Halkın Günlüğü sayı 8

Page 1

Açık Faşizm Sürecinde Siyaset ve Sorumluluklarımız

sayfa 12-13

“Toplumun direnç noktası olmaya devam edeceğiz” İHD İstanbul Şube Başkanı Avukat Gülseren Yoleri: Devlet; Ergenekoncularla uzlaştı, FETÖ’cülerle de uzlaşacak ama biliyor ki sosyalistlerle, insan hakları savunucularıyla uzlaşamayacak, biliyor ki bu kesimin avukatlığını yapan insanlarla uzlaşamayacak; çünkü onlar devlet kaynaklı hak ihlallerine de hukuksuzluklara da her Sayfa 19-20-21 koşulda karşı çıkacaklar.

Sınıfsız Toplum İçin

1-15 KASIM 2017

Yıl:1 Sayı: 8 Fiyatı: 2 TL

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

İktidar Kavgasında ‘İrade-i Reisin’ Muhtırası ile AKP’de Baypas!

İlkel Komünal Toplum’dan Günümüze Kadın -1 KADIN 8-9-10

Erdoğan/AKP iktidarında yaşanan kriz, dalaş ve çürümüşlük derinleşerek devam ediyor. Son yaşanan belediye başkanlarının zorla istifa ettirilmesi bu sürecin önemli halkalarından biridir. Erdoğan’ın AKP’li Büyükşehir Belediyeler dahil birçok belediye başkanlarını istifaya zorlaması ve rızalarıyla istifa etmezlerse bedelini ağır öderler demesi, “TC” hakimiyet sisteminin niteliği ve sistemin faşist karakteri açısından açık bir veridir. “TC”nin iç ve dış politik denkleminde, tek adam diktatörlüğü niteliğine sorun teşkil eden burjuva kliklerin ve burjuva siyaset tarzlarının hizaya getirilmesi, merkezileşmiş politik yönelime entegre edilmesi ve entegre edilemeyenlerin tasfiye edilmesi, sürecin kirli burjuva siyaset arenasındaki ayağını oluşturmaktadır.

Özel mülkiyet temelli sınıflı toplumun ilk örneği olan köleci toplumla birlikte, kadının esas mimarı ve öznesi olduğu eşitlikçi toplumun bütün değerleri üzerinde yükselen erkek cinsinin kadın cinsini köleleştirmesiyle insanlık ilk tarihi yenilgisini aldı

“Batı Asya Birliği”ne Karşı Halkların Devrimci Cephesi

www.halkingunlugu1.org

04

Kerkük İşgali, Kürt Ulusunun İradesini Boğma Seferidir!

06

Bu hesaplaşmada ilk elden çıkarılacak sentez, Erdoğan/AKP iktidarının, faşist diktatörlük koşullarına göre tekleşme operasyonları ile yıpranan imajını düzeltmek istemektedir. Ve bunu AKP’ye çekilen baypas operasyonu ile yapmaktadır. İstifa eden veya Reisin belirlediği çerçevede görevine devam eden her belediye başkanı ya da AKP’nin bürokrasideki şahsiyetleri, her ne kadar “AKP içinde tam uyum ve başkanlarının verdiği görevlere riayet ekseninde dava adamlığından” dem vursalar da AKP içinde derin çatlaklar su yüzüne çıkmış bulunmaktadır. AKP içinde yaşanan çatışmalar görünenden de derindir. Ve Reis tam da seçimler arifesinde, AKP’nin bu durumunu, tekleşme ekseninde “çözmek” istemektedir.

Emperyalist/Kapitalist Kuşatmanın Merkezinde Katalonya Bağımsızlık Dedi!

14


02 güncel analiz

1-15 Kasım 2017

Halkın Günlüğü

in n ’ i t r a P “İYİ’’ i Ve ş i m ç e ıG l n a K i l r Ki İyi Parti’nin, AKP’nin elinde olan iktidar dengesi üzerinde ne gibi bir etkisi olabilir? Mevcut iktidar ve muhalefet ilişkileri üzerinde ne gibi değişimlere yol açar ya da açabilir? Selefi sultan Tayyip’in tek adam olmaya doğru geliştirdiği proje ve bu proje doğrultusunda aldığı tedbirler doğrultusunda çok çeşitli kurumlara yönelik geliştirdiği müdahaleler geçmiş sayılarımızda işlenmişti. İyi Parti adı altında devreye sokulan yeni oluşumun rolü bu açıdan önem taşıyor. İYİ partinin içinde çıkıp geldiği MHP, AKP ve sultan Tayyip projesi ile tamamen bütünleştiği, gayri resmi iktidar ortağı durumunda olduğu biliniyor. Dolayısıyla içinden çıkıp geldiği MHP ve AKP’nin mevcut politikalarına “muhalif” olduğunu ve bu nedenle iktidar ilişkileri üzerinde şu veya bu düzeyde bir etki yaratacağı beklenebilir

E GEMENLER A RASI

Çatışmadaki Rolü Üzerine! M

eral Akşener liderliğinde kurulan parti İyi adıyla siyasal yaşama sürüldü. Mevcut basın ve yayın kurumlarının esası selefi sultan Tayyip’e yandaş olması ve diğer bölümünün önemli ölçüde iktidara boyun eğmiş olması nedeniyle bu partiden fazlaca söz edilmemiş de olsa, AKP ve MHP dışındaki kesimler arasında önemli beklentilere mahzar olduğu açıktır. 2019 seçimleri döneminde siyasal dengeleri değiştirmesi beklenen Yeni partinin gerçekten yeni bir rol oynama şansı var mıdır? Siyasal dengeleri değiştirme şansı ve rolü olsa bile bu partinin varlığı halk için ne anlam ifade ediyor? Belki en son söylenmesi gerekeni en önce söylemek gerekirse, böyle bir partinin ezilen halkların yaşamına katacağı herhangi iyi bir katkısı olmayacaktır ki, bu o yapıyı oluşturan kadroların geçmişine; özellikle de Meral Akşener gibi köy yakmalardan sorumlu olan ve on binlerce insanı zor ve şiddet yoluyla topraklarından, köylerinden, yurdundan göçertirmiş ve yanı sıra binlerce insanın kaybından sorumlu ve emperyalist destekli Gladyo örgütünün şeçkin kişilerinden birinin önderlik ettiği bir partiden ezilenler lehine bazı küçük katkılar yapacağını düşünmek bile tam politik körlük olur. Ne var ki solcu, hatta devrimci geçinen kimi çevrelerin ve kişilerin bu beklentiler içinde olduklarını; ya da

sadece Tayyip’e darbe vuracağından hareketle bu partiye ve liderine olmadık methiyeler dizdiklerini görüyoruz. Bu beklentinin bir yansıması olarak Ankara’da Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin İyi Parti’nin kuruluşuna tahsis edilmiş olması ilginç olsa gerek. Yine böyle beklentiler içinde olanların devrim ve sosyalizm adına kitlelere nasıl ihanet ettiklerini ibretle izliyor ve şimdilik esas konuya dönmek üzere geçiyoruz. İyi Parti’nin, AKP’nin elinde olan iktidar dengesi üzerinde ne gibi bir etkisi olabilir? Mevcut iktidar ve muhalefet ilişkileri üzerinde ne gibi değişimlere yol açar ya da açabilir? Selefi sultan Tayyip’in tek adam olmaya doğru geliştirdiği proje ve bu proje doğrultusunda aldığı tedbirler doğrultusunda çok çeşitli kurumlara yönelik geliştirdiği müdahaleler geçmiş sayılarımızda işlenmişti. İyi Parti adı altında devreye sokulan yeni oluşumun rolü bu açıdan önem taşıyor. İyi Parti’nin içinde çıkıp geldiği MHP, AKP ve sultan Tayyip projesi ile tamamen bütünleştiği, gayri resmi iktidar ortağı durumunda olduğu biliniyor. Dolayısıyla içinden çıkıp geldiği MHP ve AKP’nin mevcut politikalarına “muhalif” olduğunu ve bu nedenle iktidar ilişkileri üzerinde şu veya bu düzeyde bir etki yaratacağı beklenebilir. AKP ve sultan Tayyip’in tek adam olmaya

doludizgin yürüdüğü ve bu nedenle geniş kitleler içinde büyük homurtuların olduğu aşikârdır. Böyle bir gerçeklik içinde M. Akşener’in yeni bir parti oluşumuna yönelmesi dikkate değer bir durumdur. Bu yönelimi sadece Meral Akşener ve yanında yer alan kurucu kadroların kararı olarak düşünmek, Türk egemenlik sisteminin uluslararası emperyalist merkezlerle olan derin ilişkilerini anlamamaktır. Hem içte hem de dışta bir bölüm sermaye ve temsilcisi ekiplerin bir planı ve yönelimi olduğunu düşünmek anlamsız bir değerlendirme olmayacaktır. Nasıl ki bir zamanlar AKP allanıp- pullanarak burjuva siyasal yaşama aktarıldı ise, benzeri şekilde yerel ve uluslararası sermayenin bir kesimi için bu gün artık zamanını doldurduğuna inanılan iktidar partisi AKP’nin ve özellikle sultan Tayyip’in kendilerine ters düşen iç ve dış politik yönelimine karşı alınmış önlemlerden biri olarak görülmelidir. Devlet Bahçeli’den AKP yetkililerine kadar Meral Akşener ve partisi hakkında söylenenlere dikkatlice bakıldığında bunun böyle olduğunu görmek zor değil. Ya da CHP gibi gerici-ırkçı bir partinin ve kimi demokrat ve hatta devrimci geçinen ama sistemi kökten hedeflemek yerine sorunu sadece sultan Tayyip ile açıklamaya kalkanların İyi partiye biçtikleri rol ve beklentinin


1-15 Kasım 2017

güncel analiz 03

Halkın Günlüğü

söylediklerimizi tersten doğrulayan bir yerde durduğunu görebiliriz. Ezilen kitleler bakımında mevcutların hiç birinden farklı hiç bir ayrı özellik taşımayan ve ancak yeniden soracak olursak, mevcut iktidarı az ya da çok zorlaması istenilen İyi parti bu işi ne kadar yerine getirebilecektir? Geleneksel söylemle İyi Parti’nin sağ ve muhafazakâr kimlik taşıması, hem dini söylem ve hem de Türk ırkçılığının şampiyonlarından biri olması bakımından kısmen AKP ve esasta da geldiği parti olan MHP tabanında bir kısım kitleyi etkileyecek gibi gözükmektedir. MHP, adı konulmamış da olsa iktidar ortağı olması ve AKP politikalarının hemen neredeyse tümüne evet demesi, MHP tabanında kimi kesim içinde yarattığı rahatsızlık M Akşener’in İyi partisine kayacağı öngörülmektedir. Ne var ki, MHP’nin milliyetçi-ırkçı politikalarının kendi tabanı üzerinde bir kemikleşme yarattığı biliniyor. Meral Akşener’in İyi partisi bu kemikleşmiş kesimi ancak daha büyük faşist-ırkçılık politikalarla kendine çekebilir. Bunun böyle olacağını ilerde daha net göreceğiz. Mevcut sultan Tayyip iktidarını etkileyebilmesi için İyi Parti’nin hem AKP ve özellikle de MHP kitlesini ciddi derecede etkileyip ve bu kesimin oylarını alması gerekir. Aksi takdir de bırakalım iktidarı hiç değilse bunları bir koalisyon olasılığına geriletmesi mümkün olmayacağı gibi, tersine başarısızlığa uğramış olmasından dolayı yarattığı moral bozukluğu nedeniyle beklentiye sokulan kitlelerde AKP ve Tayyip ve ortakları yenilemez inancını pekiştirmekten başka bir işe yaramayacaktır. Besbelli ki AKP ve MHP, İyi Parti’nin etkilerini daha az zararlı duruma düşürmenin plan ve çalışmaları içindedirler. Selefi sultan efendinin AKP’ye özel müdahalesi, belediye başkanlarını istifa ettirmesi gibi uygulamaların tümü 2019 genel seçimlerinin kazanmaya ve tek adam olmaya yönelik uygulamalar olduğu açıkken, İyi Parti’nin kendisine yönelik çıkışını bertaraf etmeye girişmeyeceğini söylemek mümkün değil. Ne türden tedbirlere ve önlemlere başvuracakları veya nasıl ve ne kadar yapacakları ise gelişmelere bağlı olacaktır. Kaldı ki AKP’nin dışında bu işi MHP kendi tarzıyla zaten yapmaktadır. İyi Parti’nin egemen sınıflar arası ilişkileri değiştirmede belli başlı bir etkisi olacağını söylemiştik ancak bu etkinin derecesi ne kadar olur pek net gözükmemektedir. Argümanlardan biri de İyi Parti’nin, genel olarak batı ve özel olarak da Ege bölgesinde CHP’ye oy veren belli bir kitleden oy alacağı yönündedir. Bu kitlenin CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Alevi kimliğine duydukları tepki ve etkisinde kaldığı Kürt aleyhtarı milliyetçi-ırkçı-şoven politikalardan dolayı İyi partiye oy vereceği yönündeki kanaattir. Görüşümüzce çok berrak olarak görünmese de böyle bir kesimin varlığı açıktır. Bu kesim İyi partiye oy versin veya vermesin sonuç itibariyle AKP ve MHP ortaklığına bir etkisi olmaz. Çünkü söz konusu seçmen kitlesinin kullanacağı oylar CHP’den İyi partiye geçse bile iktidar partisine bir tehlike yaratmaz. Çünkü bu olası oylar iktidar partisinden veya destekçilerinden koparılan oylar olmayacaktır.

İyi Parti’nin özü AKP ve diğer burjuva partileriyle aynıdır! İyi Parti’nin tek başına iktidar olma şansı hiç gözükmemektedir. Ekonomik, sosyal, kültürel, eğitim, sağlık politikalarında AKP ve diğerlerinden farkı niceldir. Öz olarak, bu konular üzerinde ileri sürdüğü politikaları diğerleriyle benzerdir. Adalet, hak-hukuktan söz etmesi, basın özgürlüğünden dem vurması, kardeşlik ve birlikten söz etmesi bu gerçeği değiştirmiyor. İlk yıllarda AKP’nin ileri sürdüğü çözüm politikalarını hatırlamakta fayda var. Çok daha kapsamlı bir program ileri sürdüğü ve geniş kitleler arasında büyük heyecan yarattığı bir gerçektir. Oysa İyi Parti bu bakımdan da heyecan ve umut yarattığı söylenemez. Şu alıntıyı birlikte okuyalım. “Partimiz, evrensel demokratik değerler, haklar üzerinde, ülke bütünlüğü üniter yapı içinde, hukukun üstünlüğü, hak ve hürriyetleri temel alan, eşit ve onurlu yurttaşlık ortak bir gelecek tasavvuru ve birlikte yaşama arzusu gibi ortak paydalar etrafında toplumsal bütünleşmenin sağlanarak bu meselenin çözülebileceğine inanıyoruz” Her bir satırına sayfalarca yazı ile karşılık verilecek durumunda olan ve her yanından sahtelik akan bu yaklaşımda Türkiye halkının yüz yüze olduğu temel meselelere dair bir çözüm umudu var mıdır? Bu ülkede “hukukun üstünlüğü” hiç değilse burjuva manada var mıydı? “Eşit ve onurlu yurttaşlık” ilişkisine şahitlik edenler olmuş mudur? “Demokratik değerler” nerede ve varsa kimler için işliyor? İşçiler, emekçiler, ezilen ulus olan Kürtler, ezilen inanç olan Aleviler ve diğerleri, Kadınlar sistem sahipleriyle hangi ortak payda da buluşturulacak? Özellikle Kürtlerin ortak ve birlikte yaşamak için ileri sürdükleri arzuya yönelik küçücük de olsa bir sözcük ve tutum var mıdır? Bütün bu soruların cevabı bizim için net ve berraktır. Biz, siyasal yaşama sokulan her bir sistem partisinin halk için ne ifade ettiğini gayet net biliyoruz. Ne yazık ki geniş kitleler bu türden gün yüzü görmemiş kaba yalanlara bile hala inanmaktadır. Bunda bir bakıma biz komünistlerinde sorumluluğu var elbette. İşte tam da bu nedenle bu meselelere dair mümkün oldukça kitleleri kendi deneyleri üzerinde eğitmek amacıyla dikkat çekiyoruz. Ülkenin temel sorunlarının çözümüne ilişkin sözü ve programı olmayan hiç bir politik parti ne ülkeye ne de halka bir yararı yoktur ve bu açıdan kötü birer alternatif olmaktan öteye gidemezler. Tarih bunu defalarca kez göstermiştir. Ancak bu gerici güçler bir birlerini devirmek için, komplolar kurmak için, darbeler tezgâhlamak için kuşkusuz önemli yer ve rolleri vardır. Halklarımızı aldatmak için ise ortak davranışları vardır. Irkçı-faşist politikaların ve geleneğin temsilcilerinin tarih boyunca yaptıkları bu değil midir? Oysa bu ülkenin ezilen halkları despotik-faşist rejim altında yaşamak zorunda değil, bu halklar özgür bir yaşamı fazlasıyla hak etmektedir. Bir avuç sömürücünün halklarımıza reva gördüğü zulmü aşmak için bütün haklı sebepler vardır. Yeter ki karar verelim, örgütlenelim, mücadele edelim. Kazanabiliriz!

≫ Bedrettin Ufuktan

SINIF TAVRI

BİLİNCİNDE OLMAK

P

olitik edebiyatta sıkça kullanılan kavramlardan biridir bilincinde olmak. Bu kavramın dile dökülürken ki zamanlarda hedeflenen şey genellikle birey ve toplulukların kendi eylem ve söylemlerinin yarattığı/yaratacağı etki ve gelişme evrelerinin test ettirmek olur. Bireyin, toplulukların ve sınıfsal örgütlemelerin yaptıkları işin bilincinde olmamaları yaşamda sık sık karşılaştığımız bir durumdur. Sendikalar işçi örgütleridir; işçi aidatlarıyla maaşlarını alırlar, o aidatlarla koca binalar alır bürolarını konforla donatır, içlerine gösterişli toplantı ve konferans salonları yaparlar; ama işçiyi sınıf bilincine eriştirmek için eğitim yapmayı unuturlar! Müteahhitler bina yaparlar ama çoğu binalara asansör yaptırmayı ve yangın merdiveni koymayı unuturlar! Politikacılar her seçim öncesi ezilenlerin beklentileri üzerinden sayısız vaatte bulunurlar ama iktidara ve koltuğa oturdukları andan bütün bu vadettiklerini unuturlar! Bütün burjuva ve faşist iktidarlar kendilerini devrimci eleştiriye tabi tutanları ezber bir söylemle “vatan haini, teröristler” diye ilan ederler, ama ülkenin tüm değerlerini kapitalist tekellere satan anlaşmaları yaparken vatanı sattıklarını unuturlar! Bu kategoridekileri “unutkan” olarak tanımlamak bir ironi tabii. Halk kitlelerinin örgütsüzleştiren ve ezilenlerin kendi sınıf çıkarlarının gerektirdiği bilince erişmesini engellediklerinin bilincini en iyi taşıyan sömürücü sınıflardır. Bu bilinci taşıdıkları ve onun gergini yaptıkları içindir ki örgütsüz ve bilinçsiz milyonların yaşamı üzerine sömürü ve züllümü inşa ediyorlar. Burası ezilenlerin sorunu yaşadığı yerdir aynı zamanda: etkilenmek, benzemek ve taklit etmek. Türkiye devrimci hareketinin hemen tüm örgütleri, sisteme karşı mücadele ederken çoğu kez sanatsal düzeyde değerlendirilecek planlamalarla saldırı eylemleri yaptıkları halde, geri çekilme ve korunmayı aynı önemde planlamaktan acze düştükleri için saldırının zaferini, bu tek yönlülüğe kurban etmişlerdir: çünkü saldırı ve savunmayı, ilerleme ve geri çekilmeyi bir bilim olarak kavramayı başaramamaktadır. Aynı şekilde toplumda da milyonlarca fakir fukara sofraya zeytini peyniri getirmekten aciz bir yoksulluk içindeyken meta fetişizminin döngüsünde yaşamları lime limedir… Ezenin, ezilenin felsefeden, hayalden ve hafıza devamlılığından yoksun olduğunun bilinci üzerinde yönetme becerisini inşa ettiğini kavramıyoruz bir türlü. Onun için de ezenin felsefesiyle düşünmekten kurtaramadığımız zihnimizin yeteneği ancak bir zemine bağlanmış olduğu için kendi etrafında dönüp dolaşan bir tay gibi enerjimizi hep aynı zeminde bir döngüde içinde tekrarlayıp dururuz. En aktüel örneğimiz sosyalist meclisler federasyonunun küçük bir ilçede hayata geçirdiği sosyalist yerel yönetim politikasının sonuçlarına karşı tutumumuzdaki yetersizliktir. Yönetimden üretime doğru bir yerel iktidar örneği olarak, kapitalist sömürü ve soygun dünyasına devrimci alternatif bir örnek dayattığını dünya kavrıyor ama biz hala kavramıyoruz. Yansıra Mazgirt’te Tekin Türkel’in aynı anlayışla yaptığı belediyeciliğin kazanımlarını o dağın eteğinden aşağılara haberdar edecek bilince erişmiş değiliz. Ovacıkta yönetimden üretime doğru, “üreten kimse yöneten de o olmalıdır” ilkesi ayakları üzerine doğrulurken, Mazgirt’te “yöneten kendi kültürünü de yaratmalıdır” ilkesine ses verircesine alt yapı ve yaşam ortamını halkın sosyal, kültürel hakları ve sağlıklı bir altyapıdan yararlanma hakkına uygun

yaptığı belediyecilik birbirini tamamlayan iki sosyalist uygulama olduğu halde, bunlardan yeterince öğrenmesini de bilememdik daha. Oysa yarım asra varan bir komünist anlayışın ilk gerçek tanımı; kapitalist emperyalist dünya sistemine karşı iki bin nüfuslu iki ilçede sosyalist sistemin insanlığa önerdiği hayatın apaçık bir sergilenişidir olan. Ovacık’taki kooperatifleşmeye dayalı üretim ve aynı yöntemle ürünlerin tüketiciye ulaştırılması niteliğiyle genel üretim içindeki payıyla sözü edilemeyecek düzeydeyken etkisi daha şimdiden evrensel ölçekte olduğu halde, SMF programının uygulanışı olarak hayata görüntü veren bu “sisteme karşı sistem” siyasetinin göstereceği daha ileri gelişmenin henüz bilincine varamadı. İki örnek durumu daha doğrudan kavramamızı ve politik yaratımımızın bilincine varmaya yardımcı olacak niteliktedir. İlki devletin, tefeci tüccarın bu üretim biçiminden duyduğu huzursuzluğa cevaben komünist başkanın danışmanı ve SMF çalışanlarına karşı gösterdiği refleks oldu: başkanın danışmanı Hayati Güngör ve beş SMF çalışanı, olmayan basın açıklamasına katıldıkları “gerekçeleriyle” tutuklandılar. Mesaj açık; “kapitalist sömürü ve talan çarkına alternatif olmayacaksın”, diyor devlet. İkinci örnek de halk içinde o ya da bu siyasal eğilimin, hatta SMF “taraftarı” pozları içinde görünen, fakat yaşam dejenerasyonuna uğramış, bir iki cep harçlığı ve iki bira parasıyla gösteremeyeceği düşkünlükten sakınmayan bazı kişiler üzerinden siyasetin hayat bulduğu beden olan bu faaliyetleri itibarsızlaştırma çalışmalarının hissedilmesidir. “İki kilo nohut ve fasulye üretmekle sosyalist mi olunur”, “sağcılığa kılıf buluyorlar” vb. yollu kahve köşelerinde dillenen itibarsızlaştırma çalışmaları ve bu faaliyetteki yeri nedeniyle toplumsal kişilik edinen çalışanların kişiliklerini hedef alacak fiskos konuşmalar, devletin karşı çalışmasının apaçık görüngüleridir. Bu yöntemler kitlelerin coşkuyla sahiplendiği devrimci çalışmayı itibarsızlaştırmak ve alternatif sistem arayışının bu koşullardaki görüngüsünü itibarsızlaştırmayı hedefleyen bir dezenformasyon çalışmasıdır. Sosyal bir devrim için mücadele eden her dürüst kişi ve örgütlenme, kapitalist sömürü ve vahşet sistemine karşı sosyalizm için mücadele ediyorsa, yapacağı şey en başta sosyalist sistemin sosyal temeli ve gücü olan işçi ve emekçi kitlelere doğrudan ulaşacak bir aracın varlığını tanımlar. SMF ise içinde bulunduğumuz tarihi süreçte, program tüzük ve örgütleme tarzına getirdiği tanımla en doğru araç olarak kabul görmüştür: bu koşulların gerçekliği budur. Öz itibarıyla SMF, ezilen tüm sınıfların ve toplumsal kesimlerin üretim ve yaşam alanlarının, sorunlarının tanımı üzerinde oluşturulan çok çeşitli antikapitalist örgütlemelerin hedefledikleri ekonomik, demokratik ve yaşamsal hakları ve çıkarlarını nihai olarak garantiye alacak bir çözüm olarak kapitalist sisteme karşı sosyalist sistemi kurma hedefli siyasal bir örgütlemedir. Komünizm, sosyalizm ve devrim adına söz ve pratik içinde bulunmaya inancı enerjisi ve haydi diyelim ki “sol yiğitlik” yapmak isteyen varsa, meydan buradadır! Değer tüketmek değil, üretmek üzerine kurulan bir devrimci program, devrimci olmakta samimi her bireyi buraya davet etmektedir. Devrimci değerleri ve tarihi olarak SMF’nin üzerinde var olduğu ideolojik, siyasal itibarı tüketmek üzerinden “devrimcilik” ahlaki olarak düşman olacağımız şeydir! Bu sorumluluğun bilincini de tavrını da kuşanmaktan imtina etmeyeceğiz…


04 analiz eleştiri

1-15 Kasım 2017

Halkın Günlüğü

“Batı Asya Birliği” Teorisine Karşı Halkların Birleşik Devrimci Enternasyonali B

“Batı Asya Birliği” teorisi Batı Asya denen Türkiye, Irak, İran, Suriye gibi devletlerin birleşmesi, ittifak yapması demektir. Bu teorinin özü, Kürt ulusu üzerindeki hükümranlığa dayanmaktadır. Bu teori, Batı Asya ülke halklarının üzerindeki egemen sınıf hükümranlığın devam ettirilmesi teorisidir. Bu teori, gelişen ulusal bağımsızlık ve sınıfsal kurtuluş dinamiklerine karşı egemen faşist kesimlerin yaşadığı korkunun ifadesidir. Ve “tüm ezenler birleşin”, “yoksa mahvolursunuz” prensibinden hareket eden bu teori, “I. Dünya Savaşı’nda mevcut sınırlar oluştu; eğer bugünkü savaş ortamında bölge devletleri birleşmezse, bu sınırlar yeniden değişecektir” ihtimaline karşı bir konumu dile getirir.

