Dünyayı Değiştirme Eyleminde İlkeli Duruş Elzemdir
sayfa 12-13
Ovacık’ta iki MKP/HKO gerillası ölümsüzleşti Devrim ve komünizm mücadelesi tüm keskinliği ve ödenen ağır bedellerle yoluna devam ediyor. 26 Eylül günü Dersim/Ovacık’ta MKP’ye bağlı HKO gerillaları ile ‘’TC’’ ordusu arasında yaşanan ve saatlerce süren çatışmada iki Sosyalist Halk Savaşçısı ölümsüzleşti. Direniş geleneğini kuşanarak ölümsüzleşen HKO gerillaları Özcan Öner (İsyan) ve Cem Gürgül (Mesut)’dür. Ölümsüzleşen gerillalar 28 Eylül’de Ovacık’ta gerçekleştirilen kitlesel cenaze Sayfa 2-3 töreni ile toprağa verildiler.
Sınıfsız Toplum İçin
1-15 EKİM 2017
Yıl:1 Sayı: 6 Fiyatı: 2 TL
Ekim Devrimi ve Ulusal Sorun GÜNCEL 16-17
e-posta: halkingunlugu@hotmail.com
Kürt Ulusundan Tarihi Adım
Devrim, ulusal sorunun çerçevesini genişleterek, onu kısmi bir sorundan, Avrupa’da ulusal baskıya karşı mücadele sorunundan boyunduruk altındaki halkların, sömürgelerin kurtuluşları genel sorununa dönüştürdü. Emperyalist maskenin düşmesi ve böylece bu halkların, sömürgelerin kurtuluş mücadelesinin güçlenmesi bu dönemde ivme kazandı.
Topbaş’ın İstifası ve AKP’de İç Durum
www.halkingunlugu1.org
25 Eylül 2017 tarihi Kürtler için bir milattır. Yeni milli bir çıkıştır denilebilir. Durumun Kürtler için bu kadar önemli olması gerçeği kadar, Kürdistan’ın ellerinden parça parça kayıp gittiğini gören işgalcilerin bu duruma sessiz kalması düşünülebilinir mi? Daha referandum öncesi başlayan tehditler, höykürmeler, diplomatik turlar başka nasıl açıklanabilir? Ancak ok yaydan çıkmıştır. Kürtler, içinde oldukları sömürgecilikten de aşağı statüyü pratik olarak zaten parçalamışlardı. Şimdi var olan gerçeği yasal-resmi bir statüye kavuşturmanın adımını dünya halklarının gözleri önünde atmışlardır. Devrimci komünistler referanduma dönük tavırlarında, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı gibi
06
Almanya’da Federal Meclis Seçimleri ve Sonuçları
10
temel ilkeden hareket etmiş olup sağlam zemine oturan ilkesel bir tutum benimsemişlerdir. Ulusun kaderini tayin etme hakkı kayıtsız şartsız tanınması gereken ve karşı çıkılmaması gereken ulusun kendisine ait bir haktır. Bu hakkı tanımak ayrı, hakkın kullanılmasına dönük eleştiri ve değerlendirmelerde bulunmak ayrı şeydir. Mevcut referandum şartlarında, bu referandumun bölgede veya Kürdistan’da ya da başka bir yerde devrimi geciktirme-sabote etme gibi bir durumundan söz edilemeyeceği gibi, ayrılma gibi bir fiiliyattan da söz edilemez. Ayrılma fiiliyata dönüşse de bu, gerici değil, ileri ve ileriye doğru bir adımdır.
Stratejik Hasımlıktan “Dostluğa” Evrilen Perinçek-Erdoğan Kirli İttifakı
18
02 güncel analiz
1-15 Ekim 2017
Halkın Günlüğü
Ovacık’ta iki MKP/HKO gerillası ölümsüzleşti Devrim ve komünizm mücadelesi tüm keskinliği ve ödenen ağır bedellerle yoluna devam ediyor. 26 Eylül günü Dersim/Ovacık’ta MKP’ye bağlı HKO gerillaları ile ‘’TC’’ ordusu arasında yaşanan ve saatlerce süren çatışmada iki Sosyalist Halk Savaşçısı ölümsüzleşti. Direniş geleneğini kuşanarak ölümsüzleşen HKO gerillaları Özcan Öner(İsyan) ve Cem Gürgül(Mesut)’dür
26
Eylül günü Dersim’in Ovacık ilçesinde MKP gerilla birliği devlet güçlerinin pususuna takıldı. Saatlerce süren çatışmanın ardından gerilla birliği kuşatmayı yarıp alandan uzaklaşırken, Özcan Öner ve Cem Gürgül isimli gerillalar ise çatışma esnasında ölümsüzleşti “TC” devleti, şehirlerde devrimci, demokratik, sosyalist kurumlara yönelik KHK’larla kapatma, kurum çalışanlarına ve devrimcilere yönelik tutuklama saldırılarına devam ederken bir yandan da kırsal alanlarda gerillayı hedef almaya devam ediyor. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun “Özellikle Eylül, Ekim ve Kasım aylarında çok daha yüksek bir terörle mücadeleyi vatandaşımız bizden beklesin. Tüm güvenlik kuvvetlerimizle topyekûn bu mücadeleyi gerçekleştiriyoruz. Bu kış hiç yerimizde durmayacağız. Bu kış tamamen operasyonlarla geçecek” söylemleri de sonbahar ayları ve kış aylarındaki saldırıların artarak devam edeceğini gösteriyordu. Nitekim Kuzey Kürdistan’ın tüm kırsal alanlarında gerillaya yönelik ağır saldırılar ve pusu faaliyetleri durmaksızın devam etti. Devlet güçleri, Kuzey Kürdistan’da ise Dersim’e özel bir yönelimle saldırılarını arttırdı. TSK içerisindeki pek çok özel birlik, Dersim’e getirilerek yığınak yapıldı. Yığınakla birlikte, gerillanın hareket alanı kısıtlanmaya çalışıldı. Yine Silahlı İnsansız Hava Aracı (SİHA) devletin kırsal
alanda etkin olarak kullandığı yeni katliam silahı oldu. SİHA’larla gerillanın yanı sıra sivil katliamlarda yaşandı. Kamuoyunda SİHA’lar devletin yeni beyaz Torosları olarak adlandırıldı.
