlayan zanaatçılıkla birlikte kadın ve erkeğin eşit değerler üretmesi, feodal dönemin kadın üzerindeki zora dayalı ahlaki değer yargılarını törpülemeye başla da, ekonomideki ve toplumsal yaşamdaki ikincil konum açısından bir değişiklik olmamıştır. Yine ortaçağın sonlarına doğru feodal beylerin keyfi uygulamalarına karşı direnişle başlayan köylü savaşları sürecinde kadınların etkin rol oynadığı bilinmektedir. Zorla evlendirmelerden ve erkek şiddetinden kaçan ya da ceza verilerek kapatılan kadınlar için manastırlar, doğa bilimsel ve felsefe gibi çeşitli alanlarda eğitim görmesi konusunda olanak tanıyan bilim yuvalarına dönüşmüşlerdir.
Kapitalist Toplum’da Kadın Feodal ekonominin ileri noktaya ulaşması, üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel teşkil etmeye başlar ve daha ileri bir üretim ilişkisi biçiminin oluşmasını zorunlu kılar. Üretim araçlarının gelişimi ve makineleşme ile birlikte metaların üretimi yavaş yavaş fabrikalara kayarken, 18.yy’da sanayi devrimiyle birlikte meta üretimi yaygın ve yoğun hale gelir. Bu durum kadının ekonomik ve toplumsal yaşamdaki konumunu da yeniden şekillendirmeye başlar. Teknolojik ilerlemeler sonucunda eskisi gibi kas gücüne ihtiyaç duyulmayan makineler ve iş konularının çeşitlenmesi, kadınların emeğini metalaştırıp kapitalizmin hizmetine sunarak kadının da toplumsal üretime katılmasını sağlarken, kadının erkek ile olan eşitsizliğinin toplumsal alana taşınmasını beraberinde getirir ve onu yeni sorun ve olanaklarla karşılaştırır. Üretimin bireysel niteliğini yitirerek toplumsal niteliğe bürünmesi ile kadının üretime katılması aile içi yaşantıda değişiklikler yaratsa da, kapitalizm kadının esas yeri olan aileyi ayakta tutmak için elinden geleni yapar. Üretime katılsa da aile içindeki görevlerden sorumlu yine kadındır ve ev içindeki emeği onun doğal görevi olarak görüldüğünden değersizleşir ve toplumsal üretime katılımı halinde emek gücü karşılığında aldığı ücret de bu eksende düşer. Kadının toplumsal üretime ve yaşama katılmasıyla beraber kadın ve erkek arasındaki eşitsizlik ve alt yapıdan üst yapıya toplumsal cinsiyet rolleri giderek derinleşmeye başlar. Evdeki ikinci konum toplumsal üretimde cinsel ayrımcılık halini alarak kadının emek gücünün erkek karşısında değersizleşmesine neden olur. (eşit işe eşit ücret hakkının engellenmesi, kayıt dışı çalıştırılma, cinsiyet ayrımcılığına dayalı mesleklerin gelişmesi, kalifiye emek gücü, deneyim ve uzmanlık gerektiren işerde erkeklerin; tali, yardımcı ve tamamlayıcı işlerde kadınların çalıştırılması, kadın ve çocuk bedeninin metalaştırılarak pazara sunulması vb.) Emperyalizm ile birlikte kadının toplumsal üretime katılım oranının artması, evdeki erkeğin kadın üzerindeki denetiminin azalması, geleneksel cinsiyet rollerinde esasta olmasa da çatlakların oluşması, bilinç ve sorgulamasının artması ve en nihayetinde kadının özgürlük sorununun toplumsal bir karaktere bürünmesine yol açar. Ve bu da kadının cinsel, sosyal, sınıfsal kurtuluş mücadelesinin içinde güçlü bir özne olarak yer almasının önünü açar. Ancak yine de bu durum kadının kurtuluşu için
tek başına yeterli olmamaktadır. Sınıflı toplum itibariyle erkek egemen ideolojinin her toplumsal sitemde yaslandığı kendini yeniden ürettiği bir gerçeklikte, kadının gerçek toplumsal kurtuluşu, onun özgün mücadelesini kapitalist sömürü sistemine karşı sınıfsal kurtuluş mücadelesiyle birleştirmesiyle olacaktır.
Sosyalizmde Kadın Toplumlar tarihinin gelişim seyrine baktığımızda, nasıl ki köleci toplumun kökeni ilkel komünal toplumda; feodal toplumun kökeni köleci toplumda; kapitalist toplumun kökeni de feodal toplumda ise sosyalist toplum da kapitalist toplumun bir ürünü olmaktadır. İnsanın insan tarafından sömürülmesinin temelinde üretim araçlarına bir grup, azınlıktaki kişilerin sahip olması yattığından, sosyalist üretim ilişkileri yeni bir mülkiyet biçimine dayanır: Üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti. Böylece sosyalist mülkiyet insanın insan tarafından sömürülmesini dıştalayarak toplumun bütün üyelerinin, üretim araçlarına göre eşit bir ilişkisinde anlam bulur. Aynı zamanda sosyalizmi tanımlarken sınıfların, devletin ve insan-insan, insan-doğa sömürüsünün ortadan kalkacağı ve “Herkesten
yeteneğine göre, herkese gereksinmesi kadar” ilkesinin geçerli olduğu Komünizmin ön evresi, ilk aşaması olduğunu da ifade edelim. Üretim araçlarının toplumsallaştırılmasında toplum içerisindeki bölüşüm ilişkileri de ileri boyutlar kazanır. Yani sosyalizmde tüketim mallarının paylaşımı iki şekilde yapılmaktadır; büyük bir kısmı çalışmaya göre, kalan kısmı ise her toplum üyesinin çalışma katkısı ne olursa olsun, toplumsal tüketim fonları üzerinden dağıtılması. İlk paylaşımla bireyler yeteneklerini en iyi biçimde kullanmaya yöneltilirken; ikinci paylaşımla da bireylerin yeteneklerinin en yüksek düzeye çıkarılması amaçlanır. Sosyalist toplumda üretim, kâr için değil; halkın gereksinimleri için ve planlı olarak yapılır. Bu duruma, yani kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkinin ortadan kaldırılmasına ilişkin Bebel “Kadın ve Sosyalizm” eserinde çok yalın bir dille şöyle açıklık getirir; “İnsan doğasının derinliklerindeki gereksinimlerden biri, işini seçme özgürlüğü ve bunu değiştirme olanağıdır. En güzel yemek bile sürekli tekrarlandığında nasıl tiksinti verirse, her gün değirmen dolabı gibi kendini tekrarlayan bir iş de böyledir; tüketici ve güçten düşürücüdür. İnsan, yüksek bir coşku ve zevk olmaksızın,
yalnızca zorunda olduğu kadarıyla, mekanik bir biçimde çalışır. Her insanın içinde, harekete geçirildiğinde en güzel etkileri üretmek için yalnızca uyandırılması ve geliştirilmesi gereken bir dizi yetenek ve güdü yatar. İnsan ancak o zaman tam bir insan olur. Sosyalist toplum bu değişiklik gereksinimini karşılamak için en iyi fırsatı sunacaktır. (…) Ama mevcut olan, yalnızca değişiklik gereksinimini karşılama olanağı değildir, toplumun amacı kendi doyumunu gerçekleştirmek olmalıdır, çünkü insanın uyumlu eğitimi bunun üzerinde yükselir.”(age. syf. 402-403) Kuşkusuz çok genel hatlarıyla tanımlamaya, bakmaya çalıştığımız sosyalist toplumda üretim ilişkileri böyleyken; bu ilişki içerisinde kadının durumuna da bakalım. Tıpkı diğer üretim biçimlerinde, toplumsal süreçlerde farklı biçimlerde olmak kaydıyla kadınlar nasıl yerlerini almışlarsa; sosyalist üretim biçimi içerisinde de yerlerini alır. Ancak bir farkla; üretim araçlarına sahip olanlarca sömürülmesi son bulmuş şekilde. Ve yaşam önünde tam eşitlik perspektifiyle yola çıkan bir anlayışın ürünü, yasalar önünde her alanda erkekle tam eşitliğe sahip olarak tarih sahnesinde yer alır.
10 kadın Sosyalizmin cinsiyetler arası ilişki hukukunu belirtirken özel mülkiyetten önce topluma egemen olan, genelde geçerli olan şeyin daha yüksek uygarlık aşamasında ve yeni toplumsal biçimler altında yeniden kuracağına dikkat çeken A. Bebel, gelecekte kadın”ı ise şöyle betimliyor; “Yeni toplumun kadını, sosyal ve ekonomik olarak tamamen bağımsızdır, artık hiçbir egemenlik ve sömürü altında değildir, erkeğin karşısında özgür ve eşittir. Eğitimi erkeğinkiyle eşittir, cinsiyet farklılığının ve kadının cinsel fonksiyonlarının gerektirdiği ayrımlar hariç; kadın doğal koşullar altında yaşayarak fiziksel ve düşünsel güçlerini ve becerilerini isteğe göre geliştirebilir ve kullanabilir(...) Az önce herhangi bir işte çalışan işçiyken, günün bir başka bölümünde eğitimci, öğretmen, bakıcıdır, günün üçüncü bölümünde herhangi bir sanatla veya bilimle uğraşır ve dördüncü bölümde herhangi bir yönetici işleve sahiptir. Kadın istediği gibi ve bulduğu fırsatlara göre incelemeler yapar, çalışır, hemcinsleriyle ya da erkeklerle sohbet eder ve eğlenir.”(Kadın ve sosyalizm syf: 471) Bilimsel sosyalistlere ve kadın mücadelesine muazzam tecrübe ve deneyim birikimi bırakan 1917 Ekim Devrimi ve sonrası Sovyetler döneminin, üstelik ilk yıllarında, kadınlara ilişkin sunulan teorinin yasalarla güvence altına alınmış olması büyük bir başarı iken, kadının ve insanlığın gerçek kurtuluşu için bunun yeterli olmadığını vurgulamak isteriz. Zira Lenin de bu durumu devrim yıllarında büyük bir kararlılıkla şöyle izah edecektir; “Kapitalistlerin, tüccarların ya da
Halkın Günlüğü
1-15 Aralık 2017
toprak ağalarının olmadığı yerde, emekçiler iktidarının bu sömürücüler olmaksızın yeni bir hayatın yerleştiği yerde kadınla erkeğin kanun önünde eşitliği vardır. Ama bu yetersizdir. Kanun önünde eşitlik hayatta eşitlik değildir. Kadın işçinin erkek işçiyle eşitliği yalnızca kanun önünde değil, hayatta da kazanması gerektiğini söylemek istiyoruz. Bunun için kadın işçinin kamu işyerlerinin yönetimine ve devlet idaresine daha büyük ölçüde katılmaları gerekir. (…) Kadınlar için tam bir özgürlük elde edilemezse, proletarya tam bir kurtuluşa ulaşamayacaktır.” (Kadın ve Marksizm syf.176) Şüphesiz ki üzerinden yükseldiği Çarlık Rusyası döneminde özelde kadınların genelde toplumun maruz kaldığı sömürü ve yaşamsal
açıdan tarihsel koşullar düşünüldüğünde, 8 saatlik çalışma koşullarından, eşit işe eşit ücret ilkesinin hayata geçirilmesine; kadınların %87’sinin okuma yazma bilmediği bir durumdan hemen her yerde eğitimlerin sağlanmasından, ev içi işlerin kamulaştırılmasına; kürtajın yasal hale getirilmesinden çocukların bakımının toplumsallaştırılmasına kadar bilimden sanata yaşamın hemen her alanında kadınların SSCB’de sadece henüz ilk on yılda sahip olduğu yaşamsal hakların bırakalım fazlası, aynılarına bugünün “en ileri, modern, laik, gelişmiş” olarak atfedilen burjuva toplumlarında aradan koskoca 100 yıl geçmesine karşın sahip olduğu düşünülemez. Uzun tarihsel mücadeleler sonucu elbette kazanılmış haklar var, ancak tam anlamıyla aynı hakların varlığından bahsedemiyoruz. Tam olarak mümkün olacağını da düşünmüyoruz çünkü özel mülkiyet, sermayenin hâkimiyeti, miras, boşanma, evlilik vd. sebepler emperyalistkapitalist sistemde kadınla erkeğin gerçekten eşitliğini imkânsız kılan sebeplerdir. Üretim-bölüşüm yani mülkiyet ilişkileri bağlamında maddi yaşamda eşitlikten bahsedilmediği takdirde hukukun eşitliği yaşadığımız yüzyıl gerçekliğinde yalnızca bir ikiyüzlülük olarak kalacaktır. Sosyalizm ise bu maddi zemini altüst edeceğinden, cinsiyet farkı gözetmeksizin ezilen halkın eşit çıkarlarını sağlayan çözümü bizlere sunmaktadır.
Hatalarımızdan ders çıkaralım, daha ileriyi inşa edelim “Sosyalizmde kadının durumuna en somut ve ileri deneyimin olduğu SSCB’de
yaşam bulan kuramsal çözümlere ve muazzam örneklere kadınların kurtuluş mücadelesini omuzlayanlar olarak hakkını vermeli ve sahip çıkmalıyız. Kadın hareketleri olarak bunu yaparken aynı zamanda bu deneyimlerdeki hata ve eksikliklerimizi de sahiplenmeli açık yüreklilikle ortaya koymalıyız. Yaşanan geriye dönüşlerde, savaş koşullarında Ekim Devrimi sonrası özellikle 1936-1944 kararnamelerinde kadınlara yönelik Sovyetlerdeki “özgün koşullar” ve “önlemler” olarak izah edilmeye çalışılsa da sosyalistler olarak mahkûm edilen-edilmesi gereken uygulamalar, objektif geri adımlar da olmuştur. Kürtajın yasaklanması, bağımsız kadın hareketi çalışmalarının hukuken kısıtlanması, boşanmaların zorlaştırılarak evliliğin ise “resmiyete” zorlanması, anneliğin kutsallaştırılarak doğurganlığın “annelik nişanı” ile ödüllendirilmesi olarak sıralanabilecek bir dizi geri uygulamalara gidilmiştir. Kuşkusuz ki bilimsel sosyalistler bu anlamda gerekli dersleri çıkarmak yolunda önemli adımlar atmışlardır. Bu yüzden “her şey doğruydu ve mükemmeldi” yaklaşımıyla inkâr etmiyoruz. Böyle bir anlayış sergilemediğimiz gibi yanlışhatalı pratiklerden yola çıkarak da sosyalist teoriyi-ideolojiyi-dünya görüşünü hiçe sayan “yanlışlayan” bir toptancı anlayış da sergilemiyoruz. Kadınların kurtuluşu noktasında köklü, sürekli bir itiraz geliştiren ve bunu da içselleştiren bir pratiğin ancak öneminin altını çizmiştir bize Sovyet deneyimi. Bu anlamıyla doğru dersler çıkararak ne sınıf indirgemeci ne de sınıflar üstü bir yaklaşıma girmeden tarihimizden öğreniyoruz ve öğrenmeliyiz.
≫ Aycan Solmaz
ÖNCÜ KADIN
ÖZGÜR DÜNYAYI YARATMA MÜCADELESİNDE ÖLÜMSÜZLEŞENLERİMİZE...
B
uralarda kadın sesi pek duyulmaz. Sesimi alıp buralardan çok uzaklara götürmeni istiyorum" (Soraya'yı Taşlamak filminden) Sesini en ücra köşelerde bırakmış kadınların sesi olma adına yola düşenleri saygıyla selamlıyoruz. Tarih notlarını tutmaya başlayalı beri ezilenlerin tarihi ezenler tarafından yazılır olmuştur. İnkâra dayalı yazılan bu tarihin asıl kahramanları hep bir noktada, baskı altında, kendi yalnızlığında yaşamıştır. Ezenlerin tüm bu baskılarına rağmen bu kahramanların yaktıkları kıvılcımlar hiç ama hiç söndürülememiştir. İşte bugün özgürlüğe giden yolu aydınlatanda o günden bugüne taşınan bir kibrit çöpü kıvılcımıdır. Bu kıvılcımı yakanlar nicelere ulaştı ve hâlâ da devam ediyorlar. Geçen tarihsel mücadelede söz söyleme hakkını elde eden kadınların, kendi kaderlerini tayin etmede de örgütlü, bilinçli ve bir o kadar da anlamlı duruşları devam ediyor. Kadim toprakların bağrına düşen alı-moru kuşanmış kadın savaşçılar muştuluyor zaferi. Deniz ve Lorin yoldaşlar kavganın en derin dehlizlerinde kuşandılar silahlarını ve sürekli sindirilmek
istenen kadının küllerinden yeniden ve yeniden yarattılar yaşamı. Yanı başlarında düşen yoldaşları Cenk ve Savaş ile köhne düzene, onun savunucularına ve bilumum egemen erkin algılarına karşı birlikte savaşarak siper oldular. Lorin ve Deniz yoldaşlar kadının köleleştirilmesi, biat eden, toplumda değer yargıları ve dinci-gerici faşist yönetimlerin buyruğuyla düzene çekilmeye çalışılmasına karşı bilenen öfkemizin kutup yıldızı oldular. Şahin yoldaşın " Kudretli olalım, cüret edelim, daha ileri çıkalım." talimatını ileri bir mevzi konumlanması olarak aldılar ve öyle konumlandılar. Varılmak istenen o özgürlükler dünyasına yürürken kaba bir kahramanlık değildi düşleri. Onlar bilinçli, perspektifleri sağlam, kadının rengini kuşanmış önderdiler, kadındılar. Kadının kurtuluşunun bir bütün toplumun kurtuluşu mücadelesi olduğunun bilinciyle vuruyorlardı her bir hedefi. Aslolan Sosyalist Halk Savaşıyla karşı durmaktır halkın sofrasını talan eyleyenlere, bilinçli bir öfkeyi kuşanarak varılacaktır o anlamlı güne. Onlar komünizm mücadelesinin çetin bir mücadele olduğunu biliyorlardı.
