Halkın Günlüğü sayı 5

Page 1

Devrimci siyaset, devrimci birlik, sağ ve sol sapmalar!

sayfa 12-13

Rakka operasyonu ve Astana görüşmeleri Genel olarak bakıldığında, bölgede önümüzdeki süreç, “sahada” ve “masada”, emperyalist çıkarların, bölgesel gerici güçler arasındaki çatışmaların keskinleşeceğini göstermektedir. Astana, bu çatışmalara bir çözüm arama arayışı değil, keskinleşecek bu çelişkilerde, gerici güçlerin kendi çıkarlarını korumak ve geliştirmek için yol Sayfa 14-15 haritası belirleme arayışıdır.

Sınıfsız Toplum İçin

16-30 EYLÜL 2017

Yıl:1 Sayı:5 Fiyatı:2 TL

Gerici Politikalar ve Ataerkil Sisteme Karşı Kadın Mücadelesini Yükseltelim!

KADIN

08-09

Biz biliyoruz ki kadın kurtulmadan insanlık kurtulmaz. Bu gerici saldırıları geri püskürtmek kadın mücadelesinin başarısına bağlıdır. Bu nedenle yarını kazanmak, kadını ve toplumu özgürleştirmek kadınların can bedeli ile oluşturduğu bütün kazanımları korumaktan ve mücadeleyi yükseltmekten geçmektedir.

Almanya’da yapılacak seçimler ve Almanya ‘’TC’’ gerginliği!

www.halkingunlugu1.org

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

‘TC’nin ‘değerli’ çöküşü! İçte ve dışta tamamen yayılmacılık, milliyetçilik, savaş kışkırtıcılığı ve bir bütün gerici politikaları sonucu gittikçe teşhir ve tecrit olan ‘’TC’’ devleti ve uygulayıcısı Erdoğan/AKP iktidarı ‘’değerli yalnızlıktan’’ ‘’değerli çöküşe’’ doğru yol almaktadır. Yavuz’un kanlı hilafetini, başkanlık apoletinde “Sultan” olarak yakasına takan Erdoğan’ın dış politika planlarının hemen hemen hiç birinin tutmadığı ortadadır. Kürdistan’ın her bir parçasında Kürt ulusu lehine olan gelişmeleri engelleme çabalarının boşa çıkması, yine bölgede eski Osmanlıcılık hayallerinin Katar krizi ile birlikte Sünni

04

Zafer Çağlayan’ın Sarraf davasına eklenmesi ve AKP’ye etkileri!

damarın patlayarak duvara toslaması, Rusya çalımından geri adım atarak diz çökmesi ve daha birçok konuda yaşadığı hüsran bellidir. Son olarak Zafer Çağlayan’ın Zarrab dosyasına konulması öyle basit ve tesadüfü olan bir gelişme değildir. Her taraftan pislik saçarak kokuşmuş ve çürümüş olan düzenini kurtarmaya çalışan Erdoğan/AKP iktidarının hiçbir çabası kaçınılmaz çöküşlerini engelleyemeyecektir. ’’Değerli yalnızlıktan’’ ‘’değerli çöküşe’’ evrilen bu süreci hızlandırmak için var gücümüzle devrim ve sosyalizm mücadelesine sarılalım!

06

Sanat ve düşüncenin yasak karşısındaki tutumu ne olmalıdır!

18


02 güncel analiz

16-30 Eylül 2017

Halkın Günlüğü

“Adaletçilerin” adaletlerinin bittiği nokta! Eşit olmayan ekonomik, sosyal ve siyasal koşulların neden olduğu bir yaşam realitesinde, herkese eşit bir adalet vaazı tam bir yalandan ibarettir. Koyu bir zulmün hüküm sürdüğü ve ezilen halk kitlelerinin kanlı kılıç yasasıyla yönetildiği bir ülkede, ana sorunlar ele alınmadan, çözüm için temel kaynaklara dokunulmadan ve sadece iktidar kavgasına sıkıştırılmış bir adalet arayışına önemli bir değer vermek sınıflı toplum ve dünya gerçeğini gizlemekten başka bir işe yaramaz

A

dalet arayanların adaletsizliğini pratik hayat açığa çıkarıyor. Yalan, çarpıtma, inkâr, işgal ve ilhak ve dahası katliam ve soykırım olan tarihleri ile yüzleşmedikleri için; yaptıkları bunca kara zulüm ile hesaplaşmadıkları için, bugün Selefi Sultan Tayyip-AKP çetesinin yaptıklarını aşacak bir adalet istemeni bile formüle edemiyorlar. “Adalet” diye bağıranların sivilleri vuran SİHA’lara itiraz eden vicdan sahibi milletvekilleri Tanrıkulu’yu dahi savunamamaktadırlar. Üstelik sivillerin öldürüldüğü ispatlı olduğu halde. Sivillerin Kürt olmasından mıdır bu sessizlik? Sivil de olsa Kürt oldukları için terörist kabul edilebilir diye mi düşünülüyor? Dersim haftalardır bombalar altındadır. Yangın bombalarıyla vuruluyor ormanlar. Dört yanı ateşler içindeki Dersim ormanları için adalet arayanlardan ses çıkmaması tesadüf olabilir mi? Dersim’in farklı inanç, dil ve kültür yapısıyla muktedirlerin tekçiliğine direnmesinden midir bu sessizlik? Her sessizlik bir sestir aslında. Sessizliğin de bir sesi, nefesi var. Dersim üzerinde, Kürdistan üzerinde yürütülen en aşağılık saldırılar, oralarda yaşayan mazlumlara reva görülen aşağılamalar, işkenceler karşısında sessiz kalan ses, zalimin zulmüne verilen destektir. Zira biliyoruz ki ezilenlere karşı izledikleri politik ortaklıklarından ileri gelmektedir. İstedikleri

adaletin sınırlarının bittiği nokta burasıdır. Doğrusu bu neden böyledir diye şaşırdığımız yok. Niye şaşıralım ki? Görmek, anlamak, kavramak istemeyen dost güçlere bir nebze de olsa belki ön açıcı veya yardımcı olur. Döne döne gerçeklere parmak basmamızdaki neden budur. Ezilen milliyetlerin, inançların, cinslerin ağır boyunduruk altına alındığı, yoksulluğun çevrelediği emekçilerin bin türlü yalan ve hileyle aldatıldığı şartlarda adalet yanlısı görünmenin inandırıcılığı yok. Böyle bir adalet algısı dar bir alana sıkıştırılmış hileli bir adalet anlayışıdır. Dahası böyle bir algı, karşıtını iktidardan alaşağı etmenin aracı haline getirilmiş. Ve tepki adaletin oturtulması amacıyla değil de iktidara oturup mevcudun cilalanarak sürdürülmesinin bir amacına dönüştürülmüş. Bunların geçmişlerinde hep böyle yapılmadı mı zaten? Dolayısıyla hileli yaklaşım dediğimiz şey tam da budur. Eşit olmayan ekonomik, sosyal ve siyasal koşulların neden olduğu bir yaşam realitesinde, herkese eşit bir adalet vaazı tam bir yalandan ibarettir. Koyu bir zulmün hüküm sürdüğü ve ezilen halk kitlelerinin kanlı kılıç yasasıyla yönetildiği bir ülkede, ana sorunlar ele alınmadan, çözüm için temel kaynaklara dokunulmadan ve sadece iktidar kavgasına sıkıştırılmış bir adalet arayışını olumlamak sınıflı toplum ve dünya gerçeğini gizlemekten başka bir işe yaramaz.

Burjuva demokrasisinin sınırını çizdiği sahada siyaset yapmayı önererek, ezilen halkların özgür yeraltı örgütlenme alternatifine yönelmelerini engellemek ve denetim altında tutmak hileli bir girişimdir. Kaldı ki önerdikleri adalet çizgisinde Kürt ve devrimci hareketin elde ettiği ilerici kurumların kapatılması ve halkçı-devrimci belediyelerin cebren gasp edilmeleri bile bunların hile ve entrikalarını anlatmaya yetiyor. Burjuva demokrasisi alanında kazanılan mevziler değil miydi bunlar? Üstelik kurallarını kendilerinin belirlediği yasalar içinde yapılmış olan seçimlerde kazanılan mevziler oldukları halde. Keza milletvekillerinin tutuklanması orta yerdedir. KHK veya geçirdikleri faşist yasalarla yapılıyor bütün bunlar. Peki buralara adaletin sesi neden ulaşmadı uzun zaman? Ulaşsa ne yazar! Önce dokunulmazlıklarını kaldır, tutuklanınca da bağır. Kimi inandırabilirsiniz? Bunca milletvekilinin, parti ve kitle örgütü çalışanlarının tutuklanmasına, devrimci militanların avlanarak hapishanelere doldurulmasına imza ver ve sonra “adalet bırakmadılar” diye bağır! Kullanmaları için gerekli şartları oluşturup ardından bağırmak, sistemin gerici güçlerinin bilinen taktikleridir. Elbette bu hileli tutumun bir tarihi var. Cumhuriyet tarihine objektif bakılsın, ne dediğimiz anlaşılır. ErmeniDersim soykırımlarının, Kürt ve diğer millet ve milliyetlerin katliamları ve Alevilerin yakılıp sü-


16-30 Eylül 2017

Halkın Günlüğü

rülmesinin yok sayılması sadece bugünün gerçeği değil, dünden kendilerine kalan mirastır. Bu miras değil midir ki, “Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin (IKBY) 25 Eylül’de yapacağı bağımsızlık referandumunu gayri meşru görüyoruz ve sonucu tanımayacağız” diyor. (CHP genel başkan yardımcısı Öztürk Yılmaz-8 Eylül Hürriyet Gazetesi) Kürtlerin bağımsızlık yöneliminin ‘adaletçilerin’ de yüreğini hoplatması doğaldır. Türk, Arap ve İranlı için onur sayılan, bir hak olan bağımsızlık, Kürt için terörist sayılmanın sebebi oluyor. “Verecek bir karış toprağımız yok” deniliyor ya! Öyle sanılsın! Kürt uyandı ve Kuzey parçasında olan gelişmeler ilhakçı Türk egemenlerini korkutuyor. Ama nafile! “Korkunun ecele faydası yok” lafı boşuna söylenmemiş. Üstelik Musul ve Kerkük’ü Türkiye’nin misak-ı milli sınırları içinde görenler Kemallerin kendileri değil miydi? Altı Ok’un kanlı kılıç adaletini göğüslerinde yiyenler öyle hileli adalet söylemleriyle yetinmiyorlar artık.

Gerçek adalet ezilenlerin mücadelesiyle gelecektir! Adalet, sultan Tayyip’in konağında oturup onun türkülerini söylemekle olmaz. Bir dönem kendilerinin oturdukları o konakta söylenen türkü zamanını çoktan doldurmuştur. Artık hayat yenilerini dayatıyor. Dolayısıyla gerçek adalet, üretenlerin yönettiği, karar verdiği ve karar verdiği hakkında gerekli gördüğü anda o karar ve karar sahiplerini değiştirebilme şartlarının yaratılması ile olur. Ezilen milletlerin; bugün için Kürtlerin kendi kaderleri hakkında söz sahibi olduklarında olur adalet. Ezilen inançların; bugün için Alevi inancının özgür olmaları ile ulaşılır adalete. Ezilen cins olarak kadın ve LGBTİ kimlikler üzerindeki tüm eril yasalar, köhnemiş kafalar ve zihniyetlere karşı köklü önlemler alınarak mücadele edildiğinde kazanılır gerçek adalet. Kirli hurafe çarpıklıklarına karşı bilimsel, özgür eğitimin galebe çalmasıyla gelir adalet. Doğrusu bunlardan söz etmek bile adaletçilerin canını sıkacaktır. Kırıntılarını saymazsak, andığımız topluluklar ne dün ne de bugün adaletle hiç tanışmadılar. Ama kılıcın adaletini iyi tanırlar. Bu nedenle açıktır ki biz de ezilenler için hukuk ve adalet arıyoruz. Doğrusu, sınıfsal bölünmelerin zorunlu bir sonucu olarak eşitlik, hukuk ve adalet bir ihtiyaçtır. Ancak biz komünistler, tüm bu kavramlara ihtiyaç kalmayacağı sınıfsız-sömürüsüz bir dünyanın savaşçıları olarak, eşitlik, hukuk ve adalet için çalışırken, şunu aklımızdan hiç çıkarmamaktayız; üretimden tüketime, bölüşümden dağılıma, tarımdan sanayiye, alt yapıdan üst yapıya ekonomik ve tüm toplumsal siyasi, sosyal, kültürel ve eğitimsel tüm hayat, sizinkine tamamıyla tezat olacaktır. Çünkü eşitlik, hukuk ve adalet gibi olgular toplumun üzerinden yükseldiği üretim tarzına ve toplumsal ilişkilere bağlıdırlar ve bunlar değiştiğinde üst yapı da değişmiş olacaktır. Biz komünistler, mevcut durumda ezilen halkların çıkarlarını genişletme mücadelesini verirken, o sistemi devrimci temelde değiştirme mücadelesini bir an bile gözden uzak tutmayacağız. Zira biliyoruz ki bundan başka bir yol özgürlüğün yolunu açmaz.

güncel analiz 03

Ölülere saldırıda dışa vuran ırkçı-faşist sicil Erdoğan/AKP iktidarına aittir!

K

ürt düşmanlığı bu kadar derinleşmiş, kök salmış ve bu kadar hoyratlaşmıştır. Irkçı-faşist Türk milliyetçiliği bu kadar perçinlenmiş, bu kadar aşağılık bir ünvana kavuşmuştur. Alevi düşmanlığı aynı ölçüde kök salmış, ruhlara kazınarak örümcek tutmuş beyinlere yerleşmiştir. Mezhepçi şovenizm ve faşizm anadan üryan orta yere serpilmiştir. Ankara’da gömülmesine tahammül edilmeyen yaşlı kadının cenazesi salt Tuğluk’un annesi olduğundan ötürü bu çağdışı faşist saldırıya maruz kalmamıştır. O, aynı zamanda Kürt ve Alevi bir kadına ait bir cenaze olduğu için bu köhnemiş ortaçağ karanlığını temsil eden saldırıya maruz kalmıştır Kürt ulusunun demokratik iradesini temsil eden milletvekillerinden biri olarak hapse atılan Aysel Tuğluk’un annesi vefat etti. Aysel Tuğluk hapishaneden izinli olarak annesinin cenaze “törenine” katıldı. Cenaze “töreni” sebebiyle ırkçı-şoven Türk milliyetçiliğinin bir kez daha en çirkin yüzüyle hortlamasına tanık olduk. Erdoğan-AKP iktidarının kışkırtarak körüklediği, bilinçli olarak geliştirip üstünden siyaset yaparak palazlandığı ve iktidarını korumak üzere dayanağı haline getirdiği ırkçı-faşist Türk milliyetçiliği bir kez daha çıplak yüzüyle zirve yaptı. Paralel olarak dinsel-mezhepçi şovenizm ve köhnemişlik de aynı ırkçı-faşist zihniyet davranışıyla iğrenç biçimde fışkırarak birkez daha dışa vurdu. Sergilenen alçak saldırı Tuğluk’un annesinin Kürt olması kadar Alevi olmasından da ileri geliyordu. Faşist naralar bunu çıplak biçimde resmetmektedir. Toprağa gömülmüş olan yaşlı kadının cenazesi, bu ırkçı-faşist saldırılar nedeniyle topraktan çıkarılarak doğduğu yer olan Dersim’e götürüldü ve orada top-

Kürt düşmanlığı bu kadar derinleşmiş, kök salmış ve bu kadar hoyratlaşmıştır. Irkçı-faşist Türk milliyetçiliği bu kadar perçinlenmiş, bu kadar aşağılık bir ünvana kavuşmuştur. Alevi düşmanlığı aynı ölçüde kök salmış, ruhlara kazınarak örümcek tutmuş beyinlere yerleşmiştir. Mezhepçi şovenizm ve faşizm anadan üryan orta yere serpilmiştir. Ankara’da gömülmesine tahammül edilmeyen yaşlı kadının cenazesi salt Tuğluk’un annesi olduğundan ötürü bu çağdışı faşist saldırıya maruz kalmamıştır. O, aynı zamanda Kürt ve Alevi bir kadına ait bir cenaze olduğu için bu köhnemiş ortaçağ karanlığını temsil eden saldırıya maruz kalmıştır rağa verildi. Bu insanlık dışı saldırı ErdoğanAKP iktidarının çağdışı zihniyeti tarafından beslenerek geliştirilen ve doğrudan sorumlu olduğu en kudurgan, en saldırgan ve en pervasız saldırıdır. Bu faşist saldırıyı nefretle lanetliyor, Tuğluk’a başsağlığı dileklerimizi iletiyoruz. Kürt düşmanlığı bu kadar derinleşmiş, kök salmış ve bu kadar hoyratlaşmıştır. Irkçı-faşist Türk milliyetçiliği bu kadar perçinlenmiş, bu kadar aşağılık bir ünvana kavuşmuştur. Alevi düşmanlığı aynı ölçüde kök salmış, ruhlara kazınarak örümcek tutmuş beyinlere yerleşmiştir. Mezhepçi şovenizm ve faşizm anadan üryan orta yere serpilmiştir. Ankara’da gömülmesine tahammül edilmeyen yaşlı kadının cenazesi salt Tuğluk’un annesi olduğundan ötürü bu çağdışı faşist saldırıya maruz kalmamıştır. O, aynı zamanda Kürt ve Alevi bir kadına ait bir cenaze olduğu için bu köhnemiş ortaçağ karanlığını temsil eden saldırıya maruz kalmıştır. Şimdi sorulmalıdır Erdoğan ve şürekâsına ve Erdoğan’ın yeminli uşaklarına, entellektüel, akademisyen, yazar vb vs geçinen satılık kalemşörlerine; sorun Kürt sorunu mu, yoksa “terör” sorunu mudur? Eğer sorun “terör” sorunuysa, yaşlı kadının ölü-

süne bu saldırı ve saygısızlık, gömülmesine bu tahammülsüzlük niye? Yoksa o ölü kadın ve ölmüş yaşlı bedeni “terörist” midir?! Değilse, ölü kadının Kürt ve Alevi olması değil midir, bu ırkçı-faşist saldırının sebebi! Yaşlı kadının ölü cesedine bu tahammülsüzlük ve cenaze törenine yapılan alçakça saldırı Kürt ve Alevi düşmanlığı değil de nedir? Var mı başka bir izahı? Dahası bu alçak saldırıyı mübah gören köhne zihniyet, Erdoğan/AKP iktidarından peydahlanan, ondan destek ve güç alan ve bizzat onun geliştirdiği ırkçı-faşist zihniyet değil midir? Yetiştirilen dindar nesil değil midir bu alçak saldırı güruhun gerçekleştirenler? “Mezarlıkta yaşanan bir sataşma” açıklamasıyla aynı zihniyet içinde olan valinizin tavrı da gerçeği ortaya koyan başka bir kanıttır. Kamuoyu ve tepkiler karşısında zorunlu olarak yapılan açıklamalar ve hatta soruşturmalar tepkileri dindirmeye dönük iki yüzlülüklerden ibaret olup gerçeği değiştirmeye yetmez. Sorunun “terör” sorunu olmayıp “Kürt sorunu” olduğu ırkçı-faşist saldırıyla alenen ortaya kondu. Ne sahte kınamalar, ne sahte soruşturmalar yaşanan gerçeği değiştirmeye, gerçekleri manipüle etmeye yetmez!


04 analiz haber

16-30 Eylül 2017

Halkın Günlüğü

Almanya’da yapılacak seçimler ve Almanya ‘’TC’’ gerginliği! AB bloğu içerisinde en güçlü durumda olan emperyalist Almanya’nın, yaşanan bu paylaşım sürecinden daha kazançlı ve güçlü çıkma isteği girilen gerici çıkarlardaki ittifak ve ilişkilerine yön vermektedir. Almanya ve Türkiye arasında yaşanan krizin bu yönüyle ele alındığında daha kapsamlı ve derin analizler içerdiği açıktır. Ancak bu daha kapsamlı bir değerlendirme ve analiz gerektirdiğinden bu yazımızda sadece ana vurgular yaparak geçmek istiyoruz. Bu anlamıyla Saray çetesi faşist Tayip Erdoğan figürü üzerinde yoğunlaşan çelişkilerin ve krizlerin arka planında emperyalist kutuplar arasındaki çelişki ve çatışmaların olduğu bir gerçekliktir

A

B bloğu içerisinde en güçlü durumda olan emperyalist Almanya’nın, yaşanan bu paylaşım sürecinden daha kazançlı ve güçlü çıkma isteği girilen gerici çıkarlardaki ittifak ve ilişkilerine yön vermektedir. Almanya ve Türkiye arasında yaşanan krizin bu yönüyle ele alındığında daha kapsamlı ve derin analizler içerdiği açıktır. Ancak bu daha kapsamlı bir değerlendirme ve analiz gerektirdiğinden bu yazımızda sadece ana vurgular yaparak geçmek istiyoruz. Bu anlamıyla Saray çetesi faşist Tayip Erdoğan figürü üzerinde yoğunlaşan çelişkilerin ve krizlerin arka planında emperyalist kutuplar arasındaki çelişki ve çatışmaların olduğu bir gerçekliktir AB içerisinde ana emperyalist gücü temsil eden Almanya’da 24 Eylül 2017 tarihinde Federal Parlamento seçimleri yapılacak. Seçime katılan birçok burjuva gerici, sosyal demokrat ve reformcu partilerin seçim çalışmaları hızlanırken, ADHF (Almanya Demokratik Haklar federasyonu) ve diğer devrimci kurumların da destek verdiği MLPD (Almanya ML Partisi)'nin çıkardığı Enternasyonal Liste’nin kitle çalışmaları, sokak eylemleriyle belirlenen seçim programı ekseninde birçok şehirde artarak sürdürülüyor.

24 Eylül’de Almanya’da yapılacak seçimlere dair saray sultanı faşist Tayip Erdoğan’ın Türklere çağrıda bulunarak, “Almanya’daki seçimlerde SPD, Yeşiller, CDU, Sol Parti gibi Türkiye düşmanı partilere oy vermeyin!” şeklindeki açıklama ve çağrısından sonra, yeniden Almanya Türkiye ilişkilerinde yaşanan gerginlik güncel politikanın konusu oldu. Tayyip Erdoğan’ın çağrısını seçimlere müdahale olarak gören Alman devleti yetkilileri, peş peşe sert açıklamalarda bulunarak bunun kabul edilmez olduğunu belirten demeçler verdiler. Öyle ki, Almanya Dışişleri Bakanı Gabriel, Erdoğan’ın çağrısını, “Ülkenin egemenliğine eşi benzeri görülmemiş bir müdahale” olarak lanse ederek, “Almanya'da yaşayan herkesi buna karşı koymaya çağırıyorum” açıklamasını yaptı. Sosyal Demokrat Parti (SPD) Başkanı Martin Schulz ve Hristiyan Demokrat Birliği Partisi (CDU) Genel Başkanı ve Başbakan Angela Merkel ise seçim çalışmaları kapsamında katıldıkları bir TV programında, Türkiye-AB ilişkilerini tamamen kesme ya da yaptırım uygulama gibi sert söylemlerde bulundular. Kuşkusuz Erdoğan figürü üzerinden yaşanan bu gerilimin güncel politikada ve

yapılacak seçimlerde seçim malzemesi yapılarak güç kazanmaya dönük teatral bir yanı var. Ancak Almanya ve Türkiye ilişkilerinde son iki yıldır düşük yoğunluklu şekilde devam eden gerginliklerin güncel politika ve siyasal yansımalarının ötesinde bir yanının da olduğu bir gerçektir. Bu anlamıyla Erdoğan figürü üzerinden oynanan tiyatro oyununun arka planlarını tüm detaylarla doğru okumak ve analiz etmek sorunun esasını görme açısından önemlidir. Bu yazımızın konusu böyle kapsamlı bir değerlendirme olmadığından kaynaklı detaylı bir siyasal analiz yapmayacağız. Ama yine de yaşanan krizin kimi ekonomik, politik ve askeri arka planlarına özet de olsa değinmek gerekir. Zira krizin görünen ve kamuoyu önünde cereyan eden, sırasıyla Ermeni Soykırım tasarının Federal Mecliste kabul edilmesi, Alman dışişleri yetkililerinin İncirlik Askeri üssüne ziyaretine izin verilmemesi, Suriye politikaları, mülteci kabul krizinde yaşanan pazarlıklar, Almanya’dan Türkiye’ye giden Alman vatandaşı gazeteci ve insan hakları temsilcilerinin gözaltına alınması ve tutuklanması, 16 Temmuz darbe girişimine katıldığı iddia edilen ve FETO’cü oldukları

söylenen çok sayıda asker ve bürokratın Almanya’ya sığınmasının kabul edilmesi, Almanya’da kamuoyuna yansıyan casusluk faaliyetleri, AKP’nin kimi seçim toplantılarına salon verilmemesi ve iptali, son olaraksa saray sultanı faşist Erdoğan’ nın 24 Eylül’de Almanya’da yapılacak seçimlere dair Almanya’da yaşayan Türk kökenli seçmene çağrılarda bulunması gibi irili ufaklı nedenlerin tek başına yaşanan süreci izah etmeyeceği kanısındayız. Çünkü dünya emperyalist sistemi içerisinde güçlü bir konumda olan Alman emperyalizmi ile yine bu sistemin bir parçası olarak orta yerde duran işbirlikçi komprador tekelci burjuva egemenlik sistemini temsil eden Türk devletinin stratejik çıkar ve çatışma noktaları siyasal arena ve güncel politikada cereyan eden bu olayların ötesinde bir gerçekliği ifade etmektedir. Yoksa bu iki gerici gücün kamuoyu önünde demagoji yaptıkları gibi, ne tekelci Alman devletinin Türkiye’de yaşanan açık faşist diktatörlüğün gazeteci ve insan hakları temsilcisi kişileri tutuklaması ne de Türkiye’de yaşanan hak ve özgürlüklerin gaspı umurunda. Keza yine kuruluşundan bugüne emperyalizm işbirlikçiliği ve tekçi faşist bir


16-30 Eylül 2017

Halkın Günlüğü

modernite anlayışı üzerine varlığını sürdüren Türk devletinin bugünkü temsilcisi saray çetesi faşist Tayip Erdoğan’ın, neredeyse her gün beş vakit namaz kılar gibi ağzına antiemperyalist söylemler dolaması, ikiyüzlü bir demagoji ve kendi kamuoyuna dönük güç toplama ve toplumsal destek alma dışında boş bir yalanı içermektedir. Ki bu iki gerici gücün ortak stratejik çıkarları söz konusu olduğunda çok koordineli ve uyumlu hareket ettiklerini, emekçiler ve ezilen halklar ve ulusların haklı mücadelesine karşı aldıkları ortak karar ve pratik uygulamalarla sabit ve orta yerde durmaktadır. Bu yönüyle her iki gerici gücün söylemleri karşılıklı kazanca dayalı bir tiyatro oyunudur. Gerçeklik şudur ki; faşist Türk devleti ile emperyalist Alman devleti arasındaki ilişkiler her iki ülkeye mensup burjuvazinin birbirleriyle girdiği ilişkiler, menfaat çıkar ilişkileri üzerine kuruludur. Gerek uluslararası gerekse ülke içinde çıkarların zedelenmesi sonucu bugün yaşanan durum ortaya çıkmıştır.