Devrim ordusunun neferleri: İsyan ve Mesut Dersim’de ölümsüzler kervanına son katılanlar ise MKP/HKO gerillaları Özcan Öner (İsyan) ve Cem Gürgül (Mesut) oldu. 26 Eylül günü Ovacık ilçesinde Maoist Komünist Partisi (MKP)/Halk Kurtuluş Ordusu (HKO) gerillaları Öner ve Gürgül saatlerce süren çatışmanın ardından ölümsüzleştiler. 26 Eylül’de saat 18.00 sularında askerin pususuna yakalan HKO gerilla birliği saatlerce çatıştı. Saat 23.00’a kadar çatışmalar devam etti. HKO birliği, kuşatmayı yararak alandan uzaklaşırken, 2 HKO gerillası Öner ve Gürgül ise çatışma esnasında ölümsüzleştiler.
MKP gerillaları Ovacık’ta sonsuzluğa uğurlandı Öner ve Gürgül’ün cenazeleri 28 Eylül günü Malatya Adli Tıp Kurumu’ndan ailelerince alınarak Dersim’in Ovacık ilçesine getirildi. Ovacık’lı Özcan Öner’in yanı sıra, Cem Gürgül de vasiyeti üzerine Ovacık’ta sonsuzluğa
uğurlandı. 29 Eylül günü Ovacık Cemevi’nde düzenlenen törenin ardından iki gerilla kavga sloganları eşliğinde yan yana toprağa verildi. Yapılan cenaze törenine kitlesel bir katılım olduğu gözlendi.Cenaze sırasında çok sayıda zırhlı araçla birlikte, yüzlerce devlet gücünün ablukası dikkat çekti.
“Savaşın yeni bayrakları İsyan ve Mesut yoldaşlar” MKP ise “Sosyalist Halk Savaşı’nın yükselen yeni bayrakları İsyan ve Mesut yoldaşları sürecek savaşımızda anacağız!” başlıklı bir açıklama yayınlayarak, “Sosyalist Halk Savaşı siperlerinde iki kızıl karanfilimizi daha yitirdik. Özcan ÖNER (İsyan) ve Cem GÜRGÜL (Mesut) yoldaşlarımız devrimci çalışmalarını yürüttükleri Dersim/Ovacık’ta düştükleri düşman pususunda kahramanca çatışarak ölümsüzleştiler. Yoldaşların kızıl anıları önünde saygıyla eğiliyor, savaşlarını selamlıyoruz.” dedi. MKP yaptığı açıklamada, “Kuşkusuz ki, İsyan ve Mesut yoldaşlarımızın şehit düşmesi faşist Erdoğan/Saray sultasının gerilla güçlerine ve özelde de Partimize karşı, büyük teknolojik araç-gereç desteği ve taktik üstünlük avantajını kullanarak azgınca yürüttüğü stratejik imhaezme saldırılarının sonucudur. Dahası köklü sınıf düşmanları arasında silahlı savaş biçiminde
1-15 Ekim 2017
güncel analiz 03
Halkın Günlüğü
vaşacaktır. Partimiz devrimde iddialı, Sosyalist Halk Savaşı’nda ortaya koyduğu ısrar kadar kararlıdır. Bu savaşın kahramanları ölümsüz yoldaşlarımızdır. Bu savaş büyük eşitsizlikler içinde, küçük güçlerin düzenli ordu gibi büyük güçlere karşı verdiği bir savaştır. Binlerce düzenli ordu gücüne karşı küçük gerilla birliklerinin yürüttüğü savaştır. Bu savaş, İHASİHA, savaş uçakları ve helikopterlere karşı “Partimiz savaşçıdır, savaşacaktır” kleşlerle verilen bir savaştır. Tank, top ve roketlere karşı kleşlerle verilen savaştır. Bu savaş, emperyalist gericiliğe, onun silah ve Açıklamada, gerilla birliğinin ve ölümsüzleşen gerillalarının sergiledikleri savaş savaş teknolojisine karşı halkın desteği ve iradesinin, “TC”nin teknolojik üstünlüğünü kleşlerle verilen bir savaştır. Bu savaş, çeşitli boşa çıkardığı belirtildi ve şu ifadeler yer millet ve milliyetlerden halklarımızın kurtualdı: luşu için Şahinlerimizle, Mercanlarımızla, “Gerilla birliğimiz ve ölümsüzleşen yol- Doktorlarımızla, Fırat ve Şiarlarımızla, İsyan daşlarımızın sergiledikleri savaş iradesi, düş- ve Mesutlarımızla ilerleyen ve ilerleyecek manın teknolojik üstünlüğünün sanıldığı olan Sosyalist Halk Savaşı’dır! Bu savaşta kadar mutlak kudret olmadığını ve komünist ödediğimiz bedeller ağır, ödeyeceğimiz devrimci iradeyle boşa çıkarılacağını göster- bedel de ağır olacak.” mişlerdir. Düşmanın teknolojik üstünlüğe dayalı devasa taktik gücünün yarattığı pesi“Savaşın bayrakları mist-karamsarlığın tersine, yoldaşlarımız koİsyan ve Mesut yoldaşlar” münist devrimci iradenin üstesinden Açıklamada son olarak, İsyan ve Megelemeyeceği bir teknolojinin olmadığını kasut’un bu savaşın bayrakları olarak toprağa nıtlamıştır. İHA-SİHA’lar ve düşmanın tekdüştüğü ve bu bayrakların burçlara dikilenik-teknolojik üstünlüğü elbette bir ceği ifade edilerek, açıklama şu şekilde songerçektir. Bu gerçeklik savaşı belli zorluklarla, sorunlarla karşı karşıya getirmekte ve landırıldı; “Bugün ölümü küçülterek ölümsüzleağır darbelerin alınmasına yol açmaktadır. Ancak, bu teknolojik üstünlüğün mutlak bir şen yoldaşlarımız işte bu savaşın icrasında kahramanca toprağa düşmektedirler. Devüstünlük olmadığı ve sanıldığı gibi gerillaları rimimizin ve savaşımızın ağır bedelleridir faaliyet yürütemez duruma getirmediği düşenlerimiz. Şahin, Mercan, Doktor ve açığa çıkmıştır. Gerilla güçlerimiz ve ölümFırat ile Şiar yoldaşlardan günlerce sonra süzleşen yoldaşlarımız düşmanın İHA-Sİölümsüzleşen İsyan ve Mesut yoldaşlar bu HA’larına karşın faaliyetlerini yürütmekte, savaşın bayrakları olarak toprağa düşmekkayıplar da verilse çatışmalar yürütmektedirler. Yürütmektedirler çünkü insanın bilin- tedirler. Bizlerin görevi bu bayrakları burççli dinamik rolü ve devrimci iradesi en lara dikmektir. büyük kudret ve üstünlüktür. Ölümsüzleşen Faşist Erdoğan/AKP iktidarının stratejik İsyan ve Mesut yoldaşlarımız bunun en par- imha saldırıları ve katliamları yoldaşlarımılak kanıtlarıdır. Partimiz ve bütün yoldaşları- zın feda ruhuyla yürüttükleri Sosyalist Halk mız en ağır bedele karşın savaşta kararlı, Savaşı’nı ezemez, partimizin devrim iddiadevrimde ısrarlı ve iddialıdır. sındaki ilerleyişini durduramaz! Bilakis, yolPartimiz