Halkın Günlüğü sayı 7

Page 1

“Değişmez” Belirleyici Değer İlke ve İlkeli Olmaktır!

sayfa 12-13

“Faşist kuşatmaya karşı halkların sesi olmaya devam edeceğiz” Halkın Günlüğü ile dayanışma amacıyla 15 Ekim Pazar günü Kartal’da bulunan Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen etkinlik kitlesel bir katılım ve coşkuyla yapıldı. Yoğun bir emek ve siyasal çalışmayla gerçekleştirilen dayanışma etkinliğinde, OHAL ve faşist kuşatmaya karşı halkların özgürlük ve kurtuluş mücadelesinin asla durdurulamayacağı, faşist kuşatmanın er Sayfa 2-3 ya da geç parçalanacağının altı çizildi.

Sınıfsız Toplum İçin

16-31 EKİM 2017

Yıl:1 Sayı: 7 Fiyatı: 2 TL

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

100. Yılında Şan Olsun Ekim Devrimi’ne!

ABD ile “TC” Arasındaki Krizin Perde Arkası GÜNCEL 14-15 Erdoğan-AKP iktidarıyla ABD emperyalizmi arasında yaşanan kriz veya politik çatışmanın tamamen gerici çıkar çatışmasından ibaret olduğunun altı çizilmelidir. Zira bu kriz ve çatışma, Erdoğan ve iktidarının anti-emperyalist ve hatta anti-ABD’ci olduğundan ileri gelmemekte, bilakis ABD emperyalizminin Erdoğan ve iktidarını en aşağılık düzeyde bir piyon olarak kullanıp taleplerini dikkate almamasından ve iktidar çıkarlarına ters strateji ve siyasetler izlemesinden ileri gelmektedir.

‘’Yeni Siyasal Programımızın Ekseni Bilimsel Sosyalizmdir’’

www.halkingunlugu1.org

İnsanlık ve parçası olduğu doğa emperyalist/kapitalist dünya gericiliği tarafından barbarca sömürü ve yıkıma uğrayarak yaşanamaz hale gelirken, kapitalizmin kendi mezar kazıcısı olan işçi sınıfı ve onun önderliğindeki emekçiler ve ezilenler ise daha yaşanılabilir adil ve özgür bir dünya uğruna tarihsel birikim ve deneyimlerle bugünlere kadar gelen görkemli bir mücadele süreci ve insanlığın özgürleşme mücadelesinde çığır açıcı yol açan ve tüm gerici barikatları yıkarak tarihin çöplüğüne yollayan devrimlerle bugünlere kadar gelerek yoluna devam etmektedir. İnsanlığın ve parçası olduğu doğanın özgürleşme mücadelesinde tarihsel olarak rol oynayan ve proleter devrimler çağını başlatarak dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarına kızıl bir fener olan Ekim devrimi bütün tarihsel birikimleri ve kazanımları ile bugünde işçi sınıfı ve ezilenlere

04

Zincirleri kırarak özgürleşenlerin iradesi teslim alınamaz

06

yol göstermeye devam ediyor.c Bir halklar hapishanesi olan Çarlık Rusya’sı Ekim devrimiyle birlikte halkların özgürleştiği ve halklar hapishanesinden halkların özgürlük bahçesine dönüştüğü proleter devrimler sürecinin yolunu açmıştır. Ekim Devrimi, gelişmiş kapitalist ülkelerin işçi sınıfı ve ezilen diğer kesimleri ile birlikte ezilen-sömürge ülke halklarına umut verdi. Ezeli ve ebedi olmayan sömürücü tahakküm toplumunun değiştirilebileceğini, devrilebileceğini pratikte gösterdi. İşçilerin ve ezilen halk kitlelerinin birleşmesi halinde hiçbir kuvvetin onları yenemeyeceğini pratikte ispatladı. 100. yılında şanlı Ekim Devrimi’ni selamlıyor, yeni Ekimler yaratmanın ufkuyla işçi sınıfı, emekçiler ve tüm ezilenleri örgütlü mücadeleye dört elle sarılmaya, devrim, sosyalizm ve komünizm bayrağını yükseltmeye çağırıyoruz!

Emperyalist Senaryolar ve İdlib İşgaline Giden Yolda Yaşanacak Hüsran

08


02 güncel analiz

16-31 Ekim 2017

Halkın Günlüğü

“Faşist kuşatmaya karşı halkların sesi soluğu olmaya devam edeceğiz” Halkın Günlüğü ile dayanışma amacıyla 15 Ekim Pazar günü Kartal’da bulunan Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen etkinlik kitlesel bir katılım ve coşkuyla sonuçlandı. Yoğun bir emek ve siyasal çalışma sonucu gerçekleştirilen dayanışma etkinliğinde, OHAL ve faşist kuşatmaya karşı halkların özgürlük ve kurtuluş mücadelesinin asla durdurulamayacağı, faşist kuşatmanın er ya da geç parçalanacağının altı çizildi

A

KP/Erdoğan iktidarı tarafından toplumsal muhalefete yönelik başlatılan saldırı konsepti tüm hızıyla devam ederken devrimci, sosyalist basına yönelik sindirme ve etkisizleştirme konsepti aynı düzlemde devam etmektedir. Ülkeyi açık hapishaneye çeviren burjuva siyasal iktidar muhalif devrimci basını susturmaya yönelik elinden geleni ardına koymuyor. Dünyada basına yönelik saldırılar sonucunda en çok basın emekçisinin tutuklandığı ülke konumunda olan “TC” devleti, asılsız ve düzmece iddialarla basın üzerindeki tahakkümünü arttırmayı sürdürüyor. Devrimci sosyalist basına yönelik başlatılan bu kuşatmanın dağılması ve devrimci basınla dayanışmanın ve sahiplenmenin tarihsel önemini bilinci çıkartmak perspektifi ile gazetemiz tarafından örülen merkezi siyasal kampanya önemli bir noktada durmaktadır. Burjuva gerici siyasal iktidarın her daim birinci dereceden hedefi olan özelde gazetemiz, genelde ise tüm devrimci, sosyalist, yurtsever ve ilerici basınla dayanışmayı yükseltmek ve toplumsal duyarlılığı güçlendirmek, içinden geçmekte olduğumuz bu tarihsel süreçte tayin edici bir noktada durmaktadır. Halkın Günlüğü’nün başlatmış olduğu merkezi siyasal kampanya, bu bilincin ve toplumsal duyarlılığın oluşmasına ve gelişmesine hizmet eden, güçlendiren bir rol oynamaktadır.

Örülen merkezi siyasal kampanyanın en önemli ayaklarından biri 15 Ekim’de Kartal’da gerçekleştirilen dayanışma etkinliği olmuştur. OHAL sürecinin ağır baskı koşullarında yoğun bir emek ve cüretle örülen dayanışma etkinliğinin çalışmaları İstanbul Anadolu yakası başta olmak üzere Avrupa yakasının onlarca emekçi mahallesinde yürütülen siyasal çalışmalar sonucu ete kemiğe bürünmüştür. OHAL ve faşist kuşatma sürecinin hüküm sürdüğü bu konjonktürde örülen siyasal çalışma ile etkinliğin kitlesel ve başarılı bir şekilde sonuçlanması başlı başına önemli bir yerde durmaktadır. 15 Ekim Pazar günü saat 17.00’de Kartal’da bulunan Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi’nde yapılan dayanışma etkinliği devrim ve komünizm mücadelesinde ölümsüzleşenler anısına saygı duruşu ile başladı. Etkinliğin açılış konuşmasında, Halkın Günlüğü’nün devrimci basın cephesindeki yerine dikkat çekildi. AKP/Erdoğan iktidarının saldırılarının arttığı bu dönemde umudun da her daim var olduğu belirtilen açılış konuşmasında Nuriye ve Semih de unutulmadı.

Halkın Günlüğü: Direnişi büyütmeye devam edeceğiz! Etkinlikte Halkın Günlüğü gazetesi adına yapılan konuşmada: Erdoğan/AKP iktidarının saldırılarının yeni olmadığı belirtildi ve “Tıpkı Denizler tıpkı Mahirler tıpkı komünist önder

İbrahim Kaypakkayalar gibi bu süreci göğüsleyeceğiz” denildi. AKP’nin iktidarda kalmak adına baskıyı ve faşizmi arttırdığının ancak coğrafyamızda bunun bir devlet politikası olduğunun vurgulandığı konuşmada, “Paris Komünü’nde olduğu gibi, Ekim Devrimi’nde olduğu gibi, BPKD’de olduğu gibi direnişi büyüteceğiz” diyen Halkın Günlüğü temsilcisi, “Yoksullar, ezilenler olduğu sürece devrim ve başkaldırı da her zaman olacaktır” dedi. Zindanlarda tek tip saldırılarına da değinen Halkın Günlüğü temsilcisi, “Zindan karanlığını aydınlatanları selamlıyoruz, yaşasın halkların direnişi, yaşasın sosyalizm” diyerek sözlerini tamamladı.

SMF: Özgürlük ve kurtuluş mücadelesini durduramayacaklar! Dayanışma etkinliğinde Sosyalist Meclisler Federasyonu(SMF), adına da bir konuşma gerçekleştirildi. SMF adına yapılan konuşmada: “Hepinizi Sosyalist Meclisler Federasyonu adına devrimci coşkumla selamlıyorum. Faşizmin, zulmün, sömürünün ve OHAL hukukunun hüküm sürdüğü bu süreçte Halkın Günlüğü’nün düzenlemiş olduğu dayanışma etkinliği oldukça önemli bir yerde durmaktadır. Bu vesile ile sizleri ve sizler nezdinde tüm kitleleri Halkın Günlüğü ve bütün devrimci ve ilerici basını sahiplenmeye ve dayanışmayı yükseltmeye çağırıyoruz. Yine etkinlik aracılığı ile faşist diktatörlük tarafından


16-31 Ekim 2017

Halkın Günlüğü

tutsak edilerek zindanlara konulan başta devrimci ve ilerici basın emekçileri, gazeteciler, aydınlar, yazarlar olmak üzere, hapishanelerde tutsak bulunan bütün devrimci, yurtsever ve komünist tutsaklara devrimci selamlarımızı iletiyoruz. Kuruluşundan bugüne dek faşizmin hedefi olan ve sistematik olarak saldırılara uğrayarak haklı ve meşru mücadelesi engellenmeye çalışılan Demokratik Haklar Federasyonu’ndan Sosyalist Meclisler Federasyonu’na uzanan tarihsel mücadele sürecimizde tutuklanarak zindanlara konulan bütün üye ve taraftarlarımızı buradan bir kez daha devrimci coşkumuz ve kararlılığımız ile selamlıyoruz” diyen SMF Temsilcisi konuşmasına şöyle devam etti: “Erdoğan /AKP iktidarı çürümüş ve kokuşmuş burjuva gerici iktidarını ayakta tutmak için var gücüyle halklarımıza saldırmaktadır. Hiçbir savaş hukuku ve etik değer taşımayan Erdoğan/AKP iktidarı saldırılarında sınır tanımaz bir vahşet ve barbarlıkla çeşitli ulus, milliyet, inanç ve cinsiyetlerden halklarımıza savaş açarak zorbalık uygulamaktadır. Kendi çürümüş ve kokuşmuş gerici zihniyetini her türlü kirli araç ve yöntemlerle bir bütün topluma da dayatarak toplumsal çürümeyi derinleştiren Erdoğan/AKP iktidarının yarattığı bu çürüme ve yabancılaşma sonucudurki cenazeleri mezarlarından çıkartacak kadar insanlıktan uzaklaşan ve cinnet geçirecek kadar çığırından çıkmış gerici bir kitle yaratılmış durumdadır. Çünkü mevcut gerici burjuva siyasal iktidarın halklara çürüme, yozlaşma, gericilik ve zulümden başka vereceği hiçbir şey yoktur. Fakat bizler biliyoruz ki geçmişte olduğu gibi bugünde hiçbir saldırı, zulüm ve barbarlık halklarımızın özgürlük ve kurtuluş mücadelesini durduramayacaktır. Burjuva faşist diktatörlüğün sınır tanımaz zulmünün halklarımızın sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya ilerleyişini asla durduramayacağını bir kez buradan haykırıyoruz” diye devam etti. Konuşma şu vurgularla sona erdi: “Zulüm varsa direniş de vardır, karanlık varsa aydınlık da vardır, umutsuzluk varsa umut da vardır, çürüme varsa ilerleme de vardır, kapitalist barbarlık varsa sosyalizm de vardır, halk düşmanları varsa devrimciler de vardır. Bu diyalektik tarihsel bilinç ve perspektifle, gerici burjuva dünyaya karşı aydınlık ve devrimci bir dünyanın muştusunu taşıyanlara, umutsuzluğa karamsarlığa inat ilmek ilmek umudu haykıranlara ve büyütenlere buradan binlerce kez selam olsun. Toplumsal mücadelenin bütün alanlarında onurluca direnenlere ve direnişi büyütenlere binlerce kez selam olsun”

Temel Demirer: Bizi teslim alamayacaklar! Dayanışma etkinliğinde yer alarak bir konuşma gerçekleştiren Temel Demirer ise konuşmasında: “Büyük bir karanlığın ortasında, akıl almaz bir vahşetin karşısındayız. Bu öyle bir vahşet ki ölülerinize saldırır. Böylesine bir vahşeti, sultanlık, padişahlık, zorbalık olarak isimlendirelim. Diktatör bize konuşma, yazma diyor. Konuşacağız, yazacağız. Zorba, diktatör bize sus diyor, susmayacağız.” dedi. Ser verip sır vermeyen bir geleneğin takipçileri olarak susmayacağız diyen Demirer, “Bize sus diyenler milyonlarca insanın yoksulluk sınırının altında olduğundan, halkın yoksulların emeğinin gasp edildiğini söylemeyelim istiyor. Söyleyeceğiz!” dedi. “Kürtlerin, Ermenilerin kanını akıttığımızı söylemememizi istiyorlar, söyleyeceğiz. Ben Selahattin’i seçtim, ben Figen’i seçtim, susturamayacaklar!” diyen Demirer, Türkiye’nin dünyada en çok hapishanede gazeteci

yatan ülke olduğunu vurguladı. Demirer konuşmasında: “Açlıktan intihar edenlerin ülkesiyiz biz, buna demokrasi diyorsanız lanet olsun demokrasinize. Ben o kadar umutsuz değilim, Ortadoğu eski Ortadoğu değil, Kürdistan eski Kürdistan değil. Bana bu umudu, yüreğinizin çarpıntısı, birbirimize bakışlarımız ve kasketin en çok yakıştığı insan verdi. Bizi teslim alamayacaklar, bize diz çöktüremeyecekler” dedi. Demirer son olarak, “Bizi yargılamaya sizin ne mahkemeleriniz ne gücünüz yetmez, gelecek bizimdir. O geleceği yaratacak olan bizimdir, Halkın Günlüğü’nü, sosyalist basını, direnenleri alkışlayın” diyerek konuşmasını bitirdi. Dayanışma etkinliğinde Şenol Akdağ, AlaMor, Erdoğan Emir, Grup Abdal ve Grup Munzur seslendirdikleri halk türküleri ve kavga ezgileri ile etkinliğe coşku kattılar. Kavga ezgilerine kitlenin de eşlik etmesiyle güçlü bir koro oluşturuldu. Dayanışma etkinliğinde sık sık “Devrimci Basın Susturulamaz”, “Zindanlar Yıkılsın Tutsaklara Özgürlük”, “Faşizme Karşı Omuz Omuza” ve “Önderimiz İbrahim İbrahim Kaypakkaya” sloganları atıldı. Dayanışma etkinliğine Partizan ve Alınteri de birer mesaj yollayarak dayanışma duygularını ve birlikte mücadele vurgusu yaptılar. Ayrıca dayanışma etkinliğinde, Özgürlük ve Sosyalizm Partisi (ÖSP) Genel Başkanı Sinan Çiftyürek ve ÖSP üyeleri, DEDEF Genel Başkanı Ali Haydar Ben ve DEDEF yöneticileri, Sibel Özbudun, Partizan, Alınteri ve Kızıl Bayrak da katıldı. Etkinlikte ayrıca yakın zamanda ölümsüzleşen Güzel Ana ve Serdar Can’ın aileleri de yer aldı.

güncel analiz 03


04 analiz haber Federasyonumuzun gerek sosyalizmin tarihsel seçmelerinde ve gerekse de geçmiş pratiklerinde var olan meclis örgütlenmesini bugün uygulama biçimi ise yeni fikirlerine bağlı olarak yeniden düzenlenmiştir. Artık sadece yerel yönetimler ve benzeri alanlarda değil tüm Federasyon bileşenlerinde ve örgütlenmelerinde savunulan bir model haline dönüşmüştür. Meclis model ile, her düzeyde çalışmalara emek katan insanların en geniş örgütlenmelere dâhil edilmeleri sağlanmış olup bu geniş inisiyatifleri ile işçi ve emekçilerin bütün topluma önderlik ederek kendilerini, kentlerini, ülkelerini ve dünyayı yönetmelerini adım adım inşa etme hedeflenmektedir. Kendi kaderlerini ellerine alarak geleceğe yürümeyen işçi ve emekçilerin sosyalizme ulaşamayacaklarını savunan Federasyonumuz bu örgütlenme modelini tüm yaşam alanlarına yayma hedefindedir

9

Temmuz 2017 tarihinde gerçekleştirmiş olduğu merkezi kurultay ile program, tüzük ve isim değişikliklerine giden Sosyalist Meclisler Federasyonu (SMF) ile yaptığımız röportajı okurlarımızla paylaşıyoruz SMF olarak gerçekleştirmiş olduğunuz kurultayda, program, tüzük ve isim değişikliklerine gittiniz. Bu değişiklik ve yenilenmenin sebepleri nedir? SMF: Program, proleter ya da burjuva dünya görüşüne bağlı olarak, herhangi bir hareketin, insan toplumunun çelişkilerine ve ekolojiye ilişkin yaptığı tüm siyasal belirlemelerinin kısa ve özlü ifadesidir. Başka biçimde açacak olursak program bir hareketin dünya ve coğrafya analizini, cinsiyet, ulus, inanç ve insanın diğer sosyal kimliklerine yönelik yaklaşımını, temel hak ve özgürlüklere ilişkin tutumunu ve var olan sorunlara yönelik alternatif toplum projesini ifade eden fikirlerinin toplamıdır. Tüzük ise, örgütlenme modeli ve kriterlerini içermektedir. Federasyonumuz, işçi sınıfının bilinciyle sosyalizm ve komünizmi hedef alan yarım asırlık mücadele tarihi ile dünyada ve coğrafyamızda yaşanan gelişmelere bağlı olarak siyasal belirlemelerini ve örgütlenme modelini sürekli

16-31 Ekim 2017

Halkın Günlüğü

‘’Yeni Siyasal Programımızın Ekseni Bilimsel Sosyalizmin Tarihsel Birikimleri Olmuştur’’

güncelleyerek bugünlere kadar gelmiştir. Bugün yapılan değişiklikler de dünyada ve coğrafyamızda yaşanan değişikliklere bağlı olarak ortaya çıkmış sonuçlardır. Değişime neden olan gelişmelerin tamamını bu röportajda ifade etmek pek mümkün görünmemektedir fakat öne çıkan temel konuları şöyle ifade edebiliriz. Kapitalist-emperyalist sistemin çok uluslu tekeller süreciyle birlikte önemli değişikliklere neden olduğunu, üretim ve sermayenin aşırı derecede merkezileşmesinden kaynaklanan değişikliklerin yeni çelişkiler ortaya çıkardığını, emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişkilerden yeni tipte sömürgeciliğin dünyada yarattığı siyasal ve ekonomik çelişkilere, sınıfların yapısında yaşanan nicel değişikliklerden ulusal ve enternasyonal mücadeledeki yeni biçimlere, kapitalizmin yeni ekonomik politikaları ve kriz biçimlerine kadar yaşanan bir dizi yeni gelişme programımızda kapitalist emperyalist sisteme yönelik yaptığımız analizleri güncellememizi gerektirmiştir. Sosyo ekonomik yapıdaki değişiklikler programımıza yönelik değişikliklerin bir diğer temel noktasıdır. Federasyonumuz geçmişte ülkedeki ekonomik sömürünün esas yanının yarı feodal ekonomik yapı, yani kapalı köy ekonomisi ve ağa sömürüsüne dayalı olduğunu savunmaktaydı. Somut koşulların

somut tahlili temelinde yapmış olduğu araştırmalar sonucunda yarı feodal üretim ilişkilerinin emperyalizmin ve iç çelişkilerin etkisiyle uzun süreli sancılı bir evrimsel süreçle kapitalist üretim ve sömürü biçimine dönüştüğünü, yarı feodal üretim biçiminin ise tali pozisyona gerilediğini tespit etmiştir. Bu durum programımızda başlıca çelişkilerden mücadele yöntemlerine, sınıf ittifaklarından mücadele araçlarına kadar birçok şeyin değişimine neden olmuştur. Gerek emperyalizmin tahlili ve gerekse de sosyoekonomik yapıdaki tahliller geçmiş süreçte proletarya önderliğinde savunduğumuz demokratik program ve iktidarın yerine sosyalist program ve iktidar anlayışını esas hale getirmiştir. İktidar anlayışı ve sınıf ittifaklarındaki değişiklik, programdaki değişikliklerin bir diğer temelini oluşturmuştur. Federasyonumuzun program değişikliğine neden olan en önemli ideolojik temel ise sosyalizmin tarihsel birikimine yönelik yapılan tartışma ve analizlerdir. Federasyonumuz Marksist fikriyat temelinde geliştirilen ve pratikte uygulanan bilimsel sosyalizmin tarihsel tecrübelerini savunurken geriye dönüşler ve tarihte yaşanan eksikliklerin yeni süreçte ortaya çıkan çelişkilere bağlı olarak ele alınmasını savunarak bir dizi yeni sonuçlara

ulaşmıştır. İşçi ve emekçilerin tüm eşitsizliklerin yaratıcısı olan kapitalist sistemi reddederek sosyalizme ilerlemesi geçmişte var olan eksikliklerin aşılması ile mümkündür. Bilindiği gibi sosyalizm, kapitalist özel mülkiyet, azınlık yönetim ve kâr amaçlı üretimin tam zıttı olan toplumsal mülkiyet, toplumsal yönetim ve kâra dayalı olmayan ekolojik üretimin savunulduğu bilimsel bir toplumsal formasyondur. Yine sosyalizm kapitalizmin tersine cinsiyet, ulus, inanç ve etnisitelerde tam hak eşitliğini savunmaktadır. Geçmişte uygulanan sosyalizm tecrübeleri de yukarıda savunulan sosyalizm ilkeleri esaslı pratiğe uygulanmasına karşın yönetim biçimi başta olmak üzere bazı temel kriterlerde tarihsel sınırlılıklar ve zorunluluklardan kaynaklı savunulan fikirlerin tamamı pratiğe uygulanmamıştır. Bu durum sosyalizmde geriye dönüşlere neden olmuş ve sosyalizm savunusunun tüm bilimsel ve alternatif temeline rağmen kapitalizm karşısında bugünkü düzeye gerilemesini açığa çıkarmıştır. Geçmiş sosyalist pratiklerde sosyalist partilerin rolleri işçi ve emekçilerin rollerinin önüne çıkarılmış; işçi ve emekçiler üretim, yönetim ve denetimden tümden olmasa da esasta dışlanmıştır. Bu durum bürokratizmi geliştirmiş, işçi ve