Amansız çatışmalar tarihimizde bedellerin kaçınılmaz olduğunu göstermiştir bize. Düşman fütursuzca saldırıyor ve tüm bu saldırılara karşı durmak devrimci savaşta ısrar etmek dünden daha gereklidir. Yoldaşlarımızın bize bıraktığı siperleri doldurmak ve kadının kurtuluşu ve tüm toplumun kurtuluşu için mücadelenin halayına katılmaktır aslolan. Ve işte o zaman söylenecek yarım kalmış türküler ve işte o zaman çizilecektir özgür dünyanın resmi. Ve işte o zaman sessizlikte büyüyen kadının sesi yankılanacak Munzurlar da ve işte o zaman biz Meral olacağız, Barbara olacağız, Yıldız olacağız, Yeter olacağız, Aycan olacağız, Berna olacağız, Sevda olacağız, Lorin olacağız, Cemile olacağız ve yine Kürdistan'ın kavga yürekli Delali Hülya olacağız. O zaman tutuşacak tüm bozkır bir dansımızla. Kendi gericiliğinde boğulacak yasa yapıcılar, yürekleri kara tüm gericiler. Yoldaşlarımız bizlere aydınlık yolu açtılar. Artık bu tabur durmayacak, gidenlerimiz ardıllarına bıraktılar ve bayrak daha yükseklere çekilecek. Mesajınızı aldık yoldaşlar! Saygıyla anıyoruz!
1-15 Aralık 2017
kadın 11
Halkın Günlüğü
Zafer Sistemleşmiş Şiddete Karşı Örgütlü Kadın Mücadelesindedir! Her yıl yitirdiğimiz yüzlerce kadının tek faili erkek egemen sistem iken ölüm ise yalnızca baba, eş, sevgili, kardeşten değil, dil, zihniyet ve sinmiş ve zulmü kabullenmiş bireylerin varlığından da bir o kadar güç almaktadır. Azınlık bir sınıfın çıkarları için istismarı, sömürüyü, şiddeti normalleştiren, varlığını bunun üzerinden devam ettiren bir sistemin kalıcı olması imkânsızdır. Çünkü zulme karşı isyan meşrudur. İsyanımızın adı Dominik’te Mirabel Kardeşlerken, bugün binlerin sesi olup haykırarak Meralleşiyor, Barbaralaşıyor, Bernalaşıyor ve Mercan’ların, Lorin’lerin, Deniz’lerin sesiyle kadının kurtuluşu mücadelesindeki yerini aynı kararlılık ve direnç ile yeniden alıyor
25
Kasım 1960’da Dominik Cumhuriyeti’nin 31 yıllık Rafael Trujillo diktatörlüğüne karşı ezilenlerin hareketi olan Clandestina Hareketi’ni kuran Mirabel Kardeşler (Patria, Maria ve Minerva) aynı yıl diktatörlük tarafından “Bu ülkede iki tehdit var: Kilise ve Mirabel Kardeşler” denilerek hedef gösterilmiştir. Diktatörlüğün korkusunu büyüten kadınlar ataerkil sistemin temsilcisi olan Trujillo’nun kolluk güçlerine teslim olmazlar. Bunun üzerine Kardeşler, kolluk güçleri tarafından kaçırılır ve tecavüze uğrayarak bir uçurumdan atılırlar. Dönemin burjuva basınında haber araba kazası olarak yer alır. Kardeşlerin kurduğu Clandestina Hareketi 1961 yılında diktatörlüğün son bulmasında önemli bir rol oynar ve Mirabel Kardeşler’in ölümlerinden 29 yıl sonra 25 Kasım “Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü” olarak ilan edilir. 28 yıldır her 25 Kasım’da kadınlar sokaklara çıkarak Mirabel Kardeşleri ve kaybettikleri tüm kadınları anar ve mücadeleye devam etme sözü ile şiarlarını sokaklara taşır. “Kadın Cinayetleri Politiktir!” sloganlarıyla kadınları birlikte mücadele etmeye ve direnmeye çağırırlar. Şiddet yaşadığımız coğrafyada farklı şekillerde vuku bulsa da sonuç kadınlar açısından değişmiyor; yaşam hakkı ihlali! Türkiye/Kuzey Kürdistan özelinde bakıldığında; son 10 yıl içerisinde öldürülen kadın sayısı 2024 iken Ocak 2017’den bu yana 286 kadın öldürülmüştür. Kadın cinayetleri her yıl artarak devam ederken 20 Temmuz 2016’da ilan edilen OHAL’den bu yana kadın cinayetlerinin artmasına sebep olacak yasalar ise meclisten geçirilerek kapitalist toplumsal formasyonun devamlılığının sağlanması için AKP/Erdoğan iktidarına muhalefet eden tüm kesimlere, hak ve özgürlük mücadelesi verenlere olduğu gibi kadınlara da saldırılar artmakta ve bu artış kadının yaşam hakkı ihlali ile sonuçlanmaktadır. Kadın cinsine yönelik gerçekleştirilen saldırılar egemen ideolojiden ve onun yasa koyucularından ve devam ettiricilerinden bağımsız ele alınamaz. Kadınlara yönelik gerçekleştirilen şiddet, baskı ve cinayetler kadınların yaşam alanlarını kuşatmış olmasıyla birlikte farklı pratik sonuçlarla gözlenmektedir. Söz edilen alanlarda şiddet ekonomik, fiziksel ve psikolojik olarak değişiklik gösterse de öz itibari ile aynıdır ve aynı eller tarafından gerçekleştirilmektedir.
İşçi bir kadının ucuz işgücü olarak görülmesi eşdeyişle emeğinin karşılığının verilmemesidir, bu durum tüm işçilerin maruz kaldığı bir hak ihlali olmasına karşın, burada kadının durumu, ikincil bir konuma getirilmesinden kaynaklı işçilerin en ezileni olması vurgusunu arttırmaktadır. İşçi kadınların emeklerinin gasp edilmesinin yanı sıra maruz kaldıkları mobing, istismar ve tacizler ise azımsanmayacak bir orandadır. Bu durum işçi bir kadının çalışma hayatında şiddetin tüm formlarına maruz kaldığının göstergesidir. Kadına yönelik şiddetin yalnızca çalışma alanlarında var olmadığı ise aşikardır. Özel alan (ev içi alan) kadının şiddete maruz kaldığı önemli bir alandır. Kadın özel alanda eşi ve akrabaları tarafından istismara ve fiziksel şiddete maruz kalmakta ve kadın kimliği üzerinden yüklenen “sorumluluklar” kadının bağımlı konuma getirilmesiyle doğru orantılı olarak şiddetin formlarına maruz kalmasına da sebep olmaktadır. Eşdeyişle kadın kamusal alandan ayrılıp özel alana geçtiğinde de devletin ideolojik aygılarından biri olan ailenin şiddeti ile karşı karşıya kalır. Şiddetin yaşam alanlarımızın tümüne sirayet ettiğini söylemek yanlış olmayacağı gibi yaşam alanlarımız içerisinde farklılık gösterse de tek bir kaynaktan beslendiği söylemek de yanlış olmayacaktır. Kadına yönelik şiddetin kaynağı ve devam ettiricisi olan köleci toplumdan kapitalist topluma kadar varlığını sürdüren Ataerkil Sistem’dir. Ataerkil Sistem’in en temel kan taşıyanı ise ezen sınıfın çıkarlarını gözeten Kapitalist Sistem’dir. Öyleyse okulda cinsiyetçi politikaları gelecek nesillere empoze eden egemen ideoloji, fabrikada kadının emeğini çalarak onu yeniden ikinci konuma düşüren patron ve türevleri, özel alanda kadını istismar eden ve aile kurumunu devletin ideolojisine göre konumlandırarak var eden bireylerin, var olan sistemi oluşturan ögeler olduğunu söylemek yanlış değildir. Aile içerisinde erken yaşlarda başlayan kadına yönelik şiddet, eril dil ile perçinlenerek kadının toplumsal alana geçme aşamasında edilgen bir “birey” olarak hazırlanmasına sebep olur. 7 yaşında eğitime başlayan çocuk, kapitalist topluma dahil edilmek için ataerkil söylemlerin ve ekonomik gücü elinde bulunduran burjuva sınıfının çıkarlarını koruyan ideolojinin ve dilin açmazına çaresizce maruz bırakılır. Çocuklar kendilerine dil aracılığı ile aşılanan ataerkil ve
kapitalist ideolojiden habersiz bir şekilde, rekabetçi bir topluma hırslı bireyler olarak hazırlanmaya başlarlar ve eğitim hayatları boyunca maruz kaldıkları ideoloji geleceğin kadınlarına, kaderci bir şekilde şiddeti kabullenen, kadına yönelik şiddetin normalleştirildiği, erkeğin egemenliğinin ve üstünlüğünün olması gereken olduğu öğretilir. Özcesi erkek, beyaz ve heteroseksüel olan iktidar olmaya aday olandır ya da ataerkil ideolojiyi kabul eden, benimseyen ve yaşayan.
Aslolan kadın’ın kurtuluş mücadelesidir Kadına yönelik şiddetin yoğun olarak görüldüğü bir diğer yaşam alanı ise “ev” yani özel alandır. Özel alana giren kadın burada çeşitli rol ve modellerle donatılmıştır. Dışarda işçi olan erkek evde patron olurken, dışarda işçi olan kadın evde işçi olmaya devam etmektedir. Kadın olmanın var olan sistemdeki anlamı 7 gün, 24 saat ve 12 ay ezilmek ve sömürülmek demektir. Çünkü bu sistem öncelikle Kapitalist olsa da yalnızca kapitalist değil aynı zamanda ataerkildir. Bu ise kadınların yaşamları boyunca şiddete maruz kalmaları demektir. Şiddet her zaman gözle görülebilen bir olgu değildir. Milyonlarca kadının şiddete maruz kaldığı bir coğrafya da şiddete karşı sokağa çıkan, dur diyen kadınların sayısının yüzlü rakamlarda olması şiddetle doğru orantılı olarak yansıma bulan sindirilmiş olmaları durumudur. Bu noktada karşımıza çıkan güç erk-egemenliğinin kurumsallaşmış hali olan devlettir. Devletin üstlendiği rol ise kadınların nihai kurtuluşu için mücadele eden kadınların kurumsal bir şekilde istismar edilmesidir. Günümüzde, devlet için suç; 25 Kasım’a ve 8 Mart’a katılmış olmaktır. Kapitalist ve Ataerkil olan sistem köküne dinamit yerleştirerek
kadının özgürlük ve kurtuluşu mücadelesini daha ileri taşıyanların çıplak bedenlerinin teşhir ederek, işkence yaparak, tutsak kadınları tecrit ederek, yaşayabilmek için istismar edene öz savunma ile karşılık veren kadınları müebbet hapis cezaları ile yargılayarak şiddeti meşrulaştırmak istemektedir. Çünkü kadın olmanın bilincini uyandırmak isteyen kadınlar ölümcül birer hastalık taşıyormuş gibi toplumdan uzaklaştırılmakta ve kadınlarla olan temasları engellenmek ve zedelenmek istenmektedir. Oysa her baskı karşıtını doğurur ve kadın mücadelesi baskı, sömürü, şiddet ve istismara karşı her zaman var olacaktır. Her yıl yitirdiğimiz yüzlerce kadının tek faili erkek egemen sistem iken ölüm ise yalnızca baba, eş, sevgili, kardeşten değil, dil, zihniyet ve sinmiş ve zulmü kabullenmiş bireylerin varlığından da bir o kadar güç almaktadır. Azınlık bir sınıfın çıkarları için istismarı, sömürüyü, şiddeti normalleştiren, varlığını bunun üzerinden devam ettiren bir sistemin kalıcı olması imkansızdır. Çünkü zulme karşı isyan meşrudur. İsyanımızın adı Dominik’te Mirabel Kardeşlerken, bugün binlerin sesi olup haykırarak Meralleşiyor, Barbaralaşıyor, Bernalaşıyor ve Mercan’ların, Lorin’lerin, Deniz’lerin sesiyle kadının kurtuluşu mücadelesindeki yerini aynı kararlılık ve direnç ile yeniden alıyor. Gelecek 25 Kasım’ı yittirdiğimiz kadınların isimleriyle değil, zafer çığlıkları ile anmak için tüm kadınları örgütlü kadın mücadelesinde yerini almaya, erkek egemen sınıfın kadına biçtiği rolleri yıkarak kadın mücadelesi saflarını güçlendirmenin direnciyle kadın mücadelesini yükseltmeye, nihai kurtuluşun ve inancın ancak örgütlü kadın mücadelesi ile geleceğine olan inancımızla birlikte kavgaya ve zafere çağırıyoruz. Demokratik Kadın Hareketi
1-15 Aralık 2017
Halkın Günlüğü
Bugünkü savaşımız zaferi kaç Düşman bütün olanaklarıyla saldırıyor, stratejik imha saldırılarıyla kesin sonuçlara ulaşmak istiyor. Teknolojiyi esas alan düşman geçici taktik başarılar elde edebilir, devrime darbeler vurabilir. Ki, bu saldırılarda kayıplarımız artmakta, ödediğimiz bedeller ağırlaşmaktadır da. Mücadelenin ve devrimin bedeller üzerine inşa olacağı bilinmektedir. Düşmanın bugünkü taktik üstünlüğüne karşı, stratejik üstünlüğün bizlerde olduğu unutulmamalıdır. Faşist iktidarın baskı, saldırı ve katliamlara ağırlık vermesinin özel nedeni sarsılan iktidar şartlarıdır ve sarsılan iktidarı ayakta tutarak sürdürme kaygısıdır. Bu iktidar gibi bütün gerici sınıf iktidarları da iç çelişkisi gereği köhnemişliğine gömülüp yıkılmaktan kurtulamayacaktır. Bütün bir halkı katledip kıyımdan geçirerek tüketemez, bir zafer elde etmeleri düşünülemez. Halk kitleleri var oldukça ve sınıflı toplum realitesi devam ettiği sürece, sınıf çelişkileri zemininde sınıf savaşları kaçınılmaz olacaktır. Bugünkü savaşımız işte bu diyalektik içinde vücut bulan ve zaferi kaçınılmaz olan haklı bir savaştır
ir tartışma demiydi ve yoldaş sıralarından bir ses yükseliyordu; net, yalın ve sade itirazla! ‘’Ne demek düşman saldırıyor? Tabi ki saldıracak, çünkü biz devrimciyiz!..’’ İşte mesele bu kadar açık, bu kadar yalın… Bizler devrimci Komünistleriz ve varlık gerekçemize uygun olarak gerici sınıflar devleti ve her türden iktidarına karşı savaşmaktayız. Bundandır ki, düşmanın bizlere saldırması olağan ve sınıf karakteri gereğidir. Biz Komünist devrimciler savaşa başvururken düşmandan medet beklemeden en amansız kavga bilinciyle düşmana meydan okuduk. Sınıf düşmanları olarak bir savaş yürütüyoruz. Sınıf savaşı ve sınıf iktidarı uğruna bir savaş… Bu doğasına uygun olarak da içinde bulunduğumuz savaş acımasızdır, yıkıcıdır, ölümcüldür. Düşman saldırıyor, acımasızca, barbarca saldırıyor. Saldırıyorsa düşmanlığımızı layıkıyla temsil ediyoruz demektir. Bunu geliştirerek savaşın da hakkını vermek, savaşarak savaş kazanmak yolunu benimsemek durumundayız… Uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin sert toprağında nasır tutmuş tarihsel bir düşmanlık zemininde savaşıyoruz düşmanla. Düşmanlığımız sınıfsal niteliğe oturan köklü, derin ve bir o kadar da keskin ve kesindir. Ne ara yol vardır bu düşmanlık zeminindeki çelişkinin çözümünde ne de uzlaşma yolu. Çelişkinin niteliği, çelişkinin zor esasına dayalı çözülmesini şart koşar. Mesele iki temel sınıf olan proletarya ile burjuvazinin iktidar mücadelesidir. Bir sınıfın öteki sınıftan iktidarı alması yalnızca ve yalnızca o sınıfın düşmanı olan sınıfı savaş yoluyla alt edilmesiyle mümkündür. Bundandır ki, uzlaşmazlık zemininde karakterize olan bu iki sınıf arası düşmanlık veya çelişkide, ilke olarak, ekseriyetten, esasen ve son tahlilde şiddetin çözüm metodu olarak kullanılması zorunlu tek yoldur. Her çelişki niteliğine uygun biçim ve yöntemlerle çözüleceğine göre, uzlaşmaz sınıf düşmanlığı çelişkisi de bu niteliğine göre savaş metoduyla çözülür…
B
Tereddütlü her düşünceye, karamsar ve şartlara teslim olan her yaklaşıma, tasfiyeci pasifist her çizgi ve teslimiyetçi anlayışa karşı bu uzlaşmaz sınıf düşmanlığı ve çelişkisinin doğru okunması kadar, hatırlanması da ihtiyaçtır. Bu çelişkinin niteliği ve bu niteliğe uygun çözüm metodu unutulup her hangi bir vesileyle silikleştirilirse burjuva ideolojik eğilimlere savrulmak kaçınılmaz olur. Aynı biçimde net devrimci duruşun temsil edilmesi ve mücadelenin gereklerine uygun ideolojik-siyasi-örgütsel/askeri pozisyon almak da bu sınıf düşmanlığı ve çelişkisini doğru tarif etmekle mümkün ya da alakalıdır. Sınıflar çatışmasının keskinleştiği ya da faşist saldırıların barbar boyutlarda ağırlaştığı koşullarda, bir taraftan devrim özsel refleksiyle sertleşirken, diğer taraftan sağ teslimiyetçi pasifist eğilimlerin boy verip gelişmesi de gündeme gelir. Sınıflar mücadelesi seyrinde
genel bir durum olarak yaşanan özü tasfiyeci düzen içi reformist eğilimler, bahsini ettiğimiz bu ağır koşullarda daha da güçlenerek hortlarlar. Bu diyalektik bir gerçektir yadsınamaz. Yadsınamaz ama mücadeleyle karşı konulmasından geri durulamaz. Bahsini ettiğimiz eğilimler teorik çizgi formülasyonları biçiminde gündeme gelebileceği gibi, sosyal pratikte de vuku bulurlar ki, bunlar zımni bir çizgiye denk gelirler. Ülkede tasfiyeci ve reformist çizgilerden bahsetmek hepten mümkün ve bunlar burjuva liberal kulvarda gelişip giderek düzen içi burjuva liberalizmi ve sivil toplumcu anlayışlarla birleşmektedirler. Bizlerin bu masada eli sağlamdır esasta. Fakat sosyal pratik dediğimiz alanda ciddi sorun ve eksikliklerden bahsedebiliriz.
