Niteliği geliştirme yolunda ilerlemek ihtiyaçtır!
sayfa 12-13
Komünizm savaşçıları ölümsüzdür Devrim ve komünizm yürüyüşü ağır bedeller ödenerek yoluna devam ediyor. Son olarak 1 Ağustos 2017 tarihinde, Dersim/Ovacık’ta MKP/HKO gerillaları ile "TC" ordusu arasında yaşanan ve saatlerce süren muharebede MKP MK SB ve genel sekretarya üyesi Yılmaz Kes (Şahin), Dersim Karargâh Komutanlığı üyeleri Mahir Özgül (Doktor) ve Sevda Serinyel (Mercan) isimli Sosyalist Halk Savaşçıları ölümsüzleştiler. Sayfa 06-07
Sınıfsız Toplum İçin
16-31 AĞUSTOS 2017
Yıl:1 Sayı:3 Fiyatı:2 TL www.halkingunlugu.org
Dersim bir kez daha yangınlar içinde! GÜNCEL
04-05
Kuzey Kürdistan’da ve özellikle de Dersim’de gerilla ve halka karşı her türlü kirli savaş yöntemlerini devreye koyarak barbarca saldıran faşist “TC” devletinin geleneksel kirli politikalarından biri de doğanın talan edilmesi ve ormanların yakılmasıdır. Bu gerici saldırı konsepti çerçevesinde Dersim’de yine doğa talan edilerek ormanlar cayır cayır yakıldı
Tüm mülkiyet ilişkilerine Sevda’nın cüretiyle saldıralım!
e-posta: halkingunlugu@hotmail.com
İçeride ve dışarıda Tek Tip Elbise’yi parçalamak için;
Devrimci direnişi yükseltelim Sınıflar mücadelesi tarihi gibi, hapishaneler tarihi kan emici vampirlerin kanlı tarihlerinden öte, ezilenlerin, devrimcilerin, komünistlerin, yurtseverlerin direnişini yazmaktadır. Onların direniş geleneğiyle geleceğe yürümektedir. Düşürülmüş, hiçleştirilmiş, kişiliksizleştirilmiş, onuru ayaklar altına alınmış bir insan profili, gerici egemen güçlerin arzuladığı insan profilidir. Faşist diktatörlüğün bu arzularını hayatın her alanında, içerde ve dışarıda, kursağında bırakmak, onların ulaşmak istedikleri hedefi, en geri koşullarda dahi örgütleyeceğimiz direnişlerle parçalamak için ye-
08
''Vicdan ve Adalet Nöbeti'' eylemi üzerine
terli tarihsel birikime, tecrübeye, iradeye ve kararlılığa sahibiz. Bu anlamıyla, somut olarak, “içerde ve dışarıda, tek tip elbiseyi parçalamak”, somut sürecin hapishaneler özgülünde önümüze koyduğu temel görevdir. Faşist diktatörlük, uzun hapishaneler pratiğinde teslim alamadığı devrimci ve komünist iradeyi yeniden sınamak istiyor. Açlıkla, işkenceyle, kurşunla, cinayetle teslim alamadığı özgürlüğe sevdalı bilinci, şimdi tek tip elbise ile daha üst düzeyde bir çatışmaya, bir muharebeye davet ediyor. Kabulümüzdür!
17
Sosyalist Öğrenci Hareketi'nin yönelimi
20
02 güncel haber
16-31 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü
Gülmen ve Özakça’nın direnişine sahip çıkalım!
Açlık grevinin 76. gününde tutuklanan Gülmen ve Özakça tutuldukları hapishanelerde direnişlerini kararlı bir şekilde sürdürmeye devam ediyorlar. Yüz ellili günleri aşan açlık grevinin sonlandırılması devlet için ne kadar önemliyse, kazanımlarla bitirilmesi ezilen işçi ve emekçiler için o kadar önemlidir. Direnişin kazanımlarla sonlandırılması tüm devrimci ve demokrat kesimin daha karalı bir duruş sergilemesi ile alakalıdır. Faşizmin sesini bu kadar gür çıkardığı bir dönemde biz sesimizi çıkara-
mazsak o ses hepimizi boğacaktır. Düşüncelerimizi, ideolojimizi kararlıca savunamazsak ve bu düşünceler uğruna harekete geçemezsek, bu gidiş devrimci saflarda yozlaşmaya sebep olur “Allah’ın bir lütfu” olarak görülen 15 Temmuz darbe girişiminin sonuçlarından, AKP/Erdoğan faşizmi çok yönlü olarak faydalanıyorlar. Biryandan kendilerine siyasi rakip olarak gördükleri Fethullah Gülen cemaatini tasfiye ederken diğer yandan toplumun tüm muhalif kesimlerine yöneliyorlar. Fakat asıl hedeflerinde devrimci-demokrat ve Kürt halkının özgürlük mücadelesi verenler olduğu atılan her adımdan anlaşılır oldu. HDP belediye başkanlarının görev-
den alınması, gazetecilerin tutuklanması, akademisyen ve bilim insanlarının işlerinden edilmesi, milletvekillerinin tutuklanması, kamuda çalışan devrimci ve demokrat kişilerin işlerine son verilmesi ve muhalif radyo, televizyon, gazetelerin kapatılması AKP/Erdoğan faşizminin niyetlerini açık ediyor. Bilindiği gibi AKP, darbe tiyatrosundan hareketle ülke genelinde OHAL ilan etti. Meclis devre dışı bırakılarak Erdoğan ve ekibinin hazırladığı Kanun Hükmünde Kararnameler ile devlet idare edilmeye başlandı. Gerici ve baskıcı yasalar yetersiz bulunmuş ve bu yasalar askıya alınarak daha baskıcı ve keyfiyetçi baskılar KHK’lar aracığıyla devreye konuldu. Tüm bu saldırıların azgınca devem ettiği bu dönemde maalesef toplumsal muhalefet en zayıf ve en örgütsüz dönemini yaşıyordu. Hal böyle olunca AKP/Erdoğan faşizmi saldırılarını dizginsizce sürdürüyor. Tüm bu dezavantajlara rağmen çeşitli devrimci ve demokrat dinamikler bu azgın saldırılara
göğüs geriyorlar. Selçuk Üniversitesi’nde araştırma görevlisi iken açığa alınan Nuriye Gülmen, 9 Kasım 2016’da Ankara Yüksel Caddesi’nde bulunan İnsan Hakları Anıtı önünde yaptığı basın açıklaması ile kendisi ve binlerce devrimci-demokrat kamu emekçisi adına oturma eylemine başladığını ilan etti. İşlerine geri dönme isteklerini bildirdi. Bu açıklamadan sonra zorlu ve yorucu mücadele başlamış oldu. Daha sonra Gülmen’in direnişine Semih Özakça omuz verdi. 17 Kasım tarihinde, Nuriye Gülmen’in eylemlerini sürdürdüğü sırada, açığa alınan öğretmenler Semih Özakça ve Esra Özakça “Biz kazanacağız!” sloganı ile oturma eylemine başlayacaklarını ilan etti ve destek çağrısında bulundu. Bir süre sonra Hayata Dönüş Operasyonu’nda kolunu kaybeden ve yıllar sonra da KHK ile ihraç edilen Veli Saçılık da kendilerine katıldı. İnsan Hakları Anıtı önünde bir araya gelen direnişçiler ve bu eyleme destek veren eylemciler sık sık polis saldırısı ile
03
SINIF TAVRI
≫ Bedrettin Ufuktan
DEVRİMCİ ÇALIŞMA VE İŞKENCEDE DİRENİŞ -3
S
gözaltına alındı ve darp edildi. Direniş bu şekilde 60 gün sürdü. Direnişlerinin 60. gününde ihraç edildiğini öğrenen Nuriye Gülmen, bu sırada verdiği röportajda “Halihazırda bir mevzimiz var ve bu atılma haberini direnişle karşılamaktan onur duyuyorum.” diyerek direnişlerini devam edeceklerini belirtti. İhraç kararının ardından Yüksel Caddesi’ndeki eylemlerine devam eden Nuriye Gülmen, Semih Özakça, Veli Saçılık, Acun Karadağ, Esra Özakça polis saldırılarında darp edilmelerine rağmen her sabah İnsan Hakları Anıtı Önüne gelerek oturma eylemlerine devam etmeye başladı. Oturma eylemi şeklinde süren direniş 9 Mart’tan itibaren açlık grevine dönüştü. Direnişin bu safhaya evrilmesiyle kamuoyunda destek artmaya başladı. Dolayısıyla devlet baskısı da arttı. Bu saldırılara göğüs geren ve bedenini açlığa yatıran akademisyen Nuriye Gülmen ve eğitimci Semih Özakça’nın devrimci çıkışı dönem itibariyle çok önem kazanıyor. Aynı zaman dönem itibariyle böyle zorlu bir eyleme başvurmanın büyük zorlukları olduğu da bir gerçek. Fakat bu iki devrimcinin direnişlerinin açlık grevine evrilmesinde faşist baskıların etkisi büyük oldu. Zira önce Nuriye Gülmen ile başlayan ve eğitimci Semih Özakça ve Veli Saçılık’ın katılımıyla devam eden direnişin toplum tarafından sahiplenmesi Erdoğan/AKP iktidarını oldukça rahatsız etti. Bu aşamadan sonra polisin direnişçilere yönelik tavrı serleşti. Eylemcilerin direnişini sonlandırmak için polis hem alanı destekçilerden tecrit etti, hem de direnişçileri her gün gözaltına aldı. Gülmen ve Özakça’nın kararlı direnişi karşısında acze düşen devlet bu iki değerli devrimciyi tutuklamak zorunda kaldı. Korkularını “2. Gezi hortlayacak.” şekilde dışa vuruyorlardı. Bu korkuyla OHAL kararnamesi ile işten atılan beş bin akademisyen, elli bin öğretmen ve yüz elli bin çalışandan sadece ikisi olan Gülmen ve Özakça’nın direnişini bitirmek devlet için çok önemliydi. Açlık grevinin 76. gününde tutuklanan Gülmen ve Özakça tutuldukları hapishanelerde direnişlerini kararlı bir şekilde sürdürmeye devam ediyorlar. Yüz ellili günleri aşan açlık grevinin sonlandırılması devlet için ne kadar önemliyse, kazanımlarla bitirilmesi ezilen işçi ve emekçiler için o kadar önemlidir. Direnişin kazanımlarla sonlandırılması tüm devrimci ve demokrat kesimin daha karalı bir duruş sergilemesi ile alakalıdır. Faşizmin sesini bu kadar gür çıkardığı bir dönemde biz sesimizi çıkaramazsak o ses hepimizi boğacaktır. Düşüncelerimizi, ideolojimizi kararlıca savunamazsak ve bu düşünceler uğruna harekete geçemezsek, bu gidiş devrimci saflarda yozlaşmaya sebep olur. Düşünceleri için harekete geçmeyenler, düşüncelerini tartışmayanlar ve tartıştırmayanlar zamanla düşüncelerini yitirirler.
özün “uçmadığı”, görüntünün “kaybolmadığı”, insanın vücut ısısının “yakalandığı”, bakışın ve sesin parmak izi gibi “yapışıp kaldığı” bir zamanda -devrimin güvenliğini almanın ön koşulu olarak- devrimci çalışma ve örgütlülüğün güvenliğini tasarlamak; işte buna kafa yorulmalıdır! 21. yüzyıla yaklaşırken, devlet açısından aracı, amacı, stratejisi, örgütlenmesi, kadro yapısı ve hatta militan sayısı ve düşünme tarzına varana kadar “bilinmez” sıfatını hak edebilecek tek bir devrimci örgüt kalmadı. Dolayısıyla temel olarak bilmek, açığa çıkarmak ve denetimde tutmak amaçlı başvurduğu işkence, yararlılığını; bir paradoks olarak yine kendisinin yarattığı olumsuzluktan doğup büyüyen yeni bir yöntemi ve/veya sistemi yaratırken, işkencenin amaçladığı hedefe varmakta daha yetenekli oldu. Bu yöntemin ne olduğunu artık sadece bilmiyoruz. Daha olumsuzu da şu ki, bu yeni yöntem karşısında da maalesef devrimci hareket Marksizm biliminin en temel iki yönteminden biri olan “somut şartların somut tahlili”ni yapmayı başaramadığını politik ve pratik çizgilerindeki anlam kaymasından ve yüz yüze kaldıkları operasyonların ağır sonuçlarından da görebiliyoruz. İşkencenin amacı nasıl ki esasta kişiyi konuşturmak yoluyla, onu suçlayacak, mahkûm edecek ve/veya imha edecek delillere ulaşmak hedefinde anlam buluyorduysa, şimdiki de onun tam tersi bir çalışma prensibiyle donatıldı. Bu yöntem, işkenceyle almaya çalıştığı sonucu fazlasıyla alabilen; “kanıttan suça” doğru çalışan bu yöntem, binlerce yıldır özel mülkiyet sistemlerinin sürmesine hizmet görmüş fiziki işkenceyi, görünürde “ihtiyaç hâsıl olduğunda” göreve çağrılmak üzere rölantiye almıştır. Rahatlıkla anlaşılacağı gibi bu yeni yöntemin uğraş alanı insan fiziği değil, insanı ve faaliyetlerini teknikle denetlemektir. “Teknik takip” olarak da tanımlanan bu çalışma, dinleme, gözleme, izleme, tanıma, analiz, teşhis, kontrol ve nihayet harekete geçmedir. Sistemle sorunu olan, devrimci olanından en basit demokratik derneğine kadar, her birey ve örgütün, teknolojik gözlerle gözlemlendiği, teknolojik kulaklarla dinlendiği, teknolojik “duygularla” his edildiği ve teknolojik provokatörlerce şaşırtıldığı; parazitlendirilme -dezenformasyonyoluyla kafalarının, algılarının ve güven ilişkilerinin darbelendiği, “veri tabanlı” denen teknikle anında durum nesne ve kişi tanımının bir sinyalle ihbara dönüştüğü bir komplike tarzdır devrimcilerin karşı karşıya olduğu. Artık sistem hapse yollamak istediği bireyleri falaka, askı ve türlü işkenceler yollarıyla; faaliyeti, eylemi, ilişkiyi belgiyi ve sırrı bireyin “diline döktürme” ye ihtiyaç duymamaktadır. Bireyi, içinde olduğu faaliyetten alıkoymak ve hapishaneye yollayacak delilleri bu teknikle tamamladıktan, gerektiğinde “imal ettikten” sonra polisle yüz yüze getirilmektedirler. Bu an ise bireyin farkında bile olmadan çözülme sürecini tamamladığı ve kişinin öldürülmesi veya tutsak edilmesine yetecek “delilleri” kendi eliyle sunmayı tamamladığı andır. Bireyin yaptığı telefon konuşmaları, sanal alem (internet yazışmaları), fotoğraflamalar,
mobese görüntüleri, ortam dinelmeleri, parmak izleri, elektronik seyahat kartları ve yirmi dört saat cebinde taşıdığı ve dışardan müdahaleyle alıcı ve verici işlevi gören akıllı telefon, bilgisayar, saat gibi araçlar kişiyi, tıpkı bir ahtapot gibi saran teknolojinin kollarına hapseder. Kullanılan teknolojinin vardığı nokta, parmak izini alır gibi ses frekansını algılarken, kamera sistemiyle donatılmış kentlerde de birey, iki ayaklı bir istihbaratçı olmaksızın da takip ortamındadır. Önemsenen, aranan ya da kontrolde tutulan kişiler bu sistemin içine yerleştirilen “veri tanıma” sistemi sayesinde merkezi kontrol sistemine sinyal gönderilmekte, böylece kişinin güncel takibi ve kontrolü sağlanabilmektedir. Bu karmaşık mekanizma yoluyla toplanmış bilgilerle kişi “konuşmama hakkına” da sahip olarak kendini tutsak bulur. Yani örgütlü birey artık askıda, falakada, meydan dayağında bağırta çağırta değil, o fark etmeden dışarıda ki “koşuşturma” içinde konuşturulur ve örgüt de dışarıdayken çözülmüş olur; dahası da vardır. Bu kontrol sistemi sayesinde hedeflenen bireylerin evi, bürosu, kullandığı aracı artık sadece kendi evi, aracı ve bürosu olmaktan çıkmıştır. Mahrem olan her şey sistemin koruyucusu kurumların (askerin, polisin, istihbarat teşkilatının) pervasız tecavüzü ile yüz yüze kalmıştır. Sistem, muhalif olarak gördüğü her kişinin kullandığı telefon bilgisayar vb. gereksinimleri vasıtasıyla kişilerin evine, bürosuna girmekte onları dinlemekte, fotoğraflamakta ve arşivlemektedir. Hatta bu çoğu kez dışarıdan ikametgâha, büroya ve oturduğu, toplandığı alana çevrilmiş ses ve görüntü alma yeteneğiyle donanmış aletlerle yapılmakta, bunun için de dört tekerlekli hareket eden bir aracın olması yeterli olmaktadır. Bireylerin gereksinim olarak yararlandığı ve en genelde enerji kaynağı taşıyan her tür ev ve mekân içi alet bireyin farkında olmadan evine bürosuna davet ettiği birer takipçiye, istihbaratçıya ve tecavüzcüye dönüşebilmektedir. Sistemin devrimci örgütlere karşı kırsal alanda yürüttüğü izleme, dinleme, sınırlama, kontrol ve engelleme faaliyetleri ise temel olarak aynı teknikle yapılırken değişen şey bu tekniği örgütlerin içine, yanına ortamına taşıyan araçların farklılığıdır. Elektronik kol saatleri, telsizlere sızdırılan özel aparatlar ve -PKK’nin 2012 yılında deşifre ettiği- gerillanın genellikle kullandığı mekap denen ayakkabının içine, fabrika üretimi aşamasında yerleştirilmiş çipler, gerillanın muhtemel geçiş yollarına ve kamp alanlarına araziye uyumlu (ağaçlar, taş ve kayalar) nesnelere kopyalanmış kamera ve ses alıcılar ortaya çıkmış örneklerden bazılarıdır. Daha özel anlamda ve özel örgütlemelerde gözlük, küpe, elbise düğmesi, bilezik, anahtarlık, kolye, kemer tokası ve hatta insan derisinin altına yerleştirilen alıcı, verici veya yer tespiti işlevi gören çiplerin olduğu bilgisi olsa da bunların ne oranda kullanıldığı en azından bilebildiğimiz sınırlar içinde- çok fazla bilinmese de bu yöntem insan-alet bütünlüğünde kullanılan yöntemler olduğundan, ya örgütlere sızdırılan ajanların denetimi ve güvenliği ya da yer, mekân deşifrasyonu amacıyla kullanılan vericilerdir.
04 güncel haber
16-31 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü
DERSİM bir kez daha yangınlar içinde! halkın önüne barikatlar kurdu. Devletin tüm baskı ve engellemelerine rağmen, tarihine ve doğasına sahip çıkmakta ısrarlı olan Dersim halkı hem yerel ve hem de ülke genelinde oluşturduğu kamuoyu duyarlılığı ile devlete geri adım attırdı. Bunun üzerine orman yangınlarının çıktığı alanlara giden Dersim halkı ve İstanbul başta olmak üzere ülkenin çeşitli yerlerinden Dersim’e giden çevre örgütleri, Demokratik Kitle Örgütleri, HDP’li vekiller ve Dersimli aydın ve sanatçılar Dersim’e giderek halka birlikte orman yangınlarına müdahale ettiler. Dersim’de devlet tarafından yakılan ve talan edilen orman yangınlarına karşı başta çevre örgütleri olmak üzere birçok demokratik kurum açıklamalar yaparak yangınları protesto etti ve demokratik kamuoyunu duyarlı olmaya çağırdı. Başta DEDEF ve Munzur Çevre Derneği olmak üzere, birçok çevre örgütü ve demokratik kurum tarafından yapılan açıklamalarda devletin kirli ve doğa düşmanı politikaları teşhir edildi.
DHF: Dersim’in yakılmasına sessiz kalmayalım!
Kuzey Kürdistan’da ve özellikle de Dersim’de gerilla ve halka karşı her türlü kirli savaş yöntemlerini devreye koyarak barbarca saldıran faşist “TC” devletinin geleneksel kirli politikalarından biri de doğanın talan edilmesi ve ormanların yakılmasıdır. Bu gerici saldırı konsepti çerçevesinde Dersim’de yine doğa talan edilerek ormanlar cayır cayır yakıldı “TC” devleti Kuzey Kürdistan’da bütün kirli savaş politikaları ve yöntemlerini kullanarak gerillaya ve halka karşı uyguladığı bu
kirli politikalar sonucunda doğayı da katletmektedir. Kirli savaş politikasında hiçbir sınır tanımayan ve hatta kendi gerici burjuva hukukunu dahi ayaklar altına alarak bir bütün halka ve doğaya karşı olan düşmanlığını zulüm, zorbalık, katliam ve doğanın talan edilmesi, ormanların yakılması biçiminde sistematik olarak sürdürmektedir. Daha öncesinde de özellikle de 94-95 sürecinde de bir devlet politikası olarak Dersim’de yoğun olarak ormanlar yakılmış ve Dersim coğrafyası bir bütün olarak talan edilerek yaşanamaz hale getirilmişti. Fakat tüm saldırılara rağmen Dersim halkı tarihine ve doğasına sahip çıkarak bu saldırıları boşa çıkarmıştır. Aynı gerici devlet politikası ve saldırısı günümüzde de daha kapsamlı ve sinsi bir şekilde devam etmektedir. Gerillaya yönelik yürütülen topyekûn imha ve saldırı konsepti çerçevesinde ormanlar devlet tarafından yakılarak doğa talan edilmektedir. Son olarak özellikle Dersim Merkez, Kutu-
dere, Pülümür, Nazimiye, Ovacık ve Hozat’ta gerilla güçlerine yönelik gerçekleştirilen hava ve kara saldırıları sonucunda onlarca yerde ormanlar yakılmış ve binlerce hektarlık alanı kapsayan yerler tamamen yanarak kül olmuştur.
Dersim halkı yangına ve talana kendi imkânlarıyla müdahale etti! Orman yangınlarının olduğu alanlara giden Dersim halkı kendi kısıtlı imkânlarıyla yangına müdahale ederek söndürmeye çalıştı. Ormanları yakan devlet ise her zamanki olduğu gibi halkın yangına müdahale etmesini engellemeye çalıştı. Kutudere başta olmak üzere orman yangınlarının olduğu bölgelere giden halk askerlerin engellemeleri ile karşılaştı. Özel Güvenlik Bölgeleri ve valilik yasağı olduğu gerekçesi ile halkın müdahalesini engelleyen “TC” ordusu yollara hendekler kurarak ve zırhlı araçlar konuşlandırarak
Dersim’deki orman yangınlarına ilişkin Demokratik Haklar Federasyonu (DHF)’de bir açıklama yaparak demokratik kamuoyunu duyarlı olmaya çağırdı. DHF tarafından “Dersim’in yakılmasına sessiz kalmayalım” başlığı ile yapılan açıklamada: “Dersim bir bütün olarak bir kez daha egemenlerin barbarca saldırıları altında yok edilmek istenmektedir. Osmanlıdan günümüze kadar stratejik bir devlet geleneği ve politikası olarak Dersim soykırımlara, katliamlara, asimilasyona ve her türlü gerici saldırılara maruz kalarak tamamen haritadan silinmeye çalışılmış ve talan edilmiştir. Aynı stratejik gerici saldırı ve kuşatma bugünde sistematik olarak sürdürülmektedir. Tüm kirli araç ve politikalarıyla Dersim’i işgal eden faşist devlet bir kez daha Dersim’i insanıyla, doğasıyla, kültürüyle ve tarihsel birikimleriyle birlikte talan ederek yok etmeye çalışmaktadır. Her karış toprağı kirli ve işgalci postal izleri altında çoraklaştırılmaya çalışılan Dersim egemenler tarafından 94-95 süreci başta olmak üzere daha önce defalarca uygulanan aynı barbarca politikaları bugün bir kez daha hayata geçirerek ormanlarını yakarak bir bütün doğasını talan etmekte ve insanları
05 zorla göçe zorlamaktadır. Demokratik Haklar Federasyonu olarak Dersim’in bir bütün doğasıyla birlikte bir kez daha işgal edilerek talan edilmesine asla sessiz kalmayacağız. Başta Dersim halkı, devrimci ve demokratik kurumlar, çevre örgütleri, bir bütün tüm kamuoyunu duyarlı olmaya, Dersim’in kadim topraklarının devlet eliyle talanına sessiz kalmamaya davet ediyoruz.” denildi.