16-31 Ekim 2017

Halkın Günlüğü

emekçileri sosyalist iktidarı sahiplenmekten uzaklaştırmış ve yeni burjuvaların iktidarları kolayca ele geçirmesine zemin hazırlamıştır. Federasyonumuz bilimsel sosyalizmin geçmiş tarihsel tüm tecrübelerini savunarak kendi mirası olarak kabul etmekte, tüm eksikliklerine rağmen sosyalizmi kapitalizmin alternatifi ve insanlığın tek kurtuluş projesi olarak görmektedir. Bu anlayışla sosyalizmde yaşanan eksikliklerin iki çizgi mücadelesi temelinde aşılarak ortaya çıkmış olan yeni çelişkilere yönelik çözümler üretip ilerlemeyi önüne görev olarak koyan Federasyonumuz, işçi ve emekçilerin şimdiden kendi kaderlerini ellerine alabilecekleri örgütlenme modelleri ile sosyalizme yürümelerini sağlama temelinde programdaki sosyalizm savunusunu güncellemiştir. SMF'nin örgütlenme modeli neyin ürünüdür? Meclis tarzı örgütlenmenin önemi ve ihtiyacı neden kaynaklanmaktadır? SMF: Bu soru tüzüğümüzün içeriğini kapsamaktadır. Örgütlenme modelimizi ve kriterlerimizi içeren tüzüğümüz savunduğumuz fikirlere bağlı olarak şekillenen örgütsel işleyişimizi ifade etmektedir. Federasyonumuzun meclis örgütlenmesine geçiş yapması bugün savunulan bir fikir değildir. Bu örgütlenme modeli sosyalizmin temelinde mevcuttur. Başından itibaren sosyalizmi savunan Federasyonumuz koşul yarattığı her alanda meclis tipi örgütlenmeleri savunmuş ve pratiğe uygulamıştır. On beş yıla yakın yerel yönetimler pratiği bunun en açık göstergesidir. Elde edilen

yerel yönetimlerin bir bütününde tüm zayıflıklarına karşın halk meclisleri örgütlenmeye çalışılmış ve tüm pratik yönelimler bu meclisler üzerinden yürütülmüştür. Federasyonumuzun gerek sosyalizmin tarihsel seçmelerinde ve gerekse de geçmiş pratiklerinde var olan meclis örgütlenmesini bugün uygulama biçimi ise yeni fikirlerine bağlı olarak yeniden düzenlenmiştir. Artık sadece yerel yönetimler ve benzeri alanlarda değil tüm Federasyon bileşenlerinde ve örgütlenmelerinde savunulan bir model haline dönüşmüştür. Meclis model ile, her düzeyde çalışmalara emek katan insanların en geniş örgütlenmelere dâhil edilmeleri sağlanmış olup bu geniş inisiyatifleri ile işçi ve emekçilerin bütün topluma önderlik ederek kendilerini, kentlerini, ülkelerini ve dünyayı yönetmelerini adım adım inşa etme hedeflenmektedir. Kendi kaderlerini ellerine alarak geleceğe yürümeyen işçi ve emekçilerin sosyalizme ulaşamayacaklarını savunan Federasyonumuz bu örgütlenme modelini tüm yaşam alanlarına yayma hedefindedir. Geçmiş örgütlenme modellerine göre çok daha zor olan bu örgütlenme modeli uzun yıllara dayalı bir ısrar sonucunda toplumun örgütlenme kültüründe yeni bir sürece girmesini sağlayacaktır. Dar örgütlenme modellerine göre daha zor olan fakat sosyalizme uygun olan bu örgütlenme modeli başarıldığında, toplum burjuva azınlığın yönetimini daha bilinçli reddedecek ve kendi iktidarı olan sosyalizme ilerleyecektir. Federasyonumuzun isim değişikliği ve tüm diğer değişiklikler yukarıda savunduğumuz bu ideolojik

analiz haber 05 ve örgütsel anlayışa bağlı olarak şekillenmiştir. Kurultay iradesinin savunduğu toplumsal proje olan sosyalizm, örgütlenme modeli olan meclisler ve hukuksal statüsü olan federasyonu içerecek biçimde Sosyalist Meclisler Federasyonu olarak isimlendirilmiştir. Federasyonumuz toplumlar da dâhil her şeyin hareket halinde olduğu ve sürekli değiştiği anlayışından hareket eder. Yaşanan her değişikliğin yeni sorunlar ve çözümleri gerekli kıldığını savunarak, somut koşulların somut tahlili temelinde dünyada ve coğrafyamızda yaşanan değişikliklere bağlı olarak program, tüzük ve isminde değişikliğe gitmiştir. Önümüzdeki sürece dair siyasal yöneliminiz ve somut planlamalarınız nelerdir? SMF: Önemli siyasal gelişmelerin bulunduğu bir dönemdeyiz. Mevcut iktidar OHAL yasalarıyla ülkeyi adeta baskı ve sömürü hapishanesine çevirmiş durumdadır. Siyasal sürece bağlı olarak belirlediğimiz ve eş zamanlı sürdüreceğimiz çalışmalardan beş temel başlıkta ifade edebiliriz Bunlardan birincisi; halklarımızın başına bela olan OHAL ve faşist uygulamalardan kurtulmaktır. Bunun için tüm demokrasi güçleriyle OHAL ve faşizme karşı ortak mücadele duvarını örmek önümüzdeki sürecin ana görevlerinden biridir. İkincisi; programınızda savunduğumuz yeni siyasal fikirleri siyasal kampanyalar ve kitle çalışmalarıyla başta kendi aktivitelerimiz ve kitlemiz olmak üzere tüm kamuoyuna anlatmaktır. Üçüncüsü;

UFUK ÇİZGİSİ

tüzüğümüzde kabul ettiğimiz meclis tipi örgütlenme modelimize bağlı olarak tüm federasyon bileşenlerinin teknik, komisyon ve meclis tipi tüm örgütlenmelerini tamamlamak ve yaygın kitle çalışması yürütmektir. Dördüncüsü; kurultayımızda belirlenen ekoloji ve hayvan hakları mücadelesi, disiplin anlayışımız, birlik ve eylem birliği siyasetimiz, emek alanına yönelik perspektifimiz gibi önemli konuları geniş kitlemiz ve kamuoyuyla birlikte tartışarak kavrayışı merkezileştirmek ve geliştirmektir. Beşincisi; önümüzdeki süreçlerde yaşanacak siyasal gelişmelere bağlı olarak tavır belirleyerek işçi ve emekçilerin çıkarlarına uygun çalışmalar yürütmektedir.

≫ Bakış Can

SAVAŞMADAN SAVAŞ KAZANILAMAZ

S

iyasi iktidar mücadelesi ve bu mücadelenin gerici sınıf toplumsal sistemi şartlarında edindiği stratejik biçim tartışma konusu olduğunda, siyasi iktidar sorununun devrimci zora dayalı çözüleceği ve bu çözümün silahlı mücadele ve ordu örgütlenmesi biçimi alacağını söylemek, sadece zorunlu devrimci bir ilkeyi ifade etmek olur. Sınıf devrimi uğruna yürütülen bir mücadelenin silahlı savaş olarak ele alınması ve silahlı savaştan başka temel bir strateji benimsemesi mütalaa edilemez kadar kesin bir gerçektir. Tepeden tırnağa silahlı olup varlık nedeni hakim sınıfların yönettiği sınıfları baskı altında tutmak için kullandığı bir baskı aracı olma niteliğine dayan ve bu itibarla örgütlenip devreye sokulan burjuva devlet makinesinin parçalanması, bu canavar makineyi elinde tutan gerici sınıfları mağlup etmek için ayağa doğrulan devrimci sınıfların, bu savaşta kullandığı siyasi partinin bir savaş partisi olması ve bu parti önderliğinde verilen mücadelenin tartışmasız biçimde silahlı zor temelinde ordu örgütlenmesi perspektifiyle biçimlenmesi kaçınılmazdır. Bu zor ilkesi ve örgütlenmesi, devrimci yolla reformcu yol arasında temel bir ayrım konusudur. Gerici sınıflar devletinin yıkılması uğruna yürütülen mücadelede temel halka veya merkezi ödev silahlı mücadele ve ordu örgütlenmesi biçiminin esas ve stratejik temelde ele alınmasıdır. Bu halkayı bulandıran her yaklaşım devrimci bakımdan sakatlanmış, başından beri devrimci özden uzaklaşmış demektir. Silahlı mücadele ve savaş konusunda tereddüt taşıyan bir devrimci görüş, aslen ölü doğmuş burjuva bir görüştür. Zor ve şiddetin devrimdeki tarihsel zorunluluğunu reddeden ve mücadelenin bu esas temelinde biçimleneceğini yadsıyan anlayış devrimcileşmeye muhtaçtır. Siyasi iktidar mücadelesi süreci kuşkusuz ki, belli biçimler altında toplansa da merkezi bir biçime oturmak ve bu halkaya dayanmak durumundadır. Savaşmadan savaş kazanmak mümkün değildir. Silahlı düşmanı silahı yadsıyan mücadele biçimiyle yenmek ya da yenme iddiasında bulunmak boş bir hayal ve açık bir safsatadır. Ancak bu temel gerçek devrimci mücadelenin diğer biçimlerini yadsımadığı gibi, uygun olan diğer birçok biçime ihtiyaç duyarak bunları ahenkle bünyesinde toplar. Devrimci mücadele stratejik biçimleri gevşetip savsaklamadan korurken, bu uzun iktidar mücadelesi boyunca bir dizi taktikten destek alır, bu uygun biçimdeki desteklerle ilerler.

Bu ilerleme seyrinde stratejik yönelim ve biçimlerinin yanı sıra, taktik biçimlerle de devrimci örgüt, mücadele ve güçlerin motivasyonunu sağlar, pekiştirir. Bazen taktik hamle ve siyasetler bu motivasyonun tutulması veya sağlanmasında önemli roller üstlenirler. Özellikle stratejik biçim ve yönelimin zayıflıklar taşıdığı ya da belli geçici şartlar altında günlük etki ve motivasyon yaratma açısından yetersiz kaldığı durumlarda, gerekli olan örgüt veya mücadelede motivasyonun taktik biçimlerle sağlandığı ve elde tutulması gerektiği görülmüştür. Söz konusu bu taktik politika, hamle ve siyasetlerin örgütün-mücadelenin motivasyonunu sağlamada üstlendiği görev, asla stratejik siyaset ve biçimlerin rolünü ortadan kaldırmaz ya da onun esaslığıyla çelişmez. Bilakis taktik stratejiyi desteklemiş, önünü açmış ve sadece taktik siyaset işlevi gerektiği gibi ihtiyacı karşılamak üzere devreye girmiş olur. Örneğin, devrimci mücadelemizde stratejik rol ve öneme sahip olan silahlı mücadele ve savaşın geliştirilerek mücadelenin genel motivasyonunu yükseltip elde tutma konusunda belli yetersizlikler taşıdığı söylenebilir. Gerilla savaşının her halükârda bir motivasyon vesilesi olduğu inkâr edilemezse de bu sahadaki gelişmelerin beklentileri karşılamaması nedeniyle belli bir süreden sonra aynı etkiyi göstermesi düşünülemez. Nitekim gerçeği uzaktan okuyan yoldaşların gerilla savaşına dönük yüksek beklentileri karşılık bulmayınca motivasyon kırılmasıyla gerilemelerin gündeme geldiği söylenebilir bir gerçektir. O halde, stratejik araç ve biçimlerde bu motivasyonu elde tutacak bir ivme yakalanamadığı durumlarda, stratejik biçim ve esasları unutup gölgelemeden ve bu temellere aykırı olmamak koşuluyla taktik değerdeki mücadele biçimleri ve buranın kazanımlarıyla motivasyonu yüksek tutmayı ihmal etmemeliyiz. Bu motivasyon gerilla savaşı noktasında çok daha hassas bir terazi durumunda iken, kitlelerin somut olarak gördüğü vitrin durumundaki taktik biçimlerde somut kazanım ve gelişmeler ortaya konulması şart ve ihtiyaçtır. Tekrar edelim ki, stratejik biçim ve esaslardan kopmayıp bunları unutmadan ve bunlara hizmet anlamına gelen biçimde örgüt ve mücadelenin motivasyonunu yüksek tutmak için taktik değerde olan fakat vitrin yaratarak kitlelerin gözlemine açık olan, dolayısıyla motivasyonla birlikte güven de yaratan biçimlere önem vererek kazanım ve mevziler elde etmek için çalışmalıyız.


06 güncel analiz

16-31 Ekim 2017

Halkın Günlüğü

Tiranların Saldırıları Beyhude!

Zincirleri Kırarak Özgürleşenlerin Toplumsal muhalefeti susturmanın birincil basamaklarından birisi her zaman hapishaneler olmuştur. Toplumsal kurtuluş mücadelesinin en diri ve dinamik alanlarından biri olan hapishaneler her zaman egemenlerin saldırılarının ilk hedeflerinden biri olmuştur. Bu tarihsel gerçeklikler ışığında hapishaneler her daim egemenlerin stratejik saldırı ve katliam politikalarına uğramıştır. Bu stratejik saldırılar sonucu şimdiye kadar yüzlerce devrimci, yurtsever ve komünist tutsak hunharca katledilmiştir

İRADESİ Teslim Alınamaz H

âkim sınıfların toplumsal muhalefete yönelik başlatmış olduğu topyekün saldırı konsepti pervasızlaşarak devam ediyor. AKP/Erdoğan iktidarı kanlı devlet geleneğinden almış olduğu desturla yol kat ederken siciline her gün yeni bir zulmü, vahşeti kaydediyor. Burjuva faşist diktatörlüğünü topluma kabullendirme, saldırılarla dinamik olan güçleri minimize etme doğrultusunda ele almış olduğu bu süreç rüştünü ispatlayarak egemenliğini ayaklar üzerine oturtma düzleminde seyretmekte. Toplumsal mücadelenin en dinamik mekanlarından biri olan hapishanelerde saldırıların yoğunlaşması baskıların artması aktüel bazda seyreden

siyasal gelişmelerin bir yansıması olarak karşımıza çıkmakta. Gözaltı ve tutuklamaların geniş bir kesmi etkilemesi tecridin ve baskının sistematik hale gelmesi ne yazık ki muktedirler cephesinden tek başına yeterli değildir. Temel yönelim en diri dinamiklerden başlayarak tüm toplumsal muhalefeti itiraz edemeyecek noktaya getirmektir. Hayata geçirilen bütün yöntemler tek tip elbisede dahil dinamik olan güçlerin tasfiyesine yöneliktir. Hapishanelerde vuku bulan hoyratça saldırılarda stratejik bir muhteva içermektedir. An ile sınırlanmayacak uzun vadeli planın şimdiden hayata geçirilme çabasıdır güdülen politika. Faşist kuşatmanın derinleşmesi meydanlarda

sulta sahiplerinin naraları tesadüf olmadığı gibi tüm muhalif güçlere yönelik saldırıların uzun soluklu olacağına delalettir. Toplumsal muhalefeti susturmanın birincil basamaklarından birisi her zaman hapishaneler olmuştur. Toplumsal kurtuluş mücadelesinin en diri ve dinamik alanlarından biri olan hapishaneler her zaman egemenlerin saldırılarının ilk hedeflerinden biri olmuştur. Bu tarihsel gerçeklikler ışığında hapishaneler her daim egemenlerin stratejik saldırı ve katliam politikalarına uğramıştır. Bu stratejik saldırılar sonucu şimdiye kadar yüzlerce devrimci, yurtsever ve komünist tutsak hunharca katledilmiştir. Egemenlerin vahşi saldırı ve katliam geleneği ne kadar gerçek


16-31 Ekim 2017

Halkın Günlüğü

ise, gerçek olan bir başka şeyde hapishanelerin aynı zamanda sınıf mücadelesinin bir direniş mevzisi olma durumudur. Ki bu minvalde hapishaneler burjuvaziyi yargılamanın, devrim ve komünizm bayrağını dalgalandırmanın en önemli alanlarından biri olmuştur her zaman. Egemenleri bu kadar pervasız kılan tarihsel gerçekliğin kendisi işte bu direniş ve teslim olmama geleneğidir.

TTE saldırısı adım adım uygulanmaya koyuluyor! Hapishanelerde stratejik saldırının en önemli basamaklarından biri de kuşkusuz ki Tek Tip Elbise saldırısıdır. Geçmişten beri belli tarihsel süreçlerde toplumsal muhalefetin durumuna göre gündemleştirilerek tutsaklara dayatılan TTE saldırısı devrimci/komünist tutsakların kararlı devrimci direniş geleneği ile kabul edilmeyerek parçalanmıştır. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası OHAL ve KHK hukuksuzluğu zemininde bir bütün tüm toplumu susturmayı ve bastırmayı hedefleyen Erdoğan/AKP iktidarının yine birincil hedefi hapishaneler olmuştur. OHAL ve KHK hukuksuzluğuna dayanarak burjuva gerici iktidarını zorla ayakta tutmaya çalışan Erdoğan/AKP iktidarının bu stratejik saldırılarından biride Tek Tip Elbise saldırısıdır. Toplumsal muhalefeti ve geçmiş tarihsel süreçleri dikkate alana siyasal iktidar, manıpulasyon ve bin bir türlü kirli araç ve siyasetle TTE saldırısını sürece yayarak adım adım devreye koymaya çalışmaktadır. Ki somutta birçok hapishanede buna dönük uygulamalar ve saldırılar şimdiden devreye koyulmuş durumdadır. Fakat bizler biliyoruz ki geçmişte olduğu gibi bugünde TTE saldırısının devrimci/komünist irade karşısında hiçbir hükmü yoktur ve olmayacaktır. Geçmişte olduğu gibi bugünde TTE saldırısı devrimci/komünist tutsakların birleşik devrimci iradesi ve direniş geleneği ile bir kez daha parçalanacaktır. Ki TTE saldırısına karşı devrimci ve komünist tutsakların kamuoyuna yaptıkları açıklamalar tamda bunu açıkça ifade etmektedir. Keza yine başta tutsak örgütlenmeleri, Hukuk kurumları ve DKÖ’ler olmak üzere bir bütün toplumsal muhalefetin bu noktadaki irade beyanı ve karşı koyuşu önemli bir noktada durmaktadır. Görev bu irade ve dayanışma bilinci ve duyarlılığını daha da ileriye taşımaktır.

Devrimci ve ilerici basın tutsaklara verilmeyerek tecrit derinleştiriliyor! Hapishanelerde öncesi olmakla birlikte özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrası sistematik hale dönüşerek daha da katmerleşen tecrit, hak gaspları ve keyfi uygulamalar artarak devam etmektedir. Tutsakların en insani demokratik hak ve kazanımlarına dahi tahammül etmeyen Erdoğan/AKP iktidarı, tecrit ve hak gasplarını daha da derinleştirerek tutsaklarla dışarının bağını kesmeye çalışmaktadır. Bu saldırı politikalarının en

önemlilerinden biri devrimci ve ilerici basının engellenerek tutsaklara verilmemesidir. Gazetemizde dahil olmak üzere hemen hemen bütün devrimci ve ilerici basın bazı hapishaneler başta olmak üzere bütün hapishanelerde keyfi gerekçelerle tutsaklara verilmemektedir. Tutsakların dışarıyla ve toplumsal mücadeleyle olan bağının en güçlü araçlarından biri olan devrimci ve ilerici basının engellenmesi TTE ve tecrit saldırısının daha da derinleştirilmesinin adımlarıdır.

Bir işkence merkezi Elazığ T Tipi Hapishanesi! Son dönemlerde sistematik işkence, saldırı ve hak gasplarıyla sürekli gündeme gelen yerlerin başında Elazığ T Tipi Hapishanesi bulunmaktadır. Son iki yıldır başta Dersim olmak üzere Kuzey Kürdistan’da yapılan baskın ve tutuklama saldırılarında tutuklananların koyulduğu Elazığ hapishaneleri ve başta da Elazığ T Tipi hapishanesi işkence, tecrit ve hak gasplarının pervasızca uygulandığı yerlerden biridir. En insani talepleri dahi gasp ederek tutsaklar üzerindeki baskıyı arttıran hapishane idareleri tutsaklarla dışarının iletişim bağını koparmak için mektup ve görüş yasakları gibi klasik saldırıları devreye koymaktadır. Bununla birlikte tutsakların aileleri ve görüşçüleri üzerinde de sistematik bir baskı politikası uygulanmaktadır. Yaşanan saldırı ve hak gasplarına ilişkin Elazığ T tipi hapishanesinde tutsak bulunanların aileleri tarafından yakın bir süre önce gazetemize yollanan açıklamayı öneminden dolayı olduğu gibi kamuoyu ile paylaşıyoruz; ‘’Hak ihlallerinde gündemden düşmeyen Elazığ T tipi hapishanesi yine ağır hak ihlalleri, işkence ve baskıyla gündeme geldi. Birçok hapishanede tutsaklara yönelik sistematik saldırılar ve teslim alma politikaları devam ederken tutsaklarda direnmeye devam ediyor. En

güncel analiz 07 son olarak Elazığ T tipinde görüşe giden aileler tehdit edilmiş ve görüş alanından darp edilerek dışarıya çıkarılmıştır. Kimlik dayatmasına karşı çıkan tutsaklar ise uygulamayı protesto ederek kimlik dayatmasını kabul etmemiştir. 22 Ağustosta Dersim de yapılan ev baskınlarında gözaltına alınan ve daha sonra çıkarıldıkları mahkemede tutuklanan Dersim Konak, Gizem Yamaç, Çiğdem Kılınç'ın aileleri, Elazığ T Tipi Kapalı Hapishanesi'nde hapishane yönetiminin kimlik dayatması ve yaşanan hak ihlallerine ilişkin bilgilendirme yaptı. 16 Ekim pazartesi (dün) görüşe giden aileler, görüş kabinlerine alındıktan kısa bir süre sonra yakınlarıyla görüştürülmeden apar topar, itile kalkıla zorla dışarı çıkarıldıklarını aktaran aileler neden görüşemediklerini sordukların da hakarete uğradıklarını ifade ettiler. Görüş kabinin de beklerken, içerden slogan, bağırış, çağırış ve çığlık seslerinin geldiğini ifade eden aileler, yakınlarının sağlık ve can güvenliklerinden endişe ettiklerini ifade ettiler. Hapishane müdürüyle görüşme talep eden ailelere gardiyanlar fiziki ve sözlü saldırılarıyla karşılaşarak darp edildiklerini aktardılar.

‘’Revire ancak ölecek gibi olurlarsa çıkartılacaklar’’ Tutuklu bulunan çocukları hakkın da bilgi almak isteyen aileler, hapishanede

görevli bulunan askerler tarafından zorla dışarı çıkarılmaya çalışıldı. T tipi başgardiyanı, ailelere hitaben " sizin yakınlarınız terörist ve kimlik uygulamasını kabul etmedikleri sürece, aile ve avukat görüşüne, hastaneye ve revire çıkarmayacağız, ancak komalık olup ölecek gibi olurlarsa revire çıkarırız." diye bağırdı. Ayrıca " bu uygulamanın genel bir uygulama olduğunu ifade eden başgardiyan." Ailelerin, "diğer hapishaneler de böyle bir uygulama olmadığını tanıdık ailelerin görüşe gidip geldiğini bunun bu hapishaneye özel keyfî bir uygulama olduğunu ifade edip itiraz etmeleri üzerine, başgardiyan " burada yetkili de benim kanun da benim istediğimi yaparım’’ diyerek, aileleri gardiyan ve askerlerin saldırısına uğradıklarını beyan ettiler. Aileler kendilerine yapılan saldırıyla ilgili ve de yakınlarına uygulanan keyfi uygulamayla ilgili savcılığa suç duyurusun da bulunacaklarını ifade etti. Tutuklu bulunan yakınlarının can güvenliklerinden endişe ettiklerini aktaran tutsak aileleri yakınlarımızın başına gelen ve gelecek olan her şeyden hükümet sorumlu olacaktır dediler. Elazığ’da yapılanların daha katmerli olduğunu aktaran aileler, son iki aydır kadın tutuklular görüşe çıkamıyor. Hapishane yönetimi ile yaptığımız görüşmelerde hiçbir sonuç alamadık. Bugün de tutuklu yakınları olarak görüşe gittik. Hapishane içinden bağırışlar çağırışlar geliyordu. Yakınlarımızın sağlığından endişe ediyoruz. Görüşe alınmıyoruz” diyerek kaygılarını dile getirdiler’’


08 analiz

Gerici

16-31 Ekim 2017

Halkın Günlüğü

! R I Y A H işgale

Emperyalist Senaryolar ve İdlib İşgaline Giden Yolda Yaşanacak Hüsran İdlib işgali Kürt sorunu ekseninde “TC” ile İran’ı Rusya’nın yedeği haline getirerek Rusya’nın bölgedeki ABD’ye karşı biçimlenen stratejik politikasına ortak etmiştir. İdlib işgali esasta Rusya’nın SuriyeEsad iktidarını, dolayısıyla da dolaylı egemenliğini tesis ederek sağlama alma ve ABD’yi yalnızlaştırarak devre dışı etmeye dönük stratejik bir Rusya hamlesidir. “TC”nin buna gönüllü olarak ortak olması, sınırlarındaki Kürt Kantonlarına dönük gerici emellerinde anlam bulmaktadır

G

üney Kürdistan Barzani yönetimi, bura parçası Kürtlerinin ulusal iradeleri yok sayılıp kaderlerini belirleme hakları gasp edilerek, Kürdistan topraklarının emperyalist paylaşım savaşlarının yüz kızartıcı anlaşmaları neticesinde paylaşılarak zorla dahil edilip tabi tutuldukları Irak devletinden ayrılma hakkı ya da “bağımsız” devletlerini ilan etme hakkını elde etmeleri temelinde önemli bir adım atarak, Kürtlerin bu haklarına dönük irade ve tercihini ortaya çıkaran bir referandum gerçekleştirdi. Referanduma giden Kürtler, referandum sonuçlarıyla Irak devletinden ayrılarak “bağımsızlıklarını” ilan etme, “bağımsız” devletlerine sahip olma iradesini güçlü biçimde ortaya koydular. Parçadaki “bağımsız” Kürt devleti, Kürdistan’ın bu parçasındaki Kürt ulusunun iradesiyle şafak açmış, formel olarak ilan edilmesine engel kalmayıp bu devlete ramak kalmışken, gerici savaş ve saldırganlık çanları da çalmakta gecikmedi.

Ne ki, tayin edici ve esas olan gerici barbarların savaş tamtamları değil, bağlayıcı ve belirleyici olan halkların iradesi, somutta esas olan ulusun iradesidir. Bölgedeki gerici faşist devletler bu devletin ilanına engel oluştursa da bu gerici engel dışında gerçek bir engel kalmamış, Kürt devletinin ilanı en meşru ve demokratik şartları yakalamış durumdadır. Bölge siyasi olarak tekin ve olağan bir coğrafya değil, emperyalist dalaş ve çatışmanın merkezi, gerici savaşların kadim toprağı durumundadır. Her türlü gerici hesap ve oyunun sahnelendiği, talan ve çapul gözlerinin dikildiği, petrol-doğal gaz zenginlikleriyle neredeyse her emperyalist gücün nüfuz ederek hak iddia ettiği büyük bir pazar, siyasi bakımdan kaotik bir bölge ve en önemlisi de ulusların iradelerinin hoyratça çiğnendiği gerici tepişmenin yerel gericilikler eliyle de yürütüldüğü karmaşık bir dehliz durumundadır. Bu gerçekliktir ki, bölgede emperyalist çatışma ve savaşların eksik olmamasını beslemiş, gerici iktidar ve

diktatörlük-diktatörlere hapsedilmiş, ulus ve halkların yaşamı bilumum gerici çıkarlara hasredilmiş, IŞİD gibi barbar katliam çetelerinin acımasız katliamlar gerçekleştirmesine tanık olmuştur.