Kısaca Almanya ve ‘’TC’’arasında yaşanan krizin gerçek nedenleri üzerine! Emperyalist dünya sistemi hiyerarşisinde yaşanan sorunlar ve krizler, tüm dünyada kartların yeniden karılmasına ve deyim yerindeyse tek kutuplu dünyadan çok kutuplu

emperyalist paylaşım çelişkisi ve çatışmasının ortaya çıktığı bir dünyaya dönüşmesine sebep olmuştur. Uluslararası emperyalist güçlerin içine girdikleri bu çatışmalı durum, bugün başta Ortadoğu olmak üzere emperyalizmin tüm nüfus alanlarında çeşitli dozajlarda çelişkili ve çatışmalı bir şekilde devam ederken, bu çelişkili durum aynı zamanda işbirlikçi burjuva gerici egemenlik sistemlerini temsil eden bölge devletlerinin yeni ilişkilere ve arayışlara yönelmesine zemin sunmuştur. AB bloğu içerisinde en güçlü durumda olan emperyalist Almanya’nın, yaşanan bu paylaşım sürecinden daha kazançlı ve güçlü çıkma isteği girilen gerici çıkarlardaki ittifak ve ilişkilerine yön vermektedir. Almanya ve Türkiye arasında yaşanan krizin bu yönüyle ele alındığında daha kapsamlı ve derin analizler içerdiği açıktır. Ancak bu daha kapsamlı bir değerlendirme ve analiz gerektirdiğinden bu yazımızda sadece ana vurgular yaparak geçmek istiyoruz. Bu anlamıyla saray çetesi faşist Tayip Erdoğan figürü üzerinde yoğunlaşan çelişkilerin ve krizlerin arka planında yatanın emperyalist kutuplar arasında süren çelişki ve çatışmaların olduğu bir gerçekliktir. Bu çelişki ve çatışmaları şu şekilde ana başlıklar olarak ifade edebiliriz: Birincisi; Ortadoğu, Kafkasya, Balkanlar ve Afrika ülkelerinin emperyalist güçlerce yeniden

analiz haber 05 dizayn edilmesi sürecinde, AB emperyalist bloğu içerisinde güçlü bir aktör olan Alman emperyalizmi ile komprador işbirlikçi Türk devletinin çıkarları bazı alanlarda farklılıklar taşıyor. Bu alanlarda emperyalist kutuplar arasında yaşanan çelişkilerde Türk devleti işbirlikçi hukukunu aşan kimi dayatma ve istemler öne sürüyor;-Suriye’de süren savaş ve mülteci krizi, Ortadoğu’da Kürt sorununa yaklaşımda Türk devletinin AB eksenli politikalara ters bir eksende hareket etmesi ve bu yönlü girdiği ittifak arayışı, yine balkanlarda Müslümanlık ve mezhep üzerinden AB ülkelerine basınç uygulama politikaları gütmesi, vb.. Bunu Yunanistan ve Bulgaristan’daki Müslüman kitleye hitap eden partiler üzerinden sürdürürken, aynı politikayı Almanya’da kurulan Yenilik ve Adalet Partisi, Alman Demokratlar Birliği üzerinden sürdürmektedir. Ki bu partilerin Türk devletiyle ilişkileri bir sır değil, geniş kamuoyunca bilinmektedir. Yine Türk devleti ve onun istihbarat örgütü MİT’in Almanya’da özelikle Müslüman dini çevreler ve kimi faşist Türk örgütlenmeler üzerinden belirli casusluk çalışmaları yürütmesi ve bunun açığa çıkması yaşanan uluslararası çelişkilerin birer yansımasıdır. Ki bu çelişkilerin sonucunda Alman devleti kimi MİT elemanlarını casusluk faaliyeti gerekçesiyle

UFUK ÇİZGİSİ

tutukladı, bazılarını da deşifre etti. İkincisi; emperyalist Almanya, Türkiye / Kuzey Kürdistan’daki işbirlikçi komprador egemenlik sisteminin İslami faşist motifli Başkan Erdoğan figürü olmadan sürmesini istemektedir. Bu basit bir Erdoğan karşıtlığı olarak elbette algılanmamalıdır. Bu istemi uluslararası tekellerle olan rekabetinde İslami sermaye gruplarına devlet desteği olma garantisi verme anlamına geldiği için İslam motifli bir saray sultanı istenmemektedir. Çünkü bu kapitalist rekabette direk Başkan’ın müdahale etmesi anlamına gelecektir. Bu durum Türkiye Kuzey Kürdistan’da oldukça önemli bir ekonomik güce sahip olan emperyalist tekeller için riskler taşımaktadır. Almanya ve Türkiye arasında yaşanan görünürdeki kriz gerekçelerinin arka planında bu iki ana başlıkta kısaca değinmeye çalıştığımız gerçekler yatmaktadır. Elbette ki bu iki gerici gücün stratejik çıkarları ortaktır. Her iki güçte emekçiler, ezilen haklar ve ulusların çıkarları söz konusu olduğunda önemli oranda ortak hareket etmekte, bu mücadelelerin bastırılmasında tereddüt etmemektedirler. Yaşanan çelişkiler ve krizler aynı gerici sınıfa ait çıkar çelişkilerine dayanmaktadır. Bu anlamdaki her iki gerici gücün tarihsel ortaklıkları ve işlediği suçlar tarih sayfalarında sabittir...

≫ Bakış Can

Faşizme karşı mücadele ve handikaplar

F

aşist egemen sınıflar iktidarı altında yaşanan mevcut süreç, devrimciliği ve devrimci mücadeleyi her zamankinden daha çok dayatmakta, daha büyük ihtiyaç haline getirmektedir. Olağan durum veya mantığa göre, çıplak faşist karakterdeki bu süreç Komünist ve devrimcilerin çok daha etkinleşmesine tanıklık yapar, devrimci dinamizmi büyüterek ilerletir. Fakat maalesef durum böyle değildir. Mantıken veya teorik olarak doğru olan bu gelişmenin gerektiği gibi seyretmemesi faşist baskı ve saldırıların ağırlığıyla açıklanabilir. Fakat meseleye sadece bu açıdan bakmak tek yanlı bakıştır ve eksiktir. Eksik olan yan komünist ve devrimci hareketin yetenek gösterememesi, rolünü oynayamaması, kitlelere güven veren bir siyasi güç ve duruma sahip olmaması, en önemlisi de somut duruma uygun siyasetler geliştirerek kitlelerle birleşememesi gerçeğidir. Özcesi, baskılar ne kadar ağır ne kadar pervasız ve acımasız olursa olsun, bu şartlara rağmen komünist ve devrimci hareket mümkün olan birleşik mücadele pratiğini sergilediği, sürece uygun somut siyasetler, yetkin taktikler geliştirebildiği ve kitleleri somut siyasetler üzerinden harekete geçirerek birleştirme başarısı gösterebildiğinde siyasi sıçramalar yaratabilir, durumu tersyüz edebilir. Şüphesiz bu, komünist ve devrimci hareketin teorik çözümlemelerin ötesinde, örgütsel ve siyasi güç olmasıyla ilintilidir. Bu güç sağlanmadan ve bu güce uygun siyasi pratik ortaya koymadan karşı-devrimci saldırı sürecini tersyüz etmesi düşünülemez. Dahası, yaşanan süreç devrimciliği ve devrimi keskinleşmeye götürmesi gerekirken, bu keskinleşmenin yaşanmaması iyi mütalaa edilmesi gereken bir realitedir. Zira, bu sürece uygun olarak beklenen ya da olması gereken gelişme, devrimciliğin ve devrimci güçlerin daha da keskinleşmesi biçiminde olmasıyken, ne yazık ki önemli oranda ters orantılı gelişmelere tanık olmaktayız. Devrimci yapılar açısından belli bir olumluluğun izlendiği söylenebilir. Birçok devrimci yapı silahlı mücadele ve savaş konusunda değerli bir yönelime girmiş durumdadır. Aynı zeminde devrimci güçler arasında ortak hareket etme ve savaş-mücadele zemininde yakınlaşma temelinde olumlu gelişmeler yaşanmaktadır. Silahlı mücadele ve bu zemindeki güçler arasında yakınlaşma şeklindeki bu eğilim mutlak suretle desteklenip değerli görülmeli ve önemsenerek geliştirilmelidir. Ancak devrimci hareketteki bu genel olumlu ivme ne yazık ki tek tek devrimciler şahsında aynı yolda gelişmemektedir. Ya da ilgili yapılar kendi bileşenlerini aynı olumlu rotada ilerletme yeteneği gösterememektedirler. Adı geçen olumlu gelişmenin adeta örgütlerin

merkezi kademeleriyle sınırlı kaldığı söylenebilir. Öyle ki, örgütlerin merkezi politika ve yaklaşımlarına rağmen, devrimciliği keskinleştirmesi gereken mevcut süreçte faaliyetlerden geri çekilme gibi eğilimler görülebilmektedir. Oysa, söz konusu süreç daha fazla devrimcileşmeyi, devrimcilerin daha sıkı ve kararlı davranarak devrimci mücadeleye sarılmalarını gerektirmektedir. Yaşanan faşist baskı ve saldırılara karşı devrimcilerin buna uygun pozisyon alarak ileri çıkması gerekirken küçük gerekçelerle faaliyetlerden geri durma, dinlenme eğilimi belirmektedir. Geniş halk kitlelerinin vahşi sömürüden etkilenmesi ve bu etkilenmenin giderek ağırlaşması kitlelerin yaşamını zorlaştırarak adeta yaşanılamaz derecede dayanılmaz hale getirerek halk kitlelerini devrimcileştirmektedir. Aynı sürece paralel olarak işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin ekonomik taleplerini karşılamayankarşılayamayan iktidarlar halk kitleleri üzerinde azgın bir baskı kurarak sopaya-şiddete daha fazla başvurmaktadır. Bu durum işçi sınıfı ve emekçi kitlelerde devlete veya siyasi iktidara karşı tepki ve öfkelerini büyütmektedir. Bu tepki birikerek sosyal patlamalara ulaşmanın ya da devrimin potansiyelini geliştirerek dinamikleştirmenin yeterli sebebidir. Kendiliğinden kitle hareketleri tam da bu zeminde gündeme gelir, gelmiştir. Devrimin temeli bu zeminde sağlamlaşarak devrimin önder kuvvetine hazır zemin sunar. Kitlelerin objektif devrimciliği ve bunun tepkiye dönüşme hali, Komünist ya da devrimci örgüt ve önderlikle birleşme koşullarında büyük siyasi dalgalanma ve hatta devrimsel çalkantılara, bazen de devrimlere ulaşır. Dolayısıyla devrimin gelişmesi, devrimci patlamaların yaşanması ve ileri mevzilerin kazanılarak karşı-devrimin geriletilmesi tamamen mümkündür. Bu gerçeği görmek devrime ve devrimci çalışmalara asılmak ile asılmamak arasındaki tavrı netleştirir. Karşı-devrimin zayıf halkalarını tespit edip buna uygun taktik siyasetlerin belirlenmesi elzemdir. Bu taktik siyasetler asla devrimci strateji ve siyasi iktidar perspektifinden bağımsız ele alınamazlar. Karşı-devrimci faşist iktidarlara karşı mücadelede gerici zora karşı devrimci zorun örgütlenerek pratikleştirilmesi ertelenemez temel bir yönelimdir. Bütün taktik politika, örgütlenme ve mücadele biçimleri bunun hizmetindedir. Temel yönelim bulandırılmadan somut duruma uygun taktik siyasetlerin benimsenmesi, örgütsel biçimlere başvurulması ve mücadele yöntemlerinin kullanılması reddedilemez.


06 analiz haber

16-30 Eylül 2017

Halkın Günlüğü

Zafer Çağlayan’ın Sarraf davasına eklenmesi ve AKP’ye etkileri! Yavuz’un kanlı hilafetini, başkanlık apoletinde “Sultan” olarak yakasına takan Tayyip’in dış politika planlarının hemen hemen hiç birinin tutmadığı ortadadır. Kürdistan’ın her bir parçasında genel olarak Kürtler lehine olan gelişmeleri engelleme çabalarının boşa çıkması, yine bölgede eski Osmanlıcılık hayallerinin Katar krizi ile Sünni damarın patlayarak duvara toslaması, Rusya çalımından geri adım atarak diz çökmesi ve daha bir dizi konuda hüsran içinde olduğu bellidir. Hele ki, S400 füze sistemi için “Kapora ödendi. Güvenliğimiz ile ilgili kararı biz veririz. Tartışma konusu yapmayacağız” açıklamasının hemen öncesine denk gelen Zafer Çağlayan isminin dava dosyasına konulması öyle tesadüfü olmasa gerek. ‘’TC’’ yönetiminin ABD ve batı ile birikmiş hayli ağır sorunlarının varlığı artık bir sır olmaktan çıktığı ya da diplomatik nezaketlerin ötesine taştığı bellidir. Bilinen sorunların çözüme doğru gitmesi ya da gitmemesi durumuna göre tutumlar takınılacağı ve böyle olması durumda bilinmeyen “tuhaf” gelişmelerin ortaya çıkacağı beklenebilir

A

BD’de yürütülen Rıza Sarraf davası yeni gelişmeler kaydederek devam ediyor. Dava iddianamesi yeni eklenen isimlerle birlikte dördüncü kez yenilendi. Vaziyetin böyle sürmesi durumunda sürpriz olmayan yeni isimlerin dosyaya eklenmesi ile yargılama devam edecek gibi gözüküyor. Durumun böyle olmasının esas olarak iki nedeni olabilir. Birincisi, ABD ve batının İran’a uyguladıkları ambargonun onlara rağmen Türk hâkim sınıfları iktidarı AKP-Erdoğan diktatörlüğü tarafından delinmesi; ikincisi ise, selefi sultan Tayyip başta olmak üzere, Türk hükümetinin uzun bir süredir ABD ve Batı ile sürdürdüğü oldukça gerilimli dış politika ilişkilerinin yol açtığı sonuçlardır. Kuşku yok ki her iki sebep birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Savcılar (ki davayı açan savcı ile şu anda sürdüren savcı farklı isimlerdir) şu iddiada bulunmaktalar: “Sarraf ve eklenen yeni isimlerden Zafer Çağlayan, Amerikan finans sistemini kullanarak İran hükümeti ve İran kurumları adına yüz milyonlarca dolarlık yaptırımlarla yasaklanmış işlemi planlamak ve bu amaçla işbirliği yaparak

uluslararası yasaları çiğnemek…” Bir başka iddia ise, girdiği ticaret ilişkisinde İran’ı da dolandırdığıdır. İran’ın kendi iş adamlarından birini, bu nedenle idam cezasına çarptırdığı biliniyor. Çağlayan’ın on milyonlarca dolarlık nakit ve mücevher rüşvet aldığı ise iddialar arasında yer alıyor. Doğrusu bu iddiaların yanlış olduğunu söylemek pek mümkün gözükmüyor. Bekir Bozdoğan’ın “Değerli bakanımız hiçbir ulusal ya da uluslararası yasayı ihlal etmemiştir. Bizi ilgilendiren ülkenin çıkarlarıdır” açıklamasının diplomatik manası şudur ; “Bizim ülkemizin çıkarlarına uygun düşüyorsa gerisi bizi pek de ilgilendirmez” Yani sizin uluslararası alanda İran’a uyguladığınız ambargo bizi pek ilgilendirmez demeye getirmektedir. Bekir Bozdağ önemli bir hükümet sözcüsü olduğuna göre bu açıklamanın doğrudan hükümetin de görüşü olduğunu kabul edebiliriz. Bu demektir ki İran ile giriştikleri gizli ekonomik ilişkilerin ABD ve Avrupa emperyalist güçlerine rağmen

yapıldığı ortaya çıkıyor. Bilinen bir gerçek var; uluslararası yasalara ve kararlara imza atan bütün ülkelerin bu yasalara ve kararlara harfiyen uyduklarını söylemek mümkün değil. Ülkeleri egemenliği altında tutan kapitalist tekellerin karlarının ve bütünlüklü çıkarlarının uluslararası yasa ve kararlara göre daha çok önem arz ettiği biliniyor. Uluslararası ilişkiler belli yasalara ve kararlara dayanılarak yapılıyor olsa da, çoğu kere bu ilişkiler resmiyet tanımaz ve masa altı diye de tabir edilen ilişkilerle yürütülür. Bu elbette mafyatik bir tarzdır ve kapitalizmin ruhuna asla aykırı değildir. Ancak, gayri resmi ilişkiyi hangi kapitalist ülke/ülkelerin yaptığı önemlidir. Dünya egemenliğini kontrol eden ülkeler her zaman masa altı ilişkilerin sürdürülmesinde üstünlük sahibidirler. ABD gibi dünyanın jandarması rolünü oynayan güçlerin, Türkiye gibi eski komprador ve yeni yetme tekellerin bir başlarına, Amerikan ve batı çıkarlarını es geçmelerine izin

vermeyecekleri açıktır. Türkiye gibi ülkelerin, “yasadışı” olan bu ilişkiyi ya emri altında oldukları emperyalist ülkelerin bilgileri ve onayları dâhilinde ya da ortak ‘iş tutarak’ yürütmeleri gerekmektedir. Başka türlü bir gidişata izin verilmeyeceği tecrübelerle sabittir. Israr eden olursa, önce diplomatik uyarılar gelir ve ardından yaptırımlar adım adım devreye sokulur. İşte Sarraf ile başlayıp eski Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan ile devam etmekte olan dava dosyasının birinci sebebi budur. “Bana rağmen, benim iznim olmaksızın İran ile böyle bir ilişki kuramazsın, buna izin vermem” mesajı vardır dosyada. Aslında gelinen aşamada dava dosyasının önemli bir eşiği aştığını söylemek yanlış olmayacaktır. Gidişatın gösterdiği şu ki, dava dosyası hükümetin tepelerini kapsamaya doğru ilerlemektedir. Ki Türk hâkim sınıflarının mevcut iktidarı AKPErdoğan sultanlığına doğru ilerlediğini, ‘Sultan Tayyip’in “Burnuma pis kokular geliyor, bunu başkan Trump ile


16-30 Eylül 2017

analiz haber 07

Halkın Günlüğü

sürdürdüğü ilişkilere ya bir sınır çekecek, ki, ABD ve batılı emperyalistlerin dayattığı da budur ya da mevcut ilişkisini daha da ilerleterek onları ABD ve batı emperyalistleri ile daha derin çatışmalara götürecektir. Ve böyle yapması durumda ise kendisini bekleyen ağır yükleri omuzlamak ve bedelini ödemek zorunda kalacaktır. Eski Pentagon Sultan Tayyip uluslararası yetkilisi Rubin’in, ”Dava dosyasının arenada gittikçe sıkışmaktadır! Erdoğan’ın ailesine uzanacağı korkusundan” söz etmesi açıktan Sultan Tayyip elbette Trump ile yapılmış bir tehdit olarak okunabilir. görüşmek zorunda kalacaktır, zira Türkiye-Kuzey Kürdistan’da iktidar dava dosyasının bir yanı da ABD ve yolsuzluk batağı içinde yüzmektedir. Türkiye’nin ekonomik ve politik Metal yorgunluğu dedikleri aslında ilişkileri ile alakalıdır. Ortadoğu’da derin çürümeden başka bir şey değil. ağababalarına rağmen kendi başına Devlet ise Kürtlere, devrimcilere, planlamalara girmesi, ilişkiler kurması, ve tüm muhaliflere karşı yoksullara uzun yıllardır stratejik ortak olarak tutuklama, tehdit, baskı ve terör görülen ABD gibi dünya jandarması saldırılarında bulunmaktadır. Devleti ülke ve ittifak ülkelerle zıtlaşması yöneten en kıdemliler savaş suçu dosyanın arka planında yatan başka işlemişlerdir. Yani içerde İslami faşist unsurlardır. Anlaşılmaktadır ki, dava diktatörlük en azılı biçimde dosyasında açık edilen gerçekler devrededir. Sınır dışında ise gerici sadece buz dağının görünen yüzüdür. cihatçı kuvvetlere verdiği destek ve Ortadoğu ile diğer bölgelere ilişkin onlarla yürüttüğü savaşın başarısı Türk hâkim sınıflarının, “Ben de artık içeriyi susturarak sürdürüyor. Ancak bir ağayım” kabadayılığının yarattığı sultan Tayyip için gidişat iç açıcı rahatsızlık oldukça derinleşmektedir. gözükmüyor. Hem partisi içinde hem Yavuz’un kanlı hilafetini, başkanlık de faşist-gerici-burjuva partiler ve apoletinde “Sultan” olarak yakasına güçler içinde kendisine karşı iç çatışma takan Tayyip’in dış politika planlarının ve homurdanmalar yükseliyor. hemen hemen hiç birinin tutmadığı Özellikle kendi partisi içinde kendisine ortadadır. Kürdistan’ın her bir karşı seslerin çoğaldığı anlaşılıyor. parçasında genel olarak Kürtler lehine Bunca yıl yiyicilik, rüşvet gibi olan gelişmeleri engelleme çabalarının “nimetlerle” beslenen ve şimdi boşa çıkması, yine bölgede eski görevlerinden alınarak yenilerinin iş Osmanlıcılık hayallerinin Katar krizi ile başına getirilmesini Sünni damarın patlayarak duvara toslaması, Rusya çalımından geri adım hazmedememektedirler. İktidarın geniş olanaklarını ve kısa yoldan köşe atarak diz çökmesi ve daha bir dizi dönme nimetini kim kaybetmek ister? konuda hüsrana uğradığı bellidir. Hele Diğer yandan ve esas olarak da ki S400 füze sistemi için, “Kapora Kürdistan başta olmak üzere tüm ödendi. Güvenliğimiz ile ilgili kararı biz ülkede halk kitlelerinin dipten gelen veririz. Tartışma konusu hoşnutsuzluk sinyalleri yapmayacağız” açıklamasının hemen yükselmektedir. Devletin silahlı öncesine denk gelen Zafer Çağlayan saldırılarına karşı gerilla mücadelesi hız isminin dava dosyasına konulması olayı kesmeden devam ediyor. Ayrıca öyle tesadüfi olmasa gerek. “TC” yukarıda andığımız ülkelerle ilişkilerin yönetiminin ABD ve batı ile birikmiş aldığı çatışmalı ilişki, yönetimin içinde hayli ağır sorunlarının varlığı artık bir bulunduğu durumu yeterince izah sır olmaktan çıktığı ya da diplomatik etmektedir. Sultan Tayyip’in durumu nezaketlerin ötesine taştığı bellidir. amarula ağacının meyvesini afiyetle Bilinen sorunların çözüme doğru yutan maymuna benziyor. Amarula gitmesi ya da gitmemesi durumuna ağacının meyvesi yüzde 17 alkol göre tutumlar takınılacağı ve böyle içermektedir. Meyveyi yiyen olması durumda bilinmeyen “tuhaf” maymunlar kendilerinde geçer ve gelişmelerin ortaya çıkacağı dünyaya hoş gözlerle bakarak yolunda beklenebilir. Uzun zamandır ABD’nin giden işlerin mutluluğunu yaşarlar. Ne yanı sıra Almanya ve diğer Avrupa var ki, sonraki gün güneş ışıdığında ülkeleriyle sataşmaların giderek sertleşeceği yönünde işaretler alınıyor. gerçek durumun aslında hiç de hoş Şu sıralar Almanya’nın silah ambargosu olmadığını anlarlar ya! Gel gör ki gerçeği kabullenmek ve düzeltmek kararı böyle anlaşılabilir. Sultan Tayyip-Ergenekon ittifakının yerine mutlu kalmak uğruna yeniden yürüttüğü dış politika sonucu şu anda meyveye yönelirler. İşte AKP-Tayip iktidarı ve yandaşlarının durumu da emperyalist Rusya ve genel olarak budur. çevresinde yer alan blok ile

görüşeceğim” demesinden de anlayabiliriz. Bu öylesine söylenmiş bir laf değildir. Çeşitli iç ve dış yorumcuların dile getirdiklerine bakıldığında, tahminler dava dosyasının diğer eski veya yeni hükümet üyelerin yanı sıra, ‘Selefi Sultan Tayyip’in oğlu ve eşine kadar uzanabileceği yönündedir.