ölgemizde, yanı başımızda süren ilhakişgal ve yeniden paylaşım savaşları ve bu savaşlara karşı tutum önemli bir ayraç görevi görmektedir. Kimileri kendi “ülkesini parçalanmaktan korumak”, kimileri “toprakların bütünlüğünü korumak”, kimileri de başka sebeplerle bu savaşı desteklemekte ve savaşın bir parçası olmaktadır. Kimileri yurtseverliği, egemen ülkelerin kendi “toprak bütünlüğünü savunmak” anlamında yorumlarken, bu egemen ülkelerin ilhak altında tuttukları Kürdistan’ın özgürlük, özerklik vb. taleplerini ise milliyetçilik olarak yaftalayarak karşı çıkmaktadır. Aynı zamanda Kürdistan bölgesinin taleplerine “emperyalizmin bir oyunu” olarak değerlendirmektedirler. Bölgemizde süren savaş emperyalist bir savaştır. Emperyalizmin bölge üzerinde uzun bir süreden beri yürüttüğü planlama dahilinde patlak veren olaylar, bölge egemen devletlerinin ortaklığında geliştirilmiştir. ABD ve AB emperyalizmi, Türkiye başta olmak üzere Suudi Arabistan, Katar gibi ülke devletlerinin tezgahlarıyla bölgeyi savaş alanına çevirmiştir. Bölge devletleri ve egemen kesimler pastadan pay almak, mevcut pozisyonlarını korumak ve mezhep

ayrışımları temelinde savaş başlatmışlardır. Bu savaşın hedefi Suriye, Irak, İran ve Kürdistan olmuştur. Savaşın ağırlıklı başlangıç noktaları Suriye, Irak ve Kürdistan olarak seçilmiştir. İstedikleri başarı sağlanmış olsaydı sıra İran’a gelecekti. Ve Sünni İslami bir diktatörler bölgesi yaratılacaktı. Emperyalist ve faşist bölge devletlerinin oyunu sahada tutmadı. Başta Kürdistan’daki direniş ve Suriye devletinin Rusya ve İran’ının desteğini alarak varlığını devam ettirmesi, bu savaşın seyrini değiştirmiştir. Suudi Arabistan, Katar, Türkiye devletlerinin başını çektiği Amerikancı blok, bölgede emperyalizmin koç başlığını yapmış, komşu ülkelerde savaşa neden olmuşlardır. Savaşın uzaması, bu devletlerin kendi aralarındaki ittifakın parçalanmasını sağlamıştır. Kürdistan halklarının yürüttüğü çetin bir savunma ve diğer bölge ülkelerinin direnmesi sonucu, bölge devletlerinin beklentisi boşa çıkmıştır. Amerikan öncülüğündeki Suudi Arabistan, Katar, Türkiye Suni ittifakı, İran, Suriye, Irak eksenli Şii ittifakına karşı beklenen sonucu alamamıştır. İran hariç savaş alanına çevirdikleri bu ülkeleri büyük bir yıkımın

eşiğine getirmekle birlikte kendi ülkelerini de sorunlu hale getirmişlerdir. Bu ülkeler, yaşadıkları çok yönlü krizi bu savaşla bir avantaja çevirmek ve bölgenin egemenleri haline gelmek istemişlerdir. Gelinen aşamada bu ülkeler arasındaki ittifak ve hizmet ettikleri büyük patronları ile araları bozulmuştur. Ve Türk devleti iç ve dış politik uygulama alanında yaşadığı hezimet sonucu, hasım olarak belirlediği ülkelerle ortak davranma pozisyonuna gelmiştir. Bu hezimete yol açan neden ise esas olarak Kürdistan korkusudur. Suriye, Irak, İran düşmanlığından bu ülke devletleri ile ilişki “dostluğa” dönmüş vaziyettedir. Emperyalizmin önderliğinde bölge devletlerinin, birbirlerine karşı konumlanması veya ittifak halinde olmasının her hali emperyalist çıkara dayanmaktadır. Bölge devletlerinin ortak niteliği sermayeye dayanmaları ve despotik bir karakter taşımalarıdır İran, Irak, Suriye, Türkiye bölge devletlerinin ortak niteliği, sermayeye dayanmaları ve temel olarak despotik bir karakter taşımalarıdır. Faşizm de bu devletlerin birer özelliği durumundadır. Doğu


1-15 Kasım 2017

Halkın Günlüğü

despotizmi inanç, ulus, kadın, işçi ve diğer ezilen kesimler üzerinde baskı özelliğiyle ön plana çıkmaktadır. Egemen mezhep, diğer mezhep ya da inançlar üzerinde baskı kurmaktadır. Bu durum tüm İslam ülkelerinin ortak özelliğidir. Diğer ortak özellik, kadınlar üzerindeki baskıda birleşmeleridir. Örneğin bu devletlerin bu konudaki genel yapısı, Yunanistan vb. birçok ülkeden farklıdır. Dünyadaki ülkeler genel ataerkil bir karakter taşımasına rağmen bu ülke devletlerin despotizmi daha belirgin haldedir. Bu devletlerin yaşadığı çelişkiler sonucu, örneğin Saddam yerine Maliki’nin ya da İbadi’nin gelmesi durumunda aynı rutin devam etmektedir. Bölge devletlerinin yapısal durumu, Kürt ulusu ve diğer birçok etnik gurup ve inanca baskı üzerinden konumlanmıştır. Bu konumlanma zorbalık üzerine oluşturulmuştur. Bu ulus ve etnik guruplar özgürlüğüne kavuşmadıkça, devlet bu yönlü zorbalığını devam ettirecektir. Çünkü ezilen ulus ve milliyetler bu boyunduruğa katlanmak istememektedir. Bölge devletlerinin bir kısmında dinin etkin olması ya da etkin olmaya devam etmesi, ulus-devlet gibi tekleştirici bir yan taşımakta ve despotizmi beslemektedir. Bölge devletleri, kapitalizmin, egemen sınıfların yönetimi altındadır. Ne halkçıdır ne de ezilen, sömürülen sınıfların çıkarını temsil etmektedir. Büyük sermayenin ve buna tekabül eden egemen sömürücü sınıfların temsilcisi olan bu devletler, bölge gericiliğinin ve faşizmin temel dayanaklarıdır. Bu devletler halk ve ezilenlerin düşmanıdırlar. Bu devletler Suriye hariç, diğerleri paylaşım savaşının hem parçası hem de hedefi durumuna gelmişlerdir. Suriye ise işgal ve İŞİD’e karşı mücadele içindedir. Kürtlerle mücadelesi hariç işgale karşı mücadelesi savunma amaçlıdır. Dünyadaki kutuplaşma emperyalist bir nitelik taşımaktadır. Emperyalist dünya sistemine karşı sosyalist bir kamp mevcut değildir. Sosyalist olma iddiasında olan ülkeler emperyalist kampın bir parçası durumundadır. Berlin Duvarının yıkılması ile “Sovyet” bloğu çökmüştür. Çöken bu bloğun ülkelerine göz koyan NATO üyesi ülkeler ve özelikle ABD ve AB, bu pazarları ele geçirmek için savaşlara varan bir yarış içine girmiştir. Doğu Avrupa, Yugoslavya’ya bağlı ülkeler yağmalanmış ve bu emperyalist ülkelerin pazarlarına dahil edilmiştir. “Sovyetlerin” etkisi altında olan ülkelerin hepsi Batı emperyalizminin yeni pazar hedefleri haline gelmiştir. Bunların bir kısmı savaş bir kısmı ise çeşitli yollarla bu emperyalist kutbun bir parçası haline getirilmiştir. Çöken Rusya 20-30 yıllık süreçte kendini toparlamış yeniden sahneye çıkmıştır. Batı emperyalizmine karşı tekrar tarih sahnesine çıkan Rus emperyalizmi, daralan alanlarını genişletmek, kaybettiği nüfusunu yeniden kazanmak istemektedir. Bu konuda epey yol almışa benzeyen bu emperyalist güç, yekpare olmayan batı emperyalizmini hayli zorlamış durumda. Ve Çin ile birlikte yeni kutbun başını çekmekte. Rusya ile Çin, ABD ile diğer batılı

emperyalistler nüfus alanlarını yeniden belirlemek, dünyanın zenginliklerini paylaşmak için mücadele halindeler. Eskide “Sovyetlerin” etkisinde olan bölgeler Irak, Suriye bugün batılı emperyalistlerin hedefi durumunda. Saddam devrilmiş, yerine getirilen Maliki ise keza emperyalistler için sorun olmaya devam etmiştir. Irak’ın Şii İran’ın etkisine girmesi, batılı emperyalistler için bir sorundur. Batılı emperyalist kamp dünyada etkin olan kamptır. Ve dünyada asıl hükümdar durumundadır. Buna rağmen Rus emperyalizmi de gelişen ve etkinlik alanlarını genişleten bir güçtür. Her iki güç emperyalist nitelikte ve dünya halklarının düşmanıdır. Bu güçler, ulusal ve sosyal kurtuluş özneleriyle stratejik bir müttefik olamazlar. Bu güçler ancak kendi çıkarları elverdikçe ulusal-sosyal güçlerle ilişki geliştirirler. İşlerinin bittiği yerde, bu güçleri yüzüstü bırakırlar.

“Batı Asya Birliği”, faşizmin tahkim edilme teorisidir 19.10.2017 tarihli Odatv.com’da Doğu Perinçek tarafından Soner Yalçına’a hitaben yayınlanan bir mektupta, “1. Batı Asya Birliği’ni Vatan Partisi, Yalçın Küçük’ten çok öncesinden savunuyor ve en önemlisi bugün Türkiye, Vatan Partisi’nin pratik çalışmalarıyla o çizgiye girdi. 2. Yalçın Küçük, Doğu Birliği’ni PKK’yı da kapsayan bir birlik olarak savundu her zaman ve bugün de öyle. Oysa, Batı Asya Birliği her tür bölücülük ve gericilik, özellikle PKK temizlenerek kuruluyor. Kurulan Batı Asya Birliği’nin Yalçın Küçük’ün Doğu Birliği ile ilgisi yok” diyerek ana fikrin özünü ortaya koyuyor. “Batı Asya Birliği” teorisi Batı Asya denen Türkiye, Irak, İran, Suriye gibi devletlerin birleşmesi, ittifak yapması demektir. Bu teorini özü, Kürt ulusu üzerindeki hükümranlığa dayanmaktadır. Bu teori, Batı Asya ülke halklarının üzerindeki egemen sınıf hükümranlığın devam ettirilmesi teorisidir. Bu teori, gelişen ulusal bağımsızlık ve sınıfsal kurtuluş dinamiklerine karşı egemen faşist kesimlerin yaşadığı korkunun ifadesidir. Ve “tüm ezenler

analiz eleştiri 05 birleşin”, “yoksa mahvolursunuz” prensibinden hareket eden bu teori, “I. Dünya Savaşı’nda mevcut sınırlar oluştu; eğer bugünkü savaş ortamında bölge devletleri birleşmezse, bu sınırlar yeniden değişecektir” ihtimaline karşı bir konumu dile getirir. Doğu Perinçek tarafından dillendirilen bu görüşle, Türk egemen sisteminin korunması amaçlanmaktadır. Faşist Türk egemen sisteminin, özellikle Kürdistan’dan kaynaklı bir korku içinde olması, bölge devletleri ile bir ittifaka sürüklemektedir. Perinçek ve ekibinin başında bulunduğu heyetler, Rusya, İran, Irak, Suriye’yi sık sık ziyaret etmektedirler. Bu heyetler gittiği her yerde resmi protokol ile karşılanmakta ve resmi devlet heyetleri olarak ağırlanmaktadırlar. Türk devlet dış politikasının iflas ettiği noktada Perinçek ekibi imdatta kavuşmaktadır. Rusya hariç bu bölge devletlerini ortak yanı, Kürdistanı ilhak altında bulundurmalarıdır. Birinci Dünya Savaşı’nda Kürdistan dört parçaya bölünmüş, bu ülkeler arasında paylaşılmıştır. Kürdistan üzerinde egemenlik “hakkı” iddiasında bulunan bu dört işgalci devlet, bugün de bu egemenliğinin zarar görmemesi için bir savaş yürütmektedir. Bu savaş, haksız bir savaştır. Özü ilhak ve işgallere dayanmaktadır. Bu savaşın bir tarafında egemenliğini sürdürmek ve mevcut pozisyonlarını korumak ve bölgenin diğer zenginlik kaynaklarından pay talep edenler, diğer tarafında ise ilhak altında bulundurulan Kürdistan ve ezilen halklar vardır. Türk, Arap, Fars halkalarının kendi egemen sınıflarının yürüttüğü bu kavgada bir çıkarı yoktur. Tersine Kürt ve diğer milliyetler gibi bu savaşın mağduru durumuna düşürülmüş kesimlerdir. Savaşın yükü diğer halklar gibi bu ezilen sınıfların omuzundadır. Bölge devletleri, bölgedeki ülke egemen sınıfları uluslararası kapitalizmin temel dayanakları ve temsilcileridir. Bu devletlerin ittifakı, sınırları ezilenler lehine açmaz, tersine ezilenlerin mücadelesini engellemek için sınırlar sağlamlaştırılmakta, yeni sınırlar oluşturulmaktadır. “Batı Asya devletleriülkeleri birleşin” demek, ezilen ulus ve milliyetlere, bölge işçi-köylü vb. diğer halk kesimlerine karşı bir savaş çağrısıdır. Bu çağrı,

var olan statükonun, bölgedeki katliam ve sömürünün devamı üzerine yapılmıştır.

Bölge devletlerinin ittifakı halkların parçalanması üzerine kurgulanıyor! Bölge devletlerinin ittifakı, bölge halklarının parçalanması üzerine kurulması kurgulanıyor: Kürtlerin parçalanması, Arap halklarının aşiretlere parçalanması, işçi sınıfının parçalanması, halkların birbirine düşman edilmesi vs.… Velhasıl bölge işçilerinin birliği, bölge halklarının birliğinden söz edilmiyor; halkları, işçileri ezen burjuvazinin birliği ve dayanışmasından bahsediliyor. Bölge devletlerinin kendisi “gericiliğin” merkezidir. Emperyalizm bundan beslenmekte ve bu devletler kapitalistemperyalizmin birer parçasıdırlar. İran’ın Batı emperyalistleri ile kavgası pazarlarını daha kapalı tutma ve kendi başına egemen olma kavgasından kaynaklanıyor. Yoksa halkçı olduğundan dolayı değil. Bu anlaşılır bir durum olmakla birlikte, İran devletinin halklar ve işçi sınıfı üzerindeki baskısına karşı, ezilenlerin İran devletine karşı mücadelesi meşrudur. Perinçek’in bahsettiği hiçbir devlet halkçı değildir. Bilakis kendi halklarına karşı konumlanmışlardır; despotik, baskıcı ve faşisttirler. Hiçbir devlet “gericiliğe” karşı mücadele etmiyor. İran mı, AKP mi, BAAS kalıntısı Şii Irak mı “gericiliğe” karşı mücadele ediyor. Böyle bir iddianın güldürücü olmaktan öte gerçeklerle bir alakası yoktur. İşçiler, köylüler, ezilen halklar-uluslar, aydınlar “gerici”, bölge burjuvazisi ve devleti de “ilerici” oluyor bu teoriye göre. Faşizmin yıkılma tehlikesinin bertaraf edilmesi ve faşizmin güçlendirilmesinin böyle gerekçelendirilmesi Perinçek’e özgü bir maharettir. Faşizmi, faşist devletleri ve onların iş birliği içinde olduğu diğer emperyalist güçleri halklar er veya geç yenecektir. Emperyalizm, faşizm kazanmayacaktır, direnen bölge halkları ve işçi sınıfı kazanacaktır. “Batı Asya Birliği” faşizmine karşı, şiarımız, tüm bölge halklarının ve işçilerinin birliği olmalıdır. Birleşik bir mücadele ve pratik bir dayanışma ancak ve ancak bölge faşizmini ve emperyalizmi alt edebilir.


06 güncel analiz

1-15 Kasım 2017

Halkın Günlüğü

Kerkük İşgali, Kürt Ulusunun Kendi Geleceğini Belirleme Hakkını Boğma Seferidir! G

Bölgedeki çatışmaların derinliği, ilişkilerin karmaşıklığı,

emperyalist ve gerici bölgesel güçlerin hesapladığı sonuçlara pek de olanak vermeyecektir. Her şeyden önce, her ne kadar Güney Kürdistan yönetimi İKBY özgülünde bir geri adım söz konusu olsa da Kerkük ve “tartışmalı” bölgelerin işgali ve Kürt ulusunun demokratik haklarına saldırı, dört parçada, Kürt ulusunun kendi ulusal haklarına daha sıkı sarılmaları sonucunu yaratacak, bu girişimlere Kürt ulusu boyun eğmeyecektir.

üney Kürdistan bölgesinin, Barzani başkanlığındaki İKBY önderliğinde 25 Eylül’de gerçekleştirdiği ve Güney Kürdistan’ın “evet” dediği bağımsızlık referandumundan sonra, 16 Ekim’de Irak ordusu, İran Devrim Muhafızları ve Şii Haşdi Şabi güçleri, YNK’nın bazı kadrolarının da desteğiyle, Kerkük’ü işgal etti. Güney Kürdistan bağımsızlık referandumunun, bölgedeki güç dengelerini, siyasi çekişmeleri, askeri kutuplaşmaları, emperyalist ve bölgesel gerici güçler arasındaki bazı “ittifak” ve çatışma pozisyonlarını değiştireceği açık bir gerçekti. Özellikle, İran, Irak, Türk egemenler sisteminin, statükocu ve Kürt ulusuna karşı, inkârcı-imhacı çizgideki ortaklaşmalarının, Güney Kürdistan özgülünde yükselen bu “bağımsızlık” rüyasını boğmak için, askeri ve siyasi olarak harekete geçmeleri beklenen bir gelişmeydi ve nihayetinde öyle oldu. Kerkük işgali gerek Kürtler açısından gerek emperyalist güçler açısından ve gerekse de bölgesel gerici diktatörlükler açısından, alınan tavırlarla, meselenin arka planında devreye sokulan stratejik ve taktik politikalarla, bir yığın tartışmayı da beraberinde ortaya koymuştur. Türkiye, İran ve Irak gerici egemenler sistemi, Kürt ulusunun en demokratik hakkına karşı, baskı, inkâr, imha ve işgal siyasetindeki bölgesel statükocu politikasını, “Referandumun iptal edilmesi ve 2014 sınırlarına geri çekilmesi” biçiminde ortaklaştırmıştır. Bölgede bir kürdün, demokratik ulusal haklarını kullanarak nefes almasına dahi müsaade etmeyen bu gericistatükocu blok (Kürt meselesi karşısında oluşmuş

bloktur), Kürt ulusuna karşı var olan stratejik askeri ve siyasal politikasını, Güney Kürdistan özgülünde birleştirmişlerdir. Öyle ki; Güney Kürdistan Bağımsızlık referandumuna, Kerkük’teki Türkmenleri, işgale PKK’yi gerekçe yaparak destek veren Türk hâkim sınıfları iktidarı AKP-Erdoğan diktatörlüğü, dün Şii’lerin İŞİD’i olarak tanımladıkları Haşdi Şabi’nin, Kerkük’te, Türkmenlere yaptıkları yağma ve talana sessiz kalmış, işgal hareketini, Viyana kapılarına dayanan ecdatlarının duyduğu heyecanla desteklemiştir. Dünün “kalitesine uygun olmayan” şahsiyeti Haydar Abadi ile kol kola, selefi Sultan Erdoğan, Habur sınır kapısının Irak merkezi hükümetine devretmenin “müjdesini” veriyordu. Bölgede iktisadi-askeri ve siyasi stratejik çıkarlarını, gelişmelere ve öngörülen hesaplara göre, stratejik ve konjoktürel ilişkilerle hayata geçirmeye çalışan emperyalist güçler gerek referandum sürecinde ve gerekse de Kerkük işgali sürecine aldıkları ikili tavırlarla, bölgesel dengeleri, her zamanki gibi, kendi emperyal çıkarlarına entegre etme politikası yürütmüşlerdir. Özellikle ABD’nin, İsrail üzerinden, bağımsızlık referandumuna verdiği sessiz “desteğe” karşın, Irak Ordusu, Haşdi Şabi ve İran Devrim Muhafızlarının açık askeri gücü, Türk hakim sınıflarının lojistik ve siyasal desteği ile gerçekleşen Kerkük işgaline sessiz kalması, emperyalist hegemonya güçleri tarafından, Kürtlere karşı tarihte defalarca tekrarlanan, “çıkarlarım uğruna kullanım değeri bittiğinde yada mevcut statüsü başka çıkarları riske ettiğinde, kurulmuş kurtlar sofrasında

savunmasız bırak” siyasetinin tekrarı olmuştur. Kürtler özgülünde, ezilen uluslar ve sömürülen halklar açısından, tarih bir kez daha ispatlamıştır. Tüm eşitsizliklerin, tarihsel haksızlıkların, sömürünün, baskının, katliamların sebebi olan emperyalist-kapitalist sistem ve onun her bir coğrafyadaki gerici nitelikteki temsilcileri, ezilenlerin lehine bir süreç yaratamazlar. Bugün somut olarak, bölgede hegemonya savaşı yürüten emperyalist bloklar, sürdürülemez olan statükoların yerine yeni statükolar oluşturmak için bölgeyi dizayn etmektedirler. Çıkarlarını icra etmek istedikleri bölgelerdeki güçler dengesine göre, o alanın, etnik-ulusal-dini kimliğine göre, işgalci politikalarına uzun veya kısa vadeli zemin olabilecek güçleri belirlemesi ve “ittifak”-çatışma pozisyonunu buna göre belirlemesi, “dostluklar” kurma mantığıyla değil, tamamıyla gerici çıkarları ile alakalıdır. ABD’nin Rojava’daki Kürt “seviciliği”, Rusya’nın Suriye ve Ortadoğu “çözüm” projelerindeki Kürt hassasiyeti, sadece, iktisadisiyasal çıkarlarının stratejik veya konjektürel planlamalarıdır. Kerkük işgalinin yeniden güncellediği somut tartışma başlıklarından biri de Güney başta olmak üzere Kürt ulusu ve farklı çizgilerdeki önderliklerinin iç ilişkileridir. Barzani KDP’sinin ve Talabani YNK’sının (YNK’nın bazı kadroları ve peşmerge bileşeninin, işgalci güçlerle iş birliği yaptıkları bilinen gerçek) peşmergelerinin Irak ordu güçleri ve Haşdi Şabi güçlerine karşı hiçbir direniş göstermeden geri çekilmesi, IKBY içindeki Kürt partileri ve Kürt ulusu içinde yığınlarca


1-15 Kasım 2017

Halkın Günlüğü

karşılıklı suçlamalara neden olmuştur. Bu suçlama, karşılıklı güçlerin birbirine karşı, işgalci güçlerle iş birliği iddiasından, bağımsızlık referandumunun zamansız ve yanlışlığına kadar uzanmaktadır. Kürtler içinde işgalci güçlerle, dar aşiret ya da dar siyasal çıkarları için, işgalcilerle iş birliğine giren kesimlerin varlığı doğrudur. Ama işbirlikçi kesimleri tasfiye edip, Kürt ulusal bilinci ekseninde her türlü ihanete, işgale karşı dirayetli tavır alma yerine, tartışmaları, tarihsel meşru hak olan bağımsızlık referandumu ve ortaya çıkan bağımsızlık iradesini tartıştırmak, Kürtlerin hanesine kazanım adına bir şey yazmayacaktır. Türkiye, Irak, İran gibi bölgesel statükocu diktatörlüklerin siyasal baskılanması ve açık askeri işgalleri, ABD başta olmak üzere, bölgede hegemonya savaşını sürdüren emperyalist güçlerin hileleri, IKBY içindeki partilerin arasındaki derin çatışmalar ve birbirlerinden farklı “çözüm” arayışları arasında sıkışan süreç sonucunda, emperyalist ve bölgesel gerici güçler arasında sürdürdüğü tarihsel-güncel ilişkiler üzerinden bölgede irade olmaya çalışan İKBY başkanı Barzani, tüm bu gelişmelerin akabinde, Kürdistan Parlamentosuna gönderdiği mektup ile başkanlık görevini 1 Kasım itibarı ile bıraktığını açıkladı. Barzani’nin açıklaması, tam da kimliğine uygun gerici güçlerle sürdürdüğü ilişkiler ve bu ilişkiler sonucunda ortaya çıkan çözümsüzlüğünü deklere eden niteliktedir. Açık olarak ABD’yi, referandum ve ardından gelen Irak ve Haşdi Şabi işgaline karşı tavırsızlıkla eleştiren Barzani, “ihanete uğradık” diyerek, ABD ve bölgedeki diğer siyasal aktörleri işaret etti. Barzani’nin istifası ile birlikte, KDP güçlerinin, Erbil meclisine saldırması, muhalif milletvekillerini tartaklaması, Güney Kürdistan’da, Kürt ulusu içinde farklı yapılanmalara gitmiş güçler arasında yaşanmış çatışmalar bağlamında, 90’lar sürecini andırmaktadır. Kuşkusuz, referandum meselesi gibi, istifa sonucunda da Barzani’nin bazı hesapları vardır. “Bir peşmerge olarak mücadeleye devam edeceğim” açıklaması, bölgede siyasal aktör olma hedefinden uzaklaşmadığı anlamına gelmektedir. Yaşanan bu sürecin tüm başarısızlık faturalarının Barzani’ye kesilmesi ve bu zeminde sürdürülen muhalefet arayışları sonucunda, daha güçlü bir figürün doğması ihtimali karşısında, Barzani’nin iç ve dış baskılar sonucu aldığı istifa kararıyla bu olasılığı da denetim altına almak istemiştir. 2013’te başkanlık süreci dolmasına karşın, fiili olarak uzatması, bugün Güney Kürdistan’da yaşanan siyasal krizin önemli bir nedenidir. Kerkük ve diğer “tartışmalı” bölgelerin, işgalci güçlere kaptırılınca, bu siyasal kriz üzerinden başkanlığı sürdürme şansı kalmamıştır. Ve bundan dolayı geri çekilerek, kendisinin yerine başkasının geçemeyeceği biçimde, yetkileri üç kuruma dağıtarak, bir sonraki hamlesine hazırlanmaktadır. Bu hamlenin ne olacağını bugünden kestirmek zor olsa da oğlu ve damadı başta olmak üzere, başkanlığı kendi aşiretinde tutma çalışması, güçlü bir olasılık olarak öne çıkmaktadır. Kürt Ulusunun Güney Kürdistan’daki bağımsızlık kararının ardından yaşanan gelişmeler, bölgesel gerici güçlerin yarattığı kuşatma ve akabinde Barzani’nin istifa etmesi, beraberinde “bağımsızlık referandumun” yanlışlığı konusundaki tartışmaları da alevlendirdi. Sol ve sosyalizm adına, Kürt ulusunun kurtuluş mücadelesi adına bazı kişi ve anlayışların da bu tartışmaya dahil olması, gerçeği doğru ele alma konusundaki vahameti de ortaya koymuştur. Tavrımızı sürecin başında ortaya koymuştuk. Bir kez daha kısaca burgulamakta fayda vardır. Ezilen bir ulusun, Kendi Kaderini Tayin etmesi ve kendi devletini kurmak