Orman yangınları ve doğa’nın talanına karşı halk eylemler gerçekleştirdi! Dersim’de ki orman yangınları İstanbul başta olmak üzere birçok yerde yapılan basın açıklamaları ve kitlesel eylemlerle protesto edildi. İstanbul’da bir araya gelen ve içerisinde; DEDEF (adına) Munzur Koruma Kurulu, KARDEF (adına) Peri Suyu Koruma Platformu, Doğu ve Güneydoğu Dernekleri Platformu, Demokratik Alevi Dernekleri, Demokratik Yöre Dernekleri Koordinasyonu, Munzur Çevre Derneği, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, Dersim Araştırmalar Merkezi, HDK Ekoloji Meclisi, Yeşil Öfke Ekoloji Meclisi, Senoz Vadisi Koruma Platformu ve KAYDER’in olduğu çevre örgütleri ve demokratik kurumlar İHD İstanbul şubesinde bir basın toplantısı gerçekleştirerek devletin Dersim’de ormanları yakmasını ve bir bütün olarak doğa’yı talan etmesini protesto ettiler. Aynı çevre örgütleri ve demokratik kurumlar, 13 Ağustos tarihinde ise İstanbul-Taksim’de kitlesel bir eylem gerçekleştirdiler. Devletin Dersim’de ormanları yakmasını ve doğayı talan etmesini teşhir eden pankart ve dövizlerin açıldığı eylemde oldukça öfkeli olan kitle konuşmalar ve sloganlarla yangınları ve talanı teşhir ederken, mücadele ve dayanışma vurguları yaptı. Eylemde yapılan açıklamada: “Biz Dersimliler ve dostları olarak orman yakmakla hiçbir sorunun, hele ki toplumsal sorunların çözülmeyeceğini çok iyi bilmekteyiz. Çözüm, kendi doğasını tahrip edecek denli büyük bir akıl tutulmasıyla, sosyolojik gerçeklerle savaşma inadını sürdürmek değil, barışı ve evrensel hukuku sağlamaktır. Ancak barış ve hukukla uyuşmaz hayallerini Türkiye’ye dayatanlar tam aksini yapıyor. Bu kapsamda Dersim halkı; ormanları yakılarak, barajlarla kuşatılarak, siyanürlü altın faaliyetleri geliştirilerek ve köyleri boşaltılarak terbiye edilmek isteniyor. Böylece istiyorlar ki, Dersim yaşanılmaz hale gelsin, insansızlaşsın, çaresizlikten Dersim’de yaşamaya devam edenler de kimliğine, haklarına, doğasına sahip çıkmak yerine boyun eğsin! Ancak boşuna! Dersim halkı, hakları yanı sıra doğasını da koruma seferberliğini sürdürecektir. Üstelik sadece kendi doğasını değil, rantçı sermayenin gerçekleştirdiği diğer yağmalara ve tahribatlara karşı da bütün bir Türkiye’nin doğasını savunacaktır.” ifadeleri yapıldı. Oldukça kitlesel olan eylem atılan sloganlar ve söylenen ezgilerle sona erdi. Aynı gün Dersim’de de bir araya gelen yüzlerce kişi devletin orman yangınlarını ve doğayı talan etmesini protesto ederek halkın yangınlara müdahale etmesinin engellenmesi yapılan konuşmalar ve atılan sloganlarla protesto edildi. Yine aynı gün İzmir, Bursa ve daha birçok yerde orman yangınları, yapılan eylemlerle protesto edildi.
UFUK ÇİZGİSİ
≫ Bakış Can
DEVRİME DOĞRU İLERLEMENİN ZORUNLU GÖREVİ DEVRİMCİ TOPARLANMAYI SAĞLAMAKTIR
D
eğişik niteliklerden teşekkül olan alternatif cepheden burjuva liberal ve aydın çevreye, oradan komprador tekelci burjuva kliklere ve en geniş muhalefet cephesine kadar, Erdoğan/AKP iktidarının faşist baskı ve saldırılarına maruz kalmamış bir tek toplumsal dinamik yoktur. İktidarın OHAL ve KHK’lar yönetimiyle uyguladığı açık faşizm büyük bir mağdurlar ordusu yaratmış durumdadır. Din kisvesi altındaki koyu gerici zihniyet ve şeriat yasalarıyla harmanlanan ve hatta karakter kazanan iktidarın bu açık faşizmi, kendinden olmayan, eleştiren ve muhalefet eden, demokratik mücadele yürüten, ekonomik-sosyal yaşama dair hak ve taleplerde bulunan, kimlik ve kültürleri üzerindeki barbar baskı ve yasaklara karşı muhalefet eden, farklılıklarını özgürce ifade edip yaşamak isteyen, ulusal, etnik ve inançsal kimlikleri üzerindeki baskılara karşı mücadele eden farklı cins, kültür, inanç ve sınıflardan tüm kesimlere karşı en ağır baskılar uygulayıp tam bir terör estirmektedir. Aynı zihniyet, tutsaklara karşı tüm faşist baskılarını devreye sokmuş, sokmaktadır. Bütün bu faşist saldırılarla, büyük bir muhalif cephe adeta iktidar eliyle yaratılmış durumdadır. Muhalif cephe sindirilmişlikten kurtularak korku çemberini kıran bir dinamizm zeminindedir. Devrimci, demokratik ve komünist güçler önemli arayış ve adımlar içinde olmakla birlikte, özellikle komünist ve devrimci cephede önemli bir dağınıklıktan söz etmek yanlış olmaz. Buraların toparlanması elzemdir. Elzemdir; çünkü iktidara, iktidar ve hâkim sınıfların uyguladığı faşizme ve mevcut barbar gericiliğe karşı mücadelenin niteliği, geleceği ve gerçek başarısı buradan geçer. Komünist ve devrimci öncüden, önderlikten, dolayısıyla devrimci sınıf hareketi ve perspektifinden yoksun olan hiçbir dinamizm ve kalabalık elde ettiği-edeceği kazanımları siyasi iktidarın ele geçirilmesine taşıma yeteneği göstermez. Büyük kazanımlara yol açabilir, göreli siyasi sonuçlar yaratabilir. İleri doğru gelişmelere yol açabilir ya da mevcut iktidardakileri indirerek iktidarın el değiştirmesine yol açan değişimler gerçekleştirebilir. Ne ki, siyasi iktidar perspektifine sahip sınıf hareketi veya komünist devrimci önderlik olmaksızın, bu önderlik ve perspektiften yoksun büyük kitleler hareketinin sağlaması muhtemel ve mümkün olan bu iktidar değişimi devrimci sınıf iktidarı olarak biçimlenmez. Bilakis burjuva klik ve sınıfların iktidara gelmesiyle sonuçlanır. Bundandır ki, komünist devrimcilerin nesnel olarak uygun olan toplumsal koşulları devrim doğrultusunda ilerletip devrimci sonuçlara taşıması için toparlanarak kitlelere güven vermesi ve önderlik pozisyonunu elde etmesi şarttır. Dağınıklığın giderilerek toparlanmanın sağlanması devrimci sınıf hareketinin yaşamsal bir ihtiyacıyken, bu cephede devrimci ilerlemeye katkı sunmayan zeminde yaşanan ayrılık, bölünme gibi yaklaşımların devrimci ilerleme açısından rasyonel zemine oturmayıp, tersine devrimci cephe ve güçlerin toparlanma ihtiyacı karşısında geriletici ve baltalayıcı rol oynadığı çıplak gerçektir. Devrimci her enerji ve dinamiğin hâkim sınıflara, bunların iktidarına ve bu kapsamdaki mücadeleye seferber edilmesi reddedilemez bir gereksinimdir. Düşmana karşı mücadelede atak ve dinamik rolden geri durup iç sorunlarda yoğunlaşarak
yaşanan ayrılıkların, bölünmelerin, parçalanmaların dinamik unsuru olmak devrimci tutumla bağdaşmaz. Düşmana karşı mücadelede etken değil edilgen duranların komünist ve devrimci yapılar içindeki bölünme ve ayrılıkları tercih ederek bu doğrultuda diri durması kabul edilemez. Yaşanan onlarca ayrılık, bölünme ve parçalanma tecrübesine sahip olan geleneğin bütün yaşananlardan doğru dersler çıkarmamış olması üzücüyken, ayrı kültür ve pratiği devam ettirmeleri izah edilemez bir durumdur. Bölünme ve ayrılıkların hırpalayıp dağıttığı devrimci güçlerdir. Bu bölünmelerin düşmanı zayıflattığı görülmemiştir. Bilakis objektif olarak düşmanı güçlendirdiği bir gerçektir. Kısacası dağınıklıktan, parçalanmaktan ve bölünmekten kurtularak birleşmeye ve toparlanmaya bir an önce geçmek ertelenemez bir görev ve sorumluluktur. Devrimci güçlerin gelişmesi ve devrimin güç kazanması ancak birlik ve toparlanma pratiğine adım atmakla mümkündür. Mükemmel birlikler, ideal birlikler elbette yeğdir ama bu gerçekte karşılıksızdır. Her birlik içinde ayrılıklar taşır. Bu, ayrılma ve bölünmenin zorunluluğuna çıkmaz, onu doğrulamaz. Bilakis bu; farklılıklarla, ayrılıklarla birlikte devrim kaygısı ve kitlelerin birleştirilmesi ortak kaygılarında birleşmeyi emreder. Bunu başaranlar ilerler. Devrime ilerlemek ve güçlenmek mümkün olan her birlik durumunu korumak ve mümkün olan her birliği sağlamaktan geçer. Devrim iddiası ve buna bağlı kitlelerin birleştirilmesi iddiası ancak komünist ve devrimci hareketlerin sağlam birlik anlayışına sahip olarak iç birliklerini bu zeminde sağlamalarından geçer. İçinde birlik sağlayamayanların, tersine bölünüp parçalananların kitlelere verebileceği bir güven ve gelecek yoktur. Devrim salt komünist ve devrimci ideolojik saflığa sahip olan kümenin işi değil, bu kümenin farklılıklar barındıran geniş kitlelerle birleşmesi ve birleştirmesinin ürünü olabilir. Kitleleri ve hatta onun öncülerini tek tornadan çıkarmak, tek kalıba sokmak genellikle mümkün değildir. Bu, belki hiçbir zaman mümkün olamayan ama iyimser görüşle çok uzak geleceğin işidir. Toparlanalım! Hem de salt kendi ideolojik-siyasi bileşenimizle yetinmeden, birleşmemiz mümkün olan en geniş kesimleri kucaklama pratik perspektifiyle toparlanalım. Aydınlarla, entelektüellerle, sanatçılarla birleşelim. Şu ya da bu gerekçeyle dışımızda kalmış ama gönül bağı bile kalmış olan tüm dinamiklerimizle buluşup toparlanalım. Bir tek devrimciyi, birleşebileceğimiz bir tek kadro ve yoldaşı, bir tek insanı ihmal etmeden toparlanalım. Somut görev ve planlamayla, geleneğimizle ilişiği olmuş ama mevcut durumda herhangi bir sebeple bağsız-kopuk kalmış her devrimciye, her değerimize, her parçamıza ısrarla gidelim. İlişkilenelim. Sohbet düzeyinde de olsa yakınlığımızı ve dostluğumuzu sürdürelim. Bu düzeyde toparlanalım. Toparlandıkça daha kapsamlı düşündüğümüzü, daha kapsamlı güç olduğumuzu, daha zengin bir toprak ve daha zengin bir kuvvet olduğumuzu göreceğiz. Devrimci olan bir dinamiği es geçme gibi bir hakkımız ve lüksümüz yoktur, devrimcilik ve komünistlik adına böyle bir tasarrufumuz yoktur. Toparlanmak için gayret edelim. Karşı-devrim çarkı daha büyük parçalarımızı koparıp yutmadan toparlanıp safları sıkılaştıralım, devrime yürüyelim!
06 güncel haber
16-31 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü
Komünizm savaşçıları ölümsüzdür! Devrim ve komünizm yürüyüşü ağır bedeller ödenerek yoluna devam ediyor. 1 Ağustos tarihinde Dersim/Ovacık kırsalında MKP/HKO gerillaları ile "TC" ordusu arasında saatlerce süren çatışmada 3 sosyalist halk savaşçısı ölümsüzleşti Türkiye-Kuzey Kürdistan’da devrim ile karşı devrim arasındaki keskin savaşım durmaksızın devam ediyor. Devrimin zor yasasının bilimsel perspektifi ile kuşanan devrimciler, komünistler; emperyalizm ve bilumum burjuva gericilikler karşısında burjuva siyasal iktidarları devrimci savaşla parçalama bilinciyle ve programıyla açıktan meydan okuyarak konumlanmışlardır. Zora dayalı devrim ve komünizm yürüyüşünün bedelleri de ağır olmaktadır. Devrim, sosyalizm ve komünizm mücadelesinde bugüne kadar yüzlerce, binlerce halk evladı yaşamını yitirerek ölümsüzleşmiştir. 45 yıllık şanlı tarihini ağır bedeller ve yaratılan devrimci emek ve birikimlerle bugünlere taşıyan proletarya partisi de yüzlerce kadro ve savaşçısını sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya düşüyle sonsuzluğa uğurlamıştır. Devrim ve komünizm yürüyüşü ağır bedeller ödenerek yoluna devam ediyor. 1 Ağustos tarihinde Dersim/Ovacık kırsalında MKP/HKO gerillaları ile "TC" ordusu arasında saatlerce süren çatışmada 3 sosyalist halk savaşçısı ölümsüzleşti. Saatlece süren çatışmada ölümsüzleşen MKP MK SB ve genel sekretarya üyesi Yılmaz Kes (Şahin), Dersim Karargâh Komutanlığı üyeleri Mahir Özgül (Doktor) ve Sevda Serinyel (Mercan) Dersim ve Bingöl’de sonsuzluğa uğurlandı. Yaşanan muharebeye ve ölümsüzleşen Sosyalist Halk Savaşçılarına ilişkin başta MKP olmak üzere devrimci ve komünist güçler açıklamalar yaparak ölümsüzleşenleri andılar.
MKP: Savaşarak iktidara yürüyecek ve kızıl anılarını yaşatacağız! MKP-SB Muharebeye ilişkin bir açıklama yaparak, ölümsüzleşen Sosyalist Halk Savaşçılarının mücadele yaşamlarına dair bilgiler verdi. MKP-SB tarafından yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi: ‘’Partimizin değerli üyeleri, önder kadroları ve Sosyalist Halk Savaşı’nın Askeri Komuta Kademesi’nde yer alan üç yoldaşımız, Dersim’in Ovacık ilçesi Kızık köyü arazisinde düşmanla giriştikleri çatışmada ölümsüzleşerek aramızdan ayrıldı! Fiziken yitirdiğimiz yoldaşlarımızın kızıl hatıraları önünde saygıyla eğilirken, onurlu yaşam ve anlamlı mücadele bayraklarını devrim ısrarıyla devralıp Sosyalist Halk Savaşı’nın zaferiyle taçlandıracağımızı bir kez daha ilan ederiz! Mücadeleleri mücadelemiz, kavgaları kavgamız, savaşla bütünleşen devrimci yaşamları rehberimizdir’’ denilen açıklamanın devamında: ‘’Erdoğan/Saray iktidarının açık faşizmle ünlenen tüm baskı, vahşi katliam ve barbar iktidarına karşı, çeşitli millet ve milliyetlerden Türkiye-Kuzey Kürdistan proletaryası ve emekçi halkları cephesinden yükselmiş komünizm bayraklarıdır. Ölümü sevdasıyla harmanlayıp gericiliği yıkmaya kalkışan ölümsüz yoldaşların kızıl anıları önünde bir kez daha eğiliyor, ideallerini zafere taşımak üzere tüm parti güçlerini kararlı adımlarla Sosyalist Halk Savaşı
siperlerini sıkılaştırmaya, devrimci eylemlerle kavgayı büyütmeye çağırıyoruz’’ denildi. MKP-SB ölümsüzleşen Sosyalist Halk Savaşçılarının devrimci mücadele yaşamlarına ilişkin şunları belirtti. “Yılmaz KES (Şahin) isimli yoldaş devrimci yaşam kimliğiyle Şahin olarak tanınır. Şahin yoldaş, 20 yılı aşkın örgütlü mücadele yaşamının deneyim ve birikimleriyle Sosyalist Halk Savaşı siperlerinin askeri komutasında yer alıp, ölümsüzleştiği an itibarıyla partimizin önder kadrolarından, Parti MK-SB ve Parti Sekretaryası üyelerimizdendir. Mahir ÖZGÜL(Doktor) yoldaşın devrimci yaşam kimliğiyle Doktor olarak bilinir. Doktor yoldaş da 20 yılı aşkın örgütlü mücadele yaşamına sahip, zengin deneyim ve tecrübesiyle, esasta gerilla savaşında yer almış bir yoldaştır. Yoldaş, şehit düştüğü an itibarıyla Parti Üyemiz, Dersim Bölge Karargâh Komutanlığında görevli üyelerimizdendir. Sevda SERİNYEL (Mercan) yoldaş, parti saflarındaki devrimci yaşamında Mercan olarak tanınır. Yoldaş 10 yılı aşkın örgütlü mücadele yaşamıyla Partimizin değişik alanlarında faaliyetlerde bulunmuş, son yıllarda gerilla savaşında yer alarak, Doktor yoldaşın da arasında bulunduğu Askeri Akademi Eğitim Kampı devresini tamamlayarak, Dersim alanında görev almıştır. Parti üyesi olan Mercan yoldaş, ölümsüzleştiği an itibarıyla Dersim Bölge Karargâh Komutanlığı üyelerimizden biri olarak görev yürütmekteydi.”
MKP-SB yaşanan muharebeye dair daha sonra ayrıntılı açıklama yapacağını belirtti.
TKP/ML-TİKKO Rojava Komutanlığı: Halk Savaşçıları ölümsüzdür! TKP/ML-TİKKO Rojova Komutanlığı da bir açıklama yaparak 3 Sosyalist Halk Savaşçısını andı. “3 MKP/HKO yönetici ve savaşçısı ölümsüzdür” başlığı ile yapılan açıklamada şunlara yer verildi: “Dersim-Ovacık’ta düşman bir kez daha teknik üstünlüğünü kullanarak üç yiğit MKP-HKO yönetici ve Komutanı’nı katletti. Halkımıza ve gerilla güçlerine yönelik gerçekleşen katliamlar karşısında bir kez daha safımızın ve yerimizin neresi olduğunu yüksek sesle haykırarak kimler ve ne amaç için savaştığımızı deklare etmeye devam ediyoruz. Ve diyoruz ki halkımıza ve gerillaya karşı gerçekleşen bu katliamlar devrim ve özgürlük yürüyüşümüzü durduramayacaktır. Büyüyen kin ve öfkemiz ve hesap sorucu mücadelemiz olacaktır.”
DKP: MKP/HKO Gerillaları Ölümsüzdür! Ölümsüzleşen Sosyalist Halk Savaşçılarına ilişkin bir açıklamada DKP (Devrimci Komünarlar Partisi) yaptı. “MKP/HKO gerillaları ölümsüzdür” başlığı ile yapılan açıklamada şu ifadeler yer aldı: “Acımız büyük, sınıf kininin, devrim ve sosyalizm mücadelesinin yön verdiği öfkemiz daha da büyüktür… Faşist TC güçlerine karşı savaşan tüm güçler ve MKP’nin savaşçıları yoldaşlarımızdır. Ölümsüzleşen MKP önder kadro ve gerilla komutanları Şahin,
07 Doktor ve Mercan yoldaşlarımızın hatıraları önünde saygıyla eğilirken, MKP’li yoldaşlarımıza en içten dayanışma duygularımızı bildiriyoruz”
Komünizm savaşçıları kavga sloganlarıyla sonsuzluğa uğurlandı! Ölümsüzleşen 3 Sosyalist Halk Savaşçısı Dersim ve Bingöl’de yapılan törenlerle sonsuzluğa uğurlandılar. Devletin yoğun ablukası ve baskısı altında gerçekleştirilen cenaze törenlerinde “Devrim şehitleri ölümsüzdür”, “Mercan yoldaş ölümsüzdür”, “Şehit Namırın”, “Mahir yoldaş yaşıyor MKP savaşıyor”, “Şahin yoldaş yaşıyor MKP savaşıyor”, “Yaşasın Partimiz Maoist Komünist Partisi” sloganları atıldı. Bir dakikalık saygı duruşunun yapıldığı cenaze törenlerinde marşlar söylenerek şiirler okundu. Sosyalist Halk Savaşçılarından Yılmaz Kes (Şahin), vasiyeti üzerine Dersim merkez de bulunan 17’lerin yanına, Mahir Özgül (Doktor) yine Dersim Merkeze bağlı Sütlüce köyüne ve Sevda Serinyel (Mercan) ise Bingöl’ün Kiğı İlçesine bağlı Şirnan köyünde kavga sloganları ile toprağa verildi. Komünist önder Yılmaz Kes (Şahin)’in mezarı başında yoldaşları tarafından okunan açıklamada: “Yılmadan çeliğin nabzına su taşıyan, sınıfsız ve sömürüsüz bir yaşamın düşünü yarınlarına taşıyan Yılmaz Yoldaş’ı, Taylan Yoldaş’ın yüreğine, 17’lerin devrim gülüşüne uğurluyoruz. Kürdistan dağlarının bağrında dalgalanan Şahin gibi sevdasına kanatlanıp dövüşe dövüşe yürüdü Yılmaz Yoldaş. Bezgin ve dayanıksız köylülerin Şahin’i, grev çadırlarında sabahlayan işçilerin Şahin’i, proletaryanın devrim ve sosyalizm bayrağında dalgalanan nice yoldaşlarının Şahin’i, isyankâr yüreği Mahirce, devrime sunulan yüreği Sevdaca dolup taştı. İbrahim Kaypakkaya’nın yoldaşları Yılmaz, Sevda ve Mahir’in düşleri devrim ve sosyalizm kavgasında bize ışık olacaktır. Devrim şehitleri ölümsüzdür” ifadeleri yer aldı.
Avrupa’da komünizm savaşçıları için kitlesel anma etkinlikleri! Komünizm savaşçıları Avrupa’da gerçekleştirilen kitlesel ve coşkulu anma etkinlikleri ile selamlandılar. 13 Ağustos tarihinde Avrupa’nın birçok merkezinde yapılan anma etkinliklerine yüzlerce kişi katıldı. Almanya/Frankfurt, İsviçre/Basel, Fransa/Paris, Avusturya/Viyana, İngiltere/Londra ve Kuzey Fransa’nın Mulhouse merkezlerinde yapılan anma etkinliklerinde, Sosyalist Halk Savaşçılarının görüntülerinin yer aldığı sinevizyon gösterimi yapıldı. MKP imzalı “Komünizm savaşçıları ölümsüzdür” pankartlarının asıldığı anma etkinliklerinde kavga sloganları hiç eksik olmadı. Marşların ve şiirlerin okunduğu anma etkinliklerine, TKP/ML, MLKP, DKP ve AABF’de katılarak konuşmalar gerçekleştirip Sosyalist Halk Savaşçılarını andılar.
ÖRGÜTSEL YÖNELİM
≫ Refik Demir
TOPLUMSAL MÜCADELEYLE OLAN BAĞIMIZ VE HANDİKAPLAR!