ÖRGÜTSEL YÖNELİM

≫ Refik Demir

Devrim toprağı meşrudur!

D

ünya’da ve Türkiye-Kuzey Kürdistan’da devrim ve komünizm yürüyüşü doğası gereği eşitsiz ve çelişkiler yumağının nesnel devrimci zemininde ilerlemeye devam ediyor. Yaşamakta olduğumuz dünya gerçekliği yani emperyalist/kapitalist barbarlığın insanlığı ve parçası olduğu doğayı içine sürüklediği yıkım ve talan devrimlerin zorunluluğunu kaçınılmaz olarak insanlığa dayatmaktadır. Bu zorunluluk hali ulusal ve uluslar arası ölçekte devrimci ve komünist harekete önemli tarihsel görev ve sorumluluklar yüklemektedir. Bu tarihsel devrimci görevlerden en elzem olanlarının başında kuşkusuz ki uluslararası bir komünist merkez inşa etmek gelmektedir. Uluslararası komünist hareketin tarihsel süreci bu anlamda önemli deneyim ve tecrübeler içermektedir. Öncesi bir yana hali hazırda filen dağılmış olan Devrimci Enternasyonal Hareket(DEH)’in tarihsel süreci başlı başına önemli tecrübeler bizlere sunmaktadır. Bu tarihsel tecrübelerin MLM bir tarih bilinci ve perspektifi ile muhasebe edilerek devrimci sonuçlar çıkarılması yeni bir komünist enternasyonalin inşasında tayin edici bir noktada durmaktadır. Maoist Komünist Hareket bu anlamda içine girmiş olduğu yönelim ve yakalamış olduğu ileri tarihsel birikimler ve çıkarmış olduğu devrimci sonuçlarla bu noktada ön açıcı bir rol oynayabilir. Proleter dünya devriminin önemli bir mevzisi olan Türkiye-Kuzey Kürdistan’da devrim ve komünizm mücadelesi keskin bir düzlemde ve ödenen ağır bedellerle yoluna kesintisiz olarak devam etmektedir. Kan ve can bedeli bir mücadele ile bugünlere kadar gelen devrim ve komünizm mücadelesi yine kan ve can bedeli bir direniş ve mücadele geleneği ile yoluna devam etmektedir. Son süreçte sınıf mücadelesinin değişik savaş mevzilerinde ölümsüzleşen devrim ve komünizm savaşçılarının gerçekliği ve kavga çağrıları bunun en somut göstergesidir. Halklara karşı barbarca savaş açarak ülkeyi bir kan deryası ve halklar hapishanesine dönüştüren faşist ‘’TC’’ devleti ve somut uygulayıcısı Erdoğan/AKP iktidarı tüm kirli araçlarıyla başta devrimci ve komünistler olmak üzere bir bütün toplumsal dinamikler üzerinde zorbalık ve kıyım uygulamaktadır. Gerilla alanları başta olmak üzere sınıf savaşımının tüm mevzilerinde devrimci, komünist ve yurtsever dinamiklere en son teknolojiyi kullanarak pervasızca saldıran burjuva faşist iktidar son süreçte mücadelenin değişik alanlarında onlarca devrim ve komünizm savaşçısı ve kadrosunu katletti. Dersim’de kavga ve direniş bayrağını yükselterek ölümsüzleşen başta proleter öncünün önder kadrolarından Yılmaz Kes(Şahin) olmak üzere, Mercan, Doktor, Fırat ve Şiar yoldaşlar ve yine Rojova’da sonsuzluğa uğurladığımız Ulaş Bayraktaroğlu, Nubar Ozanyan ve Ulaş Adalı devrim ve

komünizm mücadelemizde birer kutup yıldızı olmalarının yanında aynı zamanda önemli kayıplar olarak ta tarihe geçmektedir. Devrim ve komünizm mücadelesinde düşenleri sahiplenmek, onların cenaze törenlerini burjuvaziye karşı birer ateş topuna dönüştürmek ikirciksiz olarak devrimci/komünistlerin olmazsa olmaz görevlerinden biridir. Bu görev ve bilinç hiçbir gerekçe ile asla silikleştirilip sıradanlaştırılamaz. Devrim toprağı hasadını meşruluk zemininde ete kemiğe büründürür. Devrimin meşruluğu hiçbir kaygı ve gerekçe ile burjuva sınırlar içine ve burjuvazinin icazetine bırakılamaz. Bu tutum aynı zamanda devrim ile reformizm arasındaki temel ayrım çizgilerinden biridir. İkinci olarak devrimin meşruluğunu ve devrim mücadelesinde ölümsüzleşenleri sahiplenmeyi deyim yerindeyse kendi devrimci görevi ve varlık gerekçesi olmaktan çıkartan yada bu çizgiyi silikleştirerek bu görevi ‘’başka yerlere’’ havale eden bir anlayışın baştan çürük olduğu aşikardır. Sınıf mücadelesinde siyasal iktidar perspektifi ile dolaylı yada dolaysız olarak bağı olan ve bu zeminde kendini anlamlandıran bütün mücadele biçimleri ve araçları hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak bir berraklıkta varlık gerekçelerini devrimin meşruluğu üzerine oturtmak durumundadırlar. Emekçilerin devrim ve sosyalizm mücadelesine dolaylı yada dolaysız katkı sunan, görev ve hedefleri net olan gerçek devrimci örgütlenmelere ihtiyaçları vardır. Devrim ve sosyalizm mücadelesini ikircikli ve utangaçça savunan, devrimci halk kitlelerinin genel eyleminin arkasında durmaktan sakınan, sokak hareketlerinde direniş ve çatışma tavrından fersah fersah uzak duran, tehlikeleri göze almayarak yumuşak koşullarda bir mücadele tasavvur eden bir anlayışın tüm ideolojik ve siyasal temellerinin çürük olduğu aşikârdır. Meşruluk üzerinden yükselmeyen politik/pratik süreç ve siyaset mücadelenin ilerletilmesinden ziyade devrimci bilinç ve cüretin erozyona uğramasına yol açar. Devrimci birikimler ve kazanımlar bağlamında bir kurumsallaşma olarak izah edebileceğimiz toplumsal mücadelenin gelişim seyri ve diyalektiği ancak meşru direnme çizgisi temelinde gelişebilir. Devrim toprağı tartışmasız olarak meşruluğa dayanır. Devrim, burjuva kırıntılar olarak ve burjuva yasallıklar kabulü çerçevesinde geliştirilemez. Bu tehlikeli çizgi meşru devrimci duruştan ziyade liberal sol içerikli bir pratikle toplumsal mücadeleyi ele almaktadır. Bu çizginin genel hattı esas olarak pasifist protestoculukla sınırlıdır. Özet olarak altını çizecek olursak, Sistemin yasal boşluklarını devrimin ihtiyaçları temelinde kullanmakla, sistemin yasallık çerçevesinin içinde kalmak arasındaki ayrım çizgisinin kendisi devrim ile reformizm arasındaki fark olarak tanımlanır.


08 kadın

16-30 Eylül 2017

Halkın Günlüğü

Gerici politikalar ve Ataerkil Sisteme Karşı Kadın Mücadelesini Yükseltelim! T

oplumsal mücadelenin yükselmesi karşısında iktidarını tehlikede gören egemenler muhalif kesimleri sindirme yönelimine girmiştir. Bu saldırı alanının en büyük ayağını da kadınlar oluşturmaktadır, çünkü erkek egemen sistem kadının teslim alınmadan muhalif kesimin bastırılmayacağını bilmektedir. Erk sistem, yaptığı her açıklamada kadını hedef alan yaklaşımlarda bulunmakta, buna dönük politikalar üretmektedir. Siyasetten hukuka, eğitimden yaşam tarzına kadar her alanda kadınlar üzerinde toplumsal baskı arttırılmaktadır. İktidar ve yandaşları kadının sadece çocuk bakımı ve ev işleri yapması gerektiğini savunmakla kalmayıp bir de kadınların ne kadar çocuk yapacağını da belirleme hakkını kendisinde görür oldu. Bir yandan nüfusun artması için kadını çocuk doğurmaya teşvik ederlerken diğer taraftan kız çocuklarını, rıza yaşını 12’ye indirme girişimiyle daha küçük yaşlarda erkeğin tahakkümü altına alarak; araştıran, sorgulayan ve düşünen bireyler olmalarını engellemek istemektedirler. Toplumun her alanına sirayet eden bu ataerkilliğin beslendiği ve toplumsal cinsiyet eşizsizliğinin kuvvetlendirildiği en önemli alan eğitim programları ve bunun hayata geçirildiği eğitim kurumlarıdır. Bu alanda her geçen yıl eğitim programlarında bilimsellikten uzak cinsiyetçi bir yenilenmeye gidiliyor. Her yıl bilimsel bir konu çıkarılırken yerine hiç kuşkusuz kadın düşmanlığı söylemleri dolduruluyor. Biyoloji derslerinden evrim teorisi çıkartılıp yerine vatan sevgisi ve iş ahlakına dair uzun uzadıya anlatımlara gidilmiştir. Eskiden, ders sayısı üç olan biyoloji dersi ikiye indirilmiş bilim okullardan kapı dışarı edilmiştir. Eğitim alanını, kendi tabirleriyle dindar bir nesil yetiştirme amacına uygun hale getirmek istemektedirler. Din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin orta öğrenim programlarında, “Kocaya itaat ibadettir”, “Erkek kadından daha ileridedir”, “Erkeğin okumuşu kadı, kadının okumuşu cadı olur” vb. sözlerine yer verildi. Kitaplarda, erken yaşta evlilik, örf ve âdet olarak anlatılarak temelleri o yaşlarda atılan toplumsal cinsiyet eşitsizliği derinleştirilip bu düzenlemelerle yeni nesiller içinde kadın hiçleştirilmektedir. Tek derdi aile kurumunu korumak ve “Kutsal aileyi” ayakta tutmak olan iktidar yine yeni düzenleme ile hazırlanan kitapta çocuklara, “Bekârlık sultanlık değil, henüz karar verilememiş bir sürecin sancılı

Dünden bugüne “Faşizm paramparça ezilip yere serilmeden aramızdan hiç kimse dinlenme hakkına sahip değildir” anlayışı ile durmadan direnen ve mücadeleyi sürdüren biz kadınlar, tüm bu gerici söylemler ve politikalara kaşı birleşik kadın mücadele hattını güçlendirerek, kan ve zulümle beslenen ataerkil sisteminizi yıkacağız! O güne dek sokak sokak, barikat barikat, ev ev direnmeye devam edeceğiz! bekleyişidir”, “Evlilik yüzüğü esaret halkası değil bir hürriyet nişanesidir”, “Evlenmeye karar verenlerin nişan sürelerini çok da fazla uzatmamaları” gerektiği vurgulandı. Her yıl eğitimde yapılan bu düzenlemeler sonucu piyasacı, tekçi, antibilimsel ve cinsiyetçi bir eğitim yaratıldı. Son on yılda bir bütün bunların sonucu olarak çocuk istismarı üç kat artmış, örgün eğitime giden kız çocuklarının oranında ciddi bir düşüş olmuş, her yıl gerçekleşen resmi evliliklerin beşte birinde 18 yaş altındaki kız çocukları evlendirilmiştir. Bu programlar bir gerçeği hiç kuşkusuz ki yüzümüze vuruyor. Bu eğitim sisteminin yetiştirdiği çocuklar ataerkil düzenin devamını sağlayacaktır. Bu sistem kadına yönelik baskıyı arttırarak daha çok cinsel saldırı, daha çok cinsel şiddet, daha çok kadın cinayetlerinin önünü açacak ve toplumda yaratılmak istenen kadın düşmanlığının beslenmesini sağlayacaktır. Tüm bu söylemlerin ve sürdürülen bu politikaların yaşam tarzına yönelik saldırıları da arttırması sonucunda, kadınlar sokakta, fabrikada, parkta, toplu taşıma araçlarında ataerkil sistem tarafından keyfi bir tutum ile kıyafetleri gerekçe gösterilerek hedef haline getirilip şiddete ve cinsel saldırıya uğramaktadırlar. Kadın ve çocukların yeni üretilen politikalar sonucu ne özgür iradeleri ne de can güvenlikleri kalmamıştır. Kadınlara yönelik yaşanan gerici saldırılara ve kadın cinayetlerine karşı bir eylemde bulunmayanlar kadınların

yaşamlarına yönelik söylemlerden de geri durmuyorlar. “Kadın erkek eşit değildir.”, “Kadın mıdır kız mıdır”, “Kadınlar iş aramaya çıktıkları için işsizlik var” “Örtüsüz kadın perdesiz eve benzer”, “Kadının yeri evidir” gibi açıklamalar ile yaşam alanlarımıza ve bir bütün kadınlara yönelik bu politikalar nefret ve toplumda ayrışmayı derinleştiriyor.

Gerici yasalarla kadına kölelik dayatılmaktadır! Kadın üzerinden politika yürütmeye devam eden AKP/Erdoğan iktidarı tarafından Nüfus Hizmetleri Kanunu ile bazı kanunlarda değişiklik yapılmasını öngören yasa tasarısı Meclis’e sunuldu. Bu tasarıda il ve ilçe müftülerinin nikâh kıyabileceğine ilişkin bir düzenleme getirildi. Yine tasarıya göre bundan böyle sağlık personelinin takibi dışında doğan çocukların doğum bildirimi nüfus müdürlüklerine sözlü beyanla yapılacak. Beyanın teyidi amacıyla mülki idare amirinin emriyle, aile hekimlerinin aracılığıyla araştırma yaptırılacak. Doğum bildirimi; veli, vasi, kayyım, bunların bulunmaması halinde çocuğun büyük ana, büyük baba veya ergin kardeşleri ya da çocuğu yanında bulunduranlar tarafından yapılacak. Bu yasa tasarısının çocuk yaşta evliliklerin ve çocuk istismarının artmasına olanak sağlayacağı çok açıktır. Erdoğan/AKP iktidarı bu tasarıyı her

zamanki gibi “topluma hizmet” kılıfına uydurmaya çalışmaktadır. Kadının beyanının yok sayıldığı, toplumda ezilmişliğini arttıran, yaşam alanlarına yönelik müdahaleyi, her alanda baskıya uğramasını “topluma hizmet” olarak görenler kadınların örgütlü gücü ile karşı karşıya gelecektir. Devlet tüm bu politikalarla kadının toplum içerisindeki ezilmişliğini, arka plana atılmışlığını, çıkardığı yasalarla destekleyerek meşru hale getirmeye çalışmaktadır. Kadın kurumlarının kapatılması, binlerce kadının hapse atılması, on binlercesinin işinden çıkarılması kadını ve mücadeleyi geriletme saldırısıdır. Ama biz biliyoruz ki kadın kurtulmadan insanlık kurtulmaz. Bu gerici saldırıları geri püskürtmek kadın mücadelesinin başarısına bağlıdır. Bu nedenle yarını kazanmak, kadını ve toplumu özgürleştirmek kadınların can bedeli ile oluşturduğu bütün kazanımları korumaktan ve mücadeleyi yükseltmekten geçmektedir. Dünden bugüne “Faşizm paramparça ezilip yere serilmeden aramızdan hiç kimse dinlenme hakkına sahip değildir” anlayışı ile durmadan direnen ve mücedeleyi sürdüren biz kadınlar, tüm bu gerici söylemler ve politikalara kaşı birleşik kadın mücadele hattını güçlendirerek kan ve zulümle beslenen ataerkil sisteminizi yıkacağız! O güne dek sokak sokak, barikat barikat, ev ev direnmeye devam edeceğiz!


16-30 Eylül 2017

Halkın Günlüğü

analiz haber 09

YÖNELİM

≫ Kazım Cihan

Kadınların kurtuluşu ve Ekim devrimi

K

adının kurtuluşu, burjuva düzenin sivriliklerinin törpülenmesi, kısmi reformlardan geçirilmesi, "iyileştirilmesi" ile olmaz, olamaz. Kapitalizm, kadının üzerinde geleneksel ahlak ve değer yargılarıyla bunlara yol açan üretim ilişkileriyle tam bir vesayet tekelidir. Onun eğitim ve seçme-seçilme "hakkı" özel mülk dünyası fiiliyatında, burjuva devletin kullandığı "demokratik" örtü ile diktatörlüğünü yani burjuva sınıf egemenliğini gizlemekten öteye geçmez. Sınıf, cinsiyet, ulus eşitsizlikleri ve ezen-ezilen bölünmüşlüğü "demokratik", "siyasi hak eşitliği" hokkabazlığı ile gizlenemez. Bu açıdan komünizm ve komünist kadın hareketi elzemdir. Komünist kadın hareketinin baştan itibaren nihai hedefi komünizmdir. Bu amaca ulaşmada asgari hedef ve programı somut koşullardaki görevlerle biçimlense de azami amaç başlangıçtan itibaren hareketin eylemine rehberlik etmelidir. Kadın cinsiyetinin tam özgürlük ve tam hak eşitliğinin sağlanması komünizmle mümkündür. Sosyalizmde, halen devlet ve buna yol açan nesnel çelişkilerin, hak ve eşitliğin hukuki kamusal dönüşümlerinin fiiliyatta burjuvaziden ve toplumdan devralınan devrimle mütemadiyen süpürülmesi şart olan problemlerin varlığı, kadının eşitsizlikleri de dahil köklü bir biçimde ortadan kaldırmış olmaz. Komünist kadın hareketi ve komünizm için mücadele bunun için elzemdir. "Reel ve doğal meslek" olarak iş bölümü çerçevesinde kadına biçilmiş özel rollere yol açan toplumsal koşullar köküne kadar süpürülmeden, gelecek fethedilmeden en küçük gardiyan bile aşılmadan, komünizm tesis edilmeden "kurtulduk" diyemeyiz! Ezilen cinsiyet ve emekçilerin alınıp satılan birer meta olduğu bu toplumlarda, kadın cinsine biçilen rol, kapitalizmin ihtiyaçları için doğurma, yine onun için besleme-hazırlama rolüdür. Kısacası kadın onlar açısından bir üretim aracıdır. Kapitalist toplumun ailesi sermaye üzerinde yükselir. Aile yalnızca kapitalizmin yeniden üretimi ve egemenliklerinin sürdürülmesi için vardır. Komünistlerin yapmak istedikleri kadının bir üretim aracı olarak görülmesine son vermek bunu yaratan koşulları ortadan kaldırmaktır. Komünist Manifestonun beyanı buydu. Çarlık Rusya, ezilen uluslar, kadınlar, emekçiler için bir sömürü hapishanesiydi. Çarlık Anayasası’nda kadın aile reisi olarak kocasına tabidir. Ona "boyun eğmek", "sevgi ve saygı göstermek", "sınırsız itaat etmek", kısacası, kadının ezilmesi yasalar ile güvence altına alınmıştır. Bu her sömürü toplumunun ideolojikpolitik hegemonyalarında egemenlerin genel kültürüdür. Ekim Devrimi bunlara son verdi. Çar yasaması "tamamıyla kaldırıldı". Ast olarak görülen kadın statüsüne son verildi. Onları eşitsiz kılan eski yasalar lağvedildi. Kadınlara tam hak eşitliği yolu açıldı. Sovyetlerin ilanından 2 ay sonra "Tüm Rusya Merkez Yürütme Komitesi" ve "Halk Komiserleri Konseyi" boşanma hakkında şu kararnameyi yayınladı: "Sovyet yasalarının kadın için en önemli ilkesi onun her açıdan erkekle eşitliğidir. Eşit oy hakkı, eşit işe eşit ücret, çocuklar üzerinde eşit söz hakkı. Boşanma, evli tarafların her ikisi açısından mümkündür. Kimsenin evlilik bağını ayakta tutmaya zorlanması istenmemektedir." Ekim devrimi, burjuvazinin ve onun kölelerinin

kölesinin kurtuluş mücadelesinde yeni, nitel bir çığır açmıştı. Yıkım döneminin savaş komünizmi, yeni ekonomik politikaların zorlukları bir gerçekti. Yeni ekonomik politika, genelde sosyalizme, ekonomik zorlukların üstesinden gelmeye hizmet etti fakat emekçi kadınlar bu zorunlu politikada "hiç zarar görmediler, her şey mükemmeldi" de diyemeyiz. 3.Enternasyonal Kadın Konferansı; Partilere, parti komitelerine bağlı kadın seksiyonları oluşturma çağrısı yapması ve özel rolleri ve çalışma yöntemleri biçimleri üzerinde durmasına rağmen 1930-1934 sürecinde jenotyeller dağıtıldı. Gerekçe; "yeni inşa koşulları" şeklinde açıklandı. 1934 Parti Kongresinde; "kollar kaldırılmalı" parti tüzüğüne eklendi. 1936-1944 kararnamelerinin politik uygulamaları, Sovyetlere uygun özgün politikalar olsa da evrensel sosyalizm ve komünizmin ideoloji ve teorisi gibi ele alınmış, bu durum savrulmalara neden olmuştur. Bu durum Sovyet kazanımlarını ne inkâr edici ne de onları "genel doğru" şeklinde gören bir şeye yol açmalıdır. Bir geçiş toplumu olan sosyalizm, geçmişten devralınan problemlerle doludur. Bir çırpıda, bir hamlede, tek düze bir yürüyüşle komünizme gidemezsiniz. 1936-1944 Sovyet kararnameleri bir geri adımdır aynı zamanda teorik kırılmalara da yol açmıştır. Aileyi koruma, teşvik etme, Sovyet ailesini idealize eden, toplumu çocukların bakımını üstlenme seviyesinde olmadığı gerekçeleriyle, çocuk bakımını "yüce bir annelik görevi" ile izah etmeler, anlayış olarak masum değillerdir. Clara Zetkin'in "Lenin'den Anılar" derlemesinde Lenin’den şunu aktarır: "Açık teorik temele sahip güçlü bir uluslararası kadın hareketi yaratmalıyız". "Devrimde olağanüstü davrandılar. Onlar olmadan zafere ulaşamazdık." Devrimci komünist kadın, genel evrensel komünizm mücadelesinin bir bileşenidir. Zira devrim kitlelerin eseriyse kadınların kurtuluşu komünizm için mücadeleyle, öncelikle kadınların eseri olacaktır. Özneler, "kurtarıcı" beklemez. Komünist kadın hareketi, parti önderliğinde kadının bizzat kendi eseri olmalıdır. Kadın, politik eylemin önderi olma fikriyle donanmalıdır. Bunu engelleyen tüm zincirler kırılmalı, ideolojik abluka dağıtılmalıdır. Kadın hareketi, biçimsel "eşitlik" için değil, ekonomik-toplumsal mücadelede tam hak eşitliği için, stratejik olarak konumlanmalıdır. İnsanlığın yarısını en fazla destekçiliğe layık gören anlayış komünizme çıkamaz. Kadınlar özellikle "köreltici ev ekonomisi" atmosferinden komünizm için firar etmelidirler. Lenin yoldaşın deyimiyle bu yoksa; "Sosyalizm şöyle dursun, demokrasi bile kurulamaz." Komünist Enternasyonal 1. Kongresi, başından itibaren bu göreve işaret etti. Komünist Enternasyonal 3. Kongresi, kadınlar arasında Komünist çalışma görev ve metotlarını ele aldı. Komünist Hareketin ihtiyacını formüle etti. Bu hem uluslararası hem de onların birer müfrezeleri olarak siyasal coğrafyaların ertelenemez göreviydi. Bu, Clara Zetkin'in raporunun ekseniydi. Komünist Partiler görevin tesisinin hararetli savunucusu, uygulayıcısı ve destekçisi olmalıydılar. Görevi "dudak ucuyla" onaylayan değil, yanında yer almalıydılar. Zetkin'in çağrısı buydu. “Parti kapıları ezilenlere açıktır.” demek yetmez, onları partili kılmak için özgün yol ve yöntemlere açık olmalıyız. Parti'ye bağlı özel araçlara gereksinimi

kavramalıyız. Parti'ye bağlılık, özerklik ve özel inisiyatifi boğmamalıdır. Bu temelde KP'lerde en alttan en üste kadar kadın kurulları görevine işaret edildi. Yönergelerin çerçevesi böyleydi. Komünistler, baştan itibaren cinsiyetçi iş bölümüne karşı mücadele etmelidir. Kadın ve erkek diye bölünerek toplumsallaştırılmış sınırlılıklara, eğitimin ve rollerin bu temelde ele alınmasına karşı çıkılmalıdır. August Bebel: "Kadın köleleşen ilk insani yaratıktır. Kadın, köle var olmadan önce köle olmuştur." gerçeğine parmak basıyordu. Doğada, toplumda hiçbir şey ezeli değildir. Üretim ve paylaşım tarzına göre değişim gösterir. Cinsler arası ilişkilerin değişimi de bu temel üzerinde olur. Sentezimiz şudur: İnsanlar arası ve insanların doğaya tahakkümün ilk basamağı kadının köleleştirilmesidir. Dolayısıyla kadının kurtuluş mücadelesi insanlığın kurtuluş mücadelesine sıkı sıkıya bağlıdır. Bu eşik aşılmadan insan, toplum ve doğa özgürleşemez. Üretim ve paylaşım tarzının devrimle değişimi, kurtuluş yolunu açar. Ancak insanlığın ezen-ezilen bölünmüşlüğüyle sağlanmış ideolojik hegemonyanın düşünsel baskılarına karşı da zihniyette de devrim, kadın için devrim, başlangıçtan itibaren icra edilmelidir. Erkek egemenliğinin yarattığı, erkek şovenizmine karşı mücadele özel önemdedir. Devrimci komünist saflardaki etkilerine karşı da ideolojik mücadele şarttır. Kafalardaki erkek ayrıcalıkları yıkılıp, zihinler özgürleştirilmedikçe, doğru önderlik yaratılmış olmaz. Yoksa “Komünisti kazı altından erkek ayrıcalıkları belirir” sözü niçin olsundu? Parti ve kitleler içinde "erkek" ideolojisinin etkilerine, erkek şovenizmine karşı mücadele edilmelidir. “Komünizm kazanacaktır” sentezimizin önceliği, başta ve ilk planda kadınlar olmak üzere işçiler ve emekçilerdir. Öğretimizin bilinci ve ruhu budur. Komünist kadın kadrolar, onların öncülüğünde geliştirilecek ve komünizme kadar sürdürülecek olan Kadın kurtuluş hareketini, hem bugün kadınların demokratik hareketi içerisinde zincirlerini kopararak devrimci enerjilerinin açığa çıkarılması, hem de sosyalizm sonrası nihai zafere ilerlenebilmesinin tayin edici teminatı ve araçlarından biri olarak görmeliyiz. Yani, perspektif, taktik bir mücadele ve örgütlenme biçimi değildir. Komünizm hedefli nihai amaçlı sürekli bir özgün mücadele ve örgütlenmeyi gerektiren bir içerik taşımaktadır. Bu bilinçle, “toplumsal devrimin önemli bir parçası ve politik gücü olarak kadının kurtuluş hareketine öncülük ve önderlik misyonunu somut olarak yerine getirmeyen bir parti insanlığın kurtuluş projesinde hiçbir zaman başarıya ulaşamayacaktır.” Kitle örgütleri, sendikalar ve hayatın her alanında tesis edilmesi gereken komünist bilinç ve örgütlenmenin yönelimi budur. Komünist bilinç, örgüt ve eylemle, komünist kadın iradesi silahlanmazsa nesneleşir, kurtuluş “tanrılara” bırakılır. Yönetim, çözüm öznesi olarak, tüm inisiyatifiyle kadının öncüleşmesi, partide etkin güç olarak kurtuluş hareketinin yükseltilmesi başta kadınlar olmak üzere tüm komünistlerin görevidir. Zulme karşı isyan görevdir, haktır, meşrudur. Daha baştan itibaren komünistler bu perspektifle hareket etmek durumundadır. Sorunlar ve örgütlenme görevleri açıktır kazanma azmiyle üstleniyoruz.