istemesi, koşulsuz ve şartsız savunduğumuz demokratik bir haktır. Bu hakkın, o ulusun var olan önderlik çizgisine ve kurulacak devletin niteliğine bağlanarak koşullara bağlanması, komünistlerin tavrı değildir. Komünistler, bu durumda, bu hakkı koşulsuz tanıyarak, ezilen ulusların gerçek kurtuluşu olan sosyalist devrim projelerini anlatırlar, bunun gerçekleşmesi için mücadele ederler. Ama bunun gerçekleşmemesi durumunda da ezilen bir ulusun kaderini kendi tayin hakkına karşı durmazlar. Barzani çizgisine var olan tutumumuz ve değerlendirmemiz açıktır. Bu çizgi, belirli tarihsel koşullarda ve güncel olarak, emperyalist ve bölgesel gerici güçlerle geliştirdiği ilişkiden dolayı, Kürt ulusu ciddi badireler atlatmıştır. Ama bu önderlik çizgisini mahkûm etmek başka bir şeydir, bu önderliğe rağmen, Güney Kürdistan, Kürt parçasının, bağımsızlık talebi bir başka şeydir. İşgal seferlerine, emperyalist oyunlara ve iç ihanetlere karşı durma ve bunun için mücadele etme yerine, zaman ve mekân, önderlik ve çizgi sorunlarını gerekçe yaparak, Güney Kürdistan bağımsızlık talebini tanımamak, bugün bölgesel ve uluslararası sömürgeci-ilhakçı güçlerle aynı kulvarda yer almaktır. Komünistler, bu haklı talebe rağmen, ortaya çıkan ve geri adım atmaya neden olan sebepleri analize tabi tutup bir senteze ulaşmak için politika yürütür, işgalci ve ilhakçı güçlere tavır almayı salık verir ve gerçek kurtuluş olan sosyalist projelerin gerçekleşmesi için mücadele eder. Emperyalizm ve proleter devrimler çağında, her ezilen ulus, ancak ki sosyalist bir devrimle gerçek kurtuluşa ulaşır. Güney Kürdistan pratiğinde de görüldüğü gibi, bir ulusun bağımsızlık isteği, kendi dinamiklerine dayandığı oranda sonuç alabilir. Kendi dinamiklerini esas alması, taktiksel anlamda, işgalci-ilhakçı gerici güçler arasındaki çatışmalardan ve ortaya çıkan tarihsel fırsatlardan, devrimci taktik ile yararlanmayı yadsımaz. Bu tamamıyla sürecin ortaya çıkaracağı taktik sorunudur. Ama esas olan, ezilen bir ulusun kendi gerçek dostlarıyla kurduğu ilişkilerle, oluşturacağı dinamizmdir. Ezilen bir ulusun, ulusal demokratik haklarının kazanılmasının esas öğesi, bu ulusun kendi dinamiklerini esas alarak belirlediği yol haritasıdır. Bunun yerine, sömürge, işgal-ilhak ilişkisinin yaratıcısı olan emperyalist güçlere dayanarak bir sonuç almaya çalışmak, hiledir-entrikadır, derinleşecek kölelik zinciridir. İşte Güney Kürdistan bağımsızlık talebinin karşı karşıya kaldığı bu sonuç, önderlik çizgisindeki zaaf birincil rol oynamıştır. Ama buna karşın, Kürt Ulusu, Güney deki bu hamle ile stratejik bir yol açmıştır. Güney Kürdistan bağımsızlık referandumunun, önderlik çizgisinden kaynaklı, stratejik risklerinin olması realitesine rağmen, bu referandumun, dört parçada Kürt ulusunun bilincinde bağımsızlık olgusunu somut olarak oluşturması anlamında, stratejik bir kazanımdır. Kürtler arasında birlik sorunu, tarihsel bir sorundur ve güncel olarak devam etmektedir. Özellikle, Güney Kürdistan parçasında, aşiret çıkarları ve ulusal bilinci zedeleyen farklı siyasal anlayışlara dayanan dar bölgecilik, ortak ulusal ruhi şekillenmeye zarar vermektedir. Bu farklılık, doğru ideolojik mücadele ile ele alınsa, ulusal kaygıların merkezileşmesine hizmet edecektir. Ama bu farklılık, dar bölgeci, aşiretçi çıkarlarla siyasal mücadeleye çevrilmekte, bölgesel gerici güçler ve emperyalistlerle girilen ilişkilerle, kendi ulusuna ihanet ile pratikleşmektedir. Kürt ulusunun, her bir parçadaki birlik sorununun bir yanı bu iken, farklı parçalardaki farklı tutumlarda, ulusal birliği yok sayan bir başka yandır. Dört parçanın farklı güçler niteliğinin ve güçler dengesinin sonucu olarak,

güncel analiz 07 ezilen bir ulus olarak, ulusal bilinci yok sayan ilişki ve ittifak biçimleri, bir parçada taktiksel kazanımlar yaratsa da dört parçanın ve tek tek Kürdistan parçalarının, stratejik ulusal çıkarlarına zarar verebilmektedir. Bu anlamıyla bir parçadaki hamleyi, diğer parçalardaki sıçramalara vesile yapacak, bölgede ortaya çıkan tarihsel fırsatları, tarihsel olarak birleşme trendinde olan Kürt ulusunun stratejik hedefleri baz alarak bir politika belirlemek, sürecin öne çıkardığı önemli bir sentezdir. Hatalı çizgilerle mücadele, stratejik halkaya bağlı, uygun taktiklerle sürdürülen-üretilen bir politika sorunudur. Somut olarak, Güney Kürdistan bağımsızlık referandumunda, Barzani’nin, diğer Kürt partileri ve özellikle, Kuzey Kürdistan devrimci Ulusal Hareketi karşısında, bazı avantajları ele geçirme hesabı vardı- bu hesaptan hala da vazgeçmiş değildir. Bu hesap, aslında Barzani’nin çizgisini ve çapını aşan stratejik bir sloganın, bağımsızlık sloganının ağır yükü altında ezilse de Kürtler açısından bu çizgi ile mücadele, Kürt ulusunu parçalayan değil birleştiren bir zeminde sürdürülecek bir mücadeledir. Tüm işgal ve ilhak seferlerine karşın, emperyalist ve bölgesel gerici güçler, tarihin ilerleyişini engelleyemeyeceklerdir! Bütün bu bölgesel gelişmelerle beraber, tartışmasız bir gerçek vardır. Kerkük işgali özgülünde, ortaklaşan gerici Türkiye, İran ve Irak egemenler sistemi ve yönetim tarzı olan diktatörlükler, Kürt ulusunun en meşru hakkını boğmak için, tarihsel ve güncel olarak, inkâr ve imha siyasetiyle yeniden tescillenmişlerdir. Tescilli olan diğer güçler de ABD ve Rusya’nın başını çektiği emperyalist bloklardır. ABD’nin, “tarafsızlık” açıklaması, bölgede kendisi çıkarları için açmaya çalıştığı koridora dair oynadığı oyun ve hilelerdir. Rusya’nın, IKYB ile yaptığı doğal gaz ve petrol anlaşmalarını, artık Irak hükümeti üzerinden sürdürme tavrı, İran-Türkiye-Irak hâkim güçleriyle, bölgenin kendi çıkarları için dizayn etmek için sürdürdüğü “ittifakı” güçlü kılma tavrıdır. Emperyalistlerin hesabı açıktır. Bölgesel dengeler ve gerici bölgesel güçler tarafından sıkıştırılan Kürt ulusu, daha çok emperyalistlerden medet uman bir zemine, daha pazarlıksız emperyalist projelere teslim olması sağlanmak isteniyor. Ama bölgedeki çatışmaların derinliği, ilişkilerin karmaşıklığı, emperyalist ve gerici bölgesel güçlerin hesapladığı sonuçlara pekte olanak vermeyecektir.

Her şeyden önce, her ne kadar Güney Kürdistan yönetimi İKBY özgülünde bir geri adım söz konusu olsa da Kerkük ve “tartışmalı” bölgelerin işgali ve Kürt ulusunun demokratik haklarına saldırı, dört parçada, Kürt ulusunun kendi ulusal haklarına daha sıkı sarılmaları sonucunu yaratacak, bu girişimlere Kürt ulusu boyun eğmeyecektir. Peşmergelerin çatışmadan bazı alanlardan geri çekilmesi, Kürt ulusunun gerçek benliğinde mayalanan esas tavır değildir. Türkiye, İran, Irak ve Suriye, Kürt ulusunu boğmak için birleşseler de aralarındaki tarihsel hasımlık ve bölge üzerindeki farklı politik hesapları, uzun vadede daha derin çatışmalara sebep olacaktır. İran’ın Şii hilal projesi, “TC” Osmanlıcı yayılmacı hevesleri ve bölgede bir güç olarak Haşdi Şabi varlığıyla alevlenecek Şii-Sünni çatışması, emperyalist güçlerin çıkarları için bu güçlerle sürdürdüğü karmaşık ilişkiler süreci gerici güçler aleyhine derinleştirecek çatışmalı durumun ibareleridir. İran-Irak-Suriye ve Türk hakim güçleri üzerinden bölgede önemli avantaj ele geçiren Rusya’nın, bölgenin dizayn edilmesinde en dinamik güç olan Kürt ulusu gerçekliğine kayıtsız kalamaması, ABD’nin, bölge projesi için “meşruiyet” tanıdığı Rojava Kürt güçleriyle kurduğu ilişki, Güney Kürdistan özgülünde, bazı tarihsel stratejik “ittifak” güçlerini daha fazla kendisinden uzaklaştırmamak için oyunlar denklemi kursa da, süreci açısından Kerkük özgülündeki işgal hareketini belirli sınırlarda tutacaklardır. Bu sınırı sağlamak için, karşılıklı güçler arasında arabuluculuk rolü oynayarak, diyalog kapılarını açmaya çalışacaklardır. Çünkü derinleşen çelişkiler, daha farklı çatışmaları devreye koymaktadır. Haşdi Şabi varlığı üzerinden Şii-Sünni, “TC” Başika ve Suriye sahasındaki işgalci durumundan, “TC”-İran, Suriye çatışması, pimi çekilmiş bir bomba gibi durmaktadır. Ve tüm olası bu gelişmeler, doğru bir politika ile ele alındığında Kürt ulusuna önemli fırsatlar sunduğu gibi, doğru bir politik çizgide ele alınmadığı zaman, çok büyük riskler taşıyan gelişmelerdir. Kürt ulusunun üzerindeki milli zulüm, inkâr ve imha siyasetinde tüm gericilikler birleşmişlerdir. Kendi öz dinamiklerine dayanarak, Onların çatışma sahalarını kaşımak, tarihsel bir hak olan bağımsızlık mücadelesini, emperyalist-kapitalist dünyanın tüm sömürü-işgalilhak ilişkileri ortadan kaldırmak için sosyalizm mücadelesi ile birleştirmek, bugün kurtuluşa giren tek yoldur.


08 kadın

1-15 Kasım 2017

Halkın Günlüğü

EKİM DEVRİMİ’NİN 100. YILINDA KADIN MÜCADELESİNİN ÖZGÜNLÜĞÜ ve ZORUNLULUĞU! İlkel komünal toplum, bağrında taşıdığı sınıflı toplumun nüvelerinin esas hale gelmesiyle çözülmeye doğru giderken, özel mülkiyet temelli sınıflı toplumun ilk örneği olan köleci toplumla birlikte, kadının esas mimarı ve öznesi olduğu eşitlikçi toplumun bütün değerleri üzerinde yükselen erkek cinsinin kadın cinsini köleleştirmesiyle insanlık ilk tarihi yenilgisini alıyordu. İlkel komünal toplumda cinsler arası gelişimde bir eşitsizliğin olduğunu gözardı etmesek de, üretim araçlarının özel mülkiyetinin olmaması bakımından bunun cinslerden biri üzerinde herhangi bir tahakküme karşılık gelmediğini biliyoruz.

İlkel Komünal Toplum’dan Günümüze Kadın’ın Tarihsel ve Toplumsal Evrimi- 1 Avrupa Demokratik Kadın Hareketi (ADKH)’nin 30 Eylül-1 Ekim 2017 tarihinde Almanya’da gerçekleştirmiş olduğu 10. Kurultayın’a sunulan ‘’ Ekim devriminin 100.Yılında kadın mücadelesinin özgünlüğü ve zorunluluğu! Ya barbarlık ya sosyalizm!’’ ana başlıklı kapsmalı belgeyi öneminden dolayı alt başlıklar halinde okurlarımızla paylaşıyoruz

Z

orunluluklar dünyasında emek faaliyetinin bir sonucu olarak bugünlere taşınan insanlığın yaşama, evrene, tabiattaki olaylara, maddenin özüne ve varlığa dair anlam ve cevaplar bulma arayışı, henüz yeterli bilimsel veri ve yöntemlere sahip olunmadığı süreçlerden itibaren, denemeyanılma, öğrenme, biriktirme ve taklit etme gibi yollarla günümüze kadar gelişerek süregelen bir durumdur. Özellikle tarih öncesi sürece dair hâla cevap bulmayan konular olsa da, bu sürecin yol haritasını çeşitli açılardan inceleme

konusunda bugün elimizde muazzam birikimler, veriler ve araçlar mevcuttur. Bütün bu bulgu, bilgi, birikim ve tecrübelerle donanmış olarak bugünden baktığımızda, 4.5 milyar yıllık bir geçmişe sahip olduğu tahmin edilen yerkürede ilk mikroskobik organizmaların oluşumundan ilk insan türlerine, cinslerarası eşitlik dahil birçok konuda eşitlikçi ilkel bir komünal toplum yapısından, özel mülkiyetle birlikte kendi türü dâhil doğa ve içerisindeki tüm canlılara zor ile hükmeden günümüz insanının erk-egemen sınıflı toplumsal yapısına uzanan uzun, zorlu ve karmaşık bir evrim süreciyle karşılaşmaktayız. Kuşkusuz bu uzun ve karmaşık sürecin incelenmesi farklı alanlarda spesifik ve derinlikli bilgi, birikim ve çalışmalar gerektirmektedir. Bizlerin amacı ise, mücadele alanımız özgülünde yarına dair politikalar üretmede bizlere yol gösterici olması bakımından ilkel komünal toplumdan

günümüzün sınıflı toplumunun ulaştığı evreye, özelde kadının tarihsel ve toplumsal evrim süreçlerini ve mücadele dinamiğini bizlere de nüfuz eden erk-egemen algıdan arındırmaya çalışan diyalektik bir yöntem ve bakış açısıyla yeniden okuyarak genel bir resim ortaya koymaktır. Yakın yüzyıllarda arkeolojinin ortaya çıkışı ve gelişmesi sonucunda tarih öncesine dair elde edilen bulgular, yeryüzündeki yaşamın yaklaşık 5000 yıllık bir geçmişi olduğu iddiasındaki dini kuramların somut bulgularla sorgulanmasının önünü açarak, bilimin dini dogmaların ve kuramların hâkimiyetine karşı mücadelesinin ilk somut sonuçları olarak gelecek günlere ışık tutmaya başladı. Arkeolojinin insanlık tarihinin daha gerilere dayandığını tanıtlayan çalışmaları sonrasında, Darwin’in, insanın ilahi bir varlık tarafından yaratılmayıp, hayvanlar alemindeki bir


1-15 Kasım 2017

kadın 09

Halkın Günlüğü

maymun türünden evrimleşerek bugünlere gelindiği sonucuna vardığı Evrim Kuramı, antropoloji bilimiyle dini dogmalar arasında süregelen tartışmayı kızıştırmaya başladı. 19. Yüzyılda, tarihe maddeci bir yöntemle bakan Lewis Morgan ve Edward Tylor gibi antroplogların çalışmalarıyla, insanlığın hayvanlar aleminden insanlık sürecine geçişini izleyen süreçlerde bir dizi aşamadan (yabanıllık, barbarlık, uygarlık) geçerek geliştiği sonucuna varılıyordu. Bilimsel sosyalizmin kurucuları Marks ve Engels’in, Darwin ve Morgan’ın çalışmalarını referans aldıklarını biliyoruz. “Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü” isimli makalesi ve Marks’ın Kapital’i yazdığı sırada Morgan’ın “Ancient Society-Eski Toplum” kitabını inceleyerek aldığı notlar ile antropologların çalışmalarının sonuçlarını 1884’te yayımladığı “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı kitabında geliştirerek billurlaştıran Engels ile birlikte, tarih öncesi insanlığa ve özellikle kadının ikinci cins konumunun kökenlerine dair bilinmeyenlere doğru kapılar aralanmaya başlandı. Darwin, Morgan, Tylor, Rivers, Marks ve Engels ile başlayıp devam eden süreç boyunca, ilk insanların yaşamlarının gelişmesindeki dinamiğe, ihtiyaç ve zorunlulukları belirleyen emek ve üretim faaliyeti temeli üzerinden bakan çalışmaların somut verileriyle birlikte, sınıfsız ilkel komünal toplum sürecinden sınıflı toplum süreçlerine, materyalist bir yöntem ve kadın ekseniyle bakarak genel bir çerçeve sunmaya çalışacağız. Tarihteki toplumsal süreçleri incelerken, konunun kapsamının genişliği ve sınırlılıklarımızı gözönünde bulundurarak, aynı sürecin farklı coğrafya ve toplumlardaki özgünlükleriyle değil, genel olarak dönemin karakteristik özellikleri üzerinden kadın ekseniyle ele almaya çalışacağız. Bunu yaparken, her toplumsal sürecin kendinden öncekini yadsıyarak, ancak bağrında taşıdığı sonraki süreci olumlayarak çözülmeye doğru gittiğini ve her ne kadar bu süreçlere erk-egemen ideolojiden arınmaya çalışarak kadın ekseniyle bakmaya çalışsak da, sınıflı toplum sürecinin başından günümüze, al yapıdan üst yapıya derinleşerek egemen olan bu algının, referans aldığımız bilimsel ve felsefik çalışmalara da niyetten bağımsız sirayet ettiğini ve bu nedenle işimizin pek de kolay olmadığını unutmamamız gerektiğini belirtmek isteriz.

Sınıfsız toplum süreci ilkel komünal topluma kadın eksenli bir bakış Bir dizi zorunluluklar zincirinin sonucunda günümüzden 10 ila 4 milyon yıl öncesinde, Afrika kıtasında bir maymun türünün ayağa kalkarak, ön ayaklarını arka ayaklarından ayrı, adeta bir alet olarak kullanmaya başlaması, bu maymun türünden ilk insana doğru evrimin başlangıcında bir dönüm noktası olmuştur. Bu maymun türünün ayağa kalkışından günümüzden 3 milyon yıl öncesinde “Homo Habilis” denilen Yetenekli İnsana evrilmesi ve en nihayetinde günümüzden yaklaşık 1 milyon yıl öncesinde doğduğu tahmin edilen Homo Sapiens’le devam eden bu tarihi, ilkel komünal olarak nitelendirdiğimiz sınıfsız toplum sürecin başlangıcı olarak tanımlayabiliriz. İlkel komünal toplum süreci, yaklaşık 1 milyon yıllık bir geçmişe sahip

olduğu tahmin edilen insanlık tarihinin %99’u gibi uzun bir sürecine tekabül etmesi açısından incelenmesi bakımından önemlidir.

Üretim aletleri, üretim ilişkileri ve kadın Korunma ve yiyecek temini gibi temel ihtiyaçlar sonucunda ağaçtan ve taştan son derece basit olarak üretilen üretim araçları daha sonraları özellikle ateşin keşfi ve yetkinleşmeyle birlikte daha çeşitli ve etkili hale getirilmiştir. Bu aletlerin üretimi ve kullanımı topluluk üyelerinin ortak çıkarları ekseninde eşit şekilde paylaştırıldığı gibi, bu kullanım sonucunda temin edilen ürünler de eşit şekilde paylaştırılmaktaydı. Böyle bir yapının üretim ilişkilerinin ilkel komünal olarak tanımlanmasının temel nedeni, kullanımının ortak olduğu üretim aletlerinden temin edilen ürünlerin ortak bir şekilde paylaştırılmasından ileri gelmektedir. Bu üretim araçlarının kullanımından, elde edilen ürünlerin paylaşımına, kullanılan araçların kullanıma konu olan iş ve aletlerin çeşitleri dışında kadın ve erkek arasında bir fark bulunmamaktaydı.

İlk biyolojik iş bölümü ve kadın Toplayıcılık-avcılık döneminin ilk aşamalarında yiyecek temini, yırtıcı hayvan ve zorlu doğa koşullarına karşı topluluğu koruma gibi hayatta kalma ve soyunu sürdürme mücadelesine tekabül eden bütün konularda kadın ve erkek hiçbir biyolojik ayrışmanın belirleyici olmadığı şekilde katılım sağlamaktaydılar. Bu yüzden kadın ile erkek arasındaki iş bölümü konusunda başından beri kendiliğinden doğal bir ayrışmaya gidildiğini söyleyemeyiz. Çünkü, hiçbir alt ve üst yapısal tahakküm ilişkisi ile araçlarının olmadığı, hayatta kalma ve soyunu sürdürme itkisiyle her iki cinsin de yaşamın zorlu koşullarına eşit ve ortak bir şekilde katıldığı, antropolojik araştırmaların da gösterdiği üzere, kadın ile erkek arasındaki biyolojik ve fiziki farkların, güç, çeviklik, dayanıklılık vb. konularda belirgin olmadığı bir dönemde bu özelliklerin, başından beri doğal işbölümünde belirleyici olmasının koşulları bulunmamaktadır. Kadın ve erkek arasındaki doğal basit işbölümü, -erkeklerin avcılıkta, kadınların toplayıcılıkta yetkinleşmeleri- bir dizi coğrafik, iklimsel ve elbette biyolojik özelliklerin dayattığı zorunluluklar zinciri sonucunda zaman içinde belirginleşen bir konudur. Bunlar arasında kadının doğurganlık özelliği, doğum yapan kadını ilk dönemlerde geçici olarak konaklama alanında tutmuş, fakat sonrasında erkek ve diğer kadınlarla aynı işlere eşit şekilde katılmaya devam etmiştir. Fakat topluluğun yaşlı, çocuk ve hasta olan üyeleriyle birlikte hayatta kalmanın yollarını aramak durumunda bırakan bu doğurganlık özelliğinin zamanla kadını, uzun süren, zahmetli, rastlantısal ve çoğu zaman boş dönülen avcılık karşısında daha güvenilir ve istikrarlı bir yöntem olan toplayıcılık alanında yetkinleşmesine iten nedenlerin başında geldiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu durum ve başka bir dizi iklimsel, coğrafik vb. sebepler neticesinde, ilk doğal-biyolojik işbölümünün, nitelik olarak temin edilen yiyeceğin türüne, yöntemine ve

alınan sonuçlara göre kadın ile erkek arasında basit bir ayrışmaya dayandığını ve giderek yaygınlık kazandığını söyleyebiliriz. Kadının toplayıcılık alanında giderek yetkinleşmesi ve bu yetkinliğin sonuçlarının topluluğun geleceğini garantileyen bir konuma evrilmesi, kadını ekonomi başta olmak üzere toplumsal yaşamdaki birçok konuda erkek karşısında etkili bir konuma getirerek toplumsal ilerlemeyi sağlayan temel noktalardan biri olmuştur. Ancak üretim aletlerinin ve kullanımının mükkemmelleştirilmesi ile toplayıcılık ve avcılıktan tarım ve hayvancılığa geçişe paralel olarak işbölümünde kadın ve erkeğin rolleri açısından yaşanan değişiklik ile sağlanan uzmanlaşmanın sonucunda elde edilen ürünlerin ihtiyaç fazasına denk gelen bir noktaya evrilmesi, ürünlerin ve giderek üretim araçlarının bir zümrenin mülkiyetine geçmesinin yollarını aralarken, aynı zamanda kadının özel mülkiyetle birlikte köleleştirilerek erkeğin tahakkümüne alındığı süreci yaratan koşulları da oluşturmuş olacaktır.

Yaşamın düzenlenmesi, üst yapı kurumları ve kadın Bir toplumun üretim araçları ve ilişkilerindeki nitelik ve seviyesi ile bunların kimler tarafından kullanıldığı ya da bunlara kimler tarafından sahiplik edildiği üst yapı araçlarının niteliğini belirlemektedir. Özel mülkiyetin ve sınıfların henüz oluşmadığı ilkel komünal toplumda topluluğun, anne soyu üzerinden belirlenen gens ya da trübü (bir veya birkaç kandaş grubun biraraya gelerek oluşturduğu kabile) adlı küçük kandaş gruplar şeklinde yaşadığını görüyoruz. Her grup kendi içinde barış ve savaş zamanlarına bağlı olarak grubun işlerini yürütmekten sorumlu birini şef ya da askeri şef olarak seçimle belirler ve istenildiğinde bu görevden alınıp yerine başkası seçilirdi. “ Ve yine L.W. Powel tribülerin kurduğu kuralların ‘beşte bir oranında erkek, beşte dört oranında kadınlardan oluştuğunu’göstermiştir. Reis, topluluktaki bütün kadın ve erkeklere danıştıktan sonra bir karara varan kadın üyeleri tarafından seçilirdi.

Bu kişi kadınlar tarafından atanır, edim ve davranışlarının hesabını kadınlara vermekle yükümlü olurdu. Bunlar, ufak tefek ‘ev işleri’ değil, kadınların elinde bulunan toplumsal işlevlerdi.” (Aktaran Evelyn Reed) Analık hukukunun geçerli olduğu ve kadınların topluluğun kurucu üyesi oldukları bu organlar, kadının belirgin rolüne ve şeflerin erkek olmasına rağmen, kadının erkek üzerinde tahakküm kurduğu bir cins ikidarı biçiminde değildi. Kadının toplumsal yaşamının düzenlenmesinde analık hukuku şeklinde elde ettiği bu belirleyici rol, elbette onun üretimdeki etkin yerinden geliyordu. Kadınların doğurganlık özelliği, çocuk bakımı ve üretimdeki bu yetkinliği, onların topluluğun erkek üyelerince gizil güçlere sahip olduğu kanısını da güçlendiriyordu. Ana tanrıça, bereket tanrıçası gibi kültlerin kaynağının bu somut gerçeklikten kaynaklandığını bugün kolaylıkla söyleyebiliriz.

İlkel komünal toplumda kadının belirgin rollerine dair birkaç not Kadının komünal yaşamdaki belirgin ve etkin kimliğine geçmeden, mülkiyetin özelleştirilmesiyle paralel erkek cinsinin kadın üzerindeki tahakkümüyle cisimleşen “ataerkil” sınıfsal sisteme karşıt olarak, kadının etkin rolde olduğu ilkel komünal toplum yapısını isimlendirmede kullanılan “anaerkil” kavramına değinmeden geçmek istemiyoruz.“Anaerkil” kavramı, her türlü mülkiyet, egemenlik ve iktidar ilişkisinin olmadığı ilkel formdaki komünal bir toplum yapısını ifade etmede niyetten bağımsız bizleri, kadının toplumdaki etkin yeri ve belirleyiciliğinin, mülkiyet temelli zora dayalı bir iktidar biçimi olduğu yanılgısına götürmektedir. Bu yüzden, özel mülkiyetin ve sınıfların olmadığı, dolayısıyla bir cinsin etkinliğinin diğer cins ya da genel olarak toplumun diğer üyeri üzerinde zora dayalı bir tahakküm oluşturmadığı bir toplumsal yapının, sınıflı toplumun mülkiyet ve egemenlik ilişkileriyle tanımlanma hatasına düşüren bir anlayışın ifadesi olan “anaerkil” tanımlamasının sorgulanması gereken bir kavram olduğunu vurgulamak isteriz.