Bedel ödenmeden mücadele geliştirilemez! Daha açıklayıcı ifade edersek; teorik söylem, savunu ve çizgimizde esasta sorun yok. Bu zeminde devrimci zemindeyiz. Bütün çalışma ve çalışma alanları dikkate alındığında aynı şeyi, yani anlayış ve duruştaki zayıflık veya pasifist tutumu her alan için iddia edemeyiz. Ancak aynı şeyi her çalışma alanı için söyleyemeyiz. Bazı alanlarda açık faşizm uygulamaları ve OHAL-KHK’lar yönetimiyle pervasızlaştırılan ağır faşist baskıların faaliyet ve çalışmalarımızı sınırlayarak daralttığını söyleyebiliriz. Kuşkusuz ki, ağır faşist baskı koşullarını yok saymak
Perspektif
çınılmaz olan haklı bir savaştır! dışında tasavvur edilemez. Elbette karşı-devrimin azgın saldırıları karşısında kendimizi korumayı bilmeli, bunu anılan belli dönemlerde taktik siyasetler biçiminde yürütmeliyiz. Ancak bu siyasetimiz mutlak biçimde bedelsiz bir süreç olarak tarif edilemez, algılanamaz. Kendimizi korumayı başarmalı ama buna koşut mücadele görevlerini yerine getirmeyi de başarmalıyız. Mücadeleyi tamamen veya esasta durduran bir koruma siyaseti yoktur, olamaz da. O halde buna denk gelen algı, pratik ve tutum hatalıdır. Doğru siyasetlerin kişisel eğilim ve zaaflarımıza payanda edilmesi ise kabul edilemez. Yoldaşlarımız can bedeli savaşıp toprağa düşerken, bizlerin hapse düşmeyi göze almayan bir sağlamcılıkla devrimcilik yapmayı ya da bedelsiz bir mücadele hayal etmemiz düşünülemez.
gerçekçi olmaz. Bu baskıların faaliyetlere yansıması bir yere kadar anlaşılırdır. Ancak bir yerden sonra bu baskılara rağmen bedeller pahasına mücadele görevlerini omuzlamak zorunludur. Tam da bu noktada, ‘’düşman tabi ki saldıracak; çünkü biz devrimciyiz!’’ diyen yoldaşların, faşizme karşı omuz omuza diyen kitlelerin sesini ‘’duymak’’ gereklidir. Devrimci mücadelenin bedelsiz yürütülemeyeceği ve mücadelenin bedel ödemeden geliştirilemeyeceği kabul gören genel doğrudur. Aynı biçimde hiçbir siyaset de bedelsiz yürütülmez. Çünkü bizler silahlı düşmanla savaşmaktayız, tepeden tırnağa militarist bir devletle, faşist bir iktidarla mücadele etmekteyiz. Siyasetimiz de bu zeminde biçimlenmekte ya da yürütülmektedir. Siyaset ve mücadelemiz ideolojik mücadele değildir. Burjuvazinin kendi arasındaki kavgalara ve bu kavgaların gerici çıkarlara endeksli pazarlıklar ve diplomasilerle yürütülen siyasete ve kavgalara hiç benzemez. Tamamen uzlaşmaz sınıf düşmanlığı ve çelişkileri zemininde mücadele etmekte, siyaset yürütmekteyiz. Bu mücadele, kavga ve siyasetimiz tabiatıyla bedeller pahasına yürütülebilir, geliştirilerek ilerletilebilir. Bundandır ki, kavga etmeden kavgayı, savaşmadan savaşı kazanamayız demekteyiz. Mutlak bedelsiz, kayıpsız, acısız ve ölümsüz bir mücadele yürütülemeyeceği gibi, hiçbir siyasetimiz de mutlak biçimde bedellerden muaf tutulamaz, bedeller
Bedel ödemeyi göze almayan bir mücadele ve siyaset ne başarılı olabilir ne de yürütülüp geliştirilebilir. Bedel ödemeden mücadele yürütülüp geliştirilemez. Kavgaya girmeden kavganın geleceği hakkında fikir yürütülemez. Savaşa girmeden savaş kazanılamaz. Bütün bunlar bedel ödemeyi göze almayı gerektiren süreçlerdir. Ki, son aylarda verdiğimiz kayıplar da bunu tanıtlamaktadır. Ölümsüzleşen yoldaşlarımız bu serüveni yazmaktadır… Savaş ve mücadele konusunda ne kadar ahkâm kesilirse kesilsin, bizzat savaş ve mücadele pratiği verilmeden veya bu pratiğe girilmeden gerçekte bir yol ilerlenemez, savaş namına haklı bir söz söylenemez. Dahası, Şahin yoldaşın ‘’Kudretli olalım, cüret edelim, ileri çıkalım!’’ direktiflerinin arkasında durmamış, o direktifleri boşa çıkarmış olunur… Eksikliklerimize dönük öz-eleştirel yaklaşımımız belli bir gerçeği ifade etmektedir. Ancak bu eleştirel yaklaşımdan hareketle partimizin bütün faaliyet ve çalışmaları olumsuz olarak değerlendirilemez. Savaş siperlerinde can bedeli kavga yürüten yoldaşlarımızın en zorlu şartlarda gösterdiği mücadele kararlılığı hiçbir gerekçeyle karartılamaz olumluluktur. Yine çeşitli alanlarda savaşı geliştirme perspektifiyle görevler yürüten, bedeller ödeyen yoldaşlarımızın emek ve çabaları, partimizin yürüttüğü çalışma ve planlamalar küçümsenemez olumluluklardır. Ne var ki, ne hep olumluluk ne de hep olumsuzluk vardır. İkisi de bir arada bulunmaktadır. Başarılı savaş, emek ve fedakârlıklarla örülen kararlı mücadele pratiği gibi, devrimci dinamizmini yitirip pasifizmin kulaçlarına düşen çalışmalarımız da vardır. Açık faşizm ağır baskıları altında gerileyerek bedel ödemeyi göze almaktan sakınan belli bir eğilim ve eksikliğimiz mevcuttur. Ve bu durumun aşılması elzemdir.
Kurtuluş ve özgürlüğe varmanın yolu savaşmaktan geçer Kırılma pahasına, en ağır bedel ve kayıplar vermemize karşın, savaşmak ve savaşı geliştirmek zorundayız. Kurtuluş ve özgürlüğe varmanın yolu buradan geçer. Dahası gerici hâkim sınıflar devleti ve faşist iktidarları bunu dayatıp zorunlu kılmaktadır.
Özellikle günümüz şartlarında faşist devlet ve iktidara karşı silahlı savaş yürütmek çok daha kaçınılmaz, çok daha haklı, çok daha anlaşılır ve güçlü gerekçelere sahiptir. Gazetecilik ve haber yapmanın ağır para ve hapis cezalarına mal olduğu, eleştiride bulunup hak talep etmenin şiddete maruz kalıp hapse atılmaya yeterli sebep olduğu, ‘’makul şüphe’’nin tutuklanmaya yani canım istediğinde keyfi biçimde istediğimiz tutuklarımın yasallaştığı, şiirin bomba, heykelin ucube, gazetecinin, belediye başkanı ve milletvekilinin terörist ilan edilip tutuklandığı, kısacası insanın insanlığıyla övündüğü her değerinin suç sayılarak insanın yargılanmasına neden teşkil ettiği günümüzün siyasi (keyfiyetçi faşist) şartları faşizmin hoyrat baskı boyutlarını ifade etmek için yeterlidir. Ancak bu şartlara rağmen savaşmaktan başka bir çare, bu şartları değiştirmek için mücadeleden başka bir yol yoktur. Evet, şartlar son derece ağır ve ciddi bedeller ödemeyi gerektirecek cinsten faşisttir. Bu şartlar gerilemenin değil, devrimci savaşa yüklenerek devrimi geliştirmenin sağlam gerekçeleridir. Devrimci savaş bu kadar meşru, gerekli ve elzemdir. Düşman bütün olanaklarıyla saldırıyor, stratejik imha saldırılarıyla kesin sonuçlara ulaşmak istiyor. Teknolojiyi esas alan düşman geçici taktik başarılar elde edebilir, devrime darbeler vurabilir. Ki, bu saldırılarda kayıplarımız artmakta, ödediğimiz bedeller ağırlaşmaktadır da. Mücadelenin ve devrimin bedeller üzerine inşa olacağı bilinmektedir. Düşmanın bugün ki taktik üstünlüğüne karşı, stratejik üstünlüğün bizlerde olduğu unutulmamalıdır. Faşist iktidarın baskı, saldırı ve katliamlara ağırlık vermesinin özel nedeni sarsılan iktidar şartlarıdır ve sarsılan iktidarı ayakta tutarak sürdürme kaygısıdır. Bu iktidar gibi bütün gerici sınıf iktidarları da iç çelişkisi gereği köhnemişliğine gömülüp yıkılmaktan kurtulmayacaktır. Bütün bir halkı katledip kıyımdan geçirerek tüketemez, bir zafer elde etmeleri düşünülemez. Halk kitleleri var oldukça ve sınıflı toplum realitesi devam ettiği sürece, sınıf çelişkileri zemininde sınıf savaşları kaçınılmaz olacaktır. Bugünkü savaşımız işte bu diyalektik içinde vücut bulan ve zaferi kaçınılmaz olan haklı bir savaştır. Kaçınılmaz olan bu savaşların getireceği kaçınılmazlık ise gerici sınıfların tarihin karanlığına gömülmesi olacaktır. Kazanan proletarya ve halk kitleleri olacaktır. Yeter ki, sınıflar mücadelesinin yasalarına uygun hareket edip devrimci sınıf savaşının görevlerini pratikte sahiplenerek yerine getirelim... O halde düşen yoldaşlarımızın anısını yaşatmak ve onları layıkıyla anmak için, savaş ve mücadelelerini zafere taşımak için, düştükleri yerde dikilmek, inatla düşmanın karşısına çıkmak durumundayız. Düşmanın karşısına dikilmeden ve düşmanla yüzleşmeden ne savaş yürütülebilir, ne de düşman yenilebilir. Görev her alanda devrimci mücadele ve savaşı yükseltmektir. Bunun için her türlü tembellikten, ruhsuzluktan ve pasifizmden kurtularak cüret ederek bedel ödemek şarttır.
14 güncel analiz
1-15 Aralık 2017
Halkın Günlüğü
Saçılan ‘’Pislikler’’ Ve Mevcut İtiraflar Öncü Depremdir! Buram buram kirlilik, pislik ve çürümüşlük kokmakta; devasa rüşvetler, gayri meşruyasa dışı ticaret, aynı zeminde para ve altın kaçakçılığından kişisel rant devşirme, devlet bürokrasisinin haksız kazanç veya rüşvet için manivela edilmesi, bakanlık ve iktidar olanaklarının kişisel menfaat için basamak yapılması gibi suçlarla, kapağı açılan bu kokuşmuş bataklık sadece ve sadece taşan kısmıyla deşifre edilmiş oldu. Bu çürümüşlüğün burjuva düzen ve sistemin kopmaz parçası ve ürünü olduğu bizler için bilinmez değildir, dolayısıyla bir sürpriz de değildir. Rüşvet, dolandırıcılık, hırsızlık ve çapulun, emek hırsızı gerici sınıf burjuva düzen ve sistemlerinin ayyuka çıkmış bir gerçeği olduğu inkâr edilemez. Kâhin olmaya gerek yok ki, Erdoğan’dan bakanlarına kadar bu güruhun, ailesinden ‘’dava ve yol arkadaşlarına’’ kadar bütün etraf-aile eşrafının hırsızlık, yolsuzluk, yasa dışı ticaret, sömürü-talan ve devlet-iktidar olanaklarını kişisel menfaatleri için kullanarak semirdiler
B
urjuvazi fena şekilde kapışmış durumdadır. Ki bu kez emperyalist güç ve ülkeler de işin içinde olduğundan durum Erdoğan iktidarı açısından daha da vahimdir. Burjuva klikler arası çatışması keskinleşirken, bu klikler emperyalist güçlerden bağımsız olmadığı için ve aynı zamanda ABD emperyalizmi partner değiştirmeye karar verdiği için emperyalist ülkeler de bu çatışmada etkin olarak yer almakta, çatışmanın niteliği iktidarın el değiştirmesine doğru ilerlemektedir. Gündemde, Sarraf davası olarak bilinen Halk Bankası ile birçok bankanın ve Erdoğan’dan eski-yeni bakanlarına kadar siyasi ekibinin içinde olduğu, hatta ailesinin de dâhil olduğu ABD’deki yargılama süreci, bu dava muhtevasına paralellik gösteren Erdoğan ailesi ve ekibi tarafından naylon şirketlerin kurulup para transferinin buralara yapılması ve vergi kaçakçılığının yapılması veya kara paranın aklanması gibi suçlar ihtiva eden Kılıçdaroğlu’uun açıkladığı ve açıklayacağı belge veya suç delilleri gibi sıcak konular revaçta. Erdoğan bu gelişmeler karşısında dizleri titremesine karşın gürleyerek çevresine moral vermeye ve emrindeki kurumları devreye sokarak kendisini, ailesini, iktidarını temize çıkarmaya çalışıyor. Bildik ezberle, ‘’sahtedir, yalandır, şerefsizdir…’’ demekten başka bir şey demiyor esasta. Aslında ilk sinyalleri aldığında gündemi karambola götürmek için Partisine dönük çarpıcı açıklamalar yaptı fakat
Kılıçdaroğlu atak yaparak durumu tersyüz etti. Erdoğan, partisine dönük açıklamalarında, kendisinin adının kullanılarak işler yapıldığını, bürokratik oligarşinin canlandırıldığı minvalinde şeyler söyleyerek, buna müsaade etmeyeceğini kararlı biçimde ifade ediyordu. Tam da bu konuşmalarında önemli bir itirafta bulundu. ‘’Benim doğrudan talimatım olmadan kimseye itibar etmeyin, bey efendi böyle istiyor diyenlere inanmayın benden haber gelmeden kimseye ’torpil yapmayın, ihale vermeyin, iş-görev-yetki vermeyin’ ‘’ demeye getirerek alenen kendisi tarafından hukuksuzca torpil yapıldığını, kendisinin imtiyaz ve haksız mevkiler verdiğini vb vs kabul etmiş oldu. Bu itirafına karşın yapılan para transferlerini, alınan rüşvetleri vb vs yalanlayarak kabul etmemektedir. Oysa kendisi, kendisi söylediği takdirde birilerine ayrıcalık ve imtiyaz tanınmasını vb vs açıkça söylüyor. Daha da ‘’ilginç’’ olan şu; adlarının önünde bir yığın unvan takarak kamuoyunun karşısına Dr. Prof. Dç, Akademisyen, yazar, gazeteci vb vs sıfatlarıyla çıkıp konuşan mürekkep yalamış cahiller-yarı cahil takımı, bunlara tetikçi demek daha doğru. Bunlara kafasını taşımayanlar demek daha isabetli. Çünkü Erdoğan söylemeden her şeye karşı çıkarlar ama Erdoğan söylediğinde akıllarına gelir ve keskin biçimde ve utanmadan savunurlar. Böyle kişilik yoksunu unvanlılar bir hayli var… Ve bunlar
entelektüel laflar ve unvanlarla donattıkları şahsiyetleriyle televizyonlarda ahkâm keserken, Erdoğan’ın bu itirafını dikkate almak bir yana gözden ıramak için her türlü çabayı sergilemektedirler. Bunlar Sarraf davasında ifşa edilen gerçekler karşısında da, Kılıçdaroğlu’nun açıkladığı ve hatta daha açıklamayıp açıklayacağı belgeler hakkında da sahte demekten geri durmamaktadırlar. Ne zaman ve nasıl inceledi iseler, muhtemeldir ki, Erdoğan ‘’böyle söyleyin’’ demiştir ve onlar da tetikçilik ve satılmış kişilik-kafa olma görevi icra etmektedirler. Kılıçdaroğlu Erdoğan’ın oğlundan, eniştesine, ondan dünürüne kadar bilcümle aile ve akrabasının ismini açıklamak suretiyle ve kurulan şirketin adı ile nerede kurulduğuna, ne kadar par gönderildiğine ve kimler tarafından gönderildiğini banka koçanları gibi belgeleri göstererek açıkladı. Bunun vergi kaçakçılığı, vergi kaçırma veya vergi ödememe suçlarını kapsadığı açıklandı ve öyledir de. Yalan ve sahtedir korosu yine iş başına geçti. Fakat panik o kadar büyüktü ki, biri sahtedir derken, öteki gönderilen para değil, gelen paradır, diğeri para göndermek suç değildir ki, bir başkası (ama Erdoğan dâhil hepsi AKP’li bakan veya vekil vb) şirket yurt içinde de yurt dışında da kurulabilir vb vs diyerek kendilerini ele verip rüsva oldular, gerçekler karşısında bocalayıp iyice battılar. Elbette, küfürler,
1-15 Aralık 2017
Halkın Günlüğü
hakaretler, dava açmalar da eksik olmadı. Kendilerine en güvendikleri şey, belgelerin mahkemeye verilmesi ve suç duyurusunda bulunulmasıydı. Ki, mahkemeler Erdoğan’ın emir eri olduğu için buralarda gerekli kararlar çıkararak kendilerini aklamayı tasavvur etmektedirler. Ankara cumhuriyet başsavcısının bir soruşturma açtığı anlaşılmaktadır ki, gecikmeden Kılıçdaroğulu’ndan belgeleri istedi.