10 güncel analiz

16-30 Eylül 2017

Halkın Günlüğü

Giderek amansızlaşan kavganın Şahin’leri ölümsüz yoldaşların ardından! Şahin yoldaş, komünist devrimci ruhu dolu dolu yaşayıp yansıtan ve bunu bilinçli zeminde ideolojikteorik temelde billurlaştırarak temsil eden, önder vasfını katıksız biçimde gösteren bir yoldaştı. Partili yaşamında mütevazı olduğu kadar yaratıcı ve ilerletici yanıyla da öne çıkan örnek bir yoldaştı. SHS’deki kararlılığı, cüreti, geliştirici çabası ve yaratıcı yetenekle birleştirdiği çalışmalarıyla tam bir önderdi. Savaşın her türlü sorununa kafa yoran, inceleyerek dokümanlaştıran özelliği parti siyaseti ve yöneliminde de önemli katkılar yaratıyordu. O yorulmak bilmeyen bir devrimci, durmak bilmeyen bir savaşçı, aman tanımayan bir kavgacı, üretken bir komünistti.

Ş

ahin yoldaş, komünist devrimci ruhu dolu dolu yaşayıp yansıtan ve bunu bilinçli zeminde ideolojik-teorik temelde billurlaştırarak temsil eden, önder vasfını katıksız biçimde gösteren bir yoldaştı. Partili yaşamında mütevazı olduğu kadar yaratıcı ve ilerletici yanıyla da öne çıkan örnek bir yoldaştı. SHS’deki kararlılığı, cüreti, geliştirici çabası ve yaratıcı yetenekle birleştirdiği çalışmalarıyla tam bir önderdi. Savaşın her türlü sorununa kafa yoran, inceleyerek dokümanlaştıran özelliği parti siyaseti ve yöneliminde de önemli katkılar yaratıyordu. O yorulmak bilmeyen bir devrimci, durmak bilmeyen bir savaşçı, aman tanımayan bir kavgacı, üretken bir komünistti. Şahin yoldaştan öğrenmek, cüretini kuşanmak, ileri çıkan dava adamlığını komut almak biz yoldaşlarının ertelenemez görevidir. Görevdir çünkü giderek amansızlaşan ve acımasızlıklarla büyüyen bir mücadelede, kural tanımayan azgın faşist bir düşmanla savaştayız. Bu savaşı, Şahin yoldaştan, Doktor, Mercan, Fırat ve Şiar yoldaşların kavga miraslarından öğrenerek ve bu mirası ilerleterek yürütebiliriz Yeniden anıyor, komünist mücadelelerini binkez daha selamlıyoruz. Şahin yoldaş şahsında devrim ve komünizm mücadelesinde düşenlerimizi

unutmayacağız, unutturmayacağız! Onların savaşı yoksul dünyanın esaret dünyasına karşı savaşıdır. Onların cüreti köhnemiş dünya gericiliğine kesilmiş hükümdür. Cüret ve kararlılıklarını kuşanacak, onlarla savaşacak, onların savaşını zafere dek sürdüreceğiz. Biz yoldaşlarına düşen budur! Ekmeğini kazanma uğruna milyonlarca işçi, emekçi, yoksul insan ağır bedeller ödüyor. Yaşamsal hakkına uygun olarak sesini yükselten bu emekçi insanların en şanslı olanları yarı-aç, yarı-tok, vahşi sömürü ve zulümkar baskı çarkı içinde yaşamla ölüm arası sınırda güvencesiz ve geleceksiz bir yaşama mahkûm yaşıyor. Biraz daha şanssız olanları buna ek olarak mahkeme kapılarını aşındırıp bu baskı cenderesinde süründürülüyor, soruşturma-kavuşturma ve tahkibat çemberinde hırpalanıp ensesinde boza pişirilenler olarak evle mahkeme arasında yaşamını tamamlıyor. Bunlardan daha şanssız olanları ise, bir öncekilerden biraz daha sesini yükselterek anayasada tarif edildiği ölçüde demokratik hak-hukuku gereği yönetenlere (iktidara) eleştiri yürütüp hakka sahip olmanın bilinciyle hareket ediyor ki, bunlar ekseriyetten mahkeme safhalarını tanımadan hapishane duvarlarıyla gününü geçirip böyle yaşıyorlar. En şanssız olanlar ya da şansını-kaderini eline almakta da

kararlı olup bilinçli-örgütlü bir duruşla bu baskıcı, zulümkar ve faşist düzene isyan ederek mücadele edenler ise, yönetenlerin hapsetme tercihinden daha çok öldürme tercihine maruz kalıyorlar. Bunlardan silahlı mücadele ve savaş yürütenler ise, neredeyse istisna tanımadan hepsinin yok edilmesi hedeflenerek alenen kurşunlanıp katlediliyor, havadan yağan bombalarla, roketlerle paramparça edilip doğrudan imha ediliyor. Kısacası, anladığımız biçimde normal yaşamlarını sürdüren geniş toplumsal kitlelerin sömürüden öteye baskı ve zulme maruz kaldığı, her türlü acının reva görüldüğü, çocukların aç-bilaç kaldığı, sorgusuz sualsiz sokaklarda kurşunlandığı bir düzenden ve iktidar şartlarından bahsedildiği mevcut faşist koşullarda, komünist ve devrimcilerin, faşist şiddet ve işkenceden geçirilmesi, hapsedilmesi, kurşunlanıp katladilmesi, hele devlete karşı silahlı savaşa başvuranların bu faşist iktidar tarafından doğrudan imha hedefi haline getirilerek en acımasız biçimde ağır teknolojik silahlarla yok edilmesi çok daha anlaşılır durumdur. Bütün bunlar, faşist hâkim sınıflar devleti ve siyasi iktidarlarına karşı silahlı mücadele ve savaşın ne kadar zorunlu ve meşru olduğunu gösteren ve doğrulayan şartlardır da. Yani, gerici sınıflar ya da daha somut


16-30 Eylül 2017

Halkın Günlüğü

olarak komprador tekelci burjuva sınıf faşist devleti ve siyasi iktidarlarının varlığı ya da geniş halk kitlelerine uyguladığı baskı, sömürü, zulüm ve faşist şiddet, devrimci savaş ve silahlı mücadelenin de varlık gerekçesidir. Özü şudur; hâkim sınıfların uyguladığı gerici faşist şiddete karşı devrimci şiddet kullanılmak zorundadır. Bu, faşist hâkim sınıfların dayattığı bir zorunluluktur. Devrimci mücadele ve bu mücadelenin değişik biçimleri, devleti elinde bulundurup iktidar eden sınıfın karakterine, yönetim biçimine, siyasi sistemine uygun olarak nitelik edinirler. Devrim ise, devleti gasp ederek elinde tutup bu makineyi geniş halk kitleleri üzerinde bir baskı aracı olarak kullanan gerici sınıfın elinden alıp gerçek sahiplerinin eline veren siyasi bir eylemdir ve siyasi iktidarın ele geçirilmesini konu alan bu eylem tabiatıyla bir zor-şiddet hareketidir. Zira, devlet ve iktidar imtiyazlarını elinde bulunduran sınıf kendi rızasıyla bu kanlı sömürü saltanatı ve imtiyazlarını bırakarak düşmanı olduğu sınıfa vermez. Proletarya ve emekçi sınıfların kurtuluşundan başlayarak nihayetinde tüm insanlığın kurtuluşuna uzanan bu tarihi mücadelede, bu uğurda, milyonlarca işçi, emekçi, devrimci ve komünist ağır bedeller ödeyerek ölümsüzleşti. Proletarya partisi de aynı tarihi savaşımda yüzlerce savaşçısını, onlarca kadro ve önderini şehit verdi. Şahin, Mercan, Doktor, Fırat, Şiar yoldaşlar da aynı uğurda canlarını feda ederek ölümsüzleştiler. Bu ölümler kuşkusuz ki, anlamlı ve yücedir. Evet bağımsızlık, demokrasi, devrim, sosyalizm ve komünizm uğruna ölümsüzleşen her devrimci uğruna düştükleri amaç açısından aynı değerdedir. Ne ki, bireylerin tarihteki rolü de bilinen ayrı bir gerçektir. Aynı biçimde bireyin tarihsel olarak somutta oynadığı r,ol de önem arz eder. Bunun gibi, verdiğimiz ağır kayıplarda Proletarya partisinde oynadığı rol açısından Şahin yoldaş özel bir önem taşır. Bireyin tarihte oynadığı role benzer olarak, Şahin yoldaşın proletarya partisi ve SHS bakımından üstlendiği görev ve sorumluluklarla, oynadığı rol bakımından ileri gelen bir önemdedir. Şüphesiz ki, ölümsüzleşen her yoldaşımızın anlamı, değeri büyüktür, devrime ve partiye katkıları önemlidir. Lakin, proletarya partisinin kendi şartları açısından, Şahin yoldaşın oynadığı rol ve üstlendiği görevler ona özel bir önem yüklemektedir. Bu anlamda Şahin yoldaşın kaybı proletarya partisi açısından özellikle ağır ve önemli bir kayıptır.

Düşenlerin miraslarından öğrenerek kavgalarını yürütebiliriz Şahin yoldaş, proletarya partisinin yeni yönelim ve çizgisinde doğrudan rol oynayan, SHS’nin yürütülerek geliştirilmesinde birinci derecede belirleyici etkiye sahiptir. Onun parti sekretarya üyesi olması bir rastlantı değil, oynadığı rolün ürünü ve sonucuydu ki, bu görevi onun kaybının parti açısından özel bir önem ve anlam taşımasını koşullar. Bu, aynı süreci omuzlayan yoldaşların rolleri ve emeklerini yadsımak anlamına gelmez.

Bilakis Şahin yoldaşla birlikte aynı görev ve sorumlulukları üstlenen ve SHS’nin pratik çalışmasının öznesi olan diğer yoldaşlarımızın emeği ve rolü de büyüktür. Şahin yoldaş, komünist devrimci ruhu dolu dolu yaşayıp yansıtan ve bunu bilinçli zeminde ideolojik-teorik temelde billurlaştırarak temsil eden, önder vasfını katıksız biçimde gösteren bir yoldaştı. Partili yaşamında mütevazı olduğu kadar yaratıcı ve ilerletici yanıyla da öne çıkan örnek bir yoldaştı. SHS’deki kararlılığı, cüreti, geliştirici çabası ve yaratcı yetenekle birleştirdiği çalışmalarıyla tam bir önderdi. Savaşın her türlü sorununa kafa yoran, inceleyerek dökümanlaştıran özelliği parti siyaseti ve

güncel analiz 11 yöneliminde de önemli katkılar yaratıyordu. O yorulmak bilmeyen bir devrimci, durmak bilmeyen bir savaşçı, aman tanımayan bir kavgacı, üretken bir komünistti. Şahin yoldaştan öğrenmek, cüretini kuşanmak, ileri çıkan dava adamlığını komut almak biz yoldaşlarının ertelenemez görevidir. Görevdir çünkü, giderek amansızlaşan ve acımasızlıklarla büyüyen bir mücadelede, kural tanımayan azgın faşist bir düşmanla savaştayız. Bu savaşı, Şahin yoldaştan, Doktor, Mercan, Fırat ve Şiar yoldaşların kavga miraslarından öğrenerek ve bu mirası ilerleterek yürütebiliriz. Ölümsüzleşen her yoldaşımızdan olduğu gibi Şahin, Mercan, Doktor, Fırat ve Şiar

yoldaşların komünist mücadele pratiklerinden, devrime bağlılıklarından, feda ruhu ve sarsılmaz inançlarından öğrenmek elzemdir. Elzemdir çünkü, günümüzde ölüm pahasına ağır bedel ödemeyi göğüsleyenler, hatta devrimciliğin olağan bedellerini göze alarak mücadeleyi omuzlayan kararlı devrimcilerin sayısı düne göre daha da azalmakta, feda ruhuyla devrim ve halka yaşamlarını adayan tavır daha ender görülmektedir. Elzemdir çünkü, devrimci dava uğruna tereddütsüzce ölüme yürüyüp onu ikilemsiz kararlılık ve cesaretle karşılayan günümüzün “bir avuç” kavgacılarındandırlar. Onlar her türden barbarlığa, vahşi savaş ve saldırganlığa, düşmanın teknik-teknolojik taktik üstünlüğü ve imha hareketlerine karşı, ileri çıkarak bedenlerini siper eden ve faşist gerici savaş saldırganlığına “kaygısızca” meydan okuyan devrimci savaş cephesinin savaşçılarıydı. Onlardan öğrenmek elzemdir çünkü, Onlar faşizmin karabasan gibi toplumun üstüne çökerek yarattığı zifiri karanlığı, tam da bu karanlık kuşatmanın ortasında derin halk sevgisiyle beslenen komünizm davasına bağlılıkları ve sergiledikleri devrimci feda ruhuyla yırtıp aydınlatan birer meşale, aynı koşullardan peydahlanan yılgınlık, pasifizm ve karamsarlığın her türünü paramparça eden cüretkar militan duruş ve kararlı savaş bayrakları olarak yükseldiler ölümsüzlüğe.


16-30 Eylül 2017

Halkın Günlüğü

Devrimci siyaset, devrimci b Sağa savrulma baskı sürecine karşı belirlenen siyasette açığa çıkar. Fakat bu ağır baskı sürecine karşı izlenen her yeni siyaset sağ eğilim manasına gelmez. Bilakis her sürece uygun bir taktik siyasetin saptanması zorunlu ve doğru olandır. Kimileri CHP ile ortaklaşmayı yeğlerken, diğer kimileri de devrimci güçlerle silahlı devrimci mücadele ve savaşta ortaklaşmaktadır. Bu ideolojik-siyasi öz ve devrimci duruşun göstergesidir. Devrimci duruşta net olup bu olumlu rotada bulunan ve ilerleyen hareketlerin devrim doğrultusunda yürütülen müşterek görev ve eylemler kapsamında buluşması, başka değişle birleşmesi, daha açık ifadeyle ittifak, eylem birliği, güç birliği yapma gibi değişik birlik türevlerinde ortak hareket etme yeteneği göstermesi devrim için şarttır. Sınıfın, halkın birleştirilmesi öncelikli olarak parti ve örgütlerin iç birliklerinden ve daha sonra siyasi parti temsiliyetlerinin birleştirmesinden geçer

S

ağ eğilim için yapacağımız değerlendirme ve oluşturacağımız mantığın, tersinden sol eğilim için de geçerli olduğunu, sol eğilime uyarlanabilir bir mantık ya da değerlendirme olduğunu da belirtelim. Ancak aktüel olan sağ eğilim ve eleştirisi olduğu için bununla ilgilenmek önceliklidir. Ve özellikle sağ eğilime dönük eleştiriler dikkate alındığında sağın ne olduğunu, nasıl geliştiğini, zemininin ne olduğunu doğru okumak elzemdir. Sağ, somut koşulların gerisinde olmaktır, sağ siyaset somut koşulların gerisinde kalan nitelikte biçimlenen siyasettir. Sol siyaset ise somut durumun ilerisinde belirlenen siyasettir. Özetle sağ veya sol siyaset böyle tarif edilebilir. Evet, bugün aktüel olan tartışma esasta sağ eğilim ve buna dönük eleştirilerdir. Sağa karşı sol eğilimden bahsedilse de bu esas eğilim değildir. Elbette, nesnel ve kısmen de öznel şartlara bağlı olarak vücut bulan sağ eğilimin esas tehlike olmasına karşın, aynı şartlar zemininde devrimci eğilimin gelişmesinden de söz etmek yerinde olur. Sağ eğilime tepkiden gelişen refleks ise devrimciliğin sol yorumu olarak gündeme gelmektedir ki, bu hatalı sol sapma eğilimidir. Sağ ile sol arasında bir kıyas yapılabilse ve hatta birinden ötekinin tercih edilmesi mümkün olsa da son tahlilde her ikisi de doğru çizgiden sapma ve hatalı çizgiye savrulma hali olarak benimsenemez eğilimlerdir. Sağ eğilimin esas tehlike veya aktüel sorun olmasından söz ederken, bunun esasta açık faşizm şartlarının koyu baskılarından beslenen nesnel zeminden

kuvvet aldığını belirtmekte fayda vardır. Aynı zamanda bu sağ eğilimin öznel şartlar dediğimiz ideolojik-siyasi çizginin bağrındaki kırılganlıklardan desteklendiğini de söyleyebiliriz, söylemeliyiz. Ki, bu önemsiz değil, özünde tayin edici bir etmendir. Yani, öznel şart dediğimiz ideolojik-siyasi çizgide berrak bir bilinç sağlamlığı ve derin bir kavrayış varsa, nesnel şart dediğimiz koyu faşist baskıların tek yanlı olarak sağ eğilimi egemen kılması mümkün olmaz. Kendiliğinden şartların devrime çıkamayacağı nasıl doğru ise, öyle de nesnel şartların kendiliğinden siyasal sonuç olarak sağcılığı egemenleştirmesi esasta olası değildir. Nesnel şartlar sağ eğilim zeminini gündeme getirebilir ama bu bir eğilimi aşmaz. Sağ eğilimin nesnel şartlarda zemin bulması olası ama bu eğilimin egemen hale gelmesi zordur. Eğilimin egemen hale gelmesi için nesnel koşullar tek başına yetmez, öznel koşulların da ikinci koşul olarak hazır veya uygun olması gerekir. Bu bağlamda, niteliksel siyasi dönüşüm veya sağ eğilimin egemenleşmesi için nesnel şart ile öznel şartın birlikte bulunması gerekir. Tek başına nesnel şartlar ya da tek başına öznel şartlar doğru orantılı sonuçlara ulaşmaya yetmezler.

Hangi eğilimin gelişeceğinin siyasal zemini genel ve özel şartlardır Askeri ya da sivil faşist darbelerin yaşandığı dönemler bir; faşist baskı ve saldırıların koyulaşarak faşist olağanlık dışında seyrettiği keskin faşist baskı şartları iki; bu iki şarttan

bağımsız olmamak kaydıyla ya da istisna olarak bağımsız olduğu şartlarda devrimci hareketin zayıflayarak gerilemeler yaşadığı süreçlerde üç; ve uluslararası çapta devrimci hareketin geri çekilerek varlığını hisettirmeyen düzeyde sessizliğe gömülerek moral-motivasyon kaybına yol açtığı özgün tarihsel kesitler dört; bütün bunların dışında ideolojik-siyasi çizgideki kırılganlık ya da zayıflıklar beş; işte bu dört-beş durumda devrimci hareket içinde sağ eğilim/sağ tasfiyeci eğilim gelişme zemini bulur, gelişerek egemen hale gelebilir, geliştiği sosyal pratikte görülmüştür de. Bu ekseri bir durum olmakla birlikte, kesin bir kanun değildir. Baskının yoğunlaşıp ağırlaştığı şartlarda nedensiz olmayan gerilemeler, savrulmalar, sarsılmalar ve sağa meyletmeler gündeme gelse de, bunun tam tersine baskılara karşı direniş eğilimi ve tavrı da gündeme gelir ki, bu da sosyal pratikte görülmüştür. Baskının olduğu yerde karşı direniş kaçınılmazdır sözü de bunu doğrulayan aforizmadır. Bahsi geçen şart-koşul-dönem ve süreçlerde hangi eğilimin öne çıktığı ve çıkacağı tamamen mevcut dinamiklerin durumuna bağlıdır, sadece karşı-devrimin ağır baskı ve saldırılarına değil. Dolayısıyla ilgili dönemlerde sağ eğilimin boy vermesi kesin bir kural değil, diğer şartlara bağlıdır. Ki her süreç ve gelişme de böyledir. Yani, sürecin nasıl biçimlenip ilerleyeceği ve gelişmenin hangi niteliği edineceği bir tek şarta bağlı değil, bütünlüklü veya gerekli olan şartların mevcut bulunmasına bağlıdır. Dolayısıyla devrimci dinamikler söz konusu ağır baskılara-faşist baskı süreci ve saldırılara karşı direniş gösterecek düzeyde


Perspektif

birlik, sağ ve sol sapmalar!