İdlib işgalinin esas gerekçesi Kürdistan gerçekliğidir Bölgenin, aktüel olduğu kadar belli sorun ve çatışmalarda kilit roldeki dinamiklerinden biri Kürt-Kürdistan problemi veya realitesidir. Öyle ki, Güney Kürdistan’da “bağımsızlık” referandumu gerçekleştirilmesine rağmen, Rusya-“TC”İran devletlerinin ittifakıyla gerçekleştirilen işgal hareketi İdlib’e yapılır, burada vuku bulur. Çünkü işgal hareketinin temel gerekçesi esasta Kürt-Kürdistan gerçekliği etrafında, Kürt meselesinde karşılık bulmaktadır. İdlib işgal hareketi, bir yönüyle ABD emperyalizmi ile Rusya emperyalizmi arasında bölgede yaşanan nüfuz dalaşının


16-31 Ekim 2017

Halkın Günlüğü

ürünüdür. Rusya emperyalizmi, Suriye’de esasta inisiyatifi ele geçirse de ve ABD emperyalizmi bu durumu belli biçimde kabullenmek zorunda kalsa da tamamen elini çekmiş, hesabı ve oyunları olmayan bir durumda değildir. Kaosu besleyerek bundan nemalanmaya, hesaplar gütmeye devam etmektedir. Bu anlamda İdlib’de üstlenmiş olup buranın yönetim veya denetimini elinde tutan El-Kaide, El-Nusra ve devamı olan bir dizi silahlı cihatçı örgütleri bölgede kaosun sürmesi için ve esasta da silahlandırıp desteklediği bu örgütler eliyle yarattığı kaotik ortam üzerinden Rusya’yı sorunlarla karşı karşıya bırakarak ileriye dönük hesaplar gütmektedir ABD. İşte bu zeminde, Rusya burada yuvalanan tehdidi bertaraf etmek ve bölgede inisiyatifini güçlendirerek sağlamlaştırmak ve elbette ABD’nin hesaplarını boşa çıkarmak için İdlib’e operasyon yapmayı, işgal hareketinde bulunmayı planlayarak, “TC” ve İran’ı da Astana Görüşmeleri’nde yedekleyerek üçlü ittifak biçiminde gerçekleştirmiştir. İdlib, Rusya için hem bu silahlı örgütlerin yuvalanması, dolayısıyla bölge kaosu ve Esad iktidarı bakımından olduğu gibi kendisi için bir tehdit oluşturduğundan, hem de petrol-doğalgaz taşıma yolunu kontrol etme bakımlarından önem taşımaktadır. Tabi ki, ABD ile dalaşında da bütün bu zeminde özel bir önem kazanmaktadır. Aynı zamanda Rusya, ABD ve hatta “TC”nin Esad iktidarına karşı mücadelesini ve bu mücadelede kullanılan güçleri bertaraf ederek Esad iktidarını güçlendirip egemenlik sahasını büyütüp iktidarı sağlama almaktır. Ki, “TC” devleti, dahil olduğu İdlib işgali hareketiyle daha önce katil deyip muhalifleri destekleyerek yıkmaya çalıştığı Esad iktidarına hizmet ederek onu güçlendirmekte, Esad lehine bir operasyon geliştirmektedir. (Burada hemen söyleyelim ki, hangi gerekçeyle olursa olsun ve hangi güç-devlet olursa olsun, Suriye topraklarında, İdlib’de bulunmaları, buralarda askeri hareketler yapması işgaldir, başka ülkelerin egemenlik haklarının ihlali ve bu ülkenin iç işlerine burnunu sokmasıdır. Rusya da, ABD de, İran ve “TC” de bu durumdadır, bunu yapmaktadır. Dolayısıyla, derhal işgal hareketlerine son vermeleri, Suriye, Irak, Kürdistan ve bulundukları diğer ülke topraklarından çıkmalıdırlar.) Rusya’nın “TC” ve İran’ı bu işgal hareketinde ittifak edinmesi ise, bunları askeri güç olarak kullanmasının ötesinde, bu devletlerin yumuşak karnı olan Kürt sorunundaki “duyarlılıkları”-tavırları itibarıyla rahat yedeklenip kullanılmaya müsait olmalarından ve ABD karşıtı pozisyonu itibarıyla İran’ın devreye sokulmasını uygun bulmakla, “TC” devletini ise yumuşak karnından yakalayarak ABD emperyalizmiyle karşı karşıya getirme veya ondan koparma planının gereği olarak gerçekleşmektedir. Nitekim “TC”nin Rusya emperyalizmi ile bu ilişki ve yakınlaşmasını gören ABD emperyalizmi “vize” krizi olarak gündeme

düşen gelişmeyle tepkisini sert biçimde yansıttı. ABD ile Rusya arasında belli bir denge oluşup Rusya Suriye’de inisiyatifini kabul ettirse de, ABD açısından her şey bitmiş değildir, en azından Irak ve Suriye devlet sınırlarına zorla dahil edilmiş olan Kürdistan parçalarına dönük hesapları açısından inisiyatifi ve nüfuzunu koruyarak geliştirmekte tereddütsüzdür.

“TC”nin asıl amacı Afrin’i, Kürt Kantonlarını kuşatarak engellemek ve boğmaktır “TC”nin gayretle bu işgale girişmesi veya ortağı olması ise, ileriye dönük bazı hayallerin yanı sıra, özellikle Batı Kürdistan Kürt Kantonlarının İdlib üzerinden birleşmesini engellemek, dolayısıyla bekasına tehdit gördüğü Kürt yönetimiyle komşu olmayı, yani buradaki Kürt yönetiminin zayıflatılarak, gerektiğinde bertaraf edilerek Kuzey Kürdistan’ın (“TC” devlet sınırlarındaki Kürdistan ve Kürtlerin) bu durumdan etkilenmesi temelinde muhtemel gelişmeleri engellemek, aynı amaçla Afrin kantonunu işgal ederek boşaltarak Esad-Suriye iktidarına devrederek kendisince bu tehdidi ötelemektir. “TC” devleti açısından temel amacın Afrin’i Kürt kantonlarını kuşatmak ve birleşmelerini önleyerek zayıflatıp boğmak olduğu açıktır. Bu anlamda El-Nusra gibi cihatçı silahlı örgütlerin İdlib’den temizlenmesi yalan ve safsatadan ibarettir. Zira, amaçlarının Afrin olduğunu, Kürt kantonların birleşmesinin engellenip önlenmesi olduğunu alenen açıklamış durumdadırlar. İdlib’deki silahlı örgütlerle görüşerek anlaştıkları ve İdlib’in derinliklerine girmeyeceklerinin sözünü de verdikleri ifade edilmektedir. Amacın Kürt

analiz 09 kantonlarının birleşmesini engellemek olduğu, Afrin’e göz dikildiği çıplak gerçektir. Ne ki, gerici hayallerle döşenen İdlib işgal yolu Kürtlerle yüz yüze geldiğinde bozguna uğrayarak, hüsran ve çaresizlikle geri dönüş yolunun ağırlaşacağı kesindir. Gerek ABD emperyalizminin karşı strateji, komplo ve geliştireceği politikalar anlamında, gerekse de “TC” tarafından hedef alınan Kürtlerin bölgedeki varlığı ve mücadelesi, İdlib işgali ve buna bağlı planları bakımından “TC” devletinin başına çuval olmasa da çorap örecek bir handikap olacaktır. Şimdiden ilgili devletlerden destek alan veya doğrudan örgütlenen mezhep eksenli gerici örgütler vasıtasıyla çatışmaların yaşanması sinyal vermektedir. Gardını alan taraflar gelişen işgal hareketine kayıtsız ve sessiz kalmayacak, çatışma ve savaş batağı kaçınılmaz olacaktır. Güney Kürdistan referandumu kapsamındaki Kerkük-Musul meselesi, Kürt yönetimi-ulusu ile Irak devleti arasında (şayet Barzani yönetimi ulusal iradeye rağmen tornistan yapmaz veya uzlaşmalar sağlanmaz ise) bir çatışma ve savaş gerçekliği yaratacaktır. Bu savaşın patlak vermesi bölgenin savaşa teslim olarak büyük bir kaosa sürükleneceği aşikardır. Bu da İdlib işgali ve bu merkezli hesapları boşa çıkararak içine alan bir genel bölge savaşı biçiminde cereyan ederek “TC”yi içine çeken bir kara delik olacaktır. Ki bu savaş olasılığı ABD ile Rusya arasında olmakla birlikte diğer ilgili ülkelerinde dahil olduğu büyük bir savaş anlamına da gelecektir ki, buna sınırlı bir dünya savaşı demek de mümkündür. Klasik bir dünya savaşı olmasa da büyük bir savaş biçiminde yaşanacağı kesindir. “TC” bu

batağa atmış olduğu adımlarla gömülmüş durumdadır. 2019 seçimlerine dönük ırkçımilliyetçiliğin körüklenerek geliştirilmesi ve savaş saldırganlığının tercih edilerek yürütülmesine dönük hesaplar bu kez Erdoğan-AKP güruhunu yutacak bir sonuçla neticelenecektir. Özetle, İdlib işgali Kürt sorunu ekseninde “TC” ile İran’ı Rusya’nın yedeği haline getirerek Rusya’nın bölgedeki ABD’ye karşı biçimlenen stratejik politikasına ortak etmiştir. İdlib işgali esasta Rusya’nın Suriye-Esad iktidarını, dolayısıyla da dolaylı egemenliğini tesis ederek sağlama alma ve ABD’yi yalnızlaştırarak devre dışı etmeye dönük stratejik bir Rusya hamlesidir. “TC”nin buna gönüllü olarak ortak olması, sınırlarındaki Kürt Kantonlarına dönük gerici emellerinde anlam bulmaktadır. Benzer gerekçe, yani Kürt sorunu eksenindeki gerici kaygı ve ABD ile yaşadığı sorunlara bağlı olarak taşıdığı ABD karşıtlığı tutumu İran için de geçerli olup bu plana dahil olmasının gerekçelerini oluşturur. Kuşkusuz ki, Rusya kendisine yedeklenerek işgale askeri güç olarak sıcak-ön mevzilerde katılan “TC” devletine belli esneklikler göstererek Kürtlere veya Kürt kantonlarına dönük politikalarında bazı adımlar atmasına olanak sunacaktır. Bu anlamda “TC” devletinin Afrin hedefini dillendirmesi rastlantı değil, Rusya’nın verdiği icazete işaret etmekte, onu yansıtmaktadır. Ancak, Kürtlere ve Kantonlara dönük “TC”nin gerçekleştireceği hamleler ABD tarafından sükûnetle karşılanmayacaktır. ABD’nin bölgedeki silahlı “cihatçı” örgütler eliyle provokasyonlar ve silahlı saldırılar ve belki de ciddi çatışmalar devreye sokması mümkündür.


10 analiz haber

16-31 Ekim 2017

Halkın Günlüğü

Ekim Devrimi ve Devlet Sorunu Ekim Devrimi’nin perspektifi, sadece iktidarın ele geçirilmesi değil, iktidarla birlikte bir bütün olarak kapitalist özel mülkiyet dünyasına ait kültür ve alışkanlıkların temelden değiştirilmesini bu temelde devrimcileştirilmesini de kapsar. Yani sadece sınıfların mekanik olarak yer değiştirmesi, iktidarın ele geçirilmesi manasında bir düzen değil, ilişkilerin değiştirilmesi ve yeni baştan kurulması biçiminde bir kültür devrimi gereksinimi de duyar. Bu manada devrim, sadece siyasal bir temel değişiklik değil, kültür ve bilinç dünyasının da temelden yeni baştan kurulmasıdır

100. yılında şanlı Ekim Devrimi’ni selamlıyoruz. Ekim Devrimi yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor.

E

kim Devrimi’nin perspektifi, sadece iktidarın ele geçirilmesi değil, iktidarla birlikte bir bütün olarak kapitalist özel mülkiyet dünyasına ait kültür ve alışkanlıkların temelden değiştirilmesini bu temelde devrimcileştirilmesini de kapsar. Yani sadece sınıfların mekanik olarak yer değiştirmesi, iktidarın ele geçirilmesi manasında bir düzen değil, ilişkilerin değiştirilmesi ve yeni baştan kurulması biçiminde bir kültür devrimi gereksinimi de duyar. Bu manada devrim, sadece siyasal bir temel değişiklik değil, kültür ve bilinç dünyasının da temelden yeni baştan kurulmasıdır. Çünkü kültür ve bilinç asırlardır sömürücü sınıfların tahakkümü ile şekillenmiştir. Kültürün yeni baştan bazı farklılıkları gözeterek yeni baştan kurulması devrimi esasta var eden öğelerden biridir. Devrimin birinci zorluğu egemen sınıfların devrilmesi ise, ikinci zorluğu ilişkileri-kültürü devrimci biçimde kurabilme sorunudur Ekim Devrimi, isçi sınıfı başta olmak üzere tüm ezilenlere bir çağrı ve aynı zamanda onlar için yeni bir dünya için açılan çığırdır. Açılan bu çığırda emperyalist dünya sistemine karşı dünya halkları önemli adımlar atarak kendi sistemlerini kurdular.

Ekim Devrimi’ne kadar süren kapitalistemperyalist dünyanın tek egemen sistemi parçalanmış, karşısında yeni bir dünyasosyalist sistemin temeli atılmıştır. Dünya emperyalist ve sosyalist kamplara bölünmüş, sosyalist kamp dünya devrimler cephesini güçlendirmiştir. Tek kutuplu kapitalist sistemin dünya halkları üzerindeki tahakkümünün sonsuz olmadığı Ekim’le ispatlanmıştır. Ekim kapitalist ve üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete dayanan siyasal sistemlere karşı da bir alternatif sunmuştur. Kapitalist mülkiyet dünyasına dayanan devlet ve iktidar, devasa bir polis-asker ve özel güvenlik istihbarat ağı olmaksızın kendini koruyamaz. Devlet ve iktidarın asıl görevi, kapitalist mülkiyet dünyasını korumak ve sömürü mekanizmasının sorunsuz çalışmasını güvenceye almaya dayanır. Esas işlevi bunun üzerine kuruludur. İçte ve dışta yürütülen politikalar bu çark üzerine kuruludur. Zaman ve ortama göre bu siyasal aygıt çeşitli biçimler alır. Ama özü, çalışan ve bağımlı hale getirilmiş halklar üzerinde baskıya dayanır. Zor onun temel işlevidir. Savaşlar, baskılar, işkenceler, katliamlar bu devletlerin rutin işleyişine dahildir. Monarşiden oligarşiye, burjuva demokrasisinden faşizme kadar çeşitli biçimler gösteren siyasal erkin temeli,

çalışanların emeğinin ve yarattığı değerlerin gaspına dayanır. Dolayısıyla zor onun temel düzenleyici öğesidir. Diğer kültürel-ideolojik aygıtlar bu düzenleyiciyi besleyen temel faktörlerdir. Bu düzlemde her şey çarpık ve tepetaklaktır. Hiçbir şey olduğu gibi görünmez; haklı olan haksız gibi ve işçinin çalışmasından beslenen-semiren kişi işveren gibi görünür. Ekim’in getirmek istediği sistemde ise bu çarpıklık aşılır ve toplumsal hayat çıplak biçimiyle görünmesi amaçlanır. Üretim ile tüketim, kır ile kent, çalışan ile çalışmayanlar arasındaki ilişki karmaşık değil olduğu gibidir. Üretim insanın varoluşsal bir özelliğidir. Ve toplumsal dünyasının da temelidir. Herkes kendisi ve toplum için çalışır. Kimse bir başkasını sermayedar etmek için hem karın tokluğuna çalışmak hem de yarattığı zengine boyun eğmek zorunda değildir. Bu ilişki aşılır, toplum var olmak için iş birliği yapmak zorundadır, bu toplum olmanın basit kuralıdır. Ve kimse bir başkasının boyunduruğu altına girmek durumunda değildir. Üzerinde yaşadığımız dünya, insanlığa fazlasını sunmaktadır. Örgütlenmiş toplum ne açlık ne sefalet ne de gelecek kaygısı taşır. Örgütlenmiş toplumda, birey toplum için toplum da birey içindir. Burada birilerinin birileri üzerinde zor uygulamak için nedeni yoktur.


16-31 Ekim 2017

Halkın Günlüğü

Zorun dayandığı temel çelişkiler, örgütlenmiş toplum ve topluluklarda yok edilir. Ne sömürü ne sınıflar ne de bunların dünyasına özgü kültür yaratımları olacaktır. Siyaset ve siyasal yapılar bir “üst yapı” kurumudur. Ve de temeli güç olmaya, egemen olmaya dayanır. Dolayısıyla egemenlik ve egemenliğin sağlanması ile korunması kapitalist sistemde zorbalığa, haydutluğa dayanır. İdeoloji, siyaset ve devlet kurumları bu haydutluğun birer yansımasıdırlar. Onun için sürekli ordu, polis, istihbarat benzeri “güvenlik” kurumları devasa boyuta oluşur ve toplumun üzerine büyük bir asalak güç olarak bindirilir. Bu kaçınılmaz gibidir. Çünkü kapitalizmin dünyası aksi bir durumda ayakta duramaz. Bundan kurtuluşun yolu Ekim Devrimi’dir.

kaldırılması. Bütün memurlar seçimle gelmeli ve gerektiğinde her zaman halk oyuyla görevlerinden geri alınabilmeli” demişti Lenin, Ekim’in öngününde. Tümüyle komüne geçiş mi? Evet. Ama bu geçiş sürecine, “devrimci bir diktatörlük, yani merkezî bir devlet iktidarı tarafından yayınlanan bir yasaya değil ama doğrudan doğruya devrimci bir zorlamaya, halk yığınlarının aşağıdan gelen dolaysız girişkenliğine dayanan bir iktidar”la yol almak zorunda devrim. “Bu iktidar, 1871 Paris Komünü ile aynı tipte bir iktidardır ve başlıca özellikleri de şunlardır: a) iktidar kaynağı, bir parlamento tarafından daha önce tartışılmış ve onaylanmış bir yasa değil, ama halk yığınlarının dolaysız, yerel, aşağıdan gelen girişkenliği, yaygın bir deyimi kullanmak Ekim Devrimi’nin temel siyasal gerekirse, dolaysız bir ‘zorlama’dır; b) perspektifi komün devlettir, halktan ayrı ve halka karşı kurumlar olan yani “devlet olmayan devlet” polis ve ordunun yerine, tüm halkın doğrudan silahlanması geçmiştir; bu iktidar Ekim Devrimi’nin perspektifi, altında, kamu düzeninin korunmasını silahlı örgütlenmiş toplumdur. Örgütlenmiş toplum, yerinde-yerel kendi kendini yöneten işçiler ve köylüler, silahlı halk, kendileri gözetirler; c) memurlar topluluğu da, bir toplumdur. Bir başkasının kendisini bürokrasi de, halkın dolaysız iktidarı ile yönetmesine ihtiyaç duymaz. Bir başkasının değiştirilmiş, ya da hiç değilse özel bir kendisini yönetmesi için özel kuruluşların denetim altına konmuştur … Özel bir sürekli var olmasını ve aynı biçimde devasa devlet tipi olarak Paris Komünü’nün özü aygıtlara gereksinimini gerektirmez. Kendisi için örgütlenmiş toplum, kendisi ile komşusu buradadır.” (Lenin) arasındaki ihtiyaç ilişkinin dengesini bilir. Ekim Devrimi’nin perspektifi, sadece Üretim ile tüketim, a birimi ile b birimi iktidarın ele geçirilmesi değil, iktidarla arasındaki iş bölümü ve ihtiyacın birlikte bir bütün olarak kapitalist özel paylaşılmasını gerektiren konularda, eşyanın mülkiyet dünyasına ait kültür ve tabiatı gereği doğal bir süreçle sorun alışkanlıkların temelden değiştirilmesini bu yönetilebilir. Bundan dolayı Ekim Devrimi’nin temelde devrimcileştirilmesini de kapsar. temel siyasal perspektifi, komün devlettir. Yani sadece sınıfların mekanik olarak yer Yani “devlet olmayan devlet.” değiştirmesi, iktidarın ele geçirilmesi Devlet olmayan devlet, işçilerin, manasında bir düzen değil, ilişkilerin emekçilerin, ezilenlerin, aydınların sınıflıdeğiştirilmesi ve yeni baştan kurulması devletli bir toplumdan sınıfsız-devletsiz bir biçiminde bir kültür devrimi gereksinimi de topluma geçerken kullanmak zorunda duyar. Bu manada devrim, sadece siyasal bir kaldıkları bir araçtır. Devletli yani eski sınıflı temel değişiklik değil, kültür ve bilinç toplumdan, devlet olmayan yanı da gelecek dünyasının da temelden yeni baştan topluma ait bir özelliktir. Eski toplumun tortuları, direk komün tipi-baskı içermeyen bir sürece geçiş için engeldir. Komün bir devlete ihtiyaç duymaz. Komün tipi devlet, devleti de ortadan kaldırmayı hedefleyen bir devlettir. Devlet ama burjuvazinin egemen olmadığı bir devlet. Burjuvazisiz devlet, kendi kendini yok etmeye kodlanmış, kendi oluş koşullarını tüketen bir devlettir. Bürokrasi devletlerin özellikle gelişmiş modern devletlerin temel bir özelliğidir. Gelişmiş profesyonel bir ordu, polis, istihbarat teşkilatlarının yanı sıra idariekonomik-siyasi olarak gelişkin bir sivil bürokrasi de toplumun üstünde bir kamburdur. Bu bürokrasi devlet işlerini görür. Ekim Devrimi, bürokratik bir mekanizmayı da temsili bir merkeziyetçiliği de aslında reddeder. Hedef dolaysız, doğrudan kendi kendini yönetmektir. Aracı sınıf, katman ve kimse olmadan, eskiden ezilen-sömürülen sınıfların kendi kendilerini yönetmeleridir. “Bir parlamenter cumhuriyet değil… bütün ülkedeki işçiler, tarım ücretlileri ve köylü temsilcileri Sovyetlerinin bir cumhuriyeti. Polisin, ordunun ve memurların

analiz haber 11 kurulmasıdır. Çünkü kültür ve bilinç asırlardır sömürücü sınıfların tahakkümü ile şekillenmiştir. Kültürün yeni baştan bazı farklılıkları gözeterek yeni baştan kurulması devrimi esasta var eden öğelerden biridir. Devrimin birinci zorluğu egemen sınıfların devrilmesi ise, ikinci zorluğu ilişkileri-kültürü devrimci biçimde kurabilme sorunudur.

Ekim Devrimi ufuk çizgisi olmaya devam ediyor Ekim Devrimi’nin ön günlerinde yazılan “Devlet ve Devrim” adlı eserinde Lenin, devrim ve iktidar sorununu ele alır. Daha önceki deneyimlerle birlikte Marks ve Engels’in yaklaşımlarını özetler. Bazı temel yönelimler açık seçik olmasına rağmen devrimin ve iktidarın bazı özelliklerinin netleştirilmesi zamana bırakılır. Örneğin burjuvazinin seçme seçilme hakları bunlardan biridir. Öngörülen devrim, asırların insanlar üzerinde yaratmış olduğu tortuyu nispeten kolay temizleyebileceği yönündedir. İktidarın-devletin ele geçirilmesi temel bir meseledir. Daha sonra iktidara yerleşen işçi sınıfı kendi çıkarları temelinde bu tortuları silip süpürebileceği öngörülmektedir. Devrimin tez canlılığı ve beklentileri ile süreç içinde karşılaştığı şeyler farklıdır. Asırlar boyu kültürel aktarımla katılaşmış özel mülkiyet dünyasına ait formların süpürülüp atılmasının zorluğu sosyalist inşa içinde görüldü. Devrimden sonra burjuvazinin direnişi ve tutumu da gözlenmesi gereken bir durumdur. Dolayısıyladır ki, Ekim’in başlarında yapılan Kurucu Meclis seçimlerinde burjuvazinin ve temsilcilerinin çoğunluk sağlaması üzerine, bu meclis feshedilir ve burjuvazi bu haktan mahrum bırakılır. Bu durum Sovyetler’e özgü bir durumdur. Proletarya diktatörlüğünün biçimi sorununda bu mesele önem taşır. Çünkü Sovyetler’de devletin biçimlenişi ve

hak-hukuku Rusya şartlarında ortaya çıkan bir durumdur. Bunu özellikle Lenin belirtir. Temel özellikleri ve esas olarak yönelimi dikkate almakla beraber, koşullara bağlı oluşan biçimler hesaba katılmalı ve bunlar mutlaklaştırılmamalıdır. Kapitalizmin farklı coğrafyalarda aldığı farklı siyasal biçimler, kapitalizmin genel içeriğine uygun düşer. Sınıfsız toplum mücadelesinde de aynı olgu gözlenebilir. Farklı toplumsal koşullarda özü aynı olmakla birlikte, biçimde farklı geçiş biçimleri yaşanabilir. Burada temel olgu, sınıfsız toplum mücadelesine uygun temel bir yönelimin gerekliliğidir. Ekim’in öğrettiği, devrim ve sınıfsız toplum mücadelesinin yol, yöntemlerinin çeşitliliğinin yanında yöneliminin de açık olmasıdır. Lenin ne Marks’ın ne de Marksizm’in sosyalizmin yol ve yöntemlerine ilişkin kesin, mutlak bir çözüm önermesinin olanaklı olmadığını, ancak sınıfsız toplum yönelimine ilişkin belirlemelerinin olduğunu belirtir. Yol ve yöntemler her somut olguda belirginleşir ancak. Ekim Devrimi, sosyalizmin kurulmasının tarihsel bir süreç, sınıfsız topluma geçişte bir basamak; işçilerin, ezilen emekçi kitlelerin, ezilen ulusal halkların, kadınların kurtuluşu ve özgürlüğü için bir yol, bu zaferin garantilenmesi ve sınıfsız bir topluma doğru mücadelenin uzun erimli sorunu olduğunu gösteriyor. Ekim Devrimi’nin perspektifinden baktığımızda, komün tipi bir devlet yerine, devlet gibi devletlerin inşası, kapitalizmle yarış bu devletleri devasa bürokratik mekanizmalara dönüştürmüştür. Ve devrimin kazandıklarını inşa süreçleri sonuna kadar sürdürememiştir. Ekim Devrimi güncel olmaya, yol göstermeye devam ediyor. Kapitalist vahşetin, insanlığı içine çektiği felaketten yeni Ekimler kurtarır. Ekim Devrimi, ezilenlerin, işçilerin, devrimci öznelerin ufuk çizgisi olmaya devam ediyor.