dünya proletaryasının Türdaşlarımızın derin halk sevgisi, devrim ve kiye-Kuzey Kürdistan’daki kolu olarak coğ- komünizm davasına bilimsel bağlılıkla yürafyamız devrimini, somut enternasyonal rüttükleri Sosyalist Halk Savaşı faşist hâkim görev bilinciyle ele alır, proleter dünya dev- sınıflar devleti ve faşist Erdoğan/AKP iktiriminin bir parçası olarak tanıtlar. Tarihsel darını er ya da geç yenecektir! meydan okuyuşun coğrafyamızdaki siyasi Bu bilinçle İsyan ve Mesut yoldaşların kurumu olan partimiz, devrimin stratejik anısı önünde bir kez daha eğiliyor, onlar aracı olarak devrimimizdeki rol ve pozisyo- şahsında Şahin, Mercan, Doktor, Fırat ve nunu siyasi savaş partisi niteliğiyle açıklar. Şiar yoldaşları anıyoruz.” Partimiz bir siyasi savaş partisidir. Bu niteliğine uygun olarak Partimiz, esasta savaş YDAB: Komünizm içinde ve ordu biçiminde örgütlenir. Ordu savaşçıları ölümsüzdür! örgütlenmesi devrimin stratejik silahıdır. Yeni Demokrasi Aileleri Birliği (YDAB) Devrimci savaşın kurumsal aracı olan ordu örgütlenmesi olmadan devrim gerçekleşti- ölümsüzleşen iki gerillayla ilgili bir açıklama rilemez. Devrimci savaşın coğrafyamızdaki yaparak, “Onlar sınıflı sömürü düzenine sınıf kinini kuşanarak bayraklaşan devrim neferlebiçimi Sosyalist Halk Savaşı’dır. Partimiz Sosyalist Halk Savaşı’nı Halk Kurtuluş Or- ridir. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da uzun tarihdusu ve Partizan Halk Güçleri örgütlenme- sel bir süreci kapsayan devrim ve komünizm yürüyüşümüzde şimdiye kadar siyle yürütür. Halk Kurtuluş Ordusu, yüzlerce, binlerce halk evladını güneşe uğurPartimizin önderliğinde devrimin stratejik ladık. Faşist “TC” devletinin ve mevcut tembiçimi olan savaş görevi esasına göre örsilcisi Erdoğan/AKP iktidarının beslendikleri gütlenmiş olan askeri savaş kurumu veya kanlı tarihten edindikleri miras ile halka, halk örgütüdür. Sosyalist Halk Savaşı görevi, Partimizin önderliğinde Halk Kurtu- evlatlarına, devrimcilere karşı katliam politiluş Ordusu ve Partizan Halk Güçleri tara- kalarına devam ediyor. Faşist devlettin kanlı fından icra edilir. tarihine karşı, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya Bu savaş, faşist “TC” devleti ve faşist or- için ve her türden gericiliğe karşı meydan dusu ile MKP önderliğindeki HKO güçleri okuyarak savaş siperlerini kuşanmak ve dağ arasında cereyan etmektedir. Bu savaşta başlarını mesken tutarak halklarımızın özPartimiz görevli ve öznedir. Partimizin her gürlük ve kurtuluş mücadelesini harlamak militanı bu savaşta görevli ve öznedir, her günün temel devrimci görevlerinden biridir.” yoldaşımız savaşçıdır. Partimiz savaşçıdır, sa- ifadelerine yer verdi. süren mücadelenin doğası ve kaçınılmazıdır bu bedeller. Devrimin bedelsiz gelişemeyeceği açıkken, ödenen ağır bedeller devrimci dinamikleri çelikleştirerek devrimi ilerleteceği unutulamaz. Devrim ile karşıdevrim arasındaki çatışmanın sonucunu tayin edecek olan taktik üstünlük ve teknolojik silah avantajı değil, insanın bilinçli eylem ve iradesidir.” ifadelerine yer verdi.
SINIF TAVRI
≫ Bedrettin Ufuktan
ZOR; EFENDİSİNİN DE KÖLESİNİN DE OLDUĞU BİR ARAÇTIR
T
arihte Zor’a başvuran ilk sınıf kimdir sorusunu doğru cevaplamak; tepeden tırnağa şiddet ve katliam silahlarıyla örgütlenmiş bugünkü dünyanın zalimleriyle mazlumlarını ayrıştırmakta önemli bir mihenk taşıdır. Zor’a zorunluluğun ilk adımı, komünal yaşama yabancılaşmanın da ilk adımıdır. Yaşamsal ürünlerin tedarikinde ihtisaslaşmasıyla, doğaya dayanma, çelişmesinde doğduğu anlaşılan bu “bilinç sıçraması”, ürettikleri üzerinde denetim sağlamak fikrine ulaşan, ürettiklerini onlara ihtiyaç duyandan korumaya götürünce bekçi kişinin ortaya çıkışıyla zorun ve şiddetin ilk görünümü de tarih sahnesine çıkmış oldu. Bekçi, bir şeyi, bir yeri ona ihtiyaç duyanlardan korumak yetkisi ve korumayı başarabilme araçlarıyla donanmış özel mülkiyetin ilk refleksidir. Bekçi, korumakla görevlendirildiği her ne ise, onları ihtiyacı olarak görenlerden koruyacaktı. Böylece onları almaya gelenleri almaktan caydıracak özgünlük de donanım oldu. Taş balta mı, boynuz başlı mızrak mı, her neyse o zamanın saldırı silahlarını kendi türüne karşı kullanmak görevi tarihe yeni bir mesleğin doğuşuna da kapı araladı. Şiddetin ve zorun tarihteki ilk örgütlenmesinin anlaşılabilir okuması budur. Bekçi; zamanla ürünlerin yanı sıra onların üretiminde kolaylaştırıcı rol oynayan üretim araçlarını da koruyan, şiddete yetkili kişi olarak hizmetine girdiklerinin özel mülkiyetçi sınıf niteliğine kanıt oluşturan ilk simgedir. Özel mülkiyetçi sınıfın ilk toplumsal formasyonu köleci, bir sonraki biçimi feodalite ve son üç yüzyıldaki biçimi de kapitalist sistemdir. Çok bilincinde olunmasa da bu formasyona eklenmesi gereken dördüncü ve son biçimi de kapitalizmden komünizme geçişte özel bir biçim alan bürokratik devlet mekanizmasıdır. Bekçinin ortaya çıktığı o günden bugüne gelene dek insanın insana şiddetini içermiş ne var ise onun tek ve yegâne üreticisi, şiddet araçlarıyla donattığı bekçiden başlayarak öldürme yetkisi de dâhil her tür yetkiyi kendi hakkı olarak kutsallaştıran, yasalaştıran ve meşrulaştıran özel mülkiyetçi sömürücü sınıflardır. Zamanla bekçi orduya, mızrak kıtalar arası füzeye, gürz de atom bombasına evirilecek bir gelişme kaydederken bütün bu şiddet araçları ve kurumların