örgütlü, hazır, yeterli ve güçlü-diri ise, en önemlisi de sağlam bir ideolojik-siyasi çizgi söz konusu ise, baskı sürecinde sağ eğilim değil, direniş ve mücadele eğilimi egemen olur, olabilir. Durumumuz nesnel koşullara karşın öznel şart olan ideolojik-siyasi çizgideki sağlamlığın sağ eğilimin egemenleşmesini engelleyen temel belirleyici olduğuna kuvvetli bir örnektir. Hareketimizin komünist devrimci duruşu salt ideolojik-siyasi-teorik çerçevedeki MLM temel ilkelere sadıklıkla ortaya koyduğu genel siyasi çizgisiyle sınırlı değil, bu çizgi paralelinde sosyal davranış veya örgütsel pratik çizgi ve temel taktik politikalarında ortaya koyduğu yönelim bakımından da komünist devrimci duruştur. Bu, hatalı siyaset veya pratik çizgideki eksiklikleri yadsımak anlamına gelmez. Ancak hata ve eksikliklere karşın duruşumuz esasta MLM’dir. Örgütsel yetersizlikler ve bu zeminde koşullanan pratik zayıflıklar ile taktiksel siyasetlerde mümkün olan olası hata ve yanlışlar, partinin çizgisinin sakaat, duruşunun MLM olmadığını göstermez. Eğer örgütsel zayıflıklar, pratik yetersizlikler ve bunlardan kaynaklı olarak görevlerin yerine getirilmesinde önemli eksikliklerin varlığı bir partinin duruşu ve çizgisini değerlendirmenin biricik ölçütü olup bu duruşu sağ çizgiyi sakat değerlendirmenin gerekçesi olsaydı, hiçbir partiyi belli bir örgütsel-askeri gelişme aşaması öncesi MLM değerlendiremez, duruşunu komünist olarak tanımlayamazdık. Zira bütün Komünist veya devrimci duruşa sahip partiler ilk evrelerinde örgütsel zayıflıklarla, pratik yetersizliklerle ve görevlerde eksiklikler göstererek var oldular. Öte taraftan somut şartlara uygun ya da mevcut

koşullara denk düşen taktik politikaların belirlenmesi, reel politikaya uygun izlenen kimi siyasetler ve devrimin stratejik yönelim ve ilkelerini yadsımamak kaydıyla devrimci çalışmaları geliştirmeye, bu çalışmalara nefes boruları ve alanlar açmaya dönük belirlenen kimi güncel veya siyasi sürece has taktik politikalar da (hatta bazı hatalara karşın), komünist duruş ve çizgiyi erozyona uğratan unsurlar olarak değerlendirilemezler. Misal, ağır faşist saldırılar karşısında güvenlik eksenli güçlerin korunmasına dönük taktiksel politika sağcılık vb. olarak değerlendirilemez. Bilakis bu taktik politika gerekli ve doğrudur. Bu taktik politikanın sağcılık olarak yorumlanması ise somut durumu kavramayan sol eğilimdir. Kuşkusuz, bu taktik politika gerekçe yapılarak görevlerin rafa kaldırılması, çalışmaların paydos edilmesi ve tamamen pasif konuma geçerek edilgenliğin meşrulaştırılması benimsenemez. Buna düşmek sağ iken, bir taraftan görev ve çalışmaların yürütülmesi ama aynı zamanda güçlerin korunmasına dönük taktik politikanın izlenmesini sağ politika olarak değerlendirmek hatalı yaklaşım ve solculuktur. Faşist baskılar, soruşturma ve kovuşturmalar vb. birer gerçek olsa da ve bu durum güvenlik eksenli koruma siyasetini doğrulasa da bu siyasetin arkasına sığınarak bedel ödemeyi göze almayan bir eğilime girip tamamen edilgen pozisyona geçmek, kaygılarla adeta devrimciliğe mola veren duruma düşmek ya da faşist saldırı ve baskıları gerekçe yaparak tamamen iş yapmamayı benimsemek elbette devrimci duruş olamaz, sağ pasifit bir tutum olur. Bu noktada, sağda durmak da solda durmak da hatalıdır. Yani, ne pasif savunma ve edilgen hali savunmak doğrudur, ne de saldırıları dikkate almayan ve bu zeminde saldırılara karşı koruma siyasetini yadsıyan tutum doğrudur, her ikisi de yanlıştır. Yaşanan faşist baskı süreci bazı hareketleri düzen partilerinin şemsiyesi altına sığınmaya taşımıştır. Bu, sağ eğilime savrulanların ideolojik-siyasi çizgi ve dinamiklerinde bu sağ eğilimi taşıdıkları, bağrındaki sağ eğilimden ötürü zor şartlarda sağa savrulduklarını gösterir. Elbette aynı süreç devrimci duruşta net olan belli başlı hareketleri de devrimci kulvarda yürüyüşlerini gündeme getirmiştir. SHS’de ısrarımız ve buna dönük tüm yönelim ve adımları ideolojik-siyasi çizgisindeki sağlamlıktan ileri gelen komünist duruşunu teyit ederken, kimi devrimci partiler de ideolojik-siyasi çizgilerindeki devrimci öze uygun olarak silahlı mücadele ve savaş pratiğine yönelen duruşlarına tanık olmaktadır. Sağa savrulma baskı sürecine karşı belirlenen siyasette açığa çıkar. Fakat bu ağır baskı sürecine karşı izlenen her yeni siyaset sağ eğilim manasına gelmez. Bilakis her sürece uygun bir taktik siyasetin saptanması zorunlu ve doğru olandır. Kimileri CHP ile ortaklaşmayı yeğlerken, diğer kimileri de devrimci güçlerle silahlı devrimci mücadele ve savaşta ortaklaşmaktadır. Bu ideolojik-siyasi öz ve devrimci duruşun göstergesidir. Devrimci duruşta net olup bu olumlu rotada bulunan ve ilerleyen hareketlerin devrim doğrultusunda yürütülen müşterek görev ve eylemler kapsamında buluşması, başka değişle birleşmesi, daha açık ifadeyle ittifak, eylem birliği, güç birliği yapma gibi değişik birlik türevlerinde ortak hareket etme yeteneği göstermesi devrim için şarttır. Sınıfın, halkın birleştirilmesi öncelikli olarak parti ve örgütlerin iç birliklerinden ve daha sonra siyasi parti temsiliyetlerinin birleştirmesinden geçer. Bu birlik uzun evrimli olup esasta devrimin belirli aşamalarında siyasi partilerin sosyal pratikte güç olup kitleleri kucaklayarak rüştünü ispatlaması, daha da önemlisi ideolojik-siyasi nüfuzlarını yayarak diğer siyasi yapılar üzerinde objektif

olarak ideolojik-siyasi inisiyatif kurmaları koşullarında somut olgu haline gelir. (bu dönemde bile tüm partilerin birliğine tanık olmaz ve mutlak bir birlikten söz edilemez.) Ancak bu sürece varmadan bugünden belli biçimlerde bu birliklerin zemini geliştirilebilir. Bu zemin derhal örgütsel birliklere girmek anlamına gelmez. Eylem birlikleri, güç birlikleri, ittifaklar yapma gibi ortaklıklar geliştirilebilir, geliştirilmek durumundadırlar da. Şimdiden ideolojik-siyasi formasyon esasında aynılaşmayan parti-örgütlerle örgütsel birliğe girmekten bahsetmiyoruz. Ama birliğin alt biçimleri, ön biçim ve türevi olan eylem birliği, güç birliği gibi birlikler geliştirilebilir, geliştirilmek zorundadır. Devrimci güçlerin bu ortaklaşması devrimci cepheyi güçlendirirken, sağ tasfiyeci cepheyi zayıflatır, gerici hâkim sınıfları ise geriletir.

Nesnel sürecin ihtiyaçlarına uygun taktik ve stratejik birlikleri savunmak elzem olandır! Bütün bu birliklerin geliştirilmesi ve her türden sağ eğilimlerin geriletilmesi ancak ve ancak devrimci mücadelenin en ağır bedeller pahasına da olsa kararlıca göğüslenmesi, her türden zorluğa karşın devrimci görev ve sorumlulukların yerine getirilmesi, devrimci eylemi esas alan sistemli devrimci savaşımın kitlelerle buluşmuş bilinçli bir pratikle temsil edilmesiyle mümkündür. Birleşerek savaşamak, savaşarak birleşmek, birleşerek devrime çıkmak; işte devrimin mantığı budur. Bu, halkın ve sınıfın birleştirilmesi temelindeki stratejik birlik anlayışımızın ta kendisidir. Elbette öncelikli olan, bu birliklerin sağlanmasının temeli olan ideolojik-siyasi-örgütsel temeldeki birliktir. Bu öncelikli birlik sağlanmadan, yani partide birlik ve/veya ideolojik-siyasi-örgütsel aynılık zeminindeki birlik sağlanmadan diğer birliklerin sağlam olarak geliştirilip ilerletilmesi düşünülemez. Fakat bu, bu birliklerde bugünden çaba gösterilmeyeceği ve bu birliklerde sağlanabilecek gelişmeleri yadsımak anlamına gelmez. Devrimci mücadele müştereklerinde ortaklaşılabilen güçlerle ve ortaklaşılabilindiği ölçüde birliklerin gerçekleştirilmesi (eylem birliği, güç birliği, ittifaklar, mücadele birlikleri gibi geçici ama stratejik birlik anlayışımıza hizmet eden veya buna uygun olan ön birliklerin gerçekleştirilmesi) reddedilemez. Bu birlikler sağ eğilim ya da çizgi kayması ya da ilkeli birlik anlayışının terki olarak değerlendirilemez. Bilakis bu birlikler, devrimci kuvvetlerin ve devrimci gücün devrim lehine kullanılması için bir zorunluluk ve gereksinimdir. Birlik propagandamız ya da çağrılarımız bu türden birliklere dönük olup, devrimci birlik anlayışıdır. İdeolojik-siyasi-örgütsel birlik anlayışımız aleni ve nettir. Bundaki ilkesel tutumumuz geçerlidir ve buna uygun yaklaşımımız da bilinmektedir. Devrim önderliği kurumunu bu ilkeli birlik zmininde öngörürken, devrime ilerlemek için stratejik birlik perspektifimize hizmet edecek tarzda geçici nitelikte devrimci birliklerin gerçekleştirilmesini de ihtiyaç görmekte, devrimin gelişme seyri ve mantığına uygun değerlendirmekteyiz. Bu birlikleri savunmak devrimin somut ihtiyaçlarına dönük olup somut duruma uygun olduğu halde, bu birlik yaklaşımlarının sağ eğilime yorumlanarak reddedilmesi, somut durumun gerisinde bir yaklaşım ortaya koyarak sol söylem arkasına saklanan sağcılığın bizzat kendisidir. Güçlerin imhaya dönük stratejik faşist saldırılardan korunmasına dönük taktik siyasetlerin sağcılık olarak yorumlanması da aynı biçimde sol maske altına gizlenen sağcılıktır.


14 güncel analiz

16-30 Eylül 2017

Halkın Günlüğü

Rakka operasyonu, Astana görüşmeleri ve emperyalist dalaş!

Astana görüşmeleri, güçleri “dengeleme” ve buna göre belirlenen stratejik politikalara her gücün kendi çıkarlarına göre alan açma görüşmeleri olarak planlandı ve bu eksende sonuçlandı. Bu sadece Suriye ve Ortadoğu üzerinde yapılan bir hesaplaşma değil, seçilen alan, dahil edilen veya edilmeyen güçler, belirlenen gündemler, planlanan ittifaklar, hesaplanan politik projelerle, pasifik, Asya ve Kafkaslar merkezli sürdürülen Emperyalist çıkar dalaşına dair var olan hesaplaşmayı da içermektedir. Yani ana gündem Suriye olsa da, Suriye özgülünde avantajlı hale gelen her güç, bölge ve uluslararası siyasette avantajlı duruma gelecektir. Sahadaki gelişmeleri ve “dengeleri”, masa başı görüşmelerde yeni bir hamle unsuru haline getirmek ve buna göre sahadaki çatışmalara yön vermek, savaşın aktörü konumundaki tüm gerici güçlerin stratejik yaklaşımıdır

E

mperyalist güçler ve bölgesel gericiliklerin, Suriye ve Ortadoğu üzerinde sürdürdükleri hegemonya savaşında, kendi aralarındaki çıkar çatışmasına dayanan rekabeti “denetlenebilir” hale getirme çabası olarak sürdürülen masa başı diplomatik müzakerelerinden biri olan Astana süreci, 6. görüşme ayağı ile Rakka, Derazor operasyonları başta olmak üzere, bölgede var olan derin çatışmalar ve karşılıklı gerçekleştirilen hamlelerin gölgesinde gerçekleştirildi. Suriye’nin ve Ortadoğu’nun geleceği adına manipüle edilen, emperyalist blokların ve bölgesel gerici güçlerin, siyasal-iktisadi çıkarlarına hangi stratejik ve taktik politikalarla, hangi “ittifak” ve çatışmalı durumlarla garanti altına alınacağının projelerinin tartışıldığı “masa” başı görüşmelerinden, Rusya, İran, Türk hakim sınıflarının ortak “koalisyonu” öncülüğünde yapılan bu görüşmenin yerinin Astana seçilmesi, öyle tesadüfi bir seçim olmadığı açıktır. Astana görüşmeleri süreci önerisinin Kazakistan’dan gelmesi, perde arkasındaki güçlerin konumlanış ve siyasal niyetlerinin maskelenmesidir sadece. Hem emperyalist güçlerle, hem de bölgesel devletlerle, “mesafeli” politikalar uygulaması görevi verilen Kazakistan, Rusya-Çin, ABD-Rusya rekabetini “dengeleyen” bir konumda diş politikasını belirlemektedir. Hatırlanacağı gibi, Astana görüşmelerinin başlangıcı sürecinde, ABD başkanı Trump ın, Rusya ile geçicide olsa birçok konuda ve özel-

likle Suriye meselesinde işbirliğine açık olduğunu, esas dikkat edilmesi gereken gücün Çin olduğu açıklaması, Rusya-Çin ilişkilerinde, Rusya’nın elini güçlendiren bir durumdu ve Rusya bu durumu, Kazakistan üzerindeki inisiyatifiyle birleştirerek, Çin’e karşı bir siyaset geliştirmişti. Yine Rusya’nın, hem Suriye sahasında hem de Astana görüşmelerinde inisiyatif anlamında avantajlı konumdan olmasından kaynaklı, ABD yi “ikna” ederek, İran’ı masa dışında bırakmaması ve ABD yi görüşmelere büyükelçilik düzeyinde katılımına ikna etmesi, İran’ın daha fazla Rusya’nın etkisine girmesi, Çin-İran ilişkilerinde, İran lehine bir durumun oluşmasına karşılık gelmektedir. Rusya’nın, İran’ı daha fazla kendi yörüngesine çekmesi, buna Türk hakim sınıflarını da, siyasal, iktisadi ve askeri pazarlıklarla eklemlemesi, hem blok güç olarak ortak hareket ettiği ama aynı zamanda emperyalist çıkarların doğası gereği rekabet halinde olduğu Çin’in, Orta Asya ve diğer alanlardaki varlığını denetlemesine olanak verecek, hem de, ABD-Rusya didişmesinde, daha avantajlı konuma getirecektir. Dönemsel olarak Çin’in asıl hedef seçilmesi ve bölge siyasetinde, Rusya karşısında geri pozisyona düşen ABD nin, bir manevra süreci olarak bu durumu onaylaması, planladığı stratejinin taktik bir ayağıydı ve bu durumdan dönemsel olarak Rusya faydalandı. Devamla, Astana görüşmelerinde, Suriye adına kimin masada olacağı konusunda, Esad’ın varlığına

“kırmızı çizgi” çekerek karşı çıkan “TC” nin, sahadaki ve diplomasideki gelişmelerin baskılanması ile “ikna” edilmesi, Esad ve Bağdat yönetiminin arkasında bulunan İran’ın bir miktar kontrol düzeyine çekilmesi, “muhalif” güçler olarak ifade edilen kesimlerin kontrollü olarak resmi-gayri resmi bu görüşmelere göre konumlandırılması, PYD önderliğindeki DSG nin, sürecin dışında tutulması, sahadaki konumlanmanın, diplomatik alana yansımalarıydı.

Suriye ve Ortadoğu’daki her gelişme, emperyalist ve bölgesel gericilikler için yeni bir yol haritasıdır! Yani Astana görüşmeleri, güçleri “dengeleme” ve buna göre belirlenen stratejik politikalara her gücün kendi çıkarlarına göre alan açma görüşmeleri olarak planlandı ve bu eksende sonuçlandı. Bu sadece Suriye ve Ortadoğu üzerinde yapılan bir hesaplaşma değil, seçilen alan, dahil edilen veya edilmeyen güçler, belirlenen gündemler, planlanan ittifaklar, hesaplanan politik projelerle, pasifik, Asya ve Kafkaslar merkezli sürdürülen Emperyalist çıkar dalaşına dair var olan hesaplaşmayı da içermektedir. Yani ana gündem Suriye olsa da, Suriye özgülünde avantajlı hale gelen her güç, bölge ve uluslararası siyasette avantajlı duruma gelecektir. Sahadaki gelişmeleri ve “dengeleri”, masa başı görüşmelerde yeni bir


16-30 Eylül 2017

Halkın Günlüğü

hamle unsuru haline getirmek ve buna göre sahadaki çatışmalara yön vermek, savaşın aktörü konumundaki tüm gerici güçlerin stratejik yaklaşımıdır. Gerek bugün Suriye ve Ortadoğu’da hegemonya savaşı yürüten emperyalistler ve gerekse de, herhangi bir emperyalist bloğun “ittifak” gücü olarak bölgedeki gerici savaşta rol alan bölgesel diktatörlükler ve gerici güçler arasında yoğunlaşan her diplomasi, gerici çıkarların savaş alanına çevirdiği sahadaki gelişmelerin direk sonucudur. “DAİŞ’e ve Teröre karşı mücadele” konsepti olarak ortaklaştırılan bu talan-yağma ve sömürü savaşı, özünde DAİŞ’in tasfiye edilmesi konusunda değil, hangi bölgede, hangi gücün denetiminde bir yapılanmanın gerçekleştirileceği konusunda derin çatışmalara dönüşmektedir. Yani, her emperyalist ve bölgesel gericilik, kendi çıkarlarına göre bölgeyi dizayn etmeye çalışmakta ve bu derin çıkar dalaşı, bölge halkları açısından yıkım ve vahşet olan bu kanlı savaşı yaratmaktadır. Sahadaki gelişmelere ve güçler dengesine göre, masa başında çıkarlarını daha güçlü koparabileceğini bilen bu kirli savaşın aktörleri, derin çatışmalar ekseninde oluşan “her dengeyi”, diplomasi masasına taşımakta, sahadaki durumuna göre masadaki pazarlık gücünü kullanmakta ve dengeyi kendi lehine çevirmek için, yeniden sahadaki derin çatışma sürecine yön vermektedir. Dikkat edilirse, talancı, yağmacı, işgalci gerici güçler arasındaki her diplomatik görüşmenin, öncesi ve sonrası, savaş sahasında daha derin çatışmaları gündeme gelmektedir. Bunun tek açıklaması, emperyalist ve ittifakı olan gerici güçlerin, işgal ve ilhak seferleriyle savaş alanlarına çevirdiği alanlara ilişkin sürdürdüğü her görüşme, o savaş sahasında var olan sorunları çözmek için değil, bir zat savaş nedeni olan güçlerin, o savaş sahasında, gerici çıkarlarını koruma ve genişletme amaçlıdır. Bununda somut karşılığı, daha barbar ve kanlı savaşlardır. Rusya, Türkiye, İran hakim sınıfları üçgeninde 6. Olarak gerçekleşen Astana görüşmeleri de, sahadaki gelişmelerin ekseninde gündeme alınan diplomatik ayaktır.

Bölgede önemli gelişmeler oluyor! ABD nin silah ve hava desteği ile “TC” nin tüm itirazlarına karşın, YPG nin ana güç olduğu Demokratik Suriye Güçleri ile karadan Rakka’yı kuşatması ve Rakka nın DEAŞ tan alınması aşamasına gelmesi, hem ABD ile Rusya, hem de “TC” açısından, bölgede yeni bir “dengenin” oluşması sonucunu doğurmaktadır. Özellikle Türk hakim sınıfları iktidarı AKP-Erdoğan diktatörlüğünün, “Terör örgütü” söylemi ile uluslararası güçleri yanına alıp boğmaya çalıştığı Rojava Kürdistan hareketine karşı sürdürdüğü saldırgan siyaset, “TC” nin lehine bir sonuç yaratmamış, aksine bölgesel gelişmeler, “TC” nin bu siyasetini sonuçsuz bırakmıştır. Uzun bir süre ABD ile süren, Rakka operasyonu için “YPG yi değil beni al” pazarlıkları sonuç vermeyince, “TC” Kürt ulusuna karşı düşmanlığını, başka araçları devreye sokarak sonuç almaya çalışmıştır. Rojava’ya askeri operasyonların yapılması, Kürt yaşam sahalarının bombalanması ve en son Afrin’e operasyon hazırlığının açıklanması, “TC” Kürt ulusuna karşı sürdürdüğü inkar ve imha siyasetinin yön verdiği işgalci iştahıdır. Tamda bu süreçte sınır boylarına yapılan askeri yığınaklar,

Erdoğan’ın ABD başkanı Trump ve Rusya Devlet Başkanı Putin ile yaptığı görüşmeler trafiği, Rakka merkezli gelişmeler ekseninde, Rojava Kürdistan’ını kuşatma altına almak için, efendilerinden icazet ve eğilim alma görüşmeleri trafiğiydi. Çünkü “TC”, “Kürt Koridorunu”, statükocu, inkar ve imhacı egemenlik paradigması için jeopolitik bir tehdit olarak ele alıyor. Cihadist siyasal ortağı ÖSO, El Nusra ile tuttuğu Cerablus ve El Bab hattı, Türk hakim sınıflarına, bölgesel gelişmelerde ekstra bir getiri sağlamamış, süreç “TC” bölge siyasetinin alanını daraltan eksende gelişmiştir. Musul’dan sonra Rakka da da rol alamaması, üzerinde bölge siyasetini şekillendirdiği bölgesel cihadist güçlere, gerekli alanı açamaması, aksine Deyrazor, Halep örneğinde görüldüğü gibi, bu arap Sünni cihadçı güçlerin hareket sahasının daralması, Suriye’deki güç denkleminde, “TC”yi zayıflatmıştır. Şimdi, yine Suriye’deki güçler denklemini ve Rusya, ABD, İran gibi gericilikler arasındaki çatışmalardan faydalanarak, Afrin operasyonunu dillendirmekte, Afrin merkez olmasa da, Tel Rıfat, Minaghava civarlarına yönelik operasyonlarla, Rakka daki gelişmelerin aleyhine olan sonuçlarını, lehine çevirmek istemektedir. “TC” nin böyle bir adımı, YPG nin karşı koymasıyla sınırlı kalmayacak, bölgedeki politik-askeri inisiyatifi için varlık-yokluk sorunu olarak gördüğü Rakka operasyonunun kaderini düşünen ABD ninde ciddi tavrıyla karşılaşacaktır. Çünkü AKP-Erdoğan diktatörlüğünün olası bu adımı, direk Rakka operasyonunu etkileyecektir. YPG nin böyle bir çatışma alanına güç kaydırması, Rakka operasyonal gücünün çatışma sahalarını genişleteceği gibi, ABD nin verdiği bazı tahahütleri yerine getirememesi bağlamında da, Rakka operasyonu özgülünde kurulan “ittifakında” dağılmasına neden olabilir. ABD nin bütün bu nedenlerden dolayı “TC” nin mevcut siyasetiyle hareket alanını genişletmesine onay vermemesi sürecin bir yanı iken, “TC” nin Suriye bataklığına çekilmesi bağlamında da, bazı adımlarının önünü açması da, sürecin diğer yanıdır. Tabiki çatışmalı süreci tayin eden sadece bu güçlerin karşılıklı konum-

güncel analiz 15 lanışı değildir. ABD ile Türk hakim sınıflarının arasındaki makası büyütmek isteyen Rusya, Cerablus askeri işgali gibi, “TC” nin, Afrin, Rojava gibi sahalardan Kürtlere saldırmasının önünü açabilir. AKP-Erdoğan iktidarının, NATO ile arasının iyi olmadığı, Avrupa emperyalistleriyle sürtüşmeler yaşadığı ve füze anlaşmalarını yaptığı bir tarihsel kesitte, fiili olarak derinleşecek böylesi bir çatışma, Rusya’nın çıkarlarına gelecektir. Rakka operasyonunun sürdüğü bir süreçte, bölgedeki savaşın aktörleri arasında var olan çıkar çatışmalarının gölgesinde, Suriye rejiminin, Rusya’nın desteği ile İdlib’e operasyon hazırlığı, bölgedeki gelişmelerin yönünü etkileyen bir başka gündemdir. Suriye muhalifleri şemsiyesi altında, tüm cihadist güçlerin toplandığı yerdir İdlib. Özellikle Tahrir El Şam’ın bu cihadist güçler içinde öne çıkması,Bab El Hava sınır kapısını ele geçirmesi, Rusya’nın desteğiyle hakimiyet sahasını genişletmeye çalışan Esad’ın yeni hamlesinin vesilesi olmuştur. Kı bu aynı zamanda, ABD nin Rakka operasyonu ile yaptığı hamleye, Rusya tarafından gelecek olan karşı hamledir. Bütün bu karşılıklı hamlelerin, gerek direk savaşın ana aktörleri ve gerekse de, her aktörün sürecine göre belirlediği “ittifak” güçler arasında bir çatışmayı derinleştirmemesi için, Türkiye, Rusya, ;İran, ABD, Suriye, Irak hakim sınıfları merkezli diplomatik girişimlerin olması, sürecin bir gereğidir. Musul’dan sonra, Irak ordusunun, Haşdi Şabi ile Telafere operasyona geçmesi, bölgedeki dengeleri etkileyen bir başka somut gelişmedir. Erdoğan ve “milli yaveri” Bahçeli’nin “Türk yurdu” olarak ilan ettikleri Telafer üzerinde, Türk egemenler sisteminin var olan iştahı, Haşdi Şabi güçlerinin varlığına duyulan rahatsızlıkla katbe kat artmış ve bura üzerinden yapılan politik-askeri planlar bu operasyonla duvara çarpmıştır. Rojava Kürdistan’ını Fırat’ın doğu yakasına, Haşdi Şabi’yi Irak’ın iç sahalarına iterek varlığına ve varlığında temel dinamik olarak aldığı Sünni-Arap cihadist anlayışına alan açmaya çalışan “TC”, Irak-RusyaABD denklemindeki görüşmelerle bu meseleyi pazarlık konusu yapmaktadır. ve elindeki tüm

kozlarını da bu eksende kullanmaktadır. Emperyalist ve bölgesel gerici güçlerin çıkarlarının, bölgeyi kendi çıkarlarına göre yeniden dizayn etme stratejilerinin, askeri güçlerle çatıştığı Ortadoğu ve Suriye sürecinde, Güney Kürdistan’da Barzani önderliğinde “bağımsızlık referandumu” kararı da, önemli bir gelişme olarak gündeme oturdu. “TC”, İran ve Irak açısından ciddi sorun olarak görülen “bağımsızlık referandumu” kararı, bölgesel gelişmelerde emperyalistlerin planları aksine bir sonuç doğurma babında da, ABD gibi emperyalist güçler tarafından “itirazla” karşılanmaktadır. Güney Kürdistan’da Barzani yönetiminin “bağımsızlık referandumu” kararı etrafında yaşanan gelişmeler, ABD nin desteği ile DSG nin, ana güç olarak YPG nin Rakka operasyonu, Irak ‘ın Haşdi Şabi ile Telafer yürüyüşü, Rusya’nın desteği ile Esad Suriye’sinin İdlib’i kuşatması, bölgeye müdahale eden emperyalist güçler ve bölge gericilikleri arasında var olan çatışmanın yeni bir safhaya geldiğini işaret etmektedir. İŞİD ve Cihadist güçlerin gerilemesi ekseninde gelişen süreçte, bölgenin dizayn edilmesinde, hangi gücün hangi rolle sürece müdahil olacağı meselesi, sahadaki bu gelişmeler akabinde, diplomatik-siyasal ilişkileri de yoğunlaştırmaktadır. Astana görüşmeleri, bu durumun bir ihtiyacı olarak 6. Oturumuyla güncelleşmiştir. Astana görüşmelerinin içeriğinden ve katılımcı gerici güçlerin hedefinden öte, bölgedeki aktif güçleri kapsamaması ile zaten başından çözümsüzlük üretmektedir. Ki zaten başında da belirttiğimiz gibi, savaşın-talanın-yağmanın yaratıcılarının, Suriye ve Ortadoğu açısından üretecekleri bir çözüm yoktur. Onlar gerici çıkarlarını korumak ve geliştirmek için, çatışmanın seyrini ve bölgenin dizaynı için bu diplomasiyi yürütmektedirler. Dünya kamuoyuna “ çatışmasızlık bölgelerindeki kontrol güçlerinin” faaliyetlerinin değerlendirilmesi ve “İdlib, Humus ve Doğu Guta’nada tesis edilecek çatışmasızlık ortamı ve mahkûmların takası” olarak gündemi deklere edilen Astana görüşmelerinde, bu gündemin sadece görüntü olduğunu ifade etmek


16 analiz haber gerekir. Çünkü bu gündemin arka planında, Türkiye, Rusya, İran, Irak ve Suriye’nin bölgedeki çıkarların tesis edilmesi bağlamında belirlenecek yol haritası yatmaktadır. Rusya sahadaki avantajını, Astana görüşmelerinde yanına aldığı güçlerle, diplomatik bir hamleye dönüştürmek isteyecektir. Stratejik planlarını yeniden sahada uygulamak için, kendisine hasım olarak gördüğü güçleri, (başta ABD emperyalist bloğunu) oluşturduğu bu blok üzerinden sıkıştırmak isteyecektir. Özellikle, Mistura, Derazor, Rakka ve Telafer’in DAİŞ’ten alınmasının ardından, bölgenin dizayn edilmesinde, emperyalist ve bölgesel gericilikler arasında yeniden bir hesaplaşma gündeme gelecektir. Bu hesaplaşmada avantajlı konuma gelmek için, Suriye, İran ve Türk hakim sınıflarıyla ortak görüntü vermek, Rusya nın lehinedir.