Mevcut çatışma klikler arası bir çatışma olup keskinleşerek derinleşecektir Buna karşın, CHP sözcüleri ve Kılıçdaroğlu yeni belgeler açıklayacağım, kanıtlayacağım tarzında açıklamalar yaparak meseleyi canlı tutmaya ve Erdoğan’ı sıkıştırmaya, hatta kabus görmeye devam etmektedir. Kısacası, bu çatışma klikler arası bir çatışma olup iktidarın el değiştirmesi zemininde geliştiği için keskinleşecek, uzayacak, derinleşecektir. Daha çok kirli çamaşır sergilenecek, daha çok pis koku çevreye yayılacaktır. Anlaşılıyor ki, Erdoğan ve iktidarı önümüzdeki seçimlere kadar epey hırpalanacak seçimleri kaybetmesi sağlanacaktır. Uluslar arası alandaki ilişki ve duruma bakıldığında, yapılan yargılamaların muhtevası ve yaratacağı sonuçlara bakıldığında, içerde oluşan atmosfer ve havada uçuşan belgelere bakıldığında Erdoğan’ın beli kırılıp ‘’dik duruşu’’ diz çökme pozisyonuna getirilecektir. Kılıçdaroğlu öncü depremle ‘’salladı’’ Erdoğan’ı, depremin kendisi de artçıları da yaklaşık sarsıntılar olacaktır. Fakat her sarsıntı binada hasara, çatlağa, tahribata yol açmaktadır. Seçimlere kadar işleyen süreç, hem Sarraf davası kapsamı ve hem de CHP’nin açıkladığıaçıklayacağı belgelerle Erdoğan ve iktidarının hırpalanmasını sağlama biçiminde ele alınmaktadır. Ve bu süreç başlamış olup hızlanarak ilerlemektedir… İsterdik ki, devrimci halk güçleri ve mücadeleleri Erdoğan ve bilumum burjuva sınıf iktidarlarına son vermesiydi, ama mevcut durumda bu uzak bir olasılık. Ancak burjuvazinin kendi arasındaki çatışma da halk ve devrim lehinedir. Burjuvazi ne kadar zayıflarsa halk için, devrim için o kadar iyidir. Şimdi burjuvazi fena halde kapışmış, birbirini teşhir etmektedir. Aralarındaki klik çatışmaları yaşamaktadırlar, bunda taraf değiliz, ancak burjuvazinin birbirine girmesinden memnunuz. İster Kılıçdaroğlu’nun açıkladığı ve açıklayacağı belgeler olsun isterse Sarraf davasında dönen para ve rüşvetler vb olsun bütün bunlar AKP’nin sadece küçük bir yüzüdür ki, o yüz daha kirli, karanlık ve kanlıdır. Dolayısıyla halk kitleleri ödediği vergilerin kimlerin cebine gittiğini, özellikle de camilerde toplanan paraların sahipleri paralarının nereye gittiğini, nasıl ve kimler tarafından kullanıldığını görerek Erdoğan ve iktidarına karşı ayaklanmalı, hesap sormalı, mücadele etmelidir… Rıza Sarraf itirafçı olmaya karar verdi. Onun adını taşıyan dava aylardır tartışıldı, ABD ile Erdoğan iktidarı arasında pazarlıklar yapıldı, diplomasi yürütüldü, şantaj ve komplolar yapıldı. Fakat uzlaşma sağlanıp anlaşmaya varılamadı. İpler koptu. Sarraf sanıklıktan tanıklığa ‘’terfi’’ etti. İplerin kopmasını Sarraf’ın
tanık pozisyonuna geçmesi de doğrulamaktadır. Sarraf itirafçı olarak verdiği ifadelerin şimdiki bölümüne kadar Halk Bankası ve Bankalarla, Zafer Çağlayan ve bilindik bakanlarla, şimdinin enerji bakanı Erdoğan’ın eniştesi Berat Albayrak’a kadar dönen rüşvet çarkı, para ve altın transferleri, yasadışı işlemler vb vs ortaya döküldü, dökülmeye devam edecektir. Bunlar daha öncü depremler demek mümkün. Zira Sarraf konuşmaya devam etmekte, mahkeme ve ifade süreci sürmektedir. Daha büyük skandalların gündeme geleceği ve kirli çamaşırın orta yere serileceği muhakkakken, bu sürecin ekonomik ve siyasi sonuçlarının olacağı da bir sır değildir. Taşlar yerinden oynuyor, oynayacak. Buram buram kirlilik, pislik ve çürümüşlük kokmakta; devasa rüşvetler, gayri meşru-yasa dışı ticaret, aynı zeminde para ve altın kaçakçılığından kişisel rant devşirme, devlet bürokrasisinin haksız kazanç veya rüşvet için manivela edilmesi, bakanlık ve iktidar olanaklarının kişisel menfaat için basamak yapılması gibi suçlarla, kapağı açılan bu kokuşmuş bataklık sadece ve sadece taşan kısmıyla deşifre edilmiş oldu. Bu çürümüşlüğün burjuva düzen ve sistemin kopmaz parçası ve ürünü olduğu bizler için bilinmez değildir, dolayısıyla bir sürpriz de değildir. Rüşvet, dolandırıcılık, hırsızlık ve çapulun, emek hırsızı gerici sınıf burjuva düzen ve sistemlerinin ayyuka çıkmış bir gerçeği olduğu inkâr edilemez. Kâhin olmaya gerek yok ki, Erdoğan’dan bakanlarına kadar bu güruhun, ailesinden ‘’dava ve yol arkadaşlarına’’ kadar bütün etraf-aile eşrafının hırsızlık, yolsuzluk, yasa dışı ticaret, sömürü-talan ve devlet-iktidar olanaklarını kişisel menfaatleri için kullanarak semirdiler. İktidarlarının da karakteri ve niteliği bundan başka bir şey değildir… Suça batan, defalarca suçüstü olan Erdoğan ve iktidarı ister hileyle, ister iktidar zoru ve devlet olanaklarıyla ve isterse de pişkin burjuva siyaset yeteneğiyle her defasında işin
güncel analiz 15 içinden sıyırmayı, en azından az yara almayı başararak sıyırmayı başardı. Lakin bu defa işler o kadar kolay değil. ABD’nin Erdoğan’ı ‘’gözden çıkardığı’’ söylenebilir. Sarraf davasındaki mevcut gelişme eğilimi bunu gösteriyor. Erdoğan ve iktidarı için ABD ile ilişkileri koparma kolay olmamakla birlikte, Erdoğan tarafından tercih edilmese de, ABD Erdoğan iktidarıyla birlikte çalışmayacağını tek taraflı olarak kararlaştırmış durumdadır. Bu noktadan sonra Erdoğan’ın yapabileceği tek şey bu durumu kabul ederek anti-ABD’ci, hatta antiemperyalist demagoji ve kuru kabadayılık pozlarıyla milliyetçi zemini basamak edinip pozisyonunu güçlendirmeye çalışmak, ABD tarafından tasfiye edilmesine karşı manipüle ettiği kitle desteği ile direnç oluşturmaktır. ABD ile Erdoğan iktidarı arasında iplerin ABD tercihiyle kopması Erdoğan iktidarı için çanların çaldığına işarettir. Ki, Erdoğan durumu fark ettiğinden dolayı, ‘’Sarraf ne konuşursa konuşsun hiçbir değeri yoktur’’ umursamaz poz keserek, hem ABD’den umudunu kesip Rusya-Avrasya eğiliminde kesin karar kıldığını yansıtıyor ve hem de Sarraf davası ve ABD eksenli aczini ya da çaresizliğini yansıtmış oluyor.
Erdoğan/AKP iktidarının çöküşü kaçınılmazdır Bir şeyin altını çizmek gerekir ki, Erdoğan her ittifakı, her ortağı, her birlikte çalışanıyla istisnasız olarak sorunlu biçimde kopuş yaşadı ve bu kopuşların ya da ilişkilerin hemen hepsinde Erdoğan zarar gördü ama enteresandır ki, Erdoğan ‘’zeytinyağı’’ olmayı da iktidar gücü sayesinde sağlayarak üstte kalabiliyor. Örneğin, Gülen Cemaaeti ile ittifak, hatta koalisyon ortakları oldukları halde(ki, paralel devlet tanımlamasında bulunurken ve ne istediler de vermedik vb vs derken bu ortaklığı kast ediyorlar), şimdi CHP’yi ‘’FETÖ’ cülükle suçlamakta, kendilerini dışta tutarak CHP’yi ‘’FETÖ’’ ile ilişkilerinden dolayı suçlamaktadırlar. Bu büyük bir beceridir, ‘’FETÖ’’ ile ortaklıkları fena halde bozuldu ve
darbeye kadar gitti bu kopuş. Esat ile aile tatillerine uzanan kardeşlik büyük kopuşla düşmanlığa dönüştü. Melih Gökçekle kardeşlik Melih’in kovulmasıyla kopuş yaşadı. Davutoğlu ile ortaklı başbakanlığa terfi edilecek düzeyde ileriydi fakat bir hademe gibi görevden alınarak keskin kopuşla sonuçlandı bu ortaklık. Gül ile Arınç ile ve daha birçok AKP kadrosuyla aynı akıbet yaşandı. ABD ve Turamp ile kardeşlik, stratejik ortaklıktan kendisi kovulma pozisyonuna düştü. Avrupa veya batı dünyasında konuşamaz duruma geldi, amiyane değimle dünyadan tecrit oldu. Uçağını düşürdüğü Rusya’ya sarılmakta, Mavi Marmara baskını sonrası One münit dediği İsrail’e sarılmakta çareyi buldu şimdilik. Lakin Abbas yolcu... Bu kadar suça bulaşıp deşifre olan bir iktidarın-bir Erdoğan’ın daha fazla saltanat ve hâkimiyetini sürdürmesi son derece zordur. Sarraf itirafları karşısında da kalması zordur. Kılıçdaroğlu’nun açıkladığı ve açıklayacağı belgelerden sonra da kalması zordur. Ama illa da ABD’nin ve AB ülkelerinin ‘’istenmeyen adam’’ misali ya da güvenilir olmayan biri tarifiyle sergiledikleri tavırla Erdoğan ve iktidarının kalmayacağı çok daha güçlü ihtimaldir. Kuşkusuz ki, Erdoğan boş durmayarak binerce hile ve entrikaya başvuracak, her türlü yol-yöntemi devreye sokacak ve hatta başvurmayacak bir şey bırakmayacaktır iktidarda kalmak için. Hatta iktidarda kalmak ile kalmamayı siyasi yaşamdan öteye bir güvenlik sorunu olarak algılamakta, görmektedir. Dolayısıyla bütün iktidar ve devlet olanaklarını da kullanmak suretiyle iktidarda kalmaya çalışacaktır. Ne ki, her şey Erdoğan’ın iradesi ve çabasına bağlı değildir, onun iradesi dışında bir gerçek vardır ki, bu gerçek her şeye karşın tesir gösterecektir. Gerçek inatçıdır. Onu her zaman değiştiremezsiniz, özellikle şartlar gerçek lehine olgunlaşmış ise gerçek karşısında yenilmekten kurtulamazsınız. Erdoğan’ın da iktidarının da kaderi budur, önümüzdeki seçimlere kadardır.
16 analiz haber
1-15 Aralık 2017
Halkın Günlüğü
a f i t s İ in n ’ i r i r Ha ve ı s a m Açıkla Hariri’nin istifa açıklamasıyla, Lübnan’da doğacak olası siyasaliktisadi sonuçlar ele alındığında, bu planın, ABD-İsrail-Suudi denkleminde, Arabistan’da hazırlandığı ortaya çıkmaktadır. Çünkü planın sonuca ulaşması, Suud rejiminin ve İsrail’in, Lübnan Hizbullah’ı ve Şii akımlara karşı yeni bazı siyasal-askeri adımları atmasının yolunu açması anlamına gelmektedir. Kuşkusuz bu adım, sadece Lübnan’da değil, bölgede de Şii-Sünni kamplaşmasını derinleştirecektir. Zaten amaç budur. Bu etnik-dini çatışma üzerinden, İran’ı geriletmek, Hizbullah’ı zayıflatmak ve açılan alandan, Suud, BAE gibi gerici İslamcı çizgiyi esas alan bölgesel ülkeler üzerinden, ABD-İsrail bölgesel stratejisini uygulamaktır
Ortadoğu’da Derinleşen Gerici Çatışmalar L
übnan Başbakanı Saad Hariri, Suudi Arabistan’da, Lübnan başbakanlık görevini, Riyad’da katıldığı bir canlı yayında açıkladı. “Suudi Arabistan’da rehin tutuluyor”, “istifa Arabistan üzerinden bazı güçlerin dayatmasıdır” tartışmaları ekseninde, 17 gün sonra Lübnan’a dönen Hariri, Lübnan Cumhurbaşkanı Michel Aoun’a istifasını sunduktan sonra, Aoun’un diyalog kanallarını önererek beklemesi gerektiği tavrını dikkate alarak şimdilik istifasını dondurduğunu açıklasa da, Hariri’nin istifa süreciyle gündeme gelen süreç, Suudi Arabistan-İsrail, ABD ve bölge politikaları, İran- Lübnan Hizbullah’ı, Suudi Arabistan-Lübnan ilişkileri ve bütün bu karmaşık çelişkiler içinde Lübnan iç siyaseti açısından var olan derin çatışmaları hafifletmemiştir. Hariri’nin istifa açıklaması ve bu açıklama sürecinde, Suudi Arabistan Kralı Salman Bin Abdulaziz, Birleşik Arap Emirlikleri, Fransa, Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ve Güney Kıbrıs Rum kesimiyle direk temaslar kurması, istifasının arka planında, ABD başta olmak üzere, İsrail, Arabistan’ın bölge siyaseti ve bu siyasette Hariri’ye verilen rolün olduğunu ortaya koymaktadır. Lübnan Başbakanı’nın, Lübnan hukuksal sürecini işletmeden, el acele bir şekilde, Suudi Arabistan’da istifasını açıklaması, bu istifanın
nedenlerini Arabistan ve Arabistan üzerinden bölge siyasetini yönlendiren emperyalist ve bölgesel güçler üzerinden aranması gerektiği sonucunu doğurmaktadır. Hariri’nin, açıkladığı istifa nedenleri de, aynı durumu deşifre etmektedir. Lübnan ve diğer bazı Arap ülkelerinin dış müdahalelerinden kaynaklı, Arap ülkelerinin girdikleri kritik süreçleri Lübnan özgülünde dillendiren Hariri, ABD emperyalizminin ve Suudi rejiminin, somut olarak Yemen, Bahreyn, Suriye ve Lübnan’a dayattıkları gerici savaşlara değinmeden, İran’ı ve Hizbullahı hedef alması, gerici güçlerin bölgesel çatışmalarında, Suudi Arabistan’ın (İsrail- ABD patentinde) İran’a karşı yeni bir savaş ve saldırı zemini hazırlaması olarak anlaşılmalıdır. Yani Saad Hariri’nin istifa bildirisinde İran rejimi ve Lübnan Hizbullah hareketi için ortaya attığı iddialar ve önünü açmaya çalıştığı siyasalaskeri süreç, özellikle ABD Başkanı Donald Trump’un, Arabistan Ziyareti ardından, Suud rejiminin siyasal tutumlarıyla örtüşmektedir. Lübnan içinde, Lübnan Hizbullah’ını ayrı bir devlet olarak tanımlayan Hariri, Lübnan’da tüm siyasi grupların üzerinde varılan mutabıklık sonucu Başbakan seçildiğini, o günden beri Lübnan’da, siyasal dengeler bakımından Saad Hariri’nin MUSTAKBİL partisi ile Hizbullah
arasında özel bir çatışmalı sürecin yaşanmadığını ve Lübnan’daki şartların Hariri’nin başbakan seçildiği dönem gibi olduğunu bilinçli olarak karartmaktadır. Bugün değişen bölge dengeleridir. Ve bölgedeki savaş aktörleri, değişen bölge dengelerine göre, her ülke içindeki güçlerini harekete geçirmektedirler. Üretilen gerekçeler de, bu zemindedir.