16-31 Ekim 2017

Halkın Günlüğü

“Değişmez” Belirleyici Değ Örgütlenmek kolektivizm ve kolektif güçtür. Örgütlenmek güç olmaktır. Güç olmak düşmana karşı mücadelede başarılı olmak demektir. Bu ilke sorunudur. Tercih, örgütlenmekte tereddüt yaşayan yoldaşların bireysel eğilimlerine göre değil, devrimci mücadelenin ihtiyaçlarına uygun olarak biçimlenmek zorundadır. Yoksul dünyanın yaşadığı acılar karşısında ezilen emekçi yığınlardan teşekkül olan bu dünyanın kurtuluşuna karşı kayıtsız kalma hakkımız yoktur. Bireysellik bireyciliğin bir biçimidir. Bireycilik kapitalizmin besleyeni ve temel değeridir. Buna karşın kolektivizm bireyciliğin karşıtı ve kapitalizmin felsefesine düşman bir durum olarak devrimci örgütün zorunlu ihtiyacıdır. Bireycilikle kolektivizm arasında ilkesel tutumla tercihte bulunmalı, örgütlenerek örgütlü mücadeleyi benimsemeliyiz. Dağlarda ölümsüzleşen yoldaşlarımızın anısına, katledilen bebeklerin masum dünyaları uğruna ve katliamlardan geçirilerek kırılan yoksul emekçi halklar ve mazlum ulusların kurtuluşu için örgütlenelim, örgütlü mücadeleyi büyütelim. Devrim kolay değil ama bilinçli çalışma ve örgütlü mücadelenin eseri olarak tamamen mümkündür

İ

lke karartılamaz bir ışık, ilkeli olmak ise, karartılamaz olan bu ışıkla yürümek ya da bu ışığa sahip olmaktır. Bu anlamda ilke, karanlıkta yürümekle aydınlıkta yürümek, karanlığa yürümekle aydınlığa yürümek arasında kesin bir ayrım ve vazgeçilmez bir değerdir. Değerler, amaç ve hedefleri belirleyen, bu amaç ve hedeflerin ilerici mi gerici mi, doğru mu yanlış mı, bilimsel mi anti-bilimsel mi, temiz mi kirli mi olduğunu tayin eden yaşamdaki maddi-manevi edinmişlikler ya da sosyal etkinliğin birikimleridir. Bu bağlamında temiz ve yüce amaçlara, buna bağlı hedeflere, bilimsel gerçeğe ve bunlar toplamındaki değerlere sahip ve sadık olanlar için ilkeler mutlak suretle gerekli ve kesin bir ihtiyaçtır. İlkelerden muaf hiçbir çaba, hiçbir hedef ve hiçbir amaç muvaffak olamaz, başarılamaz. O halde ilke ve ilkeli olmak üzerine ne kadar konuşulur ne kadar kafa yorulur ve ilkeli olmak ne kadar içselleştirilirse o kadar iyidir. Zira ilke ve ilkeli olmak sadece devrimci yaşam ve mücadelede değil, tüm yaşamda başarılı olmak, doğruyu takip ederek güdülen hedef ve amaçlara ulaşmak için elzemdir. Sınıflı insan dünyasında ilkeli olmanın başlangıcı veya temellerinden biri hiç şüphesiz ki, sınıf ayrışımına dayanan net tavra sahip olmaktır. İlke, sınıflar arasında bocalamadan saf tutmayı, safımızda net olmayı emreder. Eğer ilke bizlere hükmediyor ve ilkeli olmayı benimseyip berrak biçimde tavrımıza yansıtmayı beceriyorsak, önümüze gelen sınıf orijinli her sorunda düşünüp bir an bile tereddüt etmeden tercih ve tavrımızı ilerici-devrimci sınıf safından, sınıfımızın çıkarından yana kullanırız. Bu, doğru ile yanlış arasında esasta doğrudan yana saf tutmamız anlamına gelir ki, sınıfsal kayırma tavrımız devrimci faydacılığa denk düşen doğru tutumdur. Elbette, burjuvazi ile proletarya arasında bir haklılık-haksızlık tartışması söz konusu olursa, burada gözü kapalı olarak proletaryanın haklı, doğru ve devrimci olduğu yönünde tercihte bulunmakta tereddüt edemeyiz. Tersini varsaymak başından beri ilkeyi unutmak, ilkeli olmayı yitirmek anlamına gelir. Daha da anlaşılması bakımından ekleyelim ki, güncel ve taktik bir meselede, göreli bir mülahazada proletaryaya mensup insan veya gruplar hatalar yapabilir, yanlışa düşüp doğruyu o an ve formel meselede temsil etmeyebilir. Bu reddedilemez diyalektik bir durumdur. Proletaryanın tarihsel olarak haklı ve devrimci olması, stratejik olarak doğru ya da dünya görüşü itibarıyla doruyu temsil etmesi, hatalara düşmeyeceği, mutlak suretle doğru yapacağı, asla yanlış yapmayacağı anlamına gelmez. Ki, bu gerçeklik geçici ve göreli bir durumdur. Dolayısıyla bizler, proletarya ile burjuvazinin söz konusu olduğu bir tercih zorunluluğunda, tereddüt etmeden tarihsel olarak haklı, ilerici ve sınıfsal olarak devrimci, stratejik olarak doğru olan proletaryadan yana tercihimizi kullanır, bunda ikilem yaşamaz, çekince taşımayız. Andaki sorunda proletarya hata da yapmış olsa, ilkeli sınıf tavrı ve tutumuna bağlı olarak tarafımızı proletaryadan yana yaparız. Eğer böyle yapmaz, salt andaki durum veya günceltaktiksel bir meselede yanlış yapmış olmasını dikkate alarak taraf ve tercihimizi proletaryadan yana değil de güncel meselede geçici olarak haklı ve hatta doğru olan burjuvaziden yana tavır alır, tercihimizi ondan yana yaparsak; sınıf tavrını silikleştirmiş, ilkeli tutumu zedelemiş

ve ilkeyi bulanıklaştırmış oluruz. Dolayısıyla ilkeli tavır taktik-geçici duruma göre değil, stratejik meseleye göre; parçaya değil bütüne, anlık yönelim ve siyasete değil genel doğrultu ve stratejik siyasete, anlık çıkar ve doğruya değil uzun vadeli gerçek çıkar ve doğruya göre şekillenmek durumundadır. Bu, taktik ve güncel mesele ve siyasetin hiçleştirilmesi ya da dikkate alınmaması anlamına gelmez. Bilakis, ilke ve ilkeli olma tavrı anlık çıkar ve taktik siyaseti de önemseyerek gözetir, bu sahaya da yansır. Lakin, bu alandaki tercih ve tavır, sınıf farklılığı söz konusu olduğunda değişmez biçimde sınıfa tabi olarak belirlenir.

İlkeli tutum taktik-geçici duruma göre değil, stratejik meseleye göre şekillenmek durumundadır! Sınıf içi sorunda ise, strateji ve bütün esas alınır ama taktik mesele ve parça, veyahut taktiksel siyaset ve güncel politika göz ardı edilmeden önemsenir. Burada strateji ile taktiğin uyumu, uzun vadeli çıkarlar ile günübirlik çıkarların uyumu, taktik hata ile stratejik hatanın bağı, doğru ile yanlışın mütalaası, neden ile sonucun ilişkisi titizlikle incelenir. Ancak son tahlilde stratejik mesele kazanım ve doğrudan yana taraf alınır, bütünün çıkarları esas alınır, genel doğrultu taktiksel duruma feda edilmez. Aksi halde, geçici başarılarla birleşip stratejik başarı ve çıkarları, stratejik doğru ve bütünü feda etmemiz kaçınılmaz olur. Bir hatadan dolayı bütün ve bütünün temsil ettiği sınıfsal menfaatler bir çırpıda silinip atılamaz. Devrim ve mücadele hiç ötelenemez. İlkesel tutumun temel ölçülerinden en önemlisi, doğru ile yanlış arasındaki tercihte, bu ayrışımı isabetli yapmakta açığa çıkar. Şayet geçici başarısız durum, hata ve yanlışlardan dolayı, devrimi, devrimci mücadeleyi ve dolayısıyla da bunların stratejik


Perspektif

ğer İlke ve İlkeli Olmaktır! Eğer bu çizgiyi kaçırıp ilkesel tutumu yitirirsek, burjuva sınıf ve iktidarlarına karşı devrimci şiddete dayalı silahlı mücadele veren parti ve örgütleri “terörist”, bunların silahlı düşmana karşı silahlı mücadelelerinde gerçekleştirdikleri silahlı eylemleri “terör” eylemleri olarak değerlendirme ve varlık gerekçelerimizi unutarak kendimizi gerici temelde sorgulamaya düşmekten kurtulamayız. Şöyle ki, sınıf ayrışımında kafa karışıklığına düşer bu ayrımı ilkesel olarak içselleştirmesek, bir sınıfın öteki sınıfa uyguladığı baskı ve faşizmin ne demek olduğunu, haklı mı haksız mı olduğunu ayırt etmez veya önemsemeyiz. Bu anlamda devrimci sınıfların haklı olarak başvurduğu devrimci şiddet ve silahlı eylemleri de anlamlandıramaz, haklı zeminde değerlendiremez, dolayısıyla izah edilir haklı sebeplerle başvurulmuş olan devrimci eylemler değil, birer “terör” vakası olarak değerlendirme durumuna düşebiliriz. Bu durum, iyi niyet kötü niyet meselesi değil, doğrudan çizgi meselesi ve ilkesel tutumla alakalıdır, ilkesel tutumdaki temel aşınmadır. İlkesel tutum ve ilkenin bu denli hayati bir mesele olduğu inkâr edilemez kadar berraktır.

aracı olan örgüt-partiyi gözden çıkarma tavrına girersek, bu doğru ile yanlış arasında isabetli tercihte bulunmadığımız anlamına gelir. Bu anlamda temel ayrım meselesi olan doğruyanlış ayrımındaki ilkesel tutumda hatalı davranmış oluruz. Doğru-yanlış arasında alacağımız tutum ve yapacağımız tercih kuşkusuz ki ilkeli tutum konusudur. Bu doğrudan ilkeli olmakla olmamayı belirleyen bir tavırdır. Ancak doğru ile yanlışı isabetle seçmek bunun kadar hayati bir sorundur. Bu seçimi nasıl ve neye göre yapmalı, yapabiliriz? Yaşamsal soru tam da budur. Bu soruya yanıt güncel mesele ve yaşamda ak/kara netliğinde verilebilecek bir özellik göstermez. Lakin sınıf ayrımı, ilke ve strateji meseleleri ile parça-bütün meselelerinde nispeten kolayca verilebilir ve verilmesi gereken yanıttır. Sınıf düşmanlarımıza karşı sınıfımızdan, parçaya karşı bütünden, taktiksel olana karşı stratejik olandan yana tavır belirlemek ilkeli olmanın ve doğru yanıt vermenin en çıplak halidir. Doğrunun genellikle göreceli olduğu söylenebilir. Bu, güncel meseleler gibi bir dizi meselede geçerlidir esasta. Ama temel ilkeler meselesinde durum ve doğru, bulanık, belirsiz ve göreli değil; bilakis net ve berraktır. Aç ve işsiz kalan bir insanın hırsızlık gibi yüz kızartıcı bir suç işlemesinden dolayı hırsızlık yapanı değil, onu buna mecbur eden veya iten siyasi sistemi sorumlu tutmak doğru olanıdır, ilkeli tavırdır. Böyle değil de, hısızlık yapanı suçlarsak, hem neden sonuç ilişkisini ihmal etmiş oluruz, hem de ilkeli doğru yaklaşımı terk ederek gerici sınıflar sistemini ve yaratıp yol açtığı sonuçları göz ardı etmiş oluruz. Bu, hırsızlık yapanı onaylamak, yaptığı işin doğru olduğunu söylemek anlamına gelmez elbette. Tersine, yapılanın yanlış olduğunu kabul edip onu düzeltmek için gereken çabayı gösteririz ama suçu yaratarak koşullayan toplumsal sistemin çürümüşlüğünü hedef almayı esas alırız.

Bizler için önem taşıyan ilke ve ilkeli olmanın daha yumuşak ama zorunlu tutum ve önemli tercihlerinden biri de örgütlülük ile örgütsüzlük arasındaki tercihtir. Bu tercih kuşkusuz ki, örgütlülükten yana olma tercihiyle savunulur. Örgütlülüğü savunmak doğrudan ilkesel bir tutum iken, örgütsüzlüğü benimsemek ilkeli tutumdan yoksun olmak anlamına gelir. İlkeli olmak örgütlülüğü, örgütlü olmayı ve mantıki tutarlılıkla örgütü savunmayı gerektirir. Sorun ve olumsuzluklar temel sorun ve ilke meselelerine tekabül eden nitelikte değil ise, örgütsüzlüğü tercih etmek aymazlık, örgütlülüğü benimsemek devrimcidir, ilkeli olmaktır. Örgütlülük ile örgütsüzlük arasındaki fark, özü bakımından devrimci mücadele ile düzenle barışık olma hali arasındaki farktır. Örgütlülük, devrimci mücadele ve hedeflerin başarılması veya yürütülmesi için zorunlu stratejik bir biçimdir. Örgütlülük esasen örgütte karşılık bulur. Değiştirme eylemi örgüt denilen stratejik araçla hayata geçirilebilir, mümkün kılınabilir. Bu araç örgüttür ve örgüt örgütlülüğün kurumsal ifadesidir. Bu örgütlülük ve örgüt teşekkül olmadan, dolayısıyla örgütlenip örgüte katılmadan değiştirme eylemi gerçekleştirilemez ya da bu iddiada ciddi olunamaz. Mevcut dünya koşullarında emperyalist dünya sistemi ve gericiliğinden ötürü olumsuz anlamda etkilenip rahatsız olmayan, acı çekip aç-muhtaç düşmeyen, yaşamsal kaygılarla karşı karşıya kalmayan çok az insan vardır. Bir avuç varsıl sınıf kesimi ve bu sistemden nemalanan bir kısım zengin dışında, dünyanın milyarlarca insanı emperyalist talan ve barbarlıktan azade değildir. Bu kanlı talan ve çapul düzenigericiliği emperyalist olmadığı halde o sistemin parçası olan yerel iktidarlar ya da gerici sınıf devletlerince de en acımasız biçimde yürütülmekte, bura halkları ve ezilen uluslarını yaşamla ölüm sınırı bir arada yaşamaya mahkûm etmektedir.

Devrimci örgüt ve örgütlülüğü savunmak temel bir ilkedir! Bu nesnel durum, milyarlarca dünya insanının objektif olarak devrimci olmasını şartlar, olduğuna işaret eder. Yaşadığımız coğrafyada da durum farklı değildir. Komprador tekelci burjuva sınıfların klik iktidarı olan Erdoğan-AKP iktidarı altında yaşayan milyonlar büyük baskı ve mezalime

maruz yaşamakta, bu toplumsal kitleler objektif olarak devrimci olup devrimin güçlerini oluşturmaktadır. Bu milyonlar içinde ideolojik-siyasi farkındalıkla alternatif olmayı benimseyerek devrimci kimliği benimseyenler esasen az değildir. Ancak az olmayan bu bilinçli dinamikler ne yazık ki, örgütlülük ve örgüt noktasında ketum ya da cılız bir duruşa sahiptir. Dahası, örgütlendikten sonra örgütsüzlüğü tercih ederek pasif konuma çekilen oldukça fazla bir potansiyel vardır. Kuşkusuz ki, bunların tavrı son tahlilde ilkeden ve ilkeli tavırdan yoksundur. Örgütlenmeyi tercih edenler de izafi şartlarda sıkı bir örgüt duruşu gösterememekte, ilkesel tutumda sallantıya düşmektedirler. Bütün bu sorunda, komünist ve devrimci örgütlerin kendisini sorgulaması esastır. Bu sorgulama ilke ve ilkeli tutum zemininde tartışılarak örgütlenme eğiliminin geliştirilmesine odaklanmak durumundadır. Komünist parti ve devrimci örgütlerin çevresinde yakın duran oldukça fazla devrimci mevcuttur. İşte komünist parti bu tablo karşısında yapacağı muhasebe ve tartışmada hedef olarak öncelikle bu çevresine yönelip bu kesimi örgütleyerek örgüte dahil etmeye yönelmek ve buradan geniş kitlelerin örgütlenmesine doğru bir seyir-gayret göstermelidir. Örgütlülük ile örgütsüzlük arasındaki ilkesel farklılığı bilince çıkararak yakın çevresinde bunu bilince çıkarması ve ilkeli olmaya uygun olarak bu çevresini örgütlülük noktasında ikna etmesi önemli bir meseledir. Yüzlerce binlerce yoldaş örgütsüz durumdadır. Bu durum kabul edilecek hal değildir. Gerici sınıf ve faşist iktidarlarını yıkarak devrimci değişim ve ilerlemeyi sağlamanın biricik yolunun örgütlenmekten, örgütlü mücadeleden geçtiği bilince çıkarılmak durumundadır. Pasif ve edilgen desteklerle, dışta durup olumlu beklentiler beslenerek devrimin ilerlemeyeceği, partinin güçlenemeyeceği kavranmak durumundadır. Bunun birincil çabası örgütlü yoldaşların omuzlarındadır. Bireysel mücadele ve devrimcilik biçiminin son tahlilde gerici sınıf düzenlerine yaradığı ve bunların iktidar ömürlerini uzattığı kavranmak durumundadır. Örgütlülükle örgütsüzlük arasındaki tercih, bireysellik-bireycilikle kolektivizm arasındaki tercihtir. Bireysellik ve bireyciliğin her türü öyle ya da böyle burjuvaziye yarar, hizmet eder. Örgütlenmek kolektivizm ve kolektif güçtür. Örgütlenmek güç olmaktır. Güç olmak düşmana karşı mücadelede başarılı olmak demektir. Bu ilke sorunudur. Tercih, örgütlenmekte tereddüt yaşayan yoldaşların bireysel eğilimlerine göre değil, devrimci mücadelenin ihtiyaçlarına uygun olarak biçimlenmek zorundadır. Yoksul dünyanın yaşadığı acılar karşısında ezilen emekçi yığınlardan teşekkül olan bu dünyanın kurtuluşuna karşı kayıtsız kalma hakkımız yoktur. Bireysellik bireyciliğin bir biçimidir. Bireycilik kapitalizmin besleyeni ve temel değeridir. Buna karşın kolektivizm bireyciliğin karşıtı ve kapitalizmin felsefesine düşman bir durum olarak devrimci örgütün zorunlu ihtiyacıdır. Bireycilikle kolektivizm arasında ilkesel tutumla tercihte bulunmalı, örgütlenerek örgütlü mücadeleyi benimsemeliyiz. Dağlarda ölümsüzleşen yoldaşlarımızın anısına, katledilen bebeklerin masum dünyaları uğruna ve katliamlardan geçirilerek kırılan yoksul emekçi halklar ve mazlum ulusların kurtuluşu için örgütlenelim, örgütlü mücadeleyi büyütelim. Devrim kolay değil ama bilinçli çalışma ve örgütlü mücadelenin eseri olarak tamamen mümkündür.


14 güncel analiz

16-31 Ekim 2017

Halkın Günlüğü

i k a d n ı s a ” Ar C T “ e l i sı: a ABD k r A e d r Krizin Pe

“Vize Krizi” mi Eksen Krizi mi? Erdoğan ve gibilerinin efendileriyle göstermelik restleşmeleri veya daha lehte iş birliği ya da uşaklık yapma pazarlıkları, emperyalist güçler arası yeni dengelerle ilgilidir. Emperyalistlerin birbirlerine karşı mücadele veya güçittifak edinmede bu bağımlı iktidarlara karşı esnek davranmasının ürünüdür. Yani bağımlı iktidarlara daha esnek davranarak veya belli talepleri ve gerici çıkarları gözetilerek bu iktidarların kendilerine bağlı kalmaları ve hasmı olan başka bir emperyalist güce yanaşmamalarını sağlamaktadırlar. Dolayısıyla bu kuklalar efendilerine karşı belli pazarlıklara girişmekte, hak ve imtiyazlar talep etmekte, hatta bunları dayatabilmektedirler. Zira, artık eskisi gibi bir güce muhtaç ve zorunlu değildir, alternatif bir efendi vardır, en önemlisi de bu efendi eski efendinin rakibi olarak varlık sürdürmekte, ona karşı güç toplamaktadır

E

mperyalist strateji ve siyasetler gibi, bilumum burjuva strateji ve siyasetler bencil çıkara bağlı olup bütünüyle kirli ve kanlıdır; köhne tahakküm ve egemenlik uğruna başvurulan gerici zor ve şiddete dayalı olarak tamamen kan üzerine kuruludur. Bu alan ya da sınıflar stratejisi ve siyaseti arka planı tamamen farklı olmasına rağmen, görünürde bazı biçimsel sorunlarla lanse edilirler. Genellikle de insani değerler, insan hakları, demokrasi ve özgürlükler gibi tüm insanlık için “geçer akçe” olan argümanlarla sunulup kılıflanırlar bu gerici amaç ve bencil çıkar politikaları. Ya da ezilen emekçi dünya için büyük bir özlem olan bu kavramlarla aldatılıp manipüle edilerek kandırılır, bu kirli ve kanlı siyasetlere yedeklenir, yedeklenmeye çalışılırlar. Bu politikayla, faşizm demokrasi olarak sunulur, katliam, ilhak ve işgaller demokrasi götürmekle propaganda edilir. Mesela, Kuzey Kürdistan’da kentler yakılıp yıkılarak yerle bir edilir, insanlar binaların yıkıntıları altına gömülür ama Esad’ın halkını katlettiği söylenerek oranın iç işlerine burun sokulur ve oraya göreli işgal gücü olarak girilir. Mazlum Kürt ulusu kıyımdan geçirilir ama mazlumlara yardım için İdlib’e işgalci güç olarak girilir. “Kardeşim” denildikten sonra Esad iktidarına karşı muhalifler desteklenip bizzat silah ve eğitim verilerek savaştırılır ve savaşın sürdürülmesinin üstlenilmesinden, Suriye’nin toprak bütünlüğünün savunulmasına dönülür. “Hiç olmadık kadar yakınız” denir, iki gün sonra “vize krizi” patlar ve ABD’nin ne kadar melanet

olduğu tespit edilir. Kürtleri katletmekte beis görülmez ama Irak’taki Türkmenlerin davası güdülür, bu demagojiyle işgal hareketine girişilir. (Bu milliyetçiliğin en köhne ve bayağı biçimidir. Her türlü milliyetçiliği ayaklarının altına aldığını söyleyen Erdoğan’ın gerçek yüzü işte budur.) Aynı şey emperyalist güçler ve siyaset için de geçerlidir. Ki, Irak’a demokrasi götürmek için Irak işgal edilir ama Irak halkı en acımasız katliamlara tabi tutulur ve insani dramlara boğularak kaosa sürülür. Stratejik politikalarının hayata geçirilmesi için en cani örgütler kurulup bunlar üzerinden kaos ve karmaşa yaratılır, sonra da ya kurtarıcı olarak sahneye çıkılıp hedeflenen bölgeye istenilen güç olarak yerleşilir ya da bu kaotik şartlarla bölge ülkeleri üzerinde baskı kurularak neticeler elde edilir, hatta bu kaos geliştirilip iç savaşlar kışkırtılarak iktidarlar değiştirilir ve yarattıkları-büyüttükleri canavar örgütlerle sahte savaş törenleri yapılır. Aralarında nüfuz kavgaları yapar ama bu kavgaları işbirlikçi piyonlar eliyle yürüterek bunların kavgaları olarak sunulur, yoksul halklar ve kadın-çocuklar kıyımlardan geçirilir. Kısacası amaç; tahakküm, hegemonik yayılmacılık, talan ve kendine bağlı kılma olur ve bu uğurda işgal ve ilhaklar gerçekleştirilerek katliamlar yapılır ama görünürde sunulan da sahtekarca bahane yapılmış demokrasi, insan hakları olur. Bütün bunlar burjuva sınıf karakterinden beslenen burjuva siyasetin ikiyüzlü, demagojik ve manipülatif karakterinden ileri gelir, onu resmeder. Dolayısıyla emperyalist ve bütün

burjuva siyasetlere bağlı gelişmelerde görünene-gösterilene değil, esasta arka plana, yani görünenin arkasında yatan gerçeklere bakmak gerekli ve doğru olandır. Ve eğer bu arka plana bakılmaz ve bu doğru anlaşılmazsa, gelişmeler doğru okunamaz, daha da önemlisi yanılsama ve hatalara düşmekten kurt ulunamaz. Bütün burjuva politika ve stratejiler bu gerçeklik içinde gelişir yine bu zeminde okunmak durumundadırlar. Çünkü gerici sınıfların tahakküm ve bencil çıkara dayalı strateji, siyaset ve amaçlarını, hatta fiilen uyguladıklarını çıplak biçimde ifade etmeleri, kabul etmeleri beklenemez. Onlar gerçekleri söyleyemezler, çünkü gerçekler onların bencil çıkar ve gerici amaçlarına terstir. Bunun için yalan söylemekten sakınamaz, sakınmazlar. Manipülasyon, demagoji, sahtekarlık ve iki yüzlülükleri buradan kaynaklanır. Gerçekleri ve gerçekliklerini gizlemekten ileri gelir. Ama gerçekler inatçıdır! Bugün, ABD emperyalizmi ile ErdoğanAKP iktidarı şahsında “TC” devleti arasında adeta bir bomba gibi patlayan “vize krizi” gündemde. “Vize krizi” denilen bu krizin asla sunulduğu, göründüğü veya gösterildiği gibi olmadığı, vize krizinden öteye daha derin bir kriz olduğu aşikârdır. Elbette ki, krizin gelişme seyri ve gerekçelendirmesi bir dizi gelişmeyle döşenmekte ya da gelişmektedir. Bu bağlamda, konsolosluk görevlisinin tutuklanması ve bu


16-31 Ekim 2017

Halkın Günlüğü

çerçevede yaşanan gelişmeler, buna dönük ya da bu zeminde uygun karşı hamle olarak biçimlenen vize uygulaması, yani ABD’nin Türk kökenli insanlara ABD’ye girişlerini yasaklayan ya da Türk vatandaşlarına ABD’ye giriş vizesi vermeyen kararı, Halk Bankası müdürünün tutuklanması, Erdoğan’ın korumalarına dönük soruşturma ve tutuklama kararı, Zafer Çağlayan’a dönük tutuklama kararı, Reza Zarrab davası(bu Erdoğan’ın burnuna “pis koku” getiren özelliğiyle önemli bir anlam taşır), öte taraftan Batı Kürdistan Kürtlerine dönük çatışan politikalar, Irak referandumu karşısındaki tutum farklılığı, Astana gerçekliği ve İdlib işgali, IŞİD politikasındaki farklılıklar, Suriye politikasında çatışan politikalar, Kürt politikasında çatışan siyaset, Gülen’in iade edilmemesi ve darbe girişiminin arkasında ABD emperyalizminin olmasına dönük kanaat ve bunların hepsi birer kriz unsurları veya krizin içeriğinde yer alan neden ve göstergeleridir.