Görüşmelerde ‘’TC’’nin ‘’kırmızı çizgisi’’ yine Kürt meselesi! Astana görüşmelerine PYD-YPG özgülünde, Kürt ulusunun inkar ve imhası, “terörist”, “gayri meşru güçler” söylemini sürekli tekrarlaması ve bölgedeki cihadçı güçlerin hareket sahasını genişletme planı kartı ile oturan AKP-Erdoğan iktidarı, yine aynı çizgisinde ısrar ederek, diplomaside ve sahada kendisine alan açmaya çalışmaktadır. “TC”, güney Kürdistan referandumunu da gerekçe yaparak, Kürt ulusuna karşı bu saldırgan politikasına, Irak ve İran’ı da süreç bağlamında ortak etmeye çalışmakta ve bura üzerinden Rusya’ya baskı kurmaya çalışmaktadır. ”Suriye’nin Kuzeyinde bir terör koridoruna izin vermeyiz. Bedeli ne olursa olsun gerekeni yaparız. Gözümüzü karartırız” diyen Erdoğan, Astana görüşmelerine bu beklentilerini gerçekleştirme umuduyla oturmuştur. Bölgesel dengeler ve gelişmeler düşünüldüğünde, “TC” nin bu beklentisinin ham bir hayal olduğu açıktır. “TC” yi en azından konjektürel olarak yanında tutmaya çalışan Rusya, “TC” nin bazı adımlarına sessiz kalsa da, bölgesel gelişmeleri temelden etkileyen yönelimlerine müsaade etmeyecektir. Bölgede ayakta kalmış bir esas dinamiği, hiçe sayarak sürece yaklaşmak, Rusya’nın bölge siyaseti, stratejik planları açısından es geçilecek bir mesele değildir ve bu durum blok olarak durmaya çalışan bu güçlerin arasındaki derin çatışmayı koşullamaktadır. Genel olarak bakıldığında, bölgede önümüzdeki süreç, “sahada” ve “masada”, emperyalist çıkarların, bölgesel gerici güçler arasındaki çatışmaların keskinleşeceğini göstermektedir. Astana, bu çatışmalara bir çözüm arama arayışı değil, keskinleşecek bu çelişkilerde, gerici güçlerin kendi çıkarlarını korumak ve geliştirmek için yol haritası belirleme arayışıdır. Kürtlerin bu görüşmede olup olmaması bir yana, Kürt ulusunun bu gerici çıkarların dalaşı ve arayışında olmaması, bölgenin emperyalist hegemonya düzleminde dizayn edilmesi arayışlarına ortak olmaması, Kürt ulusunun bölgedeki dinamik duruşu açısından tarihsel önemdedir. Paslı emperyalist kölelik zincirlerinden kurtulmak, bölge halklarında bu uyanışı gerçekleştirmek, emperyalizm ve her türden gericiliğe karşı mücadele etmekten geçmektedir.

16-30 Eylül 2017

Halkın Günlüğü ≫ Derya İshak

AFORİZMA Kadın Hareketi ve Toplumsal Cinsiyet

T

oplumsal cinsiyete yönelik çalışma ve buna dayanan toplumsal hareketler son yıllarda daha tanımlanır bir noktaya gelmiştir. Kültürel, pisikanalitik, liberal, radikal, Marksist, sosyalist ve eko-feminist teoriye dayanan çeşitli farklı bakış açısı ve kadın hareketleri vardır.

“Toplumsal cinsiyet”, biyolojik cinsiyetten farklı olarak, farklı cinsiyetlerin sosyal ve kültürel açıdan tanımlanmasını, toplumların bu cinsiyetleri birbirinden ayırt etme biçimini, onlara verdiği toplum3et çalışmalarında radikal feministler, sosyal ve kültürel hayatın her parçasına sinmiş gelişmiş bir erkek egemenliği olan ataerkilliği hedef alır. Evrensel erkek üstünlüğüne ve kadınların altta kalmışlığına dayanan bir topluma gönderme yapar. Bu kavram erkeklerin kadınlar üzerindeki hâkimiyetinin, hangi çağda olursa olsun daima var olduğunu, sürekliliğini ve diğer sistemlerden bağımsız olduğunu anlatmak için kullanır. Erkeklerin hayatın her alanında kadınlar üzerinde sistematik olarak kurdukları egemenlik, toplumların kurumsallaşmış iktidar ilişkilerine karşılık gelir. Bu nedenle radikal feministler, erkek iktidarının nasıl uygulandığını ve her alanda ne şekilde pekiştirildiğini göstermeye çalışırlar. Bu alanlar çocuk yetiştirme, evlilik, ev işleri ve her türlü cinsel saldırı yani tecavüz, fuhuş, pornografi, cinsel taciz, seks turizmi vb.dir. Kadınlar ve erkekler arasındaki farklılıkların ortadan kalkmasını ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasını amaçlamak yerine, kadınlara ait tüm öznelliklere odaklanmanın gerekli olduğuna vurgu yapar. Çözüm önerileri sonuçta anıldıkları isim kadar radikal olmaktan çok, düzen sınırları içinde kalır. Marksist feministler, kadınların ezilmişliğini üretim biçimleri ve kapitalizmin analizine dahil ederler. Marksist teori gereği, insan toplumunu ve tarihini anlayabilmenin ancak üretim biçimlerindeki gelişimi anlamak ile mümkün olabileceğini ifade eder. Aile ve cinsler arası sosyal ilişkiler, tıpkı sosyal örgütlenmenin diğerleri gibi, ekonomik gelişme ve sınıfsal ayrışımın özel bir aşamasının ürünü olarak, sosyo-ekonomik değişikliklerin sonucuna bağlı olarak değişirler. Kadınların durumu, sınıf mücadelesinin ve ekonomik faaliyetlerin bir ürünü olarak ele alınır ve bu nedenle, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin kendi başlarına bağımsız bir dinamiğin olabileceği düşüncesi ikincil olarak kabul edilir. Marksist feministler için toplumun tanımlayıcı özelliği kapitalizmdir ve bu sistem içinde kadınlar özgül bir ezilmişlik ile karşılaşırlar. Bunun nedeni, ücretli emek alanından dışlanmaları ve hane alanında üstlendikleri yeniden üretim, sorumluluklarıyla sınırlandırılmalarıdır. Kadınların, yeniden üretim faaliyetleri, yani yeni iş-gücü “yaratmak” için tükettikleri karşılığı ödenmeyen emek, kapitalizme yarar sağlamasının ötesinde onun varlığının devamı için gereklidir. Kadınların görünmeyen ve karşılığı ödenmeyen emeğinden erkekler de yarar sağlasalar da esas yarar sağlayıcı, sermaye ve kapitalizmdir. Marksist feministler, kadınların kapitalist dönemde ilk kez alta sıralanmadıklarını, bu durumun kapitalizm öncesi toplumlarda da mevcut olduğunu ve kapitalist üretim biçiminin ortadan kalkmasının tek başına kadınların özgürleşmesini sağlamayacağını savunur. Marksist feministler, geleneksel Marksist anlayışın, kadınların kamusal yaşamdan neden ve nasıl dışlandıklarını ve neden ev içinde ücretleri ödenmeyen emekçiler olduklarını açıklamakta yetersiz kaldığı görüşündedirler. Ataerkil ilişkilerin ve bu ilişkilerin kapitalizmle iç içe geçmişliğinin öneminin farkına varmakla birlikte, bunları değişmez olarak görürler ve ataerkilliğin çıkarları ile kapitalizm çıkarları arasında gerekli ve kaçınılmaz bir uyum olduğu fikrini de sorunsallaştırmazlar. Marksizm ile feminizm arasındaki ilişki, kadınların ezilmişliği ile sınıfsal sömürü arasındaki ilişkinin nasıl inşa edildiğini gösterebilir. Kadınların sömürülmesinin ne kadınlarla erkekler arasındaki biyolojik farklılıklarla ne kapitalist sistemin gereksinimleri ile ne de kadınları eşler ve anneler olarak erkeklerden daha aşağıya sıralayan egemen ideolojiler ile

açıklanamayacağını savunmuştur. Kadınların ezilmişliğinin kapitalist sistemin ayrılmaz bir parçası olduğu iddiası ile savunulan ev içi emek tezine de sıcak bakmaz. Bu düşüncenin, ekonomik-sınıf indirgemeciliğine dayalı bir analiz olduğu ve bu nedenle de erkek egemenliğinin hüküm sürdüğü bütün diğer durumları, siyah ve sömürge ve yarısömürge ülke kadınlarının konumlarını ve özellikle de radikal feministlerin önemsedikleri cinsellik ilişkilerini ihmal eden bir yön taşıdığı eleştirisine tabi tutulur. Sosyalist feminizm, feminist düşüncenin, Marksist, radikal vb. akımlarının kesiştiği bir noktada belirginleşti. Marksist feministler kapitalizm ile birlikte iş yerinin evden nasıl ayrıldığını ve evde yapılan faaliyetlerin nasıl önemsizleştirildiğini açıklayabilmişlerdi ama kapitalizmin neden kamusal alanı erkeklerle evi-özel alanı da kadınlarla ilişkilendirdiğinin yeterli bir açıklamasını yapmamışlardı. Radikal feminist analizin problemi ise, pornografi, fahişelik, cinsel taciz, dayak, şiddet gibi konularda kadına yönelik baskının maddi temellerini belirlemiş olmasına karşın ataerkilliği evrensel bir olgu olarak görmesiydi. Sosyalist feministler, kapitalist toplumlar için açıklayıcı olan Marksist kuramı tamamlayacak, kadınlar için sadece sınıf değil, ataerkil ilişkileri de açıklayacak bir teori arayışındaydılar. Bu arayış sırasında bir taraftan geleneksel Marksist feministlerin, diğer taraftan radikal feministlerin sınırlılıklarını aşmak için ikili sistem fikrini geliştirdiler. İkili sistem yaklaşımı, toplumsal cinsiyet çözümlemesini hem kapitalist hem de ataerkil güç ve iktidar ilişkilerine bağlı olarak yaptığı için bu isimle anılır. Bu yaklaşımı benimseyen feminist düşünürler, kapitalizmin ve ataerkilliğin farklı toplumsal ilişki biçimleri olduğunu ve bir araya geldiklerinde kadınlar üzerinde çok olumsuz etkiler yarattığını, kadınları baskı altına aldığını dile getirirler. Kadınlara yönelik baskının tam olarak anlaşılabilmesi için ataerkillik ve kapitalizmin diyalektik olarak birbirleriyle ilişkilendirilmeleri gerekir. Ekonomik-sınıfsal taleplerin önemli olduğu, ancak bu taleplere toplumsallaşma, cinsellik ve yeniden üretim ile uyumlu politikaların eşlik etmesi gerektiği düşüncesine vurgu yapar. Ataerkilliği “maddi bir temeli olan, erkekler arasında karşılıklı bağımlılık ve dayanışmayı oluşturarak onların kadınlar üzerinde egemen olmasını sağlayan sosyal ilişkiler bütünü” olarak tanımlar. Ev içi işler, ücretli emek, devlet, din, kültür, erkek şiddeti ve cinsellik. Ev içi işlerinin yapılmasındaki sosyal ilişkiler ataerkil üretim biçimini oluşturur ve bu, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin belirlenmesinde çok önemlidir. Bununla beraber ataerkillik kapitalist üretim biçimi ile eklemlendiğinde, ücretli emek alanındaki ataerkil ilişkiler sistemin devamlılığı açısından önem kazanır. Kadınların ezilmişliğinin nedenlerini anlamak için kapitalizm ile ataerkilliğin eklemlenmesine bakan ikili sistem, bu iki sistemin kadınların üzerindeki etkilerini hem ayrı ayrı hem de birlikte analiz etmiş olmaları önemli bir gelişmedir. Kadın hareketleri ve akım farklılıkları üzerinde dururken dikkat edilmesi gereken bazı hareketlerin kendilerini düzeniçi olarak sınırlarken, sosyalist ve Marksist feminist hareketlerin kadının kurtuluşunu daha köklü bir devrim, aynı zamanda uzun erimli bir mücadele sorunu olarak görmektedir. Bu yapılar hem sınıfsal hem de ataerkil yapıyla ilgili bir bağ kurulması gerektiğini belirtirler. Kapitalist-ataerkil toplumsal tahakküm birçok toplumsal mücadelenin bileşkesi ile yıkılabilir. Bu durum hem bir devrim sorunu hem de devrim sonrasına ertelenemez bir mücadele alanıdır. Kapitalizme karşı sosyalist devrim kadın ve diğer toplumsal kesimler için özgürlük yolunu açar. Ama kapitalizmin ve ataerkilliğin tüm kalıntılarını komünist bir devrim-toplum temizleyebilir. Güçlü bir komünist kadın hareketi için imkanlarımızı her yönlü seferber etmeli ve ataerkil yapıyla mücadeleyi her anın bir görevi olarak kabul etmeliyiz.


16-30 Eylül 2017

Halkın Günlüğü

analiz haber 17

Suphi TKP’ sinin komünist mirasını sahipleniyor ve selamlıyoruz! 10 Eylül 1920 Mustafa Suphi önderliğindeki TKP’nin kuruluş günü olarak ülke tarihinde büyük bir dönemin açılışıdır. Bu tarih Türkiye-Kuzey Kürdistan’da örgütlü devrimci hareketin komünist nitelik esasında yaşam bulması ve ülke halklarının yeni bir çığırla tanışması tarihidir. Bu bakımdan TKP’nin kuruluşu komünizm bayrağının coğrafyamızda dalgalanması veya dalgalandırması olarak unutulmaz, büyük ve çığırsal bir tarih olarak sahiplendiğimiz tarih ve mirasımızdır

T

arih, insan ve toplum hayatında önemli kesitlerle ilerlemiş, büyük sıçrama ve niteliksel gelişmelere tanıklık yaparak günümüze dek sürmüş, daha ilerisine doğru sürmektedir. Tarihi anlamlı kılan özellikler insanlığın ilerletilmesinde rol oynayan büyük olay ve gelişmeleri ihtiva eden sıradışı eylemleri kucaklamasıdır. Bu sıra dışı tarihi kesitlerden, gelişme veya sıçramalardan biri de hiç kuşkusuz ki coğrafyamızda TKP’nin ilan edilerek sınıflar mücadelesi arenasına çıkıp mücadeleye başlamasıdır. TKP 10 Eylül 1920 yılında Bakü’de kuruldu. Sinop’ta sürgünde olan Suphi’nin Rusya’ya çıkması ve orada esir düşmesi, savaş karşıtı tutumundan ötürü Urallara sürülmesiyle Suphi’nin komünistleşmesi süreci başlamış oluyordu. Lenin önderliğindeki Bolşevik devriminden sonra, (Bolşevik partiye de üye olan) Suphi Bolşeviklerle bu ilişki içinde TKP’nin kuruluşunu gerçekleştirmiş oldu. Geride bıraktığımız (10 Eylül), TKP’nin kuruluş yıldönümü olarak anlamlı ve unutulmaz bir tarihtir. Bu vesileyle, Mustafa Suphi önderliğindeki TKP’nin kuruluşunu selamlıyor,

komünist mirasına bağlılığımızı yineliyoruz. 10 Eylül 1920 Mustafa Suphi önderliğindeki TKP’nin kuruluş günü olarak ülke tarihinde büyük bir dönemin açılışıdır. Bu tarih Türkiye-Kuzey Kürdistan’da örgütlü devrimci hareketin komünist nitelik esasında yaşam bulması ve ülke halklarının yeni bir çığırla tanışması tarihidir. Bu bakımdan TKP’nin kuruluşu komünizm bayrğının coğrafyamızda dalgalanması veya dalgalandırması olarak unutulmaz, büyük ve çığırsal bir tarih olarak sahiplendiğimiz tarih ve mirasımızdır. 10 Eylül’de partiyi kurduktan aylarca sonra, 28 Ocak 1921 günü ülkeye giriş yapmak üzere gelen Suphi ve 14 yoldaşı Kemalistlerce Karadeniz’de katledildiler. Böylece daha kuruluşunun ilk aylarında TKP, önderlerinin katledilmesi gibi ağır bir darbeyle tanıştı ve ülkede başlattıkları mücadele katliamla bastırılmış, gelişimi engellenmiş oldu. Ki, bu süreç TKP’nin zamanla çizgisinden ayrılarak niteliğini yitirmesinin de zemini oldu. Şefik Hüsnüler dönemi TKP’si bu nitelik erozyonunu belirgin biçimde ortaya koyarken, daha sonrası İsmail Bilen ve

Yakup Demir dönemleri ise TKP’nin derin bir nitelik değişimine tanık oldu. Kısacası, Mustafa Suphi’ler döneminde ciddi hatalar bağrında taşıyan TKP, Suphi’ler sonrası Şefik Hüsnü’ler döneminde TKP’nin komünist niteliğini aşındırmasına ve İsmail Bilen-Yakup Demirler dönemiyle bu niteliğini tamamen yitirip farklı bir kulvara net olarak oturmasına tanık oldu. TKP’nin kapatılması veya yasaklanması Suphi’lerden sonra gündeme girdi. Dolayısıyla 1920 ile 1930 yılları arasında TKP illegaliteye çekilse de, bu durum onun Suphi dönemi niteliğini koruyup sürdürmesine yeterli değildi, sürdürdüğü anlamına da gelmiyordu. Suphi ve yoldaşları, Komüntern ve Bolşeviklerden de bağımsız olmayan hatalarının bedelini canları pahası en ağır biçimde öderlerken, TKP’nin şimdilere uzanan kaderini de etkilemiş oluyorlardı. Bu hataları, Kemalist Hareket ve Mustafa Kemal’e güvenme biçiminde ifade edilse de, bu hata teknik ya da basit bir güven meselesinden öteye ideolojik-siyasi arka plana sahip bir hatadır. Bu arka plan Kemalist hareketin-Kemalizmin tahlil

edilmesinde ciddi bir yanılgı ve hataya düşülmesiyle anlamlıdır. “TC” ilan edilmemiş olsa da Meclis açılmış olup bir iktidar ve devlet yapılanması orta yerde duruyordu. Bunun doğru tahlil edilmemesi, kemalist iktidar-hareket bağlamında devlet ve iktidarın komünist ilkelere uygun olarak değerlendirilmemesi, buna bağlı olarak mücadele ve örgütlenme prensiplerinin komünist ilke ve iktidar koşulları veya niteliğine uygun olarak tespit edilmemesi, ulus ve azınlıklar sorunu ya da somutta Kürt isyanlarının değerlendirilmesi, devrim stratejisi ve stratejik araç ve biçimlerinin ele alınmasında bir dizi hatadan söz etmek mümkündür. Kısacası, Mustafa Suphi TKP’si esasta komünist niteliğe sahip olsa da ciddi hataları da mevcuttu. Ki, bu hataları onun esas yanı olan komünist niteliğini ortadan kaldırmasa da komünist niteliğinde önemli zaaflara işaret eden düzeydeydi. Bundandır ki, bizler TKP’nin bütün mirasının değil, komünist olan mirasının ya da mirasının komünist olan kesiminin savunucusu ve devamcısıyız. Suphi dönemi de olsa TKP mirasçılığını savunmamız bu biçimdedir.


18 kültür-sanat

16-30 Eylül 2017

Halkın Günlüğü

Sanat ve düşüncenin yasak karşısındaki tutumu ne olmalıdır! Düşünce, insan iradesinden bağımsız doğal ve toplumsal çelişmelerin ürünüdür. Doğa-insan, toplum-insan, sınıf-sınıf ilişkileri var oldukça, bu ilişkilerden kaynaklanan çelişmeler, bu çelişmelerin ürünü olan düşünceler de var olacaktır. Önlemlerle, baskılarla çelişmeler engellenemeyeceğine, yok edilemeyeceğine göre, düşünceler ve düşüncelerin gelişmeleri de engellenemezler. Gelişen üretim güçleri, gelişmelerinin önünde bir engel olan üretim ilişkilerini parçalayacaktır. Buna bağlı olarak, gelişen üretim güçlerine tekabül eden düşünceler ve sanat eylemleri de önlerindeki yasak duvarlarını parçalayacaktır. Parçalama işlemi, ileri ve devrimci düşüncelerin kitleleri örgütlü olarak harekete geçirmesiyle, onları, maddi bir güç haline dönüştürmesiyle mümkündür. Bu nedenle, devrimci düşünce, doğası gereği, çeşitli araçlarla kitlelere ulaşma tarihi görevini yerine getirirken yasak tanımaz. Yasağı ilke olarak kabul etmek, ona uymak, teslimiyettir Ölümsüzlüğünün 33. Yılında proleter devrimci sanatçı Yılmaz Güney anısına! kıl-madde, teori-pratik diyalektiğinin ürünü olan… Zihinsel işleme, düşünme; beynin bir işlevi olan düşünmenin ürünü bileşimlere de düşünce diyoruz. Düşüncenin karakterini belirleyen, taşıyıcısının, yani insanın toplumsal varlığı, yani üretim faaliyeti içindeki yeri, mensup olduğu sınıf ilişkileridir. Sınıf mücadelesi, siyasi hayat, bilimsel, kültürel sanatsal uğraşlar, insanın toplumsal pratiğinin unsurları olmakla birlikte, üretim faaliyeti, bütün diğer faaliyetlerinin temeli ve belirleyicisidir. Düşüncenin temeli, doğasal ve toplumsal ilişkilere ve esas olarak da maddi üretimdeki faaliyetine dayanır. Yansıma olgusu, nesnel gerçekliği ne derece tam ve bütün boyutlarıyla ifade ediyorsa, yansıyan şeylerin iç ve dış bağları, aralarındaki ilişkiler ne denli kavranıyorsa, düşünce o denli gerçeğe yakın olur. Yansıma ne denli eksik ve yetersizse, düşünce de o denli yetersiz olur. Yansıyan şeyler arasındaki bağlar ve ilişkiler ne denli kavranamıyorsa, düşünce o denli sağlıksızdır; yüzeysel kalır. Hangi konuda olursa olsun, insan düşüncesi başlangıçta sığdır, yüzeyseldir. Şeyler arasındaki bağlar kavrandıkça, düşünceler adım adım derinleşir, çok yanlılığa ulaşır. İnsanları düşünmeye iten, doğalsal ve toplumsal ihtiyaçlardır. İnsanlar canları istedikleri için şöyle ya da böyle düşünemezler. Onları, birbirlerinden farklı düşünmeye iten maddi zorunluluklar vardır. Bu nedenler, insan iradesinden bağımsız, var olan nesnel koşulların ürünüdürler. Bu koşullardan kaynaklanan zorunluluklar da dü-

A

şünmenin, düşüncenin, tutum ve davranışlarımızın maddi temelidir. Bilim ve siyaset, kitlelere ulaşmak için çeşitli araçlardan ve organlardan nasıl yararlanıyorsa, sanat da çeşitli biçimdeki düşünceleri, kendi özgül yapısı, kuralları ve araçları aracılığıyla kitlelere ulaştırır. Sanat, alıcısını ve vericisini biçimleyen nesnel koşulların bizzat kendisidir. Bu yaklaşım, iradeyle koşullar ve bilinçle koşullar arasındaki karşılıklı etkileşimi göz ardı etmez. İrade ile onun maddi temeli arasında sürekli bir alışveriş, değişme, değiştirme işlemi vardır. Toplumsal düşünce ve sanat, kültürel süreç içerisinde yerlerini alırlar. Kültür, insanın yaşamını sürdürmek için yürüttüğü üretim mücadelesi sürecinde, tarih boyu kazandığı ve geliştirdiği, yaşamın her alanını ve her boyutunu ilgilendiren bilgi ve tecrübelerin tümüdür. Ekonomik, toplumsal, siyasal, tıbbi, felsefi, sanatsal vb. alanları da kapsamına aldığı gibi, gelenek, görenek, alışkanlık vb. şeyleri de içerir. Küçük büyük bütün insan topluluklarına bu topyekûn bilgiler yumağı yön verir; insan ilişkilerini düzenler, kurallar getirir, yargılar, besler, büyütür ve süreç içerisinde gelişmesini sürdürür. Her ulus, kendi ulusal kültürüne dayandığı gibi, uluslararası kültür olanaklarından da uluslararası ilişkiler oranında yararlanır. Kültür alışverişi, uluslararası planda, ekonomik ve siyasi ilişkilere bağımlı olarak ele alınmalıdır. Ulusal kültür, uluslararası kültürün, evrensel kültürün temelidir. Ulusal kültür olmadan evrensel kültür olmaz, olamaz. …

Düşünce ve sanat, üretim sürecinde sıkı sıkıya bağlıdır ve üretim mücadelesinin, toplumsal ve siyasal mücadelenin hem etkileyicisi hem de onlardan etkilenendir. Üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki çelişme, toplumsal düşüncenin ve sanatın gelişmesinin temelidir. Bu çelişme, hayatın her alanını etkiler. Düşünce ve sanat alanlarında var olan, düşünce ve sanatı geliştiren temel çelişmeler, kaynağını üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki sınıfsal çelişmelerden alırlar. Üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki çelişme yok edilebilir mi? Hayır!.. Öyleyse, üretim güçleriyle birlikte zorunlu olarak gelişen ve aynı zamanda üretim güçlerinin gelişmesini etkileyen düşünce ve sanat da önlenemez; gelişmesi belli bir süre önlenebilir belki, fakat durdurulamaz. Baskı altındaki birikimler günün birinde ışığa kavuşur. Çünkü düşünce ve sanat alanındaki başlıca çelişmeler, kaynağını, doğayla toplum arasındaki çelişmelerden, toplumsal çelişmelerden alırlar.