hedefi, sömürü ve zulme karşı direnen halklar ve emekçiler oldu. Başka bir ifadeyle şiddet, ilk çıkış olarak özel mülkiyetin sonucu bir ihtiyaçken, giderek bu özel mülkiyetin sürdürülmesinin genel ve kapsamlı bir örgütlülüğüne dönüştü. Devlet denen şey ise şiddetin her dönem en zirve mimarisi olarak var olur. Olgunun varoluş seyri böyleyken, bir kurumsallaşma olarak şiddet, hem reel olarak hem de tarihsel olarak ortadan kalkana kadar; kalmaktaki tek amacının özel mülkiyeti ve ondan türetilmiş tüm ayrıcalıkları korumak ve sömürücü sınıfı hayatta tutmaya koşulmuş bir araç olduğunu bilince çıkarmamayı gerektirir. “Şiddete karşı tutum”un özel mülkiyetin bu genel örgütlülüğünü içermemiş bir tutuma dönüşmesi, onun sonucu olan ve onu ortadan kaldırmakla koşullanmış ezilenlerin savunmasını da burjuva şiddetin kirine bulaştırır. Bu bağlamda, şiddete “genel karşıtlık” argümanı etrafında birleşenler ya tarih bilincinden yoksun olarak kendini yoranlardır, ya da burjuva devletin şiddet ve ölümle eşdeğer rolünün görülmesinde kendi bencil çıkarları yönünden yarar görmeyenlerdir; bu birincisi. İkincisi de güncel bağlam olarak, Dersim’de “işbirlikçi” olduğu gerekçesiyle öldürülen bir kişinin durumunu hareket noktası yaparak, sosyal medyada devrimci örgütleri nerdeyse varlık sebebi insan öldürmekmiş gibi gösteren kayda değer yaklaşımlardır. Bu gibilerin bir kesiminin verdiği ana mesajın Dersim coğrafyasındaki gerilla birliklerini halkın hedefi durumuna getirmek olduğu çok açık olsa da, hareket nok-
talarının muhtemel bir yanlış tutuma dayanmış olması sorunun anlaşılmasını zorlaştırmaktadır. Ovacık’ta öldürülen kişinin sorumluluğunu üslenen devrimci örgütün bu kişinin işbirlikçiliğine dair gösterdiği “kanıt”ın güçsüzlüğü, benzer durumlarda olduğu gibi, bu olayı da kendi özel hesapları için devrimci örgütlere karşı harekete geçmenin fırsatına dönüştürülmesi şaşırtıcı değildir. Bunlardan hareketle tepkisel davranmak, “pireye kızıp yorgan yakmak”la aynı sonucu verir. Dolayısıyla genelleştirici bir yaklaşımla özel hesaplarına alan açmaya çalışması muhtemel kimi Dersimli “aydının” bu “çığlığını” olduğu gibi okumak en doğru yaklaşımdır. Bu sayede, devrimci örgütlerin kimi pratiklerinin “karşıtından etkilenmesinin” muhtemel iz düşümüne yorumlanacak anlayışlardan arınmana sunulmuş imkân olarak ele alınabilir de. Devrimin temel mantığı, devrimci bir örgütü, ideolojinin ilkesel kolanlarına ve halkın verili çıkarlarına zarar verecek her tür görüş ve eylemden alıkoyar. Halkın eleştiri ve önerilerine saygı göstermek; halkı dinlemek, halkı eleştiriye özendirmek ve eleştiriyi doğru yöntemlerle yapmalarını öğretmek de devrimci sorumluluktur. Buradan bakıldığında MLKP’nin Ovacık’taki ölümle cezalandırma pratiğine gelen eleştiriyi “eleştirenlerin” niyetinden bağımsız olarak anlamaya çalışmak önemlidir. Hepimizin hafızasında tanımlıdır ki hem devrimcilerin hata yapması hem de özellikle devrimi bir savaş stratejisiyle sürdüren parti ve örgütlerin hatalardan tümüyle kaçınması olanaksızdır. Güvenli yöntem, ilkesel kabul, kaçınamadığı hataları ve engelleyemediği yanlışları kitlerin nezdinde kabullenmek ve hem kendini hem kitleleri bu hatalarının kabulü üzerinden eğitip düşünme tarzını düzeltmektir. Bu olayda da görüldüğü gibi eleştirenler kanıt istiyor. “Kanıt” denen şey ise herkesin kendine yoracağı keyfiyeti tanıyan ve “kanıttır” diyenin de keyfince tanımladığında içinden sıyrılacağı bir şey değildir. Kanıt: Tanımlandığından itibaren başka bir veya birkaç şeyle desteklenmiş, hangi yönden ele alınırsa alınsın yolu her zaman temel iddianın oturduğu yere çıkmaya bağlanmış şeydir. Anlaşılıyor ki Ovacık’taki bu cezalandırma eylemi, ölümü meşru kılacak “kanıttan yoksun” görünmektedir ki pratik, eleştiriyi çağırmakta gecikmemiştir. Bir yargılamada kanıt yoksa iddia, hiçbir devrimci örgütün cezalandırma eylemini sınıf çıkarlarıyla ilişkisi bağlamında meşru kılamaz. Böyle bir durumda ise kimden geldiğine bakılmaksızın eleştiri ve itiraz sadece kaçınılmaz değil, hem doğru hem de sorumluluktur. Üçüncüsü de şudur; adı ne olursa olsun devrimci örgüt; ajan, işbirlikçi ve ihbarcı suçuna bulaşmış olsalar bile, sosyal konumları itibarıyla objektif olarak çıkarları devrimde tanımlanmış bireylerin halka ihanetini “tanrının fakire eşeğini önce kaybettirip çaresizliğe; sonrada buldurup kendine dua ettirmesi”ndeki felsefenin zemininde değerlendirebilmelidir. Devletin mutlak bir zülüm altında yoksulluk, baskı ve sefalete sürüklediği halk kitlelerinin gerçekliği varken, bunların içinden yaşam güdüsü üzerinden düşürdüğü bireyler olduğunda, ilk akla gelen bu gibilerin yaşamını hedeflemek olmamalıdır. Bu, doğru bir yöntem değildir. Devrimciler sosyal konumu ne olursa olsun, ajan, işbirlikçi ve ihbarcı olduklarını ortaya çıkardığı kişilerin bu ihanetini halkın çocuklarının katledilmesine varan bir merhaleye aracılık mertebesine ulaştırmamışlarsa bu gibileri teşhir tecrit ve denetimle bu suçtan alıkoymalıdır. Bu yöntem devrimcilerle karşı devrimcilerin ihanete yaklaşımda temel ayrım noktasıdır. Tıpkı gerillanın savaşta esir aldığı askerleri yaşatması, esaretleri süresince de saygıdeğer misafir olarak ağırlamasına karşın, devletin yaralıyı veya esiri infaz etmesi, yetmedi cesetlerine bile işkence yapmasındaki ayrım çizgisi gibi, bu da bir ilke sorunudur.