“Vize” krizinin ana halkası gericiliğin yapısal çelişki gerekçelerine dayanarak doğan eksen kayması eğilimidir Ne var ki, mevcut kriz salt vize sorunu ve bu çerçevedeki gelişmelerle sınırlı ve yukarıda saydığımız gelişmelerden salt biri nedeniyle patlak veren basit bir kriz değil, daha başka temel bir nedene oturan ve derin muhtevaya sahip ciddi bir krizdir. Bu krizin özü ya da ana halkası söylenecek olursa; tek cümleyle, bu kriz gericiliğin yapısal çelişki gerekçelerine dayanan ve gerici çıkarların handikabı olarak doğan bir eksen kayması eğiliminin pratikleşmesine oturur. Ki bu da tamamlanmamış bir süreç de olsa ama yol almış bir süreç olarak, Erdoğan-Saray iktidarının ABD emperyalizminden uzaklaşarak Rusya emperyalizmine yakınlaşmasını ifade eder. Yani, “vize krizinin” patlak vermesinin arka planında bu mesele vardır. Erdoğan-AKP iktidarının Rusya emperyalizmine yanaştığını (yanaşma blöfünü) gören ABD emperyalizmi vize yaptırımı gibi konularda geliştirdiği tavırlarla rahatsızlığını ilan etmekte, Erdoğan’a çizmeyi aştın demekte ve Erdoğan iktidarını baskı altına alarak kendisine bağlı kalmasını istemekte, Rusya’dan uzaklaşmasını amaçlamaktadır. Bunu becermezse yaptırımlarına devam ederek Erdoğan’a başına gelecekleri göstererek hatırlatmaktadır. Ki “vize krizi” denen bu kriz asla küçük, basit ve alelade bir durumu ifade etmemekte, bilakis Erdoğan iktidarı ve onun şahsında “TC” devletini aşağılayarak siyasi mesaj ihtiva etmekte, esasta da Erdoğan’la işlerini bitirebileceklerinin adımı olarak değerlendirmektedirler. Öte taraftan ErdoğanSaray iktidarı da ABD emperyalizminin Kürt devletinden yana olup onun garantörlüğünü üstlendiğini-üstleneceğini gördüğü ve darbe girişiminin arkasında olup bunun devamı olarak Erdoğan’ı değiştirme planını yürürlükte tutuğunu gördüğü için ABD’ye karşı Rusya kozunu kullanarak klasik burjuva siyaset gütmekte ve ABD’den taleplerini almama durumunda Rusya ile ilişkilerini ciddi olarak geliştirme yoluna girmiştir. Elbette, gerici çıkarları hem ABD emperyalizmini ve hem de Erdoğan ve

şürekasını sorunu toparlayıp belli düzeyde rayına koyma çabasına itmektedir. Ancak söylemek gerekir ki, yaşanan gelişmeler veya sorunların derinliği, bu krizin kolayca giderilemeyeceğini göstermektedir. Elbette, ABD ile “TC” arasında stratejik ortaklık, müttefiklik, ittifak ve iş birliği olarak adlandırılan ve ABD emperyalizmi lehine olan on yılları aşkın bağımlılık ilişkisiyle oluşan bu bağımlılık münasebetinin bitirilmesi “TC” devleti açısından kolay bir süreç değildir, olamaz da. Ancak, Erdoğan’ın adı gibi emin olduğu ve ABD emperyalizminin iktidarına dönük darbe girişiminin arkasında olması, Erdoğan’ı değiştirme planının hala yürürlükte olması, uluslararası politika ve ilişkilere de yansıyan özellikte “TC” bir beka sorunu olarak telakki ettiği Kürt ulusal sorunu, Kürt statüsü veya Kürdistan parçalarında Kürt devleti konusunda ABD’nin tersi bir politika ve stratejiye sahip olması, en önemlisi de Reza Zarrab yargılanmasına-davasına Erdoğan/AKP hükümetinin bakanı Zafer Çağlayan ve Halk Bankası müdürünün (kutularda çıkan paralar ve “Sıfırladın mı oğlum?” skandalının ortak şebekesi bunlar) dahil edilmesi, dahası bu davaya daha başka isimlerin ekleneceği bilgisi ve belki Erdoğan’ın hakkında da soruşturma ve mahkemenin açılmasına uzanacak bir kritik süreç gündemdedir ki, işte bütün bunlar ve daha fazlası Erdoğan’ın ABD’den uzaklaşıp “denizdeki yılana” sarılmasını koşullamaktadır. Karşıtlık siyasetinin güdülmesi, restleşmeler ve nihayet krizler işte bu dehlizlerde pişerek gündeme gelmektedir. Dolayısıyla da mevcut kriz veya sorunların gelişmişlik düzeyi, bu kriz ve sorunların kolayca giderilemeyeceği, ABD ile “TC” arasında ilişkilerin toparlanamayacak kadar zedelenip koptuğunu göstermektedir ki, bu anlamda eksen kayması her bakımdan ve yaşanan gelişmelerin işaretiyle muhtemeldir, eksen kayması sürecinin sancılı da olsa tamamlanması olasıdır. Bu eksen kayması özünde sonuçlanmış, tamamlanıp bitmiş bir süreç değildir elbette. Fakat mevcut ilişkiler, anlaşmalar, sorunlar ve çatışmalar ile ittifaklar pratiği, bu eksen kaymasını basit bir blöf olmaktan çıkarıp somut

güncel analiz 15 gelişmelere oturtan ya da oturmaya doğru giden bir duruma getirmiş, eğişin önüne taşımıştır. Dolayısıyla bu durum, eksen kaymasını güçlü bir olasılık veya somut bir eğilim olarak gündeme getirmektedir. Elbette eksen kayması olarak tarif ettiğimiz bu gelişme bir rastlantı veya bir tercih değildir. Bilakis yukarıda açmaya çalıştığımız zeminde gerici çıkarlara yaslanan ve bu çıkarların doğasına uygun olarak kaçınılmaz olan çelişki-çatışmanın zorunlu bir doğumudur.

Erdoğan’ın efendileriyle göstermelik restleşmesi emperyalist güçler arası yeni dengelerle ilgilidir Erdoğan-AKP iktidarıyla ABD emperyalizmi arasında yaşanan kriz veya politik çatışmanın tamamen gerici çıkar çatışmasından ibaret olduğunun altı çizilmelidir. Zira bu kriz ve çatışma, Erdoğan ve iktidarının anti-emperyalist ve hatta anti-ABD’ci olduğundan ileri gelmemekte, bilakis ABD emperyalizminin Erdoğan ve iktidarını en aşağılık düzeyde bir piyon olarak kullanıp taleplerini dikkate almamasından ve iktidar çıkarlarına ters strateji ve siyasetler izlemesinden ileri gelmektedir. Erdoğan’ın anti-ABD’ci hatta anti-emperyalist lafızları demagojiden ibarettir, sahtekarlık ve ikiyüzlülüktür, hiçbir inandırıcı yanı yoktur. Nitekim kriz ve sorunların giderilmesi için yalvarmakta ya da birinden koparken diğer efendinin kuklası durumuna gelmekte ve bunu tercih etmektedir. Diğer taraftan Erdoğan’ın efendisine kafa tutma gösterisi belirli siyasi şartlar tarafından desteklenip olanaklı kılınmakta veya bu şartları fırsata çevirerek gerici imtiyazlarını büyütme zemininde gündeme gelmektedir. Şöyle ki, ABD emperyalizminin dünya jandarmalığı biçimindeki başat egemenlik dönemi kapanıp Rusya emperyalizminin alenen ABD emperyalizmine karşı ve ona alternatif emperyal güç olarak sahneye çıkmasıyla değişen dünya şartları ya da emperyalist haydutluk arasında gündeme gelen yeni güç dengeleri durumu; Erdoğan ve benzerlerine alan açmış, kendilerini daha pahalıya pazarlama olanaklarını yaratmıştır

ve efendileriyle pazarlık yapma şanslarını gündeme getirmiştir. Bu zeminde daha fazla pay ve imtiyaz edinme arzusuyla efendileriyle pazarlıklar yapma olanakları doğmuş durumdadır. Yeni dengelerle veya çok blok ve aktörlü yeni dünya şartlarıyla, Erdoğan gibi iktidar ve iktidar sahiplerinin bir emperyalist güce karşı diğerini koz olarak kullanma imkânları doğmuştur. Yani, “ABD emperyalizmi şu şartlarımı kabul etmezse ya da iktidar çıkarlarıma aykırı olan bu politikalardan vazgeçmezse, ben de Rusya emperyalizmiyle ilişkiler geliştirir, anlaşmalar yapar, onun himayesine girer ve onunla ortaklaşır yürürüm’ deme olanakları doğmuştur. Yapılan ve yaşanan bir yanıyla budur, bunun yansımasıdır. Yoksa ABD karşıtlığı, antiemperyalistlik gibi tutumlar söz konusu olmayıp, yalan ve aldatmacadan ibarettir. Elbette Erdoğan ve gibilerinin efendileriyle göstermelik restleşmeleri veya daha lehte iş birliği ya da uşaklık yapma pazarlıkları, emperyalist güçler arası yeni dengelerle ilgilidir. Emperyalistlerin birbirlerine karşı mücadele veya güç-ittifak edinmede bu bağımlı iktidarlara karşı esnek davranmasının ürünüdür. Yani bağımlı iktidarlara daha esnek davranarak veya belli talepleri ve gerici çıkarları gözetilerek bu iktidarların kendilerine bağlı kalmaları ve hasmı olan başka bir emperyalist güce yanaşmamalarını sağlamaktadırlar. Dolayısıyla bu kuklalar efendilerine karşı belli pazarlıklara girişmekte, hak ve imtiyazlar talep etmekte, hatta bunları dayatabilmektedirler. Zira, artık eskisi gibi bir güce muhtaç ve zorunlu değildir, alternatif bir efendi vardır, en önemlisi de bu efendi eski efendinin rakibi olarak varlık sürdürmekte, ona karşı güç toplamaktadır. Tam da bu koşularda Erdoğan’ın ABD emperyalizminden belli taleplerde bulunduğuna ve ABD’nin belli politikalarından rahatsız olduğunu dillendirmesine, pazarlıklar yapmasına tanık olmaktayız. ABD ile restleşme veya kafa tutma gösterisi, Rusya kartını kullanma biçiminde ve bu yeni denge durumunun yarattığı politik zeminde yaşanmakta, Rusya emperyalizmiyle geliştirdiği ilişkiler de aynı mecrada cereyan etmektedir. Bu genel tablonun eksen kayması durumunu mümkün kıldığı da söylenebilir.


16 analiz haber

Yeni sınırların çizilmesi sıradan bir gelişme olmadığı gibi, bölgenin ilgili ülkelerini yakından etkileyen ve ilgilendiren özelliğe sahip bir süreç yaşanmaktadır. Ki, bu ilgili ülkeler gerici çıkar refleksleriyle azgın biçimde bir Kürt devletinin kurulmasına karşı çıkmakta, bunu bir savaş gerekçesi saymaktadırlar. İşgal ve saldırganlık eğilimleri gündemde olup gelişmeler takip edilmekte, beklenmektedir. Bu zeminde gerici savaşların patlaması muhtemel ve mümkündür. Ama bu, gerici sınıfların gerici çıkarları ekseninde Kürt devletinin ilanı karşısında aldıkları gerici ve köhne bir tutumdur. Kürdistan Kürtlerindir

16-31 Ekim 2017

Halkın Günlüğü

Siyasi Hatları ve Mevcut Sonuçlarıyla Güney Kürdistan “Bağımsızlık” Referandumu D

oğalgazdan fosil atık petrole, bu petrolün transfer yolları ile petrol zenginliğinin Avrupa ülkeleri üzerindeki etkisine ya da Avrupa ülkeleri ile bölge ülkelerinin bura petrolü üzerinden kontrol edilmesine, bu petrol zenginliği ve transfer yollarının kontrol edilmesine, bunun yanı sıra bölgenin jeopolitik önemine ve nihayetinde bölge petrol zenginliklerinin emperyalist dengeler açısından oynadığı role kadar bir dizi önem, emperyalistlerin Ortadoğu’da cereyan eden çatışmasına yeterli gerekçedir. Nitekim Ortadoğu ne emperyalistlerin gündeminden düşmüştür ne işgal-ilhak saldırganlığından başını kaldırabilmiştir ve ne de emperyalist strateji ve oyunların ürünü olan savaşlardan muaf bir gün yaşamıştır. Kuşkusuz ki, buna bağlı olarak büyük acılara, katliam ve kıyımlara maruz bırakılmış ve esasen emperyalist tahakküm ve planlar neticesinde (bilinçli olarak da) adeta gelişimi kös-

teklenerek geri bıraktırılmış, köleleştirilmiştir. Sosyalist kamp ile emperyalist kampın varlığı koşullarındaki iki kutuplu dünya siyasi şartlarında veya BAAS’çı rejimler dönemi Ortadoğu’sunda Suriye, Irak gibi ülkeler kısmi farklılıklar gösterse de sosyalist kampın Sovyetler Birliği’ndeki sosyal emperyalizme dönüşmesiyle bu ülkeler açısından da durum değişmiş oldu. Bağlantısızlar olarak bilinen kampta yer alan İran belli özellikleri itibarıyla emperyalist köhnemişliğe karşı kendisini nispeten korudu. “TC” ise, kuruluş yıllarından itibaren emperyalizmin bir piyonu olarak varlığını bugünlere kadar sürdürdü. Emperyalist paylaşım savaşları bölgedeki Kürt ulusu (kısa da olsa kurulmuş olan devleti) açısından en büyük tarihi haksızlıklara imza atan, Kürdistan-Kürt toprak bütünlüğünü parçalayarak önce iki, sonra dört parçaya taksim edilerek bölge

devletlerine zorla dahil edilip, bu biçimde toprakları paylaşıldı ve tüm ulusal hak ve iradeleri yok sayılarak adeta en ağır biçimde köleleştirildiler. Vatansız, iradesiz bırakılarak, kendi kaderlerini tayin etme hakları gasp edildi. Emperyalist paylaşım savaşlarında galip tarafın çıkarları doğrultusunda getirilen çözümler ve çizilen sınırlar tabiatıyla adil ve meşru olmadığı için üstü örtülen sorun olarak kalmaya devam edip günümüzde gün yüzüne vurduvurmaktadır. Emperyalist paylaşım ve tahakkümün bölgede en mağdur edilen ulusu Kürt ulusu oldu. Soykırımlara tabi tutuldu, toprakları ve ulusal varlıkları inkâr edilip ulusal iradeleri yok sayıldı, kaderlerini tayin etme hakkı gasp edildi. Emperyalist gericilik bölgede eksik olmadığı gibi; oyunları, katliam ve kıyımları da eksik olmadı. Aynı zeminde savaş kışkırtıcılıkları,


16-31 Ekim 2017

Halkın Günlüğü

çatışmaları ve savaşları da dinip tükenmedi bölgede. Bir taraftan bölge zenginlikleri emperyalist tahakküm ve nüfuz egemenliği için tayin edici etkisiyle bu dalaş ve çatışmayı süreklileştirirken, diğer taraftan da paylaşım savaşlarında galipler lehine yapılan anlaşmaların sonuçları olan sınırlar ve ihlal edilmiş haklar veya yapılmış tarihi haksızlıklar bölgede çatışmalarınsavaşların dinamik temeli olarak burada köklü sorunları, çatışma ve savaşları koşullamaktadır. Bugün emperyalist dünya sistemi, “tek kutuplu” denilen biçimden ABD emperyalizminin dünya jandarmalığına son verilmesi ile çok bloklu ve aktörlü bir yapıya dönmüştür. ABD emperyalizminin istediğince at oynattığı şartlar geride kalmış, Rusya gürbüz bir dünya gücü olarak ABD’nin karşısına dikilerek sahneye çıkmıştır. Rusya-Çin emperyalizminin başını çektiği (ŞANGHAY) emperyalist blok ABD emperyalizmine “dünyayı dar eden” pozisyondayken, emperyalist dünya ya da kapışmada AB emperyalist bloğu da yok sayılacak veya hesaba katılmayacak bir güç değildir.

Güney Kürdistan bağımsızlık referandumu emperyalist güçlerden-ABD’den bağımsız değildir Tekrar etmekte fayda var ki, dünya ölçeğinde olduğu gibi, özellikle de Ortadoğu’da şu veya bu emperyalist bloğun denetlemediği, kontrol etmediği, yönetmediği ve bulaşmadığı bir tek siyasi gelişmeden söz edilemez. Bu bağlamda ve daha somut emarelerle de desteklenerek söylenebilir ki, Güney Kürdistan bağımsızlık referandumu da emperyalist güçlerden-ABD emperyalizminden bağımsız değildir. Karşı çıkan bazı emperyalist güçlerin de esasta bu zeminde, yani ABD emperyalizmi ile yaşadıkları çatışma ya da ABD emperyalizminin zedelediği çıkarları gereği karşı çıkmaktadırlar. Burada söyleyelim ki, Rusya, ABD emperyalizmiyle bölgede belli bir anlaşmaya vardığı için (ki, bu anlaşma Rusya’nın Suriye’de inisiyatif elde etmesi ve bu inisiyatifi geçici de olsa ABD’nin kabul etmesi şartlarında yapılmış, esasta Rusya lehine olan bir anlaşmadır) ABD denetiminde veya politikalarına uygun olarak gerçekleştirilen bağımsızlık referandumuna karşı çıkmamaktadır. Dahası Kürtlere dönük politikasının ılımlı olması ileriye dönük hesap ve planlarından da beslenmektedir. Rusya ile ABD’nin anlaşması esasta, Rusya’nın Suriye’de belirleyici aktör olmasının tanınması iken, buna karşın ABD’nin anlaşma çerçevesinde veya mevcut güç ve nüfuzuna bağlı olarak bölgede (gerek batı Kürdistan ve gerekse de Güney Kürdistan’da) bir Kürt devleti veya Kürt yönetimlerine garantörlük yaparak denetlemesi biçiminde okunabilir. Bu anlamda Güney Kürdistan bağımsızlık referandumunun yapılması veya yaptırılması tesadüf değil, Rusya ile anlaşmasına da uygun olmakla birlikte, ABD’nin bölgedeki nüfuzu ve inisiyatifine uygun bilinçli bir plan ve gelişmedir. Dolayısıyla, ABD emperyalizmi başarabildiği oranda bura Kürt devletinin kurulmasını veya referanduma uygun olarak bağımsızlık ilanında bulunulmasını er ya da geç gerçekleştirecektir. Elbette bölgedeki dengeler ve Rusya ile ABD arasında yaşanacak sürecin nasıl ilerleyeceği de bunda etkileyici ve hatta belirleyici olacaktır.