Arabistan-İsrail yakınlaşması, ABD’nin bölge denklemindeki bir hamlesidir! Hariri’nin MUSTAKBİL partisi ve Hariri’yi Başbakan yapan Lübnan’ın iç dengeleri açısından çok farklı değişimler olmasa da bölgesel dengeler açısından birçok değişimin yaşandığı bir süreç yaşanmaktadır. Özellikle Suriye’de, Rusya ve İran’ın inisiyatifinde değişen askeri-politik koşullar, başta İŞİD başta olmak üzere, Suudi Arabistan’ın Sünni cihatçı ideolojik dokusuna göre konumlanan güçleri geriletmiştir. Bu süreç, Rusya’nın hamle üstünlüğünün yanında, İran’ın “Şii Hilal” projesini de güçlendiren bir sonuçtur. Yine, El Nusra ve İŞİD güçlerine, Suriye-Lübnan sınır hatlarında, Lübnan Hizbullah’ının askeri operasyonları, Hem Suriye sahasında bu güçleri zayıflatmıştır, hem de bu güçlerin Lübnan’daki cihadist güçlerle bütünleşmesi engellenerek, Lübnan Hizbullah’ı bu sahada daha da
1-15 Aralık 2017
Halkın Günlüğü
güçlenmiştir. Bu güçlenme, sadece Lübnan Hizbullah’ı özgülünde değil, başından beri köklü ilişkiler içinde olan İran’ın “Şii Hilal” projesini de güçlendirmiş, İran’ı bölgede önemli bir aktör haline getirmiştir. Hariri’nin MUSTAKBİL partisi ve Lübnan’daki Suudi Arabistan müttefikleri, Lübnan-Suriye sınırında, İŞİD-El Nusra gibi cihadist güçleri, başından beri desteklemekteydi. Suriye’de değişen dengeler akabinde, şimdi bu desteği farklı biçimlerde sürdürmek isteyerek, hem Lübnan’daki iç dengeleri kendi lehlerine değiştirmek istemektedirler, hem de, Suriye sahasında sıkışan müttefiklerine yeni bir alan açmak istemektedirler. Bunu gerçekleştirmek için, Lübnan Hizbullah’ının zayıflatılması, Suudi Arabistan projesi olarak silahsızlandırılması ve bunun yerine, Suriye’den gelen selefi-cihatçı güçlerin, Lübnan’daki ayni siyasal-ideolojik niteliğe sahip güçlerle birleştirilerek güçlendirilmesi hedefi vardır. Suudi Arabistan’ın içinde olduğu bir projenin ürünü olarak Hariri’nin istifası ile Lübnan’da planlanan bu senaryolar, bu hedefin ürünüdür. Temel neden, son yedi yıllık süreç boyunca Şii Hilali denen hattın daha geniş ve sağlam bir yerleşime kavuşmasından kaynaklı. Suriye-Irak merkezli Ortadoğu’da süren emperyalist hegemonya çatışmalarını, geriye dönerek ele aldığımızda, Rusya emperyalist bloğunun bir parçası olan İran’ın, (yani bir Şii gücün) Irak içinde bir hakimiyetini görmekteyiz. Suriye sahasında, Rojava Kürdistanı başlığını tartışma dışında tutarsak, İran ve Hizbullah’ın oluşturmuş olduğu eksenin, Rusya ve Esad ittifakı içinde etkili oldukları ortadadır. Ve bu eksen, Lübnan tarafında Hizbullah’ın pozisyonunu da güçlendirmektedir. ABD-İsrail ve Suudi Arabistan açısından bunun bir karşılığının, bölge stratejileri açısından oluşturulması gerekmektedir. İsrail, şu ana kadar uyguladığı politikalar, ABD eliyle Suudi Arabistan’la girmiş olduğu ittifak ilişkilerinde, bölge politikasında hedeflediği sonuca ulaşamadı. Aynı negatif durum, Suudi Arabistan içinde geçerlidir. Bu gerici güçler, bölge politikasında istediği sonucu alamadıkları gibi, hasım güç olarak gördükleri Hizbullah, Lübnan’da, Suriye İsrail hattında daha da güçlendi ve etki alanı, Suriye -Irak hattından İran’a kadar uzandı. Bu konumlanışın, İsrail ekseni açısından kırılması gerekmektedir. Aynı kesitte, İran’ın bölgesel yükselişini durdurmak isteyen Suudi Arabistan, bölgesel stratejisi açısından Lübnan’a yüklenerek, buradan çatışmaları dinamitleyip, İran’a karşı oluşturmaya çalıştığı bloka hareket sahası açmak istemektedir. İşte İsrail ve Suudi Arabistan’ı yakınlaştıran bu ortak noktalardır. İran ve Hizbullah’a karşı ortaklaşan bu çıkarlar, ABD’nin bölge stratejisiyle birleştirilerek, bölgesel dengelerde bir hamle üstünlüğü sağlanmaya çalışılıyor. Çünkü, Suudi Arabistan-İsrail açısından, anlatmaya çalıştığımız bu nedenler ekseninde, yaşanacak bir kırılma, bölgesel konumlarını temelden sarsacaktır. Ki Suudi Arabistan’da, iktidar çatışmasının bir ürünü olarak, “ılımlı İslam”cı prenslerin gözaltına alınması operasyonlarının arka planındaki nedenlerden biride budur. Yani bu yönetim anlayışından haz etmeyen, yeni açılımlar isteyen, hatta İran’la el altından görüşmeler yapan bir gurup olarak, “yolsuzluk” suçlamasıyla hedef tahtasına konuluyorlar. ABD nin de bu operasyonda rol aldığı, çeşitli kaynaklardan ortaya çıkarıldığı düşünüldüğünde, Suudi Arabistan’daki Prenslerin-veliahtların çatışması, aile grupları arasında yaşanan bir çatışmadan öte,
bölgesel bir çatışmanın ürünüdür. ABD, Suudi Arabistan’daki, hâkimiyet çizgisini, bu operasyonla, belirlediği bölge stratejisine göre yeniden dizayn etmiştir. Bu dizaynın bölgede pratik bir olgu haline getirilmesi için, jeo-politik önemi ve gerekçeleriyle pilot bir alan gerekmektedir. Suriye ve Irak’ta zaten bir savaş hali vardır ve bu coğrafyalardaki dengeler üzerinden, hedeflenen sonuç oluşturulamadı. Bölgeyi etkileyecek, İran’ın “Şii Hattına” cevap olabilecek ve Hizbullah’ın etki sahasına yönelecek kilit bölge olarak Lübnan öne çıkmaktadır ve Suudi Arabistan-İsrail ittifakı, ABD nin icazeti ile buradan çatışmaların fitilini tutuşturmak istemektedir. Lübnan’da çatışmaların fitilini ateşlemek için, istifa senaryolarıyla çatışma mevziisine sürülen Hariri, ABD-Suudi Arabistan-İsrail ekseninin işbirlikçisi mi? Belirli tehditlerle teslim mi alındı?... Bu sorunun cevabını net vermek bugünkü veriler açısından zor. Lübnan yetkili kurumları tarafından, Suudiler tarafından “rehin tutulmuştur” açıklamasından sonra, Hariri Lübnan’a döndü. Bütün bu manipülasyonlar içinde, istifa açıklamasından önce görüştüğü ülkeler ve sürdürdüğü diplomasi dikkate alındığında, Hariri, Lübnan özgülündeki bu planın bir parçasıdır. Suudi Arabistan üzerinden planlanan sonuçlar, olasılıklar dâhilinde ele alındığında, bu durum daha net anlaşılmaktadır.
Mevcut plan ABD-İsrail-Suudi denkleminde Arabistan’da hazırlanmıştır Temel amaç, Lübnan’da bir siyasal belirsizlik hâkim kılınarak, iç çatışmaları derinleştirmek, dışarıdan müdahale olanaklarını yaratmak ve bu müdahale ile Hizbullah’ı geriletmektir. Hariri’nin istifası, sonuç olarak, Lübnan’da ehli-sünnet Müslümanların en büyük siyasi partisi olan MÜSTAKBİL partisinin, olan hükümet yada kurulacak yeni hükümette yer almaması anlamına gelecektir. MÜSTAKBİL partisi ile aynı siyasal çizgide yer alan diğer Sünni partilerin de aynı tavrı alması plan dâhilindedir. Bu tutum, Lübnan’da iki büyük nüfus topluluğu olan Şii ve Sünni Müslümanlar arasındaki çatışmaları derinleştirecek, etnik ve dini çatışmaları ateşleyecektir. MÜSTAKBİL ve diğer Sünni partilerin parlamentodan çekilmesi, Lübnan’ın tüm siyasal sürecini istikrarsızlığa sürükleyecektir. ABD ve Batı emperyalist güçlerinin, esas ilişkilerini üzerinden sürdürdüğü ehli-Sünni
analiz haber 17 akımların, Lübnan siyasal sürecinden çekilmesi, ABD ve Avrupa emperyalizmiyle gerginleşen bir ilişki sürecine evrilmesi anlamına gelecektir. Siyasal ve iktisadi olarak kriz koşullarına girecek olan Lübnan, bunun tek sorumlusu olarak Şii akımlar ve Hizbullah olarak gösterilecektir. Buradan yaratılan çatışmalarla, Suudi Arabistan üzerinden Ehli-Sünni akımlar desteklenerek, Hizbullah ve bölgesel anlamda İran geriletilmeye çalışılacaktır. Hariri’nin istifa açıklamasıyla, Lübnan’da doğacak olası siyasal-iktisadi sonuçlar ele alındığında, bu planın, ABD-İsrail-Suudi denkleminde, Arabistan’da hazırlandığı ortaya çıkmaktadır. Çünkü planın sonuca ulaşması, Suud rejiminin ve İsrail’in, Lübnan Hizbullah’ı ve Şii akımlara karşı yeni bazı siyasal-askeri adımları atmasının yolunu açması anlamına gelmektedir. Kuşkusuz bu adım, sadece Lübnan’da değil, bölgede de Şii-Sünni kamplaşmasını derinleştirecektir. Zaten amaç budur. Bu etnik-dini çatışma üzerinden, İran’ı geriletmek, Hizbullah’ı zayıflatmak ve açılan alandan, Suud, BAE gibi gerici İslamcı çizgiyi esas alan bölgesel ülkeler üzerinden, ABD-İsrail bölgesel stratejisini uygulamaktır. Suudi Arabistan üzerinden gelen bu hamleye karşı, İran ve Hizbullah, bir karşı hamle gerçekleştirecektir. Lübnan Hizbullah hareketi
sekreteri Seyyid Hasan, ilk elden, Lübnan’da kriz haline çevrilmeye çalışılan siyasal atmosferi sakin tutma yönünde bir tavır aldıklarını açıkladı. Ama bu derinleşecek çatışmalı sürece dair, İran ve Hizbullah’ın belirleyeceği tek politika değildir. İran bölgede etki alanını genişlettiği güçler üzerinden var olan ilişkilerini sürdürecektir. Bu anlamıyla bu süreç, İran-Hizbullah ayrışımından çok, daha köklü birlikte hareketini örgütleyecektir. Ve Lübnan’da, fitili çakılmaya çalışılan çatışma, emperyalist ve bölgesel sömürücü-gerici-talancı güçlerin, bölgede yarattığı savaş ve çatışmanın dengelerini yeniden belirleyecek bir çatışma olacaktır.
18 analiz
Soçi görüşmeleri, Suriye ve Ortadoğu Denklemi Üzerine! “Üçlü zirve” olarak tanımlanan, ama dolaylı da olsa ABD ve Esad’ın da irade beyan ettiği Soçi görüşmelerinden çıkan bazı sonuçlar, Rusya ve İran’ın bölgede baskın güç olduğunu ortaya çıkarmıştır. Rusya, özellikle Erdoğan nazarında “TC”nin var olan itirazlarına karşın, belirli alanlarda ilişkiyi sürdürme tavrını sürdürerek, esas öngördüğü süreci, İran ve Esad üzerinden işletecektir. Yani ilk elden alınan verilere bakıldığı zaman, Rusya’nın, Viyana ve Cenevre görüşmelerinde ortaya koyduğu öneriler ekseninde Soçi görüşmeleri sonuçlanmıştır. ABD-Batı emperyalistleri ve “TC”, o dönem, “Esad’ın gitmesi” şartıyla bölge politikasını belirlerken, Rusya, “Suriye ve Esad’ın geleceğine Suriye halkı karar verir” anlayışı üzerinden tavır almış ve Soçi, somut planıyla bu iradeyi teyit etmiştir
1-15 Aralık 2017
Halkın Günlüğü
Soçi görüşmeleri, Suriye ve Ortadoğu Denklemi Üzerine! S
uriye ve Ortadoğu’da, emperyalist ve bölgesel güçlerin, bölgede yaşanan çatışmalar ekseninde, kendi çıkarlarına göre bir biçim verme maksadıyla, Rusya garantörlüğünde, Türk ve İran hâkim güçleri arasında Soçi’de bir görüşme gerçekleştirildi. Görüşme gerçekleşmeden önce, Putin’in önce Beşar Esad’ı ağırlaması, ardından ABD başkanı Donald Trump başta olmak üzere, bazı bölge güçlerinin önderleriyle görüşmesi, Soçi’deki görüşmelerin, fiili katılımcı güçlerin ötesinde, bölgede kendi varlığını korumaya ve derinleştirmeye çalışan birçok gücün dolaylı olarak dahil olduğu anlamına gelmektedir. Suriye ve Ortadoğu’da süren çatışmaların savaşın- aktörleri olan güçlerin, “siyasi bir çözüm” bulmak gündemiyle gerçekleştirdiği bu görüşme, özünde, emperyalist bloklar, bölgesel gerici güçler ve bu güçlerin bölgede (iradeleri dahilinde ya da iradeleri dışında) yaşanan gelişmelere göre, kendi çıkarlarını, siyasi-askeri güçleri oranında diplomasi masasına koydukları bir görüşme olmuştur. Özellikle Suriye’deki gelişmeler irdelendiğinde, Türk hâkim sınıfları ve ABD nin planları çökmüştür. Arap yarımadası ve Ortadoğu’da, eski statükoları bir domino taşı gibi yıkmayı planlayan ve çıkarlarının özgün tarihsel koşullarına tam uyum gösteren bir
hakimiyet çizgisini oluşturmaya çalışan ABD, hatırlanacağı gibi, Suriye’de Esad rejimini yıkmayı hedeflemişti. Bunun için Türk hâkim güçlerinin de içinde bulunduğu koalisyon, özellikle Suriye sahasında ciddi inisiyatif kaybetmiştir. Tabi görüntü, somut güncellik anlamında, ABD ve kurduğu koalisyonun bölgede inisiyatif kaybetmesi biçiminde olsa da bugün fiili olarak Rusya’ya dayanarak bölge politikalarına alan açmaya çalışan “TC”nin bölge siyaseti de çökmüştür. Yaşanan gelişmeler akabinde, Soçi’de kurulan çakallar sofrası ve burdan çıkan sonuçlar, özellikle Türk hâkim sınıfları temsili AKP-Erdoğan diktatörlüğünün planları, “TC”Rusya-İran başta olmak üzere, hem bölgede var olan güçler arasında yeni çatışmaları fitillemekte, hem de “TC”nin manevra alanını daraltmaktadır. Bu anlamıyla Soçi görüşmesi, “uzlaştık”, “anlaştık”, “Suriye’de siyasal çözüm kapılarını sonuna kadar açacağı” ortak deklarasyonuna karşın, derin çatışmaların su yüzüne çıktığı, katılımcı güçlerin arasındaki çıkar dalaşında, yeni boyutların gündeme geldiği bir görüşme olmuştur. Her şeyden önce, bugün bölgede, emperyalist ve bölgesel gerici güçler arasında süren tüm diplomatik ilişkiler, sahadaki güçler dengesine göre tayin edilmektedir. Rusya ve
ABD’nin başını çektiği emperyalist bloklar dahil, Türkiye, İran, Suudi Arabistan, Mısır, Esad rejimi, Irak vb. gibi bölgesel gerici diktatörlükler, başından beri farklı güçler ve politikalar üzerinden, bölgede kendi gerici siyasal-iktisadi çıkarlarını korumak-derinleştirmek istemişlerdir. Yani, bölgede süren savaşın aktörlerinin, ittifakçatışma siyasetleri, stratejik ve konjektürel hesapları gereği dayandıkları bölgesel güçler, bölgedeki çatışmalı tablonun ifadesidir ve güçler dengesinde niteliksel bir değişim yaşanmadığı sürece, her hangi bir gücün siyasetine göre bu çatışmaları “uzlaştırmak” zordur. Bundan dolayıdır ki, gerici güçlerin her “anlaştık” açıklamalarıyla başlayan süreç, yeni çatışmaları gündeme getirmektedir. 2-3-4 diye kodlanan Viyana - Cenevre ve Astana görüşmeleri ve bu görüşmeler akabinde yaşanan derin çatışmalar örneğinde görüldüğü gibi. Çünkü emperyalist ve bölgesel gerici güçlerin, stratejik-karmaşık çıkarları, karmaşık bölge gerçekliğiyle birleşerek, emperyalist siyaset ekseninde üretilen sürecin çatışmalarını daha da derinleştirmektedir. Bölgeyi kendi çıkarlarına göre dizayn etmek isteyen ve buna göre konum alan güçleri politik hattı ve üzerinden şekillenmeye çalıştığı bölgesel dengeler, bu anlamıyla, tıpkı gerici çıkarlar gibi çatışmalıdır. Suriye özgülünde, İŞİD ve Esad
1-15 Aralık 2017
analiz 19
Halkın Günlüğü
karşıtlığı üzerinden bölgedeki stratejilerini belirleyen güçler, İŞİD karşıtlığını Esad’ı desteklemekle ele alanlar, bölgedeki tarihsel fırsatlardan faydalanarak bir statü alan ve bunu siyasi-askeri bir güç olarak ortaya koyan Kürtlerin kazanımlarını tasfiye etmeyi Esad karşıtlığıyla birleştirerek, “muhalif güçler” adı altında İŞİD başta olmak üzere, Sünni-Arap milliyetçiliğini ideolojik dokusu olarak alan cihadçı güçleri destekleyenler, işgal ve bölgedeki diktatörlüklerin tarihsel-güncel vahşetlerine karşı, ulusal ve etnik olarak demokratik hakları ekseninde örgütlenip pozisyon alan güçler, ve bu güçlerin (özellikle Kürtler) bölgenin ele alınışında ötelenemeyecek reel durumları göz önüne alınarak emperyalist güçlerin geliştirdiği ilişkiler, sadece Suriye özgülündeki karmaşık durumu ifade etmemekte, aynı zamanda Ortadoğu’nun karmaşık sürecini ifade etmektedir. Emperyalist ve bölgesel gerici güçlerin böylesine karmaşık ilişkiler sürecine girdiği ve her bir gerici gücün kendi çıkarlarını farklı kesimler üzerinden inşa etmeye çalıştığı bir süreci, “uzlaştırmak”, gelişmelerin yönüne bakıldığında pek imkanlı görünmemektedir. Bu anlamıyla Soçi görüşmesi de, bir “çözümden” öte, gelişen sürece ve her gücün askeri-siyasal pazarlık gücüne göre, bölgesel dengelerin, siyasal-iktisadi gerici çıkarlara göre karşılıklı konumlandırma diplomasisidir. Sonucu, bölge halklarına, ezilen uluslara kan ve şiddettir.