04 analiz haber
1-15 Ekim 2017
Halkın Günlüğü
Güney Kürdistan bağımsızlık referandumunun siyasal sonuçları 25 Eylül 2017 tarihi Kürtler için bir milattır. Yeni milli bir çıkıştır denilebilir. Durumun Kürtler için bu kadar önemli olması gerçeği kadar, Kürdistan’ın ellerinden parça parça kayıp gittiğini gören işgalcilerin bu duruma sessiz kalması düşünülebilinir mi? Daha referandum öncesi başlayan tehditler, höykürmeler, diplomatik turlar başka nasıl açıklanabilir? Ancak ok yaydan çıkmıştır. Kürtler, içinde oldukları sömürgecilikten de aşağı statüyü pratik olarak zaten parçalamışlardı. Şimdi var olan gerçeği yasal-resmi bir statüye kavuşturmanın adımını dünya halklarının gözleri önünde atmışlardır. İlerde “bağımsız” devlet ilanı kararı ellerinin altında durmaktadır ve eninde sonunda süreç devletin ilanı ile tamamlanacaktır.
B
irinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sürecinde Ortadoğu halkları üzerinde bir tanzim ve bölüşüm siyaseti devreye sokuldu. Sykes-Picot denilen bu anlaşma ile ulusal kimlikler, kültürler ve bağımsızlıklar yok sayıldı. Bunların içinde en olumsuz durumda olanı ise Kürt ulusu olmuştur. Çok eski dönemde Kasr-ı Şirin Antlaşması ile İran-Osmanlı arasında ikiye bölünmüş olan Kürdistan, 1924 yılında Lozan Antlaşması ile yeniden paylaşılarak 4’e parçalanmış oldu. Bu bölünmede sadece emperyalistlerin çıkar hesaplarını değil, bölge yerel gerici-ilhakçı-işgalcilerin mutlak payını da gözden kaçırmamak gerekir. O tarihten bugüne Kürt ulusu akla gelebilecek bütün haksızlıklara ve katliamlara maruz kaldı. İşgal ve ilhak edilmiş bir Kürdistan gerçekliği karşısında elbette büyük mücadeleler, direnişler ve başkaldırılar kaçınılmaz olarak ortaya çıktı. Ancak her bir çıkış yenilgiyle sonuçlandı. Ne var ki hayat statik ve donuk değildir. Dünyanın ve bölgenin, gelişen ve değişen ihtiyaca göre yeni biçimler alarak ilerlemesi kaçınılmaz oluyordu. Diyalektiğin kaçınılmaz işleyişi böyle olmasını kaçınılmaz kılıyordu. Kürdistan’ı esaret altında tutan Türk, Fars, Arap egemenlerinin kendi aralarında yaşadıkları çelişkilere, kapışmalara ve didişmelere rağmen, söz konusu Kürtler
olunca tüm bu çelişki ve çatışmaları anında bir kenara atmış ve Kürdistan’ın esaret statüsünün devamı için ortaya çıkmış olan Kürt direniş alevlerini söndürmede tartışmasız birleşmişlerdir. Böyle olmasına rağmen, geçen tarih, değişen zaman Kürtlerin haklı ve meşru çözüm arzularını hem dünya emperyalist devlerine hem de yerel ilhakçı-işgalci zorba güçlerin böğrüne dayamıştır. Uluslararası burjuvazi kendi çıkar ve soygun hesabıyla dünyaya biçim vermek zorunda kaldı. Tekellerin bölgeye daha fazla sömürü, daha fazla kâr amaçlı müdahaleleri, tekeller arası güç ve hegemonya çatışmaları kaçınılmaz olarak yeni tehlikelerle beraber yeni fırsatları da yaratmıştır. Birinci ve İkinci Körfez Savaşı ve savaşın ortaya çıkardığı yeni ortam ile devreye girmiş bulunan yerel ve dünya gerici güçlerinin değişen ilişki ve çatışmaları neticesinde, Kürdistan’ın Güney parçası ileriye doğru önemli bir adım atmış oldu. İleri atılan adım elbette Kürdistan’ın diğer parçaları için de olumlu örnek teşkil etmesi kanılmazdı. Devam etmekte olan bu süreç Suriye savaşıyla farklı bir boyut kazanarak yeni bir eşiğe gelmiş oldu. BAAS rejiminin zulmünden nefes alamaz durumunda
olan halklar; özellikle de Kürtler yakalanan bu fırsatı elbette es geçemeyeceklerdi. Kürt ulusunun statü elde etmeye yönelik ikinci büyük adımı Rojava’da ortaya çıktı. Atılan ikinci büyük adımın Kürtlerin iç dünyası üzerinde etkisi hayli derin oldu. Özellikle IŞİD kanlı barbarlığına karşı dövüşen kadının ihtişamlı direnişi dünya insanlığının büyük takdirini kazandı ve Kürtlerin uluslararası alandaki izole etkisine ağır darbe oldu. Ve ilhak ve işgalcileri belki de tarihlerinde hiç olmadığı kadar korku ve endişeye sevk etti. Korku ve endişelerine çare olacak şartların giderek zayıfladıklarını görüyorlardı. Kürtler artık hem dünya çapında hem de Kürdistan’ın her bir parçasında örgütlü oldukları gibi, dünyanın egemen güçlerini etkileyecek durumdaydılar da. Durum I. ya da II. Emperyalist Paylaşım Savaşı dönemine hiç benzemiyordu. Bütün bunların yanı sıra Kuzey parçasında sürmekte olan kırk beş yıllık ulusal mücadelenin kazanımlarını ayrıca kaydetmek gerekir. Şimdi Kürtler için çok daha farklı bir çıkış yaşanıyor. Barzani adı etrafında Güney Kürtleri gayet haklı ve meşru bir karar ile Kürtlerin milli arzularını açığa çıkaracak