Yani, ABD eğer bağımsızlık ilanını gerçekleştiremez ise, bu Rusya ile arasındaki anlaşma veya duruma bağlı olacaktır. Aksi halde ABD’nin Güney Kürdistan’da “bağımsız” Kürt devleti ilanını hayata geçirecektir. Geçirecektir çünkü, ABD’nin bölgede sağlam bir işbirlikçisi yok denecek durumdadır. Bölgede garantörlük yapacağı ve uğruna “TC” ile sorunlar yaşayacak kadar açık ve ısrarla desteklediği Kürtlerin öngörülen ya da olası bir devleti, ABD’nin adeta “ittifaksız”-işbirlikçisiz kaldığı bölgede neredeyse tek “partneri” (“TC”yi elden gitmiş sayarsak tabi), tek çaresi ve kaçınılmaz yönelimidir. ABD’nin Güney Kürdistan’daki Kürt devletinin ilanında rol oynaması, buna önayak olması, destekleyerek yaşama geçirmesi ABD’nin emperyalist varlık gerekçesi kadar güçlü, vazgeçilmez ve zorunludur. Meselenin siyasi alt yapısı budur, siyasi sonucu da “bağımsız” bir Kürt devletinin tarih sahnesindeki varlığı ya da bölgede sınırların yeniden çizilmesi anlamına gelen bir Kürt devletinin kurulmasıdır. Dinamiği her bakımdan bulunup diri olan bölgedeki sorunlar, bölgedeki emperyalist dalaş ve gerici savaşlar, emperyalist egemenlik açısından değişen dünya şartlarında (çok bloklu ve çatışmalı şartlarda) yaşanmakta, cereyan etmektedirler. Bu şartlar yarı-sömürge ülke veya iktidarların bir bloktan öteki bloğa geçme, birinden ötekini tercih etme, birinin varlığını ötekine karşı şantaj unsuru olarak kullanma ve dolayısıyla da gerici iktidar çıkarları açısından pazarlıklar yapıp imtiyazlar talep etmesine, hatta dayatmasına da tanık olmaktadır. Erdoğan-AKP iktidarının Rusya emperyalizmine göz kırparak yanaşması, büyük anlaşmalar yapması, daha etkin ilişkiler geliştirmesi ve elbette ABD emperyalizmine karşı sesini yükseltmesi, itirazlarda bulunup taleplerde bulunması, imtiyazlarını arttırma eğilimiyle hareket etmesi, nihayetinde ilişkilerinde ciddi sorun ve krizler yaşayarak eksen kaymasını gündeme getiren zemine gelmesi işte bu realitenin de bir sonucudur. Öte taraftan aynı emperyalist denge ve emperyalist çatışmanın yarattığı boşluk veya bu

analiz haber 17 dengelerle gündeme gelen yeni emperyalist dünya şartlarında açığa çıkan boşluk, köleleştirilmiş, topraklarına egemen ve sahip olma, bağımsız devletlerine sahip olma veya kaderlerini tayin etme hakkı gasp edilerek ulusal iradelerine saygı gösterilmeyerek çiğnenip sömürgeci tahakküm ve köleci boyunduruk altında tutulan ulusların, gasp edilip tanınmayan ulusal haklarını yüksek sesle dillendirme ve bu boşluğu fırsata çevirerek bağımsız devletleri dahil, genel ulusal haklarına sahip olma-çıkma eğilimine yataklık yapmaktadır. Emperyalist blok ve güçler arası çatışma ve bu çatışmanın yarattığı mevcut dengeler durumunun yanı sıra, bunlar arasında süren gerici savaş ve çatışmalar da, ezilen tabi ulusların ya da iradeleri yok sayılıp toprakları pay edilerek devlet hakları gasp edilmiş olan “vatansız”-“statüsüz”köleleştirilmiş” ulusların belli ulusal haklar, ulusal statüler ve hatta ulusal devletlerine ulaşma açısından uygun fırsatlar sunmaktadır. Nitekim, Güney Kürdistan’daki “bağımsızlık” referandumu, Batı Kürdistan’da oluşan Kürt yönetim bölgesi esasta bu zeminde gündeme gelmiş-doğma fırsatı bulmuşlardır. Bu koşullar toplamında, bölgede sınırların yeniden çizileceğini soyutlamak mümkün. Bölgede odaklanıp keskin çatışma niteliğine bürünerek sıra dışı dinamizmiyle dünya savaşı tartışmalarını sıklıkla gündeme getiren emperyalist bloklar ve baş aktörler arası çatışmanın bir paylaşım savaşına denk gelen ya da bir biçimiyle örtülü bir “paylaşım savaşının” sürdüğü varsayılırsa, sınırların değişiminden bahsetmek de en az paylaşım savaşı sürecinin işlediği tezi kadar akla ve gerçeğe uygun olduğu söylenebilir. Hatta Güney Kürdistan referandumu ile aslında bu sürecin eşiğine gelinmiştir denilebilir. Yeni sınırların çizilmesi sıradan bir gelişme olmadığı gibi, bölgenin ilgili ülkelerini yakından etkileyen ve ilgilendiren özelliğe sahip bir süreç yaşanmaktadır. Ki, bu ilgili ülkeler gerici çıkar refleksleriyle azgın biçimde bir Kürt devletinin kurulmasına karşı çıkmakta, bunu bir savaş gerekçesi saymaktadırlar. İşgal ve saldırganlık

eğilimleri gündemde olup gelişmeler takip edilmekte, beklenmektedir. Bu zeminde gerici savaşların patlaması muhtemel ve mümkündür. Ama bu, gerici sınıfların gerici çıkarları ekseninde Kürt devletinin ilanı karşısında aldıkları gerici ve köhne bir tutumdur. Kürdistan Kürtlerindir. Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etme hakkı hiçbir izne ve hiçbir icazete tabi olmayan doğrudan kendisine ait olarak vardır ve bu hak hiçbir gerici bahane ve çıkara feda edilerek yok sayılıp engellenemez. Bu hakkı tanımamak gibi, bu hakka karşı çıkmak da ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı ilkesi karşısında gerici ve burjuvadır. Kürtlerin gasp edilmiş olan bağımsızlık hakkını kullanmalarına karşı gelişen ters orantılı her tepki gerici, ırkçı, şovendir.

Kürt ulusunun gasp edilmiş ulusal hakları doğrultusundaki ilerleyişi durdurulamaz! Yeri gelmişken, Katalanların da bağımsızlıklarını ilan etme ve kaderlerini belirleme hakkı temelinde ortaya koydukları iradenin meşru, demokratik ve kendilerine ait bir hak olduğunu söyleyelim. Bu hakkın kullanılmasına karşı alınan gerici tutumlar köhne olduğu kadar, ırkçı-şoven ve faşisttir. Bağımsızlık referandumu için sandık başına giden Katalonlar’a İspanyol hâkim sınıflarının azgın saldırıları ve polisiyle uyguladıkları şiddet ve işkenceyi kınıyor, Katalonlarla dayanışma duyguları ve irademizi paylaşıyoruz. Katalonya Katalonlarındır. İspanyol sömürgeciliği barbarca gasp ettiği gerici imtiyazlarını terk etmek, Katalonlar’a bağımsızlık dahil tüm haklarını tanımak durumundadır. Gerici hesap ve stratejilerle Katalonların kendi kaderini tayin etme hakkının önünde duran Avrupa ve diğer gerici, emperyalist ülkeler de aynı düzeyde köhne, gerici ve ikiyüzlüdür. Tıpkı Güney Kürdistan’da “bağımsız” Kürt devletinin ilanına karşı gösterilen gerici faşist reaksiyon, sömürgeci zihniyet ve saldırganlık gibi… Gerici saldırganlık ve baskılara karşı, yaşasın Katalonların ve Kürtlerin bağımsızlık iradesi! Yazının devamı 18. Sayfada


18 analiz “TC” devleti ve her klikten Türk hâkim sınıfları Güney Kürdistan’da gerçekleştirilen “bağımsızlık” referandumuna tekçi faşist koro düzeniyle karşı çıktılar. İran da esasta “TC” devleti ve hâkim sınıflarının gerici, tekçi, ırkçıfaşist egemen ulus şovenizminden beslenen kaygılarına paralel nitelikteki kaygılarla referanduma keskin biçimde karşı çıktı. Aynı keskinlikte karşı çıkan diğer devlet ise, Irak devleti ve mevcut hâkim sınıflarıydı. Ki, gerici ve haklı görülemez de olsa, karşı çıkışın en anlaşılır olanı Irak devletinin karşı çıkışıdır. Zira, kendi devlet sınırlarına zorla da olsa dahil edilmiş olan Kürdistan parçasının bağımsızlığını ilan etmesini, onun için mevcut sınırlarının değişmesi veya mevcut sınırları itibarıyla “toprak kaybetmesi” anlamına gelmektedir ki, Irak devleti ve hâkim sınıfları meseleyi böyle algılamaktadır. Bu realite içinde Irak’ın referanduma tepki göstermesi, burjuva gerici çıkarları açısından bir yere oturmaktadır. Fakat “TC” ile İran’ın bu denli keskin, tehditkâr ve saldırganca karşı çıkması (nedenleri malum olmakla birlikte) hiçbir açıdan anlaşılır ve burjuva çıkarlar açısından da olsa haklı bir nüve taşımaz. Karşı çıkışlarının yumuşak karınları olan Kürt parçaları üzerlerindeki tahakküm ve egemenlikleridir ve elbette bir Kürt devleti ilanı ile kendi devlet sınırları içindeki Kürdistan toprakları/parçalarında da bu eğilimin gündeme gelmesi, dolayısıyla toprak kaybedip devlet-toprak sınırlarının, imtiyaz ve egemenlik sınırlarının değişme korkusudur. Lakin korkunun ecele faydası yoktur. Kürt ulusunun gasp edilmiş ulusal hakları doğrultusundaki ilerleyişi durdurulamaz. Kürtler hakları olan ve gecikmiş olan devlet haklarına öyle ya da böyle ulaşacaktır. Referandum yapılıp doğru orantılı sonuç ve irade ortaya çıktıktan sonra, burada bir Kürt devletinin kurulması anlamına gelen “bağımsızlığın” ilan edilmesi gerçek anlamda sınırların değişmesi olacaktır. Bu bölgede ve özellikle de Irak ve Suriye’de sömürü payına sahip emperyalist ülkeleri de bencil-kapitalist çıkarları gereği rahatsız etmekte, bu anlamda “bağımsızlık” ilanına karşı çıkışlarına yol açmaktadır. Lakin bu tabloda ABD ile Rusya’nın tayin edici olduğu ve olacağı açıktır. Ki bölgede de ilgili ülkelerde de esasta söz sahibi olan bu ülkeler-emperyalist güçlerdir. Rusya ile ABD emperyalistlerinin Irak ve Suriye’de uzlaşma durumuna gelmiş olan gerçeklikleri Güney Kürdistan’da Kürt devletinin ilan edilmesini olanaklı kılmaktadır. Ki, Suriye’nin Batı Kürdistan parçası Kürtleriyle mevcut sürecin sonunda özerkliği konuşmaya hazır olduğunu açıklaması da bu gerçeklik ve tablodan bağımsız değildir. Kısacası, gerici karşı çıkışlara rağmen, egemen olan gericiliğin stratejik politikaları ve aralarındaki anlaşma ve dengelere bağlı olarak Güney Kürdistan’da bir Kürt devletinin kurulmasına (hemen şimdi olmasa da önümüzdeki belirli dönemde) olanak tanıdığı ve yol açacağı esas eğilimdir. Bunda Kürtlerin mücadeleleri de elbette önemli bir dinamiktir. Batı Kürdistan’da da en azından bir Kürt yönetiminin ilgili devletlerin kabulüyle resmi statüye kavuşarak gündeme geleceği, daha doğrusu gündemde olan Kürt yönetimi statüsünün oturarak devam edeceği aşikârdır. Bütün bölge devletlerinin yürüttüğü gerici münakaşa ve saldırganlıklara rağmen, küresel egemen gericiliğin stratejik çıkarlarına uygun olarak planlayıp öngördüğü siyasi dönüşümler Kürt devletiyle sınırların yeniden çizilmesine doğru gidişat engellenemeyecektir.

16-31 Ekim 2017

AFORİZMA

Halkın Günlüğü ≫ Derya İshak

EGEMEN CEPHENİN SOLDAKİ YAVERLERİ

G

üney Kürdistan’daki referandumdan sonra bölgede yaşanan gelişmeler sadece egemen güçler açısından değil, egemen ülkelerin sol hareketi açısından da önem teşkil ediyor. Bu süreç bir nevi turnusol görevi gördü. Normal süreçte “demokrat”, “komünist”, “devrimci” sıfatı kullanan kesimler, kendi ulus egemenlerinin baskısı altında olan uluslar söz konusu olduğu zaman kendi egemenlerinin gözüne girmekte yarışırlar. “Toprağın bütünlüğü”, “ülkenin birliği ve bütünlüğü”, “işçi sınıfı ve sendikaların birliği ve bütünlüğü” üzerine olmadık dereden su taşırlar. Bu konuda bakışları egemen devletin üniter, bütüncüllüğüne dayanır. Ve devlet gibi düşünürler. İlhak ve baskı altındaki ulusların hareketlerini “ayrılıkçı”, “milliyetçi”, “işçi sınıfının davasına zarar verici, parçalayıcı” olarak görürler. Bakış, egemen ulus egemen kesimlerinin argümanına dayanır. Ve egemen ulus devletinin perspektifinden görünür ezilen ulusun dünyası. Ezilen ulusun kaderi, özgürlüğü, birliği konuları dertleri değildir. Ezilen-sömürge ulusların halkı, işçi sınıfı, sendikaları ve bunların birliği umurlarında değildir. Bu ulusların da egemen ulus gibi bir dünyası olduğunu pas geçerler. Genel ve somut değerlendirmeleri hep egemen ulusun koşullarına göre biçimlenir. Ezilen ulusun koşullarını kendi değerlendirmelerinin merkezi yapmazlar hiçbir zaman. Neden ikili bir ilişki söz konusu iken hep egemen devletin penceresinden, tek yönlü olarak olaylara bir yaklaşım gösterilir? Neden iki farklı bileşen var ise bu iki farklı bileşenin genel yapısı göz önünde bulundurulmaz? Sol’a, İleri’ye, TKP’nin parçalarına veya ÖDP’ye bakalım. Referandum değerlendirmeleri egemen ulus statüsünün devamı üzerine kurulmuştur. Ya “zamanı değildir” ya da “ABD’nin bölgedeki planları” vurgulanan. Yıllardır bölgede yaşanan olayların sebebi emperyalistler, mevcut bölge devletleri ve sistemleridir. Bölgenin bugünkü müsebbibi ezilen Kürt ulusu ve Kürdistan halkları değildir. Tersine Kürdistan halkları bu durumun mağdurudurlar. Asırlardır bu cenderenin kurbanıdırlar. Bu durumdan kurtulma çabalarına bu ilgisizlik ve karşı duruş sosyal-şoven bir tavırdır. İran ve Irak egemen devletlerinin Güney Kürdistan’a yönelik başlattıkları savaş ve Kerkük başta olmak üzere birçok önemli kent de dahil Kürdistan’ın işgali ile oluşan yeni duruma bu hareketlerin bir kısmı nerdeyse alkış tutacak bir konum almıştır. İleri’nin haberlerinde, Irak’ın işgaline ilişkin “kontrolü sağladı” biçiminde, nerdeyse hoşgörü içeren bir dil kullanmıştır. Bölgede süren işgal, talan ve yağma savaşlarının niteliği emperyalist bir karakter taşımaktadır. Bu emperyalist yağma savaşlarının suç ortakları, meşru savunma yapanlar hariç bölge egemen devletleridir. Emperyalist savaşlar, paylaşım ve yeniden paylaşım savaşlarıdır. Ve bu savaşlar genellikle de ezilen, sömürge ve nispeten bağımlı ülkeler üzerinden yapılır. Ezilen ulus ve halklar bu savaşların ilk hedefi durumundadırlar. Savaşın asıl hedefi ve mağdur olan halklarla empati yerine kendi devletlerinin statüsünün yarattığı “ayrıcalıkları” kaybetme korkusuyla konuya yaklaşmak, egemen ulus devletlerine yaltaklanmaktır. Bu durum ezilen ulus halk kitlelerinin egemen ulus halklarına büyük bir güvensizlik duymalarının başlıca nedenidir. “Barzanistan’a da Tayyibistan’a da karşıyız” diyen Kemal Okuyan, iki eşitsizi eşitleyerek eşitsiz ve baskı altında olanın durumunu meşrulaştırarak, egemen ulus “Tayyibistan’ın” ayrıcalığından yana tavır koyuyor. Egemen ve ezilen iki ulus arasındaki ilişkide ezilen ulusun kendi kaderini şu veya bu şekilde tayin etmesine karşı çıkmak, egemen ulus ayrıcalığını

savunmak anlamına gelir. Bir ulusun ayrılığını, başka bir “kötüyle iş tutar” kaygısıyla karşı çıkmak şovenizmdir. Katolanya söz konusu olunca, “orası başkadır”a dönüşür. Bu düpedüz ikiyüzlülüktür; kendi egemen sınıflarından yana pozisyon almaktır. Kerkük ve belli bölgelerin işgali, egemen ulusların oluşturduğu ittifakın ve emperyalistlerin gözetiminde geliştirilen bir olaydır. Bölgede süren savaş emperyalistler ve bölge devletlerinin iç çelişmelerinden kaynaklıdır. Emperyalistler arası çelişki, bölge üzerinde somut bir savaş halini almıştır. Bu savaşın ister vekaleten ister emperyalist aktörlerin dehaletinde olsun aldığı biçim, bölgenin yeniden paylaşılması ve biçimlendirilmesine yöneliktir. Ulusların bu ortamdan yararlanarak kendi kaderlerini tayin etmesi anlaşılır bir durumdur. Dünya devletlerinin büyük bir kısmı bu çelişki ve savaş ortamında doğmuşlardır. Irak, Suriye vb. ülkeler de bunlara dahildir. ABD iş birliğinde Türkiye ve Irak devletleri bir savaşın içine itilmiş ve savaşın bir parçası durumuna getirilmiştir. Bu ülkeler pastadan ne koparacaklarının derdindeler. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda bu ülkelerle iş birliği içinde Kürdistan dört ayrı parçaya bölünerek, bu ülkelere pay edilmiştir. Adil olmayan bu durumun kurbanları durumunda olan Kürdistan halklarının bunun düzeltilmesi çabalarının için mücadele etmesinin meşru olması kadar doğal ne olabilir. “Biz burjuvaziye karşıyız”, dolayısıyla “Kürt burjuva Barzani’nin önderliğinde bir devletin oluşumuna da karşıyız” demek, Arap, Türk, Fars burjuvazisinin mevcut durumunu rasyonelleştirme politikasıdır. Doğrusu şöyle olmalıdır: “Biz bölge emekçilerinin enternasyonal birliği ve onların önderliğinde gönüllü sosyalist cumhuriyetler birliğinden yanayız.” Sosyalist bir cumhuriyet oluşmuyor diye ezilen halkların kendi kaderini tayin hakkına da karşı çıkmayız. Tersine uluslar, diller, inançlar arasında tam eşitlikten yanayız. Burjuva sınırlar içinde de olsa bu hak teslim edilmelidir. Bir ulusun diğer bir ulus üzerinde ne hakla olursa olsun ayrıcalık talep etmesi ve egemenlik statüsünü devam ettirmesi meşrulaştırılamaz. Bunu meşrulaştırmak emperyalist alçakça bir politikadır. Emperyalist savaş ve iş çelişkilerden mümkün olduğunca biz komünistler yararlanırız. Hem bir savaşı iç savaşa çevirme temelinde hem de bir ulusun kendi kaderini tayin hakkını kullanması babında. Kürdistan’ın köleliği bölge halklarının köleliğidir. Bu kölelik son bulmadıkça tüm egemen ulus ülkeleri, bu egemenlik “hak”larından yararlanarak kendi halkı üzerindeki despotizmini-faşizmini gizlemekte ve bunu şovenizm şalıyla örtmektedir. Hatta ilhak ve sömürgecilik faşizmindespotizmin başlıca temelidir. Ulusların şu veya bu biçimde kendi kaderini tayin etmesi, faşizmin temellerini zayıflatacaktır. Faşizmin ilhaktan beslendiği açık bir olgudur. Dolayısıyla egemen ülke halklarının kurtuluşunu ve soluk almasını da sağlayacak bir ortam yaratır ulusların özgürlüğü. Kürt ulusunun kendi içinde parçalı ve öznelerinin kavgalı, komünist hareketinin ise zayıf ve yok denecek bir düzeyde olması, birleşik sosyalist bir Kürdistan mücadelesini etkilemektedir. Barzani-Talabani gibi Kürt burjuvalarının önderliğinde bölge sorunu nispi bir çözüme kavuşabilir. Yarısömürge kapitalist bir Kürdistan’da ulusal sorunun ikinci plana itildiği, sınıfsal-toplumsal sorunların ön plana geçmesi muhtemeldir. Sonuç olarak Kürdistan’da işgale son verilmeli; yerinde yerel nüfusun belirlediği, dış müdahaleden bağımsız halkların kendisi geleceğini belirlemedir.


16-31 Ekim 2017

19

Halkın Günlüğü

Bir Sevda’dır Mercan

“Oturmuşsun tarihin en güzel yerine Asırların açlığını doyurmaktasın Ne mutlu sana partizan” Eskinin cüretli eleştirisinde bulunup günün devrimciliğini oradan da geleceğin devrimini amaç edinen bir gerçeklikten söz ediyorum. Eskinin devrimci eleştirisinden yeniyi damıtarak yaşamsallaştırmaktan en önemlisi de erkek egemen zihniyete, onun saflarındaki yansısına karşı bir kadının komutanlaşmasından, savaşmasından söz ediyorum. Sözün derinliğini eylemleştirerek SHS’yi Nisan’ımızı büyüten bir komünist kadından söz ediyorum

E

skinin cüretli eleştirisinde bulunup günün devrimciliğini oradan da geleceğin devrimini amaç edinen bir gerçeklikten söz ediyorum. Eskinin devrimci eleştirisinden yeniyi damıtarak yaşamsallaştırmaktan en önemlisi de erkek egemen zihniyete, onun saflarındaki yansısına karşı bir kadının komutanlaşmasından, savaşmasından söz ediyorum. Sözün derinliğini eylemleştirerek SHS’yi Nisan’ımızı büyüten bir komünist kadından söz ediyorum. “İnsanların bir tarihi vardır. Gerillaların ise başka tarihleri… Başka zaman tanımları vardır onların. Kentlerin devasa uğultusunu çığlıklarıyla yırtanların bambaşka bir tarihleri olur.” Geleceğin düşünü kuşanıp, yaşamı belirginleştirirler gerillalar. Tıpkı Sevda yoldaş gibi. Bunun içindir ki başka tarihleri vardır onların ve bundan öte bilgelik yoktur yaşamda. Kadınıninsanlığın kurtuluş kavgasını, kavganın siperlerini yön eyleyen, sözün derinliğini eyleme dönüştüren, bizzat savaş karargahlarında öncüleşen gerillalarımızdan, bilhassa da kadınlardan öte bilgelik henüz keşfedilmedi yeryüzünde. Sevda yoldaş savaşımını gülüşünde simgeleyebilecek kadar duru bir insandı. Bundandır ki o büyük kentin acılarına baskın gelirdi gülüşleri. Kavgayı serpiştirdiği sokaklara sığmazdı umut yüklü bakışları. Ve bilen bilir, bilmeyen de artık öğrendi; o büyük kentin bağrında köm sıcaklığıydı. Böylece taşıdı kavgasını, kavgamızı doruklara. Kavgayı direnişlerinde demleyip, somutlaşıp,

somutlaştıran Sevda yoldaşlarımız, bize birçok şey gibi; kavganın yalnızca engebeli bir yol olmadığını, kavganın kendisinin esasta engebelerle çatışma, onları aşma mücadelesi olduğunu gösterdiler. Engebeleri yalnızca tanımlama ile onları aşma mücadelesi arasındaki kati farkı anlatırlar. Kavganın engebelerini kendine engel olarak görüp mücadeleden kopuşlarını kılıflandırmak isteyenlerimizin tam olarak sınıfsal, ideolojik, pratik olmanın ne anlama geldiğini gösterdiler. Bunun için de Sevdalarımız sınıf savaşımızda yalnızca sınıf düşmanlarımız anti-tezi değildirler. Aynı zamanda onurlu kavgamızda, onurlu ölümü bilince çıkarmayarak, teslimiyeti onurlu bir ölümden yeğ tutanlarımızın da anti-tezidirler. MLM önünde statükoculuklarıyla bent örenlerin bu gerçekliklerini görmek istemeyip bir burjuvazi yöntemi olan belli argümanlara sarılmak usulüyle yüksek perdeden (fevkalade detone oldukların da farkında değiller!) çalıp algı yaratmayı var olmanın ön şartı olarak görenlerin böylece prestij elde etmeye çalışanların antitezidir Sevdalarımız… “Kaypakkaya güzerhahı”nı yalnızca bir argümana dönüştüren, bu sayede bulundukları konumda “teselli” bulanların, Kaypakkaya yoldaşın devrimci öğretisinin özün iğdiş edip, onun derinliğini yadsıyarak, onu kabalaştıranların anti-tezidir Sevdalarımız… Kaypakkaya güzergâhından saptığımızı, sübjektivizmlerine saplanıp kalarak iddia edenlerin, “Kaypakkaya güzergahı”nı vitrinde süs haline getiren tutucuların, kendinden menkul

Ortodoksluklarıyla, MLM’nin politik, ideolojik, felsefi tanımlamalarının bağlamından koparak onları dolgu malzemesi olarak kullananların antitezidir Sevdalarımız… Çeşitli politik kavramların gölgesine sığınarak tarihi inşa edebileceklerini sananların ve adeta “kutsal metin” gardiyanlığı yapmayı kendine vazife bilenlerin anti-tezidir Sevdalarımız… Devrimci-komünist geleneğiyle gelenekselciliği ayırt edemeyenlerin, ezoterik olmakta dahil sıkıntı yaşayan dogmatizmlerini konsolide etme uğraşında olanların anti-tezidir Sevdalarımız… Eskinin cüretli eleştirisinde bulunup günün devrimciliğini oradan da geleceğin devrimini amaç edinen bir gerçeklikten söz ediyorum. Eskinin devrimci eleştirisinden yeniyi damıtarak yaşamsallaştırmaktan en önemlisi de erkek egemen zihniyete, onun saflarındaki yansısına karşı bir kadının komutanlaşmasından, savaşmasından söz ediyorum. Sözün derinliğini eylemleştirerek SHS’yi Nisan’ımızı büyüten bir komünist kadından söz ediyorum. Erkek egemen zihniyet tarafından verilmiş rollerin oluşturulmuş formların aşılması; işte Sevda yoldaşın amentüsü… Mercanlar’dan bize kalan Sevda uğruna, Ulrike Meınhof’un da dediği gibi “Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim” Tarihi, gülüşleriyle, kavgalarıyla yazanlara özlemle, selamla, Sevda’yla… Bir tutsak partizan


20 kültür-sanat

16-31 Ekim 2017

Halkın Günlüğü

Kürtlerin Aşk, Ateş Ve Çığlığı:

Dılo Mehmet Uzun O artık Mehmet Uzun’dan Dılo Mehmed Uzun’a yürüyüşte, yani yürek insanı, aşk insanı olmak için adımlarını hızlandırdı. Bugünlerini de, “evimde gece sabahlara kadar oturuyor düşünüyor ve yanlızlaşıyordum. Kar altındaki ağaçların beyaz gelinlik giyercesine süslenmiş halleriyle oyalanırdım. Bir kelimenin karşılığını bulamaz, saatlerce kendimle uğraşır en sonunda telefonla hep sığındığım, var olduğum Diyarbakır’ı arar dostlarımdan öğrenirdim” diye anlatıyordu 11 Ekim 2007 tarihinde yaşamını yitiren Kürt edebiyatının usta isimlerinden Mehmet Uzun’u ölümünün 10.Yılında saygıyla anıyoruz.

M.