S
ınıflar mücadelesi, kapsamlı bileşkeleri ve her bir özgül çelişkinin kendine has özgünlüklerini içinde barındırarak yoluna devam ediyor. Sınıflar mücadelesinde, sadece belli toplumsal formasyonlar ya da bileşenler üzerinde formüle eden ya da ele alan yaklaşımların, kaba mekanik ya da daha ileri bir düzlemde kaba sınıf indirgemeci bir muhtevada yer aldıklarını belirtmek gerekiyor. Sınıflar mücadelesinde devrimin itici güçleri, hedefleri, müttefikleri ve bir bütün olarak onun kapsamına giren tüm bileşkeler; esas-tali ve stratejik-taktik bir diyalektik bağ düzleminde ele alınarak bir programa dönüştürüldüğünde, bilimsel bir rotaya oturur. Bunun dışında ele alınan ya da bu bilimsel devrimci düzlemi öteleyerek biçimlenen her fikriyat ve program, son tahlilde proleter değil küçük burjuva bir içerik taşır. Sınıflar mücadelesi, değişik muhtevalarda keskinleşerek devam ettiği günümüz gerçekliğinde, toplumsal gelişmelerle proleter devrimci bir perspektifle ilişkilenmek, bağ kurmak ve önderlik etmek tayin edici bir yerde durmaktadır. Sınıflar mücadelesinin nesnel çelişkileri zemininde meydana gelen her toplumsal olay ve olgu, kaçınılmaz biçimde sınıf mücadelesinin ilgi alanına girer. Özel mülkiyet dünyasının, sömürücü ve gerici boyunduruğu altında olgunlaşan ve sorun teşkil eden her toplumsal mesele, sınıf mücadelesinin doğal bileşkeleridir. Sınıf mücadelesinin kapsamı, kapitalist barbarlığın ortaya çıkarmış olduğu bütün sorun ve çelişkilerin köklü devrimci çözümünü içermek zorundadır. Yani, somut olarak, toplumsal mücadele bağlamında ortaya çıkan her sorun ve çelişki, mutlak biçimde sınıf mücadelesinin bir bileşkesidir ve proleter devrim hareketinin, her toplumsal meseleye ilişkin tartışmasız olarak, bir çözüm perspektifi olmak durumundadır. Siyasal iktidar hedefi olan ve bu düzlemde mücadele yürüten her devrimci ve komünist hareketin, en küçüğünden en büyüğüne kadar, tüm toplumsal sorun ve çelişkilere dair bir çözüm perspektifi ve ona uygun somut örgütlenme biçimleri ve araçları geliştirerek toplumsal mücadele ile sınıf mücadelesi arasındaki diyalektik bağı ve bütünlüğü, asgari ve azami devrim programları ve bu devrim programlarının doğrudan bileşkeleri olan alt ve özgün programlarla ele alması doğru olan proleter devrimci siyasettir. Proleter öncünün öncesi olmakla birlikte, özellikle 3. Kongresi’nde bu noktada geliştirdiği somut siyasetler önemli bir yerde durmaktadır. Her ne kadar bu doğru siyasetlerin kavranması ve toplumsal mücadeleyle birleştirilip temsil edilmesi noktasında ciddi handikaplar yaşansa da bu durum bilimsel doğruluğu olan siyaseti önemsizleştirmez. Ki, esas görev bu bilimsel doğru siyaseti bilince çıkartarak toplumsal mücadeleyle ve her somut durumla buluşturmaktır. Somut olarak, genel sosyalist devrim programına bağlı olarak, Kürt ulusal sorunun çözümü noktasında ortaya konan alt program siyaseti, oldukça önemli bir noktada durmaktadır. Gelinen aşamada bu durumun mahiyeti daha bir aciliyet ve önem kazanan bir muhtevaya evirilmiş durumdadır. Bu, somut politikanın kendisi, sadece toplumsal mücadelede önemli bir yer tutan Kürt ulusal müca-
delesiyle sınırlı bir durum değildir. Kadın’dan LGBTİ’lere, ezilen milliyet ve inançlara oradan da ekoloji meselesine ve demokratik, ekonomik talepli bütün toplumsal gelişmelere kadar, tümüyle devrimci sınıf perspektifiyle ilişkilenmek ve doğru siyasetler ve somut politikalar ve araçlarla, toplumsal mücadelenin önemli bileşkeleri olan bu olgularla buluşarak sınıf mücadelesinin birer mevzisi haline dönüştürmek belirleyici bir yerde durmaktadır. İçinden geçmekte olduğumuz somut durumda, mevcut burjuva siyasal iktidarı topyekûn halklara karşı geliştirdiği savaş ve saldırganlık, doğallığında geniş bir toplumsal kesimi de harekete geçirmiş ve toplumsal mücadelenin kapsamı ve bileşkeleri daha da genişlemiştir. Dolayısı ile, somut durumun ihtiyacına uygun olarak, “hedefi dar cepheyi geniş tut” siyasetini merkeze koyarak, toplumsal mücadeleyle ilişkilenmek ve doğru devrimci taktik politikalarla en geniş anlamda devrimci ve demokratik bir toplumsal mücadele hattı örmek, günün temel devrimci görevlerinden biridir. Yukarıda, önemle altını çizmeye çalıştığımız toplumsal mücadele ve dinamikleriyle ilişkilenmek, somut politikalarla aktif bir şekilde parçası olmak; önderlik etme anlamında proleter devrimci öznelerin, özelliklede ilgili alanla birebir ilişkisi bağlamında olan demokratik kurum ve örgütlenmelerimizin oldukça problemli ve atıl bir durumda olduğunu vurgulamak gerekiyor. Süreç bağlamında, belli yanlarıyla anlaşılır olmakla birlikte, fakat toplumsal mücadele dinamikleriyle bir araya gelmemek, ilişkilenmemek ve deyim yerindeyse sadece siyasal tavır belirlemekle yetinen bir siyaset asla ve asla meşru değildir. Erdoğan/AKP iktidarının bütün vahşi saldırı ve barbarlığına karşın, toplumsal mücadelenin değişik dinamikleri ve bileşkeleri hareket halinde ve sokaklarda ise; iktidarın zorbalığına rağmen toplumsal mücadelede ısrarlı bir duruş varsa, devrimci dinamiklerin, hele hele proleter devrimci siyasetin ve onun demokratik alan örgütlü dinamiklerinin bunun gerisinde ve atıl bir siyasal pozisyonda kalması hiçbir gerekçeyle meşrulaştırılamaz. Bu bağlamda, somut olarak, toplumsal mücadelenin özgün dinamikleriyle en etkili biçimde ilişkilenmek ve daha ileri bir düzeye taşımak, proleter devrimci siyasetin kaçınılmaz devrimci görevlerinden biridir. Özellikle bugünün somut gerçekliğinde, toplumsal mücadelede önemli bir yer tutan Cumartesi annelerinin kesintisiz direnişi ve Nuriye Gülmen ile Semih Özakça’da cisimleşen mücadele dinamikleriyle doğru ilişkilenmek, sahiplenmek ve bu önemli kazanımlara ve mücadele dinamiklerine yenilerini eklemek süreç açısından tayin edici bir noktada durmaktadır. Dolayısı ile proleter devrimci siyaset ve onun özgün demokratik örgütlenme ve dinamikleri, bu iki önemli toplumsal mesele başta olmak üzere toplumsal mücadelenin diğer bütün dinamikleriyle etkili bir şekilde buluşarak toplumsal mücadelede rol oynamalıdır. Bu noktada çeşitli sığ tartışmalar ve gerekçeler üzerinden toplumsal mücadeleyle olması gereken devrimci ilişkilenme ve duyarlılığı öteleyen ya da küçümseyen anlayışlara asla prim verilmemelidir.
08 kadın
16-31 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü
Kadını köleleştiren tüm mülkiyet ilişkilerine Sevda’nın cüretiyle saldıralım! Özel mülkiyet ve aile, sömürüye dayalı sınıflı toplumların varlık sebepleridir. Nikah daha çok kadının erkekle ilişkisinde miras ve mülkiyet haklarını koruyan bir ekonomik sözleşmedir. Kadının erkekle olan özelcinsel-duygusal ilişkisinin böyle bir sözleşmeye ihtiyacı olmamalıdır Faşist iktidar kendini esasta sömürü, baskı, emek hırsızlığı üzerinden, temsil ettiği gerici sınıfların ve hizmet ettikleri emperyalist gericiliğin desteğiyle gerçekleştirir. Ancak halkın farklılıkları üzerinden yarattığı çatışmalı zeminden de beslenmeyi ihmal etmez. Halkın etnik, dinsel, mezhepsel, kültürel vb. tüm farklılıklarını halkı bölüp parçalayıp çatıştırma siyaseti üzerinden körükler; güç ve iktidarının devamını sağlarken bu zeminden güç alır. Kadın; toplumsal üretimde, sosyal yaşamda, evde, kısaca yaşamın her alanında erkek karşısındaki eşitsiz ve ikincil cins olarak konumlanışıyla bu saldırılardan nasibini almaya devam ediyor. İslami referanslarla kadın üzerindeki bu kuşatma ve saldırılar yasal düzenlemelerle adım adım derinleştiriliyor; ataerkil ön kabullerle, toplumda var olan cins ayrımcılığı ve toplumsal cinsiyetçilik kurumsallaştırılıyor. Son günlerde nikâh kıyma yetkisinin müftülere ve muhtarlara da verilmek istenmesi üzerine yapılan tartışmalar bu gerçeği yeniden gözler önüne serdi. Bu düzenlemenin kadının aleyhine getirilerini tartışmadan önce halkın inançsal farklılıklarının da kurumsallaşmasına neden olacağına ve çatışmanın derinleşeceğine de dikkat çekmek gerekir. Zira bundan sonra laik-seküler kesimler nikâh için belediyeye giderken, İslamcı muhafazakâr kesimler ise müftülüğe gideceklerdir. Yani Erdoğan/AKP iktidarı halkı farklılıkları üzerinden bir kez daha bölüp karşı karşıya getirmeyi başarmıştır. Bu tartışmaları başlatan konuşmayı Başbakan Binali Yıldırım AKP grup toplantısında yaptı. Yıldırım AKP grup toplantısında yaptığı konuşmasında; İçişleri’nde vatandaşlık hizmetlerinde yeniliklerin olduğunu, resmi nikah kıyma yetkisinin muhtarlara ve müftülere de verildiğini, mahkeme kararına ihtiyaç duymadan ad ve soyadı değişikliği yapılabileceği, ehliyet ve pasaport işlemlerinin artık nüfuz idarelerinde yapılabileceği, emniyetteki beş bin polisin ise
trafik ve “güvenlikteki” görevlerine döneceklerini söyledi. Binali Yıldırım’ın konuşmasında, en fazla tartışma yaratan düzenleme Büyükşehir yasasıyla mahalleye dönüştürülen köylerin muhtarlarına, ayrıca il ve ilçe müftülerine resmi nikah kıyma yetkisi verilmesi oldu. Devletin faşist Kemalist ideolojik kodlarına dokundurtmak istemeyen CHP de dahil birçok çevrenin tepkiyle karşıladığı bu düzenlemeye dönük haklı olarak duyulan en büyük endişe çocuk istismarının ve çokeşliliğin önünü açabilecek olmasıydı. Bu düzenlemenin her ne kadar yürürlükteki resmi nikah kıyma kriterlerine uyularak hayata geçirileceği taahhüt edilse de açıklamanın ardından müftülere verilen nikah kıyma yetkisinin imam ve vaizlerinde kullanabilmesinin önünü açmak için vakit geçirmeden çalışmalara başlanması ifade edilen endişelerin hiç de yersiz olmadığını göstermektedir. Bu düzenlemeye işaret eden bazı gelişmeleri hatırlamak bundan sonra olacaklara ilişkin daha isabetli öngörülerin ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Recep Tayyip Erdoğan’ın 1994’te İstanbul Belediye başkanı iken kıydığı bir nikâhta eşlere birbirlerini kabul edip etmediklerini üç kere sormasının şu an bazı gazeteciler tarafın-
dan hatırlatılması isabetsiz değildir. Zira bu düzenlemenin Erdoğan ve AKP projesi olduğu o zaman söylediği şu sözlerden anlaşılmaktadır: “Türkiye, nüfusunun yüzde 99’u Müslüman bir ülke olmasına rağmen iki kez nikâh kıyılması anlamsız. Resmi nikâh kıydıran vatandaşların işi bitmiyor, bir de dini nikâh kıydırmak için uğraşıyorlar. Bu eksiklik müftünün nikâh kıyması ile giderilebilir. Diyanet ve merkezi yönetim bir araya gelerek, nikâh kıyma işlemini müftülere verebilir. Böylece yasal ve dini nikâh iki kez yerine bir defada kıyılabilir.” Bu yıllarda ifade edilen bu sözler 2014 yılında AKP il ve ilçe örgütleri tarafından başlatılan bir kampanya ile hayata geçirilmeye çalışıldı. AKP Kadın Kolları, Diyanet İşleri’ne sundukları bir proje ile yeni doğan bebeklerin isimlerinin kulaklarına ezanla fısıldanması dini seremonisinin camide yapılmasını istemişlerdi. Yine evlenecek çiftlerin nikâhlarının da camide yapılması isteniyordu. 2015’in Mayıs’ında Anayasa Mahkemesi resmi nikah kıyılmadan dini nikah kıyılması karşısında uygulanan cezai yaptırımın kaldırılmasına hükmetti. Gelinen aşamada yukarıda da belirttiğimiz gibi laik ve seküler olan evlenme anlaşması müftü
ya da imamın inisiyatifinde, dini esaslar da dikkate alınarak ve dini ritüellere göre gerçekleştirilecektir. Bu düzenleme gerici iktidar sözcülerinin iddia ettiği gibi basit bir evlenme kolaylığı içermemektedir. Bu uygulamayla hiç kuşkusuz çocuk gelinlerin sayısı artacak, pedofili meşrulaşacak, çokeşliliğin önü açılacak, kadının kendi iradesiyle evlenme, boşanma, miras hakları adım adım gasp edilecektir. Müftülerin ve yetkilendirecekleri imamların kıyacağı nikâhın hâlihazırdaki resmi nikâh kriterlerine uygun olup olmadığının denetlenmesi çok zor gözükmektedir. Bu bir kötü niyet yorumu değildir. Görünen o ki adım adım, özendikleri Suudilere benzeyen bir toplumsal siyasal yaşamın örgütlenmeye çalışılması, ilerde belki de Suudilerden ödünç alınan İslam’ın vahabi-selefi yorumunun yaşamın her alanına nüksettirilmeye çalışılması hamlesidir. “Yeni devlet kuruldu, başkanı da Erdoğan’dır.” söylemleri her ne kadar AKP sözcülerince reddedilse de faşist Türk devletinin faşist Kemalist ideolojik kodlarıyla da oynanmaya başlandığı değerlendirmesi artık çok yersiz olmayacaktır. Müftülere de nikah kıyabilme yetkisi verilmesini biraz da bu noktadan okumak gerekir.
09
ÖNCÜ KADIN
≫ Aycan Solmaz
Mevcut yönelim ve tartışmalar kadının hayatını İslam esaslarına göre dizayn etme provalarıdır!
BİR SEVDA; BİR YALIN VE BİLGE YAŞAM
Kadının; kadın-insan kimliğinin çok uzağında kendini gerçekleştirdiği, araba kullanamadığı, yanında bir erkek yakını olmadan bir yere gidemediği ve benzeri mağduriyetler silsilesinde boğulduğu Suudi Arabistan’a hayran olan Recep Tayyip Erdoğan ve AKP güruhu bu düzenlemeyle kadının doğuracağı çocuk sayısını belirlemek, tecavüzcüsüyle evlendirip “aklamak”, “edepli” gülmesini sağlamak, hamileyken dışarı çıkmamasını öğütlemek, örtünüp kapanmaya özendirerek üzerindeki toplumsal tecridi arttırmaya çalışmak yetmemiş olmalı ki çıkardıkları gerici İslamcı yasalarla kadını İslam’ın tarif ettiği yere koyma kararlılıklarını sürdürmektedirler. Kuşkusuz bugünün sorunlarını yeni Osmanlıcılıkla yüzyıllar öncesinin yöntemleriyle çözmeye çalışanlar hüsrana uğramaktan, tarih karşısında halka hesap vermekten kurtulamayacaklardır. Bu süreci hızlandırmak, İslam’ı politize edip kitleleri etkileyerek, manipüle ederek ülkeyi soyan, ülkenin tüm kaynaklarını tüketen, halkı ekmeğinin yanında katık bulamaz bir yoksulluğa mahkûm eden bu gerici faşist erki tarihin çöplüğüne yollamak bizim kararlı mücadelemizle gerçekleşecektir. Özel mülkiyet ve aile, sömürüye dayalı sınıflı toplumların varlık sebepleridir. Nikah daha çok kadının erkekle ilişkisinde miras ve mülkiyet haklarını koruyan bir ekonomik sözleşmedir. Kadının erkekle olan özel-cinsel-duygusal ilişkisinin böyle bir sözleşmeye ihtiyacı olmamalıdır. Tam burada Engels’in bir sözünü hatırlatmakta fayda vardır: “Yaşamı boyunca hiçbir zaman para karşılığı ya da mevki gücü için kendini bir erkeğe vermemiş, ya da ekonomik sonuçlarını düşünerek sevdiği erkeği geri çevirmemiş bir kadınlar kuşağı ile para ya da mevki gücüyle bir kadını yüzüstü bırakmamış ya da geçimini düşünerek sırf çıkarı için sevmediği kadına bağlanmamış bir erkekler kuşağı yetiştiği zaman, işte o zaman kadın ve erkek ilişkileri ve insan ilişkileri ahlaki yüceliğe ulaşacaktır. İşte proleter ahlak anlayışı budur.” der. Engels burada proleter ahlak anlayışının ve her türlü insan ilişkisinin merkezinde mülksüzlük olması gerektiğine dikkat çeker. Nikah ve aile tamamen mülkiyete dayalı, erkek ve kadının özel-cinsel-duygusal ilişkisini de özel mülkiyet esaslarına göre düzenleyen uygulama ve kurumlardır. İki insanın gönüllü birlikteliğinin devletin kurumsal onayına ihtiyacı olmamalıdır. Kadının hayatını gerici İslam esaslarına göre düzenlemenin provalarını yapan faşist gerici iktidarla mücadele ederken, geçmişte burjuva demokratik kadın hareketlerinin kadın lehine kazandığı burjuva demokratik hakları gasp ettirmeme mücadelesini kuşkusuz yükseltmeliyiz, desteklemeliyiz. Ancak bu, kadının proleter devrimci bakışını zayıflatmamalıdır. İki insanın birlikteliği gönüllü iradeye, duygusal bütünlüğe, ortak doğrulara, birlikte üretimin oluşturduğu değerlere dayalı olmalıdır ve bu gönüllü birlikteliğin teyide ihtiyacı yoktur. Kadının kendini kadın-insan olarak gerçekleştirmesi, gerçek anlamda özgürleşmesi toplumu değiştirme, insanı değiştirme olan devrimci mücadelenin öznesi olmasıyla gerçekleşecektir. Meral Yakar’dan Berna Ünsal’a, Yıldız Çiçek yoldaştan Dersim’de ölümsüzleşen Sevda Serinyel’e bu özgürlük mücadelesi kesintisiz sürdü; sürecektir. Kadının, tüm özel mülkiyet dünyasının ahlaki, hukuksal, sınıfsal baskılardan kurtarıp özgürleştirecek devrimdeki rolünü, gerilla alanlarındaki mücadelesiyle en berrak bir şekilde sürdürürken, Dersim dağlarında savaşarak ölümsüzleşen Sevda Serinyel yoldaşı saygıyla anıyor bıraktıkları yerden mücadeleye devam etmenin tarihsel bir görev ve zorunluluk olduğu gerçeğinin altını bir kez daha çiziyoruz.
eçmişin dehlizlerinde soluklanmaya çalışan insanın sorunu hayatta kalmaktı. Hayatta kalmak için ayağa kalkması gerekiyordu. Kalktı, eyleme geçti, anladı ve keşfetti; eylemin gücünü, ilerleyişi, bilgiyi ve ateşi. Anladıkça ve ilerledikçe, yeni anlamlar ve yeni sorular çıktı karşısına. Bilginin ve kavrayışın, eylemin ilerleyişine yetmediği yerde çıktı karşısına korku. Ve yetmezliklerinin korkusundan yarattığı tanrılara kaptırdı ateşi, kendi eliyle. Çağlar geçti, ancak ne insan eyleminin ilerleyişi ne bu ilerleyişin yetmezliklerinde üreyen yeni tanrıların hükmedişi ne de insanın o ateşi o tanrılardan çalıp gerçek yaratıcılarına hakkıyla bölüştürme serüveni bitti. Geçmişin sorunu olan hayatta kalma ve anlama mücadelesinde ilerletici güç olan eylemin önüne ilerleyişin yetmezliğiyle çıkan korku, anın koşullarında ilerlemenin bir sonucuydu ve anlaşılırdı. Ancak bugün, yüzyıllara varan hakimiyet sürecinde kurulu düzenin kendi kodlarını, hükmettiği insanda işlettiği; insanı kendi düzeninin sahiplenicisi, koruyucusu ve devamcısı kılmada aşama aşama ilerlediği bir süreçteyiz. Tarihin eylemsel deneyimlerinde sınanan bilimsel birikimlerin bugün hayata geçirilmesinin önündeki en güçlü engel, kendini, hükmettiği insanda yeniden yaratarak böylece insanın kendi özel mülk dünyasının ve dolayısıyla düzenin hem biatçısı hem de hükmedicisi olmasına, insanı kendinden başkasının acısını duyumsamamasına götüren bir pratiksizliğin esareti altına alınmasıdır. Bu yüzden insanlığın bugünkü sorunu önce kendinin dışındakini duyumsama sorunudur. Ama ondan da önce, bu duyumsamanın önündeki engel olan ve insanlığı bireysel mülk dünyasının sınırlarına hapsederek o esaret dünyasının korunmasında eylemsizliğe götüren gerçekliğin sorgulanarak kavranması ve ondan bilinçli bir kopuşun sağlanıp sağlanmaması sorunudur. Bu sorun, ezilen sınıfları ve kesimleri kapsayan toplumsal bir sorun olmakla birlikte, en başta, kurulu düzeni yıkmaya kuşanan devrimcilerin ve komünistlerin de içerisinde hapsolduğu-aşamadığı ve parçası ol-
G
duğu bir sorun ve görevdir. Ve tarih bizleri yeni bir yol ayrımına götürüyor. Acılı ve öfkeli bir halkın nabzında atan çağrıya kulak vererek, kendi cinsiyle birlikte insanlığı zincirleyen bütün mülkiyetleri parçalayarak, o sorgulayıcı kavgayı gerçekleştirme cüretini gösterip yalınlaşan ve bilgeleşen Mercan mı olacağız; yoksa devindirici gücü, bireysel mülkiyet kaygılarıyla esaretlenen, korktukça kendine yeni mülkiyetler yaratarak kendini korkunun limanlarına demirleyenlerden mi? Çünkü Mercan, sadece savaş noktasındaki önderliği ile değil; söz ve eylem bütünlüğünün nasıl olması gerektiğini, sistemden tam bir kopuş sağlanmadan devrimci olunamayacağını öğretti bize. Sistem içi her duruşun kendisini “devrimci” ilan ettiği bir süreçte, bizlere hatırlattığı o militan devrimci duruşa daha da sarılmalı ve bizleri bağlayan tüm zincirleri kırarak, sistemin kendini yeniden üreteceği sözde çözümlerle değil, kadının kurtuluşunun devrimle olacağını savunarak yola çıkan Mercan’ın kulak verdiği o nabızdaki çağrıyı iyi kavramamız gerekir. Tarihin karanlık bağrından emek ve kavrayışla çıkarılıp tanrılara kaptırılan o ateşin, gerçek yaratıcılarının ufkunda yeniden ışımasının birincil koşulu, dünden bugüne yeni suretlere bürünen iktidarlarla ve mülkiyetlerle sorgulayıcı ve cüretli bir kavgaya, yani kendi göğüslerimize hapsettiğimiz ateşi kendimizden çalma kavgasına girişilmesidir. Sevda Serinyel (Mercan) ile birlikte, bilginin ve dövüşkenliğin patikalarında yalın ve bilge bir yaşamı paylaşarak var eden Yılmaz Kes (Şahin) ve Mahir Özgül (Doktor) yoldaşların mücadelelerini selamlıyoruz. Ve onlar, kendilerinden öncekilerin açtıkları patikaları bilgelikle adımlarken, göğüslerinde çırpınan o yalın ve dövüşken solukla tek şey söylüyorlar: “Bilgi ve dövüşkenlik bizi bekliyor; nabzına kulak verin çeliğin, yağmurun, kayalığın, denizin..”
10 güncel analiz
16-31 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü
Üç’ler şanlı kavgamızın
Proletarya Partisi tarihine bakıldığında birden fazla yenilgi ve ağır darbe süreci yaşamıştır. Büyük tahribatlarla karşı karşıya kalmıştır. Lakin her süreçten başarılı biçimde çıkma yeteneği de sergilemiştir. Bunu tespit etmek önemlidir. Zira bu, şu anlama gelir; kayıplarımız ağır ve ciddi de olsa, bu kayıplar bizlerin devrim ve savaş ısrarımızı geriletmemiş, bizleri eriyerek tasfiye olmaya götürmemiş, karamsarlıklara sürükleyerek sağa çark etme gibi yönelimlere sokmamış, sokamamıştır. Tersine, daha kararlı, daha bilenmiş ve daha iddialı yaklaşımla sınıf mücadelesi ve devrimin görevlerine sarılarak, partinin yaralarının sarılarak ilerletilmesine tanık olmuştur. Bugün aldığımız önemli kayıp karşısında da proletarya partisinin yönelim ve tavrı
budur, bundan başka olamaz. Kuşkusuz her kayıp ve özellikle de ağır kayıplar mücadele veya örgütlenmemizde belli etkiler yaratır, yaratabilir. Ancak bunların geçici süreçler olduğu, sürecin devrimci rotada yeniden biçimlenerek zayıflıklarını aşıp daha ileri mücadelelere evirileceği kesindir, bundan kuşku duyulamaz Dersim’in Ovacık ilçesi kırsalında 1 Ağustos 2017 günü Türk ordusu ile MKP/HKO gerillaları arasında yaşanan silahlı çatışma sonunda üç MKP üyesi ölümsüzleşti. Bu kayıp MKP ve Sosyalist Halk Savaşı açısından son derece önemli bir kayıptı. MKP’nin kamuoyuna yaptığı açıklamaya göre, ölümsüzleşen gerillalardan, biri MKP’nin önder kadrolarından ve parti sekretaryası üyelerinden iken, diğer ikisi de Dersim Bölge Karargâh Komutanlığı üyeleriydi. Parti üyesi olan iki komutandan birinin kadın olması ise bu kaybın önemine başka bir anlam katmıştır. Ölümsüzleşen komünizm savaşçılarının mirasını
devralarak mücadelemizde bayrak yaparken, kızıl anıları önünde saygıyla eğiliyoruz. Onlar şahsında tüm parti ve devrim şehitlerini anıyoruz. Ölümsüzleşen yoldaşların gerek partinin ideolojik-siyasi yöneliminde, gerekse de Sosyalist Halk Savaşı’nın temsil edilerek geliştirilmesine dönük açılımlarda ve pratik görevlerinde önemli rollere sahip olduklarını belirtmek gerek. Bu gerçeklikleri bağlamında kaybımızın ağır olduğunu söylemeliyiz. Yaşanan bu kayıp ne kadar ağır ve önemli olsa da bu ve benzeri kayıpları savaşın doğası ve kaçınılmaz sonuçları olarak okumak zorunludur. Elbette bununla kayıpları sıradanlaştırıp hepten olağan gösterme durumuna da düşemeyiz. Ders ve tecrübenin edinilmesi, hata ve eksikliklerin açığa çıkarılması, durumun muhasebe edilmesi, kayıpların asgariye indirilmesi ve savaşın daha doğru yürütülmesi için başka bir zorunluluktur. Ancak unutmamak gerekir ki, bizler ne kadar tedbirli ne kadar dikkatli davranırsak davranalım, düşmanın teknik-teknolojik ve insan unsuru gibi nicel ve taktik üstünlükleri temelinde tamamen eşitsiz şartlarda yürütülen ve özellikle de silahlı şartlarda hüküm süren bir mücadelede kayıplar kaçınılmazdır. Her müca-
dele ve devrimin mutlak biçimde ağır bedeller üzerinden yükseldiği ve bedel ödemenin mücadelenin bir parçası olduğunu, bundan sakınılamayacağı da bilinmek durumundadır. Bu anlamda verilen kayıplardan tecrübe ve derslerin çıkarılması bir geri adım eğilimini güçlendiren değil, savaşın daha doğru zeminde yürütülerek ödenen bedellerin ve kayıpların en aza indirilmesine dönük olmak durumundadır. Soruna bu özde yaklaşmak esasta doğru yaklaşımdır. Yaşanan kaybın nasıl geliştiğine dair somut bir tartışmaya girmeden, kaybın hangi koşullarda ve hangi koşulların sonucu olarak yaşandığını açıklamaya çalışacağız ki bunu görmek önemlidir. Hâkim sınıfların, genel olarak siyasi iktidar hedefi taşıyan ve bu zeminde sınıf iktidarlarına dönük ciddi bir tehdit olarak değerlendirdikleri komünist ya da devrimci parti ve örgütlere karşı kadim bir düşmanlık içindedirler. Bu hareketlere karşı yaşadıkları tehdit algısı üzerinden geliştirdikleri köklü düşmanlığın, somutta gerilla savaşı ve silahlı mücadele şahsında odaklandığı, silahlı öze dayalı siyasi parti, örgüt ve sınıf mücadelesi unsurlarına karşı kesin bir tahammülsüzlük içinde olup, bu temelde stratejik
16-31 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü
güncel analiz 11
mihenk taşlarıdır! yönelim ve saldırılarla bu nitelikteki hareketleri etkisizleştirip ezmeye çalıştıkları her vesileyle açık olduğu gibi, günümüzde de cereyan eden somut saldırı ve yönelimleriyle de sabittir. Düşman, uzun bir süredir silahlı mücadele ve gerilla güçlerine karşı özel bir yönelim belirleyerek ezme ve tasfiye etmeye dönük stratejik saldırı politikasını devreye sokup acımasız bir saldırı yürüttüğü alenen izlenen ve bilinen durumdur. Bu stratejik yönelimine bağlı olarak en ağır teknolojik savaş araçları ekseninde bir gerici savaş yürüttüğüne tanık olmaktayız. Bu anlamda düşmanın taktik açıdan üstün olduğu eşitsiz bir savaşın sürdüğü tartışma götürmez bir durumdur. Ki, bu şartlarda devrimci ve komünist güçlerin ağır kayıplar vermesi bir bakıma olağandır. Nitekim ulusal hareket, diğer devrimci hareketler ve son olarak MKP’de önemli kayıplar verdi.