Putin-Ruhani ve Erdoğan’ın çantasında farklı dosyalar var ama “anlaştık” diyorlar! “Üçlü zirve” olarak tanımlanan, ama dolaylı da olsa ABD ve Esad’ın da irade beyan ettiği Soçi görüşmelerinden çıkan bazı sonuçlar, Rusya ve İran’ın bölgede baskın güç olduğunu ortaya çıkarmıştır. Rusya, özellikle Erdoğan nazarında “TC”nin var olan itirazlarına karşın, belirli alanlarda ilişkiyi sürdürme tavrını sürdürerek, esas öngördüğü süreci, İran ve Esad üzerinden işletecektir. Yani ilk elden alınan verilere bakıldığı zaman, Rusya’nın, Viyana ve Cenevre görüşmelerinde ortaya koyduğu öneriler ekseninde Soçi görüşmeleri sonuçlanmıştır. ABD-Batı emperyalistleri ve “TC”, o dönem, “Esad’ın gitmesi” şartıyla bölge politikasını belirlerken, Rusya, “Suriye ve Esad’ın geleceğine Suriye halkı karar verir” anlayışı üzerinden tavır almış ve Soçi, somut planıyla bu iradeyi teyit etmiştir. Ki, Soçi görüşmesi başlamadan önce Putin’in, PYD-YPG’yi, Soçi’de yapılacak “Suriye muhalefeti” toplantısına çağırması, toplantıdan bir gün önce Esad’ı Soçi’de basına verilen gösterişli görüntülerle ağırlaması, ABD başkanı Trump, İsrail Başbakanı Netanyahu, Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ve Suudi Arabistan Kralı Selman ile telefon trafiği ile Suriye’ye ilişkin hamlelerini tartışması, Rusya’nın kendi açısından kararlaştırdığı Suriye sürecine dair belirleyici rolünü, özellikle “TC”ye karşı Soçi görüşmelerinde beyan etme maksatlıdır. “TC”nin, “Suriye muhalefet” toplantısına itiraz edip toplantının yapılmasını engellemesi sonrası Putin, PYD özgülünde Rojava Kürtleri konusundaki tutumunda, bu yaklaşımıyla Erdoğan’a karşı ısrarcı olması anlamına gelmektedir. Rusya her ne kadar bölgesel denklemlerde bugün “TC”yi karşısına almak istemese de, bölgesel gelişmeler akabinde, “TC”yi kendi çizgisine çekmektedir. Dün “TC” selefi sultanı Erdoğan açısından “kırmızı çizgi” olan Esad konusunda, çöken bölge siyaseti
sonucu, “Esad ile bir çözüm” noktasına gelmesi, Rusya’nın “TC” üzerinde oynadığı rolden kaynaklıdır. Kürt ulusal sorunu, İran’ın Şii hilal projesi, Suriye ve Ortadoğu’daki cihadist güçler konusunda, Rusya ve “TC”nin ortak bir noktada buluşup buluşmaması, sürecin cevaplayacağı bir durumdur. Ama Suriye’de işgalci bir güç olarak var olmasının temel nedeni Kürtler olan “TC” nin, bu konudaki siyasetinden “U” dönüşü yapması, sadece uluslararası alanda değil, iç politik sahada da çok farklı bir süreci dinamitleyecektir. AKP-Erdoğan diktatörlüğünün varlık koşulunu dinamitleyecek böylesi bir sürece, “TC”nin evrilmesi, mevcut koşullarda zayıf bir ihtimal olduğuna göre, tüm bu başlıklar, Rusya-İran ve “TC” arasında, yeni tercihleri gündeme getirecek çatışmalara haber vermektedir.
Soçi görüşmesi sonrası yapılan açıklamalar bu derin çelişkileri onaylamaktadır! Soçi toplantısından sonra yapılan açıklamada, “Suriye’deki etnik ve dini bütün farklılıkların içinde olacağı bir Ulusal Kongre” toplanması konusunda anlaştıkları ilan edildi. Putin bu kongreye tüm kesimlerin katılımı konusundaki bir mutabıklıktan söz ederken, Ruhani; “Amaç Suriye Ulusal Kongresinin yapılması. Bu kongrede bütün taraflar bir araya gelecekler. Yeni anayasa için zemin oluşacak. Özgür ve adil seçim yapılacak. Bu bütün bölge için barış ve istikrar getirebilir” açıklamasını,” Suriye’nin çağırdığı ülkeler dışındaki ülkelerin Suriye’deki askeri güçlerini geri çekmesi” gerektiği ila tavrını ifade etti. Suriye rejiminin, İran ve Rusya dışında herhangi bir askeri güç çağırmadığı düşünüldüğünde, Soçi görüşmelerinin 3. gücü olarak kendisini ifade eden “TC” açısından, süreç yeni tercihlere gebedir. Çünkü, İran, “TC”ye, direk Suriye’deki askeri gücünü geri çek demektedir. Aynı görüşmeden çıkan Neo-Osmanlıcı hayallerin “yeni” süvarisi Erdoğan ise” Suriye Ulusal Kongresinin toplanmasında anlaştık” ama… (Kürtler kastedilerek) “terör örgütleri ile aynı çatı altında, aynı platformda olmamızı kimse bizden beklemesin” … Çok fazla detaya ihtiyaç yok. Bu üç açıklama, Rusya’nın, İran ve Esad üzerinden sürdürdüğü bölge stratejisi ile, “TC”nin bölgede her çöküşte yalpalayan siyaseti, Soçi’de karşı karşıya gelmiştir. Yani “Suriye krizine siyasi çözüm”, yeni krizlerle, çözümsüzlükleri derinleştirmektedir.
Asıl çatışma Kürt ulusuna yaklaşım konusunda derinleşecektir! Rusya’nın ve onun icazeti ile İran’ın, askeri olarak Suriye sahasına girmesiyle, Suriye’deki dengelerin, Esad rejimi, dolayısıyla Rusya ve İran lehine değiştiği ortadadır. Esad rejimine karşı “muhalif güçler” olarak örgütlenen, Suriye’deki savaş döneminde ABD-AB emperyalist güçleri başta olmak üzere, “TC”, Suudi Arabistan ve Katar tarafından desteklenen ve bölge stratejilerinde bir güç olarak kullanılan cihadist gerici bölgesel güçler, IŞİD’le beraber geriletilmiş durumdadır. 2015’ten beri bölge denklemine askeri müdahale ile giren ve her döneme uygun politika belirleyip buna uygun bölgesel güçler arasında bir “ittifak” siyaseti geliştiren Rusya, temel ittifak güç olarak aldığı İran ve Esad rejimi ile bölgesel süreci (diğer emperyalist blok ve ittifak güçlerine karşı) kendi politikası ekseninde yönlendirmiş ve gelinen aşamada, IŞİD’in ciddi geriletilmesine paralel olarak “muhalif güçler” şemsiyesindeki cihadist güçlerin, cepheden duruş ve iradelerini kırmıştır. Rusya, tam da kurduğu bu inisiyatif üzerinden, Suriye’de bir siyasal geçiş sürecinden söz ediyor. Yani, Rusya, İran ve Esad rejimi askeri güçleri koalisyonu ile sahada açtığı alanı, stratejik planları çerçevesinde, siyasal bir iradeye çevirmek istiyor. Bunun politik-askeri çerçevesi açıktır. Esad rejimi ile, “Suriye’de siyasal çözüm” masasına oturmayı kabul edenler, esasta Esad rejiminin (dolaylı olarak Rusya’nın bölge siyasetinin) otoritesini kabul etmiş olacak, kabul etmeyenler ise terör örgütü kapsamında askeri yönelime tabi tutulacaklardır. “TC”nin, “Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması” siyaseti adı altında, Esad konusunda yaptığı “U” dönüşü dikkate alındığında, “muhalif güçler” konusunda çizdiği “kırmızı çizgilerinden”, bölgedeki gelişmeler ekseninde, vazgeçmiş bulunmaktadır. Rusya ile kurulan “ittifakı” bozmamak için, düne kadar desteklediği, bölge politikasını üzerinden şekillendirdiği cihadist güçler konusundaki tutumunu, Astana görüşmelerinden sonra, Soçi’de de ”uzlaşmazlık” konusu olmaktan çıkarmıştır. Ama bunun yerine daha derin bir uzlaşmazlık konusu Soçi’de gündeme gelmiştir. “TC” “Suriye’ nin toprak bütünlüğünün” sağlanması siyasetini, bölgesel statükoculuğun korunması ve Rojava’da bir statü kazanan Kürt Ulusunun kazanımlarının tasfiye edilmesi planının bir sonucu olarak, Esad’lı “siyasal çözüm” sürecine sıcak bakmaktadır. Ve bu plan, Kürt ulusunun
tüm kazanımlarını, inkâr ve imha siyasetine göre tasfiye etme planıdır. Rusya ise bu soruna, bölge stratejisi açısından tamamıyla farklı bakmaktadır. Bölgedeki tüm iç ve dış aktörler açısından, diğer güçlerin konumu karşısında farklı bir durumda olan Kürt ulusal sorunu, yine bölgedeki aktörler arasındaki çatışmanın üzerinden şekilleneceği bir başlık niteliğindedir. Mevcutta, ABD emperyalizminin bölgedeki konumlanışı ve planladığı strateji, Rusya, İran ve Suriye açısından ciddi bir rahatsızlık konusudur. Bu emperyalist blokların hegemonya çatışması açısından var olan bir rahatsızlıktır. ABD nin, Rakka operasyonunda, SDG ile kurduğu ilişki, özünde PYD-YPG üzerinden kurduğu bir ilişkidir. Rusya, bölge stratejisinin bir parçası olarak, “TC” ile oluşturduğu ve “TC”yi kendi yörüngesine çektiği ilişkiden kaynaklı, Rojava Kürdistanı üzerindeki planını ötelemiş ve açık bıraktığı bu alandan ABD, bölgede kendi politikasına alan yaratmıştır. Bundan dolayı, gelinen süreçle birlikte, Rusya biryandan Kürtlerle kontrollü bir ilişki kurmak istemektedir ve sahadaki güçler dengesi üzerinde oynayarak, Kürtlerin ABD ile olan ilişkilerinde sorgulama nedenleri yaratmak istemektedir. Bu da somut olarak, bundan sonraki çatışmaların ve “uzlaşmaların”, esasta Kürt başlığı üzerinden şekilleneceği anlamına gelmektedir. Bölgesel gelişmelerin yarattığı fırsatlarla, örgütlü ve dinamik bir güç olan Kürtlerin, emperyalistlerin bölge dizaynında dikkate alamayacakları bir konumda olmadıkları gibi, bugün özellikle Rojava özgülünde, bölgesel gelişmelerde bir aktör olarak dikkate alınmak durumundadırlar. Emperyalist hegemonya aktörleri bunu farkındadırlar ve her emperyalist blok, kendi çıkarlarına göre Kürtleri kendi sürecine dahil etmek istemektedir. Bunu sürdürülemez statükolarla sağlayamayacağını bilen emperyalist haydutlar, Kürt ulusunun bazı demokratik taleplerine kayıtsız kalmayarak, bölge politikalarını buna göre belirlemektedirler. Sorunları, Kürt ulusunun tarihsel haksızlıklar karşısındaki ulusal-demokratik talepleri değil, bu talepleri kullanarak Kürtleri kazanma sorunudur. Rusya’nın başını çektiği, İran, Esad rejimi bloğu, ABD nin bölgedeki tüm dayanaklarını zayıflatmak istemektedir. Kürtler bu konuda önemli bir yerde durmaktadır. Suriye’de planlanan “siyasal sürece” Kürtleri dahil etmek, yanına çekmenin en etkili politikasıdır.