Oruçoğlu, 70’lı yılların başında Siverek’te faaliyet yürütürken yörede saflara ilk katılan ve en ileri kadrolardan birsinin de Mehmet Uzun olduğunu anlatmıştı. Hareketin Vartinik baskınıyla ağır kayıplara uğradığı yıl içinde Diyarbakır’daki tutuklananlar arasında Mehmet Uzun da vardır. İçerdeki yıllarını anlatırken; “koğuşta kaçakçı yaşlı bir Kürt vardı. Koluna yazdığı Kürtçe yazı henüz görülmediğinden içerideki en büyük telaşesi ne yapıp edip bu yazıyı yok etmekti. Çaresini bulmuştu. Jiletle olduğu gibi derisini kazıyarak kanlarla birlikte derisinden, yazıyı çıkardı. Ürpererek seyrettim. Acının, korkunun derinliklerine inmeye başladım. Kacakçı, kelle koltukta, mayınlı dağlarda can havliyle ekmek uğruna ölümlere gidip gelen bu insan korkmuyordu. Oysa şimdi esir düşmüş bu yoksulun en büyük korku kaynağı kendisinin ana diliydi” diyordu. Koğuşta çaylı, voltalı sohbetlerin birisinde Musa Anter “bak görüyorsun Kürdün halini. Senin Kürtçen de iyi, bu dilin yaşaması için Kürtçe yazmaya çalış” demiş Mehmed Uzun’a. Belki de onun zihnindeki ilk ateşi Musa Anter yakmıştı. Dışarı çıktığında Kürtlerin çığlığının peşine düştü. Takipler, kovalamacalar ve sonu belirsiz karanlıklar sonucu da artık sürgün yollarındaydı. Birçok Kürt aydının sığınacağı liman haline gelen İsveç onun da yeni evi oldu. Bol hatıralı, sigara dumanın buğusu altındaki mülteci sohbetleri onun içinde biriktirdiği kıvılcımları habire tetikliyor, onu yazmaya teşvik ediyordu. Kendini tekrar eden ve gittikçe bitmeye doğru yol alan bu mülteci yaşamını anlamlı kılmanın başkaca da yolu gözükmüyordu zaten. Kürtçe roman yazacağım dediğinde ise en yakınları bile onla alay etmiş, ukalalıkla suçlamış, deyim yerindeyse tecrit bile etmişlerdi. O artık Mehmet Uzun’dan Dılo Mehmed Uzun’a yürüyüşte, yani yürek insanı, aşk insanı olmak için adımlarını hızlandırdı. Bugünlerini de, “evimde gece sabahlara kadar oturuyor düşünüyor ve yanlızlaşıyordum. Kar altındaki ağaçların beyaz gelinlik giyercesine süslenmiş halleriyle oyalanırdım. Bir kelimenin karşılığını bulamaz, saatlerce kendimle uğraşır en sonunda telefonla hep sığındığım, var olduğum Diyarbakır’ı arar dostlarımdan öğrenirdim” diye anlatıyordu. İlk kitabı Tu(Sen)’nun Kürtçesi başarısız olur. Onu tecrit eden, yalnızlaştıran dostları alaya alır, yardımdan, destekten ziyade adeta yarenlik konusu ederler. Uzun boylu, zarif bu insan bir yandan çok yaralansa da attığı adımın arkasını getirecek tutkuya da sahiptir. Melaye Ceziri, Feqiye Teyran, Ehmede Xani’den aldığı esinle klasik Kürt edebiyatının pencerelerinden modern Kürt edebiyatının pencerelerini aralamaya başlar. İşi zordur. İğneyle kuyu kazacak, derinlerdeki, üzerine ölü toprağı serpilmiş bir dilin edebi derinlikerine inme cüretini göstermesi gerekiyordu. Bugüne kadar yapılmamış bir işin başlangıcına girişmek elbet zordu. Bir dahaki başarısızlık bu narin, mazbut insanı romanlarındaki sinik, susmuş insanlar gibi belki de onu bir inzivaya gönderecekti. Mehmed, bir başka deyimle Dılo Mehmet Uzun kendisi gibi mağlupları, yenilmişleri, sürgün yollarına düşmüşleri konu alan romanları ardı ardına yazmaya başladı. Tarihler farklı, kaderler aynı. Okuyucu afallar aynı şeyleri okur gibi düşünür, farklılık arzusundan Dılo Mehmed’i suçlarlar. Oysaki Kürt’’ün tarihteki ortak kaderi buydu. Onu başlangıçta hafife alanlar bu kez de, gariptir ama, alkışlamaya başlarlar Dicle’nin Yakarışı’nda, Cizre Botan’da Mir Bedirxan önderliğinde büyük bir Kürt dirilişiyle karşı karşıyasınız. Cizre

kalesinin karşısında, ünlü şair Melaye Ceziri’nin de eğitim gördüğü, eğitmenlik yaptığı, ve hatta Melaye Ceziri’ye öğrencilik yapmış olan şiir ve divanıyla tanınan, esasında bir halk dengbeji olan Feqiye Teyran da burada okumuştu. Yaygın bir söylentiye göre, Mem Alan Destanı’nı manzum bir esere dönüştürüp ondan Mem u Zin adında bir şaheser yaratan, kitapları özellikle Nabara Bickan (çocukların yeni baharı) çocuklar için ders kitabı olarak okutulan ünlü şair Ehmede Xani de burada okumuştu. Kürt Rönesansının diyarı Medrasa Sor’da (Kızıl Medrese) onlarca Kürt genci Kürt divanı ve edebiyatı, musikisiyle ilgilenmekte, eğitimcileriyle birlikte orada yatıp kalkmaktadırlar. Medrasa Sor’a yakın yerde, Mir Bedirxan’ın kasrında belirli aralıklarla geceleri eğelenceli şölenler düzenlenirdi. Sesleri birbirinden güzel dengbejler stranlar, klamlar söyleyerek eğlencelere renk katardı. Yeşil dağların eteklerinde, koyun sağmakla meşgul renkli fistanlı Berivan kızlar, çobanlar, Ermeni zanaatkar ve Asuri halk ve coğrafyanın değişik renkleri adeta belirli aralıklarla düzenlenen bu dengbej gecelerini iple çekiyordu. Bunlardan biri de var ki adı sanı bilinmeyen yoksul bir kömde sidikli bacısı Gülizar’la birlikte kalan, çobanlık yapıp koyun sağan, Berivan kızlara biliğini gösteren Yezidi Bıro veya Kör Bıro veya Bıro Drej, Dengbej Uzun Bıro vardır. Kör Bıro babası alim olup Mir Bedirxan’in danışmanı olan Mam Seyfo beyin oğlu, Ermeni Mıgırdıç yani Mıgo ile arkadaştır.Yoksulu ve zenginiyle adeta iç içedir Cizire. Bıro, Mıgo’suz yapamaz, Mıgo da Bıro’suz. Cizre, Botan dağlarında sesi yankılanan Dengbej Bıro’u yu dinleyen alim Mam Seyfo onu Mir Bedirxan’ın kasrındaki dengbejler divanına götürür. Kadınların renkli giysiler ve süslü kofiklerle geldiği bu şölene erkekler de Selü sepik’lerini giyerek gelmişler, her defasında olduğu gibi adeta bir bayram yerindeydiler. Sırasıyla türkülerini söyleyen dengbejlerin ardından Kör Bıro’nun sesini diğer dengbejler kıskançlıkla dinlerken Mir Bedirxan da onun yanık sesini dinleyerek, uzun burunlu, bu kör adamı Medrasa Sor’a alın der. Bıro için yeni bir hayat başlamıştır. Geçimi garanti altına alınmıştı. Fakat o yeni arayışların peşindedir. Bundan sonra Mam Seyfo’nun sarayı andıran evine elini kolunu sallayarak girecek, orada yemeklerini yiyecek, Migo’nun kız kardeşine rahatlıkla bakacaktı. Aşık değildi ama olsun, Bıro için ciddi bir değişiklikti bu. En büyük değişiklik ise Mam Seyfo’nun ünlü kütüphanesini görmesi idi. Kürt tarihi, Ermeni tarihi ve bilinmez daha nice gizli şeyler vardı burada. Mam Seyfo habire okuyup Mir Bedirxan’la ciddi tartışmalara girişerek geleceğin projeleri üzerine tartışmalar yürütürken, kitaplara dalan Bıro’yu cezbeden ise Güney Kürdistan’dır. Dicle’nin karşı yakası, az öteler, onların başka öte yeri, parçalanmış coğrafyanın bir başka yangın yeri, ama oraya nasıl gidilecekti. Uzun uzadıya süren tartışmalardan sonra Dengbej Bıro arkadaşı Migo ile birlikte özlemini çektikleri yeri Mam Seyfo’ya açıklar. Ucu ölümle bitebilecek bu yolculuk için Mam Seyfo’nun araştırma, öğrenme merakıyla dolu bu iki gence diyecek hiçbir şeyi yoktu. Gidin, görün dedi. Migo, Bıro ve köpeği Garzan ile birlikte bir salla Dicle üzerinde yola çıktılar. Orası gizem doluydu. Güneşe tapan Yezidiler, başka bir çok inanç yan yana idi. Dicle’nin azgın sularında Migo ve Bıro’nun savrulup yok olma tehlikelerini bir kenara bırakalım. Güney Kürdistan’da görünen manzara, ateşi ve güneşi kutsayan Kürtler, diğer Kürtlerin zulüm ve saldırılarıyla karşı karşıyadır. Ateşin ve güneşin diliyle yanıp tutuşan Yezidi Kürtleri diğer Kürtler dağlara sıkıştırıp ölümlerden ölüm beğendirirken, Kuzeydeki Kürtler de hiç farksız değillerdi. Dılo Mehmed Uzun; ihanetin, dağılmanın, kırılmanın pencerelerini aralayarak Kürtlere birşeyler gösteriyordu. Sesi dağlarda yankılanan Bıro adeta Feqi Teyran gibi kendisini gösterir. Botan’nın bir kesmine, Osmanlı’nın kışkırtması ve Hıristiyanlık düşmanlığıyla yürüyen Kürtler, Yezidileri yerle bir ederek kendi halkının kadim bir parçasını kılıçtan geçirip büyük bir “zafer”le geri

dönerken, Bıro dağın eteğinde Yezidi Ester’i, yani Ster’i, bir diğer adıyla yaralı Yıldız’ı buldu. Evinde sakladı, yaralarını sardı, aşık oldu. Ama Kürt beyleri Ester’i Bıro’nun evinde buldular. Tecavüz edilmiş, hançerlenmiş, sesini yitirmiş bu kadın, köle tacirlerine verilirken ünü Kürdistan’ın diğer parçalarına da yayılan Dengbej Bıro da ünlü Cizre zindanına tıkıldı. Kürd’ün ulu çığlığının zindana tıkılmasına ne Mir Bedirxan ne hanımı Ruşen hanım ne de Yezdinser razı değildi. Ne ki Kürdün katı töreleri bunu emrediyordu. Kürdün çığlığı zindandan yükselirken aşkı ise göç yollarında köle tacirlerinin elindedir.

Aşk, ışık, ateş, ihanet, ses ve ihtiras kendini aramaya başladı ‘’İran ile anlaşan Osmanlı gittikçe büyüyerek, gelişen Kürt’leri bir an önce telef edip kırma planlarını devreye sokmuştu. Geleceğini gören Mir Bedirxan, Baban, Soran, Bahdinan, Hakkari, Muks, Bitlis, Sikak mirleri ile Mardin, Nusaybin, Rasileyen, Urfa, Antep, Antakya, Kürt Dağı, Halep, Diyarbakır, Siverek, Adıyaman, Malatya, Harput, Dersim, Van ve Serhat bey, seyit, şeyh, ağa ve ileri gelenlerini kendi kasrında toplayıp durumu muhakeme etmişti. Fakat gelen haberler arasında Osmanlılar Yezdinser’i Musul’a çağırıp gizlice anlaşma yapmışlardı. Anlaşmaya göre Yezdinser, Cizra Botan Mir’i, yani Yezdinser, Cizire Botan’a hükümdar olacaktı.” Uzun boylu, yakışıklı, sözünün eri “yiğit” Yezidinser, Mir Bedirxan’in öz yeğeni, Osmanlının kaltak ordusuyla anlaşıp amcası Mir Bedirxan’ı satmıştı. Zindandan azad edilen Dengbej Bıro’nun çığlığı ‘hawar lo hawar’ diyerek yükseliyordu. Savaş bulutları Kürtlerin kaderi olarak gökyüzünü, Dicle’nin yaslı akan sularını gölgeliyordu. “Baltanın sapı ağaç olmazsa ormana zeval olmaz” dedi Mam Seyfo fakat yapılacak birşey de kalmamıştı. İran’la anlaşan Osmanlı, bu iki devletin yeğenle başlayan ihanetiyle Cizre-Botan artık işgal altındaydı. Cizre kalesi kuşatıldı. Asuri, Ermeni ve diğer azınlıkların sesi duyulmaz bir vahşetin içine gömülüyordu. Gariptir önce kilise çanları sustu, sonra minare de anlamını yitirdi. Cizire-Botan artık ihanetin ve devşirmenin yatağıdır. Yükselen sis ve kalenin burçlarına yerleştirelen bombalarla bitik düşen direnişçiler, uzun bekleyiş sonrası Mir Bedirxan mağlup, ezilmiş ve yenik olarak teslim oldu. Yükselen dumanla, yenilginin derinliği Medrasa Sor ve Mir Bedirxanın kasrı Bırça Bellek’in burçlarından dahi hissediliyordu. Kaniya Sipi (kutsal beyaz çesme)nin etrafı gelinlik kızların değil esirlerin yurdu haline geldi. Ardısra mağlupluğun, yenilmişliğin sesi konuşmaya başladı. Bu, sürgünün sesiydi. Karanlık bir yüzyılda başlayan, ölüm-kalım arasında gidip gelen ipincecik bir ses Kürd’ün yanık şarkılarına konuk oldu. Yezdinser mir olmuştu. Mir Bedirxan ise ihanete uğramış, yenilmiş, hançerlenmiş, harelenmiş, kendi yeğeninin işbirliği yaptığı Osmanlı ordusunun esareti altında sonu belirsiz bir gidişle, onuru kırık bir halde sürgüne çıkarılmıştı. Mağlupları Dılo Mehmet Uzun yollara çıkardı Yolun başlangıcı, acı ve çığlıktı. Üşüyen sürgünler gibi… Bir kez de olsa çiçek toprağından kopmuştu ve o hiçbir yerde artık özgür olamayacaktı. Mir Bedirxan, Mam Seyfo ve etrafındaki Kürt beyleri, İstanbul zindanına tıkıldıklarında gördükleri manzara şaşırtıcıydı. Zindan; Bulgar, Slav, Mekadon,Türkmen vb ile dolu idi. Yanlız Kürt’e düşman olduğu zannedilen Osmanlı oysa “at binenin kılıç kuşananındır’’ diyerek talan, ganimet, yağmalama ve çapul peşindeyken kendinden olmayan herkesi kılıçtan geçiriyor, artakalanları da zindana tıkıyordu. Cizire Botan’dan gelen Mir Bedirxan ve yanındakiler


16-31 Ekim 2017

kültür-sanat 21

Halkın Günlüğü

şaşırdılar. Afallamaları boşunaydı. Bu devletin kuruluş ve varoluş sebebi zaten buydu. Güneşin doğuşuyla Mir Bedirxan, Mam Seyfo ve diğer esir Kürtler, Girit’e gönderilmek üzere gemiye bindirildiler. Gemi Girit limanına yanaştığında Mam Seyfo ile birlikte dört kişi akdenizin ılık sularına atılıp boğdurulmuştu bile.

Mağlubiyet, yenilmişlik birkez başlayınca arkası da sökün vererek geliyordu Mir Bedirxan ve eşi Ruşen hanım küçük bir saraya, Mıgo ile Dengbej Bıro ise kendilerine tahsis edilen küçük evlere yerleştiler. Fırınlarda, inşaatlarda çalışan Mıgo ve Bıro hergün yan yana olsalar da yürekleri, gönülleri hep Dicle’nin yakarışındadır. Neşeli sohbetlerin yerini sesini yitirmiş gurbetin sessizliğiyle dolu sohbetler almıştı. Çekilmez fukaralığa bir de sürgünlük eklenince Ermeni Mıgo iyice içine kapanır. Bıro’nun yanık türkülerini dinleyen Mıgo artık hep göz yaşlarıyla konuşur. Güneş ateş topu halinde Girit dağlarını ısıtmaya başladığında Mıgo da dayanılmaz hasrete yenik düşerek yatağında taş kesilmişti. Akdeniz’in ılık sularında balıklara yem olan Mam Seyfo ve oglu Mıgo’yu geride bırakan Mir Bedirxan, Dengbej Bıro ve etrafındakiler, yeni bir yasayla Suriye’ye gönderilmek üzere yola çıktılar. Yenilmiş Yezidiler, Asuriler ve sürgüne gönderilen Kürtler, şimdi, kendi yurtlarının öteki parçası bir başka Kürdistan’daydılar. Dılo Mehmed Uzun bir bakıma dökümanter bir romanı kendi ruhsal imbiğinden geçirip hüznü, acıyı ve aşkın çığlığını, özgürlük çığlığı haline getirerek okuyucuyu bir tarihle de yüzleştiriyor. Kaç yüz yıllık Kürt tarihi ile karşı karşıyasınız. Yenilmiş, mağlup edilmiş bir tarihle. Suriye onlar için biraz daha iyi gelse de bir defa yenilmişlerdi. Bu yenilmişlikte sürgün bir dert, bir illet gibi onların yakasını bırakmıyordu. Mir Bedirxan iyice aklaşmış saçlarıyla bazen Kör Bıro’nun yanık türkülerini dinleyerek bazen de kendisinin üzerine yürüyüp katlettiği Yezidi Kürtleri ve diğer mağlupları dinleyerek kendi inzivasında iyice yanlızlaşmaya başladı. Haberler arka arkaya kötü gelir Cizire Botan’dan. Osmanlı yeni bir oyunla Yezdinser’i de alaşağı ederek onu da Suriye yollarına, Dicle’nin karşı yakasına sürgüne gönderdi. İktidar ve hırs için amcasını hançerleyen bu yakışıklı genç de arkadan hançerlenerek ihanetin ihanetini yaşayarak amcası Mir Bedirxan’ın yanına gelmişti. Ne Mir Bedirxan, ne Ruşen hanım ne de Bıro onu görmeye gitmediler. Onun yalnızlığı, hırsı, kendi ihanetiyle başbaşa kalırken, Mir Bedirxan’ın yüreği artık bunca ihanete dayanamadı. Şafağın kızıllığında yüzlerini güneşe dönüp dua eden Yezidi Kürtlerinin ilk duyduğu Mir Bedirxan’ın yüreğinin durduğuydu. Kör Bıro, diğer adıyla Drej Bıro’nun sesi Dicle’nin öte yakasına, ihanete uğramış yakasına ulaşacak şekilde yankılanırken ‘lo hawar hawar’ diyerek yükselen sesiyle Mir Bedirxan da son yolculuğuna uğurlanırken, parçalı bütün Kürt coğrafyası yeni bir acının sesini, yanlızlaşmanın sesini, sessizliğin sesini çığlıklaştırarak bütün Kürt coğrafyasına yayıyordu. Yezdinser, sırtından hançerlediği amcasının son yolculuğunda yoktur. Kapı komşusu olsa da… Dılo Mehmed Uzun, hançerini arkada saklayan Kürt’ün ihanet

tarihiyle okuyucuyu iyice tanıştırır. Okudukça ürperiyorsunuz, tüyleriniz diken diken oluyor. Ve artık hiç olmasın derken, ihanete uğramış, tecavüze uğramış Ester, diğer adıyla Ster de sessizleşerek yaşama veda eder. Romanı kapattığınızda düşünmeye başlarsınız. Ürpererek, biraz cinlenerek, bir hayli Kürtlere kızarak. Dılo Mehmed Uzun, mağlubiyetin diğer romanlarına konuk ediyor sizi. Bu kez kaşınızda cumhuriyet dönemi ve Ağrı dağı isyanıdır. Yurt dışında eğitim görmüş ince, zarif, entelektüel, saçlarına kır düşmüş Memduh Selim beyin sürgün gittiği Antakya’daki mazbut yaşantısına eklenen genç Feriha hanımın aşkıdır. Bu mütevazi yaşamın aşkı dillere destan yaşanırken Memduh Selim bey içinden kopup geldiği Kürdistan’nın acısını, ahını da kendisiyle birlikte Antakya’ya kadar getirmiştir. Ateş topu haline gelmiş Kürdistan artık onu çağırıyordu. Başı dumanlı Ararat, destanların, efsanelerin güzelleştirdiği dağ Ağrı.. Yani Kuhi Nuh, Farsça Nuh Dağı yani. Masis, Ermenice. Yani Cebel el Haris, Arapça. Ağrı insanlık tarihinin en eski gemisinin mekanı, ve bu kez yüreği aşkla dolu Memduh Selim beyi bağrına konuk etmişti. Zirvesi karlı, teği yemyeşil, çağlayanların, kuş cennetinin ve isyanın coşkusunun içinde karşılanan Memduh Selim bey, isyanın başına geçti. Bu kaçıncı isyan, bu kaçıncı çığlıktı. Çok geçmedi. Gökyüzünü dolduran savaş uçakları, sayıları yüzbinlere varan ordu birlikleri başı dumanlı Ararat’ı ateşe vermeye baslamıştı. Ararat’ın eteğinden yükselen duman, zirvesine kadar ulaşmış çığlığa dönüşerek göğün sidre makamına erişmişti. Ölü gözleriyle bu vahşeti izleyen çocuklar, hançerlenen kadınlar, üst üste yığılmış cesetlerden çıkan ses Kürt’ün ölü sessizliğini arıyordu. Yenilgi, mağlubiyet, boynu büküklük yine onların kaderiydi. Kıyamet kopmuş, yer inliyor, dağ bağırıyordu. Börtü böcek yuvalarına kaçıyor. Her yere savaşanların ve ölümün sesi egemen olmasına rağmen ordu komutanı Salih Paşa habire yeni güç isteyerek katliamın boyutunu büyütmeye çabalıyordu. Geride parçalanmış, gözleri çıkarılmış kafalar, karınları delinmiş bağırsakları dışarıda ölüler, ölüler, ölüler, sayıklayan yaralılar, bebek çığlıkları, ölüm ve ölümün soğuk yüzü adeta Ağrı’nın yüzü olmuştu. Salih Paşa, İhsan Nuri Paşa’nın emirleriyle üç yüzün üzerinde köy ateşe verdi. Onbinin üzerinde mazlum Kürt katledildi. Evlerini, yurtlarını, canlarının bir parçası haline gelmiş hayvanlarını, dahası ezan sesi yerine teslim ol çağrıları yapılan minarelerini geride bırakanlar, İçanadolu’ya doğru göç yollarına düştüler. Katliamı gözü kör sağır dünya izliyordu izlemesine de, gıkı çıkmıyordu. Katliamın acı haberi Antakya’ya da ulaştı. Yüreği yanan Feriha hanım Memduh Selim beyin de katledildiği haberini almıştı.Yas, matem ve yenilmiş aşkın sessizliğiyle ailesi tarafından zengin birisiyle evlendirilerek Suriye yollarına düşürüldü Feriha hanım. Aylar sonra Antakya’ya ulaşan Memduh Selim beyi bekleyen yıkımdı. Ağrının zirvesindeki kanla yüreği yarılmış, aşk acısını çekerken bu kez Türkiye’ye devredilen Antakya’dan da sürgün yollarına çıkarak Suriye’ye yerleşti. Dılo Mehmed Uzun “Yitik Bir Aşkın Gölgesinde” Mir Bedirxan ile Memduh Selim beyin acılarını kendi mütevazi lirik diliyle ustaca birleştirmiş. Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık’ta ise bir başka acıya açılıyor pencereniz. Bombarduman edilip yakılan köyde kalan çığlıklar içindeki bir tek çocuktur. Onu yanına alan bir kelle avcısı,

onu kendisi gibi subay okullarında yetiştirir. Ve o artık yeniden isyan halindeki Kürtlerin üzerine sürülür. Kürt ulusal direnişine karşı ilk kelle avcılarını örgütleyen, halkı sindiren, köyleri basan bu gencin adı Baz(Şahin)dır. Bir rivayete göre de bu Cem Ersever’in hikayesidir. Gerillaların konakladığı yer diye bastığı evlerde sivil halkı öldürür. Asıl tüyler ürperten ise, Baz’ın gittikçe fuhuş, alkol ve cinlenerek geçirdigi günleridir. Romanın detaylarında Vietnamlaşmış Kürdistan’daki askerlerin, özel savaş birliklerinin bilinçaltında oluşan cinlenemeyi ustaca okuyucunun derinliklerine taşımış olmasıdır Dılo Mehmed Uzun’un. Bir gurup gerillayla girdikleri çatışma sonucu bir kadın gerillayı esir alır Baz. Esir alınan kadın gerilla da Kevok’dur(Güvercin). Baz’la Kevok’u yakınlaştıran ise ortak ihanetin, kırım ve kanın ortaklığından başka birşey de yoktur. Devşirilip katilleştiğini fark eden alkolik, cinli ve savaş çılgını Baz’la Kevok artık kanlarında “asil” kan taşıyan devlete yük gibiler. Kanı “temizleme” günü gelmiştir. Başkentin arka arazilerine getirilen Baz ve Kevok’u gülerek karşılayan kendi arkadaşları, enselerine kurşunları sıktıkça gülerler, güldükçe çılgınlaşırlar. İhanet, kan ve çapsızlığın varacağı yerlerdir buralar. Dilini, tarihini inkar ettiği bir halka karşı sürdürdüğü kirli savaşın arka bahçeleridir buralar. Dılo Mehmed Uzun ihaneti, mağlubiyeti kendini sürgün ettiği İsveç’te yıllarca yazdı. Üzerine ölü toprağı serpilmiş bir dili iğneyle kuyu kazarak, o dilden modern bir Kürt edebiyatını da yarattı. Gariptir, bu dil dünyanın evrensel boyutlarını zorladı. Böyle bir dilin olmadığını söyleyip duran inkarcıların dillerini gırtlakarının içine kaçırırcasına yazdı hem de. Bunun bedellerini ödemekte de gecikmede. Sürgünler yetmiyormuşcasına bu kez de mahkeme koridorlarında Türklüğü aşağıladığı vb suçlamalardan ötürü, saçma sapan bir şekilde defalarca yargılandı. Belki de o ölümcül rahatsızlığın onu yakalaması da bundandır. Barış, halkların kardeşliği diyerek kafasını musalla taşına koydu. Tarihi kapıları ve surlarıyla ünlü dinlerin, mezheplerin kucaklaştığı ve kendisinin de en çok sevdiği Diyarbakır’dan son yolculuğuna çıkarken Mir Bedirxan, Mam Seyfo, Dengbej Bıro ve Memduh Selim beye götüreceği hiç iyi haberler yoktu. Skorpy helikopterler, savaş uçakları Kürt dağlarını bombalıyor, Kurdistan’ın iki yakası işgal altında, binlerce özel yetiştirilmiş, yetiştirilmemiş işgalci orduları seyreden çocukların acılarını götürecek onlara. Dicle’nin daha çok yakararak aktığını anlatacak. Ölü çocukların sessiz çığlıklarını, dağdaki gerillalara karşı askere gönderilip öldürülen Kürt gençlerinin ve diğerlerinin ahının nasıl malzeme yapıldığını anlatacak… Feqi Teyran’nın ağıtlarını aldı yanına Dılo Mehmed Uzun, Meleke Tawusla, çok sevdiği dengbejlerle yürüdü son kez Mardin kapıdan. Tarihi kapılarını sevdiği Diyarbakır’dan giderken düşünüyordu, güneşe ve ateşe bakarak. Bu devletin köhnemiş zihniyetlerine hiçbir şey anlatamadı. Fakat onlara analatacağı hüznü yıllarca yazdıklarıyla bize anlattı. Kürtlerin, aşk, ateş ve çığlığı Dılo Mehmed Uzun; toprağın bol, rüyaların daha derin olsun… Cihan Erdoğan Makale daha önce çeşitli haber ve edebiyat sayfalarında yayınlanmıştır