Kayıplarımız karamsarlığı değil, daha fazla cüreti ve özneleşmeyi emrediyor! MKP süreci okuyarak sürece dönük taktik politika veya izlenmesi gereken siyasetlerde önemli öngörülerde bulunarak belli politikalar geliştirdi. Dolayısıyla tespit ettiği sürece veya sürecin tespit edilen niteliğine karşı kayıtsız kalmadı ve yetenekleri oranında bu ağır saldırı sürecine karşı güçlerini koruma temelinde belli adımlar atıp siyasetler belirledi. Buna paralel olarak Sosyalist Halk Savaşı’nın komuta merkezi de önemli tahlil ve tespitler yaparak buna dönük siyasetler uyguladı. Partinin ve gerilla savaşı komutasının geliştirdiği siyaseteler veya sürece ilişkin tahlilleri bağlamında geliştirdiği taktik politikalar zemininde güçlerini koruma noktasında önemli bir seyir izlediği söylenebilir fakat savaş şartları yalnızca bizlerin belirlediği siyaset ve tedbirlerle sınırlı bir alan değildir. Savaşın diğer tarafı olan düşmanın da stratejileri, taktik, siyaset ve planları söz konusudur ki, savaş ve savaş şartları bu tarafların toplamında ifade bulur. Dolayısıyla tüm irade, tespit ve taktiklere rağmen, ya da bu yeteneklerimize rağmen mutlak biçimde değiştiremeyeceğimiz bir düşman varlığı söz konusudur ve bu düşman gerçekliğini hepten devre dışı bırakan bir inisiyatif sahibi olmamız mümkün olamaz. Kısacası, hata yapmasan da doğru taktikler belirleyip uygulasan da son tahlilde silahlı düşmana karşı silahlı savaş içindesin ve bu savaş her şeye rağmen bedellere mal olur, bu bedelleri kaçınılmaz kılar. Daha fazla yoğunlaşıp kayıpları aza indirme çabası ötelenmeden, bu gerçekliği kabul etmek rasyonel olandır. Savaşa girişen savaşın sonuçlarıyla karşılaşır, bunda aykırı bir durum yoktur. Öte taraftan genel bir değerlendirme yapacak olursak, alınan bu kaybın rastlantı olmadığı, düşmanın stratejik askeri saldırısıyla sınırlı olmayıp, bu stratejik saldırısının somut hedefe dönük, özel çalışmalarının ürünü olduğunu da söyleyebiliriz. Düşmanın belirlediği hedef veya
sonuç almaya dönük darbe vurma amacı temelinde söz konusu yoldaşları somut yönelim ve özel çalışmayla katlettiği de söylenebilir. Bu muhtemeldir. Zira düşmanın özellikle kadrolara, komutanlara ya da savaşta belirleyici rol oynayan komuta kademesine yönelik çalışmalar yürüterek, vurduğu darbelerin de bu hedeflerine uygun olması göstermektedir ki, düşman somut hedefler saptayarak bu hedeflerine ulaşmaya çalışıyor. PKK ve MKP’nin kadro ve komutanlarının katledilmesi bunu göstermektedir. Kısacası, düşmanın belirlediği isimlere dönük somut çalışmalar yürüterek sonuç almaya çalıştığı ve bunda belli ölçüde başarılar gösterdiği söylenebilir. Bu kayıpları salt düşmanın teknolojik üstünlükleriyle açıklamak doğru olmaz. Düşmanın özel çalışmasını görerek buna dönük önlemler almak önem kazanmaktadır. Daha açık dille söylersek; düşman tespit ettiği önder veya komutanları ismen de tespit ettiği için, köylük alanda vb. geliştirdiği istihbarat ağı vasıtasıyla bu isimlerin hangi bölge, hangi köy ve alanda bulunduğunu netleştirip sabitlemektedir. Bu bilgiyi istihbarat ağı üzerinden netleştirdikten sonra, tespit ettiği bu bölge, alan veya köye dönük teknolojik araçlarını da devreye koyarak denetim ve kontrolünü büyütmekte ve gerilla gücünün hareketini, hareket tarzını izleyerek hedefine iyice yaklaşmaktadır. Ve maalesef bu zeminde belirlediği hedeflerine ulaşmayı başarmakta, somut olarak hedef aldığı kadro ve komutanları (teknolojik üstünlüğünü de kullanarak) katletmeyi belli oranda başarmakta-
dır. Dolayısıyla, isimlerin kullanılmasından, kullanılan yer ve alanların, yolların, kamp ve konaklama yerlerinin sıklıkla değiştirilmesi, hareket tarzında rutini takip etmeden sürekli değişken ve hareketli olmayı benimsemek, alınması gereken önlemlerdendir. Her şeye karşın düşmanın stratejik olarak abartılmaması ama taktik-teknolojik üstünlüğünün ise küçümsenmemesi şarttır. Düşmanın taktikteknolojik olarak üstünlüğü açıktır. Fakat bu üstünlük geçici olup, düşmanın kesin üstünlüğü biçiminde yorumlanamaz. Abartılan teknolojik üstünlük abartıldığı kadar gerilla savaşının olanaksızlığına varan bir durumda olmuş olsaydı, şimdiye kadar bütün gerilla güçleri imha edilmiş olurdu. Ne ki, düşmanın bu başarısından söz etmek mümkün değil. Doğrudur, teknolojik açıdan devasa üstünlüğe, avantajlara sahiptir ve bu durum küçümsenemez. Ancak bu üstünlüğün mevcuttan-gerçekten öteye abartılması doru olmayıp karamsarlık yoludur. Eğer gerilla savaşı alınan kayıplara rağmen yürütülüyor ve gerilla hala silahlı eylemlerini gerçekleştirebiliyorsa, bu, düşmanın teknolojik-taktik üstünlüğünün kesin ve savaşı olanaksız kılan bir üstünlük olmadığı, dolayısıyla gereğinden fazla abartıldığı kadar mutlak bir üstünlük olmadığı görülmek durumundadır. Düşman her dönem taktik, teknik, teknolojik üstünlüğe sahipti. Bu ona avantajlar sağlayan durumdu, sağlıyordu da. Bugün bu teknolojik üstünlük biraz daha gelişmiş durumdadır, hepsi bu. Evet, bu küçümsenmemeli, önemsenmeli ve
değerlendirilerek önlemler almamıza konu olmalıdır. Ama karamsarlığa varan abartılara girmemize asla… MKP, tarihine bakıldığında birden fazla yenilgi ve ağır darbe süreci yaşamıştır. Büyük tahribatlarla karşı karşıya kalmıştır. Lakin her süreçten başarılı biçimde çıkma yeteneği de sergilemiştir. Bunu tespit etmek önemlidir. Zira bu, şu anlama gelir; kayıplarımız ağır ve ciddi de olsa, bu kayıplar bizlerin devrim ve savaş ısrarımızı geriletmemiş, bizleri eriyerek tasfiye olmaya götürmemiş, karamsarlıklara sürükleyerek sağa çark etme gibi yönelimlere sokmamış, sokamamıştır. Tersine, daha kararlı, daha bilenmiş ve daha iddialı yaklaşımla sınıf mücadelesi ve devrimin görevlerine sarılarak, partinin yaralarının sarılarak ilerletilmesine tanık olmuştur. Bugün aldığımız önemli kayıp karşısında da proletarya partisinin yönelim ve tavrı budur, bundan başka olamaz. Kuşkusuz her kayıp ve özellikle de ağır kayıplar mücadele veya örgütlenmemizde belli etkiler yaratır, yaratabilir. Ancak bunların geçici süreçler olduğu, sürecin devrimci rotada yeniden biçimlenerek zayıflıklarını aşıp daha ileri mücadelelere evirileceği kesindir, bundan kuşku duyulamaz. Belirleyici olan teknik-teknolojik üstünlük veya araç ve olanaklar değil, insan unsuru ve insanın bilinçli rolüdür! Kayıplarımız tereddüdün değil, keskin bilinçle daha fazla devrimcileşmenin gerekçeleridir! Sürecin ihtiyacı; pratik, pratik ve yine pratiktir!
16-31 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü
Niteliği geliştirme yolun Çizgileşmek şarttır. Net ve kararlı olmak kadar, doğrultusunda ısrarlı ve sistematik yürümenin kendisidir çizgileşmek. Çizgileşmeden çizgi arayışına girmek savrulma yoludur. Çizgileşmemiş kişilik her gördüğünden, her okuduğundan, her söylenenden etkilenerek rotasını şaşırmaktan kurtulamaz. Çizgileşmek devrimde, devrimcilikte ve bunların gereklerini yerine getirmekte net olmaktır. Çizgileşmek niteliktir. Nitelik olmadan savrulmak kaderdir. Nitelik olmadan gelişmek, değişmek ve değiştirmek hayaldir Niteliğin geliştirilmesi sorunu, ortak kabul gören bir durumdur. İlgili kapsamda niteliğin geliştirilmesi, kadro, üye ve faaliyetçinin nitelik olarak geliştirilmesiyle mümkündür. Mücadeleci veya faaliyetçi bütünde gelişecek nitelik, genel faaliyet ya da çalışmaların daha nitelikli hale gelmesini koşullayacaktır. Söz konusu nitelik veya niteliğin geliştirilmesi sorunu, çalışanların niteliğinin gelişmesi, bu bağlamda çalışmaların niteliğinin gelişmesi ve son tahlilde nitelikli bir örgüt ve mücadelenin gelişmesi tablosunu oluşturur. İhtiyaç olan ve talep edilen örgüt ve mücadele gerçekliği bu zeminde ortaya çıkar. Lakin bütün bunlar tembel, hantal ve lakayt çalışma tarzlarının geçerli olduğu durumlarda başarılamazlar. Tersine, çalışkan, konuşmadan çok iş yapmaya yönelmiş eylemci bir tarz, dinamizm ve gayretin somut olarak ortaya koyulmasıyla mümkün olur. Bir adım atmayı yeterli görev kabul eden, devrimci görev ve sorumlulukları belli işlerle sınırlayan, dolayısıyla görev ve sorumluluklarını kuşa çeviren, sığ zeminde ele alan, bu halle devrimcilik yapmaya çalışanlar ne kadar iyi niyetli olsalar da keskin ve kızıl sözler etseler de gerçek anlamda iş yapamazlar. Çalışkan olmak iş yapmanın şartıdır. Çalışmada bilinçli ve planlı olmak ise nitelikli iş yapmanın şartıdır. Her durumda iş yapılabilir ama önemli olan nitelikli işler yapmaktır. Bu da niteliğin genel devrimci ölçülerde yaratılması veya edinilmesiyle olanaklıdır. Ki anlamlı olan da nitelikli işler yapmaktır. Bunun yolu niteliği geliştirmekten, nitelik edinmekten geçer. Bugün ihtiyaç olan, nitelik ve nitelikli iş yapılmasıdır. Sıradan olmak sürecin kaldıracağı durum değildir. Kitlelerle birleşmenin, parti ve devrimi ilerletmenin, gerçek devrimci rolün ortaya konulmasının yolu kendimizden başlayan devrimcileşme eylemine samimi olarak girmektir. Aksi durumda dar döngü rutini, kader olarak yakamızı bırakmaz.
Başka bir jargonla; yabancılaşma ve yozlaşmaya meyletmiş, zordan sakınan ama rahata yelken açan, ilerletme ve geliştirme perspektifini yitiren, pasifist edilgenliğin hüküm sürdüğü atmosfere gömülen, idare edici ve mevcut olanla yetinmeyi kanıksayan, düşük devrimci ruh haline sahip ve bu halini sözle örtmeye çalışan çaresiz eğilimle, kaçak güreşe girerek oportünizmi yol eyleyen tavırla, planlı ve bilinçli çalışmadan kaçan, bin bir türlü bahane ve gerekçeyi kılıf edinerek görevlerini savsaklayan, net ve keskin tavra sahip olmayan, nihayetinde devrim ve halk sevgisinde bencilleşerek direksiyonu kendisinden yana kıvırmış olan, devrimci dinamizmini kaybetmiş olan, pazarlıklar yapıp şartlar öne sürerek durumunu kotarmaya çalışan, cüretini yitirip korku ya da bencil kaygıya esir düşen bir duruş ya da realiteyle durum ilerletilemez, devrimci rol sergilenemez, parti ve devrim ilerletilemez.
Devrim ciddi ve ağır bedelleri olan bir iştir! Bir oyun oynanmadığını, bilakis ciddi bir sorumluluk taşıyarak devrim gibi ciddi bir işe gönüllü olduğumuz bilinmek ve unutulmamak durumundadır. Bunun ağır bedellere mal olduğu ve ancak ağır bedeller pahasına yürütülmesi gerektiği bilinci, her faaliyetçi ve her devrimcide net olmalıdır. Devrimde samimi ve bilinçli olmak, özveri ve cürete sahip olmak, kararlı ve planlı hareket etmek, bu hedefler doğrultusunda pratikte bulunmayı esas hale getirmek gerekmektedir. Her
devrimcinin böyle şekillenmesi ilk şarttır. Bu şartı yerine getirmek zor değil, netlik gerektirir. Bu netlikle, zayıflıkların aşılması, devrim yolunda ilerlenilmesi kaçınılmazdır. Sınıf çelişkileri, toplumsal şartlar devrimin gelişmesi için elverişlidir. Bizlerin de görev ve sorumluluklarımızda doğru çizgiyi yakalayarak ilerlememiz, uğruna bedeller ödediğimiz devrimin, ulaşılmaz olmadığını gösterecektir. Bedeller ödemekten sakınmadığımız halde ve ağır bedeller ödediğimiz halde, daha bilinçli bir çalışma yönelimiyle ödediğimiz bedellerin karşılığını toplama imkanımızı neden göz ardı ettiğimiz anlaşılamaz bir durumdur. Tüzük zemininden bahsetmiyoruz, ideolojik-siyasi durumdan bahsediyoruz; parti üyeleri aşağıda açacağımız somut yönelim ve görevleri yerine getirmekle yükümlüdürler. Nitelikli örgüt ve mücadelenin yakalanması, kadro, üye ve faaliyetçilerin, bilinçli ve planlı bir yönelimle, eğitim çalışmalarına önem vererek ilgili niteliği edinmek için sıkı bir çalışma ve çabaya girmelerini gerektirir. Bundan hareketle diyebiliriz ki, zayıflıklarımızın tersinde bulunan ve tamamen mümkün olan yukarıdaki tablonun çizilmesinde ilk adım ve ilk halka kadro, üye ve her düzeyden faaliyetçilerin nitelik konusunda eğitimden geçmesi veya kendilerini eğiterek hedeflenen niteliği kazanmalarıdır. Köhnemiş ve kokuşmuş olan bir sistemle, bir sınıf ve onun iktidarıyla karşı karşıyayız. Kendimizi devrimci bilinç ve pratikle donattığımızda bu kokuşmuş sınıfları ve düzenlerini yerle bir edecek üstün bir dinamiğe ve
Perspektif
nda ilerlemek ihtiyaçtır!
şansa sahibiz. Her tarafı kan, katliam ve yalan kokan, talan ve sömürüye oturan, zulüm ve baskıya sığınan, zor hüneri ve esasta da kitleleri aldatarak ayakta kalan kitlelerin bir numaralı düşmanı olan bir iktidar, bir devler ve bunlara sahip sınıflarla mücadele etmekteyiz. Düzenin siyasi teşhirini, gerektiği kadar yoğunlaşmış bir çaba, çalışma ve örgütlenmeyle yürüttüğümüzde, bütün bu çalışmalarımızı pratiğe döktüğümüzde; düşmanın kitleleri manipüle edip aldatarak peşine takmasını engelleyebiliriz. Devrimci eylemimizle bu düzenin ne kadar kof ve kitlelerin ne kadar güçlü olduğunu gösterebiliriz. Eğer, bu doğru değil ve abartıysa, o zaman devrim ve devrimi gerçekleştirme iddiası yalandır. Ama bizce bu durum, tamamen gerçektir! Gerici sınıfları teşhir ederek gerçek yüzlerini halk kitlelerine göstermek mümkündür. Dolayısıyla, kitlelerin güvenebileceği alternatif sınıf gücü ve birliğini oluşturmayı başarabilir, kitleleri düzenden koparabiliriz. İşte bu doğruyu kanıtlamak ve bu gerçeğe ulaşmak için, görev ve sorumluluklarımızı netlikle ortaya koyup, bunlar temelinde kendimizi, örgütümüzü geliştirip ilerletme konusunda gerekli çaba ve çalışmayı samimi, bilinçli ve planlı bir yönelimle ortaya koymamız gerekmektedir. Eksik olan budur, yerine getirilmesi ve üzerinde durulması gereken de budur. Dahası, bu tamamen mümkündür. Gerçekleşmiş devrimler tarihine baktığımızda bunu görürüz. Yaşanan devrimler bunu doğrular. O halde gerçekleştirilmiş olanı ve gerçekleştirilmesi
mümkün olanı bizler neden gerçekleştiremeyelim? Gerçekleştirebiliriz! Daha fazla çaba, daha bilinçli ve planlı bir çalışma, daha özverili ve cüretli bir şekillenme, daha nitelikli bir devrimci kişilikle daha nitelikli bir örgütün yaratılmasıyla, bu tamamen mümkündür. Daha geri toplumsal aşamalarda yaşayan devrimci sınıflar bunu başardı. Bir dizi devrimler gerçekleştirildi, sınıf mücadeleleri devasa toplumsal ilerlemeler sağladı. Şimdi bunların büyük tecrübe ve birikimlerine sahibiz. Bilimsel teorimiz, ideolojimiz, siyaset, düşünce ve yeteneklerimiz daha gelişkin ve avantajlı durumdadır. Demek eksik olan bizler, bizlerin yönelim ve davranışı ya da tutumudur.
Köhnemiş gerici sistemi yıkmak için elzem olan devrimci çizgi ve proleter devrimci örgüttür! Karşı devrimci sınıfların da tecrübelerle geliştiği doğrudur. İktidarı ellerinde tutmaları, devlet gibi devasa bir gerici baskı aracına sahip olmaları ve bunların tüm olanaklarını kullanma bakımından önemli avantajlara sahip durumdadırlar. Ne ki, onların dünya görüşü, bilim ve gerçekler karşısındaki tutumu, sınıf karakteri, amaç ve hedefleri halk kitlelerine ters ve karşıdır. Gelişme dinamizmine sahip değil, yaşam karşısında gerici ve çürük durumdadırlar. Emeğe ve emekçi kitlelere düşmandırlar. Dünya ezilenlerine düşmandırlar. Gerici çıkarları temelinde ezilen sömürülen dünyaya düşmandırlar. Doğaya ve insanlığa düşmandırlar… Dolayısıyla geçici olarak ve zorla ele geçirdikleri tüm gücü
onların elinden çekip alarak, altlarını boşaltarak kof bir ağaç gibi devrilmelerini sağlayabiliriz. Nasıl mı? Halk kitlelerini uyandırarak! Dolayısıyla gerici sınıfları dinmek bilmeyen bir çabayla teşhir ederek, kitleleri aynı azimli çalışmayla bilinçlendirerek, kitleleri örgütleyip onlarla birleşmeye aynı gayretle yönelerek, devrimci eylemimizi geliştirip kitlelere güven veren ve onları birleştirerek örgütleyen sınıf kuvvetini tesis ederek, devrimci savaşı aynı ısrarla büyütüp halkın ordusunu yaratarak… Özcesi, kitlelere düşman olan sınıfların kitleleri kandırma noktasında gösterdiği yeteneği, kitlelerin dostu olan bizlerin kitlelerle birleşme ve onları örgütleme çabasında göstermekle yapabiliriz. Kitleleri ezip sömüren, baskı altında tutup köleleştiren, yaşamlarını çekilmez hale getirerek onlara bin bir türlü acıyı çektirip açlık ve acıya mahkûm eden gerici sınıfların kitleleri aldatması mümkün olduğuna göre, tersi gerçekliğe ve dinamizme sahip olan bizlerin bu durumu tersyüz etmemiz de son derece mümkündür. Zorunludur, görevdir! Devrimin buradan geçeceği bilince çıkarılarak, kitlelerin aydınlatılmasına ve aydınlatılması için gerekli olan çaba, çalışma ve mücadele biçimlerine vb. başvurarak başarıya ulaşmamız ertelenemez bir zorunluluktur. Ve yeniden başa döneriz ki, bütün bunlar için yarım yamalak değil, eğreti ve elastiki değil, aşınmış ve yabancılaşmış değil, körelmiş ve pasifleşmiş değil, tembel ve yorgun değil, hantal ve edilgen değil; parlak ve dinamik, çalışkan ve atak, bilinçli ve planlı, fedakar ve cüretkar, yaratıcı ve geliştirici, gelişen ve geliştiren, eylemci ve devrimci, net ve keskin bir devrimci kişiliğin ve çalışmanın ortaya koyulması şarttır. Tayin edici olan bilinçli insanın müdahalesi, devrimci irade, eylem ve rolüdür. Çizgileşmek şarttır. Net ve kararlı olmak kadar, doğrultusunda ısrarlı ve sistematik yürümenin kendisidir çizgileşmek. Çizgileşmeden çizgi arayışına girmek savrulma yoludur. Çizgileşmemiş kişilik her gördüğünden, her okuduğundan, her söylenenden etkilenerek rotasını şaşırmaktan kurtulamaz. Çizgileşmek devrimde, devrimcilikte ve bunların gereklerini yerine getirmekte net olmaktır. Çizgileşmek niteliktir. Nitelik olmadan savrulmak kaderdir. Nitelik olmadan gelişmek, değişmek ve değiştirmek hayaldir. Dünya kana boğulurken, felaketlere sürüklenirken, bebekler açlıktan ölüme mahkûm edilip gerici savaşlarda acımasızca yok edilirken, insanlık gerici hegemonya ve barbarlıklar uğruna yok edilirken, somutumuzdaki gericilik en vahşi saldırı ve katliamlarla zulüm edip en ağır baskılarla toplumu ezip köleleştirirken, bunlara dur demek için yola çıkmış devrimci ve komünistlerin vasat çalışma ve mücadelesi kabul edilemez. Varsın “üstün beyinler büyük işlerle” uğraşa dursunlar, biz devrimci ve komünistlerin pratik görevlerimizi yerine getirmekte kaybedecek bir anlık bile zamanı yoktur. Dünyayı kurtaracak olan üretenler ve emek verenlerdir; bunların devrimci eylemidir.