“TC”nin, Kürt ulusuna karşı imha-inkâra dayalı bölge siyaseti ve Soçi’de çıkan sonuç! Soçi görüşmelerinden önce, Rusya, İran, “TC” dışişleri bakanları ve Genelkurmaylarının toplantısında, Türk hâkim sınıfları temsilcisi AKP-Erdoğan iktidarının dosyasında, Afrin’e operasyon planı vardı. Bu görüşmelerde istediği sonucu alamayan “TC”, Soçi’de bu planı konusunda bir sonuç alma hevesindeydi. Bölge siyaseti ve Kürt sorunu konusunda ABD emperyalizmi ile yaşadığı sorun akabinde, Rusya’ya “yanaşarak” kendisine alan açmaya çalışan, bugün aynı çatışmayı, somut olarak Soçi’de Rusya ile yaşamıştır. Güney Kürdistan meselesinde, statükocu yaklaşımı ile “TC” ile aynı zeminde buluşan İran’da, Rojava Kürtleri konusunda “TC”den ayrışmaktadır. Yazının devamı 20. sayfada
20 analiz
Rojava Kürdistanı’nı, Rusya’nın planladığı bir statü ile, Suriye’deki “siyasal çözüm” sürecine dahil etmek, İran’ın kontrollü olarak Kürtleri masaya çekme siyasetinin bir parçasıdır. Kürt ulusuna karşı bölgesel olarak inkâr ve imha siyasetini temel alan “TC” buna karşı çıkmaktadır. “TC”, Afrin’e operasyon ile Rojava Kürdistan’ını kuşatmayı ve bölgede, hangi içerikte- statüde olursa olsun bir Kürt dinamiğinin yükselmesini engellemeyi planlarken, bu “müttefiklerinden” beklemediği bir hamle ile karşılaşmıştır. “TC”, çöken bölge siyasetine soluk aldırmak için, girdiği “yeni” müttefiklik ilişkilerinde, yeniden çıkmaz sokağa girmiştir. ABD ile, “stratejik müttefiklik” ilişkilerinde yaşadığı sorunları, Rusya’ya yanaşarak aşmaya çalışan “TC”, bölge siyaseti ve Kürtler üzerindeki planlar konusunda aynı sorunun tekerrürünü yaşayarak, iki emperyalist blok tarafından niyetlerden bağımsız kuşatılmaya alınmış durumdadır. “TC” bu tıkanıklığını, yine emperyalist bloklar arasındaki tercih sorununu gündeme getirerek, aşmak isteyecektir. Hemen Soçi görüşmeleri sonrası ABD başkanı Trump ile Erdoğan arasında
1-15 Aralık 2017
gerçekleşen telefon trafiği, “stratejik müttefikliklerin” gündemleştirilmesi, vize krizi başta olmak üzere, ikili ilişkilerin düzeltilmesine dair irade beyanları, bu politik manevranın sac ayaklarını ifade etmektedir. Bu manevraların politik sonuçları neler olacak, bunu önümüzdeki süreç ortaya çıkaracaktır. Ama “TC”, güçler dengesi içinde bazı taktiksel adımlar atsa da, sürecin zorlayacağı daha sert tercihlerle karşı karşıya kalacaktır, bölgesel gelişmelerin altında ezileceği seçenekleri kabul etmek durumunda kalacaktır. Soçi’de, “TC” ile, Rusya-İran-Esad projeleri arasında tek çatışma konusu bu değildir elbette. AKP-Erdoğan iktidarı, Suriye geçici hükümetine, “muhalifler” olarak masaya sürdüğü, Ahrar-ul Şam dan Nusra’ya, birçok cihadçı örgütlenmeleri dahil etmek istiyor. Ve bu güçler üzerinden, Rusya ve İran’a karşı, sahadaki gücünü konumlandırarak diplomatik pazarlık gücünü arttırmak istemekte, Türkiye-İranRusya ve yandaşları Irak-Suriye-Katar hâkim güçleriyle “koalisyon” içinde, Osmanlıcı hayallerine alan açmaya çalışmaktadır. Bu plan çerçevesinde Rusya ve İran’la anlaşırsa, bölgede
askeri işgalci güç olarak bulunmasının temel nedeni olan Kürt ulusuna saldırma konusunda, karşılaşacağı engellerden kurtulacağını düşünmektedir. Ne var ki Soçi, “TC”nin bu beklentilerine cevap olmamıştır. Suriye’de farklı kesimlerin katılacağı anlayışıyla ilan edilen bir kongrede, PYD-YPG’nin dışlanması, başından bu kongrenin yapılamayacağı anlamına gelir. Rusya, bu hegemonya projesini böyle bir boşluğa düşürmek istemeyecektir. Ve bu anlamıyla “TC”ye iki seçenek dayatacaktır. Ya PYD-YPG’nin masada olacağını kabul ederek masada kalacaksın (Ki bu iç ve dış siyasette, AKP-Erdoğan iktidarı için yeni krizler sonucu doğuracak), ya da PYD-YPG konusundaki mevcut siyasetini sürdüreceksen masanın dışında kalacaksın. Bu da “TC”nin bölge siyaseti açısından “yeni” bir kriz demektir. İşte AKPErdoğan iktidarının, Suriye ve bölge politikasında, gelip tosladığı duvar budur. PYD-YPG’nin, emperyalist blok güçlerinin stratejik planlarına karşı tutumu, çatışmaların niteliğini ve seyrini belirlemede etkili olacaktır! Öncelikle ifade edelim ki, ABD ve Rusya emperyalist bloklarının, Rojava Kürdistan’ı
Halkın Günlüğü
konusunda “TC”nin, politik-askeri planlarına karşı olması, bu planları bölgesel hegemonya stratejilerine uygun bulmamaları, “TC”nin, bölge politikasındaki son çırpınışının bir hamlesi olarak Kürt ulusuna askeri olarak saldırmayacağı anlamına gelmez. Ki İdlib’de konumlanan işgalci askeri güçle, Afrin’i, Rojava’yı bombalaması, bazı askeri operasyonal hazırlıkların yapılması, bunu ihtimal dahilinde tutmaktadır. Çünkü ”TC”nin, bölge siyaseti, mevcut durumda bir kez daha “duvara” dayanmıştır. AKP-Erdoğan iktidarı, böylesine bir sıkışmışlık içinde, her türlü kumarı oynayabilir. Tarihsel inkâr ve imha siyasetinden beslenen, bu ırkçı-statükocu çizgi, özel olarak Rojava, genel olarak Kürt ulusu için, çatışma cephelerinden biridir. Kürtler açısından olası ikinci cephe, Rusyaİran-Suriye rejimlerinin “çözüm” projelerine karşı alacakları tutumla alakalıdır. ABD’nin bölge inisiyatifi dahil, Rusya’nın-İran’ın stratejik planları hesaplanarak Kürtlere verilen rol gereği, Soçi’de kararlaştırılan sürece Kürtler dahil olmak istemezse, yakın ve uzak plan dahilinde, Rojava Kürdistan’ı, Esad rejimi ve dolayısıyla Rusya ve İran’ın saldırı poligonuna girebilir. Aynı durumda, Güney Kürdistan referandumunda olduğu gibi, emperyalist blokların karşılıklı pazarlıkları, bölgesel güçlerle kurtlar sofrasına yatırılmış gerici çıkarlar, tarihsel konseptler dikkate alınarak emperyalist hegemonya çıkarlarına göre hesaplandığında, ilk elden fillerin ayaklarının altına Kürt ulusu atılacaktır. Bu anlamıyla, süreç Kürtler açısından tarihsel avantajlarla birlikte, ciddi risklerde taşımaktadır. Tarihsel fırsatları niteliksel sıçramalara dönüştürmek, riskleri azaltmak, tamamıyla Kürt ulusunun siyasal-askeri konumlanışıyla ilintilidir. Kuşkusuz bu ayrı bir değerlendirme konusudur. Ama kendi dinamiklerine dayanarak, devrimci-sosyalist ve anti emperyalist-anti işgalci güçlerle, örülecek bir mücadele çizgisi, ancak ki, Kürt Ulusu gibi, ezilen ve sömürülen, ulusları, inançları ve sınıfları, özgür ve kardeşçe yaşanacak bir dünyaya kavuşturabilir…
≫ Muzaffer Oruçoğlu
ANTAGONİZMA
ZORLANAN HİÇBİR BOYUNDURUK DAİM VE KAİM DEĞİLDİR
O
rtadoğu’da iki emperyalist blok (ABDAvrupa- Japonya ile Rusya-Çin) arasındaki nüfuz ve hegemonya mücadelesi devam ediyor. Bu iki bloğa ve mücadeleye bağlı olarak, Türkiye, İran Ve Irak gibi bölge devletlerinin kendi güçleri oranında, bölge üzerindeki nüfuz ve hegemonya mücadeleleri de devam ediyor. Emperyalist bloklarla birlikte hareket eden bu çok uluslu ezen bölge devletlerinin bölge üzerindeki nüfuz ve hegemonya mücadeleleri oldukça zayıf bir zemine, parçalanmış elli milyonluk Kürt ulusunun esaretine dayanıyor. Tarih eğer ilk çeyreğini alçakça yaşadığımız bu yüzyılda paparayı yememişse, yani çarkını geriye doğru işletmeye başlamamışsa, söz konusu bu üç bölge devleti bu yüz yıl içinde paparayı yiyecektir. Bu kesin. Boyunduruk zorlanıyor çünkü. Zorlanan hiçbir boyunduruk daim ve kaim değildir.
Barzani’yi suçlamanın bir anlamı yok. ABD, kendi ana çıkarlarından yana tavır aldı. Parçayı bütüne feda etti. Arap dünyası ve Ortadoğu petrolleri bütün, Güney Kürdistan ise parçaydı. ABD, geçmişte de aynı şeyi yaptı. Molla Mustafa Barzani’nin liderliğindeki hareketi, İran ve Irak’taki çıkarlarına feda etti. 1967’de Celal Talabani, 2017’de ise oğul Talabani, Kürt milli direnişini, Irak devletiyle anlaşarak arkadan hançerledi. Milli harekete Kürt feodal burjuvazisi önderlik edince bu tip durumlar haliyle yaşanıyor. Kürtlerin bölge devletleri karşısında birleşememelerinin, bağımsızlık yolunda daha ciddi adımlar atamamalarının en önemli nedeni önderliğin bu niteliğidir. Feodal parçalanmışlık, parçalanmış sömürge bir yapıda birleştirici olamıyor. Ayrı ayrı yerel savaş ağalarının çıkarları, genel milli çıkarın önüne geçiyor
ve bu durum ister istemez milli boyunduruğun kırılmasını geciktiriyor. Barzani çok ağır bir darbe aldı ama teslim olmadı. Güneydeki referandum, güneyin bağımsızlığı için atılmış önemli bir adımdır. Durum, güneyli Kürtlerin bu adımdan vazgeçmeyeceklerini gösteriyor. Kürtler, dört parçada milli uyanış gerçeğini yaşıyor ve dünyanın vicdanı, tavrını Kürtlerden yana koyuyor. Yaşadığımız çağ, kim ne derse desin, bölge devletlerinin değil, Kürtlerin çağı olacaktır. Savaşı, her geçen gün daha ileri boyutlara varan savaş teknolojisi değil, haklı olan kazanacaktır. Bölge devletlerinin esip gürlemeleri, telaşları, ittifak gayretleri bundandır. Çok uluslu bir devlette, ezilen uyruk ulusların özgürlüğünü savunmadan özgürlüğü savunamayız. İkiyüzlü, iğrenç bir konuma düşeriz. Türkiye’deki solun önemli bir bölümü bu konumdadır.
1-15 Aralık 2017
Halkın Günlüğü
güncel analiz 21
Örgütlenmek İhtiyaç, Örgüt Zorunludur O halde örgütlenmenin oluşup gelişmesi için örgütçülerin çabada bulunması-müdahalede bulunması gerekir. Örgütçülerin örgütlenme sorununu geliştirmeleri için ise, diri bir ruh, parlak bir bilinç, dinamik bir aktivite, fedakâr bir çaba-çalışma ya da karşılıksız bir emek, karşılık beklemeden veya kişisel menfaat tasavvur etmeden ‘’bir şeyler’’ inşa etme, yaratma ve var etme uğraşı, elbette bütün bunlar için kararlı, istikrarlı bir çizgi, bu çizgiyi koşullayan berrak bir bilinç ve bilimsel inanç şarttır. Kazanmak için bedel ödemek vazgeçilmezdir. Devrime, halka inanmak ve bunlar için örgütlenme ve örgüt ihtiyacı noktasında açık kafaya sahip olmak şarttır
H
er şeyin bir sebebi vardır, sebepsiz hiçbir şey yoktur-olmaz. Kendiliğinden hiç bir şey gelişmez, olmaz. Bir şeyin olabilmesi için bir sebebinin olması gerekir. En önemlisi de sebep olsa bile, sebep kendiliğinden bir şeyin gelişmesine yol açmaz. Sebep bir şeyin olması için objektif-nesnel koşuldur. Nesnel koşulun olması bir şeyin var olma koşullarını oluşturur ama bu şeyin gelişmesine yol açmaz. Bir şeyin var olup gelişmesi için bir müdahalenin veya iradi bir çabanın olması gerekir. İç çelişki belirleyici olsa da, bu, dış çelişkinin önemsiz olduğu anlamına gelmez veya dış çelişkinin rolünün mutlak ihtiyaç olduğu gerçeğini yadsımaz. İç çelişki dış çelişkiyle-dış etki veya müdahaleyle birleşmez ise doğru orantılı sonuca varmaz, yani değişim-dönüşüme ulaşmaz, başka bir durum ve başka bir şeye dönüşmeye çıkmaz. Alt-yapı belirleyicidir. Fakat bu, bazı durumlarda üst-yapının belirleyici olmayacağı anlamına gelmez. Belirli şartlarda üst-yapı da belirleyici rol oynar. Dış çelişki veya dıştan müdahaleiradi müdahale de bunun gibi belirleyici rol oynayabilir, oynar. Yani, iç çelişki belirleyicidir. Fakat bu, dış çelişkinin-iradi müdahalenin belirli durumlarda belirleyici rol oynamayacağı anlamına gelmez. Birinci koşulun rolünü tam olarak oynaması için ikinci koşula ihtiyacı vardır. Aynı biçimde ikinci koşul da rolünü tam olarak oynayabilmek için birinci koşula muhtaçtır. Özcesi, tek başına iç çelişki veya tek başına dış çelişki bir şeyin gelişmesi için yeterli değildir. İki koşulun da bir arada bulunması lazım, gereken veya istenen değişimin olabilmesi, mevcut durumun başka bir duruma dönüşmesi için. Her şey ihtiyaçtan doğar. İhtiyaçlar yaratıcılığı, arayışı ve adım atmayı gerektirir. Kendiliğinden bir şey olmazsa, iradi
müdahale şarttır. Dahası nesnel-objektif olan ile sübjektif olanın bir arada olması, birbirini tamamlayarak gerekli olan tam koşulu oluşturmaları şarttır. Eğer kendiliğinden bir şey var olmaz ve olması için kendiliğinden duruma ek olarak iradi müdahale şart ise, örgütlenmenin var olan yeterli sebeplerine, yani örgütlenmenin var olan kendiliğinden şartlarına, iradi müdahale şatını da eklemeli-sağlamalıyız. Örgütlenmek kendiliğinden şartlar üzerinde kendi başına oluşup gelişmez. Örgütlenmenin kendiliğinden şartlarına iradi müdahalede bulunarak oluşturup geliştirmek durumundayız. Örgütlenme kendiliğindenciliği aşan durumdur fakat örgütlenme de kendi başına oluşmaz, gelişmez. O halde örgütlenmenin oluşup gelişmesi için örgütçülerin çabada bulunması-müdahalede bulunması gerekir. Örgütçülerin örgütlenme sorununu geliştirmeleri için ise, diri bir ruh, parlak bir bilinç, dinamik bir aktivite, fedakâr bir çaba-çalışma ya da karşılıksız bir emek, karşılık beklemeden veya kişisel menfaat tasavvur etmeden ‘’bir şeyler’’ inşa etme, yaratma ve var etme uğraşı, elbette bütün bunlar için kararlı, istikrarlı bir çizgi, bu çizgiyi koşullayan berrak bir bilinç ve bilimsel inanç şarttır. Kazanmak için bedel ödemek vazgeçilmezdir. Devrime, halka inanmak ve bunlar için örgütlenme ve örgüt ihtiyacı noktasında açık kafaya sahip olmak şarttır.