≫ Muzaffer Oruçoğlu

ANTAGONİZMA GERİYE DÖNÜŞ MÜMKÜN DEĞİL

I

Kürt ulusu, referandumu iptal edip geriye dönüş yapan bir yönetimi başında tutmaz. Böylesine bir tavrı zaten dünyanın aydınlanmış, ileri güçleri de kabul etmezler.

rak ordusunun ilerleyişi karşısında Peşmerge bazı mevzilerini terk ederek geri çekiliyor ve bazı Peşmerge komutanları niçin çekildiklerini bilmiyor. Emir bir yerlerden geliyor. ABD, Petrol yataklarının selameti açısından Kerkük’te bir çatışmadan yana değil. ABD, Kürtlere baskı yapıyor, petrol yataklarının ve havaalanının Irak devletine bırakılması karşılığında, Kerkük savaşının sonlandırılmasını istiyor. Gelgelelim ki her şey ABD’nin isteklerine göre şekillenmiyor. Irak devleti, Kerkük ve Musul başta olmak üzere geniş alanların sahibi olmak ve Kürtleri dar bir alanda tecrit ederek teslim almak istiyor.

Kürtler, kırk yıl öncesinin Kürtleri değiller. Ayağa kalkan bir ulusal bilinçle; örgütlenmiş, uzun ve çetin mücadeleler içinde pişmiş, düzenli ordular, hareketli birlikler ve gerilla kolları haline gelmiş bir halkla karşı karşıyayız. Kürtleri teşvik eden bir dünya ile karşı karşıyayız. Sömürgeci faşist bölge devletlerinin telaşı bundandır.

Irak devletinin ne kadar toprak koparacağını bilemem ama mümkün olmayan bir şey var ki o da Kürtlerin bu referandumdan sonra, bağımsızlık noktasında geri adım atmayacaklarıdır. Sadece Güney değil, bir bütün olarak

Her halükârda Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme hakkını savunacağız. Bu hakkın, içinde bulunduğumuz tarihi şartlarda kullanılmasını savunacağız.

Kendi kaderini tayin etme hakkı, ezilen, uyruk bir ulusa özgü bir hak değildir sadece. Bu, bireye ve topluma şamil bir hak, genel bir haktır. Ezilen bir kadının boşanma hakkını düşünelim. Veya işçi sınıfının kendi kaderini tayin hakkını düşünelim; bu hak, her şeyden önce, kapitalist sömürüden kurtulma ve kendi emeğinin biricik sahibi olma hakkıdır. Ezilen bir ulusun kendi kaderini tayin etme hakkına karşı çıkan bir insanın, işçi sınıfının kendi kaderini tayin etme hakkını savunması mümkün müdür? Yaşamı tüm doğallığı ile, özgürce yaşayamamış, hayati güçlerini ve en başta da özgüvenini yitirmiş halkların ayağa kalkması, yenilmesi, yeniden ayağa kalkması; yeniden yenilmesi ve bu kez çok daha derinlikli bir şekilde yeniden ayağa kalkması bir devrim ilkesidir. Bu ilke insan için de geçerlidir. Hayat budur. Gerisi teferruattır.


22 tarih

16-31 Ekim 2017

Halkın Günlüğü

Zindanlardan dağlara uzanan bir yaşam: Orhan Gül ORHAN GÜL Mücadeleye erken yaşlarda başlayan Orhan Gül yoldaş, kısa sürede ileri çıkarak bulunduğu Çukurova bölgesinde Proletarya Partisi’nin aktif bir militanı olarak faaliyet yürütür. 1997 yılında tutsak düşen Orhan Gül yoldaş Gaziantep ve Konya hapishanelerinde bir süre kaldıktan sonra Ceyhan Hapishanesi’ne götürülür. Burada kaldığı sürece yoldaşlarıyla birlikte birçok kez saldırılara maruz kalan Orhan Gül yoldaş, 20 Ekim 2000 yılında başlayan Ölüm Orucu Direnişi’nin birinci ekibinde yer alır. 19 Aralık katliam saldırısında Ceyhan Hapishanesi’nde bulunan Orhan yoldaş, yoldaşları ve siper yoldaşlarıyla birlikte işkenceler altında Sincan F Tipi Hapishanesi’ne götürülür.

Daimi Kişin

Elif Aslan

Mehmet Doğanoğlu

Mehmet Yeşil

T

arihsel mücadele seyri içerisinde yüzlerce önder kadro ve savaşçısını yitiren Proletarya Partisi’nin önemli kadrolarından biri de Orhan Gül yoldaştır. Ailesi ve çevresinin Proletarya Partisi taraftarı olması ve başta Cafer Cangöz olmak üzere birçok yakınının Proletarya Partisi’nde aktif mücadele içinde bulunmasından dolayı Orhan Gül yoldaş da küçük yaşlardan itibaren Proletarya Partisi’ne sempati duyarak büyüdü. Orhan Gül yoldaş aynı zamanda 1980 yılında Adana’da sosyal faşistler tarafından haince katledilen Nurettin Gül yoldaşın oğludur. Mücadeleye erken yaşlarda başlayan Orhan Gül yoldaş, kısa sürede kendini geliştirerek bulunduğu Çukurova bölgesinde Proletarya Partisi’nin aktif bir militanı olarak faaliyet yürütür. 1997 yılında tutsak düşen Orhan Gül yoldaş Gaziantep ve Konya hapishanelerinde bir süre kaldıktan sonra Ceyhan Hapishanesi’ne götürülür. Burada kaldığı sürece yoldaşlarıyla birlikte birçok kez saldırılara maruz kalan Orhan Gül yoldaş, 20 Ekim 2000 yılında başlayan Ölüm Orucu Direnişi’nin birinci ekibinde yer alır. 19 Aralık katliam saldırısında Ceyhan Hapishanesi’nde bulunan Orhan

Nihat Aydın


16-31 Ekim 2017

23

Halkın Günlüğü

TUTSAK PARTİZAN

≫ Cafer Çakmak

ROJOVA: DEVRİM Mİ? ‘’PROJE’’Mİ ‘’VEYA’’ MI?- III

P

olitik Marksistler her durum ve koşulda devrim yapmanın koşullarını arar, onların işi budur! Teoriye bunun için gereksinim duyarlar; inceleme, analiz etme yazma çizme edimleri teorik bir kapsam olarak “arayıp bulma” ve ön açma ihtiyacından ileri gelir. Yapılan teori bu görevi ifade etmiyor/işlevi buradan kurulmuyorsa, totolojinin dışına çıkmıyorsa; o teori devrimci rolünü tüketmiş demektir. Devrim hazır reçete çıktısı değildir. Tarih böyle bir devrime tanık değil. O (devrim) her verili politik kriz gerçeği içinde -ancak- yaratılır! Teori bunun için yapılır; teorinin rolü buradadır.

Hasret Kağanaslan yoldaş, yoldaşları ve siper yoldaşlarıyla birlikte işkenceler altında Sincan F Tipi Hapishanesi’ne götürülür. Yaşanan sürecin ağırlığını kaldıramayan Orhan yoldaş kırılma yaşayarak bir süre sonra ölüm orucu direnişini bırakır. Proletarya Partisi’nin de doğru yaklaşımıyla kendisiyle yüzleşen Orhan yoldaş, kısa bir süre sonra tekrar ayağa kalkarak ölüm orucu direnişine devam eder. 2001 yılında şartlı tahliye edilen Orhan yoldaş, direnişine Alibeyköy’de bulunan Direniş Evi’nde devam eder. Direniş Evi’ne yapılan baskında gözaltına alınan Orhan yoldaş bırakıldıktan sonra direnişe kendi evinde bir süre daha devam eder ve Proletarya Partisi’nin iradi olarak dışarıda ölüm orucu direnişini sonlandırmasıyla ölüm orucu direnişini bırakır. Orhan yoldaş kısa bir tedavi sürecinden sonra mücadeleye kaldığı yerden devam ederek yüzünü dağlara döner. Proletarya Partisi’nin 2002 Eylül ayında başarıyla gerçekleştirdiği Birinci Kongresi’ne delege olarak katılan Orhan yoldaş, kongreden sonra yapılan planlamada Dersim gerilla alanında görevlendirilir. Mazgirt bölgesinde Proletarya Partisi’nin yeniden toparlanmasında ve kitlelerle buluşmasında önemli bir rol oynayan Orhan yoldaş, 26 Ekim 2004 tarihinde yoldaşları Elif Aslan ve Hasret Kaanaslan ile birlikte Mazgirt’in Kızılcık köyünde düşmanın kurduğu pusuda ölümsüzleşir. Orhan yoldaş ölümsüzleştiğinde Parti Üyesi ve Dersim Bölge Komitesi üyesiydi. Yine Ekim ayının son haftasında Proletarya Partisi saflarında devrim ve komünizm şiarını haykırarak ölümsüzleşen Mehmet Yeşil, Mehmet Doğanoğlu, Nihat Aydın ve Daimi Kişin’in devrimci/komünist hatıraları önünde saygıyla eğiliyoruz.

Gerçeğe, gerçeğin gözünün içine bakan bir Marksist eski teorinin sınırlarında durarak konuşmaz. Teoriği politika ve stratejileri yeniden kurması gerektiğini bilir. Lenin’in paralelinde olunmasının manası budur! Lenin 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın yıkıcı düzlemine girdiğinde eski teori, politika ve stratejiyi tekrar etmeyeceğini görmüştür. Emperyalizmi tahlil ederken; ulusal sorun/hareketlerin “yeni” durumunu tahlil ederken; devlet, devrimi çözümlerken; Nisan Tezleri’ni ortaya koyarken… Lenin’i tetikleyen şey eski teorinin sınırlarına vardığını görmüş olmasıdır. Bunları eski teorinin boylamında durarak geliştiremezdi. Eskinin sınırlarına kalsaydı, Lenin’in dünya sosyalist hareketine önereceği şeyler II. Enternasyonal’in önderlerinden farklı olamazdı. Lenin bunu yapmadı. Durup beklemedi, “Savaş dinsin hele ne olacak” demedi/diyemezdi. İşçiliğin evrimci çizgisinden medet ummadı. Politik çelişkilerin çözülme ve birleşme süreçlerine yoğunlaştı; stratejiyi buraya kurdu. Eski stratejinin ufkuyla, konjonktürdeki devrimin olanağını göremezdi.

örneğini bugün de yaşamaktayız. Yani böyle bir sınıf siyaseti kavramsallaştırması ekonomik belirlenimcidir. Politik devrimciliği her zaman ekonomik evrimciliğe feda eder. Lenin politik devrim çizgisindeydi. Buna karşın ekonomistler “sınıf siyaseti”ni salık verdiler hep. Anlatmak istediğimizin daha net ifadesi budur. Dolayısıyla şuraya gelmek istiyoruz: “Sınıf siyaseti” adına Rojava’ya burun kıvıranlar, Kürt devriminden “enfeksiyon kapanlar”, devrimci siyaseti (politik çelişki ve krizleri kendine sıkıca bağlamayı) “işçiliğe” feda ettiklerinin de farkında olmalıdırlar. Toplumsal ilişkilerin ürünü olan belli başlı tüm politik çelişki ve çatışmalar bir sınıf mücadelesi dolayımıdır. Sınıflar saf kimlikleriyle/sınıf kimlikleriyle mutlak şekilde siyasette boy göstermezler. O bakımdan devrimci pratiğin kendisi (de) dolayımlar yoluyla sınıf mücadelesine bağlar kendisini (KP ile işçi sendikası arasındaki fark buradadır). Öyleyse belli başlı tüm pratik çelişkilerin (ulus ve mezhep çelişkileri dahil) nihayet derinlerdeki sınıf mücadelesinin tezahürler olduklarını söylemek gerek. Ve bu mücadelenin somut politik biçimi devletle, çeşitli ezilenler arasında vuku bulmaktadır. Yoksa işçi ile patron arasındaki mücadeleye indirgenmiştir “sınıf mücadelesi” teorisi Marksist değildir.

Dolayısıyla Marksist devrimci politika konjonktürde politik çelişkileri/krizleri ve bunların en başatlarını izler; stratejisinitaktiklerini, siyasal tüm parametrelerini buna göre kurar/kurmak durumundadır. Lenin’in “Saf bir devrimden söz edilemeyeceği” görüşü tam da bunu anlatır. Ulusal devrim/Kürt devriminin coğrafyamızda “sınıf devriminin” önüne Evet! Tekrarlayalım: Tüm bunlar Marksist olma biçimi geçmeyeceği “teorisini” yukarıda söylenenler üzerinden ele bakımından bizlere ne söylüyor/ne öneriyor? Lenin’in politik alırsak; tek kelimeyle “sınıf siyasetçiliğinin” katıksız bir Marksist zekâsı bu koşullarda olsa ne yapardı? Lenin’in değil de uydurması olduğunu ifade etmek durumunda kalırız. Sınıf yaptığının özüne bakarsak, yanıt açıktır! mücadelesinin hangi politik biçimlerde patlayacağını (ulus, Bu derece “dikine” bir sorunun faydası olabilir; zorlamamızın mezhep, emek, gençlik, kadın, ekoloji) saptayamayız. Böyle bir şey “bilimsel kahin”lerin işidir, doğmamış bebeğe don nedeni budur! Rojava’ya daha geniş manada bölge ve giydirmektir. Politik devrimcilik “kahinlik” işi değildir. Anda hazır dünyadaki yapısal, sosyal, siyasal, hukuksal, ekonomik, olan politik çelişki ve çatışkılara müdahale ve onları değiştirme kültürel… kriz -çöküş gerçeğine- Lenin’in gözüyle/politik işidir. Lenin o yüzden diyordu: “Devrim politik olarak ulusal bir devrimci zekasıyla bakmanın, Marksist olmayla dolayımsız bağına götürür bizi böyle “dikine” bir soru. Yoksa anlamsız teorik patlamanın ya da bir gençlik patlamasını çaktığı kıvılcımla” da başlayabilir. Yeni bir politik Marksist için bütün mesele sınıf tekrarların politik-pratik bir değeri bulunmuyor. Ayrıca savaşı mücadelesinin politik patlama noktalarına hücum etmekte, bir kınamak, emperyalizmin kahrolmasını dilemek/Ortadoğu’dan noktada başlayan dalgayı alıp genele yaymaktır. elini çekmesini istemek, Rojava’daki “pozitif gelişmeyi” kerhen desteklemek kimseyi kendiliğinden Marksist yapmaz Dünyada ya da Ortadoğu’da “siyasi durum” analizi yapıp da bugünden. Yarın neyin yedeği yapacağı ise şimdiden Rojava’yı görmezden gelmek veya parantez içinde görmek ya bir kestirilemez. II. Enternasyonal’in ve “kahramanlarının” akıbeti inkara ya da bir “bilmezliğe” işaret eder. Her ikisi de hakikatten önsel bir göstergedir. kaçışı, onunla doğru temelde ilişkilenmemeyi Sınıf mücadelesi, işçilerle patronlar arasındaki sınıf karşıtlığına mazeretlendirmek/teorik temellerini oturtmak için aynı temele indirgenemez. Devrimler doğrudan sınıf karşıtlığının ürünü değildir; sunuyor sahiplerine. Peki bu nasıl bir gerekçedir: “Devrim köklü derindeki sınıf yarılmalarının çeşitli düzlemlerdeki politik değişimdir; bu da ancak komünistlerin işidir. Rojava’da komünist yok eşittir Rojava devrim değildir, pozitif gelişmedir!” meali belirlenimlerinin ürünü olarak gelişen kriz zamanlarının ürünüdürler. Ve bu politik krizlerin toplumsal çelişkiler magmasının böyle olan bir değerlendirmedir. hangi gözeneğinde patlayacağı sekmez bir ekonomik determinizm Politik Marksistler iç içe bulunduğu politik çatışmaya bu belirlenimi değildir. Metafor olarak sınıf mücadelesi bir dağın denli dışsallaşamaz; dışarıdan gözlemci pozisyonunda bağrındaki magmaya benzetilebilir. Sınıflı toplumun bağrındaki konuşamaz/konuşmamalı. Aksi tutum apolitik tezahürdür! magmadır sınıf mücadelesi. Bu magmanın hangi aşamada “Nedir” diyen entelektüel “analizlerle” de yetinmemeli, “Nasıl” patlayıp ortamı yangın yerine çevirecek kıvılcımı çakacağı meselesi yapabilirim/yapabiliriz diye tartışmalıyız. “Bu işin neresindesin” somuttur, bu birincisi. İkincisi ise; sınıf siyaseti diye saf bir mesele gibi yakıcı bir soru ve ayrım çizgisinin kulakları patlatırcasına yoktur. Sınıf siyaseti mi ulusal siyaset mi karşılaştırması yankılandığı bu politik süreçte “ortada bir iş yok ki, abartıyorlar” anlamsızdır. Siyaset disiplini evrensel bir dolayımdır. Devrimci demek lakayıtcadır. politika önsel olarak sınıf, ulus, mezhep vs. unsurlarıyla tanımlanmaz. Bunların her biri devrimci politikanın çözmesi için Hakikatin bağrında yanmayı/pişmeyi göze alamayanlar, önüne çıkacak somut bağlamalar olarak “siyasetin niteliğini” onun gölgesinde zaman geçirmeyi yeğlerler. Rojava’yla belirlerler. Bunun dışından nesnel olarak herhangi birisine ilişkilenme sorununun bir yönü de budur. Bu pozisyonun orta indirgenemez, özdeştirilemezler. Aksi halde bir politik devrimci uzun vadede bir geriye/sahibine dönüşü olacaktır. Bugünün önünde hazır bulduğu somut-politik bir çelişki olarak çözümünü keskin ateşinde bir nebze de olsa da yanmayanlara komünist dayatan ulusal sorunu görmezden gelmesine varırız; ki bunun denmesi çok zordur.


Halkın Günlüğü

ISSN: 2587-1552 HESAP NUMARALARI Melih Demirkanlı adına TEB TR960003200000000053138964 KAR­DE­LEN­YAYINLARI Sa­hi­bi­ve­Ya­zı­İş­le­ri­Mü­dü­rü: MELİH DEMİRKANLI Ya­yın­Tü­rü:­15 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli

YÖNETİM­YERİ:­ Katip Mustafa Çelebi Mah. Tel Sokak NO:18/3Beyoğlu /İSTANBUL TEL: 0212 243 88 15

Bas­kı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

ROJANEYA­GEL Şoreş a Cotmehê di sal a xwe î 100 e mîn de rêya me rohnî dike.

Sala xwe î 100 e mîn de Şoreş a Cotmehê em silav dikin.Şoreş a Cotmehê rêya me rohnî dike.

Ş

oreş a Cotmehê, dinyayê de wexteke nû di eniya bindestan de heyamek nû ya dinyayê daye destpêkirin.Cotmeh,kulmek zordarên kedxwarî de derbaziya li dijî dinyaya bindestîya ne.Bindestên bi sedsalan di bin koletî û zextan de mayî bi Şoreş a Cotmehê ve ketine rêyekê nû.Dipêşerojê xwe de gihîştine mafê fikr û gotinên xwe. Bi Şoreş a Cotmehê tahakûm a kapîtalîst û pergala koletiyê hatiye hilweşadin.Kedkar,gundî û neteweyên bindest piştî vê hilweşadinê gihîştin rayedariya mafên gotin û vîn a xwe. Emperyalîzm dema ku di qrîzê de digevizî

bi serîlêdana şer re gelên cîhanê mahkumî birçîbûn,belengazî û mirinê dikirin.Dinya ber bi şer ve hatî kişandin û hin dewletên emperyalîst parvekirin a dinyayê re bi hevre wekî şer de bûn.Di vî şerî de gelan ji bo berjewandiya hin mînorîteyan hev du didewixandin.Şoreş a Cotmehê bi qrîza dinyayê re wekî nişterekî li Rusyayê xist û lêxistinê vê rewşê da sekinandin.Şer û talankirin a emperyalîst li Rusyayê bi şoreşekî hate dawîkirin. Şerê pêşbazî a di nava hêzên emperyalîst de îtîfaqa mezin î ku Rusyaya Çarlik li bal bi şoreşekê hate dawîkirin.Şûn a wî Sovyet a kedkaran î ya spartina îtîfaqa gelan,karker,gundî û bindestên netewe hate damezrandin.Herêmên Rusyaya Çarlik ku dagirker kiriye Sovyet xwe jê da alî.Bi gelên cîhanê re piştgiriya xwe aşkere

kir e û şerê emperyalîst mahkum kir e.Komûn a Parîs têk çû bû.Di dîrokê de hebûneke mayîn,li gorî tecrubeya xwe yî mezin û teybetmendiya rê vekirin a xwe de di dîrokê de mayîn pêk ne anî bû.Pêşbînîtiyên Şoreş a Parîsê li Asyaya "paş" pêk hat.Rûsya perçeyeke Asyaya "paş "bû.Lê belê bi Şoreş a Cotmehê re Awrupaya "pêş" û di navber a kedkarên Asyaya "paş" de pêwendîgeh pêk anî û dîwarên di navberê de hilweşand.Awrupayaşarmendî û Asyaya seretayî li hev girêda.Li dijî polîtîkayên mêtingehî a dewletên emperyalîst komên karkeranî serdest û gelên hatî kokekirin de girêdaneke bi dilî pêk hate.Cotmeh û şoreş a wekî utopya hatî sekinandin re gihîştin beraliyê. Burjûva û derdorên emperyalîst bi Şoreş a Cotmehê re têk çûneke rastî jîn kir.kapîtalîzm xwe

wekî diyarokek gerdûnîtî û rastiya civakê înyat kiriye.Lê belê Cotmehê wê dawî kir e.Herwekî formasyonên civakî ên dîrokê û wekî destpêkeke dawî jî da nîşandan.Ji ber vê yekê ye ku,Şoreş a Cotmehê bigire heta îro,burjûva têkçûn a xwe haydar bû.Li dijî xwe alternatîfên sîstem û qeweta bûjenî ve hertim bi hebûn a wan tirsiya ye. Şoreş a Cotmehê welatên kapîtalîst î pêşve çûn de komên kedkar,bindest û bi yên din re bûn hêviyên gelê bindest û mêtingeh,Tehakûm a mêtingehî ne ezelî ne ji ebedîtî,ew da nîşandan ku civak dikare bigorîne û biqulibîne,vê rastiyê di pratîkê de da nîşandan.Bihevrebûn a gelê bindest û kedkaran di pratîkê de da îspat kir e ku tu hêz wan nikare têk bibe.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.