referandumu hayata geçirdi. Kürt kitleleri içinde örgütlü olmasının avantajı dış şartların olgunluğu ile birleşince, böyle bir karara giden Güney güçlerinin kararının hayat hakkı bulmaması için hiçbir sebep yoktu. Burada vurgulayalım ki esas ve tayin edici olan şey, birincisi Kürtlerin örgütlü ve hazır olması ve ikincisi ise dış şartlardır. Uzun zamana dayalı kazanımların Kürtlere dışardan birileri tarafından hediye edilmiş gibi saçma sapan bir yorumu doğru görmediğimizi belirtelim. Şayet Kürtler iç örgütlülük bakımından hazır olmasaydı, hiçbir güç “buyurun sizindir” demeyeceklerini eski zaman tecrübelerinden de iyi biliyoruz. İran egemenlerinin hava uçuşlarını durdurması, Türk egemenleri ile görüşmeleri, müdahale tehditleri gibi girişimlerin benzerlerinin Irak yönetimince de yapılması ve Türk-Irak ortak askeri tatbikat ile Güney Kürtlerinin haklı girişimini engelleme ve bu arada dolaylı olarak “kendi iç Kürtlerine” gözdağı verme gayretindendir. Referandum Kürdistan’ın Güney parçasıyla sınırlı da olsa aslında bu Kürtlerin genel eğilimini yansıtan bir gerçeğe de işaret eder. Bunun böyle olduğunu bilen işgalciler
1-15 Ekim 2017
Halkın Günlüğü
Kürtlerin geleceğini ipotek altında tutabilmek için olmadık komplolara, hilelere başvurmakta ve fırsat bulmaları halinde de kanlı bir savaşa başvuracaklarını göstermektedirler.
Bağımsızlık referandumu Kürt ulusunun genel eğilimini yansıtan bir gerçeğe işaret etmiştir 22.09.2017 tarihli Türk Milli Güvenlik Konseyi’nin (MGK) toplantısında ele aldığı tek konunun Güney referandumunun olmuş olması durumu anlatmaya yeter. Sadece MGK değil, hükümetinden MHP’sine, CHP’sinden Vatan Partisi’ne, devletin resmi ve gayri resmi bütün siyasi ve ideolojik aygıtlarına, üniversitelerinden sosyal birçok kurumuna ve “akıl-fikir insanlarına” kadar birçok kesim millifaşist histeriyle haykırmaktadırlar. Bir de “solcu-devrimci” parti ve şahsiyetler de var ki, aman da aman! Dönemin bu yeni Kautsky’leri eskisine de rahmet okutuyorlar. “Referandum bölge halklarına yeni kaos getiriyor”muş(!) Hay siz aklınızla bin yaşayın emi! Kürtler ne zaman bir adım atsa kaos-kargaşa tüm dünyayı sarıyor. Adaletçilerin yürüyüşlerine teveccüh ederek hak hukuk arayan böylesi devrimciler, Kürtlerin çok haklı ve meşru olan kendi kaderini tayin hakkını kullanma ve adalet arzularını ise kargaşa doğuracağı savıyla karşı durmayı “büyük bir devrimci görev” addediyorlar. Öyle ya, Kürt emperyalizmin
işbirlikçisidir. Ne de olsa Kürtlerin arkasında “üst emperyalist akıl” var. Daha da kötüsü emperyalistlerle anlaşmış olan Kürt, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ilerici kazanımlarını ve ulusal birliğini parçalayacak! Bu durumda, Kautsky’nin üçüncü derecede kuşak torunları kendi egemen devletlerinin yanında yer almasında ne etsinler(!) Tek milletiz ya! Bölünmek olur mu? Defalarca yazıldı çizildi. Ne dünya eski dünya ne bölge eski bölge ve ne de Kürtler eski Kürtler. Kürtlerin devletleşmeye doğru kaydettiği gelişmenin şartları oldukça güçlü duruma gelmiştir. Yeni şartlar Kürtlerin ileriye doğru adım atmasını tetiklemektedir. Atılan adımın bu gerçekle doğrudan ilişkisini kim inkâr edebilir? Şimdi besbelli ki, Güney parçasında Kürtlere karşı yeni yaptırımlar gündeme gelecektir. Kapıların ticarete kapatılması, hava uçuşlarının sınırlandırılması, hatta tümden iptal edilmesi gibi izole adımların yanı sıra içerden ekonomik önlemler, sabotajlar, gizli satın almalarla hileli politikalar devreye sokmak, suikastlar ve daha etkili çapta saldırılar yapmaları beklenebilir. Ötesi ise, fırsat çıktığında hiç kuşku yok ki askeri müdahalede bulunabilirler. Elbette askeri müdahaleler üç devletin ortak operasyonu ile olabileceği gibi, tek bir ülkeden de gelebilir. Ve böyle bir askeri müdahale bölgede cirit atan dünya emperyalist haydutlarından izin alınmaksızın
analiz haber 05 yapılması mümkün görünmemektedir. 25 Eylül 2017 tarihi Kürtler için bir milattır. Yeni milli bir çıkıştır denilebilir. Durumun Kürtler için bu kadar önemli olması gerçeği kadar, Kürdistan’ın ellerinden parça parça kayıp gittiğini gören işgalcilerin bu duruma sessiz kalması düşünüle bilinir mi? Daha referandum öncesi başlayan tehditler, höykürmeler, diplomatik turlar başka nasıl açıklanabilir? Ancak ok yaydan çıkmıştır. Kürtler, içinde oldukları sömürgecilikten de aşağı statüyü pratik olarak zaten parçalamışlardı. Şimdi var olan gerçeği yasal-resmi bir statüye kavuşturmanın adımını dünya halklarının gözleri önünde atmışlardır. İlerde “bağımsız” devlet ilanı kararı ellerinin altında durmaktadır ve eninde sonunda süreç devletin ilanı ile tamamlanacaktır. Dolayısıyla Kürtler kararlı bir tutumla referandumu tamamlamış ve halk kitlelerinin iradeleri açık seçik ortaya çıkmıştır. Güney’de atılan haklı adımın diğer parçalar üzerinde bir ayna görevi görecektir. Kaçınılmaz olarak diğer parçalar bu aynadan kendilerini görecek ve yeni haklı adımlar arkasından gelecektir. Şimdi savaş tamtamlarıyla ortalığı velveleye veren selefi sultan müsveddesi Tayyip önderliğindeki tüm Türkçü faşist kliklere hatırlatırız ki, bir aralar bunlar Esad sonrasında Emevî Camii’sinde namaz kılacaklardı. “Kobanê düştü düşecek”ti. Gerçi sultan Tayyip “Bir gece ansızın gelebilirim” derken yaver Binali ise “Savaşa