10 kadın

1-15 Kasım 2017 Temelinin toplumsal üretimdeki belirleyiciliğin olduğu bu etkin durum, daha önce de söylediğimiz gibi kadın cinsinin erkek cinsi üzerinde bir baskı unsuru olmasını doğurmamaktaydı. Bu temel belirleyiciliğe sadece doğada var olan yiyeceklerin temini şeklinde bakarsak, kadınların tarihe öncülük eden ilerlemelerdeki etkin payına haksızlık etmiş oluruz. Doğada hazır bulunan yiyecelerin ikmaliyle başlayan bu durum, ateşin denetim altına alınması, yiyeceklerin pişirme ve saklanma tekniklerinin geliştirilmesi, topraktan basit kapların yapımı, toprağın işlenmesi, bu işlemede aletlerin geliştirilmesi ve kullanılması, hayvanların evcilleştirilmesi, bitki köklerinin ve hayvan ürünlerinin tedavide kullanılması, kumaş ve basit barınma yerlerinin yapımı gibi birçok ileri atılıma kadınların öncülük ettiği ve bu öncülüğü uzun dönem sürdürdüğü artık inkâr edilemeyecek bir gerçektir. Ve bunun, biyokimya, fizik, mekanik, botanik gibi gibi uzun süreli bir dizi karmaşık bilgi birikimi ve tekniği gerektiren bir gerçeklik olduğunu düşündüğümüzde, kadınların tarihteki bilimsel, kültürel ve toplumsal ilerlemelerin öznesi olarak günümüzdeki birikimlerin öncülüğünü çok uzun bir süre yaptığını unutmamamız gerekmektedir. Bunların dışında, tarihte ilk kadın savaşçılar olarak bilinen Amazonlar, ilkel komünal toplumda kadının etkinliğine dair bilinen son temsilciler olarak örnek gösterilebilir.

Sınıflı Topluma Geçiş Ve İlk Tarihi Yenilgi: Köleci Toplum “Kader size üç acı pay ayırdı: İlki, bir köleyle evlenmek, İkincisi, bir kölenin annesi olmak, Üçüncüsü, bütün hayatınız boyunca bir köleye itaat etmek.”

Üretim araçları, üretim ilişkileri, sınıflar ve devlet Daha önce kolektif olarak üretilen bütün değerler tüm topluluğun yararına kız kardeşlerin klanlarına geçerken köleci toplumda bir grubun ürettiği üründen elde edilen ürün fazlası, başka bir ürünü üreten grubun elindeki ürün fazlasıyla takas ediliyor, basit üretim araçlarının, sürü hayvanlarının ve barınma yerlerinin küçük ailelerin mülkiyetine geçişi başlamış oluyordu. Bu durum, yani üretim araçları ve hayvanlar üzerindeki özel mülkiyet ailelerin ellerindeki malların miras yoluyla erkek çocuklarına geçmesine ve aileler arası servet eşitsizliklerinin doğmasına yol açar. Üretim aletlerine ve araçlarına sahip olanlar ile olmayanlar arasında sınıfsal bir ayrımın ilk olarak yaşandığı köleci toplum, karakteristik yönünü, savaş esirlerinin ilkel komünal toplumdaki gibi öldürülmeyip köleleştirilerek üretime katılmasında bulur. Böylece kendi için çalışan özgür üreticilerin yanında, başkaları için karın tokluğuna çalıştırılan kölelerin emeği bir zenginlik kaynağı olarak ortaya çıkmış olur. Dolayısıyla köleci tolumda iki sınıftan bahsedebiliriz; köleler ve köle sahipleri. Bir de bunların dışında kendi topraklarını ekip biçen özgür emekçiler vardır. Köle sahiplerinin ve toplumda etkili konuma sahip kişiler (ilkel komünal toplumun

konseylerinde yer alanlardan en çok toprağa ve üretim aracına sahip olanlar) zamanla toplumun silahlı güçlerini de ellerine alarak, toplumun geri kalanını zor yoluyla baskı altında tutmak için “köleci devlet” denilen baskı aygıtının ilk örneğini oluşturmuş oldular. Kuşkusuz sınıflı toplum itibariyle gündeme gelen her toplumsal süreç, kendinden öncekinden ilerilikler taşımaktadır. İnsanlığın belli bir kesimi ve kadın cinsi için tarihi bir yenilgiyi doğuran bir yerde dursa da köleci toplumun ilkel komünal topluma göre taşıdığı ilerilik, toplumun önemli bir bölümünü kol emeğiyle çalışmak zorunda olmaktan çıkarıp, fikirsel anlamdaki gelişmelere olanak tanımasıdır.

Köleci toplumda kadının durumu İlkel komünal toplum, bağrında taşıdığı sınıflı toplumun nüvelerinin esas hale gelmesiyle çözülmeye doğru giderken, özel mülkiyet temelli sınıflı toplumun ilk örneği olan köleci toplumla birlikte, kadının esas mimarı ve öznesi olduğu eşitlikçi toplumun bütün değerleri üzerinde yükselen erkek cinsinin kadın cinsini köleleştirmesiyle insanlık ilk tarihi yenilgisini alıyordu. İlkel komünal toplumda cinsler arası gelişimde bir eşitsizliğin olduğunu gözardı etmesek de, üretim araçlarının özel mülkiyetinin olmaması bakımından bunun cinslerden biri üzerinde herhangi bir tahakküme karşılık gelmediğini biliyoruz. Bu yüzden sınıflı toplumu komünal toplumdan ayıran en belirgin özelliklerinden birinin, bir cinsin diğer cins üzerinde, üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan tahakkümü olduğunu unutmayalım. Ve özel mülkiyete dayalı bu hakimiyet, sınıflı toplumun en küçük birimi olan aile, devlet, dini kurumlar gibi üst yapı araçlarıyla, köleci, feodal ve kapitalist toplum süreçleri boyunca korunmuş, güçlenerek derinleşmiş ve böylece alt yapıdan üst yapıya kadının toplumsal yaşamın bütün alanlarındaki ikinci cins konumu pekiştirilmiştir. İlkel komünal toplumda basit formda görülen işbölümü, tarımın ve hayvancılığın gelişmesi ve erkeklerin, kadınların görece daha yatkın ve yetkin oldukları yerleşik yaşamdaki üretime katılmalarıyla birlikte, cinsler arasındaki ilk gerçek anlamdaki işbölümü belirginleşmeye başladı. Üretim araçlarının gelişimi ve işbölümündeki bu uzmanlaşma, emeğin verimliliğini arttırarak herkesin kolektif bir şekilde aynı üretime katılıp elde edilen ürünün eşitçe paylaşımına gerek bırakmamaktaydı. Daha önceleri üretimdeki etkinliklerinden ötürü toplumda etkin bir yere ve saygınlığa sahip olan kadınlar, ilk işbölümündeki uzmanlaşmanın giderek toplumsallaşması ve üretim araçlarının gelişimiyle birlikte, üretim araçlarını üretmede ve toplumun ihtiyacı olan ürünlerin üretiminde erkekler karşısındaki etkin konumlarını yavaş yavaş yitirmeye başladılar. Erkeğin toplumsal üretimi ve aynı zamanda üretim aletlerinin de üretimini yavaş yavaş ellerine almasıyla birlikte, kadınların erkeğin yanında yardımcı basit işlere ve “biyolojik görevlerine” hapsedilmesi aynı zamanda özel mülkiyetin neden erkek cinsinin elinde toplandığı sorusuna en gerçekçi cavapların başında gelir.

Halkın Günlüğü

Özel mülkiyeti ortaya çıkaran şartlar ile erkeklerin bu şartlarda üretim araçlarının ve ihtiyaçların üretiminde etkin rolde oluşlarıyla ve yine daha önceleri ana üzerinden belirlenen soyun, tek eşli aile biçimiyle birlikte baba üzerinden de belirlenebilirliğinin önünü açılmasıyla birlikte, babanın belirleyici olduğu tek eşli küçük aile birimi üzerinden mirasın erkek çocuklara geçişinin önü de böylece açılmış oluyordu. İnsanlık tarihinin en uzun sürecini kapsayan ilkel komünal sürecin, özel mülkiyetin erkek cinsinin elinde toplanmasına paralel, kadının etkin olduğu topluluğun yararına olan kurallar dizgesinin kırılması ve kadını erkeğin boyunduruğu altına alarak yavaş yavaş sınıflı topluma evrilerek çözülmesinde ve kadınların birbirlerinden yalıtılarak dirençlerinin kırılmasında, diğer temel şartların yanında, babanın belirleyici olduğu küçük tek eşli aile yapısının önemini vurgulamak gerekir. Ancak bu konuda henüz cevaplanmayan soruların olduğunu da belirtelim. Özetle erkek egemen ekonomik ilişkilerin belirleyiciliğindeki köleci toplum döneminde köle sınıfına dahil olmayan kadın, tek eşli aile yapısında, başta üreme olmak üzere yalnızca aile içiyle sınırlanan işlerden sorumlu, köle sahibi bir aileye mensup bir kadın dâhi, hizmetkârları ya da köleleri Kadar ailedeki erkeğe bağımlı olarak tüm haklardan yoksun bir köleydi. Bunların dışındaki kadın ve erkek köleler ise, esaret ve baskı altında ağır işlerde çalıştırılarak sömürülmeleri ve toplumsal yaşamda her türlü haktan tamamen yoksun oluşları bakımından ortak bir kaderi paylaşmaktaydılar. Her dönemin kendinden öncekinin karekteristik özelliklerinin kalıntılarını içinde taşımasının yanında, bütün baskı ve tahakküm aygıtlarına rağmen o dönemin anlayışını reddeden örnekler de mevcuttur. Erkek egemen köleci toplumun baskılarına ve tüm imkânsızlıklarına rağmen fikirlerini savunan ve bu yüzden aynı anlayışın kurbanı edilerek tarihe geçen İskenderiyeli Hypatia1 ve Miletoslu Aspasia2 gibi kadınlar, dini bir ritüel olarak, paranın tapınağa kalması karşılığında erkeklerle cinsel birliktelikte bulunan Heteare’ler (tapınak fahişeleri), yine Antik Yunan’da evlilik anlayışını nüfuz olarak güçlü olan erkeklerin metresleri olarak ihlal eden azad edilmiş ayrıcalıklı köleler buna örnek gösterilebilir. Bu azad edilmiş köle kadınlara da Hetereler denilmektedir. Köleci toplumda eğitim gören tek kadın kesimi olan Hetereler, bilime, felsefeye ve politikaya olan ilgileri ve devlet işleri üzerinde etkili oluşlarıyla da öne çıkmaktadırlar. 1 (370 ‐ 415) İskenderiye’de felsefe, matematik ve astronomi dersleri veren Hypatia, aritmetik alanında 13 ciltlik bir yapıt yaratmıştır. Zamanının iktidar ilişkilerinde ve politikada yeri olduğu tahmin edilen ve inançsız bir kadın filozof olarak bilinen Hypatia, fanatik Hıristiyanların kurbanı olmuştur. 2 M.Ö.570 yılında Milet'te soylu bir ailenin çocuğu olarak doğan ve daha sonra Atina'ya göç eden bilge bir kadın olan Aspasia, Atina'da “felsefe ve güzel konuşma okulu” açmıştır. Gerek bu okul gerekse evi birçok filozof ve sanatçının bir araya geldikleri yerler olmuştur. Eşi Perikles’in kimi konuşmalarını kaleme aldığı bilinen Aspasia ayrıca kadın özgürlükleri için ilk hareketi başlatan kişi olarak kabul edilmektedir. M.Ö. 510 yılında Atina’da ölmüştür.

(Devam edecek)


1-15 Kasım 2017

Halkın Günlüğü

Yaşanılan sürecin gelişim seyri bize tipik işveren tavrı ile sınıf işbirlikçi sendikal tavrın nasıl ortaklaşabileceğini göstermektedir ki bu işbirlikçilik Kristal-İş genel başkanının ilk genel başkanlık seçim sürecinden bu yana devam etmektedir. Her seçim sürecinde kaybetme riskini minimize etmek için işyerlerine geçici işçi aldırıp seçim sonrası işten çıkartılmalarından, bugün olduğu gibi işyerinden işçi çıkartılacaksa bu işçilerin muhalif kesimden olmalarına kadar bir dizi işveren-sendika genel merkezi iş birliği ısrarla sürdürülmüştür ve bu iş birliği halen sendikanın işçi eylemine yönelik vurdumduymaz tavrıyla devam etmektedir

B

aşlıktaki sözün sahibi 1991 yılında Şişecam’daki grevler ve işten atılmalar sürecinde, cam işçilerinin yürüttükleri eylemlilikler sonucu ülke genelinde oluşan sempati ve toplumsal desteği tersine çevirmek amacıyla Şişecam işvereninin PR (halkla ilişkiler) çalışmasını yürüten dönemin Şişecam Genel Müdürü olan Adnan Çağlayan’dır. Dönemi bir fiil yaşayanlar ve takip edenler hatırlayacaktır başta Paşabahçe olmak üzere Şişecam’ın muhtelif fabrikalarından işçilerin işten atılmaları ve kısım kapatmalarıyla daralmaya gidilmesinin nedeni “sektördeki kriz ve işçilik maliyetlerindeki artış” olarak açıklanmıştı. Yine hatırlanacaktır; her yılsonu bilançosunda artarak devam eden karlılık oranlarına rağmen Şişecam işvereninin dayattığı çözüme cam işçisinin yanıtı işçi sınıfı tarihinin en görkemli direnişlerinden biri olan Paşabahçe fabrikasının işgal eylemi oldu. “Buralar (fabrikalar) aşevi değil işyeridir. Bahçe temizliği yapan ve hiçbir katma değer yaratmayan işçiyi niye fabrikada tutayım ki. Kar edemediğim yeri kapatırım” sözü ile Adnan Çağlayan emek-sermaye çelişkisine yönelik sermayenin tipik yaklaşımını ifade ediyordu. Aradan geçen 26 yıl sonra Paşabahçe Kırklareli fabrikasında “Cam eşyası sektöründe son yıllarda gerçekleşen yıllık ortalama yüzde 5 daralma ve işçilik de dahil olmak üzere girdi maliyetlerindeki artış neticesinde Türkiye’de kapasite optimizasyonuna yönelik tedbirler alınması gerekliliği ortaya çıkmıştır. Bu kapsamda, ekonomik ömrünün sonuna gelen Kırklareli Fabrikası D Fırınının, 10.09.2017 tarihi itibariyle altı üretim hattı ile birlikte bütünüyle kapatılarak kesin ve devamlı suretle faaliyetlerine son verilecektir. Bu doğrultuda, fırının kapatılmasıyla oluşacak istihdam fazlası nedeniyle toplu işçi çıkışı yaşanacaktır” denilerek 289 kadrolu işçinin işten çıkartılacağı açıklanmıştır. Kristal-İş sendikası ile yapılan görüşmeler sonucu emekliliği gelenlerden başlayarak gönüllü olarak işten ayrılmak isteyenlere teşvik kapsamında ek ödeme yapılacağı bildirilerek gönüllü işten ayrılma cazip kılınmaya çalışılmıştır.

analiz emek 11

“Aşevi değil işyeri’’ 3.10.2017 tarihinde Şişecam, 90 işçinin izin bitiminde işten çıkarılmak üzere ücretli izine çıkartıldığını açıklamıştır. Bunun üzerine işten çıkartılan işçiler Kristal-İş sendikası Lüleburgaz şubesinde işlerine geri dönme talebiyle eylem başlatmışlardır. İşçilerin eylemi işçi aileleri başta olmak üzere halktan ve demokratik kamuoyundan yoğun ilgi ve destek bulmuştur. İşçilerin kararlı eylemi ve kamuoyu desteği işverenin “sözde” adım atmasını sağlamıştır. Fabrika müdürü Mehmet Önen “Fabrikamız D Fırının kapanması dolayısıyla gerçekleşen toplu işçi çıkışı sürecinde iş sözleşmesi feshedilen ve halen iznini kullanmakta olan personelimizden Paşabahçe Eskişehir Fabrikası’na nakil için 17.10.2017 salı günü mesai bitimine kadar İnsan Kaynakları Müdürlüğü’ne dilekçe ile başvuranların talepleri, Paşabahçe Eskişehir Fabrikası’ndaki kadro ihtiyaçları dikkate alınarak ve uygunluğu ölçüsünde değerlendirilecektir” açıklaması ile klasik böl ve krizi yönet politikasına başvurmuş, işçilerin yanıtı işimizi Lüleburgaz’da istiyoruz olmuş ve işverenin bu teklifi işçiden ilgi görmemiştir. İşverenin teşvik uygulamasını diğer işkolu fabrikalarınada genelleştirmesi sonucu Paşabahçe Eskişehir fabrikasından 30, Paşabahçe Kırklareli fabrikasından 70 işçi teşvikten faydalanmak üzere başvurmuştur.

Yaşananlar sınıf işbirlikçi sendikal tavrın gerçek yüzünü bir kez daha göstermiştir Yaşanılan sürecin gelişim seyri bize tipik işveren tavrı ile sınıf işbirlikçi sendikal tavrın nasıl ortaklaşabileceğini göstermektedir ki bu işbirlikçilik Kristal-İş genel başkanının ilk genel başkanlık seçim sürecinden bu yana devam etmektedir. Her seçim sürecinde kaybetme riskini minimize etmek için işyerlerine geçici işçi aldırıp seçim sonrası işten çıkartılmalarından, bugün olduğu gibi işyerinden işçi çıkartılacaksa bu işçilerin muhalif kesimden olmalarına kadar bir dizi işveren-sendika genel merkezi iş birliği

ısrarla sürdürülmüştür ve bu iş birliği halen sendikanın işçi eylemine yönelik vurdumduymaz tavrıyla devam etmektedir. Ki iş birliğinin karşılıklı oturup ortak kararlar alarak gerçekleşmesi gerekmez, anlayış ve yaklaşımın ortaklaşması da bir iş birliği örneğidir. Bugün Paşabahçe Kırklareli işçisinin yaşadığı koşulların benzerini farklılıkları da dikkatten kaçırmadan Anadolu Cam Topkapı fabrikası işçileri 2012 yılı sonunda fabrikalarının kapatılması sürecinde yaşamışlardı. Fabrikanın Eskişehir’e taşınma sürecinde Şişecam işvereni Topkapı fabrikasından Eskişehir’e tek bir işçi dahi getirmeyeceğini ısrarla dayatmış, ancak söz bitti, son sözü pratik belirleyecek tavrı ile Topkapı işçisinin başlattığı fabrika işgal eylemi sendika yönetimini de harekete geçmek zorunda bırakmış ve teşvikle ayrılanlar dışında işçiler Şişecam’ın ülke genelindeki fabrikalarına dağıtılmış eksikliklerine rağmen sonuçta işçiler işlerini kaybetmemişlerdi. İşten atılan Cam işçileri işlerine sahip çıkma eylemlerini Şişecam’ın Tuzla’daki genel merkezi hedefli İş-Aş-Adalet talebiyle 20 Ekim tarihinde başlattıkları yürüyüşle bir üst aşamaya taşıdılar. Ancak yürüyüş “OHAL’i iş dünyamız daha rahat çalışsın diye yapıyoruz. Grev tehdidi olan yere OHAL’den istifade ederek anında müdahale ediyoruz” sözlerinde dile gelen emek düşmanı yaklaşımın yerel yönetimde de karşılığını bulması ile “OHAL kapsamında” yasaklandı, öyle ki işçilerin “OHAL kapsamında” yasak olan mola yerinde toplu halde durmaları için dahi uzun görüşmeler yapılması gerekti yetkililerle. Kamuoyu desteği giderek artan eylem karşısında Şişecam atılan 90 işçinin başvurmaları halinde Paşabahçe Eskişehir fabrikasında işbaşı yapacaklarını, Eskişehir’e gitmek istemeyenlerinde teşvikle işten ayrılabileceklerini kabul etti. İşten atılan cam işçilerinin direngen tutumlarıyla işlerine sahip çıkarak Şişecam işvereninin Kristal-İş genel merkezi ile birlikte dayattığı oldubittiyi boşa çıkarmalarını Cam işçilerinin aileleri ile birlikte yaşam çevrelerini

değiştirmek zorunda kalmalarını göz ardı edersek başarı olarak görebiliriz. Diğer yandan toplu iş sözleşmesi sonrası grev kararının milli güvenliği tehdit gerekçesi ile ertelenmesi sürecinde işyerinde yürütülen eylemlerde öne çıkan ve sendika yönetimine muhalif işçilerin fabrikadan uzaklaştırılmaları işveren ve sendika yönetimi açısından da başarı olarak görülebilir. İşçilerin haklarını savunma iddiasındaki sendika yönetiminin “Trakyalı” cam işçilerinin eylemine yönelik tutumu tam anlamıyla iğrenç bir ikiyüzlülükten ibaret. Kristal-İş genel merkezinin bu sınıf düşmanı tutumu cam işçilerince unutulmayacaktır. İlgimiz ve bilgimizle iddiamız ne olursa olsun müdahale edip değiştirme-dönüştürme pratiği geliştiremediğimiz müddetçe gerçeklik hükmünü icra etmeye devam edecektir. Uzun çabalar sonucu Kalite Çemberleri uygulamalarıyla işçiler nezdinde biz bir aileyiz imajı yaratmaya çalışan Şişecam işvereni ailenin sınırlarını 2016 yılı net karını 1 milyar 40 milyon lira olarak açıklayarak Şişecam Genel Müdürü Ahmet Kirman’ın ağzından "Mali yapımızı topluluğun istikrarlı büyüme çizgisindeki devamlılığı koruyacak, önümüzdeki dönemlerde de büyümemizi destekleyecek şekilde daha da güçlendirmeyi hedefliyoruz. Üretim noktalarımızın optimizasyonuna yönelik çalışmalarımızın hızını artırarak sürdürürken, maliyetlerimizi de başta artan otomasyon kullanımı olmak üzere tüm etkin yöntemleri kullanarak optimize etmeye devam edeceğiz. Sürdürülebilir karlı büyüme ve operasyonel mükemmellik hedeflerimiz doğrultusunda izlenecek politikalarla ilgili değerlendirmeleri, küresel ekonominin içinde bulunduğu koşulları da dikkate alarak sürekli gerçekleştirmekteyiz" sözleriyle “optimizasyonda” noktalamış oldu. Bugün Paşabahçe Kırklareli fabrikasındaki işlerinden atılmaya çalışılan 90 cam işçisinin yaşadıklarının anahtarı bu “optimizasyon”dur. Cihan Gül


1-15 Kasım 2017

Halkın Günlüğü

Açık Faşizm Sürecinde Siy Edilgen olanı alıp etkin olanı almamak sağ pasifizmin bir yansımasıdır. Evet, sokaktan geçerken başını kaldıran gözaltına alınıyor, karikatürize ettiğimiz bu durum doğrudur. Bu anlamda açık alan demokratik mücadeleleri açık hedef olarak düşmanın tutuklama ve baskılarına açıktır. Bunlarda en meşru olanlarında ısrar göstermekte sakınca yokken, bu alan çalışmalarının seçici güçler tarafından yürütülmesi gereklidir. Ancak, kapalı alan çalışmaları ve bu kapsamda başvurulacak biçimlerin (korsan gösteri gibi) devreye sokulması mümkün ve zorunludur. Daha da önemlisi, tamamen bedelsizlik üzerine kurulu bir siyaset olamaz, olursa da bu siyaset devrimci değil, sağ pasifist ve reformisttir. Belli bedeller şahsında gereksiz risklerin alınmaması veya güçlerin korunması doğrudur. Fakat bu, demokratik veya genel mücadelenin tatil edilmesi, tamamen düzenin kabul ettiği meşruiyet içinde ele alınması olarak anlaşılamaz, bu biçimine oturtulamaz. Mümkün olduğunca engellemelerden sakınılmalı ama hiç engellenmeme üzerine de siyaset ve yaklaşım belirlenmemelidir. Bu, hiç bedel ödememe endeksli siyasetyaklaşımdır ki, bedelsizlik devrimci mücadelede ve özellikle de faşist iktidara karşı mücadelede tasavvur edilemez. Bu bağlamda mutlak biçimde bedel ödememeye endeksli siyaset, özünde devrimci mücadeleyi reddeden siyaset ve yaklaşımdır. Bu yaklaşım devrime değil, reformizme özgüdür

F

aşizm niteliğinde devlet olarak örgütlenmiş olan hâkim sınıfların mevcut iktidar kliği muhalif ve alternatif tüm toplumsal kitleleri sindirip susturmak ve iktidarını koruyarak sürdürmek için yönetimde açık faşizm uyguladığı her kesin malumdur. Eleştirel duran, muhalif olan, hak arayan, iş isteyen, ‘’aykırı’’ duruş ve sese sahip olan geniş emekçi halk kitleleri ve büyük toplumsal kesimler mevcut iktidarın açık faşizmle uyguladığı kapsamlı ağır baskı ve saldırganlıktan mağdur durumdadırlar. Nitekim geniş emekçi kitleler bu baskı ve saldırıları her an ve yaşamının her alanında yaşayarak yakından his etmektedirler. Aynı faşist baskıların öncelikli hedefi olup saldırganlığın imha biçimine maruz kalan devrimci ve komünist güçler de yaşadıkları katliamlarla bu faşizmin stratejik imha saldırılarını yakıcı biçimde his etmektedirler. Ağır bir saldırı ve baskı sürecinden geçiyoruz. Hâkim sınıflar acımasızca saldırıyor, canice katledip topyekûn imha etmek istiyor. İçinden geçtiğimiz süreç her bakımdan sıra dışı ve ağırdır. Bu süreci görmeyen ya da bu sürece rağmen sürecin ruhuna uygun hareket etmeyen ya da pozisyon almayanlar büyük bir aymazlık içindedirler… Faşist sürece karşı direniyor, mücadele ediyor, savaşıyoruz. Fakat bu yetmez. Bu mücadeleci duruşumuzu sürecin açık faşizmden kaynaklanan özgünlüğüne ve kendimize has özel şartların özgünlüklerine uygun olarak ideolojik-örgütsel zemindeki tutum ya da yaklaşımlarla derinleştirip örgüt bilinci ve tavrıyla tahkim etmek, rutin dışında sıkı, sıkı olduğu kadar bütünlüklü-bilinçli bir efor içinde olmak durumundayız. Özcesi, hareketimiz, diğer devrimci parti-örgütler gibi düşmanın faşist saldırılarıyla biçimlenen ağır bir süreçten geçerken, bu süreç hareketimiz açısından örgütsel zaaf ve zayıflıklar gibi özgün şartlar da ihtiva etmektedir. Bu anlamda örgütsel güç, zayıflık ve zaaflar çerçevesinde karakterize olan duruma dönük, örgüt bilinci, örgüt tavrı ve kültürü, örgüt ahlakı, örgütçü tutum gibi konularda daha sağlam bir zemin oluşturmak durumundadır. Bu kapsamda güçlü bir donanım, sıkı bir örgütçü duruş, örgütlü gücün nitelikli hale getirilmesi ve kenetlenme hali sağlanmadan düşmana karşı mücadelede zayıf kalınacağı sır değildir. Partinin ilke ve temel anlayışlarına, anlayış ve tüzüğüne, işleyiş ve disiplinine, karar ve siyasetlerine sıkı sıkıya bağlanıp örgütsel zeminde kenetlenmek bu süreçte elzemdir. Eleştirmeden önce görevlerin yerine getirilmesine önem vermek, zayıflık ve eksikliklerin giderilmesine dönük mücadelede sürecin hassasiyetlerini dikkate almak veya alan bir yaklaşımla hareket etmek, iç mücadeleyi siyasi mücadelenin önüne çıkarmamaya özen göstermek vb. bu süreçte dikkate alınması gereken davranış biçimidir. Demokrasinin aşırı demokrasi biçiminde ele alınması, sınırsız demokrasi eğilimi süreci es geçen sığ yaklaşım ve bencil çıkarı esas alan hastalıktır. Demokrasinin faşizm ve ağır ilegalite gibi belli şartlarda merkeziyetçi yanın gerisinde tutulması

gerekirken, aynı şartlarda aşırı demokrasiciliğe düşen yaklaşımlar kuşkusuz ki, merkeziyetçilikle birlikte demokrasiyi iğdiş ederek kötüye kullanan yaklaşımlardır. Parti ve devrimci saflarda devrimci moral ve motivasyonun güçlendirilmesi de aynı dönemde önemli bir ihtiyaçtır. Dağınıklık, gevşeklik ve zayıflıkların egemen olduğu koşullarda devrimci motivasyonun yitirilmesi olumsuz sürecin derinleşmesi anlamına gelir. Tersinden devrimci motivasyonun sağlanıp yüksek tutulması ileriye sıçramada tayin edici bir dinamizmdir. Daha da hayati olan, parti ve yoldaşların güvenliğini riske sokan davranışlardan sakınıp deşifrasyon ve teşhir yaklaşımlarından mutlak suretle kaçınmaktır. Dedikodu, yatay ilişkiler vb. diğer olumsuz tarzı ifade eder ki, bütün bu zaafların düşmana olanak sunduğu ve düşmanın sinsi saldırılarına alan açtığı unutulmamak durumundadır…


Perspektif

yaset ve Sorumluluklarımız konusu taktik siyasetlerin yanlış algılanıp yorumlanması, eksik anlaşılıp uygulanması veya geri yanlarımıza şemsiye edilmesi söz konusu olduğunda sağ pasifist eğilimi güçlendirmesi ya da derinleştirmesi tamamen mümkündür. O halde ilgili taktik siyasetin doğru uygulanması veya uygulanmasının doğru siyasetlerle olumlu zemine çekilmesi gereklidir.