Kendiliğindenciliğe karşı elzem olan devrimci müdahaledir Gerici sınıflar örgütlü oldukları, örgütlendikleri, hem de devlet aygıtı olarak örgütlendikleri için bütün çürümüşlüklerine rağmen egemenliklerini sürdürmekte, devlet ve iktidarı elinde tutmayı başarmaktadırlar. Gerici sınıflar sömürmek,
baskı uygulayıp zulmetmek için örgütlenmekte, devlet örgütünü elinde tutmaktadırlar. Elbette gerici çıkarlarını, iktidar imtiyazlarını, kanlı köhne saltanatlarını korumak için örgütlenmektedirler. Ancak söylemek gerekir ki, gerici sınıflar devlet gibi devasa bir örgüte sahip oldukları halde, bunlar geniş halk kitlelerine karşı tam bir azınlığı teşkil etmektedirler. Yani geniş halk kitlelerine göre son derece az sayıda olan büyük burjuva sınıfı veya egemenler, bu durumlarına karşın en büyük örgütü/devleti elinde tutmakta ama büyük çoğunluk olan ezilen-sömürülen emekçi kitleler bu burjuva azınlık tarafından yönetilmektedirler. Azınlık-çoğunluk ilişkisindeki bu büyük dengesizliğe karşın azınlık olan büyük burjuvazinin çoğunluk üzerinde egemenlik kurmasının, bu çoğunluğu ezip sömürme imtiyazını elinde tutması tamamen örgütlü olmasından veya devlet denen baskı örgütünü elinde tutmasından ileri gelmektedir. Oysa halk kitleleri daha büyük bir çoğunluğu ve gücü temsil etmektedirler. Öyle ki egemen burjuvazinin tüm gücünü de bu emekçi sınıflar yaratıp oluşturmaktadır. Ancak egemen burjuvazi devlet denen baskı aracıyla bu büyük çoğunluk üzerinde baskı ve egemenlik kurarak iktidarını sürdürmekte, sömürü ve baskı uygulama ‘’hakkı’’ elde etmektedir. Her şey örgüte, yani devlet denen devasa örgüte sahip olmaya bağlı. Bu durumda ezilen, sömürülen, zulme maruz kalan geniş emekçi sınıf ve halk kitlelerinin bu baskı ve sömürüden kurtulmak için örgütlenmesinden daha tabii bir şey olamaz. Bu zulüm kar baskı ve sömürü egemenliğinden kurtulmak için örgütlenmeye ve örgüte ihtiyacı oldukları açık. Fakat bütün bu gerçekliğe karşın geniş halk kitlelerinin kendi örgütlerinde
birleşmeleri ve örgütlenmeleri son derece zor ve zorlu bir süreç olarak geçiyor. Oysa acı ve açlıklarının son bulması için ivedilikle örgütlenmeleri, örgütleriyle birleşmeleri olması gerekendir. Yukarıda dedik; kendiliğinden hiçbir şey gelişmiyor, müdahale şarttır. Kitleler kendiliğinden sınıf bilincine erişmezler, onlara bilinç dışarıdan, aydınlar tarafından götürülür. Aydın dediğimiz burjuva aydını değil, devrimci aydındır. Yani devrimcilerin, Komünistlerin bu bilinci kitlelere götürmesi gerekir. Bu anlamda faaliyetçi-örgütçülerin kitlelerle yoğun biçimde buluşup onları aydınlatmak üzere bilinçlendirmesi şarttır. Yani kitleleri sınıf mücadelesine katmaları şarttır. Bu çaba gösterilmeden kitleler kendiliğinden devrime kalkışmaz. Kitleler devrime kalkışmadan da devrim olmaz, devrimden bahsedilemez. Kitlelerin kendi eseri olan devrime katılmalarını sağlamak, örgütçülerin bıkıp usanmadan kitlelere gidip onlara gerçekleri açıklayıp kurtuluş yolunu göstermelerinden geçer. Bu müdahalenin tek objesi Komünist ve devrimci örgütçüler, gerçek aydınlardır. Lakin önce, sınıf bilinci almış, bilinçlenmiş, örgütle tanışmış, örgütü tanıyıp bilen kesimlerin örgütlenmesini sağlamak veya bunların kendi örgütlenme sorunlarını çözmek gerektir. Örgütçülerin kitlelere karşı görevlerini yerine getirmeleri için kendi görev ve sorumluluklarına uygun davranarak nitelikli örgütlenmeleri gerekmektedir. Örgütlenmeden, örgüte dönüşmeden ve örgüt olarak görevler yerine getirilmeden sınıfsal kölelik kader olmaya devam edecektir. Gerici sınıflardan daha beceriksiz ve yeteneksiz değiliz. O halde görevlerimizi yerine getirerek gerçeklere uygun davranalım…
22 tarih
1-15 Aralık 2017
Yeter KOÇ
Hasan BEN
Halkın Günlüğü
Kemal GÜZEL
Mütevazı bir komünist ve kavga insanı: Hasan Ben Birçok çatışma ve eylemde yer alan Hasan Ben yoldaş, 1987 yılında Elazığ-Palu’da yaşanan ve Proletarya Partisi’nin 3.genel sekreteri Kazım Çelik yoldaşında ölümsüzleştiği çatışmada çemberi yarıp çıkmayı başaran yoldaşlardan biridir aynı zamanda Hasan Ben. Hasan Ben yoldaş 1989’da TKP/ML-DABK kanadının gerçekleştirmiş olduğu 3. Konferans’da MK üyeliğine ve TİKKO genel komutanlığına seçilir
P
roletarya partisinin 40 yılı aşan şanlı mücadele tarihinde komünist yaşamı, fedakârlığı ve mütevazılıği ile öne çıkmış ve kitleler nezdinde derin izler bırakmış yüzlerce önder kadro ve savaşçısı bulunmaktadır. Proletarya partisinin geniş kitlelerde kök salmasında ve güçlü politik bir etki yaratmasında bu komünist kadro ve savaşçıların yarattığı emek, değer ve birikimin belirleyici bir rolü vardır. Bu komünist kadrolardan biri de Hasan Ben’dir. Küçük yaşlardan itibaren proletarya partisine sempati duyan Hasan Ben yoldaş, yurt dışında mücadeleye katılarak proletarya partisinde örgütlendi. Yurtdışında örgütlendikten kısa bir süre sonra yüzünü ülkeye dönen Hasan Ben yoldaş 1983-84 yılları arasında proletarya partisine bağlı TİKKO saflarında gerilla mücadelesine katılır. Yaratıcı, eğitmen, mütevazı ve espirili
kişiliği ile kısa sürede ön plana çıkan Hasan Ben yoldaş gerilla mücadelesinde hızlı bir gelişim sağlayarak yetkinleşir. Bu süreçte birçok çatışma ve eylemde yer alan Hasan Ben yoldaş, 1987 yılında Elazığ-Palu’da yaşanan ve Proletarya Partisi’nin 3. Genel Sekreteri Kazım Çelik yoldaşın da ölümsüzleştiği çatışmada çemberi yarıp çıkmayı başaran yoldaşlardan biridir. Hasan Ben yoldaş 1989’da TKP/ML-DABK kanadının gerçekleştirmiş olduğu 3. Konferans’da MK üyeliğine ve TİKKO genel komutanlığına seçilir. Hasan Ben yoldaş, komutanlığındaki gerilla birliği kışlık kamp hazırlıkları için Aliboğaz bölgesinde konumlanırlar. Bu sırada daha öncesinden yakalanarak çözülen Alican Kanat adlı işbirlikçinin bilgi vermesi sonucu gerilla birliği pusuya düşürülür. Yaşanan çatışmada gerillanın öncüsü olan Yeter Koç yoldaş ölümsüzleşir. Yaşanan çatışmanın
ardından pusuyu yaran gerilla birliği başka kayıp vermeden geri çekilir. Fakat gerilla birliği ikinci bir pusuya daha düşer. Burada Hasan Ben yoldaş gerilla birliğini mevzilendirmeye çalışırken yaralanır. Fakat Hasan Ben yoldaş yaralı olmasına rağmen insiyatifi elden bırakmayarak gerilla birliğini ikinci pusudan da çıkartır. Yoldaşları tarafından düşman saldırısı altında saatlerce taşınarak güvenlikli bir alana götürülen Hasan Ben yoldaş, bütün müdahalelere rağmen aşırı soğuk ve kan kaybından ölümsüzleşir. Hasan Ben ve Yeter Koç yoldaşların ölümsüzleşmelerine sebep olan işbirlikçi Alican Kanat ise 23 Temmuz 2000 tarihinde İstanbul-Esenyurt’ta Proletarya Partisi tarafından ölümle cezalandırılır. Hasan Ben ve Yeter Koç yoldaşların dışında aralık ayı içerisinde proletarya partisi saflarında devrim ve komünizm bayrağını dalgalandırarak toprağa düşen, Naki Gök, Ali Yılmaz, Mustafa Şişman, Ali
1-15 Aralık 2017
Halkın Günlüğü
tarih 23 El, ayak buz kesmiş, yürek cehennem Ümit, öfkeli ve mahzun Ümit, sapına kadar namuslu Dağlara çekilmişKan kızıl renkleriyle özgürlük ateşini harlayanlara selam olsun!
İsmet POLAT
El, ayak buz kesmiş, yürek cehennem Ümit, öfkeli ve mahzun Ümit, sapına kadar namuslu Dağlara çekilmiş Kar altındadır…
Veysel UYAR Kepez, Raci Yılmaz, İbrahim Kır, Sedat Özkaradağ, Erdoğan Tekin, Veysel Uyar, Besime Doğan, Suna Yıldırım, Timur Demir, Fevzi Koç, Bekir Kürşat Onay, H.Mustafa Aslan, Deniz San, Nuray Laço, Halil Laço, Mustafa Akgün, Nurettin Topuz, Mustafa Aksakal, Haydar Kanbay, Cemal Ördek, Derya Akyol, Fadime Çelik, Metin Bektaş, Erdal Doğan, Haydar Atik, Murat Akbaba, İsmet Polat, Kemal Güzel, Deniz Kargız, Celal Ağgül, M.Zeki Aslan, Soner Koçyiğit, Ecevit Bulut ve Ebru Aslan yoldaşların devrimci/komünist hatıraları önünde saygıyla eğiliyoruz.
KAN KIZIL RENKLERİYLE ÖZGÜRLÜK ATEŞİNİ HARLAYANLARA SELAM OLSUN!
D
evrim ile karşı devrim arasındaki çeşitli biçimlerde süren sınıf savaşımı keskinleşerek devam ediyor. Emperyalist/kapitalist dünya gericiliği ve onun her bir yerdeki bilumum işbirlikçi gerici karakolları halklarımıza kan kusturmaya devam ediyor. Sömürü, barbarlık, zulüm, gericilik ve köhnemiş bir dünyanın temsilciliğini yapan emperyalist kapitalist dünya gericiliği onun stratejik düşmanı ve mezar kazıcısı olan devrimci dünyanın yoksulları ve baldırı çıplaklarına barbarca saldırarak ve yaşamlarını cehenneme çevirerek kölelik dayatmaktadır. Emperyalist/kapitalist dünya gericiliğin stratejik bir karakolu olan ‘’TC’’ devleti ve somut temsilcisi Erdoğan/AKP iktidarı da geleneksel köhnemiş gerici genetik kodlarına yaslanarak çeşitli ulus, milliyet, inanç ve cinsiyetlerden halklarımız üzerinde zorbalık ve barbarlık uygulayarak burjuva gerici saltanatını korumaya ve garanti altına çalışmaktadır. Dayatılan koyu karanlıktır, zulümdür, işkencedir, barbarlıktır, umutsuzluktur ve dayatılan köhnemiş gericilik ve köleliktir. Fakat burjuva gerici dünyaya karşı devrimci dünyanın tarihsel ilerleyişi ve başkaldırısı da kesintisiz olarak sürmektedir. Devrimci dünyanın yoksullarının ve baldırı çıplaklarının gök kubbenin altında umudu ve geleceği kuşanarak zorunluluklar dünyasından özgürlükler dünyasına olan tarihsel ilerleyişi devam etmektedir. Zorunluluklar dünyasının tarihsel arka nedenlerini bilince çıkartarak devrimci radikal alt üst oluşlarla ancak özgürlükler dünyasına varabileceğini kuşanan yüzlerce ve binlerce
Ebru ASLAN
devrim ve komünizm savaşçısı sınıf mücadelesinin değişik alanlarında kan ve can bedeli bir mücadele ve feda ruhu ile umudu haykırmaktadırlar. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da da proleter dünya devrimi perspektifi ve bilincini kuşanarak devrim ve komünizm bayrağını göndere çeken proleter öncü ‘’ Bu çelik aldığı suyu unutmayacak’’ metaforunu kuşanarak kesintisiz olarak ve ağır bedeller pahasına halklarımızın özgürlük ve kurtuluş düşünü büyütmeye devam ediyor. Yüzlerce kızıl neferin kanıyla yoğrulan çelik yeni kızıl karanfillerin kanlarıyla su alarak umudu büyütüyor. Burjuva gerici dünyanın bütün nimetlerini ellerinin tersiyle iterek ve burjuva gerici dünyayla devrimci hesaplaşmayı yaparak özgürlükler dünyasının sınıf bilincini kuşanan komünizm savaşçıları toprağa düşmeye devam ediyor. Son üç ay içerisinde devrim ile karşı devrim arasında yaşanan keskin muharebelerde 11 komünizm savaşçısı ölümsüzleşti. Proleter öncünün önder kadrolarından Şahin yoldaş ve yine değerli kadro ve komutanlarından Mercan ve Doktor yoldaşlar başta olmak üzere, Fırat, Şiar, Mesut, İsyan ve son olarak ise Ovacık’ta toprağa düşerek tohum olan Cenk, Lorin, Deniz ve savaş yoldaşlar koyu zifiri karanlık dünyamıza devrimci dünyadan ışık olmaya ve yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. Varoşlardan, amfilerden, fabrikalardan ve yaşamın değişik alanlarından burjuva gerici dünyaya savaş açarak dağları mesken eyleyen ve özgürlük çığlığını büyüten komünizm savaşçılarına binlerce kez selam olsun, Ovacık’ta kan kızıl renkleriyle özgürlük ve kurtuluş ateşini harmanlayan dört’lere binlerce kez selam olsun!
Halkın Günlüğü
ISSN: 2587-1552 HESAP NUMARALARI Melih Demirkanlı adına TEB TR960003200000000053138964 KARDELENYAYINLARI SahibiveYazıİşleriMüdürü: MELİH DEMİRKANLI YayınTürü:15 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli
YÖNETİMYERİ: Katip Mustafa Çelebi Mah. Tel Sokak NO:18/3Beyoğlu /İSTANBUL TEL: 0212 243 88 15
Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18
ROJANEYAGEL Çar şervanên Komunîzmê gihaştin qonaxa bêmiriniyê KOMÜNİZM SAVAŞÇILARI ÖLÜMSÜZDÜR!
Li
Dêrsimê ye de, dewlet bi êrişê erdê û hewayî û bi armanca îmhakirinê ve hatibû ser gerîlayên ARG’yê, div î êrişî de 4 gerîlayên nemir ya ARG’yê jiyana xwe ji dest dan.
Di dawiyê de, di şanzdehê Mijdarê de, di herêma Karagol, navçeya Ovacikê ku girêdayî
Gerîla bê şik li himberî êrişê dest avêtin çeken xwe, ber xwe dan û piştî şerê ku bi saetan berdewam kir jî Eylem Zeytin bi qod Ji gerîlayên ARG’yê Eren Tali, Eylem Lorîn, Cemile Kocakaya, Eren Tali, bi qod Zeytin û Fırat Taşkın, li navçeya Dêrsimê NaCenk, Fırat Taşkın bi qod Savaş, ber bi bêmiri- zimiye, piştî merasîmeke oxirkirinê bi qêrînên niyê ve meşiyan. berxwedanî û marşên şoreşgeriyê ve hatin veşartin. Ji bo gerîla Eren Tali, taybet li Cemevî ŞêhîdênnemiryaARG, ya navenda Dêrsimê û Nazimiye’yê merasîberbêdawîtiyêhatinoxirkirin mek hate lidarxistin, piştî merasîmê Eren Tali Gerîlayên nemir ya Partiya Maoîst Komû- li gundê Ballıcayê hate veşartin. nîst/ARG, berê ji alî malbatên xwe ve li Nex- Eylem Zeytin û Fırat Taşkın jî, li navenda Dêrsim’ê, li cem şêhidên 17’an hate binaxkirin. weşxane ya Meletî yê hatin teşxîskirin û Piştî rêzgitineke bi yek deqîqeyî, li ser jiyana hildan, piştre li Dêrsim û Antalyayê hatin vekomunîstan û jiyana bi tekoşeriyê axaftin şartin. Di nav van gerîlayên nemir de, Eren Tali bi qod Cenk di 19’ê Mijdarê de li Dêrsim- çêbûn. Piştî axaftinan, ew sê gerîlayên nemir bi diruşmayên sozdayînê şoNazimiye’yê, Eylem Zeytin bi qod Lorîn û Fırat Taşkın bi qod Savaş di 21 Mijdarê de li reşê û qêrînên bi bawer hatin veşartin. Cemile
Kurdistana Bakûr, êrişên tunekirinê ya “Dewleta Komara Tirkiyê” li ser gerîla berdewam in. “Dewleta Komara Tirkiyê”, ji bo armanca serkeftina xwe yên dagirkeriyê, bi hemû hêzên xwe yên teknîkî û bi hemû siyasetên xwe yên qirêj ve cilê xwe raxistiye li ser her parî ya axa Kurdistana Bakûr û ev rewşa heyî, ji bo armanca xwe yên dagirker bikartîne. Di vî warî de, ji bo stratejî ya dewleta dagirker, ciyê herî girîng û rastî tundiya dewleta dagirker tê jî Dêrsim e. Dewlet, li Dêrsimê bi gelemperî êrişî “gerîla” dike, lê ji bo Rêber ên Maoîstan jî stratejiya xwe yên taybet dişuxülîne. Ev stratejî, stratejiya tunekirin bixwe ye. Bi temamî havînê, dewlet bi vî awayî êriş anîbû li ser Artêşa Rizgariya Gel (ARG) ku xwe girêdayî Rêber ên Maoîst e, di encamê de jî 7 gerîlayên sere çiya gihaştî bûn asta nemirîbûnê.
navenda Dêrsimê ber bi bêdawitiyê hatin oxirkirin, lê cinyaza Cemile Kocakaya bi qod Deniz di 27 Mijdarê de ji alî malbatê ve hate teşxîskirin û di 28 Mijdarê de li Antalya, li navçeya Elmali’yê ber bi bêdawitiyê ve hate oxirkirin.
Kocakaya bi qod Deniz jî, di 27 Mijdarê de ji alî malbatê ve hatibû teşxîskirin, ew şoreşvan jî di 28 Mijdarê de li Antalya, li navçeya Elmali’yê hate veşartin.
Jibo4şervanênkomunîzmê,li AvusturyaûFransayêbîranîn! Ew çar şervanên gel ên Sosyalîst k udi 16 Mijdarê de çûbûn bêmiriniyê, ji bo wan, li bajarên Avusturyayê Viyana, Neunkirchen û İnnsburck’ê, dîsa li bajarê Fransa Parîs’ê merasîmên bîranînê hate lidarxistin. Ew bîranînên ku bi tevlêbûneke girseyî hatin çêkirin, li wir, bi taybet rêhevaltî hate ziman û li ser nirxên şoreşgeriyê xal hatin vebûn. Di van bîranînan de belavokên ku ji alî MKP/SB ve hatibû belavkirin, ew daxuyanî hatin xwandin. Di van merasîman de tevgerên şoreşger ku li Awropa xwedî niwînergeh in, ew jî bi girseyî tevlêbûn û xwedî ji gerîlayên komunîst ên nemir derketin.