UFUK ÇİZGİSİ
girmiyoruz, endişelenecek bir durum yok” diyor. Kürtlerin iradesi ortaya çıkmıştır. Altüst oluşlar, ilerlemeler-gerilemeler içinde girdikleri yol kendilerini mutlaka mantıki sonucuna götürecektir. Sorun Barzani ve diğer Kürt liderlerini çoktan aşmış durumdadır. Biz komünistler için berrak olan şey şudur ki bu adım Kürt burjuvazisinin önderliğinde ulusal boyunduruğa karşı atılmış haklı ve meşru bir adımdır. Bu nedenle ikircikliğe yer vermeden destekledik. Barzani ya da diğer lider-partiler arası ilişkiler ve tartışmalar tavır almamızda belirleyici unsur olmamıştır. Biz tutumu alırken stratejik hedefimiz olan Kürt proletaryasının ve emekçilerin gerçekten kurtuluşu için sosyal ve siyasal bir devrim mücadelemiz asla durmayacaktır. Zira biz, proleter dünya devriminin Türkiye-Kuzey parçasının komünist öncü taburuyuz. Tam da bu nedenle, “… Sosyalist çözümümüz olan geniş bölgesel özerklik ve yerel kendi kendini yönetim projesi, burjuva medeniyetçicumhuriyetçi paradigmadan en ileri kopuşu temsil etmektedir. Partimiz bölgesel özerklik ve kendi kendini yönetim anlayışı ekonomik, sosyal ve nüfus bileşenin sonucu olarak geniş bölgesel özerklik, yine bunların içerisinde yerel kendi kendini yöneten ve ora halkın öz yönetim araçları olan meclislerini savunmaktayız” (Maoist Parti 3. Kongre belgesinden) Ve elbette zorunluluklar dünyasından özgürlükler dünyasına doğru sonuna kadar devrim!
≫ Bakış Can
BARZANİ’NİN ASIL SINAVI NEDİR?
G
üney Kürdistan’da Kürtlerin bağımsızlık konulu referandumu yapılarak sonuçlandı. Bağımsızlık sorusu Kürtlerin ezici çoğunluğu tarafından Evet’le yanıtlandı. Referandum demokratik bir hak olmakla birlikte, Kürtlerin ortaya koyduğu irade ve bu iradenin sonucu da demokratiktir. Barzani’nin referanduma gitme kararı nedeniyle karşı karşıya kaldığı tehdit, şantaj ve hırlamalara kulak tıkayarak kararından vazgeçmemesi de iyiydi. Hatta daha bir dizi iyi ve demokratik hak olan şeyden söz edilebilir. Buraya kadar her şey iyi, bir problem yok. Lakin meselenin aslı bundan sonra, yani referandumda ortaya çıkan bu pozitif iradeden sonra Barzani’nin ne yapacağı, aynı “kararlılığı” sürdürüp sürdürmeyeceği ve bundan sonra ne olacağıdır. Şayet gerçekleştirilen bağımsızlık referandumuna ve referandumda ortaya çıkan ulusun iradesine, aynı ulusun demokratik hakkına ve referanduma yansıttığı bağımsızlık istemine rağmen, bu bağımsızlık derhal olmasa da kısaorta vadede ilan edilmez ise, referandumun bir tiyatro, bir oyun ve anlamsız bir şey olduğu söylenmiş, Kürt ulusunun ortaya koyduğu irade ve istemi dikkate alınmamış ve ortaya çıkan ulus iradesine saygısızlık yapılmış olur. Barzani asıl şimdi büyük bir baskı, zorluk ve sorumluluk altındadır, bir aktör ve rol durumundadır. Referandumda ortaya çıkan ulusun iradesine bağlı kalıp bu iradenin gereğini yapacak mı, yapmayacak mı? Yani, makul bir zaman diliminde bağımsız Kürt devletini ilan edecek mi, etmeyecek mi? Referandumla sarsılan siyasi pozisyonu ve saltanatını görece sağlamlaştırdıktan sonra bağımsızlık meselesini unutacak mı? Bağımsızlık referandumunu salt siyasi istikbal ve iktidarına kan taşımak ve referandum sonucunu imtiyazları doğrultusunda elinde bir koz olarak bulundurmak için mi kullanmakta-kullanacak mıdır? Özcesi, Barzani bağımsız Kürt devletini ilan edecek mi, etmeyecek mi? İşte Barzani’nin asıl zorluğu ve asıl sınavı tam da budur. Ki, eğer ilan etmeyecekse/etmezse, bu, gerçekleştirilen referandumu anlamsızlaştıracak, dolayısıyla elde ettiği avantaj ve kazandığı siyasi prestij veya kazanımlarını
anlamsızlaştırarak boşa düşürecektir. Barzani zorlu ve tarihi olan bu sınavı müspet olarak verirse, yani bağımsız Kürt devletini ilan ederse, tarihi değerde önemli bir gelişmeye imza atmış olarak Kürt tarihi açısından tarihi bir sima olmayı hak etmiş olur, bunu kazanır. Lakin bu zorlu sınavı veremezse, yani bağımsız Kürt devletini ilan etmez ise, “şark kurnazı” gömleğini giyerek tepetaklak olmaktan kurtulamaz. Bu anlamda Barzani’nin aldığı bağımsızlık referandumu kararının kendi siyasi kaderi açısından da kritik bir karar olduğu açıktır. Ya bağımsız Kürt devletini ilan ederek saygın bir iş yapmış olarak iyi bir sınav vererek bunun mükafatını kazanacak, ya da bağımsızlık devlet ilanında bulunmayarak sınavda kalıp siyasi ömrünün ipini çekecektir. İşin bir oyun olmayıp ciddi olduğu açıktır. Barzani’nin bağımsız Kürt devletini ilan etme niyeti ve samimiyeti var ise, bu ilanda bulunmasının en gerçekçi, rasyonel ve olanaklı olan yolu bütün KürtlerleKürtlerin diğer parçalarıyla birleşmektir. Özellikle, Batı Kürdistan ile Kuzey Kürdistan Kürtleriyle birleşmesi şarttır ki, bu birleşmesi bağımsız devlet ilanında bulunarak dayanaklı bir irade ortaya koyması bu birlikle mümkün ya da