Her toplum biçimi kendine özgü kültür yapısı oluşturur! Doğa ile toplum arasındaki çelişmeler, kaçınılmaz olarak üretim güçlerini, özellikle de insanı teorik ve pratik alanlarda geliştirir. Ve giderek, gelişen üretim güçleriyle çelişen toplum biçiminin parçalanmasını mutlaklaştıran birikimleri oluşturur. Her toplum biçimi, kendine özgü bir kültür yapısına sahiptir. Her toplum biçimi, kendisini


16-30 Eylül 2017

19

Halkın Günlüğü

değiştirecek ve yok edecek güçlerini yaratır. Ancak, üretim güçleriyle üretim ilişkilerinin sürekli uyumunu sağlayabilecek toplum biçimi, kendi içinde gerekli değişimleri uygulayarak varlığını sürdürebilir. Bu sınıfsız toplumdur. Tarih, bugüne dek beş toplum biçimi tanımıştır. Bu toplum biçimleri şunlardır: İlkel komünal toplum. Köleci toplum. Feodal toplum. Kapitalist toplum. Sosyalist toplum. Her toplum biçimine özgü üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki çelişmeler, belli bir süre uzlaşır niteliktedir. Buna, üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki uyum diyoruz. Her toplum biçiminin belli bir aşamasında, gelişen üretim güçleriyle, bu gelişmeye artık uyum gösteremez hale gelen üretim ilişkileri arasındaki çelişme giderek uzlaşmaz niteliğe dönüşür. Düşüncenin ve sanatın gelişimi, ekonomik ve toplumsal gelişmenin önündeki engellerin aşılması sürecinde, sınıflar arası mücadele açısından değerlendirilmelidir. Gelişen güçlerin düşüncesi ve sanatı, sınıf mücadelesinin birer unsurları olarak kendi içlerinde birbirleriyle ve kendi dışlarında sınıf düşmanı güçlerin düşünce ve sanatıyla savaşır. İlkel komünal üretim ilişkileri, sınıflaşmayı doğuran üretim güçlerinin gelişimi sonucu parçalanır. Yeni üretim güçlerine uygun düşen bir üretim biçimi oluşur … Devletin görevi, egemenlerin sınıf çıkarlarını korumak için yasalar çıkartmak, kurallar koymak, yasaklar getirmek ve uyum göstermeyenleri, değişen oranlarda şu ya da bu biçimde cezalandırmaktır. Devlet, sınıf baskısının ifadesi olan şiddeti ve şiddetin organlarını gerekli hallerde işleten bir sınıf aygıtıdır. Sürekli ordu ve bürokrasi, devletin iki ana unsurudur. Bu iki unsur, özünde şiddetin uygulayıcılarıdırlar. Şiddetin niteliğini, egemen sınıfları tehdit eden eylem ve davranışların niteliği, egemen sınıfların güçlülüğünün ve güçsüzlüğünün oranı, egemen sınıflara karşı koyan sınıfların güçlülüğünün ve güçsüzlüğünün oranları belirler. En açık biçimiyle, egemen sınıfların şiddeti, gelecekleri konusundaki güvensizliklerin, korkuların ve güçsüzlüklerinin ifadesidir. Bu, her toplum biçiminde, değişen görünüm ve biçimlerde, öz itibariyle böyledir. Şiddet uygulayabilmek, bir açıdan da, güçlülüğün ifadesidir. Bu güçlülük geçicidir. Tarihi süreç içinde biçimlenmesini tamamlayan sınıflaşma hareketiyle birlikte, düşünce, sanat ve kültür de sınıf özelliklerini en ayırdedici biçimleriyle kazanırlar. Sınıflaşma berraklaştıkça sınıf düşünceleri de berraklaşır. Çıkarları çelişen sınıfların düşünceleri de birbirleriyle çelişir. Çelişmelerin derinleşmesi, egemenlerin şiddetini artırır. Sınıfsal yasaklar sınıflarla birlikte adım adım ortaya çıkar. Yasak olgusu, egemen sınıfların ezilen sınıflara karşı kendilerini korumak için getirdikleri, yasalarla beslenen, koruyucu ve gelişeni

önleyici, değişik nitelikteki şiddeti içeren önlemler bütünüdür. Köleci toplumda köle sahiplerinin devleti, kölelerin düşüncesini ve sanatını; feodal toplumda feodal beylerin devleti, serflerin, işçilerin ve gelişen burjuvazinin devleti, işçilerin, köylülerin ve geniş emekçi kitlelerin düşünceleri ve sanatı üzerinde baskı kurar. Emperyalist burjuvazinin devleti, hem kendi halkı, hem de bütün dünyanın ezilen halkları ve milletleri üzerinde, kendisinden daha güçsüz kapitalist ülkeler üzerinde baskı kurmak ister ve bu doğrultuda ilişkilerini düzenler. Bizimki gibi yarı sömürge bir ülkede, burjuvazinin ve toprak ağalarının devleti emperyalizme bağımlıdır. Baskısı, kendi çıkarlarıyla birlikte, emperyalizmin çıkarlarını da korumayı amaçlar. Çünkü kendi varlığı ile emperyalizmin varlığı arasında binlerce bağ vardır. Sosyalist toplumda da, işçilerin köylülerin demokratik diktatörlüğü, burjuvazinin düşüncesini ve sanatını baskı altında tutar. Sömürü düzenini yeniden hortlatmak isteyen her türlü girişimi ezer … Anlaşılacağı gibi, yasak ve şiddet birbirini tamamlayan iki unsurdur. Bizim konu edindiğimiz yasak, sırtını burjuvazinin ve toprak ağalarının “yasal” şiddetine dayayan gerici yasaktır. Şiddete dayanmayan yasak geçerli bir yasak değildir. İster burjuva, isterse proleter karakterde olsun bu böyledir. Toplumsal, düşünsel, sanatsal, siyasal vb. her eylem, egemenlere getirdiği ve getirebileceği zararlar ölçüsünde şiddeti içeren bir yasakla karşılaşır. Yasağa

uyulmaması halinde, eylemin niteliğine göre, şiddet şu ya da bu biçimleriyle kendini gösterir. Yasağı ve şiddeti birlikte ele almak gerektiği için, yasaklara karşı direnirken ve yasakları aşmaya, geçersiz kılmaya yönelirken, yasaklara tekabül eden şiddeti de göze almak gerekir. Yasağın ardındaki şiddet göze alınmadan, şiddetin tahribatına karşı hazırlıklı olunmadan yasaklar aşılamaz. Şiddeti göze alan, gerekli disiplin, bilinç ve örgütlenme hazırlıklarını da yapmak zorundadır. Şiddeti göze alan, yasağı şu ya da bu oranda geçersiz kılar. Ya da şiddeti göze alamayan yasak karşısında boyun eğer, teslim olur. Bugün belli demokratik ve siyasi haklar kazanılmışsa, bu, binlerce demokrasi savaşçısının çeşitli baskıları göğüslemesi, işkenceleri yiğitçe aşmasının sonucudur. Kazanılmış her mevzide kan ve acı vardır. Ve bir bütün olarak gelişen sınıf güçleri, başta proletarya olmak üzere, bugünkü demokratik ve siyasi hakların yaratıcılarıdır. Yasağın bir biçimi olan sansürü ele alalım. Sansür nedir? Kabaca ele alırsak sansür, bir eleme, ayıklama, budama hareketidir ve düşünceyi, düşüncenin somutlaşmış hali olan sanat eserlerini, özellikle de sinema sanatını, egemen sınıfların kabul edebileceği bir hale getirmekle yükümlüdür. Yani egemen sınıflar için sinema sanatını zararsız hale getirmektir. Yasaklar ve sansür iç içedir. Sansür yasağın özel bir uygulanış biçimidir. Fakat topyekûn yasağı ifade etmez. Kısmi yasak sayılır. Ancak sansür, yani kısmi yasak, bir

sanat ürünü karşısında çaresiz kalırsa genel yasağa başvurur. Örneklerle açıklayalım: Sansür, bir filmin belli bölümlerini sakıncalı görür, o bölümleri keser. Yani sadece belli bölümlerin, sakıncalı bölümlerin gösterilmesini yasaklar. Kesme ve budama işlemi filmi egemenler için zararsız hale getirebilirse, orada sergilenen şeyler egemenler için kabul edilebilir duruma getirilebilirse, film, kuşa dönmüş biçimiyle de olsa sansürden çıkar. Kesme ve budama işlemi yetersiz kalırsa, yapılacak iş, filmi toptan yasaklamaktır. Burada önemli olan nokta, genel anlamıyla yasakların önünde eğilmemek olmakla birlikte, kimi zaman bilinçli bir tutumla yasalarla sınırlanmış yasak duvarları arkasında da, hedefi yasağı parçalamak olan birikimlerin yaratılması için her alanda çalışmanın gerektiğidir. Yani tek başına şiddeti hiçe sayarak, yasağı çiğneyerek çalışmak ya da tek başına yasaklara rıza gösterip, yasal sınırlar içinde boğulmak yanlış olur. Yasal sınırlar içinde çalışmak, özünde yasakları parçalayacak birikimlerin yaratılmasına hizmet ettiği müddetçe olumlu ve gereklidir; vazgeçilmezdir. Yasal sınırlar, aslında mücadeleye kazanılmış alanlardır ve bu alanlarda çalışmayı reddetmek, küçümsemek, bu olanakları son kertesine kadar kullanmamak “sol”culuktur, kesinlikle yanlıştır. Böylesine bir tavır, geçmişin mücadelesini hiçe saymaktır, geçmişin olumlu miraslarına sahip çıkmamaktır.


20 kültür-sanat Sanat ve düşünce alanı sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır! Çelişme, şeylerin doğasında var olan evrensel bir şeydir. Her şey, zıtların mücadelesini ve birliğini içerir. Çelişmelerin temel yasası budur. Yasak ve yasağa karşı mücadele, özünde sınıf mücadelesi demektir. Sınıflı toplumlarda sınıf mücadelesi evrensel ve mutlaktır. Sınıflı toplumlarda sınıflar bütün olanakları ve çeşitli nitelikteki mücadele organlarıyla karşı karşıya gelirler. Ve hayatın her alanında, hiç durmaksızın savaşırlar. Sanat ve düşünce alanları da, sınıfsal savaş alanlarının ayrılmaz bir parçasıdır. Ülkemizde, emekçi kitlelerin ekonomik, demokratik, toplumsal ve siyasal taleplerini içeren mücadeleleri çeşitli nitelikte resmi ve resmi olmayan gerici baskılarla ezilmek, engellenmek istenmektedir. Emekçi yığınların mücadelesine omuz veren, bu mücadelenin ürünü ilerici, devrimci, kültür, sanat ve düşünce akımları da, kuşkusuz gerici baskılarla karşılaşacak, engellenmek istenecektir. İşte sansür, sınıf mücadelesinin egemen sınıflar safında görev yapan bir kurum olarak özünde faşist bir baskı ve yıldırma aracıdır. Sansür ve yasaklarla

aramızdaki çelişme, sınıfsal bir çelişmedir. Bu çelişme, emperyalizme bağımlı işbirlikçi burjuvazi ve toprak ağalarının siyasi iktidarı ile emekçi halk yığınları arasındaki çelişmenin, ilerici ve devrimci sanat ile devletin gerici faşist yöntem ve araçları arasındaki çelişmenin, sinema planına yansıyan biçimidir. Sansürün niteliğini değiştirmek ve emekçiler çıkarına giderek ortadan kaldırmak, sansürün bir devlet organı olması hesabıyla, ancak devletin niteliğinin değiştirilmesiyle mümkündür. Sansürün gittikçe ağırlaşması, aslında gerici burjuva ve toprak ağaları devletinin, anti demokratik burjuva diktatörlüğünün, faşist diktatörlük devleti biçimine dönüştürülmesi çabalarını ifade eder. Bu, kazanılmış birtakım hakların gasledilmesidir. Devletin niteliğini değiştirmeden, devletin niteliğine dokunmadan, tek başına sansürü değiştirmeyi düşünmek, bu konuda hayaller yaymak aptallığın ötesinde halkı aldatmaktır. En kanlı faşist diktatörlüklerde bile, ne denli zor olursa olsun, yasadışı mücadelenin yanı sıra kuşa döndürülmüş biçimiyle de olsa yasal olanaklardan yararlanmak ve gasledilmiş hakları geri almak için mücadele edilmelidir. Bu mücadele, faşizmin

16-30 Eylül 2017 temellerini yıkmak için gerekli birikimler yaratır. Fakat devlet yetkililerinden bu konuda şefaat beklemek, onların “iyi niyet” gösterilerine aldanmak yanlış olur. Bu nedenle sansüre karşı mücadele ile anti demokratik gerici burjuva diktatörlüğüne karşı mücadele birleştirilmelidir. Anti demokratik burjuva diktatörlüğüne karşı mücadele veren sınıf güçleri arasına bizzat katılmadan sansüre karşı başarı elde edilemez. Sonuçta düşüncelerimi şöyle özetleyebilirim:Düşünce, insan iradesinden bağımsız doğal ve toplumsal çelişmelerin ürünüdür. Doğa-insan, topluminsan, sınıf-sınıf ilişkileri var oldukça, bu ilişkilerden kaynaklanan çelişmeler, bu çelişmelerin ürünü olan düşünceler de var olacaktır. Önlemlerle, baskılarla çelişmeler engellenemeyeceğine, yok edilemeyeceğine göre, düşünceler ve düşüncelerin gelişmeleri de engellenemezler. Gelişen üretim güçleri, gelişmelerinin önünde bir engel olan üretim ilişkilerini parçalayacaktır. Buna bağlı olarak, gelişen üretim güçlerine tekabül eden düşünceler ve sanat eylemleri de önlerindeki yasak duvarlarını parçalayacaktır. Parçalama işlemi, ileri ve devrimci düşüncelerin kitleleri örgütlü olarak

Halkın Günlüğü

harekete geçirmesiyle, onları, maddi bir güç haline dönüştürmesiyle mümkündür. Bu nedenle, devrimci düşünce, doğası gereği, çeşitli araçlarla kitlelere ulaşma tarihi görevini yerine getirirken yasak tanımaz. Yasağı ilke olarak kabul etmek, ona uymak, teslimiyettir. Yasağa rıza gösteren kişiler olabilir; bu, gelişen düşüncenin yasağı tanıması ve önünde eğilmesi anlamına gelmez. Bu, kişilerin sınıf niteliklerinden, bilinç düzeylerinden, deney eksikliklerinden gelen kişisel zaaftır. Devrimci düşünce zaafla uzlaşmaz, zaafın niteliğini kavrar, onunla mücadele eder. Geçici bir süre, yasak sınırları içinde yasal eylemini bilinçle sürdürebilir, fakat kendini taşıyacak, koruyacak ve geliştirecek insan unsurunu yaratarak, kitlelere mal olarak engelleri aşar. Yasaklar, ancak çiğnenerek aşılabilir. Bugüne dek de böyle olmuştur. Devrimci düşüncenin ve sanatın yasak karşısındaki tavrı, teslimiyetçi değil, çiğnemek biçiminde olmalıdır. Akar su yolunu bulur. Önündeki engelleri aşar, dağları deler, denize ulaşır. Devrimci sanat ve düşüncenin yasak karşısındaki tavrı/Yılmaz Güney-1 Eylül 1977

≫ Muzaffer Oruçoğlu

AFORİZMA EDEBİYAT SANCAĞI

E

lleri arkadan kelepçeli bir şekilde oturuyordu. Her bir yanında bir asker vardı. Önde oturan Yüzbaşının yönelttiği soruların doğasından hareketle, Yüzbaşının Kürt olduğunu tahmin ediyordu. “Kürtler hariç, bildiğim kadarıyla hiçbir ulus, iki bin yıl esaret altında yaşamamıştır, Yüzbaşım. Şu veya bu şekilde bir yolunu bulmuş, bağımsızlığına kavuşmuştur.” “Tarihte hiç mi Kürt devleti kurulmadı?” “Kurulmadı diyemeyiz tabi. Tarihte tek bir uzun ömürlü, ciddi Kürt devleti kuruldu ki o da Med’dir ve 128 yıllık bir imparatorluk devletidir. Med’den bu yana Annaziler, Hezarhespiler, Mervaniler, Şeddadiler gibi küçük Kürt emirlikleri, hanedanlıkları kuruldu. Geçen yüz yılda ortaya çıkan ve kıvılcım gibi parlayıp sönen beş on ay bile ömrü olmayan küçük Kürt Cumhuriyetleri de kuruldu. Ama bunların hiçbirini, Med hariç, oturmuş ciddi birer devlet sayamayız.” Ağır bir sessizlik çöktü cipin içine. İnsanlara huzuru ve hak kırıntılarını, bendelik ve bedel karşılığında dağıtan kara gölgeler belirdi. Şığın özü değişti. Daraldı cipin içi. “Kürtlerin uyukladıklarını ve ortaya çok acı bir gerçeğin çıktığını mı söylemek istiyorsun?” “Evet. Tarih kendini bu minval üzerine ayan edince, ortaya çok acı bir gerçek çıkıyor: Kürtlerin 2200 yıldır esaret altında yaşayan bir kavim veya ulus olduğu gerçeği.” “Şimdiye kadar ne yaptılar bu Kürtler?

Ezildiklerini söylüyorlar. Ezilen, kıçının üzerinde oturur mu hiç iki bin yıl?” “Kürtler ağır vebal altındadırlar Yüzbaşım, suçludurlar. Tarihe hesap vermek durumundadırlar. Özgürlük tarihi, sadece ezenlerden değil, ezilenlerden de hesap soran bir tarihtir.” Adamın sesindeki acı ve çaresizlik, Yüzbaşıya ölen babasının yarılmış sesini çağrıştırdı. “Bana öyle geliyor ki bu işin içinden kimse çıkamaz.” “İşin içinden, dört yüz yıl önce yaşayan büyük Kürt destancısı Ehmede Xani de çıkamadı. Kürt halk ruhunu ve Kürt dünyasını en iyi bilen oydu. Ateşli bir bağımsızlık aşığıydı. ‘Ben Allah’ın hikmetinden şaşakaldım,’ diye yakınıyordu. ‘Kürtler dünya devletinde/Acep ne sebeple kalmışlar boynu bükük/Hepsi birden niçin olmuş mahkûm,’ diyordu. “İşin içinden Güney Kürdistan, 25 eylülde bağımsızlığını ilan ederek çıkarsa, Kürt köleliğini içselleştiren Kürtler başta olmak üzere tüm halklar şaşıracak ve bu durum Ortadoğu’da hem yeni bir dönemi başlatmış olacak hem de büyük Kürdistan’ın tüm parçalarında, içten içe harlanan bağımsızlık ateşine hatırı sayılır bir güç katacak.” “Barzani ateşle oynuyor. Zamanı değil.” “Aydınlar, yazarlar da ‘Zamanı mı, değil mi?’ diye tartışıyorlar. 2200 yıl geciken bu tartışma bana bir şey ifade etmiyor. Bertolt Brecht’in, ölmeden önce yazdığı Turandot veya Aklayıcılar Kongresi adlı

eserindeki aydınların tartışmasını anımsatıyor: Sarı Nehir akıyor mu, akmıyor mu?” “Kürtleri dünya tanımıyor.” “O eskidendi. İŞİD’in zalimane varlığı, Kürtleri dünyaya tanıttı. Rojavalı kadın savaşçılar başta olmak üzere Kürtlerin kitlesel direnişlerini öne çıkardı İŞİD; tüm dünyaya tanıtmakla kalmadı, aynı zamanda Kürdistan’ı sömürgeleştiren bölge devletlerinin kendi aralarındaki birliği de parçaladı.” “Güç durumda olan Kürtlerdir, bölge devletleri değil.” “Bana öyle görünmüyor Yüzbaşım. Kürt köleliğinin yeminli bekçileri, tarihin, kaçınılmaz gücüyle karşı karşıyalar şu anda; ‘Tarihsiz uluslar’ın minnacık devletler kurduğu bir dünyada, bağımsızlık talep eden, elli milyonluk bir köle ulusla karşı karşıyalar. Ehmede Xani: ‘Eğer bizim de bir hükmümüz, birliğimiz ve önderimiz olsaydı, Arap ve Acem’in egemenliği altında olmazdık,’ demişti. ‘O zaman Kürtlerin edebiyat sancağını gökkubbeye dikerdim,’ demişti. Öyle görünüyor ki 21. yüzyıl, ‘Kürtlerin edebiyat sancağı’nın Ehmede Xani eliyle gökkubbeye dikildiği bir yüz yıl olacak.” Cip, yoldan sapıp benzinliğe girdi. Yüzbaşı indi, erlere, tuvalet ihtiyacını görmesi için mahkumu indirmelerini emretti. Gidip beş çikolata aldı. Tuvalete girdi. Gülümseyerek geldi, koltuğuna yerleşti, mahkuma ve askerlere birer tane verirken, “Kollarını çözün çikolatasını yesin, bu sefer arkadan değil, önden kelepçeleyin,” dedi.


16-30 Eylül 2017

21

Halkın Günlüğü

Dövüşerek ölümsüzleşenlere Sen düşmeden evvelde acırdı yüreğimiz; Cizre, Sur, Nusaybin bodrumlarında düşenlerin yasını tutmadıysak senin de tutmayacağız yasını. Ama bir usta çırağına demiş ya, “Acının tarifi olmaz. Bardağa da koysan göle de atsan tadı aynıdır değişmez’’ diye. Tarifsizdir hakikaten. Ne dersek diyelim, yokluğunu düşünmek acıtıyor içimizi.

AY

değdi vurulup düştüğünüz yere. Gece karanlığında gök gürlemesi gibi patladı namlular. Şimdi sensizliğin ölümünde dağlar. Şafak ha söktü ha sökecek. Güneş tüm ihtişamıyla doğmayacak üstümüze. Hava grimsi, basık ve soluk. Munzur buharlaşmış, sis çökmüş yamaçlarına. Namlu nişangâhında sıcacık parmaklar. Henüz düşmedi son savaşçı, bahar dağlardan gelene dek. Şimdi sensizliğin öfkesinde yoldaşların. Az önce düştü haberiniz. Televizyonda alt yazıda geçen tek cümlelik yazı. Kaygı ile tarıyoruz kanalları. Can sıkıcı suskunluk içinde gün akşam oluyor. Hala aynı yazı, eksilen eklenen tek kelime yok. Her şeye rağmen yaşam günlük seyrinde devam ediyor. Ruhum huzursuz, ruhum parçalara bölünmüş cevap olamayan göz yüzüne bakıyorum. Yağmur bulutları toplanmış, rüzgar esiyor hafiften. Aklım orda uzakta, düşenlerin kim olduğunda. En çok böylesi zamanlarda yükselir hapishane duvarları, ses getirir çapraz sokaklardan, ama yol vermez dışarıya. Bir tek böylesi anlarda durur zaman. Beklemek fena yakar insanı, bilinmezlik içinde öylece beklemek. Gün dönme vaktinde, bir nedenle kaçırıyoruz ilk haberi. Kaçırdığımızı yan koğuştan dostlarımız yakalıyor. Seslendikleri gibi koşuyoruz habere. Ve saat başı ilk sırada geçiyor haberiniz. “Başına ödül konulmuş terörist” diyorlar. Bir de Mavi

Listeden ismini okuyorlar. Maviye sevdalı olduğunu nasıl da biliyorlar. Hemen önündeyim televizyonun, ismin geçiyor tekrar tekrar. Her ismin geçtiğinde titriyor yüreğim. Göğüs kafesimde derinleşen bir sızı… Şaşkınım. Her tufan öncesi aklıma sen gelirdin ve ürperirdim. Bu kez korkumu büyütmedin. Sen olabileceğini düşünmedim, düşünemedim. Ansızın aldım ölüm haberini. Ölüm hep böyle ansızın gelmez mi zaten? Ve peşinden sürüklediği sessizlik tüm hücremi sarıyor. Şimdi gazeteler seni, sizi basmış bilmem kaçıncı sayfalarına. Resmine bakıyorum gözlerin kızıl kızıl. Kavga ve dövüşkenlik nasıl da yanıyor göz bebeklerinde. Yine de utangaç sempatik gülümsemen ve düş dalgını bakışların aydınlatıyor geceyi. Sevda’mız yanı başında, Doktor çaprazında vuruşur çakır çakır. Ne garip sen düşmeden dağların koynuna, bir gece seni görmüştüm rüyamda. Aynı utangaç gülümseme ve yüzünde mutlu tebessüm dostlarını karşıladığın yerde, “ Bak gördün mü, söz verdiğim gibi hala yaşıyorum. Geleceğin eylemini beraber örgütleyeceğiz demiştim.” Son kelimenin ortasında bir patlama sesi. Böldü parçaladı harfleri. Toz duman arasında kayalar sağa-sola uçuyor. Her patlama çığlığımı daha fazla bastırıyor. Duymuyorsun duyamıyorum.. Uyandım.. Saat gece yarısını geçmişti. Şimdi gerçeğin tam ortasındayız. Ne rüya ne de yersiz

korkulardayız. Ki söz verdiğin gibi de olmadı. Neyleyim ki yoksun artık. O yumuşak sesinde “Ne alakası var allahsız…” deyişini duymayacağım. Hem ikinci defa oldu sözünü tutamadın. Sana olan kızgınlığım birincisinden geliyor. Ağustos sıcağında hazana düşürdünüz yüreğimizi. Bu kaçıncı ayrılık, bu kaçıncı uzaktan uğurlanış. Acıların mevsimsiz, tarihsiz kaydedildiği ne çok gün yaşadık. Taa Roboski, Suruç, Ankara’dan beri yalancı baharlar yaşıyoruz. Gecenin soluğunda saklı olan sessizliğe kurşun sıkılalı beri gök maviliğini, deniz yeşilliğini yitirdi iki gözüm. Sen düşmeden evvelde acırdı yüreğimiz; Cizre, Sur, Nusaybin bodrumlarında düşenlerin yasını tutmadıysak senin de tutmayacağız yasını. Ama bir usta çırağına demiş ya, “ Acının tarifi olmaz. Bardağa da koysan göle de atsan tadı aynıdır değişmez” diye. Tarifsizdir hakikaten. Ne dersek diyelim, yokluğunu düşünmek acıtıyor içimizi. Yakıldığı zamandan beri, çiğdemler çiçek açmadı dağlarımızda, acılar her kapıdan hoyratça girdiğinden beri eksik, hasatsız, solgun kaldı gülüşümüz. Yine de düşmedik karamsarlığa boyun eğmedik yıldıza gölge düşürenlere. Ve sen de son savaşçısı, ay akşamından kalan son tanığı olmayacaksın bu kavganın. Nasıl ki senden öncekiler bir katre misali düştüyse okyanusa, senden sonra da akacak o ırmak. Denilir ki o dağlar nice Şahin’ler gördü. Ve iyi tanır kızıl çocuklarını. Namert olana yol

vermez ya, neylersin dil varmaz başka türlüsünü söylemeye. O dağlar ki binlerce yıl yataklık etmiş zalimin gadrine uğrayanlara. O dağlar ki binlerce kez vuruldu hem de dövüle dövüle… Bir tarih bir de dağlar tanıktır, yaralarının üstüne basa basa yürüyenlere. Ve o dağlar Şahin’siz kalmayacak. Taa ki bahar dağlardan gelene dek… Sana söz iki gözüm sana söz.. Evrim Konak/MKP dava tutsağı

Devrim emekçisi Serdar Can ölümsüzleşti!