Özellikle bu süreçte açık faşizme karşı mücadele her devrimcinin temel sorunu ve önceliği olmak durumundadır. Bu duruşu gevşeten her yaklaşım derin bir aymazlık içindedir. Faşizme karşı mücadeleyi zaafa uğratan her davranış, örgütsel duruşu bozan her tutum siyaseten kör, ideolojik-siyasi olarak köhne ve kötürümdür. Yukarıda andığımız faşizm mağduru muhataplardan biri de hiç şüphesiz ki hareketimizdir. Hareketimiz, Sosyalist Halk Savaşı stratejisine uygun tutarlılıkla benimseyip başvurduğu mücadele ve gerilla savaşında anlam bulan özelliği gereği hâkim sınıfların stratejik imha saldırılarına hedef olurken, savaşa dönük çalışma ve planlamaları da bunda rol oynamaktadır. Bu durum partimizin özel taktiksel siyasetler uygulamasını gündeme getirmiştir. Bu siyaset güçlerin korunması esasına göre belirlenmiştir. Bu süreçte güçlerin korunması başlı başına

bir başarı olarak telakki edilmiştir. Ancak bizlerin siyaseti düşmanın tüm yönelim ve saldırılarını boşa çıkarma tılsımı değildir, olamaz da. Bizlerin iradesi kendi başına tüm süreci tersyüz etmeye yetmez. Düşmanın da saldırı ve yönelimleri sürecin atlatılmasında önemli bir etkendir. Nitekim bu siyasetimize rağmen gerilla savaşı alanında ciddi kayıplar alınmış, diğer örgütlenmelerde belli engellenmeler gündeme gelmiştir.

Bedel ödememeye endeksli siyaset özünde devrimci mücadeleyi ret eden reformizme has bir duruştur Sürece ilişkin geliştirilen taktik siyasetlerin esasta doğru ve isabetli olmasına karşın, bu siyasetlerin negatif etkilerinin olmayacağı söylenemez. Edilgen her konumlanış veya siyaset (bu siyaset objektif de olsa), belli olumsuz etkiler gösterir, gösterebilir. Pasifizmin bu siyaset koşullarında derinleşmesi mümkündür. Özellikle de söz

Bu süreçte güçlerin korunması özel bir anlam taşıyıp taktik siyasetlerin güdülmesini doğrulasa da, bu sürecin edilgen ve pasif duruşu, iş yapmamayı, kolaycılığı besleyen özelliklerde ele alınması elbette sorunlu ve eksik algılayış, uygulayıştır. Uygun güçlerle demokratik mücadele çalışmaları ve kapalı alan çalışmalarının aksatılmadan yürütülmesi, güçlerin korunması biçiminde alınan taktik siyasetin önemli bir parçasıydı. Gelinen aşamada belirlenen taktik siyasetin bir kısmı esas alınıp öne çıkarılırken, diğer kısmı tamamen gözden kaçırılıp dikkate alınmadı, uygulanmayıp unutuldu. Dolayısıyla, korsan gösteri ve eylemlerden, kapalı alan örgütlenmelerinin güçler oranında etkinlikte bunması devreye sokulması gerekendir ve bu alınan taktik siyasete uygun ve onun gereğidir. Edilgen olanı alıp etkin olanı almamak sağ pasifizmin bir yansımasıdır. Evet, sokaktan geçerken başını kaldıran göz altına alınıyor, karikatürize ettiğimiz bu durum doğrudur. Bu anlamda açık alan demokratik mücadeleleri açık hedef olarak düşmanın tutuklama ve baskılarına açıktır. Bunlarda en meşru olanlarında ısrar göstermekte sakınca yokken, bu alan çalışmalarının seçici güçler tarafından yürütülmesi gereklidir. Ancak, kapalı alan çalışmaları ve bu kapsamda başvurulacak biçimlerin (korsan gösteri gibi) devreye sokulması mümkün ve zorunludur. Daha da önemlisi, tamamen bedelsizlik üzerine kurulu bir siyaset olamaz, olursa da bu siyaset devrimci değil, sağ pasifist ve reformisttir. Belli bedeller şahsında gereksiz risklerin alınmaması veya güçlerin korunması doğrudur. Fakat bu, demokratik veya genel mücadelenin tatil edilmesi, tamamen düzenin kabul ettiği meşruiyet içinde ele alınması olarak anlaşılamaz, bu biçimine oturtulamaz. Mümkün olduğunca engellemelerden sakınılmalı ama hiç engellenmeme üzerine de siyaset ve yaklaşım belirlenmemelidir. Bu, hiç bedel ödememe endeksli siyaset-yaklaşımdır ki, bedelsizlik devrimci mücadelede ve özellikle de faşist iktidara karşı mücadelede tasavvur edilemez. Bu bağlamda mutlak biçimde bedel ödememeye endeksli siyaset, özünde devrimci mücadeleyi reddeden siyaset ve yaklaşımdır. Bu yaklaşım devrime değil, reformizme hastır. Bugün devrimcilik ile reformizm sorunu şeklindeki politik çizgi sorunu gündemde değil, aktüel olan örgütsel politika, duruş, tavır ve bilinç sorunudur ki, bu teorik sorundan ziyade tamamen pratik bir sorundur. Tartışılması ve rotaya sokulması gereken örgütsel duruş, örgütsel tavır-tutum, örgütsel kültür ve örgütsel bilinçtir. Ve elbette bu sorunun arka planı ideolojik-siyasi kavrayış veya geriliğe dayanır.


14 güncel analiz

1-15 Kasım 2017 Halkın Günlüğü

Emperyalist/Kapitalist Kuşatmanın Merkezinde Katalonya Bağımsızlık Dedi! K

İspanya tarihsel sömürgeciliği ve bugünkü emperyal sömürü ve yayılmacılığı karşısına, bu tarihsel haksızlıkları bayraklaştırarak “Katalonya İspanya değildir” sloganı, meşru ve demokratik bir hakkın sloganıdır. Katalonya’da bu bağımsızlık iradesine önderlik eden çizginin sınıfsal karakteri, emperyalist-kapitalist sistemle bağdaşıklığı, tabi ki sosyalistler açısından dikkate alınması gereken bir durumdur. Ama bu tıpkı Güney Kürdistan referandumunda olduğu gibi, bir ulusun, bir azınlığın kendi demokratik meşru haklarının kullanıp kullanmama durumuna karşı, bir koşul olarak ileri sürülemez. Ufku, kapitalist dünyanın bir parçası olacak kadar dar olsa da yürüyüş güzergâhları “Katalonya yeni bir Avrupa devletidir” ekseninde olsa da tarihsel haksızlıklara son verecek bağımsızlık iradesini desteklemek, bu tarihsel haksızlığa karşı verilecek mücadelenin önemli bir parçasıdır

atalonya özerk bölgesi hükümeti, 2017 Ekim ayının ilk gününde gerçekleştirdiği bağımsızlık referandumuyla birlikte, evet çıkan referandum sonucunun akabinde bağımsızlık ilan etti. İspanya merkezi hükümeti, öncelikle bağımsızlık referandumunu yasa dışı ilan etti ve ardından, sokakları kuşatarak referandumu engelleme çabasına girdi. Polis şiddeti, tutuklamalar ve fiili olarak seçim sandıklarının engellenmesi saldırılarına karşın gerçekleşen referandum ve alınan bağımsızlık kararı karşısında, askeri ve politik saldırılarına devam eden İspanya hâkim güçleri, sokakta elde edemediği sonucu, İspanya Anayasa Mahkemesi kararıyla bağımsızlık kararını iptal etme ve Katalonya Özerkliğini askıya alma hamlesiyle, Katalonya bağımsızlık iradesini engellemeye çalışmaktadır. Sadece İspanya değil, tüm AB emperyalist güçleri tarafından dikkatle takip edilen ve sonucu karşısında emperyalistlerin blok tavır aldığı Katalonya bağımsızlık kararı (hem referandumdaki seçmenlerin, akabinde Katalonya özerk parlamentosunun kararı), İspanya merkezi hükümeti ve senatosunun, Katalonya yerel hükümetinin bağımsızlık kararını askıya alması ve merkezi hükümetin bölge üzerinde doğrudan yönetim kurma kararını vermesi, Katalan yetkililerini, Katalonya başkanı Carles Puidgemont’u ve özerk bölge hükümetinin üyelerini görevden azledip, Katalan parlamentosunu lağvedilmesi, Katalan parlamenter yetkililerinin görevleri bundan böyle Madrid hüküme-

tince atanmış memurlarca üstlenilmesi, Katalonya -İspanya çatışma sürecini yeni bir boyuta evirmiş bulunmaktadır. Katalonya’nın meşru bağımsızlık hakkı karşısında, İspanya emperyalist-kapitalist güçlerinin, kriz dönemlerinde özerkliği askıya alan ve merkezi yönetime bağlayan, İspanya anayasasının 155. Maddesini devreye koyması, bu çatışmanın derinliği ve derinleşeceği hususunda önemli ibareler vermektedir. Çünkü sorun sadece İspanya- Katalonya çatışmasıyla sınırlı değil, tüm AB emperyalist güçlerinin yakından ilgilendiği ve emperyal çıkarlara göre tavır aldığı bir sorundur. Dünyanın metropolü konumundaki bir alanda cereyan eden ve tarihsel haklılığını güncelleyerek, meşru tercih hakkını kullanan Katalonya, ortaya koyduğu bağımsızlık iradesi ile sadece diğer ezilen ulus ve azınlıklara bir yol haritası sunmakla sınırlı kalmayacak, emperyalist-kapitalist sistemin, ulusal sorunlara dair ortaya koyduğu ve birçok alanda uyguladığı “demokratik çözüm” projelerinin çökmesi, emperyalist-kapitalist sistemin ezilen ulusları-azınlıkları hapsettiği barbarlık sarmalının kırılmasına bir kez daha vesile olacaktır. Bu anlamıyla, emperyalist-kapitalist sistem, orta göbeğinde cereyan eden bu meşru hakka karşı hem fiili olarak yönelmekte hem de siyasal ve ideolojik olarak, ezilen uluslara-azınlıklara, sömürü zehiri olarak içirdiği “çözüm” projelerini bir kale gibi savunma mantığıyla, saldırmaktadır. 1 Ekim’de yapılan, Katalonya bağımsızlık

referandumuna, fiili olarak bu denli saldırıların gerçekleşmesi, direk emperyalistlerin sorun karşısındaki tutumuyla alakalıdır. Madrid hükümetinin kendi gerici hukuku ve fiili adli engelleme çabası, emperyalist-kapitalist sistemin direk politikalarının bir sonucudur. Bu politikanın bir sonucu olarak, sokakları kuşatan şiddetli polis terörüne karşın Katalanlar, kararlı, inatçı ve örgütlü bir güç ortaya koymuş ve bağımsızlık iradesini ortaya çıkarmıştır. 3 Ekim de iradelerini gasp etmeye çalışan, bağımsızlık haklarını kölelik zinciriyle engellemek isteyen Madrid hükümeti özgülünde İspanya emperyalist-kapitalist güçlerine karşı, genel grevle, küçük ve orta ölçekli işletmelerde lokavtlarla, “ulusal dondurma” eylemleriyle cevap olmuştur. Katalanların bağımsızlık iradesini kıramayan zorba Rajoy hükümeti, sürecin sonucu neye evrilirse evrilsin, kullandığı barbar yöntemlerle, çaresizliğini ve yenilgisini ilan etmiştir.

Çünkü AB emperyalistleri, çıkarları ve emperyalist-kapitalist sistemin ulusal soruna dair “çözüm” projeleriyle, tek ve nihai “çözüm” niteliğindeki dayatmalarla, ne kadar saldırgan dururlarsa dursunlar, Avrupa halkları nezdinde Katalonya büyük bir sosyal destek kazanmayı başarmıştır. Kral VI Felipe’nin, İspanya hükümetini destekleyen “vanaları kapatırız” açıklamasına, 1 ve 3 Ekim’de verilen cevap ve bunun Avrupa halkları nazarında sempatiyle karşılanması, Katalonya bağımsızlık


1-15 Kasım 2017

Halkın Günlüğü

yürüyüşünden öte, emperyalist-kapitalist sistemin, ezilen ulus ve azınlıkları köleleştirmenin projeleri olan, “ulusal-kültürel özerklik”,” eyalet- kanton sistemi” “çözümlerine” darbe vuracak yolu açmaktadır. İspanya nazarında, emperyalist-kapitalist güçler, meseleyi bu stratejik açıdan okudukları için, Katalon özgülünde atılan bu “bağımsızlık” adımına, topyekûn saldırmaktadırlar. Katalonya’nın bağımsızlık tavrı Avrupa’lı emperyalistlerin ‘’demokrasi’’ maskesini bir kez daha düşürmüştür Bu anlamıyla Katalonya bağımsızlık referandumunun, Katalonya ve İspanya ölçeğini aşan bir sonucu vardır. Bu sonuç emperyalistkapitalist sistemi direk alakadar etmektedir. Referandum ve referanduma emperyalistkapitalist güçlerin aldığı tavır göstermiştir ki; ulusların ve azınlıkların sorunlarını demokratik yöntemlerle çözmüş gibi görünen, Kuzey Amerika ve Avrupa gibi, emperyalist-kapitalist sistemin merkezleri olan bölgelerde, hiçbir siyasi, idari sosyal birimin, merkezi olarak bağlandığı ulus devletlerden kopma şansı, mevcut gerici sistemin çarklarını kırmadan olanaklı değildir. Emperyalist-kapitalist sistem ve merkezileştiği ulus devletler, egemen iktidarın niteliğine ve tarzına göre, farklı sosyal birimleri, azınlıkları, ulusları, ya da halkları, baskı altına alınmakta, dillerine doladıkları demokrasiyi, bir çırpıda rafa kaldırmaktadırlar. İskoçya’da baskı unsuru haline getirilen “ekonomik desteksizlik” sopası ile Katalonya’ ya gönderilen jandarma-polis- zaptiye güçleri, aynı niteliğin farklı alanlardaki yansımalarıdır. Emperyalist sermayenin dolaşımı ve sermayenin uluslararası tekeller tarzındaki merkezileşmesi sürecinde, ulusal sınırları sermayenin hareketi önünde engel olmaktan çıkaran emperyalist-kapitalist sistem, bu hedefi gereği “ulusal devletler” miadını doldurmuştur safsatası yayarken, yine emperyalist-kapitalist sistemin varlık koşullarını “ulus devlet” anlayışı üzerine şekillendirmektedir. Sermayenin hareketini açan ve yeni pazarlar sağlayan, ya da rakip emperyalist sermayenin hareket alanını daraltan dünyanın geri bölgelerinde, ulus-etnik kimlikler üzerinden parçalanmayı yaratan emperyalist-kapitalist sistem, kendi içinde, Pazar alanları ve sömürü ilişkisi daraldığı için, merkezi-ulusal devlet anlayışını, tüm antidemokratik uygulamalarla hayata geçirmektedir. Kuşkusuz her barbar siyasetini tarihsel koşullara göre ele almaktadır. Proleter dünya görüşü Marksizm’in, Ekim Sovyetler ve Çin devrimleriyle somut bir hal almasının ardından, özel mülk dünyasının son versiyonu olan emperyalist-kapitalist sistemin yarattığı tüm sosyal sorunlar gibi, ulusal sorunda da ezilen uluslara yeni çığır olacak çözümler ortaya koymuştur. Ezilen sömürge ve bağımlı ulusların ufkunu açan, özgürlük arayışını somut bir politika haline getiren ulusların kendi kaderini tayin hakkı, koşulsuz her ulusun kendi devletini kurma hakkı olarak Ekim devrimi ile somut hal almıştır. Bu bilinç, ezilen bağımlı ulusları sömürgeci güçlerden koparmakla sınırlı bir bilinç değil, aynı zamanda, kapitalist barbarlık karşısında ezilen ulusları ve halkları sosyalizmle bütünleşmeye doğru

gelişim göstermiştir. Ekim devriminin etkisiyle, jeo-politik konuma göre, bazı bölgelerde, despotik, katı merkeziyetçi faşist diktatörlükler kuran emperyalist-kapitalist sistem, gelişmiş kapitalist ülkelerde ise “sosyal devlet”, anlayışını bazı doktrinlerle oluşturmuştur. Ulusal ve azınlıklar sorununda ise ulaştığı en “ileri” mevzi, “kültürel-ulusal özerklik”, “eyaletkanton” sistemi olmuştur. Ve sosyalizmin somut ilerici projelerine karşı, kapitalizmin projesi, sömürü ve bağımlılık ilişkisini daha “yumuşak” ilişkilerle sürdüren bu burjuva “çözümler” olmuştur. İşte Katalonya bağımsızlık iradesi karşısında, özellikle batı Avrupa’da, tarih karşısında çöken ve daha derin çözümsüzlükler yaratan, emperyalist-kapitalist sistemin bu niteliği olmuştur. AB emperyalistlerinin asıl telaşı budur. Bağımsızlık arayışı, Valon, Flaman, İrlanda vb. gibi ulus ve azınlıkları etkisine alırsa, bu emperyalist-kapitalist sistemin oluşmuş tüm statükolarını yıkmaya dönüşecektir. Emperyalistlerin ortaya koyduğu tüm “çözümlerin” büyüttüğü çözümsüzlüklerde, ezilen ve sömürülen sosyal güçlerin ortaya koyacağı irade, kapitalist sistemi cepheden sorgulayan bir dinamiği mayalayacağı için, Katalan meselesinde tüm AB emperyalistleri birleşmektedir. Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker in açıklaması, bu korkuyu yeterince açıklamaktadır. “Daha önce de İspanya anayasa mahkemesinin ve İspanya Parlamentosu’nun kararlarına saygı duyacağımızı belirttik. Katalonya’da yapılacak bağımsızlık referandumundan evet çıkarsa, bizler sonuçlara saygı göstereceğiz. Ancak Katalonya oylamadan sonra yeniden kısa süre içinde AB üyesi olamayacak.” Sonuca “saygı”, kapsamlı bir saldırıyı ifade etmektedir. Kuşkusuz sorun sadece emperyalistkapitalist sistemin bu stratejik yaklaşımı ile sınırlı değildir. İspanya- Katalan sorunu, El Clasico’ dan çok daha geçmişlere dayanan, İspanya egemen güçlerinin, Katalanlara

güncel analiz 15 uyguladıkları tarihsel haksızlıklar ve barbar baskılar sorunudur.16 yy. da İspanyol sömürge imparatorluğunun, özellikle Amerika kıtasındaki ganimetlerden palazlanırken, Kastilya despotizmi, Akdeniz ticareti üzerinden Katalonları geri plana itmiş, Güney İtalya’yı da içine alan bir ekonomik çöküşe sürüklemiştir. Katalanlar kendi pazarlarına sahip çıkma amacıyla, belirli dönemler baş kaldırsalar da merkezi iktidar daha fazla denetim olanakları yaratmıştır. İspanya, sömürge imparatorluğu yıkılmasına karşın, İspanya’nın Katalonya üzerindeki ağır vergilendirme, pazarını denetim altına alma ve diğer mali-siyasi nüfuz, bir sömürü ilişkisi olarak günümüze kadar gelmiştir. Bugün ki çatışmanın merkezinde, İspanya egemenlerinin uyguladığı bu ağır ekonomik sömürü ilişkisi görünse de kökü derinlere uzanan, politik, ekonomik, kültürel ve ulusal kimliklerine uygulanan sömürgeci yayılmacılık, meselenin özüdür. ‘’Katalonya İspanya değildir’’ sloganı . meşru ve demokratik bir haktır! İspanya tarihsel sömürgeciliği ve bugünkü emperyal sömürü ve yayılmacılığı karşısına, bu tarihsel haksızlıkları bayraklaştırarak “Katalonya İspanya değildir” sloganı, meşru ve demokratik bir hakkın sloganıdır. Katalonya’da bu bağımsızlık iradesine önderlik eden çizginin sınıfsal karakteri, emperyalist-kapitalist sistemle bağdaşıklığı, tabi ki sosyalistler açısından dikkate alınması gereken bir durumdur. Ama bu tıpkı Güney Kürdistan referandumunda olduğu gibi, bir ulusun, bir azınlığın kendi demokratik meşru haklarının kullanıp kullanmama durumuna karşı, bir koşul olarak ileri sürülemez. Ufku, kapitalist dünyanın bir parçası olacak kadar dar olsa da yürüyüş güzergâhları “Katalonya yeni bir Avrupa devletidir” ekseninde olsa da tarihsel haksızlıklara son verecek bağımsızlık iradesini desteklemek, bu tarihsel haksızlığa karşı verilecek mücadelenin önemli bir parçasıdır.

Katalan’larda siyasal bir irade olarak iradeleşmiş bağımsızlık hamlesine, İspanya sömürü sistemi, daha ağır bedeller ödetme karşı hamlesiyle bu iradeyi boğmak istemektedir. Tutuklamalar, sürgünler ve Katalon parlamentosuna baskınlar yapma gibi politik gerici yönelimler, ekonomik yaptırımlarla birleşerek, Katalanlar, tarihsel haksızlıklara köle yapma süreci devam ettirilmek istenmektedir. Merkezi Barcelona’da bulunan Caixa ve Sabadell gibi büyük bankaların şimdiden merkezlerini Katalonya dışına taşıma kararı ve turizm firmalarının iptal kararları, bu iktisadi kuşatmanın sadece bir kaçıdır. Katalonya, İspanya genelinde, sanayi üretiminde ve dünya’nın önde gelen çok uluslu şirketlerinin merkezi olması konumuyla, turizm sektöründeki rolüyle, ekonominin beşte birini oluşturuyor. Bağımsızlık iradesi ile ortaya çıkan bu siyasal kriz, çok uluslu şirketler başta olmak üzere, tüm sermaye güçlerini harekete geçirmiş durumdadır. Arabuluculuk adına ortaya atılan tüm projeler, bağımsızlık iradesini kırmaya yöneliktir. “Uzlaşma, diyalog, arabuluculuk için bağımsızlık komisyonu” bu hizmetin icrası için kurulmuş bir komisyondur. Katalonya merkezi yönetiminin düşürülüp, yeniden merkezi İspanya yönetiminin denetiminde seçime gidilmesi hamlesi, bu projeye uygun Katalon bölgesel yönetimini şekillendirme arayışıdır. Süreç hangi eksende gelişirse gelişsin. Katalonya’nın bağımsızlık iradesi, güncel koşullar içinde kuşatmaya alınsa da tarihsel haksızlıklara karşı ortaya çıkan bu iradeyi koşulsuz ve şartsız Türkiye-Kuzey Kürdistanlı komünistler olarak destekliyoruz. Katalonya halkının bu bağımsızlık iradesini, sosyalizm mücadelesine evirerek, emperyalist-kapitalist sistemle cepheden verilecek sınıf mücadelesinin bir mevziisi haline getirmesi, en doğal beklentimizdir. Bu ele alışla, Katalonya bağımsızlık kararının yanındayız.