14 analiz haber
16-31 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü
Sınıflar mücadelesi tarihi gibi, hapishaneler tarihi kan emici vampirlerin kanlı tarihlerinden öte, ezilenlerin, devrimcilerin, komünistlerin, yurtseverlerin direnişini yazmaktadır. Onların direniş geleneğiyle geleceğe yürümektedir. Düşürülmüş, hiçleştirilmiş, kişiliksizleştirilmiş, onuru ayaklar altına alınmış bir insan profili, gerici egemen güçlerin arzuladığı insan profilidir Faşist Türk egemenlik sisteminin tarihsel süreçler boyu uyguladığı tüm katliam, baskı, şiddet, politikalarını, 15 yıllık AKP iktidarı eliyle daha da kurumsallaştıran Türk hâkim sınıfları, güncel süreç bazında niteliğini, açık faşizm koşullarıyla ortaya koymuş ve 12 Eylül, 12 Mart gibi darbeci bir iktidar olarak Türkiye-Kuzey Kürdistan ezilen halkları ve mazlum ulusları üzerinde zulüm estirmektedir. Mevcut tüm veriler ele alındığında, gerici burjuva klikler arasındaki iktidar dalaşı ve çatışma, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesinin direnci ve buna karşı geliştirilen “topyekûn savaş konsepti”, toplumsal muhalif dinamiklerin tavrı, geniş yığınlarda “sessiz” büyüyen derin hoşnutsuzluk vb. gibi toplumsalsosyal gelişmelerin, rejimin siyasal ve iktisadi çıkmazları ile birleşerek yarattığı derin yönetememe bunalımı, Türk hakim sınıflarını, varlıklarını korumak için, açık faşizm koşullarının, ideolojik, siyasal, askeri ve “hukuksal” dayanağı olan kalıcı bir darbe ortamını hakim kılma sürecine evirmiştir. Bu; niyetten öte, Türk hâkim sınıflarının gerici iktidarlarını korumak için zorunlu başvurduğu en barbar ve vahşi yöntemdir. Darbe ve açık faşizm, iktidar hırsı ve tüm toplumdan öç alma duygusundan “bağımsız”, sınıfsal karakteridir ve bu niteliğe uygun kurumlar-kişiler üzerinden özel araç ve amaçlarla uygulanmaktadır. Erdoğan/AKP iktidarı, OHAL, KHK bunun mevcut somut örnekleridir. Her burjuva siyasal iktidar gibi, diktatörlük, darbe koşullarının uygulama biçimi olan açık faşizm koşullarının temel sınıfsal niteliği, burjuva veya onun özünü belirlediği sermaye biçiminin önündeki tüm iktisadi-sosyal engellerin kaldırılması, sınırsız hakimiyetinin sağlanması ve bunların ihtiyaçlarına göre toplumsal-iktisadi-sosyal koşulların düzenlenmesidir. Bu kısa vurgu bağlamında, Erdoğan/AKP diktatörlüğü şahsında ifadesini bulan tüm uygulamalar, planlanan tüm politikalar, ulusal-sosyal devrimci-komünist güçler başta olmak üzere, tüm toplumsal muhalif dinamiklerin tasfiyesi için planlanan tüm askeri stratejiler, sermayenin bekası için kurumsal bir güç ve gerici sınıf iktidarı olan devletin politikalarının özünü teşkil etmektedir. Başka bir anlatım ile geniş halk yığınları ile egemen sınıflar arasındaki çelişme, biçimi nasıl olursa olsun, burjuva ya da onun türevleri niteliğindeki iktidarların aktüel görevlerini, baskı, şiddet ve zor araçlarına hangi düzeyde başvuracağını tayin eder. Erdoğan/AKP iktidarı da komprador işbirlikçi tekelci sermayenin özgün tarihsel koşullara göre ihtiyaçlarını üstlenmekte ve bunu niteliği olan faşizm koşullarıyla uygulamaktadır. Erdoğan’ın “OHAL’i biz iş dünyamız daha rahat çalışsın diye yapıyoruz. Grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifade ederek anında müdahale ediyoruz.” biçimindeki açıklaması, tam da bu gerici rolünü ifade etmektedir. Türkiye-Kuzey Kürdistan da toplumun her alanına, baskı, şiddet uygulayarak bu rolünü yerine getirmeye çalışan Türk hâkim sınıfları iktidarı, hapishanelerdeki devrimci-komünist tutsakları da tıpkı toplumun diğer devrimci dinamik güçleri gibi, teslim alınması gereken alanlar olarak görmekte ve faşist baskıların uygulama sahasına hapishanelerdeki devrimci tutsakları da alarak derinleştirmektedir. Zalimliği ve zulmünde, tarihsel karanlık temsiliyetleriyle, kara cüppesini giyerek buluşan Erdoğan’ın, tıpkı 12 Eylül askeri faşist cunta sürecinde olduğu gibi, Guantanamo örneği üzerinden “tek tip elbise” uygulamasına geçiş süreci ilanı, gerici sınıfsal karakterinin, uluslararası ve Türk egemenler sisteminin kanlı tarihlerinden feyiz alarak yeniden gündeme almış olduğu saldırıdır. Bu bağlamda; baskı, sömürü ve zulüm düzeninin
Tek tip elbise saldırısına karşı son sözü direnenler söyleyecek! devamını sağlamak ve bunun için en barbar araç ve yöntemleri devreye koymak üzere, siyasal ve askeri olarak teşkilatlanmış faşist diktatörlük, devrimci ve komünistleri tecrit ederek teslim alma saldırısının önemli bir ayağı olarak hapishanelerde, yeni bir saldırı aşaması belirlemiş durumdadır. “Tek tip elbise” saldırısı gerici iktidarın, bugün hapishanelerde var olan tecrit, izolasyon, işkencelerle teslim alınamayan; tek başına da kalsa devrim ve özgürleşme ütopyasından vaz geçmeyen devrimci ve komünist tutsakları, teslim alma, aşağılama ve kimliksizleştirme operasyonudur. Kuralsız ve fütursuz bir şekilde, içerde-dışarıda ezilen halklar ve devrimci-komünist önderlikleri teslim almak, devrim ve özgürlük bilincini, toplumun sorgulayıp ileriyi temsil eden değerlerde birleşme dinamiğini, faşizmin kudurgan saldırılarında ortadan kaldırmak ve sadece var olan devrimci, ilerici, komünist güçleri tasfiye etmek değil, aynı zamanda devrimin potansiyel güçleri üzerine ölü toprağı örtmek için, ideolojik, askeri siyasal hegemonyayı tesis etmek gibi kapsamlı gerici bir konsept geliştirilmiş bulunmaktadır. Kuralsız ve dizginsiz kan emiciliğin hesapsız bir üslup ve uygulama ile somutlaştığı Erdoğan/AKP iktidarı, bu konsepti sınıfsal karakterinin niteliği yanında, seçtiği uygun bağnaz, kafatasçı, ırkçı, cihatçı kişiliklerle, “sıfır toleransla” uygulamak istemektedir. Açık faşizm koşullarının hüküm sürdüğü Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyası, son teknik donanımlı militarize güçlerle kıyımdan ve kırımdan geçirilmekte, özel savaş konseptiyle kuşatılmış bulunmaktadır. Temel hedef tüm toplumu teslim almak, ideolojik, siyasi ve askeri hegemonya kurmaktır. Kitlesel operasyonlarla,
devrimci, komünist, aydın, gazeteci, sanatçı, akademisyen, sendikacı, öğrenci gibi geniş toplumsal dinamiklerin, belirsiz bir “suç” ve “suçlu” histerisi ile tutuklandığı hapishaneler, şimdi kitlesel teslim alma saldırıları ile birleştirilerek, içerde-dışarıda tam bir tahakküm kurulmak istenmektedir. Hapishanelerdeki devrimcikomünist tutsakları esas alan “tek tip elbise”, bu teslim alma operasyonlarının yeniden gündeme alınmış kirli silahıdır.
Tek Tip Elbise vahşetin, işkencenin ve zulmün simgesidir! Erdoğan/AKP iktidarı, siyasal-ideolojik akranlarıyla kirli iktidar dalaşı olan 15 Temmuz darbe girişimi ve akabinde gerçekleştirdiği “sivil” darbe ile siyasal, ideolojik, askeri tüm saldırılarına, “darbe” sürecini gerekçelendirerek yön vermekte; “darbe” ile “mücadele” adı altında Kürtlere, Alevilere, işçilere, öğrencilere, aydınlara ve bu sosyal güçlerin kişi ve kurumsal önderliklerine saldırmaktadır. Darbeye kalkışan güçlerin, “darbeci” olarak değil de, “terör suçlusu” kapsamında yargılanması, öyle hesapsızca yapılmış bir tercih değil, tam da esas yönelmek istedikleri ulusalsosyal kurtuluş güçleri ve toplumsal muhalif dinamikleri ezmek amacıyla gerekli “hukuksal” zemini oluşturma maksatlıdır. Ezilen halkların, mazlum ulusların özgürlük ve kurtuluşu için, tarihin en yüce davasını omuzlayan ve bu uğurda hapishanelerde bulunan devrimci-komünist tutsaklarla, mevcut iktidarın siyasal, tarihsel ortakları olan faşist “darbecileri”, hukuken aynı statüye koymak, böylece devrimci-komünistlere karşı geliştirilen her türlü saldırıyı, “Darbecilere yapıyoruz.” diye “meşrulaştırmak”, bu kirli “hukuksal” tanımlamanın özüdür. OHAL koşulları ile son on yılın
16-31 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü
15
en ağır hak gaspları ve işkenceleri bugün hapishanelerde yaşanmaktadır. Devrimci tutsaklar fiili tavırlarla ve uyarı eylemleriyle bu sürece tavır almakta ve bu süreç kapsamlı bir direnişi mayalamaktadır. Şimdiden, hem devrimcilerin bu direnişinin toplumla buluşmasını engellemek, hem de tek tip elbiseye karşı devrimci tutsakların direnişini etkisiz kılmak için, “Darbecilere yapılıyor.” diye toplumsal manipülasyon yaratılacak ve devrimci tutsaklar toplumla buluşmayan bir direniş çizgisinde kuşatılmak istenecektir. 12 Eylül faşizminin “karıştır-barıştır” siyasetinin daha kapsamlı ve planlı halidir bu. Çünkü bugün söylem bazında da olsa, “barıştırma” üzerinden bir manipülasyon yapılmıyor. Karıştır ve esas hedefi en vahşi araç ve yöntemlerle imha etmekten, hiçbir koşulda sakınma siyaseti vaaz edilmektedir. Erdoğan/AKP iktidarının, “darbe ve terörle mücadele” adı altında alanlara topladığı geri kitlelere, “idam isteriz” sloganları, vaaz edilen bu siyasetin bir parçasıdır. “Darbecilere” karşı “toplumsal bir talep” denilerek gündeme alınan idamın esas hedefinin devrimciler ve komünistler olduğu açıktır. Darbeci subaylara yapılan işkence görüntülerinin yandaş medyadan servis edilmesi ve akabinde işkencenin, tüm toplumsal eylemlerde bir linç hareketi olarak kullanılması, faşist iktidarın bu sürece özgü bir başka planlı siyasetiydi. Şimdi de yaptığını dahi savunamayan, mahkemelerde eylemi hakkında hiçbir siyasal tutum sergilemeyen, diz üstü çöküp “devletin kutsallığı ve bölünmezliği” üzerinde yemin eden darbeci subayların mahkeme yargılamalarında, bir subayın “Hero” yazılı tişörtü gerekçe yapılarak, hapishanelerdeki devrimci tutsaklara, zindanlardaki devrimci direnişler tarihinin “Kefendir. Yaşarken giymeyeceğiz.” şiarıyla parçaladığı tek tip elbise dayatılmaktadır. Tek tip elbise, bugün güncel olarak gerici burjuva medya tarafından tartıştırıldığı gibi, sadece ABD emperyalizminin, Guantanamo vahşetinin bir icraatı değildir. Toplama kamplarında Nazilerin elinde tek tip elbise, teslimiyet ve onursuzlaştırmanın, insanı aşağılamanın kirli bir silahıydı. Özgürleşme bilincinde yürüyenlerin direnişleri karşısında paslanan bu kirli silah, 12 Eylül askeri faşist cuntası tarafından da kullanıldı ve devrimci iradenin hükmünde tarihin karanlık sayfasına gömüldü. İŞİD barbarlığının boğaz kesme sahnelerinde, yine bu kirli silahı görmekteyiz. Sınıfsal karakter, ideolojik doku ve siyasal ortaklık bazında, tarihin ve güncelin bu vahşi güçlerinden beslenen Erdoğan/AKP diktatörlüğü de tarihin aynı karanlık sayfasına adını yazdırmak için, hapishanelerde tek tip elbiseyi gündemine almıştır, uygulama için “hukuksal” ve teknik olarak hummalı bir çalışma içindedir. Tek tip elbise; devrimciler ve komünistler açısından hiçbir meşruluğu olmayan, burjuva hukukla ilgili bir alan ve uygulama değil, faşizmin direk bir hedef seçimidir. Bu hedef, 12 Eylül askeri faşist cuntası döneminde, “Cezaevinde tutulanlar da askerdir.” mantığı ile “meşrulaştırılıyordu”. Burada özne olan hapishanelerdeki tutsakların “asker” olması meselesi değildir, bu “hukukileştirme” ile, tek tip elbise ile hedef haline getirilmesidir. Bugünde bu durum burjuva hukuk dışı bir metaforla, “terörist-darbeci” kavramları üzerinden yapılmaktadır. Özü; faşizmin devrimci-komünist tutsakları direk hedef seçmesidir ve hedefe konan devrimci tutsakların bu yöntemle tüm insani, ilerici değerlerinden soyma yöntemidir. Faşizm üniformayı bir güç simgesi olarak kurumsallaştırırken, tutuklunun giydiği elbiseyi, elbisenin rengini, güçsüzlüğün ve iradesizliğin aracı olarak uygulamaktadır. Hedef seçilen kişi ya da sosyal grup kendisini güçsüz ve silahsız hissetmelidir. Hedeftir; ama bir hedefe yürüyecek bilinci, iradesi, gücü olmamalıdır. Tıpkı hapishanelerde, işkencehanelerde, işkence gören kişinin, çıplak bırakılması gibi. Çıplak arama, çıplak işkence ve çıplak bırakıldıktan sonra, belirlenen kıyafetlerin giydirilmesi, biçimsel bir yönelim değil, güçsüzleştirme, iradesizleştirme, onursuzlaştırma ve teslim alma amacına yönelik yöntemlerdir. Diyarbakır zindanlarını, Metris’i, Mamak’ı, özel tipten F tipine kadar, Guantanamo ile Türkiye Kuzey Kürdistan zindanlarını, Evrenlerle Bushları, Hitler ile Erdoğan’ı türdeş yapan, tarihin karanlık sayfasında buluşturan, kişi-sıfat ve zaman farkı olsa da ezilenlerin mücadelesini omuzlayan devrimcikomünist öznelere karşı geliştirdikleri vahşettir, katliamdır ve barbarlıktır. Tarihsel süreç boyunca, hapishaneler, burjuva veya gerici türevleri olan faşist “TC” iktidarlarının, “terbiye”, “teslim alma”, “iradesizleştirme” ve iradeye güç geçiremediği zaman vahşi işkencelerle, devrimcilerin bedenlerini yakarak, kurşunlayarak katletme alanları olmuştur. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da faşist iktidarların sopası olarak kullanılan hapishanelerin tarihi bu konuda sayısız örneklerle doludur. Binlerce devrimci-komünist ve yurtseverlerin kanlarıyla, canlarıyla, ölüm oruçlarıyla, “kanla yazdıkları tarih” canlı hafızamızdır. Diyarbakır, Metris, Buca, Ankara, Bayrampaşa, Ümraniye katliamları, 1982, 1984, 1996, 2000 ölüm oruçları süreçleri, devrimci ve komünistlerin teslim olmayıp, başı dik, hâkim sınıfların her türlü onursuzluğunu direnişlerinde hükümsüz kılmalarına sadece birkaç örnektir. Devrimcilerin-komünistlerin tutsak olması, sınıf mücadelesinin tatil edildiği tarihsel kesitler değil, sınıf mücadelesi alanlarından olan hapishanelerde derin bir çatışma ile sürdürülmesidir. Özellikle devrimci iradenin ve kararlılığın, ezilen-sömürülen halkların davasına bağlılığın, insan benliğinde esas silaha dönüşerek bu derin çatışmada mevzilenmesi, buna karşı hâkim gerici iktidarların tüm teknik olanak ve militarize güçlerle; tüm yaşamsal hakları, insan olma onurunu, baskı ve şiddet aracı haline getirerek saldırması, bu son derece eşitsiz koşullardaki çatışmayı daha da zorlaştırmaktadır. Bundan dolayıdır ki, sınıf mücadelesinin bu alanlarında, ortaya çıkan ve devrimle karşı devrim arasındaki çatışmayı yönlendiren devrimci ve komünist irade, her türlü fiziksel-bedensel çapı aşan düzeydedir. İşte bu iradeyi kırmak, “ceza hukuku” ile elde edemediği siyasal ideolojik sonucu elde etmek için, faşizm hapishanelerde devrimci tutsakları hedef haline getirmektedir.
YÖNELİM
≫ Kazım Cihan
ŞAHİN, MERCAN VE DOKTOR
D
uraklarda ölürüm demeyen durak bilmeyen komünizmin yol yürüyüşçüleriydi onlar... Yılmaz bir kararlılık, kazanma sevdalısı bir gelecek, karanlık ablukayı dağıtma cüreti olan tufandılar. Candılar, yoldaştılar! Bu iş buraya kadar demeyenlerin öncüsü ve stratejik konumlanmış nitel ordusuydular. Kökleri sonsuz, ufukları da dünyaya sığmayan derinliklerdeydi. İlmek ilmek gelecek örüyorlardı. Komünizm inşacılarıydılar. İnkara gelmez emeğin, yabancılaşmaya meydan okuyan cüretiydiler. Vahşi gerici dünyanın tarihsel nedenlerinin bilincinde, devrimci savaşla onu değiştirmenin hakikat yürüyüş çizgileriydiler. Reel burjuva pozitivizminin ağını parçalayan, sadece yorumlayan değil değiştirme pratiğinde de olan filozof, devindiricilerdi onlar. Geleceğin yeni günlerinin ışığı, karanlığı parçalama şafağıydılar. Aşk`tılar, Sevda`ydılar. Fetheden Şahin`diler. Devrim için esen Tufan`dılar. Sonuna kadar devrim, zafere kadar savaş melodisiydiler. Bir mahkûmiyet değil, zorunluluğu fethetmenin; bu doğanın, insanlığın özgürlük Şahin`leri, kadın kurtuluşunun Mercan`la nakşetmiş, Tufan`ca esintileri Harde Dewreş`ten Mezopotamya`ya, Irak`a ulaşıyorlardı. Kandil`de Mercan çiçeği olarak açıyorlardı. Halklarımızın Birleşik Devrimci Hareketini Şahin`ce yaratıyorlardı. Munzur kayalarından bizlere sundukları bir ölümsüzlük iksiridir. Yeni yaşam çağrısıdır. Abide değil, tarihsel bilgi ve inanç çağrısıdır. Kabulümüzdür! Talimatlarının başımızın üzerinde yeri var. Bilincimiz budur. Sosyalizm mücadelemizde buzları kırıp, yolu açtınız. Özgür Dersim, Birleşik Demokratik Sosyalist Kürdistan, Sosyalist Türkiye, Komünist Dünya seslerinizi hep duyacağız. Kaypakkaya`cı yeni dirilişinizi hep yaşatacağız! Emin olun, emirlerinize ulaşma azmimiz ve cüretimizin öğretmenleri olarak yanımızdasınız. Kanla yazılmış bir destanın, bütün imparatorlarını yıkacağız. Ardınıza dizilmiş ordularınızın içindedir yüreklerimiz. Bilinçlerimiz konuşacak, yürekleriniz susmayacak, bilekleriniz bükülmeyecektir. Sitem yok, yakınmak hiç! Saflar yeniden tanzimdedir. Bizler sizin yoldaşlarınızız. Tanırsınız bizi. Kazanma azmi parıldayan savaş siperlerindeki mevzilerinizde olacağız. “Çok şey yaptık” demeyen, “ne yaptık ki?” diyen; devrime hep “borçlu”lar olarak yürüyeceğiz. Halklar stratejik olarak yenilmez, devrim bitmez! Dersim`den Ortadoğu`ya devrim Tufanı sönmez. Kandilin Mercan çiçeği solmaz. Şahin`le yürüyüş bitmez. Telaş yok! Şahin şafağı sökmez. Haydi yeniden, yeniden ileri! Kapitalist moderniteye karşı, yeni komünal, sovyetik sosyalizm için ayakta olacağız. Soykırıma, faşist diktatörlüğe karşı dövüşümüz, görev ve haktır. Susmayacağız… Kaypakkaya`cı tarihimiz bir derstir, durmayacağız. Emperyalist 3. Dünya savaşı planı ve bölgesel statükoyu yıkacağız! Ve evet biz kazanacağız! Şahin’in her şeyi, -bilimsel bilgi de dahil- diyalektik ve tarihsel materyalizmi, dinselliğe ve dogmatizme karşı duran ve mücadele eden ruhunu özleyeceğiz. Aynı ruhta Tufan’ın (Doktor) esintisini, Mercan’ın geleceği ören ellerini arayacağız. Partinin tüm tarih bilincinde yoğrulmuş, komünizmi uygula, bölünme birleş, halkı sev, devrime sarıl, talimatlarından öğreneceğiz. Şahin 3. Kongrenin tayin edici öznesi, Parti Merkez Komitesi Kolektif iradesinin Sekretarya sorumlusudur. Mercan Parti Kongresinin kadın meşalesidir. Tufan (Doktor) aynı amaçta bir komuta merkezidir. Şahince kudretli olacağız, cüret edeceğiz, daha ileri çıkacağız bizim yapacağımız da budur!
16 analiz haber Baştarafı sayfa 14-15’de “TC”nin geçmişteki tüm iktidarları ve bunun en barbar hali olarak 12 Eylül Askeri faşist cuntası gibi, Erdoğan/AKP iktidarı, ülke sathında tek tip anlayış, tek tip kültür, tek tip inanç, tek tip ulus (Türk ırkçılığı) anlayışını hâkim kılmak için, ortaya koyduğu siyasal-askeri stratejisinin bir parçası olarak, hapishanelerde tek tip elbise uygulamasını başlatmak istemektedir. Burada amaç tüm toplumsal muhalif dinamikler, onların devrimci-komünist önderlikleri gibi, devrimci tutsakların kişiliklerini ve politik benliklerini yok etmektir. Tek tip elbise dayatması, bunun en uç biçimidir. Ama saldırı kapsamlıdır. Televizyon, gazete, kitap, çay, yemek, havalandırma, avukat, görüş, iletişim gibi bir insanın en temel yaşamsal hakları, bu stratejik siyasetin bir aracı olarak saldırı haline getirilmekte ve bu saldırılar, işkencelerle, katliamlarla uygulanmaktadır. Türk hâkim sınıfları için hapishaneler mantığı, özelde F tipleriyle derinleştirilen izolasyon ve tecrit, “ceza infaz” kurumlarında yapılan faşist “yasal” değişiklikler, “yüksek güvenlik” adı altında, hapishanelerdeki devrimci tutsaklara uygulanan baskılar, bugün tek tip elbise ile yeni bir sürece evrilmekte ve bu sürecin ana niteliği daha ağır baskı koşulları olacaktır. OHAL, KHK’ler ve tek tip elbise
içerde ve dışarıda her türlü örgütlenmenin ve örgütlü güçlerin benliklerini, bilinçlerini, irade ve eylem kabiliyetlerini, itiraz etme ve daha güzel bir dünya istemlerini kuşatma seferleridir. İşte bu nedenle, içerde ve dışarıda direnmek, tüm direniş mevzilerini birleştirmek, faşizmin beyhude çabalarını boşa çıkarmanın tek yoludur.