Y

üzlerce ve binlerce devrim emekçisinin yoğun emek ve yarattığı devrimci birikim ve değerlerle kendini var ederek bugünlere kadar taşıyan Kaypakkaya geleneği, tarihsel mücadele seyri içerisinde yüzlerce devrim emekçisini sonsuzluğa uğurlamıştır. Kaypakkaya geleneği ve genelde ise devrim ve komünizm yürüyüşümüz bu ölümsüz devrim emekçilerinin yarattığı miras üzerinden ilerlemeye devam edecektir. Kaypakkaya geleneğinin yetiştirdiği ve ölümsüzleştiği ana kadar devrimci/komünist çizgisinden taviz vermeyerek devrimci duruşunu koruyan ve devrim hareketine emek katan devrim emekçilerinden biri de Serdar Can’dır. Amed işkencehanelerin de yoldaşlarıyla birlikte devrimci direniş geleneğini yükselten Kaypakkaya geleneğinin yiğit savaşçılarından biridir aynı zamanda Serdar Can. Devrim emekçisi Serdar Can, 18 Eylül günü evinde geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitirdi. Devrim ve komünizm düşünü her zaman canlı tutarak hiçbir zaman umutsuzluğa ve karamsarlığa kapılmayan ve Kaypakkaya geleneğinin devrimci/komünist çizgisinden ödün vermeyen devrim emekçisi Serdar Can’ı yitirmenin hüznünü yaşamaktayız. Serdar Can’ın devrimci hatırası önünde saygıyla eğilirken, başta ailesi ve yoldaşları olmak üzere tüm sevenlerinin acılarını paylaşıyoruz.


22 tarih

16-30 Eylül 2017

Halkın Günlüğü

İşkencehanelerde düşmanı yargılayan cüret: Hasan Hakkı Erdoğan

Hasan Hakkı Erdoğan

Mücadelenin ilerleyen tarihsel süreçlerinde daha da ön plana çıkan Hasan Hakkı Erdoğan yoldaş, 18 Eylül 1984 yılında proletarya partisine yönelik yapılan bir baskında İstanbul’da yakalanır. 30 Eylül tarihine kadar yoğun işkencelerden geçirilen Hassan yoldaş, direniş tavrını kuşanarak üzerindeki sahte kimliği dahi kabul etmeyerek düşmanı adeta çılgına çevirir

Behzat Firik

Ali Ekber Gözoğlu

Ali Karadağ

Aziz Süer

Bülent Karataş

Deniz Ayata

Ergin Altun

Gülşah Candan

Hıdır Yeter

Kazım Tunç

M.Ali Gürboğa

Murat Diri

Özlem Ayhan

Pir Ahmet Küçük

Pir Hasan Kulaç

Veysel Yıldız

K

omünist önder İbrahim Kaypakkaya’da cisimleşen ve devrimci mücadelenin sonraki tarihsel sürecinde devrim ve komünizm savaşçılarının elinde sarsılmaz bir direniş bilincine dönüştürülen işkencelerde kızıl direnme ruhu onlarca ve yüzlerce devrim savaşçısı tarafından bayraklaştırılarak bugünlere kadar gelmiştir. İşkencehanelerde kızıl direnme ruhunu kuşanarak düşmanına diz çöktüren komünizm savaşçılarından biri de Hasan Hakkı Erdoğan yoldaştır. 1960 yılında Elazığ/Karakoçan’da dünyaya gelen Hasan Hakkı Erdoğan yoldaş proletarya partisi ile 1976 yılında tanışır. Kısa bir sürede örgütlenerek ileri çıkan Erdoğan yoldaş 1978 yılında proletarya partisi üyesi olur. Durmak bilmeyen bir enerjiyle mücadeleye sarılan Hassan yoldaş, Elazığ, Dersim, Malatya, Maraş, Mersin, İzmir ve İstanbul’da devrimci görevler üstlenerek proletarya partisinin yılmaz bir devrim emekçisi olur. İşçi Köylü Kurtuluşu yazı kurulunda da görev alan Hassan yoldaş bu süreçte Elazığ ve Adana’da iki kez ya-

kalanarak yoğun işkencelerden geçti. İşkencehanelerde ‘’ser verip sır vermeme’’ tavrını kuşanan Hasan yoldaş, hapishaneden çıktığında hiç tereddüt etmeden yine aktif şekilde mücadeledeki yerini aldı. Hasan yoldaş, neşeli, araştırmacı ve ısrarlı duruşuyla yoldaşları tarafından sevilen ve örnek alınan bir yoldaştı. Mücadelenin ilerleyen tarihsel süreçlerinde daha da

ön plana çıkan Hasan Hakkı Erdoğan yoldaş, 18 Eylül 1984 yılında proletarya partisine yönelik yapılan bir baskında İstanbul’da yakalanır. 30 Eylül tarihine kadar yoğun işkencelerden geçirilen Hassan yoldaş, direniş tavrını kuşanarak üzerindeki sahte kimliği dahi kabul etmeyerek düşmanı adeta çılgına çevirir. Hassan yoldaşın sarsılamaz direnişi karşısında çaresiz duruma düşen düşman onu


16-30 Eylül 2017

Halkın Günlüğü

hunharca katleder. İşkencehanelerde düşmanı yenilgiye uğratan Hassan Hakkı Erdoğan yoldaşın düşmanın kendi ininde sarf ettiği ‘’ Siz karşınızda kim var sanıyorsunuz. Bizim mücadelemiz haklı bir mücadele. Siz halk düşmanısınız. Sizin göreviniz halk için savaşan bizleri çözmeye çalışmak; bizim görevimiz halkın onurlu mücadelesini buralarda yaşatmaktır.Çabalarınız boşuna….’’ Sözleri onun düşman karşısındaki berrak sınıf kinin bir tavrını yansıtmaktadır. Düşmanı kendi ininde yargılayan ve yenilgiye uğratan Hassan Hakkı Erdoğan yoldaşın devrimci direniş cüreti bugünde yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. 30 Eylül tarihinde ölümsüzleşen Hassan Hakkı Erdoğan yoldaşın yanı sıra, yine Eylül ayı içerisinde proletarya Partisi saflarında devrim ve komünizm düşünü haykırarak sonsuzluğa uğurladığımız; Ergin Altun, Behzat Firik, Pir Hasan Kulaç, Veysel Yıldız, M. Ali Gürboğa, Ali Karadağ, Aziz Süer, Murat Diri, Hıdır Yeter, Cafer Arslan, Hüseyin Yıldırım, Kemal Fındık, Ali Ekber Gözoğlu, Özlem Ayhan, Gülşah Candan, Pir Ahmet Küçük, Deniz Ayata, Kazım Tunç, Bülent Karataş ve Tugay Akdemir yoldaşların devrimci/komünist hatıraları önünde saygıyla eğiliyoruz.

Tugay Akdemir

Hüseyin Yıldırım

TUTSAK PARTİZAN

23 ≫ Cafer Çakmak

Rojava: Devrim mi? “Proje” mi? “Veya” mı? - I Nubar Ozanyan anısına… ojava, kendi politik-pratik düzlemi içinde, büyük bedeller ve aynı büyüklükteki politik-taktik ustalıkla birlikte Ortadoğu’nun kalbinde 21. yüzyılın “komünist yönelimli” bir deneyimi olarak kendini başarıyla ilan etmişti. Bu kendini ilan edişin toplumsalpolitik ve pratik bağlamı kuşkusuz onu özgün yapan evvelki devrimlerden ayıran gelişme çizgisi ve temel dinamik konjonktür teorinin edinilmiş sınırlarını parçalayacak kadar çelişik vs. oluşu; onu büyük tartışmalara da konu yapıyor. Belirtelim ki, tüm bu özgünlükler Rojava devriminin ezilenlerin politik dünya devriminin bir parçası ve ilham kaynağı olmasını gölgelemez; tam aksine onu ispatlar. Bütün devrimlerin temel politik-toplumsal gerçeğinin kesin olarak o özgünlüklerinde saklı olduğunu söylemeye gerek yoktur. Ezilenlerin geçmiş devrim deneyimlerinin gelişme çizgisinin tarihsel materyalist bakışla bunun anlaşılması ve açıklanması zor olmasa gerek. Lakin tam da bu noktada trajik zorlanmalara şahit olmaktayız. Büyük tartışmaların konusu olmayı hak eden Rojava olgusunun trajik bir biçimde küçük tartışmalarla ve anlaşılmaz saptırmalarla hafifseniyor oluşu, üzerinde özel kelam etmeyi gerektirecek boyuttadır. Hadise şudur ki; tartışanların gösterdiği ile tartışılanın net gerçeği arasındaki açı farkının yer yer akıllara durgunluk verecek boyutta. Bunun “en komünist” retorikle yapılıyor oluşu meseleyi daha vahim bir düzleme taşıyor. Bu ölçüde de söz konusu tartışma tarzlarının ve okuma biçimlerinin üzerine durulması bir zorunluluk halini aldı. En az iki bölümden oluşacak Rojava konulu makaleyi Rojava’da şehit düşen Nubar Ozanyan (Orhan Bakırcıyan) yoldaşa adıyoruz. 21. yüzyılın ilk çeyreğinde kritik bir coğrafyada baş gösteren komünal yönelimli bu deneyim gerek bölge gerekse de dünya ölçeğinde politik ezilenler hareketi nezdinde büyük etki sağladığı tartışmasızdır. Böylesi tarihsel-politik bir sürecin her bakımdan döne döne incelenmesi, yorumlanması ve politik-pratiğin en temelden ilişkilenip yaygınlaştırılması politik devrimciliğin mantıksal sonucu olması gerekir. Tam da böyle bir nedenle Rojova’a ontolojik bir bakış, devrimciliğin çok kritik bir momentine işaret eder. Hatta daha açık olarak Rojava, komünist hareketin ve 21. yy. komünizm teorisinin kendini yeniden kurmada uğrak bir nokta olduğunu ileri sürebiliriz. İlk bakışta mübalağa gibi algılanacak bu iddianın gerçeklik payının ölçülebilmesi için tarihe bakmalıyız. Marksist politik teorinin geçmişi toplumsal-siyasal kriz veya kaos dönemlerinde diyalektik çevrime kendini bırakarak genişleme, dayanaklarını güçlendirme, eski sınırlarından koparak krizi ters çevirerek kendini yeniden kurmak şeklinde seyretmiştir. Soyut-spekülatif teoriden somut bağlamın politiğine geçişte teori kendini, güncel bağlamları üzerine kurar: Paris komününün Marx’ın politik teorisine yaptığı etkide bunu görüyoruz. 1905 Rus devriminin ve bunun Asya’dan Ortadoğu’ya tetiklediği burjuva demokratik devrimler kuşağının Lenin teorisinde yol açtığı genişleme, Lenin’i Lenin yapan teorininfelsefenin temellerini yeniden düşünme ve 2. Enternasyonalle çöken Marksist teoriyi yeniden kurma sürecidir. Emperyalizmin çözülmesi, eşitsiz gelişme tezi, ulusal kurtuluş hareketleri üzerine tezler, emperyalist savaşı iç savaşa çevirme stratejisi, devlet-devrim, Nisan tezleri vb. Keza Mao bakımından da teorinin yeniden kurulma momentleri aynı çevrimleri izlemedi mi? 1935 Zunyi süreci 4. yenilgi savaşı ve büyük çarpışmalar

R

denklemi üzerine geldi. Yani bütünsel bir sıkışma, krizkaos, nesnel dengelerin ve verili teorinin çöküşü (kısmen ya da tamamen) ve temel dayanaklarda geri çekilme ile teori ve politiği yeniden kurma süreci! Teorinin evrimi bakımından diyalektik özellik idrak edilirse; bugün Ortadoğu’nun kalbinde cereyan eden büyük küresel kapışmanın, aynı küresel kapsam içinde büyük altüst oluşları koşulladığı, tikelle evrenseli iç içe geçirdiği bir özgün küresel savaşın orta yerinde tamamen kendi özgünlüğünde olabildiğince çapraşık politik-askeri güçler bağlamı içerisinde gelişen, devam eden yapısal altüst oluşun; özellikle de 20. yy’in teorik-felsefi krizin ağırlığı altındaki komünist harekete/politik ezilenler hareketine kendi krizini aşma noktasında tersinden nasıl imkan sunduğu görülmesi elzemdir. Durum bu iken; konjonktürle ve daha somut olarak Rojava bağlamıyla ilişkilenme düzeyi/niteliği daha da önemli ve dikkat çekici olmaktadır. Coğrafyamızdaki politik ezilenler hareketinin aldığı pozisyon önemli bir tartışma konusudur. Devrim sürecinin içerisinde duran, onu politikpratik olarak üstlenenler ille karşısında konum alarak söylem geliştirenler anlamında bir ikilem vardır. Ve teori iki karşı kutup şeklinde kurulma eğilimini ifade etmektedir. Birincisi, meselenin tarihsel-mekânsal ve politikstratejik bağlamlarının toplumsal harekette yol açtığı durumun devrimci müdahalelere sunduğu olanakları anlamamızı; ikincisi, özelden evrensele yayılan devrimi tetikleyici etkiyi ve buradan ileri gelen devrimci gelişmeye gözünü kapatarak politikanın dışına düşmeyi ifade eder. Politik iddiasızlık düğümü! Bu hal yüzeysel, şekilsiz bir destekçilik (bu aynı zamanda kendini ezen ulus devrimciliğinin mekanına sabitleme, açmazlarına bağlama halidir) görevi icat ederek teorik-politik krizini saklama şekline dönüşüyor. İkincisi, tüm bu halin teorize edilme parametrelerine damgasını vuran derin bir öznel idealizmin biriktirdiği sorunların yakıcılığıdır. Dolayısıyla problem bir aşamadan sonra teorik krizden ontolojik kriz durumlarına evirilmeye doğru yön çiziyor. Kuzey Afrika’dan başlayarak Ortadoğu’ya yayılan halk hareketleri, isyanlar halinde tüm toplumsal siyasal dengeleri sarsmasıyla, 2011’den başlayarak gelen iç savaşlar düzleminin ortaya çıkardığı statükonun çöküş süreci derinlikli incelenmesi gerekir. “Emperyalist dizayn süreci” gibi indirgemeci “açıklama” biçimlerinin sürecin karmaşık çelişkilerini ayrıştırarak izaha elverişli olmadığı gibi politik-stratejik bakımdan da yanlış mevziiye yatmaya yol açacağı için sakıncalıdır. Her şeyden önce gelişen halk hareketlerini/isyanları “emperyalist oyuna” (Doğu Perinçek sınırlarıdır bu) indirgeme gafletini barındıran böylesi basitleştirmeler, doğru bir yönelime işaret etmez. Bu açıklama tarzının aksine ortalama bir gözün gördüğü şuydu: gelişen halk hareketinin sınıfsal temelinin de belirgin olduğu genel olarak hak-hukuk-özgürlük talepleriyle birleşik yükselen kendiliğinden öfke patlamalarıydı. Kısa sürede yerel inisiyatiflerle güçlü organizasyonlara kavuşan isyanlar köhnemiş tahtları salladı. Öylesi önüne geçilmez büyüklükteki bu hareketler, genel olarak aynı büyüklükteki bir politik programa ve devrimci bir ön açıcı önderliğe kavuşmadığından gerek dış muhalefetlerle ve gerekse de ihvan gibi (Mısır) politikİslamcılara angajmanlar edildi. Hareket politik ters çevirmelere uğradı, en diri devrimci kesimler püskürtülerek politik İslamcılığa yedeklenerek bölgenin tamamında yeni bir emperyalist dizaynın düzlemine çekildi ve boğuldu. Yine bu ters çevirme süreci de tek düze, basit indirgemeler yoluyla açıklanamaz.


Halkın Günlüğü

ISSN: 2587-1552 HESAP NUMARALARI Melih Demirkanlı adına TEB TR960003200000000053138964 KAR­DE­LEN­YAYINLARI Sa­hi­bi­ve­Ya­zı­İş­le­ri­Mü­dü­rü: MELİH DEMİRKANLI Ya­yın­Tü­rü:­15 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli

YÖNETİM­YERİ:­ Katip Mustafa Çelebi Mah. Tel Sokak NO:18/3Beyoğlu /İSTANBUL TEL: 0212 243 88 15

Bas­kı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

ROJANEYA­GEL FAŞÎZM, DIJMINÊ HEMÛ GELÊN CÎHANÊ NE Hevalên hêja, Ez destpêka axaftina xwe de sipasiyên xwe li Partiya Komunîst a Fransayê, rêvebirên wan ê herêmê dikim ku bi vê derfetê dane min ve ez pêkanînên faşîzma li Tirkiyeyê radigihînim gelê Frasayê. Hevalno, Pêkanînên faşizmê li kîjan welatê bibe jî, ew yek ne tenê li dijî karker, ronakbir û gelê wî welatê ye, li dijî hemû gelên cîhanê ye. Faşîstan her tim komunîst, sosyalist û demokrasîxwazan ji bo xwe weke dijmin dîtine. Ji ber vê yekê têkoşîna ku em li dijî faşîzma li Tirkiyeyê didin têkoşîneke xwemal û navxweyî nîn e, ev yek berxwedanekê enternasyonalîst e, hemû kedkar û gelên cîhanê bi vê yekê re eleqedar in. Hûn jî dizanin ku Konseya Ewropayê di meha Gulana borî de Tirkiyeyê faşist ji nû ve kir endamê xwe. Ev yek di warê demokrasiye de xetayekî gelek mezin e. Li gorî me qebûlkirina endamtiya dewleta faşîst a Tirkiyeyê, wê di warê pêkanînên dij mirovahî de wêrektir bike û zilma heyî wê zêdetir be. Bi vê yekê ve Konseya Ewropayê dibe hevparê îşkece, û zextên ku dewleta Tirk pêk tîne, her wiha li hemberî darvekerinên ku Tirkiye pêktîne çav tê girtin. Ev yek tê wateya binpêkirina mafê gelê Kurd. Tirkiye demildest darvekirinên nû dixe rojeva xwe û bi vê yekê ve çav li hemberî vê jî tê girtin. Gelo helwest û hişmendiya demokrasiye ev e? Lêbelê ew heman kesan dem ali Sovyetan an Polonyayê bûyereke piçûk pêk tê, qiyametê radikirin. Eger mebest parastina mafê mirovan be gelo ev nêzîkatiya dualî bo çiye? Dixwazim geşedanên li Tirkiyeyê bi kurtasî bînizm ziman: Di 6ê Mijdara 1983an de ni hilbijaretineke nemeşrû ve parlementoyeke nemeşrû hat damezirandin. Di wê parlementoyê de nûnerên

kedkar, gundî û gelên din nîn in. Ji ber ku li Tirkiyeyê bo kedkar û gundiyan qedexeye ku nikarin ji xwe re partiyeke siyasî avabikin. Qedexeye ku danezaneke demokratik were weşandin û pilansaziyeke bo demokrasiye were eşkerekirin. Ew parlemento yê bûrjûvaziyên Tirk û axayên feodal in ku ew taşeronên emperyalîzmê ne. Parlemento bi xwe li ser esasen makeqanûneke faşist ku generalên faşist amade kirine ve hatiye damezirandin. Serokwezîr Ozal bi sonxwariya taşerontiya Amerikayê hatiye ser kar. Hukimeta ku qaşo hatiye avakirin, bi bihakirinan dest bi kar kir. Di nav 6 mehan de bi ser hemû pêdivî û xurekên sereke 6 caran zem hat kirin. Rêjeya zêdebûna bihayê 0/025 e… Pereyê Tirk di qada aboriya navneteweyî de erzan bûye. Lê li hemberî vê mehaneya karkeran hatiye zêdekirin. Ew zêdkirina mehaneya kedkaran di her sê mehê destpêkê de ji destê wan hat derxistin. Wê bihabûn zêdetir bibe lê bihayê meha-

neyên distînin wekê xwe be. Ti sendîqe an rêxistineke siyasî nîn e ku kedkar li ser wê platformê li mafên xwe xwedî derkevin. Çekên faşîstan her tim li ser wan û makeqanûna ku faşîstan amade kirine li ser wan weke ewreke reş e. Welatiyên mafparêz tên zindakirin û di zindanan de îşkence li ser wan tê kirin… Vaye rewşa rêhevalên we yên li Tirkiyeyê bi vî rengî ye. Zext, zordarî û îşkenceyên di zindanan de bi tundî dewam dike. Li aliyeke din li zindanên mezin ku girtiyên siyasî lê dimînin de, girevên birçîbûnê û berxwedan dewam dike. Di vê dema dawî de dadgehên Tirk derbarê nêzî 100 kesan de biryara darvekirinê da. Nêzî 30 kes li hemberî darvekirinê re rûbirû ye. Di warê aborî-siyasî-civakî de zextên tê kirin gihiştiye asta herî jor. Niha behsa hilbijartineke nû û damezirandina hukimeteke nû dikin. 1256 rewşenbîr û hunermend bi danezanek ve pêkanînên dijmirovahî û

rewşa li zindanan şermezar kirin. Niha polîs û dozgerên sîstema faşist derbarê wan kesan de lêpirsîn daye destpêkirin. Serfaşîstê General Kenan Evren wiha dibêje: “Ew kesên ku ji xwe re dibêjin rewşenbîr dixwazin ku wekê beriya 12ê Îlonê dîsa komele, sendîqe û odeyên pîşeyan polîtîze bikin. Me rewşenbîrên wiha beriya niha jî dîtibû. Ew kesana niha revîne derveyî welêt. Ew kesana xayîn in.” Yanî li gorî Evren hemû kesên daxwaza demokrasiye dikin xayîn in. Evren bi girîngî dibeje: “Li Tirkiyeyê ti kes ji ber fikren xwe nehatiye sûcdarkirin.” Li gorî wê fikreke heta neye gotin nabe tewanbariya sûcê. Lêbelê kesek dema fikre xwe bi nivîskî an gotinî bîne ziman dibe sûcdar. Ji ber vê yekê ew kesên di zindanan de sûcdarê ji ber fikre xwe nîn in, weke belavkarê fikren hilweşandinê tene pênasekirin. Ew kesên ku ji bo wan daxwaza efûyê dikin jî dijminê Tirkiyeyê ne. Evren dibêje, li gorî makeqanûna niha nemimkûn e ku keseke siyasî were efûkirin. Qesta derdorê Ewropayî dike û dibêje: “Eger behsa efûyê dikin, bila destpê de alîkarê Hîtlerê faşist Hessê efû bikin”. Di ser de jî şerm nake û dibeje wê darvekirin dewam bike. Dewleta faşist di serkêşiya Evren de bi biryar e ku binpêkirina mafê mirovahiyê bidomîne û pêkanînên dijdemokrasiyê zêdetir bike. Em jî li ser soza xwe ne ku wê faşîzmê hilweşînin, mafê û azadiya xwe bi dest bixin, û li Tirkiyeyê sîstemeke demokratîk avabikin. Di encama vê berxwedanê de em ê teqez serkevin. Çawa dîktatorên weke Hitler, Franko, Somoza, Şahê Îranê û gelek sîstemên faşist têk çûn, wê ev sîstema hovîtiyê jî têk biçe. Bijî demokrasi… Bimire faşizm!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.