16 analiz haber

Erdoğan’ın bu politika ekseninde, AKP’li Büyükşehir Belediyeler dahil birçok belediye başkanlarını istifaya zorlaması ve rızalarıyla istifa etmezlerse bedelini ağır öderler demesi, “TC” hakimiyet sisteminin niteliği ve sistemin faşist karakteri açısından açık bir veridir. Son şaibeli seçimle koltuklarında yolsuzluk ve rant icra eden Melih Gökçek gibi kişilikleri, demokratik haklar adına gündemleştirmek, ilericilerin, aydınların, devrimcidemokratların politik argümanı değildir. Ezilenler ve sömürülenler açısından, faşist iktidarın tek adam diktatörlüğü ile geldiği noktayı ve mevcut sistemin faşist sınıfsal karakterini ortaya koyması açısından, gerici çıkar dalaşındaki bu ibretlik durum bir veri olarak alınabilir

1-15 Kasım 2017

Halkın Günlüğü

İktidar Kavgasında “İrade-i Reisin” Muhtırası ile AKP’de Baypas! T

ürk hâkim sınıflarının mevcut iktidarı AKP ve selefi sultanı Erdoğan’ın, devletin yönetici organları, burjuva siyaset ve iktisadi sahası başta olmak üzere, sosyal ve siyasal toplumsal durumu, faşist diktatörlük koşullarına göre “yeniden” dizayn etme süreci, kapsamlı bir biçimde devam ediyor. Uluslararası ve bölgesel ilişkiler, Türkiye-Kuzey Kürdistan ulusal ve sosyal kurtuluş mücadeleleri, derinleşen toplumsal-siyasal-sınıfsal çelişkilerin oluşturduğu dinamik durum ve derinleşen toplumsal hoşnutsuzlukların mayaladığı toplumsal itirazların nesnel varlığı, egemen güçler arasında derinleşen dalaş- açık çatışmalı duruma dönüşen kirli hesaplaşmalar, gerici hakim sınıfların varlıklarını sürdürebilmeleri için, devletin bekası adına sistemin yeniden yapılandırılması, “TC” için kaçınılmaz bir hale gelmişti. İç politik ilişkilerde derinleşen egemen güçler arasındaki çatışmalar ve derinleşen ulusal sosyal çelişkiler, “TC” açısından, Ortadoğu başta olmak üzere uluslararası ilişkilerini de etkilerken, Türk hâkim sınıfları ve iktidarı AKP-Erdoğan diktatörlüğünün geleceğine dair belirsizlikleri de büyütmekteydi. “TC” egemenler sisteminin faşist geleneğini, sermayenin özgün tarihsel koşullarına göre yapılandıran AKP-Erdoğan diktatörlüğü, iç politikada yaşanacak her değişimin aleyhine olacağını bildiği için, her ulusal-sosyal gelişme başta olmak üzere, burjuva siyaset sahasında da yaşanacak her “değişime” karşı büyük bir direnç göstermekte ve

rejim krizine bir “çözüm” projesi olan tek adam diktatörlüğüne göre, devleti, burjuva siyaseti ve toplumu, açık faşizm koşullarıyla dizayn etmeye çalışmaktadır. “TC”nin yaşadığı politik kriz, siyasal ve iktisadi ayaklarıyla, iç ve uluslararası alanda, sınıfsal çıkarları gereği uyguladığı siyasetle direk alakalıdır. Bu bakımdan, devletin yeniden yapılandırılmasının somut karşılığı olan tek adam diktatörlüğü, içte, uluslararası alanda ve emperyalist-bölgesel gerici güçlerin hırlaşma sahasına dönen Ortadoğu’da birçok ilişkiyi yeniden belirlemektedir. Bu ilişkilenmenin iç sahadaki karşılığı açık faşizm koşullarıyla, ulusal-sosyal devrimci güçlere ve tüm toplumsal muhalefete karşı, tarihte eşine az rastlanan bir kapsayıcılıkta, saldırı, devlet terörü, kitlesel tutuklamalar ve katliamlar olmuştur. Çünkü rejim krizine çözüm olarak,” başkanlık” sistemi projesi ile topluma dayatılan “tek adam diktatörlüğü”, öncelikle stratejik hasım olarak gördüğü, ulus, azınlık, sınıfsal ve inançsal kesimlerin, önderlikleriyle birlikte tasfiye edilmesini hedefine koymuştu. Kuzey Kürdistan’da yaşanan kitlesel katliamlar, yerleşim alanlarının yıkılıp yakılması ile yaşanan insanlık trajedisi, bölge halkının eşit olmayan seçim koşullarına karşın iradesini beyan ettiği, ulusaldevrimci belediye başkanlarının tutuklanıp, sömürge valiliği olan kayyumların atanması, HDP milletvekillerinin tutuklanması ve başlatılan bu

kapsamlı saldırı konseptinin faşist hukuku olan OHAL ile kamu alanında, eğitim kurumlarında, çalışma birimlerinde, sosyal yerleşim ve yaşam alanlarında, soru sormanın dahi “suç” kapsamına alındığı geniş bir yelpazede, muhalif olan ya da muhalif olma potansiyeli taşıyan, akademisyen, aydın, gazeteci, kamu çalışanı, işçi, esnaf vb. gibi sınıfsal-toplumsal katmanlara karşı, tüm yaşamsal haklarına el koyma biçiminde başlatılan saldırı, tutuklama, işinden uzaklaştırma ve katletme saldırıları, hedeflenen bu tasfiye hareketinin birkaç örneğidir sadece. Ulusal ve sosyal kurtuluş iradesini, önderlikleriyle birlikte tüm dinamik gücünü kuralsız bir savaş yöntemi ile, kırlarda ve kentlerde kırmaya çalışan faşist iktidar, örgütlü (sendikalar, devrimci demokrat ilerici kurumlar, meslek oluşumları, yöresel dernekler vb. gibi açık ve meşru alanlar dahil) ve örgütsüz, tüm muhalif güçleri potansiyel kitle tabanıyla kuşatmaya almayı, tek adam diktatörlüğüne göre tüm egemenlik kurumlarının yapılandırılması için stratejik bir plan olarak ele almıştır.

‘’TC’nin geleneksel paradigması Erdoğan özgülünde ‘’tek adam’’ diktatörlüğüne göre planlanmaktadır Hâkim güçlerin sınıfsal karakterine göre egemenlik aracı olan ve niteliğini, hâkim erkin sınıfsal karakterinin belirlediği devletin, “yeniden” yapılandırılması süreci, “TC”nin varlık nedeni olan


1-15 Kasım 2017

Halkın Günlüğü

“tek devlet, tek millet, tek ırk ve bayrak ve tek hâkim din” gibi “kırmızı” çizgilerin, Erdoğan özgülünde, “tek adam” diktatörlüğü paradigmasına göre planlanmaktadır. Bu projenin hayat bulması için, genel olarak toplumsal dinamiklerden başlanarak, tüm politik direnç noktaları tasfiye edilmek istenmektedir. Stratejik anlamda, “devletin bekası” için en büyük tehlike, sosyal ve ulusal kurtuluş mücadelesi önderlikleri başta olmak üzere, bu siyasal perspektifle muhalif olan, meşru demokratik kurumlar ve siyasal oluşumlar olmuştur. HDP, SMF, ESP vb. gibi meşru demokratik kurumlara yapılan kapsamlı saldırıların niteliği budur. Örgütlü dinamikler, açık hedef haline getirilirken, potansiyel olarak muhalif olan ama örgütlü bir güç olmayan kitle tabanları üzerinde de siyasalaskeri-demografik planlar yapılmakta ve bu toplumsal güçlerde, faşist diktatörlüğün saldırılarından payına düşeni almaktadırlar. Yani plan, toplum içindeki direnç noktalarını kırmak ve hâkim sınıfların niteliğine göre yapılandırılan devletin egemenliğinde açık-koyu faşizm hukukunu süreklileştirmektir. Böylesine bir süreci yönetmeyi planlayan bir hâkimiyet çizgisi, tüm egemenlik kurumlarını da bu stratejiye uygun politikalarla merkezileştirmektedir. Uluslararası ve iç alanda, jeo-politik olarak konum kaybı yaşayan “TC”, AKP-Erdoğan diktatörlüğü özgülündeki tekleşmeye uygun, devletin tüm yönetsel kurumlarını ve burjuva siyaset sahasını dizayn etmeyi, belirlenen stratejinin bir diğer ayağı olarak ele almaktadır. Sistemin iç ve dış ilişkilerinde, devletin bekasının “yılmaz neferleri” olarak görülen, Genelkurmayın, Ordunun, Polis teşkilatının, her teşkilatın birimleri olarak örgütlenmiş Özel Harp dairelerinin, paramiliter güçlerin bu sürece uygun yapılandırılmakta ve AKP-Cemaat çatışmasının darbe girişimi ile doğan fırsatlar, bu yapılandırmayı derinleştirmede bir neden olarak kullanılmaktadır. Yargı alanındaki reorganizasyon, eğitim müfredatındaki değişiklikler, “TC” anayasasındaki düzenlemeler, çalışma ve sosyal alanlara ilişkin çıkarılan yeni fetvalar, tümüyle, hâkim sınıfların faşist niteliğinin tek adam diktatörlüğüne göre dizayn edilmesidir. “TC”nin iç ve dış politik denkleminde, tek adam diktatörlüğü niteliğine sorun teşkil eden burjuva kliklerin ve burjuva siyaset tarzlarının hizaya getirilmesi, merkezileşmiş politik yönelime entegre edilmesi ve entegre edilemeyenlerin tasfiye edilmesi, sürecin, kirli burjuva siyaset arenasındaki ayağını teşkil etmektedir. Sistemin reorganizasyonu önünde direnç gösteren bazı burjuva siyasal partiler (ki bu direnç, temsil ettiği burjuva kliklerin gerici çıkarlarını korumaya yönelik bir dirençtir), öncelikle bu plan dâhilinde etkisizleştirilmeye çalışılmıştır. Örneğin, bu süreçte MHP birkaç bakımdan dizayn edildi. 1 Kasım seçimleriyle MHP’nin oy oranında bir düşüş yaratıldı. Sonra bunun etkisiyle, MHP’nin içinde alternatif güçlerin harekete geçmesinin zemini yaratıldı. Ardından, Bahçeli’ye karşı harekete geçen “alternatif” güçler, yargı ve militarize güçlerin baskılanmasıyla kuşatmaya alındı ve Bahçeli çizgisindeki MHP, devletin bekası siyaseti ile AKP iktidarına destek güç konumuna getirildi. Akabinde, dağın fare doğurması misali, Akşener önderliğinde kurulan “iyi parti”, kuruluşu ile burjuva siyaset sahasında çokta etkili olamayacağı ibarelerini vermiş durumdadır. Rejimin yeniden yapılandırılmasında, CHP’ye verilen ciddi rolde, mevcut kliklerin derin

çatışması neticesinde istenen sonuç alınamasa da iç ve dış politikada, CHP, AKP-Erdoğan iktidarının-stratejik sürecinin aktif destekleyicisi olmuştur. Temsil ettikleri burjuva kliklerin siyasal ve iktisadi çıkarları gereği, çatışma ve dalaş sürecin esas eğilimi olsa da CHP, sınıfsal tercihleri gereği, faşist diktatörlüğün bekası sorunlarında, aktif destekleyici rol oynamıştır. Ama proje, CHP’nin, MHP düzeyinde iktidarın sürecine eklemlenmesi idi. Bu noktada CHP de, sürdürülen çatışmalarla bir siyasal operasyona hedef durumdadır. Tekirdağ belediye başkanı ve CHP grup sözcüsünün açıklamaları referans alınarak açılan soruşturmalar, yine bazı CHP belediyelere İç İşleri Bakanlığı kanalıyla başlatılan soruşturmalar, 2019 seçimler süreciyle en etkili hamlesini yapmayı planlayan Erdoğan’ın, Türk hâkim sınıflarının sürecine denk burjuva siyaset sahasını dizayn etme çalışmalarıdır. Sürecin, AKPErdoğan iktidarının planları doğrultusunda gelişip gelişmeyeceği, sorunun bir yanı olsa da hedeflenen ve planlanan budur. Kuşkusuz, bu gerici çatışmalarda, sonuca nitelik verecek olan, tarihsel-sosyal gelişmeler ve bu gelişmelerin aktif hale getireceği güçler dengesidir.

Belediye Başkanlarının istifası, tam biat ve AKP’nin sürece uygun tekleştirilmesi operasyonudur! Sonuçta, ister dönem dönem tartışılan erken genel seçimle, ister planlanan seçim tarihinde olsun, Türk egemen güçleri arasında, dengelerin çok yönlü değişmesi güncel bir durumdur. Uluslararası ve bölgesel ilişkilerde, “TC”ye, emperyalist güçlerin de baskılamasıyla, sosyal siyasal gelişmeler, ciddi politik “değişimler” dayatmaktadır. “TC”nin, AKP-Erdoğan iktidarı ile sürdürdüğü siyasetin yarattığı jeo-politik konum kaybına, Türk egemen sınıfları ve bağlantılı oldukları emperyalist güçler, farklı bir süreci yaratma arayışlarına gireceklerdir. Bu da geçmiş dönemin “kırmızı çizgilerine” göre belirlenmiş tüm güç ilişkilerinin, burjuva gerici sahada da olsa değişimi anlamına gelecektir. İşte gelişmelerdeki bu eğilimi gören diktatör Erdoğan, AKP’yi de yerelden merkezi organlarına kadar, bu sürecin risklerine uygun yeniden dizayn etmektedir.

analiz haber 17 Erdoğan’ın AKP’yi, tek adam diktatörlüğüne ve “Reis’in” hukukuna göre dizayn etmesi yeni başlayan bir süreç değildir. Bugün, Ankara, İstanbul, Balıkesir, Bursa AKP’li belediye başkanları özgülünde konu gündeme gelmiştir ama AKP’nin kuruluşunda ve sonraki iktidar sürecinde belirli “ağırlığı” olan kişilerin tasfiyesi yeni değildir. Abdullatif Şener, Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu, Bülent Arınç, Hüseyin Çelik gibi, AKP’nin içindeki çatışmalarda “özgün bir rol” alacak kişiler, Erdoğan’a tam biat, tek partinin tek lidere bağlılığı anlayışı ile tasfiye edilmişlerdir. Bu tasfiyelerde ikili bir yön vardır. Tekleşen “TC” iktidarının sürecine uygun AKP’yi tekleştirmek, tek adam diktasını, AKP içinde de oluşturmak ve AKP içinde var olan çatlaklarda, bu farklı anlayışlara liderlik yapabilecek kişileri sindirmek ve itibarsızlaştırmak. Yoksa sorun, ak mı, kara mı? Meselesinde, tasfiye edilen de tasfiye eden de AKP’nin kirli, yobaz, faşist hırsız ve yolsuz yüzleridir. Erdoğan’ın “metal yorgunluğu”, “millet nazarında itibar kaybetmiş”, “yolsuzluğa bulaşmış”, “hırsızlık yapmış”, nitelemeleriyle tasfiyeye “meşru” gerekçeler oluşturmaya çalışması, sadece tasfiyelerin arka planında yatan asıl nedenleri manipüle etme amaçlıdır. Bu anlamıyla ortada “mağdur” yoktur. Ezilen sınıfları, mazlum ulusal ve azınlıkları, ötekileştirilen inanç kesimlerini mağdur eden suçlular güruhunun, iktidar hırlaşmasındaki dalaşları söz konusudur ve Erdoğan avantajlı konumuyla AKP’yi faşist iktidar sürecine uygun dizayn etmektedir. Aslında “Reis”, bu süreci, daha sessiz ve derinden işletmek istemiştir. AKP içindeki derin iç çatışmaların gündeme gelmemesi ve AKP’nin itibarsızlaşmaması için, derinden gelen sessiz hamlelerle süreci atlatmak istemiştir. Ama tasfiye edilenlerin kamuoyunda bir “popülitesinin” bulunması ve Melih Gökçek ve Ahmet Edip Uğur somutunda yaşandığı gibi, tasfiye edilen bazı kesimlerin bu sürece diz çökerek itiraz etmesi, AKP içinde yaşanan “Reisin” operasyonunu ifşa etmiştir. Osmanlının selefi sultanlığını, sermayenin özgün tarihsel koşullarına göre şekillenen faşist diktatörlüğünde derinlemesine bir çizgi haline getiren Erdoğan,

başkanı olduğu parti içindeki işleyişte de yine o çok övündüğü ecdatlarının yöntemlerinden feyiz almaktadır. “Fatih Kanunnamesi”ndeki gibi, tek adam olma seçeneklerini, potansiyel olarak taşıyan her kişi ve kesim, sindirilmeli, itibarsızlaştırılmalı, yaptırımlarla hizaya getirilmeli, olmadı siyasal olarak, daha da olmalı, fiziksel olarak kellesi alınmalı. Yani devlet-i aliye ve onun büyük sultanına tam biat etmeyenlerin katilinin vacip olması yetmez. O’na alternatif olabilecek odakların da kurutulması gerekir. Osmanlı’daki taht kavgasında, “Fatih Kanunnamesi” ile iktidar uğruna kardeşi, kardeş çocuklarını katletmeyi vacip kılan anlayış, bugün Erdoğan eliyle, faşist diktatörlük sürecine ve bu süreci sürdürmeye amade AKP içindeki hukuka yön vermektedir. Erdoğan özel olarak AKP de, genel olarak Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki faşist iktidarında süreci böyle işletmektedir. Yaratılan bu “korku imparatorluğu” ile öncelikle parti içinde alternatif olabilecek kişiler etkisizleştirilmekte, Süleyman Soylu, Numan Kurtulmuş vb. gibi kişiliklerle tam ve sınırsız biat kültürüyle yaratılan siyasal atmosferde, iç derin çatışmalar yaşayan AKP de, muhalefetin hareket alanını daraltmakta ve biat atmosferine yedeklenmektedir. Dikkat edilirse, AKP içinde derin çatışmalar olmasına karşın, iç muhalefet bir çıkış cesareti gösterememektedir. Göreceli ve dönemsel de olsa yaratılan bu atmosferle direk alakalı bir durumdur bu. Belediye başkanlarının istifaya zorlanması da AKP içinde yaşanan bu süreçle alakalı bir durumdur. Tek adam diktatörlüğüne göre, yaratılan dizayn hareketi, özellikle 16 Nisan referandumu ve sonrasında toplum nazarında ciddi itibar kaybeden, oy kaybeden AKP, “yenilenme”, “temizlenme” görüntüsü ile, 2019 seçimleri veya daha erken yapılacak bir genel seçime “yeni” yüzlerle hazırlanmak istemektedir. Bu meselenin esasta yerel ayaklarda başlaması da tesadüfî seçilmiş bir durum değildir. İktidarın nefes borusu işlevindeki yerel yönetimlerde, AKP’nin yaşadığı konum kaybını, yine yerel ayaklardaki operasyonlarla geri kazanmak, her gerici siyasal iktidar gibi, AKP ve Erdoğan’ının da iradi olarak tercih ettiği bir politikadır.


18 analiz Erdoğan’ın bu politika ekseninde, AKP’li Büyük Şehir Belediyeler dahil birçok belediye başkanlarını istifaya zorlaması ve rızalarıyla istifa etmezlerse bedelini ağır öderler demesi, “TC” hakimiyet sisteminin niteliği ve sistemin faşist karakteri açısından açık bir veridir. Son şaibeli seçimle koltuklarında yolsuzluk ve rant icra eden Melih Gökçek gibi kişilikleri, demokratik haklar adına gündemleştirmek, ilericilerin, aydınların, devrimci-demokratların politik argümanı değildir. Ezilenler ve sömürülenler açısından, faşist iktidarın tek adam diktatörlüğü ile geldiği noktayı ve mevcut sistemin faşist sınıfsal karakterini ortaya koyması açısından, gerici çıkar dalaşındaki bu ibretlik durum bir veri olarak alınabilir. Yine “seçimle gelen seçimle gider” muhalefeti de devrimcidemokrat ve komünist güçlerin politik hareket zemini değildir. Gerici burjuva seçimin anti demokratik, eşit olmayan koşullarına karşın, HDP milletvekilleri, belediyeler başta olmak üzere, ilerici, devrimci seçilmişlere, kayyumlarla, tutuklamalarla gerçekleştirilen operasyonlar, Türk hâkim sınıfları sisteminde, burjuva seçimleri zaten hükümsüz kılmıştır. Faşist diktatörlük, parlamento ve yerel seçim süreçlerini, burjuva içerikte dahi işlevsiz hale getirmiştir. Bu anlamı ile seçim tartışmaları üzerinden “halkın iradesi”, “demokratik haklar”, “hukuksal haklar” tartışması, sürecin niteliğine denk gelen karşı koyuş çizgisi değildir. Devrimciler ve komünistler, bu muhalefet çizgisinden öte, sistemle hesaplaşmaktadırlar.

1-15 Kasım 2017

AKP’de yaşanan kriz ve çatlak görünenden daha derindir! Bu hesaplaşmada ilk elden çıkarılacak sentez, AKP, faşist diktatörlük koşullarına göre tekleşme operasyonları ile yıpranan imajını düzeltmek istemektedir. Ve bunu AKP ye çekilen baypas operasyonu ile yapmaktadır. İstifa eden veya Reisin belirlediği çerçevede görevine devam eden her belediye başkanı ya da AKP’nin bürokrasideki şahsiyetleri, her ne kadar “AKP içinde tam uyum ve başkanlarının verdiği görevlere riayet ekseninde dava adamlığından” dem vursalar da AKP içinde derin çatlaklar su yüzüne çıkmış bulunmaktadır. İstanbul Büyükşehir Belediye başkanı Kadir Topbaş’ın, sitemkâr açıklamaları, Melih Gökçek’in, “mezarlık vazgeçilmezlerle doludur” niteliğindeki karşılıklı söylemler eşliğinde uzun süre istifa etmemekte direnmesi ve Balıkesir belediye başkanının “İrade-i Külliye” ile direnç gösterip en son AKP dahil görevinden istifaya zorlamayı kabul etmesi süreci ele alındığında, AKP içinde yaşanan çatışmalar görünenden de derindir. Ve Reis tamda seçimler arifesinde, AKP’nin bu durumunu, tekleşme ekseninde “çözmek” istemektedir. Tüm bu hesaplar aynı zamanda bir seçim hazırlığıdır. Erdoğan ve yanına aldığı düşük profilli şahsiyetler,16 Nisan referandumu sonuçlarını da dikkate alarak, bir hazırlık yapıyor ve partisini bu hazırlığa göre dizayn ediyor. İl ve ilçelerden başlayarak yerel

yönetim ayaklarını kendi hesaplarına göre yapılandırmak, Erdoğan-AKP iktidarının bekasının teminatı olarak görülmektedir. Çünkü olası bir iktidar kaybı, Erdoğan ve güruhuna bedeli ağır olacaktır. Bunun için yerel ayaklardan AKP’yi dizayn ediyor. Elbette ki yerel ayaklara müdahale AKP’nin belediye ya da belde başkanı olduğu bölgelerle sınırlı değildir. HDP’nin ardından, CHP başta olmak üzere, tüm yerel ayaklar, hukuksuz ve uyduruk gerekçelerle etkisizleştirilecek ve seçimlerde hedeflenen sonuçlar için, devreye birçok oyun sokulacaktır. 1 Kasım, 16 Nisan seçimleri değerlendirildiğinde, yapılacak yerel ve genel seçimlerin nasıl bir seçim olacağı orta yerde durmaktadır. Burjuvazinin demokrasi oyunu olan seçimler, AKP-Erdoğan iktidarının elinde, burjuvazinin açık hile oyunlarına sahne olacaktır. Yani geniş alanları kapsayarak sürdürülen bu dizayn hareketleri, seçim mekanizmalarının dizayn edilmesi ile sürdürülecek ve koşulların lehlerine uygun olduğu bir anda seçime gidilecek. Yaşanan gelişmelerin yönü bu olasılığı öne çıkarmaktadır. Bir Hint atasözündeki ifade gibi, “koltuğundan kalkmak istemeyenler de birilerini koltuğundan zorla kaldırmaya çalışanlarda altını kirletmiştir.” Bu devrimci demokrat kamuoyu tarafından bilinen bir durumdur. Ama son kirli çatışmalarda tarafların ortaya attıkları dosyalar, birbirlerinin

AFORİZMA

Halkın Günlüğü

kirli çamaşırlarını ortaya dökmeleri sayesinde, geniş yığınlar da dönen kirli oyunları, yapılan yolsuzlukları, yandaş kesimlere peş keş çekilen sermaye ve mülkler konusunda bir fikir oluşturmuş durumdadır. Yapılan yolsuzluklarda dönen rant büyük olunca ve daha büyük rant kapılarına iştah kabartılınca, doğal olarak kapışmalarda büyük olmaktadır. Bu anlamıyla, gerici egemen klikler arasındaki dalaş, tüm kapsamıyla burjuva siyaset sahasında ve kurumlarında derinleşerek devam etmektedir. Her kliğin tıkanan bu iç süreçlerinden çıkış olarak gördüğü her yönelimi, her çalışmayı işlevsiz kılmak, bunların arasındaki çelişkileri derinleştireceği gibi, siyasal krizlerini de derinleştirecektir. Gidenin yerine kimin geleceği, seçimlerde hangi yüzün burjuva siyaset sahasında renkli yalanlar söyleyeceği, ezilen halkların bir kaderi değildir. İrade-i Reis’ten, İrade-i Külliye ye, gerici faşist iktidarın, sömürü ve talan düzenleri için ortaya koydukları her siyasal süreç, ezilen ve sömürülen halklara karşı harekete geçirilmiş zulüm iradesidir. Kapışmaları ve çatışmaları, bu zulüm ve sömürü aygıtlarına çıkarları için sahip olma dalaşlarıdır. Ezilenler bu gerici dalaşta taraf değildir. Uyanan, örgütlenen ve dövüşen ezilenlerin siyasal gücü ortaya çıktıkça, zorbalar asıl etkili iradenin hangi irade olduğunu anlayacaklardır. İşte o zaman “mezarlıklar vazgeçilmezlerle doludur” sözünün derinliğini anlayacaklardır.