Tek Tip Elbise saldırısı ile faşist diktatörlük hayatın her alanında teslimiyet dayatıyor. bu abluka direnişle parçalanacaktır! Sınıflar mücadelesi tarihi gibi, hapishaneler tarihi kan emici vampirlerin kanlı tarihlerinden öte, ezilenlerin, devrimcilerin, komünistlerin, yurtseverlerin direnişini yazmaktadır. Onların direniş geleneğiyle geleceğe yürümektedir. Düşürülmüş, hiçleştirilmiş, kişiliksizleştirilmiş, onuru ayaklar altına alınmış bir insan profili, gerici egemen güçlerin arzuladığı insan profilidir. Faşist diktatörlüğün bu arzularını hayatın her alanında, içerde ve dışarıda, kursağında bırakmak, onların ulaşmak istedikleri hedefi, en geri koşullarda dahi örgütleyeceğimiz direnişlerle parçalamak için yeterli tarihsel birikime, tecrübeye, iradeye ve kararlılığa sahibiz. Bu anlamıyla, somut olarak, “içerde ve dışarıda, tek tip elbiseyi parçalamak”, somut sürecin hapishane-
16-31 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü
ler özgülünde önümüze koyduğu temel görevdir. Faşist diktatörlük, uzun hapishaneler pratiğinde teslim alamadığı devrimci ve komünist iradeyi yeniden sınamak istiyor. Açlıkla, işkenceyle, kurşunla, cinayetle teslim alamadığı özgürlüğe sevdalı bilinci, şimdi tek tip elbise ile daha üst düzeyde bir çatışmaya, bir muharebeye davet ediyor. KABÜLÜMÜZDÜR! Ölüm, açlık ve işkenceler altında, bedenimizde iradeleşen devrim ve özgürlük ütopyamızdan öte silahımızın olmadığı bu muharebeyi kabul etmemiz; ölüme sevdalı olduğumuz, ölümü kutsadığımız anlamına gelmemelidir. Ama yaşam hakkının kutsallığı, kölece yaşamı kutsayıp özgürlüğe sırt dönmek değil, kölece yaşamı reddedip özgürlük için savaşmaktır. Bu savaşın sahalarından biri olan hapishanelerde, özgürlük, halkların kurtuluşu davası, çıplak bedenin ortaya çıkardığı o muazzam devrimci irade ile ölümü bir tehdit olmaktan çıkarmakta, devrimci ve komünist iradenin o muazzam gücünde, düşmanı dahi terbiye etmektedir. Tavır somut ve açıktır. Faşist diktatörlüğün aşağılayıcı ve onursuz uygulaması olan tek tip elbiseyi giymeyeceğiz. Bu tavrımızdan bir adım dahi geri adım atmayacağımızı dost da düşman da biliyor, bilmelidir. Eşitsiz muharebe koşullarından kaynaklı, ellerimiz ve ayaklarımız bağlana-
rak giydirilse bile, tıpkı 12 Eylül askeri faşist cuntası döneminde olduğu gibi mahkemelerde, hastanelerde, ringde, hücrede, ellerimizi-ayaklarımızı her hareket ettirmede, bu onursuz elbiseyi parçalayıp atacağız. Çıplak bedenimizin morartılmayan, kanatılmayan, parçalanmayan bir yanı kalmasa dahi, nefesimizin yettiği her sloganımız, tek tip elbisenin parçalanması için göstereceğimiz direnişi büyütecektir. Saldırı kapsamlıdır ve buna karşı direnişte kapsamlı ve uzun erimli olacaktır. İçerde ve dışarıda bu uzun vadeli muharebeye hazır olmak, hapishanelerde gösterilecek direnişin dışarıda; işçi alanlarıyla, amfilerle, sokaklarla buluşması önemlidir. Bu sadece devrimci tutsakların yalnız olmadığı meselesi değil, somut olarak açık faşizm koşullarının her alana ilişkin sürdürdüğü saldırıları püskürtmek için gereklidir. Tek tip elbisenin parçalanması, aynı zamanda OHAL “hukuku” özgülünde açık faşizm koşullarının parçalanması, geriletilmesidir. Tekçi, diktatör Erdoğan/AKP şürekâsının, her alanda tekçi bir toplum yaratma projesi, ezilenlerin, muhaliflerin, devrimci ve komünistlerin kendi ilkeleriyle ördüğü her türlü direnişle aşılacaktır. Tek tip elbise saldırısında, son sözü yine direnenler söyleyecek!
≫ Derya İshak
AFORİZMA FETİŞİZM ÜZERİNE
F
etişizm, işçinin ürettiği şeylerin-metaların ve kapitalist meta-para sisteminin işçi üzerinde egemenlik kurmasıdır. Bir nevi yabancılaşma, yani işçinin emeğinin ürünü olan metaların-sermayenin bizzat ona dışsal bir olgu olarak görünmesidir. Fetişizm meta-kapitalist üretim sürecinin bir ürünüdür. İşçi sermaye ve meta üretir; meta ve sermaye ise işçi üzerinde bir güç olarak konumlanır. Onu egemenliği altına alır. Her şey tepetaklak olur. Üretici ve bu anlamda güç olan şey, bağımlı ve yoksun hale gelir. Kaynağı bir başka şeyde, işçinin üretim faaliyetinde olan sermaye ise bağımsız bir güç ve üreticiymiş gibi görünür. Kendi başına bir varlık ve üretici imiş gibi yansır. Ve somut bir güce kavuşur. Burada fetiş olan şey meta ve sermayedir. Çünkü sahip olmadığı, yoksun olduğu bir güce sahip gibi gösterir kendini. Meta ve sermaye üretici ve yaratıcı bir kaynakmış gibi görünür. Kendi başına bir varlık, değeri kendi özünden geliyormuş gibi algılanır. Dini fetişe benzer. Dinde fetiş olan şeyin kendi başına bir varlık ve aynı zamanda bir güç olduğuna inanılır. Meta fetişizmi dini fetişizmine benzese de süreçleri farklıdır. Biri maddi üretim, diğeri düşünsel bir sürecinin ürünüdür. Dini fetişizmde, bir düşünce faaliyeti, kültürel bir etkinlik bir nesneye açık bir anlam yükleyerek ona güç verir. Kültürel düşünce süreçleri fetişe güç kazandırmayacağına göre, dini fetiş zihinsel olarak ona verilen gücü, maddi anlamda gerçekte kazanmaz. Ama bir kültür bir şeyi fetiş haline getirirse, o kültürün üyeleri o nesneyi güçle donanmış gibi algılar duruma gelirler. Yanlış bir şekilde o nesneye atfedilen şey, onun aslında varmış gibi yaşanır.
O halde fetiş, kendisini hakikatte yoksun olduğu bir güçle donanmış gibi gösterir. Gerçek dünyada gücü yoktur, dini dünyada, bir yanılsamalar dünyasında gücü vardır. Kapitalist fetişte güç görüntüsü bir düşünce sürecinden değil bir üretim sürecinden, meta toplumunun örgütlenme şeklinden kaynaklanır ve meta üretiminin bir parçasıdır. Ekonomik fetişizmde, gerçeklik ile görüntüsü arasında ters bir orantı vardır. Akıl fetiş olanı onaylar; dinde olduğu gibi yaratmaz. Metalar değişim değerine sahiptir ve sermaye üretkendir. Bu özellik, ona maddi üretim sürecinde kazandırılmıştır. İşçinin maddi üretim süreci olmasaydı ne değer ne de sermaye ortaya çıkardı. Bu gerçeğe rağmen metanın değerinin bu süreçten bağımsız, kendi içine gömülü bir güç olarak görünmesi meta fetişizmidir. Yanılsama, aslında bu güç maddi üretim tarafından kendisine verilmiş olmasına rağmen, bu güce asli olarak kendiliğinden sahip olduğuna dair sanrıdır. Bir meta üretmek için geçen süre, metanın değişim değeri şeklini alır. Üretim araçlarıyla çalışan insanların üretkenliği sermayenin üretkenliği biçimini alır. Biçimler görünürdür, fakat çalışma faaliyetindeki temelleri görünmez. Toplumsal ilişkinin yarattığı biçimler, maddi içeriği gizler. Ürünlerin değişim değerine sahip olması, emeğin toplumsal biçiminin sonucudur ve bir ürünün ne kadar değişim değerine sahip olduğu, ona ne kadar zaman harcandığıyla ilişkilidir. Fakat değişim değeri, süreçte emeğin maddi temelinden kopar ve metanın kendi özünden kaynaklanır gibi gözükür. Metanın değişim değeri vardır, onun kaynağı üretim sürecinin kendisi ve emektir ama bu özellik piyasada metanın kendisinden kaynaklanıyor gibi algılanır. Değişim değeri, bir şeyin toplumsal
niteliğidir ve fetişizm, kişiler arasındaki bu maddi ilişkileri örter, kaynağını da gizler. Değer üretimi, kullanım değerinin yanında değişim değerinin de üretildiği ekonomilere özgü bir durumdur. Değer üretimi, değer olarak ürün üretmektir. Artı değer üretimi ise üretken süreçte kullanılan değerden daha büyük bir değer üretmektir. Değişim değerinin maddi temelinden ayrılıyor gibi olması piyasada meydana gelen bir olaydır. Değişim değerinin metanın içinde saklı ve piyasada bizzat kendisinden kaynaklanıyormuş gibi görünmesi, piyasada şeyler arasındaki ilişkinin toplumsal ilişkilere baskın gelmesiyle ilişkilidir. Üretim sonucu meydana gelen ürünler, toplumsal değişim sürecinde gerçekleştikleri için üretim ile değişim süreci arasında bir giz ortaya çıkar. Toplumsal süreç, üretim sürecinden uzaklaşır ve ona egemen olur. Şeyler arasındaki ilişkiler, kişiler arasındaki maddi ilişkilere baskın gelir. Sanki ürünler nedeniyle insan emeğinin değeri varmış gibi görünür, oysa gerçekte kendilerine emek verildiği için ürünlerin değeri vardır. İnsanlar, ilişkilendikleri ve dolayısıyla üreticiler olarak yaşamlarını düzenleyen değerin üreticisi olduklarının bilincinde değildirler. Dolayısıyla, şeylere geçmiş olan kendi güçlerinden-emeklerinden uzaklaşır ve yabancılaşırlar. Toplumsal bir ilişkinin şeyler arasındaki, metalar arasındaki bir ilişkiye dönüşmesi, yabancılaşma ve fetişizmin temelidir. Bu temel, ancak içeriğin kendini çıplak olarak gösterdiği, biçimin içeriği aşmadığı, onu gölgelemediği, üretici emeğin değişim değeri ve artı değere dönüşmediği bir toplumsal süreçte aşılır.
16-31 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü
analiz haber 17
' Vicdan ve Adalet Nöbeti'' eylemi üzerine Özcesi, iktidar ve gerici sınıfları az da olsa sıkıştıran, rahatsız eden, onlardan zerre kadar da olsa parça koparan, onların baskı ve sömürüsünü bir milim de olsa gerileten, onlara ve iktidarlarına karşı muhalefet ve mücadele niteliği taşıyan her türden ilerici, ileriye doğru, demokratik, meşru ve haklı mücadeleyi, hak taleplerini, muhalefeti desteklemek isabetli ve siyaseten doğru, gereklidir. Ne var ki, iktidarın ya da gerici sınıflar devletinin bu mücadelelerle veya bu nitelikteki mücadelelerle yıkılamayacağını açık dille propaganda etmeli, bu mücadele ve kitleleri iktidar mücadelesine yönlendirmeli, bu temelde bilinçlendirmeliyiz HDP, milletvekilleri ve belediye başkanlarının hukuksuzca tutuklanıp yargılanması ve maruz kaldığı kapsamlı baskılar şahsında, Erdoğan/AKP iktidarının kendisine dönük uyguladığı tekçi paradigmaya dayalı milli zulüm, baskı ve imha-inkâr eksenli topyekûn ırkçımilliyetçi faşist saldırı dalgasına karşı, gecikmiş de olsa, son derece haklı, meşru ve demokratik nitelikte tepkisini ortaya koymak üzere, “Vicdan ve Adalet Nöbeti” biçiminde bir “sokak” eylemi gerçekleştirmektedir. Bu eylemin her halükarda demokratik mücadele güçlerince desteklenmesi gerekmektedir ve desteklenmesi doğrudur. Eylemin CHP’nin “Adalet Yürüyüşü”nden esinlenerek geliştirilmesi ve benzeri nedenler gerçeği değiştirmez; eylemin durumunu, demokratik ve meşru niteliğini gölgelemez. Bu eylemin desteklenmesi, eylemin haklı, meşru ve demokratik nitelikte olması zemininde doğru yaklaşım iken, Kürt ulusuna dönük ırkçı-faşist milli baskı ve zulüm politikalarına karşı tutum alma zemininde de eylemin desteklenmesi neden bulmaktadır. Ki, HDP şahsında gerçekleştirilen saldırı ve baskılar doğrudan Kürt ulusunun demokratik meşru iradesine dönük saldırılardır. Kürt ulusunun iradesine yapılmış darbedir. Dolayısıyla eylemin desteklenmesini doğrulayan arka plan Kürt ulusuna dönük tekçi-faşist paradigma ekseninde uygulanan ırkçı-milliyetçi imha-inkâr saldırıları ve iradesine darbe yapılması gerçeğidir. Bu anlamda eylemi desteklemenin zemini HDP’ye uygulanan baskı veya vekillerinin tutuklanması biçiminde daraltılamaz. Ki bu dar çerçeveye oturtulsa bile, bu neden de eylemin demokratik olması için yeterli olmakla birlikte, desteklenmesi için de yeterli zemini ifade eder. “Vicdan ve Adalet Nöbeti” eylemine dönük stratejik yaklaşım bağlamında şu değerlendirme yapılabilir: Mevcut iktidar ve gerici hâkim sınıflardan vicdan beklemek, adalet
beklemek hayaldir. Bu tamamen doğrudur. Ancak, bu stratejik yaklaşımla somut siyaset veya eylem karşısında tutum belirlemek ya da buradan hareketle eylemi desteklememek gibi bir sonuca varmak siyaseten kusurludur. Faşist iktidar ve gerici sınıflardan ne vicdanlı olmaları ne adil ve adaletli olmaları elbette beklenemez. Fakat beklenmez diye, hak ve özgürlükler gibi demokratik mücadeleden, işçilerin ekonomik vb. talepli mücadelesinden, öğrencini akademik ve parasız eğitim talepli mücadelesinden, reformlar uğruna verilen mücadeleden vazgeçemeyiz. Ekmek, iş, özgürlük, daha iyi çalışma şartları, daha iyi ve eşit öğrenim koşulları ve benzeri taleplerle demokratik mücadele veren veya bu taleplerle sokaklara çıkanlara, “Bu iktidardan veya gerici sınıflardan bunları beklemek yanılgı ve hayaldir.” diyerek sokağa çıkmalarının anlamsızlığını söyleyip onları evlerinde oturmaya davet edemeyiz. Aynı şeyi parlamentoda bulunan demokratik niteliğe sahip HDP’ye de söyleyemeyiz. Özellikle de parlamento düzeyinde yasal zeminde bulunan bir siyasi parti olma pozisyonu dikkate alındığında mevcut eylemi tamamen anlaşılır ve pozisyonuna uygundur. HDP devrimci nitelikte bir parti değil, reformist demokratik bir siyasi partidir ve parlamentoda yer almaktadır. Bu göz ardı edilemez. Dahası parlamentoda bulunan bir siyasi parti olarak HDP’nin mevcut iktidar kliği veya partisine karşı muhalefette kendisi dışındaki iktidar karşıtı muhalefet pozisyonunda bulunan çeşitli partilerle somut muhalefet zemininde sınırlı ittifak ve eylem birliklerinde bulunması da anlaşılır bir durumdur. Bu bağlamda HDP’nin Erdoğan/AKP iktidarının faşist baskılarına karşı muhalefette CHP ile belli eylem birliklerine girmesi veya iktidar karşıtı muhalefet kapsamındaki eylemlerini desteklemesi HDP gerçekliği açısından anlaşılırdır. Devrimci kurum ve partilerin siyaset ve mücadelesi farklı, demokratik reformist zemin-
deki bir siyasi partinin muhalefet ve mücadelesi daha farklıdır ve ikisi aynılaştırılamaz, aynılaştırılmamalıdır…
Gerici iktidarı gerileten, parça koparan her mücadele desteklenmelidir! Özcesi, iktidar ve gerici sınıfları az da olsa sıkıştıran, rahatsız eden, onlardan zerre kadar da olsa parça koparan, onların baskı ve sömürüsünü bir milim de olsa gerileten, onlara ve iktidarlarına karşı muhalefet ve mücadele niteliği taşıyan her türden ilerici, ileriye doğru, demokratik, meşru ve haklı mücadeleyi, hak taleplerini, muhalefeti desteklemek isabetli ve siyaseten doğru, gereklidir. Ne var ki, iktidarın ya da gerici sınıflar devletinin bu mücadelelerle veya bu nitelikteki mücadelelerle yıkılamayacağını açık dille propaganda etmeli, bu mücadele ve kitleleri iktidar mücadelesine yönlendirmeli, bu temelde bilinçlendirmeliyiz. Ancak bu stratejik siyasi yönelim somut politikada demokratik hak ve talepler mücadelesini desteklemenin önünde engel değildir. Amaç haline getirilmemek kaydıyla reformlar uğruna mücadeleyi görev edinen bir anlayış ya da siyasi duruşun tavrı, demokratik zemin ve nitelikte gelişen hak ve taleplere dönük yaklaşımı sırt dönücü ve öteleyici değil, destekleyici ve birleştirici olmak durumundadır. Gerçekleştirilen bu eylemin değişik illerde tutulacak nöbetler-eylemler biçiminde gerçekleştirilmesi de esasta olumludur. Fakat söz konusu eylemin son tahlilde kitlesel bir harekete bürünmesi hedefiyle gerçekleştirilmesi ve bu anlamda eylemin geniş kitleleri kucaklayarak büyük bir kitlesel harekete dönüşmesi için final halkasında çekilmesi gereken son noktanın Kuzey Kürdistan illeri olarak saptanması isabetli olacakken, eylemin hedeflenen sonuçları elde etmesi için de gereklidir. Kuşkusuz ki, en geniş kitlelere ulaşmak ve bu kitleleri eyleme dahil ederek mümkün olan en geniş kitlesel hareket hedefine ulaşmak için Kuzey
Kürdistan illeri dışındaki diğer illerde gerçekleştirilmesi doğrudur. Ancak, mevcut iktidarın eylemi tecrit-izole eden tavrı dikkate alındığında eylemin bu kapsamda büyük kitlelerle kucaklaşması fiilen engellenmiş durumdadır ki, bu görülerek buna uygun bir politikanın izlenmesi doğru olacaktır. Dolayısıyla eylemin esas amacına ulaşması için buluşması gereken en geniş kitlesel niteliğinin rasyonel tabanı Kuzey Kürdistan illeri veya bura içinde belli il merkezleridir. Eylemin mevcut rotasını izleyerek son aşamada Kuzey Kürdistan coğrafyasında geniş kitlelerle taçlandırılması en doğrusu olacaktır. Demokratik ve ilerici kurum ve güçlerin HDP’nin bu eylemini desteklemekten öteye, sahiplenerek birleşmesi ve büyük kitlesel harekete taşınması hedefiyle hareket etmesi gerekmektedir. Sallantıda olan iktidara kitlesel hareketlerle darbeler vurup daha fazla zora sokulması ve geriletilmesi mümkündür ve bu bilinçle yaklaşım belirlemeli, tavır geliştirilmelidir. Toplumsal muhalefet ve kitlesel hareketler ne kadar yoğunlaşır, ne kadar gelişir ve büyürse, faşist saldırganlığın geriletilmesi ve zayıflatılarak durdurulması o kadar olanaklı ve mümkün olacaktır. Bu gelişmeleri demokratik kazanım ve ileri doğru gelişmeler olarak okumalı, bu doğrultuda kitlesel hareketlerin geliştirilmesine önem verilmelidir. HDP’nin ilgili eylemi bu zeminde rol oynadığında siyasi hedefine ulaşmış ve demokratik kazanımlar sağlamış olacaktır. Ancak bunun için demokratik kurum ve güçlerin kitlesel hareketlere gebe olan mevcut dönemde HDP’nin bu eylemini destekleyip birleşerek büyük kitlesel hareket düzeyine ulaşmasına katkı sunması gerekmektedir. Buradan devrim çıkacağını aklından geçiren bir budaladır. Ancak demokratik kazanım ve ilerlemeler sağlanamayacağını düşünenler de aynı düzeyde birer budaladırlar. Toplumsal kitleler ve dinamiklerin faşizmin korku kabuklarını kırıp giderek dirilmeye yüz tuttuğu ve kitlesel hareket dalgalanmalarına gebe olduğu mevcut toplumsal koşullarda demokratik hareket ve mücadeleleri destekleyip geliştirerek siyasi iktidarı gerileten siyasi dalgalanmalara varmak hem mümkün, hem de görevdir. HDP’nin mevcut eyleminin en ileri siyasi sonucu bundan daha ileri olamaz. Şayet mevcut eylem hedeflediği kitlelerle buluşur ve geniş demokratik güçlerce desteklenerek büyük kitlesel harekete dönüştürülür ve toplumsal bir dalgalanmaya vesile olursa, HDP milletvekillerinin serbest bırakılması gibi somut kazanımlarla sonuçlanması mümkündür. Aksi durumda somut kazanımlara ulaşması mevcut durumda mümkün gözükmemektedir. İktidarın varlığını sürdürmesi, devam ettirmesi faşizmi azgınca tırmandırıp sürdürmesiyle olasıdır. Dolayısıyla bu iktidar değişmeden açık faşizm hüküm sürecektir. Özellikle de genel seçimler gündemdeyken, iktidarın HDP’li milletvekillerini bırakması oldukça zayıf bir olasılıktır.
18 analiz haber Baştarafı 17. Sayfa Eylemin muhtevası ve yaratacağı muhtemel siyasal sonuçlar! Eğer HDP’nin söz konusu eylemi demokratik kurum ve güçlerce gerekli ilgi ve desteği bulursa demokratik kazanımlarla sonuçlanması ve belki geniş toplumsal muhalefeti tetikleyerek, büyük toplumsal harekete vesile olarak siyasi iktidarı yerinden etmesi mümkündür. Ancak bu zayıf ihtimaldir. Mevcut iktidarın gitmesi gelecek iktidarın demokratik olacağı anlamına gelmez. Ancak mevcut iktidar açık faşizm uygulamakla birlikte, iktidar pozisyonuyla demokratik mücadelenin somut hedefidir ve azgın baskı ve saldırı politikaları temelinde geriletilmesi ya da hedeflenerek düşürülmesi gerekendir. Olası bu kazanım demokratik güçlere moral veren bir gelişme olmakla birlikte, azgın faşist saldırıların geriletilmesi ve kitle mücadeleleri ile devrimci mücadelenin önünü açan bir süreç olarak da biçimlenebilir bir zemindir. Açık ki, şimdiki mücadelenin hedefi komprador tekelci sınıf ve kliklerden de olsalar muhalefet durumundaki düzen partileri değil, doğrudan iktidarda bulunan kesim ya da partidir. O halde somut mücadelenin geliştirilmesinde mevcut tehdit ve hedef iktidar edendir ve bu dikkate alınmak durumundadır. Elbette iktidarın faşist düzen partileri arasında el değiştirmesi durumunda iktidara yeni gelecek kliği destekleme veya onu olumlama ve benzeri durumunda olamayız. Zaten demokratik mücadelemiz de yeni burjuva faşist bir düzen partisinin iktidara taşınmasını değil, demokratik ilerleme ve kazanımların elde edilmesine dönüktür ve elbette somutta cereyan eden faşist dalganın kırılıp geriletilmesini, giderek demokratik hakların ve demokratik ortamın ilerletilmesini hedeflemektedir. İktidarı da hedeflemediğini ekleyelim. Buna karşın irademiz dışında veya bizlerden bağımsız olarak bu demokratik mücadele sürecinde başka bir faşist düzen partisinin iktidara oturması mümkündür. Ama bu bizlerin tercihi değil, devrimci güçler olarak iktidarı almaya hazır olmamamızın da bir sonucudur. Kısacası, olası bir siyasi iktidar değişimi durumunda, iktidara muhtelif bir faşist düzen partisinin gelmesi, bizlerin somuttaki faşist iktidara ve bu iktidarın azgın saldırı ve açık faşizmine karşı mücadeleden ya da demokratik mücadeleden geri durmamız gerektiği anlamına gelmez, bunu doğrulamaz. Daha açığı, CHP iktidara gelecek-gelebilir diye, şimdiki Erdoğan/AKP diktası ve onun açık faşizmine karşı mücadeleden geri duramaz, mücadeleyi erteleyemeyiz. Önce iktidar eden kesim, sonra yine iktidar eden kesim ve ta ki iktidarın devrimci sınıflar lehine el değiştirmesine kadar iktidardaki kesimi öncelikle hedefleyen bir mücadele yürütmek, böyle devam etmek… İşte genel doğru yönelimi budur.
16-31 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü
Taksicilik mesleği onursuz ihbarcılık müessesi haline getiriliyor! Taksiciler bilmelidir ki, kendilerinden ihbar etmeleri istenenler gerçek suçlular değil, kendi iktidarlarına tehdit gördükleri aydınlar, demokratlar, devrimciler, sosyalistler ve kendi mezhebi ve milliyetinden olmayanlardır, halkın çocukları ve sizlerin kardeşleridir. Gerici sınıfların faşist ve militarist iktidarı, gerici çıkarları uğruna kendi kardeşlerinizi ihbar etmeyin, sizlere dayatılan bu onursuzluğu kabul etmeyin! Son günlerde, haberlere konu olan taksiciliğe ilişkin yeni düzenleme dikkate değer bir meseledir ki, taksiciler derneği başkanı tarafından ve kimi bilinçsiz taksiciler tarafından güvenlikleri gerekçesiyle olumlu karşılanan ama taksicileri hedef haline getirerek onların yaşamını daha derin güvenlik tehdidi altına sokan, bundan daha da önemlisi onurlu yaşam ve emeklerini kirleterek onursuzluğu dayatan son derece önemli bir gelişme yaşandı. Bu düzenlemeyle, taksiciler taksilerine binen müşterilerini taksiye yerleştirilen sistem sayesinde resimle polise iletme-bildirme ve/veya bizzat polisi arayıp ihbar etmek suretiyle şüphelendikleri bu müşterilerini ihbar etmeyi düzenliyor. Bu düzenlemenin şüphelenme nedeniyle ihbar etmenin önünü açarak bir dizi mağduriyete, keyfiyetçi hukuksuzluğa yol açması bir yana, suçluları ihbar etme adı altında tüm taksiciler iktidarın istihbarat gücü haline getirerek onursuz bir işe itilmektedirler. “Suçluların” yakalanması için devletin ordu, polis, MİT, Güvenlik koruculuğu gibi militarist kurum ve örgütlenmeleri yetmiyor olmalı ki, yapılan yeni düzenlemeyle, emek harcayıp alın teri dökerek ekmeğini onurluca kazanan ve çocuklarına emekleri kadar temiz ekmek yediren taksiciler ihbarcılığa zorlanarak onurlu emek ve yaşamları kirletilmekte, meslekleri onursuz bir müessese haline getirilmek istenmektedir. Bu onursuzlaştırmaya ve kirletilmeye maruz bırakılan veya zorlanan taksiciler, kendisine dayatılan bu yüz kızartıcı ve yer yüzünün en aşağılık işi olan ihbarcılığa karşı çıkmalı, onurlu yaşam, meslek ve emeklerinin kirletilmesine karşı çıkmalı, kabul etmemelidirler. Onurlu yaşamada ısrar etmeli; emekleri ve alın terleriyle geçimini sağlayıp çocuklarına kan ve kirlilik bulaşmamış ekmek yedirmeye devam etmeli, onursuz iş olan ihbarcılığı kendilerine müstahak görmeyerek iktidarın suçlarına ortak olmamalıdırlar. Taksiciler bilmelidir ki, eğer kendilerine dayatılan bu onursuz işi kabul ederlerse, yani müşterilerini ihbar eder ve/veya müşterilerinin resimlerini polise ileten kamara veya sistemin taksilerine yerleştirilmesini kabul ederlerse, müşteriler o taksilere binmeyecek-
tir. Taksiciler ihbarcılığı kabul ederek işlerini, ekmeğini kaybetmekle yüz yüze kalacaktır. Taksiciler bilmelidirler ki, gerçek suç ihbarcılıktır! İhbarcılığa zorlanan taksiciler yeni saldırıların, cinayetlerin hedefi haline getirilmektedir. Ne uğruna? İktidardakilerin gerici çıkarları ve kokuşmuş kanlı iktidarlarının güvenliği adına… Onların güvenliği, siz emekçilere kalmamıştır. Onların devasa orduları, polisi, MİT’i, korucuları, mahkemeleri, hapishaneleri ve devlet gibi devasa, gerici örgütlenmesi vardır. Taksiciler bilmelidir ki, iktidar taksicileri kirli emel ve oyunlarına alet etmekte, gerici çıkarları uğruna onları onursuz bir yaşama itmektedir. Taksiciler bilmelidir ki, gerçek suçlular bizzat iktidardakilerdir. Taksicilere bu onursuzluğu gerici egemenlikleri uğruna dayatıp reva görenlerdir. Taksiciler bilmelidir ki, gerçek suçlular halklarımıza faşist baskıları reva görenler, katliamlar gerçekleştirip her türlü zulüm, barbarlık ve baskıyı uygulayarak ülkeyi talan edip emperyalizme peşkeş çeken ve emeği vahşice sömürenlerdir. Yolsuzluk ve hırsızlıkla kasalarını dolduranlar, sefa içinde yaşayıp çocuklarını hesapsız zenginlik içinde büyütenler, halkın çocuklarını gerici savaş saldırganlığıyla birbirine kırdırıp kendi çocuklarını askere bile göndermeyip koruyup kollayanlardır. Taksiciler bilmelidir ki, kendilerinden ihbar etmeleri istenenler gerçek suçlular değil, kendi iktidarlarına tehdit gördükleri aydınlar, demokratlar, devrimciler, sosyalistler ve kendi mezhebi ve milliyetinden olmayanlardır, halkın çocukları ve sizlerin kardeşleridir. Gerici sınıfların faşist ve militarist iktidarı, gerici çıkarları uğruna kendi kardeşlerinizi ihbar etmeyin, sizlere dayatılan bu onursuzluğu kabul etmeyin! İhbarcılık dünyanın en aşağılık ve en onursuz işi olduğu gibi, hiç bir toplumda itibar görmeyerek dışlanan, yüz karası ve utanç vesilesi görülen, masum insanların ve devrimcilerin kanına giren bir iş olarak toplumda güven görmeyen ve insana özgü görülmeyen bir iştir. Emeğinizi, onurunuzu ve yaşamınızı kirletmeyin, çocuklarınıza yedirdiğiniz ekmeğe kan bulaştırmayın! Bunun için yeni düzenlemeyle sizlere dayatılan ihbarcılığı kendinize yapılmış bir hakaret olarak görün ve reddedin! Onurlu tavır ihbarcılığı reddetmektir!
16-31 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü
röportaj 19
‘’Kararlı olursak mutlaka kazanırız’’ Onun dışında Birleşik-Metal’in Kadın Komisyonları tacizle ilgili bir açıklamada bulundu. Ama şöyle söyleyeyim, Türk-Metal üyesi ve Birleşik-Metal üyesi işçiler sendikalarından bağımsız olarak destek oluyorlar, geliyorlar, ziyaret ediyorlar, konuşuyoruz. Yani üyelerden ve işçilerden destek var ama sendikalardan bir destek yok. Zaten ben Tüm Otomotiv ve Metal İşçileri Sendikası (TOMİS) üyesiyim. Sendikamda olabildiğince destek vermeye çalışıyor.
Ben bu direnişle şunu göstermeye çalıştım: Tek kişi olsak bile, bir kadın bir işçi olsak bile bir şeyler yapabiliriz, direnebiliriz. Patronlara karşı, sermayeye karşı, sömürü düzenine karşı, bir şeyler yapılabileceğini gösterebiliriz. Boyun eğmediğimiz sürece mücadele ettiğimiz sürece belki bugün kazanamayız ama beraber kazanabiliriz. Sadece mücadele etmemiz gerekiyor
OHAL sürecinin işçi sınıfına etkisini ve Erdoğan’ın ’’ OHAL’i grev ertelemek için kullanıyoruz’’ sözleriyle sermayeye açıktan destek vermesini nasıl değerlendiriyorsun?
Otomotiv yan sanayi alanında üretim yapan ve Bursa Gemlik Serbest Bölgesi’nde Kurulu Yazaki fabrikasında çalışan ve direnişinin 41. gününde olan Dilek Gültekin’in mücadelesine destek olmak için kendisi ile bir araya gelerek bir röportaj gerçekleştirdik. Kararlığın hâkim olduğu direnişle ilgili yaptığımız röportajı okurlarımızla
Öncelikle sınıfsal haklılığından aldığın meşrulukla başlatmış olduğun onurlu direnişi selamlıyoruz. Kısaca kendini ve seni bu direnişe iten nedenleri anlatır mısın? Dilek Gültekin: Ben 13 aydır Yazaki’de çalışıyorum. Yazaki, büyük bir Japon firması, aynı zamanda sömürünün de çok olduğu bir firma. İşçiler gerçekten büyük sıkıntılar yaşıyorlar burada. En önemlisi de geçtiğimiz aylarda yaşanan bir taciz vakası. Aslında bu, burada yıllardır süren sistematik tacizin varlığıdır. Kadın işçiler sürekli taciz ediliyor. Ve bundan şikâyetçi olan kadınlar işten atılıyorlar. Yazaki yönetimi, tacizi ve tacizciyi koruyor. Aslında yönetim burada büyük bir sorumluluğa sahip. Ve en son geçtiğimiz Mayıs ayında Gemlik Yazaki fabrikası Kuzuluktaki fabrikasına işçi gönderiyor. Burada aynı formen kadın işçiye tecavüz girişiminde bulunuyor ve Kuzuluk’ta bunun üstü örtülüyor. Oradaki yönetim tecavüz girişimiyle karşı karşıya kalan kadın işçiyle konuşuyor ve formenle konuşulduğunu bir daha kadın işçiyi rahatsız etmeyeceğini söylüyor. Ve işçiyi tekrar Gemlik’e gönderiyorlar. Gemlik’te de işçi sinir krizi geçiriyor ve revire gidiyor. Bu olaylarda bir şekilde açığa çıkıyor, yerel basına yansıyor. Bizler Metal İşçileri Birliği üzerinden bir imza kampanyası başlattık. Hem bu formenin işten atılması hem de bu duruma müsaade eden Yazaki yönetiminin istifa etmesi gerektiği yönündeydi. Ve böyle bir süreç başladı. Yani bundan ka-
dınlar oldukça rahatsızdı ve böyle bir insanla aynı fabrikada çalışmak istemiyorlardı. Taciz suçunun örtülmesinden çok rahatsızlık duyuluyordu ve sıkıntı oluşturuyordu. Bunun yanı sıra kadın işçilere yönelik büyük bir baskı var. Birçok işçi üretim baskısı çok fazla olduğu için formenler sürekli işçilere bağırıyorlar ve aşağılıyorlar. Kadın işçiler üzerinde büyük bir psikolojik baskı da oluşturuyorlar. Ben hem molada çalışan, hem de ağlayarak çalışan birçok çalışma arkadaşıma tanık oldum. İşte bu gibi nedenler. Birde Yazaki sürekli devlet üzerinden işçi alıyor ve bir yıl dolmadan haklarını vermeden işçileri çıkartıyorlar. Böyle bir işçi sirkülâsyonu var. Bunlar bizi özellikle taciz meselesiyle beraber sendikalaşmaya itti. Bu 13 ayın sonunda da beni işten çıkarmış oldular.
Direnişe özelde mesai kadın arkadaşların olmak üzere bir bütün kadın ve genel olarak işçilerin veya toplumsal kesimlerin tepkileri ne boyutta, destek alıyor musun? DG: Fabrikadaki koşulların rahatsızlığını hep kadın arkadaşlarımla bir araya gelip
konuşuyorduk. Aslında bu işi kadın işçilerle başlatmıştık. Direnişe başladıktan sonra da şöyle oldu: Toplumun büyük bir kesiminden destek buldum ve açıkça söylemek gerekiyorsa bu kadar desteği beklemiyordum. Özellikle kadınlar buraya gelemeseler bile sürekli arayarak, mesaj göndererek yanımda olduklarını belirttiler. Ama şöyle söyleyeyim, direniş alanına gelenler daha çok erkek işçiler, emekçiler oluyor. Ama kadın işçilerde onların günlük sıkıntılarından, sorunlarından dolayı gelemeseler de sürekli arayarak, en azından mesaj göndererek desteklerini iletiyorlar.
Peki mevcut sendikalardan herhangi bir destek alıyor musun? DG: Yazaki ’nin Mudanya fabrikasında Türk-Metal Sendikası var. Türk-Metal zaten destek olmak yerine tam tersi, ‘’Yazaki’de kötü çalışma koşulları var, büyük bir sömürü var, biz de buraya müdahale edelim.’’ demek yerine, tam tersi beni karalamak adına bir takım yayınlarda bulundular. Beni terörist gibi göstermeye çalıştılar; köstek oldular daha ziyade.
DG: Ben direnişe başladığım ilk iki gün gözaltına alındım. İlk gün alındığımda yarım gün gözaltında tuttular, ikinci gün de sabah saatlerinden akşam saatlerine kadar yaklaşık on iki saat gözaltında tutuldum, savcılığa çıkarıldım. Bunun nedeni de OHAL’dir. OHAL’den kaynaklı olarak burada bekleyemeyeceğimi söylediler. Ben direnişçiyim, işçiyim, hakkımı arıyorum dedim. Kadın işçiler bu fabrikada tacize uğruyor, işçiler keyfi nedenlerle işten çıkarılıyor. Devlet buna hiçbir şekilde müdahale etmiyor. Ortada bir ahlaksızlık var, buna müdahale edilmiyor ama hakkını arayan işçiye müdahale ediliyor. OHAL bahane edilerek işçilerin zayıf olan direnme kapasitesini en aza indirmeye çalışıyorlar, buna engel olmaya çalışıyorlar. Gözaltına alındığım zaman özellikle Gemlik halkında büyük bir tepki oldu. Kararlı durursak OHAL’de olsa onu bir şekilde esnetiyorlar, geri adım atıyorlar. Burada önemli olan gerçekten kararlılık.
Röportajımızı sonlandırırken bizler aracılığıyla halklarımıza iletmek istediğin bir mesaj var mı? DG: Fabrikalarda kadın işçiler büyük bir baskı altındalar. Sömürüyü her biçimde erkek ve kadın işçiler olarak beraber yaşıyoruz. Ama kadın işçiler bunu kat ve kat daha fazla yaşıyor. Ben bu direnişle şunu göstermeye çalıştım: Tek kişi olsak bile, bir kadın bir işçi olsak bile bir şeyler yapabiliriz, direnebiliriz. Patronlara karşı, sermayeye karşı, sömürü düzenine karşı, bir şeyler yapılabileceğini gösterebiliriz. Boyun eğmediğimiz sürece mücadele ettiğimiz sürece belki bugün kazanamayız ama beraber kazanabiliriz. Sadece mücadele etmemiz gerekiyor.
Teşekkür ederiz ve direnişinde başarılar dileriz
20 gençlik
16-31 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü
Sosyalist Öğrenci Hareketi'nin yönelimi üzerine-III Öz örgütlük esasına dayanan yeni bir öğrenci hareketliliği yaratma, yaratılacak olanın parçası olma konularında önerilerimiz dışında yaşamdaki sistem karşıtlığı ekseninde hareket edeceğimiz noktalarda ortak hareket edebilmek için birbiriyle bağı olan ama ayrı bir hareketlenme perspektifi, bu perspektife uygun bir örgütlenme modeli çıkartılmalıdır. Bu anlamda tartıştığımız sorunların özüne uygun olarak her özne istediği takdirde hem üniversitedeki ve diğer eğitim kurumlarındaki oluşumda hem de daha genel olan SÖH oluşumunda kendini gerçekleştirme noktasında özgür hissetmelidir Eğitim Kurumları-Sistemin ideolojik aygıtları ve devrimci bakış açısı “Başka bir dünya ve eğitim mümkün” anlayışından yola çıkarak, bu dünyanın tamı tamına bir tarifini yapmadan belirli insani noktalardan, demokratik taleplerden hareket edip, politik mücadele ile gerçekleştirilebilir olan eğitsel özgürlükleri elde etmemiz konusunda hareket ediyoruz. Bu hareketleniş istediğimiz eğitim yaşamına dair kurumsal açıdan özerk ve yapısal açıdan eşit-parasız-eleştirel-bilimsel-anadilde eğitim taleplerinin gerçekleşeceği, ama nihai olarak sistemin ideolojik aracı olan eğitim kurumlarının, öğrencileri kendi sınıf çıkarları noktasında bir tornadan geçirmeye çalıştığını da unutmadan eleştirel, komünal bir öğrenimle kendimizi gerçekleştirme alanlarının imkanını sorgulayıp, kuracağımız atölyelerle bugünden olanaklı kılmak gerektiğini düşünüyoruz. Geçmiş ve şimdi bu açıdan bir gerçek, gelecekse bugünden imkanlı kılınması gereken bir olanak içerisinde var olmalıdır. SÖH, salt insanlar için (insan merkezli) değil, tüm canlılar için (canlı merkezli) istediği özgürlükçü bir yaşamı öğrencilerin politikleşme araçlarında gerçekleştirme anlayışından yola çıkar ve öğrencilerin bütünlüklü bir toplumsal muhalefetinin imkanlarını sorgular, oluşturmaya çalışır. Yeter ki bu özgürlük anlayışından yola çıkarak sürdüreceğimiz eşitlikçi bir yaşam mücadelesinden, bir aslanla ceylanı eşitlemek anlaşılmasın. Marksistlerin eşitlik anlayışı soyut bir şekilde herkesin aynı işi yapmasının zorunlu olduğu, aynı şeyleri düşünüp, aynı şeyleri seveceği tek tipleştirici bir anlayış değildir. Herkesin ekonomik-siyasal kaygılardan, kuşatmalardan arınmış ve özgür bir şekilde kendini gerçekleştirdiği ve yeniden üretmesinin canlı yaşamının yıkımıyla sonuçlanmadığı bir praksisdir özgürlük. Yanlış bir şekilde kavranacak eşitlik düşüncesi, olsa olsa kapitalizmin tek tipleştirici dayatması altında, pazarın ihtiyacına göre soyut bir şekilde eşitlediği kimlik politikalarına benzerdir. Her tarihsel dönemde güzelliği bir beden ölçüsüne sığdırarak (Sınıflı toplumlar için bedeni denetim altında tutmak, ona istediği gibi biçim vermek her zaman birincil politikalardan biridir.) yaygın olarak tüketilen bir bedenin ve o bedenin giyim ölçülerinin, giysilerinin sonsuz pazarının sağlanması gibi kapitalist toplumların bireyleri, bu yanıyla da hem bir tüketici hem de bir pazar işlevi görür.
Öz örgütlülük kavramı başta tanımladığımız gibi yaşamın tümünü ilişkin tavrımız ve kimliğimizle iç içe bir şekilde diyalektik bir yapıya sahiptir. Eğitim kurumlarında oluşturulacak böylesi bir yapı, bir yandan sendikal mücadelenin biçimsel yanında olduğu gibi kimliksel, sınıfsal yapıyı esas alınmaksızın antifaşist-antiemperyalist tutumdan hareket ederken, bir yandan sistem karşıtlığı noktasında sosyalist, anarşist, feminist ve benzeri anlayışları da içinde barındırarak, o anki yaşam alanı içerisinde ortak sorunsallar karşısında kendimizi var edebileceğimiz zemini yaratır.
Temel yönelimimiz öz örgütlenmeleri yaratmaktır! SÖH olarak sistem karşıtı ideolojileri, politik zeminde birleştirmeyi önüne koyan bu yaklaşım, sistem karşıtı devrimci örgütlenmelere alternatif değil, sadece eğitsel yaşam alanındaki sosyal, siyasal, kültürel, sanatsal kendini gerçekleştirme anlayışından yola çıkıyor. Yani bir devrimci yapıya ya da kimlik örgütlenmelerine dâhil olan birey, üniversite içerisindeki ortak sorunlarda bir arada tavır almanın, hareket etmenin olasılığı ölçüsünde hareket eder. Politikalarımızı ne salt sınıf eksenli ne salt kimlik eksenli belirliyoruz. Kitlelerin ortak sorunlarından, sistemle yaşadıkları sınıfsal, kimliksel çelişkilerin kaynağından hareket edip, o sorunların çözümü noktasında tekrar kitlelere dönmenin tarihsel zorunluluğu ortada. Bu yüzden eğitim kurumlarında verilecek olan mücadelenin yaşamdaki kendimizi gerçekleştirme mücadelemizle olan ilişkisi, en az tavuğun yumurtayla olan ilişkisi kadar organiktir. Bugün özgürlükler konusunda üniversitelerde mücadelesini vereceğimiz temel sorunlar daha genel anlamda sistem karşısında karşı duracağımız tüm yaşamsal sorunlarla ilişki içerisindedir. Cinsiyetçi, şovenist politikalar karşısında durmanın bir açıdan da YÖK’ün politikaları karşısında durmak anlamına gelmesi gibi. Sistemin üst-yapısına karşı durmak, onun alt yapısına, kurumsal biçimlerine de karşı durmakla eşanlamlıdır. Hiç değilse Marksistler için bu böyledir. Toplumsal muhalefeti; aynı zamanda yeni bir dil, kültürel-sanatsal yaklaşımlar oluşturabilmemizin, oluşturduklarımızı diğer öğrencilerle paylaşabilmemizin olanağı genel pratiği itibariyle evrimci bir çizgiyle hareketlenecek öz örgütlülük aracıdır. Evrimsel mücadele hattı sosyal bir devrimi-değişimi sağlayacak nicel birikimle-
rin bir aracıdır sadece. Devrimci bir çizgi, talep, hareketleniş ne kadar yeni olursa olsun, akademik-demokratik alanlarda salt sistem karşıtı öğrenci kesimlerine yönelerek, mücadelenin bir başlangıcı olarak sistem içi çözüm arayan, öncelikli olarak mevcut sistemin demokratik dönüşümüyle kendini var etmek isteyen bireylere, gruplara ulaşmamızın önünde bir engel oluşturacak; dolayısıyla bir süre sonra bizi marjinalleştirecek, diğer öğrenci kitlesiyle bağımızı koparacaktır. Bu da ülkemizdeki öğrenci hareketlerinin yaşadığı en büyük sıkıntı, bir doğum lekesidir. Daha önceki tartışmalarımızdan yola çıkarak, sorun öteden beri uygulanagelen klasik bakış açısına, sunulan varlık modeline karşı yeni bir yöntem bilimini ve kendimizi gerçekleştirme biçimini ısrarla arayacak veya aramayacak olmamızda yatmakta. Ülkede şoven, cinsiyetçi politikaların uygulanıyor olduğunu söylemek sorunu tanımlamaktır. Çözüm ise düşünüşe, bu düşünüşün yöntem bilimine, politik yaklaşımlarına göre gelişir. Marksizm, bizim için, kendi düşünsel gelişiminin özgün tarihsel koşullarının bizim ülkemiz özgülünde tıpa tıp uygulanacak olduğu bir eylem kılavuzu değil, devrimci dönüşümlerin bir yöntem bilimidir. İlk defa bir düşünce (Marksizm) felsefi anlamda oluşturduğu yapısıyla (diyalektik tarihsel materyalizm), kendisini tarihin gelişimiyle birlikte gelişerek ilerleyecek şekilde bir temele oturtmuştur. Marksistlerin de bu temelden hareketlenmesi devrimci Marksizm açısından olmazsa olmaz bir zorunluluktur. Burada kendilerine “öz örgüt” diyen yapılar karşısındaki başkalığın yakalanmasıyla, bu ancak yöntem biliminin siyasetle olan ilişkisini baştan aşağı sorgulanması, eleştirilmesi ve yenilenmesiyle karşılanır. Teorinin gelişimi, tarihsel bağlam içerisinde değişen doğanın ve insanların maddi ve manevi yaşamının yeniden tahlil edilerek, eski ve artık geçersiz teorik kalıpların eleştirilerek yeni praksislerin oluşturulmasıyla sağlanır. Bu yeni düşünsel çıkıştan beslenen yeni pratiğin, içerisinden çıkacağı çağı her yönüyle yakalayan yeni bir teorik-düşünsel zenginliğe tekrar dönüştürülerek sağlanan kesin değişimidir. Bu her bunalım döneminin bir dinamosu olan “eleştiri”nin ve bu eleştiriyi yönelten öznelerin bir başka aşamaya geçmesini sağlayan temel uğraktır da. Bu noktada örnek vermek gerekirse, öteden beri uygulanan
21 basma kalıp söylemlere dayanan propagandist, ajitatif bir dil ve epik üslup yerine, öğrencilerinin mevcut yaşamlarındaki ya da onları bundan sonraki yaşamlarında bekleyen çelişik yanları gösteren, çağrıştıran, imleyen bir dilin, kültür sanat çalışmalarının, yeni eylem anlayışlarının ortaya koymanın zorunluluğunun artık açık olması gibi. Propagandanın kitlelere “akıl hocalığı” yapmaya dönüşmesine izin vermek, tarihi yapanın esas kitleler olduğu gerçeğini unutturmakta; kendisine bilinç taşıyıcı bir misyon biçmiş özneleri elitist bir “tarih yapıcıları”na dönüştürmektedir. “Belirli günler ve haftalar” pratiklerinden, dar-pratikçilikten olabildiğince uzak kalmak; doğal bir sonuç olarak yeni bir dilin, sosyal, kültürel-sanatsal yaklaşımların inşasına yönelik öğre atölye çalışmalarını besleyecektir. Marks’ın kendi düşünsel gelişimin ve eylemlerinin önemli bir uğrağı kabul ettiği “eleştiri”nin önemi konusunda Arnald Ruge’ye yazdığı mektuptan bir pasaj aktarmak, açımlamak istediğimiz sorunsalı daha görünür kılacaktır: “Biz dogmatik bir tarzda dünyanın geleceğini kestiriyor değiliz, tersine yeni dünyayı eskinin eleştirisi yoluyla bulup çıkartmaya çalışıyoruz. Geleceği bina etmek ve her şeyi bütün zamanlar için bir kerede yerli yerine koymak bizim işimiz olmadığına göre, şu anda yerine getirmemiz gereken şey daha da açıktır: kastettiğim, var olan her şeyin amansızca eleştirilmesidir. Bu eleştiri hem vardığı sonuçlardan hem de çatışmaya gireceği muhtemel güçlerden korkmaması anlamında amansız olmak zorundadır.”