≫ Derya İshak

MÜCADELEDE DOĞRU TAKTİKLERİN ÖNEMİ

B

ir partinin taktiğinden, o partinin siyasi davranışı ya da siyasi faaliyetinin karakteri, yönü, yöntemleri anlaşılır. Taktik kararlar … yeni görevlerle bağlantı içinde ya da yeni bir politik durum karşısında bir bütün olarak partinin siyasi tavrını belirlemek için alınır.” (Lenin) Devrimci komünist bir hareketin temel özelliklerinden biri, çağı ve sorunlarını iyi okumak ve mevcut duruma uygun taktikler geliştirebilme özelliğidir. Strateji, temel bir aşamayı ve ana öğeleri kendisine baz alır. Temel öğeler, bir devrimin ana sorunlarıdır. Ulusal devrim, demokratik devrim, sosyalist devrim, sosyalist inşa vs. bir dönemin temel özellikleri stratejiye alan oluşturur. Dolayısıyla politikaların temel hedefi bu sorunları çözmektir. Ulusal bir devrimin hedefi, ulusal özgürlüktür; ulusal demokratik-sosyalist bir devrimin hedefi, özgürsosyalist bir gelecektir. Sosyalist bir devrimin hedefi, sosyalizmi kurmaktır vs. Bir temel süreç boyunca devam eden ve bu ögeler üzerinde beliren stratejinin amacı bu sürecin sorunlarını tüketerek, kendisini gerçekleştirmektir. Tabi burada kendi başına soyut bir stratejiden bahsetmiyoruz. Kendi başına kendi kendini gerçekleştiren bir olgudan değil; daha çok tarihsel, yani öznesinin insan ve sınıfların oluşturduğu bir şeyden bahsediyoruz. Dolayısıyla sınıf mücadelesine konu olan ve sınıf mücadelesinde özne olan güçlerce gerçekleştirilen bir politikadır söz konusu olan. Bir süreç boyunca temel problemlere tekabül eden bir politikanın konusu olan olguya strateji diyoruz. Stratejinin bir diğer önemli sorunu, eğer daha alt süreçlere tekabül eden uygun politikalarla beslenmezse

kendi başına bir anlam ifade edemeyeceği gerçeğidir. Strateji uygun alt ve değişebilen birçok alt taktik politikaların toplamından oluşur. Tüm siyasal ve askeri stratejiler böyledir. Doğru bir politika için stratejik temel önermeler gereklidir. Bu temel önermeler, ana ilerleme rotasını gösteren bir kılavuz niteliğindedir. Bu kılavuz bir yol gösterici olmaktan daha fazla bir şey değildir. Çünkü bu kılavuz ana yolu gösterdikten sonra, gerisi bu yoldan nasıl ve hangi plan dahilinde yürüyebileceğinizle ilgili daha somut politikalar ister. Buna da taktik veya taktik belirleme-planlama diyoruz. Strateji bir bütünü, taktik ise onun parçalarını temsil eder. Strateji bir yol boyunca tüm mesafeyi; taktik ise yoldaki bütün aşamaların her birini ifade eder. Bütün ile parça arasındaki ilişki gibi. Bütünden oluşan süreç, tüketilmedikçe kolay değişmez ama bütünün parçaları değişen anlık duruma göre çok değişkenlik gösterebilir. Dolayısıyla taktikler sık sık değişmek durumunda kalabilir. Bu değişiklikler stratejiye hizmet eder. Yani onun görevlerini bu yolla yerine getirebilir. Eğer strateji doğru ve zamanında uygulanan taktik politika ve araçlarla yerine getirilmezse, hedeflere varmak güçleşir veya imkansızlaşır. Onun için doğru strateji kadar, onu yerine getirecek doğru taktikler de son derece önemlidir. Hatta Stratejinin asıl uygulama alanıdır taktik. Ne kadar doğru stratejilere sahip olursanız olun, eğer o doğru taktiklerle ilerletilmiyorsa bir anlam ifade etmez. Oysa komünist politikaların amacı, uygulanır bir alan üzerinden hayat bulmak içindir. Yani gerçekleştirilmek içindir. Strateji yanlış ise taktik ne kadar yerinde olursa

olsun anlık başarılar sağlar ve başarılar bir devrimin gerçekleştirilmesine hizmet etmez. Örneğin Avrupa’da toprak dağıtılması üzerine bir devrim stratejisi inşa ederseniz, böylesi bir stratejiyi hiçbir doğru taktik gerçekleştiremez. Strateji ile taktik arasındaki ilişki birbirinin yolunu açar ve destekler pozisyonda olmak durumundadır. Tersi durumda da stratejiniz ne kadar doğru olursa olsun, o doğru taktik bir ruha ve uygulama alanına kavuşamıyorsa aynı şey olur. Bunlardan biri yanlış ise, biri diğerini düzeltebilecek bir işlev görmüyorsa, arada uyumsuzluk ve işlevsizlik meydana gelir. Ve bir şeyi yıllar boyu tekrar edip durmaktan bir arpa boyu ilerleyemezsiniz. Çizgi strateji ile taktiklerin bütünüdür. Çizgi canlı bir taktik ve uygun araçlar yaratmadığı zaman kötürümleşir. Alışkanlıklar üzerinden yürür. Alışkanlıklar üzerinden yürümek devrimcinin en büyük düşmanlarından biridir. Toplumsal hayat canlı ve değişkendir. Siyaset, bazen anlık, hızlı değişmelere ayak uyduramaz ve o zaman bir dönemin doğrusu o anın çürümesinin temeli olur. Komünist bir hareket için de bu geçerli olabilir. Dünyada en yetkin komünist Partiler bile, anlık hızlı değişimleri kavramakta ve ona göre yeni belirlenimler yapmakta zorlanırlar. Bu tip durumlar çoğu kez komünist partileri sınıf mücadelesinin dışına atar. Devrimci taktik siyaset ve araçlar bir komünist hareketin yapıcı temel özellikleridir. Bu özellikleri kaybetmemek için toplumsal-siyasal atmosferin dinamik özelliklerinin iyi takip edilmesi gerekir. Ve cesur devrimci politikalar bu atmosfer içinde yakalanabilir; devrim mücadelesi böylesi süreçlerde hayat bulur.


1-15 Kasım 2017

Halkın Günlüğü

röportaj 19

İHD İstanbul Şube Başkanı Avukat Gülseren Yoleri

“Toplumun direnç noktası olmaya devam edeceğiz” İHD İstanbul Şube Başkanı Avukat Gülseren Yoleri: Devlet; Ergenekoncularla uzlaştı, FETÖ’cülerle de uzlaşacak ama biliyor ki sosyalistlerle, insan hakları savunucularıyla uzlaşamayacak, biliyor ki bu kesimin avukatlığını yapan insanlarla uzlaşamayacak; çünkü onlar devlet kaynaklı hak ihlallerine de hukuksuzluklara da her koşulda karşı çıkacaklar

Temmuz’da yaşanan darbe girişiminin ardından ilan edilen Olağanüstü Hal (OHAL) devrimcilere, sosyalistlere, yurtseverlere karşı bir silah olarak kullanılıyor. AKP/Erdoğan iktidarı bu süreci devrimci dinamikleri ortadan kaldırma yönünde bir fırsat olarak değerlendiriyor. Devlet, yaşam hakkının ihlali dahil insan haklarını göstere göstere ihlal ediyor ve kendi anayasasını dahi çiğniyor. Bununla birlikte, önceki süreçlerden çok daha pervasız bir şekilde savunma da doğrudan devletin hedefi haline geldi. Yasaların tamamen rafa kalktığı, mahkemelerin AKP/Erdoğan iktidarının arka bahçesi gibi çalıştığı bu dönemde, avukatların da bu duruma tanıklığını engellemek için savunmaya dönük saldırılar azgınlaştı.

15

Halkın Günlüğü gazetesi olarak, İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi Başkanı Avukat Gülseren Yoleri ile OHAL, insan hakları,

savunma hakkı ve avukatlar üzerindeki baskıları konuştuk. Halkın Günlüğü: Türkiye’de OHAL ve KHK’lerle yönetilen bir ülke gerçekliği var. OHAL ve KHK hukuku ile siyasal iktidarın hukuk ve savunmaya etkisine dair neler söylemek istersiniz? Gülseren YOLERİ: Dolmabahçe’de çözüm masası devrilir devrilmez, insan hakları ihlallerinde çok büyük artış görmeye başladık. Mesela hükümetin söylemlerinde dil değişti; nefret diline, çekişme ve savaş diline döndü. Ötekileştirici bir yaklaşım egemen hale geldi. Ama bu değişim dilde kalmadı, aynı zamanda sahaya da indi, toplumsal yaşamı da yakından ilgilendiren ve zora sokan pek çok uygulama karşımıza çıktı. Suruç’ta, Ankara’da yaşanan toplu katliamlar, toplumu kıskacına alan hem korku hem baskı

oluşturan bir süreç olarak yaşandı. Bunun ötesinde sokağa çıkma yasaklarının ilan edildiği süreç hem insan hakları savunucularının hem hukukçuların çalışmasını çok baltalayan bir süreçti. Sokağa çıkma yasağının yaşandığı bölgelerde yapılan operasyonlar, bu operasyonların gerçekleştiği süreçte bizim insan hakları savunucuları ve hukukçular olarak da olay yerlerine yapmak istediğimiz ziyaretler ve raporlama faaliyetlerinde çok büyük sıkıntı yaşamıştık. Yani hem bölgeye sokulmamak hem o yasaklı bölgelerin ve bilgilerin dışında tutulmak, aynı zamanda baskıya maruz kalmak, tehdit altında kalmak gibi pek çok durumla karşı karşıya kaldık. Ama tabi ki, bizim karşılaştığımız durum buna muhatap olan toplumun ya da halkın yaşadıkları karşısında gerçekten çok minimal bir durumdu.


20 röportaj Bütün bu süreçler beraber düşünüldüğünde ve OHAL’e gelindiğinde; daha önce “ben anayasayı tanımıyorum” diyen Cumhurbaşkanının artık bunu tekrarlamasına gerek kalmadı. Çünkü OHAL ile beraber Bakanlar Kurulu’nun kanun hükmünde kararnameler çıkarma yetkisine sahip olmasından daha önemlisi; OHAL ilanının OHAL kanununa aykırı yapılmış olması, çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerin yetki aşımı tartışmasına ek olarak geçerli olmasını sağlayacak usulden yoksun olmasına rağmen uygulamaya sokulmasıyla aslında “Ben anayasayı tanımam” söyleminden, anayasayı, yasaları ve var olan teamülleri tamamen devre dışı bırakan başka bir sürece girmiş olduk ve bu, güya yasal bir süreçte oldu. OHAL üzerinden de evet bunlar normaldir gibi bir savunmaya geçti iktidar. Bu gerçekten böyle miydi? Değildi tabi ki, eğer biz hukuk üzerinden bir tartışma yürütüyor olsaydık örneğin; Yine OHAL’i, KHK’ları konuşuyor olabilecektik ama geçersizliğini konuşacaktık, hukuk dışılığını konuşacaktık. Ancak yaşadığımız durum bu değil. Yani hukukla bize yaşatılanlar birbirinden çok farklı. Şu an artık hukuk denen bir olgu yok, mahkemelerde dahi yok. Dolayısıyla sokakta ve başka yaşam alanlarında artık yasadan hukuktan yola çıkarak önümüzü görmek ya da yaşamı şekillendirmek ihtimalinin herhalde olabilecek en zayıf noktasındayız şu anda ve bunun önemli sonuçları var. Bizler de hep eleştirdik pek çok açıdan ve aslında T.C.’nin Anayasası da yasaları da hep sorunlu, yetersiz, çok yerde yanlış olagelmiştir. En azından asgari olarak kimin neyle yükümlü olduğunun bilindiği, yani devletin de nerede duracağına dair hukuki bir çerçeveden söz ediyoruz. Bugün bu ortadan kalktı. Hangi eylem yasalara göre suç ya da değil, hangi maddenin kapsamına girer, o maddenin ön gördüğü ceza nedir bilinirdi. Dolayısıyla da sonucu aşağı yukarı söylersiniz, bir takım gerçeğe yakın tahminleriniz söz konusu olabilirdi. Şu anda ki özellikle OHAL ilanı sürecinde “biz de bilmiyoruz” diyoruz. Genel uygulamaya bakıyoruz; var olan yasalar çerçevesinde suç oluşturmayacak pek çok eylemin bugün suç konusu yapıldığını, insanların bu sebeplerden haklarında soruşturma açıldığını, gözaltına alındığını, hatta tutuklandığını biliyoruz. Oysa hukuken ortada suç yok. Bu durumda çok net bir algımız oluştu, o da: iktidar, kendisine karşı gördüğü her hareketi, her söylemi, her koşulda cezalandıracak ve bunu yapabildiği en ağır yöntemle yapacak. Bu durumda toplumun yapabileceği iki şey var: Biri; bu büyük baskı karşısında tamamen geri çekilmek ve hiçbir karşı harekette bulunmamak, yapılan tüm haksızlıkları sineye çekmek. Diğeri; kendisini ortaya atar der ki başıma gelecek her neyse ben bunu göze alıyorum. Bugün toplumun karşı karşıya kaldığı böylesi bir durum söz konusu ya ateşin içindesiniz ya da tamamen dışında kalmak için çaresizce çabalayıp durursunuz. Bugün bizlere sunulan ortam tam olarak bu.

“Bizden hukuku uygulamamızı beklemeyin” Şu anda; herkes ve insan hakları savunucuları da yoğun baskı görüyor, ama insan hakları savunucuları olarak işimiz hukukçulardan biraz daha kolay sanıyorum. İnsan hakları savunucuları nihayetinde hangi alanda ihlal varsa ona karşı mücadele eder. Devletin ihlal üreten politikalarına karşı da mücadele söz konusu. Bu perspektif içerisinde hangisi ihlal, neden ihlal, buna karşı ne yapılabilir noktasında söz söyleme konusunda çok bir sıkıntımız olmuyor. Bunun tehdidi yok mu tabi ki var. İHD’nin pek çok üyesi ve yöneticisi, pek çok şube başkanı OHAL döneminde gözaltına alındı, tutuklanan ve halen tutuklu yöneticilerimiz var. Ya da pek çoğu aranır hale getirildi. Özellikle bölge şubelerimizin pek çoğu çalışamaz hale getirilmiş durumda. Çünkü oraya yönetici olan herkes mutlaka bir şekilde kovuşturmaya uğruyor. Tutuklanmıyorsa bile aranır hale getiriliyor. Ama hukukçular açısından daha farklı bir durum var. Örneğin avukatlar; gözaltına alınan birini savunacaksanız ya da mahkemede tutuklu birinin tahliyesini isteyecekseniz, onun eylemin suç oluşturmadığını ifade edeceksiniz, ya da uygun ceza maddelerinin uygulanmasını isteyeceksiniz. Şimdi olmayan bir yasa üzerinden bunu nasıl yapabilirsiniz? Hakimler ve savcılar üzerinden bakıldığında ise çok başka bir tablo var. Biliyorsunuz ki Türkiye’de ki hâkim ve savcı sayısının neredeyse üçte biri ihraç edildi. Adliyelerdeki hakimler, savcılar ki bizim birebir görüştüğümüz kimileri, resmi olarak söylemeseler de sohbet söylemlerinde diyorlar ki “bizden hukuku uygulamamızı beklemeyin. Çünkü biz önümüze gelen olayla ilgili talimatın dışında yani iktidarın ön gördüğünün dışında bir karar verirsek, korkuyoruz biz de herhangi bir örgütün üyesi olmakla suçlanırız diye. Dolayısıyla da delil var mı yok mu bakmıyoruz çoğu kere, verilebilecek en ağır cezayı veriyoruz. Bunu şahsi güvenliğimiz açısından daha kabul edilebilir görüyoruz” diyorlar.

1-15 Kasım 2017

Daha çok mesleğini, itibarını kaybetmekle tehdit edilen hakimler ve savcılar var. Onları koruyabilmek için insanlık onurlarından vazgeçiyorlar ve devlet ne istiyorsa onun birkaç mislini yapıyorlar. Dolayısıyla adalet sisteminde ya da adliye işleyişinde hakimler ve savcıları artık bir kenara koyduk yani onlardan hukuk beklemenin neredeyse imkânsız olduğu bir süreç. Biz hem avukatlar hem insan hakları savunucuları olarak toplumda direnç noktaları arıyoruz aslında. Bu sisteme dahil olan pek çok avukat var ama ciddi oranda devletin bu politikalarını boşa düşüren, bütün baskıya rağmen halen çalışmaya devam eden bir avukat grubu da var. Bugün çok iyi bir mücadele sürdürdüklerini görüyoruz. Şimdi avukatlar da gözaltına alınıyor ve çok rahatlıkla tutuklanıyor. Son süreçte Gazi katliamı anmasına katılmak, 17-31 Mayıs kayıplar haftasında mezar anmalarına katılmak bile suç olarak gösteriliyor. O gün orada savcıya da bizzat söyledim. Dedim ki: bunlara suç diyorsunuz ama bunlar İHD’nin de zaman zaman gözlemcisi ya da çağrıcısı, katılımcısı ya da örgütleyicisi olduğu etkinliklerdir. Bunlar; gözaltında kayıp gibi, Gazi katliamı gibi insanlığa karşı suçlar karşısında toplumun gösterdiği tepkinin ürünü eylemler. İnsanlığa karşı suçlar karşısında tepki vermek değil susmak suçtur. Bu anmaları suç olarak tarif edemezsiniz. H.G.: Toplumsal muhalefetten yana tavır koyan, hukuk alanında sesi soluğu olan demokrat avukatlara karşı son aylarda özelde bir baskı ve tutuklama saldırısı var. Ayrıca hak gasplarının en çok olduğu alanlardan biri de hapishaneler. Bunlara dair de fikirlerinizi alabilir miyiz? YOLERİ : 15 Temmuz sonrasında darbe girişimi ve FETÖ ile ilişkilendirilenlere çok yoğun işkence uygulandığını hepimiz iyi biliyoruz. İnsanlık dışı bir tablo ortaya çıkmıştı. OHAL ilan edilmeden bir gün önce hapishaneye gitmiştik, ziyaretimizin sebebi müvekkillerimizden gelen mesajlardı. Burada

Halkın Günlüğü

birilerine yoğun işkence yapılıyor diyorlardı. Biliyoruz ki; bir yerde işkence varsa bu yayılacak demektir. Bugün darbeci diyerek aldıklarına işkence edip iç çamaşırıyla hâkim karşısına çıkarıyorsa, yarın bunun daha kötüsünü asıl düşman bildiklerine yapacaklar; solculara, devrimcilere, sisteme muhalif olan herkese… Öylede oldu zaten işkence sınırlanmadı hatta yaygınlaştı. Örneğin 15 Temmuz’un sorumlusu olarak tutuklananların avukatları da baskı gördü. Ne avukatlar ne de müvekkilleri bu baskıyı tanımıyorlardı, devletin bu yüzünü kendi üzerlerinde hiç görmemişlerdi ve şaşkınlardı. Oysa biz avukatlık yaparken de insan hakları savunuculuğu yaparken de bu tehditlere “alıştık” diyebiliriz. Hoş görmüyoruz ama bunların olabileceğini biliyoruz. Hatırlarsanız 15 Temmuz sonrasında tutuklananlar avukat bulamadılar. İşkence ve gözaltında kayıp şikayetleri çok yoğundu ve biz İHD olarak pek çok kişiye hukuki yönlendirme ve insan haklarının korunması açısından üzerimize düşeni yaptık. Başakşehir’den bile telefonla ya da e-posta ile yardım talepleri oldu ve biz bunlara yanıt verdik olabildiğince. Toplumun tamamına yaygınlaşmış bir baskı politikasından bahsediyoruz. Ama toplum bu baskıya karşı buluşamıyor maalesef. Evet büyük hukuksuzluklar, büyük bir adalet problemi ve işkence var. Ama her dönemde olduğu gibi su çalkalanır durulur ama devlet asıl düşman bildiklerinin tepesine çöker. Bunu yaşaya yaşaya, tekrar ede ede ezber ettik. Bugün gözaltında olan IŞİD’ciler dahi, Bylock kullandığı için gözaltına alınanlar dahi, cezaevinde FETÖ’cü diye tutuklu olanlar dahi bir koruma altındalar. Onlara daha yumuşak davranılıyor, artık o işkence uygulamasından bir anlamda vazgeçildi. Ama aynı mekânda toplumsal muhalefetin sol, devrimci, Kürt kesimine dönük, yani insan hakları, özgürlük, demokrasi diyen ve bunu herkes için isteyen, insanın hakkını da savunan, emeğin hakkını da savunan, sistemi de sorgulayan kesimi yine düşman olarak görülüyor ve yoğun tehdit altında tutuluyor. Mesela; bugüne kadar hiçbir avukat FETÖ davasına baktı diye FETÖ’cülükle suçlanmadı. Oysa sosyalistlerin, solcuların, Kürtlerin avukatları o davalara baktıkları için, yani hangi davaya bakıyorsa o örgütün üyesi olmakla suçlanıyor. Devlet; Ergenekoncularla uzlaştı, FETÖ’cülerle de uzlaşacak ama biliyor ki sosyalistlerle, insan hakları savunucularıyla uzlaşamayacak, biliyor ki bu kesimin avukatlığını yapan insanlarla uzlaşamayacak; çünkü onlar devlet kaynaklı hak ihlallerine de hukuksuzluklara da her koşulda karşı çıkacaklar. Yani devleti değil insanı, insani değerleri önceleyecekler, toplumun-halkın sahip olduğu değerleri önceleyecekler ve bu konuda saflar net. Avukatlarımızın tutuklanmasının en başında gelen sebeplerden biri de bu. Devlet hak ihlalleri yaratan bir mekanizma, bu benim tarifim değil bu evrensel bir tarif. Türkiye Cumhuriyeti devleti en iyi örneklerinden bir tanesi. E peki ne olacak? Devlet zaten böyle bir devlet, insan hakları savunucuları da yaptıkları ile her şeyi çözemiyor, ne olacak o zaman? Mücadeleden


1-15 Kasım 2017

röportaj 21

Halkın Günlüğü

vaz mı geçeceğiz? Tabi ki hayır. Türkiye’de artık insan hakları mücadelesi zemini oluştu ve bu zemin geri adım atmıyor. Çünkü yaptığının önemli olduğunu düşünüyor. Bir çentik açmak bile önemli. Yaşam hakkı ihlaline varan, insanın hem fiziksel hem manevi varlığını hedef almış bir ihlaller silsilesinden bahsediyoruz. Yani çok basit, göz ardı edilebilecek sineye çekilebilecek şeylerden söz etmiyoruz. Bir insanın ölmesiyaşaması noktasında durumu değiştirebiliyorsanız, çok şey yapıyorsunuz demektir. Örneğin gözaltında kaybedilmeye çalışılan birisini -ki 15 Temmuz sonrasında yaşadık- sağ bulabiliyorsunuz. Örneğin M. K, gözaltında işkence gördü iddiasını burada gündeme getirdik aynı gün mahkemeye sevk edildi. Oysa daha beş gün tutacağız demişti polis. Cezaevinde işkencenin sürdüğünü öğrendik gittiğimiz gün sevk ettiler ve İzmir’e kaçırdılar. Yani rahatsız edebiliyoruz hak ihlali yapanları, bazı şeyleri durdurabiliyoruz, her şey bir tarafa tarihe not düşüyoruz. Yani bu ülkede işkence var, kim, nerede, nasıl yapıyor hepsini tarihe not düşüyoruz.

Avukatlar da insan hakları savunucuları gibi, var olanla olması gerekeni harmanlayarak yapıyor işini. Mahkeme var, yasa yok hukuk yok ama avukatlar orada evrensel hukuk ilkeleri ve de yürürlükteki hukuk üzerinden savunma yapıyor. Hukuksuzluğu tespit etme, teşhir etme, duyurma ve buna karşı hareketlerin oluşması açısından önemli bir işlev görüyor. Hiçbir şey yapamadığında bile çok şey yapıyor ve dayanışıyor ayrıca. İnsanlık tarihine not düşmekten söz ediyoruz. “Sonuç alamayacağımızı bildiğimiz” pek çok durumda o dilekçeleri yazıp o dosyalara koymakla hafıza oluşturuyoruz aslında. O dosyalar bir gün çıkacak ortaya ve orada neler olduğu, kimlerin neler yaptığını biz ya da bizden sonraki insanlar görecekler. Örneğin Cumartesi Anneleri eyleminde, her kaybın hikayesi anlatılırken onun sorumluları da tek tek söyleniyor. Cumhurbaşkanı kimdi, Başbakan kimdi, İçişleri Bakanı kimdi, vali kimdi, Adalet Bakanı kimdi, emniyet müdürü kimdi, orada bir karakol varsa onun komutanı kimdi. Bütün bunların isimleri tek tek söyleniyor.

Tek tip elbise insanların kişiliklerini yok etmek üzerine kurgulanmış bir uygulama aslında Şimdi bu cezaevleri meselesine gelirsek. Cezaevlerinde yoğunlaşan bir baskı politikası var. Bu baskının giderek yaygınlaştığını ve yoğunlaştığını görüyoruz. Yaygınlaştı çünkü tüm ülke cezaevlerinde neredeyse. Aynı zamanda da şiddeti giderek artan bir baskı sürecinden geçiyoruz. İlk çıkan KHK ile biliyorsunuz görüş hakları kısıtlandı, yayın hakları kısıtlandı, haberleşme hakları kısıtlandı, disiplin cezaları arttırıldı. Özellikle adalete erişim kısıtlandı. En son tartıştığımız şey ise tek tip elbise

uygulaması. Hapishanelerde tek tip elbise uygulamasının ne demek olduğunu biliyoruz. Tek tip elbiseyle hapishanelerdeki baskıya işkenceye resmen tüy dikmiş oldular. Biz buna ilişkin İHD olarak hemen refleks gösterdik; çünkü, tek tip elbise bir işkence yöntemidir ve de daha ağır işkencelerin zeminini oluşturur. İntikamcı bir söylemle gündeme getirilmesi ise bu endişelerimizin ve tespitlerimizin haklı olduğunu gösteriyor. Tek tip elbise insanların kişiliklerini yok etmek üzerine kurgulanmış bir uygulama aslında. Yani onların yalnızca dışını değil içini de tek tipleştirmeye dönük bir uygulama. Açıklama şöyleydi: “FETÖ’cüler bir renk giyecek diğerleri başka bir renk giyecek.” Tek tip elbise aslında bir çeşit yafta ve bu yaftanın iki yüzü var. Bir; sizin nereye ait olduğunuza ilişkin bir yafta, iki; sizin suçlu olduğunuza ilişkin bir yafta. Tek tip elbise masumiyeti ortadan kaldıran bir uygulama, yani sizin henüz mahkeme kararı olmaksızın suçlu ilan eden bir uygulama. Bu yüzden masumiyet karinesinin ihlali olması açısından da çok önemli sakıncaları var. Bu sebeple sadece bir elbise olarak değerlendirilemez Bugün iktidarın genel politikalarına bakarsanız, her yerde karışıklık yaratma hedefine kilitlenmiş durumda. Örneğin kadın cinayetlerini engellemiyor. Örneğin emekçilerin haklarına ilişkin, insanların işten atılması, emekçilerin belli bir ücret politikası ya da iş güvenliği meselelerinde yol alamıyoruz. Cezaevlerinin de özellikle muhalefet açısından çok önemli mekanlar olduğunu biliyor devlet ve orada bir kargaşa yaşanmasının topluma yansımasını da hesap ediyor. Sadece cezaevindeki değil ama orada uyguladığı

baskıyla dışardakileri de korkutan, tehdit eden bir süreci hedefliyor ki bunda kısmen başarı sağladığı göz ardı edilemez. Mesela bir yerde bir kadın şiddet gördüğünde; gece 2’de sokakta şiddet gördüyse ve bu kısmı ön plana çıkartıldıysa bütün kadınlar “aman biz daha erken evde olalım” diyor. Eteği kısa diye şiddet gördüyse “aman dikkat edeyim ben kısa etek giymeyeyim” demeye başlıyor. Cezaevlerinde ve gözaltına işkence arttığı oranda insanlar “ben gözaltına alınmayayım ya da tutuklanmayayım” diye tedbir almaya başlıyor. Kamudan ihraçlarda da bu söz konusu, herkes korkuyor bir gerekçe bulurlar da beni de işimden atarlar diye. Bütün ihraçlarda insanlara “FETÖ’yle ilişkilendirildin” deniyor, ne sebeple? Hangi delil? Hangi karar? Hiçbirisi yok. 4000 tane kurum kapatıldı, düşünsenize. Hangi sebeple, FETÖ. Peki kim karar verdi buna? Elinde hangi delil ya da hangi mahkeme kararı var? Hukukun temel ilkeleri bile o kadar ihlal ediliyor ki, anayasa yok yasa yok, hukuk yok. Bugün birisinin ağzından çıkan emir telakki ediliyor. Akşamdan sabaha politika değişiyor. Akşamdan sabaha uluslararası ilişkilerimiz değişiyor. Bütün bunlar devleti değil, kaosu işaret ediyor. Sanırım burada bir özeleştiri cümlesi kurmak lazım ya da bazı sorular sormalı. Bu toplumun önemli bir muhalif damarı da var diyeceksek hele, nerede bu muhalifler ya da neden olmayan bir hukukun içine sıkışmış durumda? Devlet bu derece zayıfken toplumsal muhalefetin de aynı derecede zayıf olması, tartışılması gereken bir şey bence. * Röportajın tamamına www.halkingunlugu1.org adresinden ulaşabilirsiniz.

≫ Muzaffer Oruçoğlu

ANTAGONİZMA DİKTATÖR

S

abahleyin atölyesinden çıkıp geldi. Üzerinde işçi tulumu vardı. İç dünyasını genellikle şehir lümpenlerine tahsis eden, onları beleş modeller olarak kullanan, bol yalan söyleyen, çıkarcı, sahtekâr ve oldukça sevimli bir ressamdı. Çizdiğim portreyi şöyle bir süzdü, "yine kimi çizdin?" dedi. "İlginç bir rüya gördüm" dedim. "Tarihin içindeydim. Diktatörlerden oluşan bir zibil yığınının içinde. Sabah kalktım, bu zibil yığınının içinden, birini çekip çizeyim dedim. Çizdim. Tümünü karakterize edecek bir tip çıkmadı." Sıkıntılı, zoraki bir gülümseyişle, "Tarihin en ilginç yanı, zibil kadar diktatöre sahip olmasıdır" dedi. “Ama bu çizdiğin bir diktatör değil, herkese laf yetiştiren, dangalak bir adam. Bir ressam her şeyi çizebilir ama ne kadar usta olursa olsun, bir diktatörü çizemez." "Neden çizemez?" dedim "Çizemez çünkü, diktatörün kafasının içinde beyin değil, ezber diye acüze bir organ var. Çok düşündüğünü sanır ama düşünemez. Ezberler." "Bu da düşünen bir adama benzemiyor zaten" dedim. "Yabancılaşmış bir adam.” "Hayır.” “Kesinlikle kendisiyle barışık bir adam bu" diye itiraz

etti gözlerimin içine bakarak. Bakışlarında, aleyhinde attığı insanlarla aldattığı ve dolandırdığı kadınların hışmından kaynaklanan ezgin, çaresiz bir ışıltı vardı. "Bu, avanak bir adam. Diktatörlüğe giden yolu yürümemiş, aşılması gereken aşamaları da aşmamış." "Nasıl yani?" "Nasılı masılı yok bu işin. Diktatör olacak adam önce, toplumu toplum eden değerlere, kuruluşlara bakar, 'Bunlar benim değil, ben bunlarda yokum, der ve kafasının bıngıldağını kaşıyarak bunlara yabancılaşır. Sonra kendi mesleğine yabancılaşır, 'bu bana göre değil,' diyerek göğsünün kıllarını kaşır. Sonra ne olur? Üçüncü aşamaya geçer. Sevdikleri başta olmak üzere bütün insanlara yabancılaşır. Bu aşamada da 'bunlar benden değil,' diye mırıldanırken kasığını kaşır. Sonunda son aşamaya adımını atar. 'Ben olduğunu sanan şu ben, benden değil,' diye mırıldanmaya başlar ve kıçını kaşır. Artık iş bitmiş, süreç tamamlanmıştır. Eskisi gitmiş, onun yerine insan coğrafyasının, aklı vicdanına karşı işleyen ilginç bir siması gelmiştir. Gözlerinin yerinde, birbirlerini besleyen ve büyüten iki güçlü ve habis duygu vardır: kuşku ve korku. Nedensiz düşünmekte, nedensiz korkmaktadır." "Uzun bir süreç. Bu süreci, diktatörün yüzüne nakşetmek oldukça zor." "Tabi zor. İddia ediyorum, ben hariç, yeryüzünde hiçbir ressam çizeceği diktatörün ruhunu, seyircisine.

duyumsatamaz." "Ama bu resimde bu adam kimseyi sevmiyor, baksana," diye son bir çıkış yaptım. "Kimsenin de kendisini sevmediğine inanıyor." "Boşuna inat etme, sen diktatörün ne olduğunu bilmiyorsun. Senin kimse dediğin şey, diktatörün kendisinin yarattığı bir korkudur. O korku onun tanrısı gibidir, vazgeçemez. Bu portrede nerde o korku?" Karşılıklı sustuk. Portrenin yüz ifadeleri iyice açığa çıktı. Portrede bir şey keşfetmiş gibi, "Yalnız biliyorsun," diye yeniden başladı, "osuruğu cinli olanlar dahil, evreni kuşatan bütün kadınları sevgilim olarak algılamak gibi hoş bir andavallığa sahibim. Buradan kalkarak şunu söyleyebilirim: bazı diktatörler, yönettikleri bütün kadınların kendisine aşık olduğu saplantısı içindedirler. Yüz ifadelerinden kolayca anlaşılır bu." “Anladın mı?” dercesine süzdü beni. Adam farkında değildi galiba, diktatörü anlatayım derken kendini anlatmıştı. İçimden, "siktiğimin çocuğu," diye ahraz bir ses gelip geçti. Mülayimleştim. Esnedim. Yeni Ellerinden öper dedi. Baktım adamın elleri hiç öpülmemiş gibi, kocaman, yamru yumru.


22 tarih

1-15 Kasım 2017

Halkın Günlüğü

Komünist kişiliğin billurlaşmış hali: Tuncay Çarıkçıoğlu TUNCAY ÇARIKÇIOĞLU önder kadrolar arasındadır. 1987 yılında proletarya partisi üyesi olan Tuncay yoldaş, bu süreçte bir süre Kayseri, Sivas ve Çukurova’da faaliyet yürüttü. Tuncay yoldaş, gözlerinin bozuk olmasına rağmen her türlü engeli ve zorluğu aşarak sevdalısı olduğu dağlara yüzünü çevirir. 1990 yılında Kürdistan Bölge Komitesine atanan Tuncay yoldaş, ardından MK üyeliğine seçilir. Artık dağların Çetin’i olan Tuncay yoldaş, bir süre BABK sekreterliği görevini yürüttükten sonra GBMK’nin (Geçici Birleşik Merkez Komitesi) 1. Olağanüstü toplantısında Askeri Komisyon üyeliğine seçilerek Karadeniz ve İç Anadolu gerilla faaliyetine atanmıştır. Tuncay yoldaş bu görevini yeni icra ettiği bir süreçte 2-3 Kasım 1992 yılında, Tokat’ın Almus İlçesi, Arısu Köyü Eskici mezrasında kurulan bir pusuda yaşanan çatışma sonucu hayatını kaybetti.

962 yılında Kastamonu’da doğan Çarıkçıoğlu yoldaş, 1982 yılında İstanbul’da mühendislik fakültesini okurken proletarya partisiyle tanışarak aktif mücadeleye katıldı. Kısa sürede ilerleme kat eden Tuncay yoldaş proletarya partisinin etkin bir savaşçısı olur. 1985 yılında İstanbul’da proletarya partisine yönelik bir operasyonda gözaltına alınan Tuncay yoldaş, İşkencehanelerde ve mahkemede burjuvaziye meydan okuyarak devrim ve komünizmi savundu. İki yıllık tutsaklığın ardından dışarı çıkan Tuncay yoldaş, faaliyetlerine kaldığı yerden gençlik içerisinde devam etti. Tuncay yoldaş aynı zamanda İsmail Oral ile birlikte TMLGB’yi fiilen kuran

1

İsmet PINAR

Nubar YALIM

Çarıkçıoğlu, hem pratik hem de entelektüel alanda komünizmin davasını geliştirdi. En zor şartlarda okuma ve yazma eylemini bırakmadı. Süreci takip etmede ve siyasette atılganlıkta hep öndeydi. Pratik cesareti yanında, çizgiye egemenliği ve çizgiyi geliştirmek ve gerektiğinde düzeltmek gibi bir özelliği vardı. Fiziki yetersizliğine rağmen dağların kartalıydı. Gidilmedik yere gidiyor, örgütlenmedik alana el atıyordu. Çalışma alanlarında gördüğü yetersizlikler konusunda zamanında müdahale ederek, önermede bulunuyordu. Bir gerilla bölgesine sığmıyor, o bölgenin yakın alanlarını da kolaçan ediyordu. Tüm çalışma alanlarında halkın ve yoldaşlarının sevgisini kazanırdı. Çarıkçıoğlu’nun anısı bize yol gösteriyor. Saygıyla anıyoruz.

Fethiye BATMAZ

Seçkin GÖÇ

Perihan ÇOLAK

Ali Haydar ARSLAN

İmam Hüseyin ÇETİN


1-15 Kasım 2017

23

Halkın Günlüğü

ÖRGÜTSEL YÖNELİM

≫ Refik Demir

Ekim Devrimi’nin 100.Yılı vesilesiyle

Bir kez daha devrimci örgüt üzerine!

D

Rıza AKDEMİR

Hıdır UTAN

Tuncay yoldaş ile birlikte yine Kasım ayı içerisinde proletarya partisi saflarında devrim ve komünizm şiarını bayraklaştırarak ölümsüzleşen, Hüseyin Akdemir, Rıza Akdemir, Eşref Şahlar, Veli Karasu, İmam Utan, Nubar Yalım, Ali Haydar Aslan, Doğan Erdem, Fethiye Batmaz, İmam Hüseyin Çetin, İsmet Pınar, Özkan Göktaş, Erol Korkmaz, Perihan Çolak, Fazlı Kaya, Hasan Altıntaş, Süleyman Kör, Seçkin Göç ve Özgür Çakar yoldaşların devrimci/komünist hatıraları önünde saygıyla eğiliyoruz.

evrimci/komünist örgüt sorunu MLM biliminin 150 yılı aşan ve bugünlere kadar nitel aşamalarla gelen tarihselliği içinde her dönem ciddi polemiklere ve tartışmalara konu olan başlıca meselelerden biri olmuştur. Hatta özellikle belirli tarihsel kesitlerde devrimci örgüt sorunu ayrışmaların ve keskin ideolojik mücadele ve kopuşların temel zeminini oluşturmuştur. Bu nesnel gerçekliği doğuran ve olgunlaştıran yegâne şey, kuşkusuz sınıf mücadelesi gerçekliğinde devrimci örgütün oynadığı tarihi stratejik rolle alakalıdır. Son tahlilde proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşımında proletarya ve ezilenlerin elindeki yegâne stratejik silah devrimci örgütten başka bir şey değildir. Ki bu stratejik mahiyeti Marks’tan Mao’ya hemen hemen tüm ustalar ve devrimci/komünist önderler kendi tarihsel koşulları içerisinde berrak biçimde ortaya koymuşlardır. Keza yine devrimci örgüt sorunu MLM’nin yaşayan canlı ruhuna uygun olarak dogmatik bir düzlemde değil, her tarihsel sürecin sınıf mücadelesinin aldığı seyir, somut durum ve bilginin sınırlılığı ve düzeyi ile sürekli değişik biçimler alarak ve nitel olarak geliştirilerek ve ilerletilerek bugünlere kadar gelmiştir. Somut olarak önceki embriyonik örgütlenmeler bir yana Komünist manifestodan Leninist partiye ve oradan da Maoist partiye uzanan diyalektik ilerleme bunu göstermektedir. Devrimci/komünist örgütün stratejik mahiyeti yaşanmış olan bütün devrim deneyimlerinde temel belirleyici bir öğe olmuştur. Bu stratejik mahiyet başta Ekim ve Çin devrimleri olmak üzere birçok devrimin zaferle sonuçlanmasına neden olurken, Almanya başta olmak üzere yine birçok yerde de devrimler yenilmiştir. Ekim devriminin gerçekleştiği tarihsel kesitte özellikle Avrupa’daki devrimlerin kolayca yenilgiye uğramasının temel etkenlerinden birinin nesnel koşullar ve devrimci örgüt arasındaki diyalektik ilişkiye vurgu yapan Lenin, Alman Kasım devrimin çok kısa bir süre öncesinde, 9 Ekim 1918 tarihinde kaleme aldığı makalesinde devrimci örgütün tayin edici stratejik mahiyetini şöyle vurgulamıştır. “Avrupa için en büyük talihsizlik, onun için en büyük tehlike, orada devrimci bir parti olmamasıdır. Scheidmannlar, Renaudeller, Hendersonlar, Webbler ve hempaları gibi hainlerin partileri, ya da Kautsky gibi uşak ruhlular var. Devrimci parti yok Avrupa’da. Gerçi yığınların güçlü bir devrimci hareketi bu yanlışı düzeltebilir, ama bu olgu büyük bir talihsizlik ve büyük bir tehlike olarak kalıyor.” Marksizm’in bilimsel ilkesel yöntemlerinin kavranması ve devrimci örgüt meselesinin her daim keskin biçimde altını çizen Lenin, bu noktada dönemin bilumum bütün bilgiç dogmatik ‘’Marksistleri’’ ve anti Marksist külliyata karşı amansız ve keksin bir ideolojik savaşım vererek Marksizm’i temsil etmiştir. Bu somut gerçeklikte dönemin sözde ‘’Marksist’’ geçinen otoritelerin bilgiçliklerine ve zırvalıklarına karşın Lenin, Bolşeviklerin Marksizm’den ne anladığını yalın bir şekilde şöyle ifade eder. “Marksizm, bize, kök salmış geleneklerin, siyasal entrikaların, anlaşılmaz yasaların ve muğlâk öğretilerin kara örtüsü altındaki şeyi -sınıf savaşımını, her türden mülk sahibi sınıflar ile mülksüz yığınlar, mülksüzlerin başında bulunan proletarya arasındaki savaşımı- sezmeyi öğretmiştir. Devrimci bir sosyalist partinin gerçek görevini açıklığa kavuşturmuştur: toplumu yeniden biçimlendirmek için planlar kurmak değil, işçilerin aldığı payı iyileştirmek konusunda kapitalistlere ve onların çanak yalayıcılarına öğüt vermek değil, komplo planları hazırlamak değil, ama proletaryanın sınıf savaşımını örgütlemek ve nihaî amacı proletaryanın siyasal gücü ele geçirmesi ve sosyalist bir toplumun örgütlenmesi olan bu savaşıma önderlik etmek.” (Marx-Engels-Marksizm) Ekim devriminin dersleri ve deneyimleri ışığında ve bugünle diyalektik bağı içerisinde ele almaya çalıştığımız devrimci örgüt sorununa dair diğer ustalar ve komünist önderlerle birlikte özellikle Lenin’in her daim altını çizdiği stratejik önem bugünde varlığını berrak bir şekilde hissettirmektedir. Tabiî ki diğer tüm meselelerde olduğu gibi devrimci örgüt meselesini de sadece Komünist manifesto yâda Lenin düzeyi hatta Mao seviyesi ile ele almadığımız açık bir durumdur. MLM’nin yaşayan canlı ruhuna bağlı olarak diğer tüm şeyler gibi devrimci örgüt meselesinde de tarihsel tecrübeler ve birikimlerin ışığında çıkardığımız devrimci sonuçlarla bugün en ileri düzeyi ifade eden Maoist Parti gerçekliğini savunmaktayız. Bu bağlamda diğer tüm ideolojik ve siyasal belirlemelerde olduğu gibi devrimci örgüt meselesinde de üzerinde yürüdüğümüz biricik devrimci zemin bütünlüklü geçmiş tarihsel birikim ve tecrübelerimizdir. Bu boyutu ile bazılarına sıkıcı hatta ‘’dogmatik’’ ya da ‘’miadını’’ doldurmuş değerlendirmeler gelebilir, fakat bizler proleter devrimciler olarak kendi tarihsel tecrübelerimize, birikimlerimize ve kendi köklerimize devrimci bilimsel bir muhtevada sıkı sıkıya sarılmaya devam edeceğiz. Bu minvalde de başta MLM’nin bilimsel kuramcıları olmak üzere MLM’nin bütün tarihsel tecrübelerinden ve belirlemelerinden alıntılar yaparak bugüne ışık tutmak tayin edici bir yerde durmaktadır. Özellikle içinden geçmekte olduğumuz tarihsel süreçte ve MLM biliminin çeşitli tonlarda ideolojik

bombardıman altında olduğu bugünkü gerçeklikte döne döne MLM biliminin tarihsel tecrübelerine, ustalara ve tarihsel köklerimize sarılmak tayin edici bir durumdur. Devrimci örgüt meselesini tartışırken ya da ele alırken, temel referansımız bu devrimci gerçekliktir. Bu düzlemde devrimci örgüt konusunda yine Lenin’den alıntı yapmaya devam edelim; “İddia ediyorum ki: 1-sürekliliği sağlayan istikrarlı bir önderler örgütü olmadan hiçbir devrimci hareket varlığını sürdüremez; 2- hareketin temelini oluşturan ve ona katılan halk yığınları mücadeleye kendiliklerinden ne kadar büyük sayıda sürüklenirse, böyle bir örgüte olan gereksinme o ölçüde ivedileşir, ve bu örgüt de o ölçüde sağlam olmalıdır (yoksa demagogların yığınların daha geri kesimlerini peşlerinde sürüklemeleri daha da kolaylaşmış olur); 3- böyle bir örgüt esas olarak devrimci eylemi meslek edinmiş kimselerden oluşmalıdır; 4- otokratik bir devlette, böyle bir örgütün üyelerini devrimci eylemi meslek edinmiş kimselerle ve siyasal polisle mücadele sanatında profesyonel olarak eğitilmiş kimselerle ne denli sınırlarsak örgütü açığa çıkarmak, o ölçüde zorlaşacaktır; 5- harekete katılabilen ve orada etkin olarak çalışabilen işçilerin ve öteki toplumsal sınıflardan gelme öğelerin sayısı o ölçüde büyük olacaktır.” Yukarıda özellikle Lenin’den alıntılar yaparak altını çizmeye çalıştığımız devrimci örgüt sorunu ve stratejik mahiyeti bugünde aynı ivedilikle kendini hissettirmeye devam ediyor. Gerek dünya da ve gerekse de bölge ve Türkiye-Kuzey Kürdistan’da çeşitli muhtevalarda gelişen toplumsal mücadeleler, çelişkiler, krizler ve bu zeminde yükselen devrimci duruma rağmen sürece doğru müdahalelerle önderlik ederek devrimlerle taçlandıracak devrimci/komünist bir merkezin zayıflığı, içinden geçmekte olduğumuz sürecin temel handikabıdır. Tabi ki bu temel sorunun ideolojik ve siyasal çizgi olmak üzere çeşitli sebepleri bulunmaktadır. Fakat bu sorunun ivedilikle ele alınıp tartışılması proleter devrimciler başta olmak üzere bütün devrimci ve komünist güçlerin önündeki en önemli meselelerden biridir. Ekim devriminin tarihsel derslerinin yanı sıra özellikle Büyük Proleter Kültür Devrimi derslerinden öğrenmek özellikle önemlidir. Stratejik konumlanma, dört eskiye karşı Kültür Devrimi derslerine dayanıp ilerleterek ve onu her daim rehber alıp uygulayarak yürüme temel sentezdir. Komünist ya da iyi bir örgüt olma bir teknik uzmanlık ya da ustalık değildir. Önce kızıl denilen komünist ideoloji-çizgiyle birleşme ve donanma meselesidir. Kızıl bayrağa karşı kızıl bayrağın sallandığını tüm tecrübeler ışığında unutmadan kızıllık perspektifi hiçbir koşulda gevşetilmeden kuşanılarak ilerletilmelidir. Tüm tarihsel tecrübeler göstermiştir ki elzem olan son tahlilde çizgi sorunudur. Örgüt önemli ama çizgi tayin edicidir, o halde örgütün sağlam ve bilimsel bir çizgiye sahip olması önemlidir. Devrimde teori-pratik, kararlı, bilimsel bir duruş ve çizgi temelini esas almayan, dolayısı ile siyasal ilişkiler dışındaki geri ilişki biçimlerine dayanan anlayışlar esasta devrimci/komünist örgüt ruhuna ters ve onu aşındıran bir yerde durmaktadır. Toplumsal çelişkiler ve devrim ihtiyacına cevap olmayan bir örgüt ve kadro bir etiket taşıyor olsa bile gerçekte devrimin öznesi durumunda değildir. Komünizm perspektifli devrim için yeni mevzilerle ilerlemeyen, ideolojik, siyasal seviyesini yükseltmeyen ve kitleleri birleştirme yeteneği göstermeyen, nitel inşayı derinleştirmeyen, stratejik konumlanmayan, devrimi içselleştirip bir kültür ve kişilik olarak kavramayan bir örgütün ve onun toplamı olan bireylerin devrimci/komünist niteliklerinin baştan sakatlanması ve burjuva erozyona uğraması kaçınılmazdır. O halde üzerimizdeki bütün burjuva düşünüş, kültür ve alışkanlıklara karşı savaş açarak devrimcileşmek ve burjuvazinin bütün tortularından arınmak temel olandır. Burjuva dünyayla barışık yaşayan bir örgüt ve birey’in bırakalım devrimci/komünist olmasını, burjuva erozyona uğramaktan ve çürümekten başka bir yeteneği olamaz. Ki tarihsel tecrübelerimiz bunun yığınca örnekleriyle doludur. Burjuva dünya ile arasına kalın keskin çizgiler çeken, siyasal hedeflerinde ve iktidar bilincinde berrak ve aynı stratejik hedefe kilitlenmiş, eylem ve irade birliğinde sarsılmaz bir bilince sahip devrimci/komünist bir örgüt temel önemdedir. Makalemizi burada sonlandırırken tekrardan Lenin’in devrimci örgüt üzerine hafızalara kazınan o ünlü vurgusuyla bitiriyoruz.“Yalnızca komünist parti, eğer gerçekten devrimci sınıfın öncüsü ise, eğer saflarında bu sınıfın en iyi temsilcilerini barındırıyorsa, eğer tamamıyla bilinçli ve özverili, direngen bir devrimci savaşım deneyimi ile yetişip çelikleşmiş komünistlerden bileşmiş bulunuyorsa, eğer bu parti kendi sınıfının tüm yaşamına ve, onun aracılığıyla, tüm sömürülenler yığınına çözülmez bir biçimde bağlanmayı ve bu sınıf ile bu yığına mutlak bir güven esinlemeyi biliyorsa -kapitalizmin bütün güçlerine karşı en gözü pek ve en amansız sonal savaşımda, yalnızca böyle bir parti proletaryayı yönetmeye yeteneklidir.”


Halkın Günlüğü

ISSN: 2587-1552 HESAP NUMARALARI Melih Demirkanlı adına TEB TR960003200000000053138964 KAR­DE­LEN­YAYINLARI Sa­hi­bi­ve­Ya­zı­İş­le­ri­Mü­dü­rü: MELİH DEMİRKANLI Ya­yın­Tü­rü:­15 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli

YÖNETİM­YERİ:­ Katip Mustafa Çelebi Mah. Tel Sokak NO:18/3Beyoğlu /İSTANBUL TEL: 0212 243 88 15

Bas­kı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

ROJANEYA­GEL Dagirkirina Kerkûk'ê, êrişeke şikandina vîn a neteweya Kurd e!..

i herêma Kurdistana Başûr, bi serokatî ya Barzanî û bi Rêveberî ya Herêma Kurdistan ya Iraq'ê, di 25'ê îlonê de referandûmek çêbû. Di vê referandûmê de, gelê Kurdistan bi giranî ya xwe ve "erê" got. Piştî referandûmê, di 15'ê Cotmeh'ê de arteşa Iraq'ê, Parasana Şoreşa Îran'ê û Hêzên Haşdî Şabî, bi alikariya hin qadroyên Yekitiya Niştimanên Kurdistan'ê ve Kerkûk dagir kirin. Bê guman referandûma serbixweyî ya Kurdistan, hevsengiya hêzen herêmê, nakokiyên siyasî, bendbendiya leşkerî, pozîzyona îtifaqî ya heyî ya di navbera hêzên herêm a paşverû û emperyalîstan dê biguherîne, ev yek rewşeke zelal û eşkere bû jixwe. Bi taybetî kesên zana bendê bûn ku dê pergala desthilatdarî yên Îran, Iraq û Tirk, li himberî azadixwazî ya Kurt li hev bikin, bên cem hev, tevbigerin, bi vî hawî hewl bidin ku dengê azadî ya gelê Kurd bixeniqînin, ji bo vê yekê hêzên xwe yê leşkerî û siyasî tev-

L

Em vê yekê dibêjin û diparêzin ku; li ku dibe bila bibe, kîjan gel dibe bila bibe, her gelek, dikare li himberî hêzên dagirker mafên xwe yê xwezayî Lê dagirkirina Kerkûk'ê, di her qadî de nîqabîne ziman, biparêze, xwedî mafên dameziranşên cûrbecûr vekir. Ev nîqaşana bi şiklekî berdina dewletên xwe ye û dikare mafên xwe yê dafireh tê meşandin; him ji alî Kurdan, Lê li piştî lihevkirina van hêzan, piştî çavsomezirandina dewleta xwe biparêze, bê şert û bê him ji alî hêzên emperyalan, him jî ji alî hêzên riya berdevkên van dewletan gelek pêşveçûn merc em li pişta parastina vê mafê ne. Li gor rêdîtatoryal ya li herêmê ve ev nîqaş nîqaşeke çêbû, bi van pêşveçûyînan jî çembera dagirveberiya wê gelê, li gor hêjahiya wê dewletê ku girîng e û di piştê vê kêşeyê de jî siyasetên kerî yê van hêzan hê hate şidandin û teng dazwaz dibe were damezirandin, li gor şert û stratejîk û taktîk hene, li gorî vê prosesê jî gen- kirin. Piştre Barzanî dev ji erka xwe berda. Bi mercên heyî, şêwaza komunîstan nayê guhertin, geşiyek dimeşe. van meseleyan ve girêdayî niqaşên rast an ne- ev nêrîn teqez nêrîneke bingehîn û rêzikek e. Dê Dewletên Tirk, Faris û Iraq'ê û pergalên desthi- rastî ya referandûmê hate rojevê. Gelek pispor komunîst, hewceye ku berî her tiştî ev mafê bilatdarî yên van hêzên paşverû, li himberê mafên û siyasetmedar, "gelo ev referandûm biryareke nase. Piştî vê jî helbet dikare nêrîn û xwestekên Kurd yên herî demokratîk hatin ligel hev, siyase- rast bû an nerast bû" bilêv kirin. Ev nîqas wek xwe bilêv bike, ji bo îqnakirina komunîzmê bixebite, dikare projeyên xwe yê sosyalîst bide nasîn, tên xwe yên teqez statukoparêz şixulandin, bi vî agirekî bihêz belavî herêmê bû. Hin kes, li ser şiklî biryareke hevpar girtin ku gelê Kurd ev re- navê çepbûn û sosyalîzmê tevî van niqaşan bûn, ji bo rewabûna sosyalîzme tekoşînek bimeşîne. Lêbelê, ev nêrînên xwe, nikarin ber azadiya vê ferandûmê heyî betal bikin, bi vê jî nemînin, hil- ligel van, di qada Kurdan de jî tevlêbûneke girseyî çêbû. Ev yek jî tiştekî sosret anî rojevê ku, ev gelê wek bendavek biparêzin. Nikarin mafên wê kişin li sînora xwe yê berê ya 2014'ê. Ev hêzên nîqaş çiqasî niqaşeke paşverût e. Em, nêzikahiya neyewê ya tayînkirina qedera xwe ya pêşerojê ku tamûla xwe nîn e ku yek Kurdek jî di vê jixwe di destpêka vê pêvajoyê de wek bi awayekî bidin sekinandin an jî hwk... Li beranberî rêça yanê de mafên xwe yê herî xwezayî ya însanî zelal danî bû pêş gelê xwe. Lê hewce û pêwîst e Barzan'yê jî sekn û nêzikahiya me, nirxandin û bikarbîne û wek gelên din bijî, wek gelên din gotina me her tim zelal û ber çavên dunyayê ye... ku em careke din sekna xwe zelal bikin. bêhna xwe hilde, wek blokek xwe saz kirin. Li bigerînin û bidin rê. Birastî jî di dawiyê de heman wisa kirin.

dijî mafên gelê Kurd û li dijî azadiya wan, siyasetên xwe yên stratejîk û leşkerî wek peywirekî mezin dan ber xwe û hêzên xwe wek hêzekî dagirkeriyê tevî hev bikar anîn.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.