SÖH; devrimci dönüşümlerin imkânlarını sorgulayan devrimci bir araçtır! Öz örgütlük esasına dayanan yeni bir öğrenci hareketliliği yaratma, yaratılacak olanın parçası olma konularında önerilerimiz dışında yaşamdaki sistem karşıtlığı ekseninde hareket edeceğimiz noktalarda ortak hareket edebilmek için birbiriyle bağı olan ama ayrı bir hareketlenme perspektifi, bu perspektife uygun bir örgütlenme modeli çıkartılmalıdır. Bu anlamda tartıştığımız sorunların özüne uygun olarak her özne istediği taktirde hem üniversitedeki ve diğer eğitim kurumlarındaki oluşumda hem de daha genel olan SÖH oluşumunda kendini gerçekleştirme noktasında özgür hissetmelidir. SÖH sosyalizm mücadelesinden hareketlenen, devrimci dönüşümlerinin imkanını sorgulayan; sorguladıklarını yaşamın tüm alanlarına uygulamaya çalışanların devrimci bir aracıdır; eğitim kurumlarındaki devrimci-demokrat bir mücadelenin aktif öznesi olması onun faaliyetinin yalnızca bir parçası, bir kesitidir; tamamı değildir. Yeni bir öğrenci hareketi/hareketliliğinin nasıl yaratılacağı konusunda, başından beri işlediğimiz ülkemiz özgülünde oluşan hareketlerin tarihi, tarihin akışı içinde ortaya çıkan tüm hareketlerin tarihiyle benzer niteliktedir. Bu hareketler ister sonuçları itibariyle başarılı ister başarısız olsunlar açığa çıkarken ve güçlenip gelişirken belirli bir sayıda halkın, halk güçlerinin birliğiyle oluşmuşlardır. Direnişin ve mücadelenin merkezi olmak, her açıdan (ideolojik-siyasal-örgütsel) bu merkez olmanın temel koşullarını yerine getirilmesiyle mümkündür. Bu temel koşulların nasıl yerine getirileceğinin özüne ilişkin inceleme çabamız, çeşitli hareketleri, bu hareketlerin perspektiflerini ve örgütlenme biçimlerini öğrenci-gençlik hareketlerinin krizlerinin aşımının bir uğrağı olmasını umut etmemiz ve bunun için bir adım atmayı devrimci bir sorumluluk bilmemizden ileri gelir. “Daha büyük bir hareket doğal olarak daha büyük bir birleşmeyi gerektirir ve en büyük hareket en büyük birleşmeyi gerektirir…” (Mao Zedung Seçme Eserler Cilt 1, s.21)
ANTAGONİZMA
≫ Muzaffer Oruçoğlu
İBO’NUN OKUDUKLARI-II
B
ir fırtına gibi gelip geçti ’68 ve yerini en az onun kadar sıcak siyasal tartışmalara bıraktı. ‘68’in sayesinde iki eylemci aydını, Jean Paul Sartre ile Herbert Marcuse’yi, Bulantı’yı, Tek Boyutlu İnsan’ı, Aşk ve Uygarlık’ı da tanımış olduk. 1969’da dipte köşede kalan ne kadar sessiz sünepe adam varsa, tartışmaya başladı. Okumayanın hatip yazmayanın kâtip olduğu bir ortam içinde bulduk kendimizi. İbo, 68 eylemleri ile bu eylemlerin gerçekleştiği ana zemin (genel toplumsal durum ve verili tarih) arasındaki somut bağlantılara ve bu ana zeminin değişimine yol açacak belli başlı dinamiklere takmıştı kafayı. Pratiğin içindeydi ama durumu derinlemesine kavramak için teorik bir donanıma ihtiyaç duyuyordu. 1969’da pratik faaliyetlere ve tartışmalara yoğun bir şekilde katıldığı için edebiyat dergilerinden önemli ölçüde koptu. Marx’ın Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi ile Mao’nun Teori ve Pratik’ini, Lenin’in Bir Adım İleri İki Adım Geri ile Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı’nı, Stalin’in Leninizmin İlkeleri’ni, okudu. Yine aynı yıl içinde Engels’in Ailenin Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni ile Anti- Dühring’ini okudu. May Yayınlarından kitap alan bir arkadaşın kitaplarına da fena halde dadanmıştı. Bazen de Bora Gözen’in kitaplığından alıp okuyordu. Gözü kitaplıklardaydı. Kaldığı yer olmadığı için farklı evlerde kalıyor ve o evlerin kitaplıklarını, sahiplerine sorarak yağmalıyordu. Yağma mallarından tabi ben de yaralanıyordum. ‘İnsanlardan ödünç aldığın kitapların kenarlarına not düşme,’ diye uyarıyordum. Onun kitap kenarlarına düştüğü notlardan sanırım bir iki kitap çıkardı ortaya. 1969’da durumum iyi değildi. Romanımı ve öykülerimi yayınlatamamıştım. İbo edebiyatı askıya aldığı için dergilerden sadece Varlık Dergisini okuyabiliyordum. Sevgili bulamamış, matematik-astronomi bölümüne de hiç ısınamamıştım. Laleli’deki Fakülteye her girişimde, kendi bölümüme değil, felsefe ve edebiyat bölümüne giriyor ya Takiyettin Mengüşoğlu’nu ya da Mehmet Kaplan’la Faruk Timurtaş’ı dinliyordum. Bazen astronomi derslerine takılıyor, geceleyin yıldızları gözlemlemek için öğrencilerle birlikte, İstanbul Üniversitesi Merkez binaya ait bahçedeki gözlemevine giriyor, oradaki dev teleskopla yıldızlara ve ötesine bakıyordum. Her bakışımda da cüceleşiyor, yapıp etmelerimin anlamsızlığını duyumsayarak bunalıyordum. Sık sık
Türk Solu bürosuna uğruyor, orda çalışan İbo ile sohbet ediyordum. Bir ara elinde, Oscar Lange’nin Sosyalizmin Yeni Meseleleri adlı kitabı vardı. Bitirmemişti. Aldım cebime koydum, okumadan kaybettim. Aklım uzaydaydı. Galaksimizin ötesinde neler vardı? Engels’in bir gün güneş soğuyacak, dünyamız gidip ona çarpacak şeklinde bir beyanı sık sık kafamı yokluyordu. İnsanların bitip tükenmez minnacık meşgalelerini gözlemleyince, güneşin soğuması hızlanıyor, çarpma çok daha şiddetli bir hal alıyordu. 1969’un sonlarına doğru devrimci güçlerin tek parçalı varlığı, bölünmelerle fetret devrine girdi. Tartışmalar, polemikler üniversite amfilerinde, dergi sayfalarında iyice kızıştı. Velvele ve cümbüş hoşuma gitti. Tartışmalara daha çok katılır oldum. Değirmenköy toprak işgaliyle, kısa süreli de olsa cezaevi yaşamını tanıdıktan sonra profesyonelleştim. Türk Solu Bürosu meskenim haline geldi. Büro’nun bağrında iki büro oluşturduk. İşçi Bürosu, Köylü Bürosu. İbo işçi, ben ise köylü bürosunun başkanlığını üstlendim. İbo, elinde Lenin’in Ne Yapmalı kitabıyla tartışmalara katılıyor, bireysel teröre, ekonomizme ve aşamalı bilinçlendirme anlayışına karşı görüşler ileri sürüyor, gençliği işçi sınıfı ve yoksul köylülükle birleşmeye, devrimci, dinamik bir güç haline gelmeye çağırıyordu. Ben, Trakya köylerini çalışma alanı seçmiştim. 1970’de Kıvılcımlı’nın kitaplarını Konyalı Celal satıyor ve bu kitapları paket halinde Türk Solu Bürosu’na getiriyordu. Kıvılcımlı o zaman, ikiye bölünen MDD’ciler arasında tarafsız bir siyaset izlerken, taraflar da Kıvılcımlı’yı kendi saflarına çekme çabası içine girmişlerdi. İbo, o yıl Kıvılcımlı’nın Halk Savaşının Planları, Oportünizm Nedir gibi kitaplarını peş peşe okumaya başladı. Ayrıca, Mao’nun o ana kadar yayınlanan eserlerini; Engels’in Doğanın Diyalektiği, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm’ini; Lenin’in, İşçi Sınıfı ve Köylülük, Sol Komünizm, Emperyalizm, Devlet ve İhtilal; Stalin’in hazırlattığı Bolşevik Partisi Tarihi kitaplarını okudu. 1969’un sonlarında durum iyi görünüyordu. Güneş gökyüzünde kendini hissettirmeye başlamış, kuşların şakıyışlarında ciddi bir artış olmuş ve Türk Solu Bürosu, Robert Kolejli güzel kızların uğrak noktası haline gelmişti.
22 tarih
16-31 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü
Devrimci savaşın şehirlerdeki yılmaz komutanı: Cemil Oka Enternasyonal proletaryanın coğrafyamızdaki komünist taburu olan proletarya partisi sınıf mücadelesinin engin denizinde yüzlerce yılmaz önder kadro ve savaşçısını sonsuzluğa uğurlamıştır. Proletarya partisinin ilk kuruluş yıllarının ardından ve aldığı birinci örgütsel yenilgi sonrasında yeniden toparlanmasında ve özellikle şehirlerde öne çıkan kadrolarından biri de Cemil Oka’dır. Burjuva bir aileden gelen Cemil Oka’nın babası, Malatya, Bingöl, Dersim ve Muş’ta sıkı yönetim komutanlığı yapan MİT generali Nazif Oka’dır. Genç yaştan itibaren TKP(ML)’ye sempati duyan Cemil Oka, ailesine ve bir bütün olarak bulunduğu yaşama tavır koyarak aktif biçimde mücadele içinde yer alır. Kısa sürede öne çıkan Cemil Oka, şehirlerde proletarya partisinin birçok eyleminin altına imza atar. Ayrıca, Orhan Bakır yoldaşın, Buca Hapishanesinde kaçırılma eyleminde de aktif bir şekilde yer alır. Durmak bilmeyen bir heyecanla mücadeleye sarılan Cemil Oka yoldaş, İstanbul Okmeydanı’nda bir banka kamulaştırma eylemi sırasında, polisle girdiği çatışmada yaralanır, fakat çatışarak çemberi yarar ve yoldaşlarına ulaşır. Daha sonra, Göztepe’de tedavi olduğu ev tespit edilir ve tarih 27 Ağustos 1977’yi gösterdiğinde başlarında Uğur Gür ve Mete Altan gibi azılı faşistlerin bulunduğu katil sürülerinin “teslim ol” çağrılarına Cemil Oka yoldaş tereddütsüzce silahıyla cevap verir. Burada da ağır yaralanan Cemil Oka yoldaş, içeriye giren çelik yelekli polisler tarafın-
CEMİL ÇELİK
DURSUN ERKUL
İMAM CEM İŞİTMEZ
YILDIZ AYRIÇ
dan alçakça katledilir. Yine Ağustos ayının son haftasında proletarya partisi saflarında ölümsüzleşen Ali Karakaş, Yıldız Ayrıç, Dursun Erkul, Akın Uzun, Cem İşitmez ve Meral Gezer yoldaşların devrimci/komünist hatırları önünde saygıyla eğiliyoruz MERAL GEZER
ALİ KARAKAŞ
Şahin’e, Üç‘lere Zamansız Vuruldu Şahin’im… Kızık köyünde düştü yoldaşım, yoldaşlarım Üçü vuruldu, biri Şahin, Şahan Biri doktor biri Kinem Yaraların sızı bırakır köyden kıtalara Yetim koyar gidişin… Vurgun yemiş gibiyim, vurulmuşsun Neyleyim, çeker dumanı ciğerim Sönmez bıraktığın ateş Alaz tutar göz bebeklerim Sabırsız, tarifsiz çırpınır yüreğim Kesilir hıçkırığım, keskinleşir öcüm Alırsam öç, diner çaresiz yüreğim Dinmesin kabaran hıncım, dinmez betimsiz özlemim
Yeminler edip düşlerim, sen yoksun artık Sensiz dönecek çelik çark Sen olmasan küser dağlar, sararır yeşil orman Hazal tutar ovası Ovacığın Sen yoksun… Tepeler Şahansız yamaçlar hüzünlü Patikalar ıssız, patikalar sensiz Patlayan silah pür dikkat kesilir Munzur Sustu, duymadı son patlamasından sonra Duymadı silahının tınısını Şimdi hırçın, şimdi öfkeli akar Munzur Kurşuni rengi morarır, Mercanlar gibi Munzurların Vurulmuşsun vurulmanın adabıyla Vurulan yoldaşların gibi…
Söz yok, savaştasın, kavgadasın, çatışmadasın Pusudasın, çemberdesin, insansızlar takibinde Tuzaktasın… Çınlıyor sesin, vuruşma anındasın Kinem’in zılgıtında, Doktorun çakır gözlerinde, Şahan gülüşlerinizde… Gülüşünüzde, gülüşlerinizde, gülüşlerimizde doğuyor batan güneş… Gülüşlerinizden, gülüşlerinizden, yüreklerinizden öperim Yoldaşlarım, Şahanlarım… Devrimin kundağındasınız…
AKIN UZUN
23 Üçlere Sevda
Aynı yolu yürüdüğümüz arkadaş, seni ve yolumuzu anlatmak şimdiye kadar söylenmiş bir kaç sözcüğün işi değil. Öyle tarihin bir köşesinde değil, türkülerin yüreği kızdıran yerindesin. Akıp gidiyor yollar. Aynı yolu yürüdüğüm arkadaş, Seni anlatmak istiyorum, çağlayan bir suyun sessizliğine duruyor her şey. Seni bir meşeliğin serinliği ile O meşenin altında iki merceğin arasında uzakları seyredişin ile anlatacağım. Dizlerini kırıp Sazını yanına koyuşun ile... İki mercek arasında gördüklerini biliyorum kekik kokan meşelerin yeşilliğiyle, yaşanmamış güzel günler görüyorsun. Çocukların hızla soyunup serin mavi sulara atladığı günleri görüyorsun, ellerinde zafer işaretleri. Vurulup düştüğün yerde Elele tutuşmuş duran gözlerinin yaşı dinmiş analar var. Yerden tozları kaldırırcasına halaya durmuş özgür gençler var. Senin dizlerini kırıp sazını koyduğun yerde Benim çocukluk oyunlarım var. Aynı yolu yürüdüğüm, Saçlarının, Sakallarının arasına topraklar atacağız şimdi Ama biliyorum ki Ne sazını bıraktığın yer Nede uzaklara dalıp gördüğün düşler Hiç biri kalmayacak yerde Görmüyor musun şu tozları Analar mendillerini almış sizi karşılıyor Gençler halaya durmuş Çocuklar soyunup suya atlıyor Kalk Sevdamız kalk
Ali Eren Demir
TUTSAK PARTİZAN
≫ Cafer Çakmak
“AVRUPA HALKLARI, DÜNYA HALKLARI’’ SAFSATASI
A
yrımsız tekmil rejimlerin alamet-i farikası hakikattir. İktidarın yemliğinde hakikat yemi doludur; yedirmese, bilinçleri ters yüz edip kılcal damarlarına ürettiği hakikati zerk etmezse, elbirliğiyle kendisini sırtında taşıyanların gazabına uğrayacağını bilir. Doğanın “evvel zaman içinde” masallarında, doğal akıl, doğal hakikat bulunmadı hiç. Mahlukat kendine yetmedikçe buyruğuna gireceği hem isyan edeceği hem de tevekkülle son bulacağı mitolojik hakikatler yarattı. Yarattığına secde etti, günü geldi isyan edip hakikati yerle yeksan etti. Yıktığı putların parçaları arasında, çöl çıplaklığında, mahrem ve çirkin yanlarını örtecek, eski politik ve ahlaki gardırobun eleştirisiyle kendisini gökyüzüne çıkarıp koruyup kollayacak makbul ve saygın kutsal harflerle örülecek yeni bir hakikat üretti. Bu amansız huyunu hep sürdürdü. “Doğruluk (tanrısal hakikat) seni özgürleştirecektir,” Hristiyan teolojisinin düsturunun bizzat kendisi haline getirilen kilise, Avrupa’da feodal iktidarın ideolojisi/ hakikati aklın mahkemesinin önünde yargılanıyordu. Krallar tahttan devrilmiş, hakikatin özdeşleştirildiği kralla birlikte hakikat de devrilmişti. İnsanlar kralla eşit olduklarını anladıklarında, kralın benzeştirildiği hakikatle başka bir değişle Nietzsche’nin “Tanrılar öldü, şimdi ne yapacağız” sözünün devreye girdiği momentte hakikat başlığı pozitivizmin bilgi bilimci olgularıyla hakikat yapısı oluşturuluyordu. Modernizm pozitif bilimler üzerine kuruldu “Bilgi güçtür ilkesiyle; felsefe, tarih, hukuk, kültür… aklın mahkemesi önünde yeniden biçimlendirilirken eski ideolojik gardırobun, latif ve ince elbiseleri derlenip toparlanarak takviye edildi. Hakikatin yeni temsili pozitif bilimlerle döşenmiş burjuva ideolojiydi. Bilgi bilimi olguların özelliklerini, niteliğini, bağıntılarını, işlevlerini, kullanım olanaklarını ve maddesel yapısını öğrenip yeniden üretimi sağlar. Bilinç yeniden üretimde kendini gösterir ve yeniden tasarlar. Böyle olmakla birlikte insan yalnızca maddi üretim ve tüketimle varlığını sürdürmez. Aksini iddia etmek fili tilkinin inine sokmak olduğundan, insanın mazisini, tarihsel birikiminin imgelerini, eski hakikat gardıroplarının renklerini ve yanılsama yollarını yadsımak olur. Özne ve nesne ilişkisi tek taraflı, yalıtık olmayıp birbirlerini etkileyen ve dönüştüren karakterde olup; anın koşul ve ihtiyaçları doğrultusunda “ebedi hakikati” tarihsel hakikate dönüştürür. İktidarın ampulden saraya evirilme süreci de yeni bir hakikat yaratma yanılsamasıyla; Kemalist kliğin gadrine uğrayan Kürtleri, Alevileri, ezilen demokratik mütedeyyinleri, liberalleri… “ileri demokrasi” söylemiyle temsiline soyunarak dinamik ve herkesi kucaklayacak göstergeleriyle iktidar yolunda “TC vatandaşlığı”, “hukukun üstünlüğü”, “inanç özgürlüğü” kavramlarıyla yedeklemeye çalıştı. Hükümet olmadan iktidar olmaya evirildiğinde; iktisadi ve siyasal yörüngesini Kemalizm’den devralmış tekçilik politikasına yol aldığında takiye de sonlanmış oluyordu. İdeolojik bagajını peyderpey bütün alanlara serpiştirdiğinde, hakikatin temsilinden, hakikatin kendisi olduğunu; hakikat özdeşimi yaratarak konsolide ettiği mütedeyyin kitlenin tek hakikati olduğunun göstergeleriyle imgelere oynadı. Politik muzafferini inanç imgeleriyle birleştirip ilahi hakikat-i özdeşime soyunan saray çokça esin aldığı Abdülhamit’in “halifeliğine”, “İslam dünyasının sultanlığına” adlandırmadan talip olduğundan, İslamiyet’i iktisadi ve siyasal çıkarları doğrultusunda modernitenin gösteri dünyası ölçütleriyle revize edip; Kuran okuma yarışmaları, ümmet birliği, üç çocuk, kürtajın yasaklanması, müftülerin nikah kıyması politikalarıyla eski gardıroptan
“yeni hakikat” yaratma hevesiyle etno-dini kesimin yegane temsilcisi ve özdeşimine girerek mütedeyyin kitleyi kendisiyle buluşturma arzusunu koyulaştırıyor. İktidar tacını giydiği günden beri ürettiği hakikatin özdeşimine, hatta hakikatin bizzat kendisi olduğuna soyunduğunda, kendi gömleğini herkese giydirmeye başladı ve kurban katil bireşimiyle hızla irtifa kaybeden saray tekçilikle toplumun etkin ve biçimli kesimlerinin hakikatlerini reddettiğinde karşısında en suskun dönemde bile yeraltında örgütlenen, derin derin siyasal bilinç birikiminin jeolojik katmanlarını oluşturan, ne zaman nerede patlak vereceği öngörülmeyen, siyasal fay hatları devingen geniş ve etkin muhalefeti yarattı. Bıçak kemiğe ne zaman dayanacak ya da bıçağın kemikte olduğunu nasıl ve ne biçimde yansıma bulup dışa vuracak, bilemiyoruz. Devrimler veya büyük halk hareketlerinin ezici çoğunluğu, kurgusal simetriyle patlak vermemiştir. Sınıfsal çelişkilerin ve üretim ilişkilerinin üzerinde maddileşen siyasal özneler sürece yön verebilir, yaygın siyasal propagandayla örgütleme yaparak tedarik yapar. İşaret fişeği bir planlamanın ürünü de olabilir. Bozkırı tutuşturan kıvılcım yanlış zamanın doğru eylemiyle; olur olmadık, gelişi güzel herhangi bir anın asimetrik hareketiyle tahayyülleri zorlayarak açığa çıkabilir. Alttan alta kaynayan toplumsal kazanın köpükleri bir kez taştığı an her yere sıçrayabilir. Yanlış zamanın asimetrik doğru eylemi, toplumsal jeolojik katmanların birikimi ve sıkışmanın tezahürüdür ve magmasında birbirini etkileyen, lokalde müşterek genelde transit geçişler yapan ve pike yaparak yer değiştirip başka lokallerde beliren seri geçişler yapabilen, açığa çıkmayan bir dizi gizli değişkenliği ihtiva eder ki bunlar eylemden çok sonra anlaşılır. Arap baharı Tunuslu genç seyyar satıcısının fitiliyle başladı. Gezi iktidarın komplocu üst-akıl martavalının aksine “birkaç ağacın” savunusuyla başladı. İktidarın “orantısız güç kullanımı” ve gaz bombalarıyla “gaza gelen” kitleler orantısız zekalarıyla yaratıcılığı kamçılayarak verili aklın çelik perdelerini yıkarak ülke genelinde hayata düşürdükleri yeni kelimelerle ayaklanmayı yaydılar. Hrant Dink’in katledilmesi sonrası “Hepimiz Ermeniyiz” sloganlarıyla meydanlara mührünü vuran yüzbinlerle görünürlük kazanıp Gezi ile başka bir boyuta çıkan kitlelerin meşru mücadelesi; yanan, sönen, duran, harekete geçen, küçülüp büyüyen bireysel-kitlesel mücadelelerle siyasete yön verecek niteliğe evrilme kulvarında. Sokak mücadelesinin ön plana çıktığı bu anda sosyolojik düzlemde aşağıdan yukarıya başka bir alfabeyle kitleler başka bir hakikat kuruyorlar. Rejimin dayandığı ve yeniden ürettiği hakikatin iktisadi, siyasal ve sosyal direklerinin bütünlüklü eleştirisi bireysel-kitlesel mücadelelere yön veriyor. Sosyalist-devrimci hareket, kitlelerin değişen sosyolojisini ve onların yeni bir hakikat üretme yönelimini ya yeterince kavrayamadığından ya da geleneksel formlarla değerlendirildiğinden sokakta cereyan eden bireysel-kitlesel mücadele sergileyen kitlelerle doğrudan bağlar kuramıyor. Oysa temsilini eline alan ve hakikat özdeşimine soyunmayan mücadele hattı; Kürtler, Aleviler, demokratlar, kadınlar, LGBTİ+’lar, ekolojistler, seküler ve mütedeyyin kesim ile muazzam bir sinerji oluşturup henüz düzenin kırmızı çizgilerinin dışına çıkmasalar da; dağınık yerel, tepkisel boyutlarda olmakla birlikte, burjuva muhalefeti parlamentodan çıkarıp sokağa taşıyacak, onun sınırlarını zorlayacak karaktere evrilme niteliğinde olup faklı siyasal disiplinleri ve yöntemleriyle örgütlenme, yerel örgütleri birleştirme eğilimde. Halk hareketi bizzat sokakta cereyan edecek meşru mücadele içinde yeşereceğinden sosyalistlerin ve devrimcilerin sürece yön vermesi tayin edici olabilir.
Halkın Günlüğü
ISSN: 2587-1552 HESAP NUMARALARI Melih Demirkanlı adına TEB TR960003200000000053138964 KARDELENYAYINLARI SahibiveYazıİşleriMüdürü: MELİH DEMİRKANLI YayınTürü:15 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli
YÖNETİMYERİ: Katip Mustafa Çelebi Mah. Tel Sokak NO:18/3Beyoğlu /İSTANBUL TEL: 0212 243 88 15
Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18
ROJANEYAGEL Şervanên Komûnîzmê Bêmirin in!
Bi karanîna konsepta şerê topyekun û bi tevî dikta faşist, a şert û mercên vekirîde, em pêvajoyeke dîrokî li ser îmhakirina muxalefeta civakî a dinamik û li ser çekdarên eskerî û şoreşger – hêzen komûnîst ve jîyan dikin. Di vê pêvajoyê de servanên ku bûne ala sor, di doza rizgarîya gellan de, kedkar û rêvebirên Şoreşê bi bîranîn, di kozîkên şerde yekbûyîn, xwedî derketina
jîyankirina biranina wan şoreşgeran e.. Sê rêhevalên me û Şerkêşên Gelê Sosyalist Qedemeya fermandariya eskerî û endam û kadroyên rêvebir a Partîyame Maoîst Komûnîst û baskê Kurdistana Bakûr – Turkiyê Enternasyonalistên Proleterya yê Di navbera günde Kizika a giredayî Ovacik a Dersimê, di encama şerekî li hemberî dijmin de girêdayina dozê, gel, partî û rêhevalan û dijwarîya şert û mercên ne wek hev de, seri li hember dijmin ne tewandin lehengibûn, bîryar-
bûyîneke ji pola tevli karwanên nemiran bûn Şerkêşîya Gelê Sosyalist wek çeperên rêça hêza siyasal jiyankirina biranina rêhalên me en şoreşger, ala ku ji mere hîştine di çeperên şerde bi lêkirina gîyan, ked û bi xwînê bilidkirin û bi zanebûna wan a jîyaneke bi rûmet û bi ısrara şoreşê, Şerkêşên Gelê Sosyalist têgîhiştina pratîk a şoreşgerîya wan bi vê bawerîyê şerkirinê re derbas dibe. Rêhevalên me Endamê Sekreterîya MK- SB Partiya me Yılmaz KES (Şahin) Endamên fermandarîya biryargeha herêma Dersimê Mahir ÖZGÜL (Dok-
tor) û Sevda SERİNYEL (Mercan) bi vê asta têgihiştina xwe bi pratika di nav şerde herî pêşde birin û tevli karwanê nemiran bûn.. Bi karanîna konsepta şerê topyekun û bi tevî dikta faşist, a şert û mercên vekirîde, em pêvajoyeke dîrokî li ser îmhakirina muxalefeta civakî a dinamik û li ser çekdarên eskerî û şoreşger – hêzen komûnîst ve jîyan dikin. Di vê pêvajoyê de servanên ku bûne ala sor, di doza rizgarîya gellan de, kedkar û rêvebirên Şoreşê bi bîranîn, di kozîkên şerde yekbûyîn, xwedî derketina jîyankirina biranina wan şoreşgeran e...