olanaklıdır. PKK ve PYD ile bağımsız Kürt devleti meselesinde birleşmesi Barzani’nin elini güçlendirmekle birlikte, birleşmiş olan Kürtleri de güçlü kılacak ve kaderleri doğrultusunda ciddi adımlar atmalarını daha da kolaylaştırıp mümkün kılacaktır. Bu bağlamda Kürt Ulusal Kongresi önem kazanmaktadır. PKK ve ilgili diğer Kürtlerin Ulusal Kongre konusunda olduğu gibi, Kürtlerin birliği konusunda gerektiğinde ödünler pahasına bu birliği sağlama çabasını etkinleştirmeleri önemlidir. Elbette bunun için öncelikle Barzani’nin bu zeminde olumlu bir tutum benimseyip bağımsız Kürt devleti için Kürtlerin birliğine yanaşması gerekmektedir. Barzani bu birlik konusunda bencil davranırsa bundan sonrası için bir arpa boyu daha ilerleyemez, tarihi sınavı onurluca veremez. Yaparsa iyi yapmazsa kötü…
06 analiz haber
1-15 Ekim 2017
Halkın Günlüğü
Topbaş’ın İstifası ve AKP’de İç Durum Her ne sebeple olursa olsun, iktidar sahibi Tayyip için Kadir Topbaş gibi güven vermekten uzak birilerinin görevde tutulmayacakları açıktır. Kaldı ki, belediye başkanlarının görevden alınması meselesinin Kadir Topbaş ile sınırlı kalmayacağını; daha doğrusu belediyelerle de sınırlı kalmayacağını göreceğiz. İktidarın devlet kurumlarına verdiği ayar politikalarına bakmak durumu anlamak için yeterlidir. Orduya müdahale, MİT’e düzenleme, seçilmiş vekilleri tutuklama, yeni diyanet başkanı atama, partisini dizayn etme gibi şimdi de belediye başkanlarını değiştirme işlem ve uygulamalarına devam ediyor. Belli ki yeni belediye başkanları da görevden alınacaktır
D
evletin yeniden yapılanması doludizgin devam ediyor. Ordu, MİT, Diyanet, hükümet, basın, AKP ve diğer yönetim kademeleri derken sıra belediyelere geldi. Bir süre önce sultan Tayyip, AKP belediyeleriyle yaptığı ortak toplantıda bazı belediye başkanlarına başarı ödülü verilmemesi basın ve kamuoyunun dikkatini çekmişti. Her başkana ödül verilmesi mutlak bir uygulama olarak kabul görmeyebilir ancak yeniden yapılanmanın yaşandığı bir iktidar gerçekliğinde birçok başkana ödül verilmişken bazılarına verilmemesi normal bir durum değildir. Kısa zaman önce görevinden istifa eden İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, dağıtılan ödüllere layık görülmeyen bu başkanlardan biriydi. Kadir Topbaş istifa mı etti, istifa mı ettirildi? Bu bir soru olarak orta yerde duruyor. İstanbul gibi önemli bir kentin belediye başkanının durup dururken istifası öyle geçiştirilecek olay değildir. Dolayısıyla soruya şöyle cevap vermek mümkündür. Hem istifa etti hem de istifa ettirildi. Yani hem yumurta tavuktan çıktı ve hem de tavuk yumurtadan çıktı. “Buyurun Kadir Bey, artık zamanınız doldu, sizi şöyle aşağıya alalım” kabilinde nazik bir dayatmayla görevi bırakması hatırlatıldı. 2004 yılından bu yana İstanbul Belediye Başkanlığı yapan ve görevi aldığı gün “Emaneti devralıyorum, emanetin ne olduğunu biliyorum” diyen “işini iyi bilen Kadir Bey” verilen mesajı almış bir siyasetçi olarak istifa etti. Daha doğrusu istifa ettirildi. İstifa ettirilmesinin doğrudan sorumlusunun sultan Tayyip olduğu besbellidir. İstifa konuşmasında dikkat çeken esas nokta
“Adam yerine konulmamak affedilemez” demesidir. Öte yandan “Y orgun kelimesini asla kullanmadım” diyerek istifa nedeninin çalışma ve yeteneksizlikten kaynaklı olmadığının da mesajını vermiş oldu. İstanbul beş bin yıllık özelliğe sahip bir kenttir. Roma İmparatorluğu’ndan Bizans’a, Bizans’tan Osmanlı’ya ve oradan günümüze kadar büyük değişimler geçirmiş, oldukça renkli kültürel birikime ve zenginliğe sahip olduğu biliniyor. Ancak tüm bu birikimin ve zenginliğin bugün için nasıl içinden çıkılmaz ve bakılmaz hale getirildiğini ve yine bugün kimsenin pek fazla değer vermediği bir hale düşürüldüğünü üzülerek görüyoruz. Rant, talan ve sömürü için kent tam bir beton harabeye çevrilmiş durumdadır. İmara açılan alanlar ve sahalar üzerinden kentin neredeyse tamamen ağaçsız hale getirildiği kentte yaşayan her insan tarafından gözlemlenmektedir. Özellikle son on beş yıl içinde kentin soyularak beton yığınına çevrilmesi hiç olmadığı kadar hızlı olmuştur. Hangi yasa ve planlamalarla nasıl yaşanmaz hale getirildiğini yazmaya kalksak sayfalara sığmayacaktır. Belki de kitaplar yazmak gerekecektir. Konumuz olmadığından bunu geçerek, Kadir Topbaş’ın istifasına dönelim. 15 Temmuz darbe girişimi döneminde Topbaş’ın tüm ailesi ile birlikte Amerika’da olması huzursuzluğun asıl nedeni olduğu dillendirilmektedir. Sonrasında Topbaş’ın damadının FETÖ davasında gözaltına alınıp bırakılması ve yeniden tutuklanarak hapishaneye konulması, ortalıkta dolaşan söylentilerin bir gerçekliğe işaret ettiğini
belirtebiliriz. Tayyip’in bu iki noktayı es geçmeyeceği açıktır. Zira devletin yeniden yapılandırılması; daha doğrusu sultan Tayyip’in bütün yetkileri tek elde toparlama girişimlerinin hızla sürdürdüğü koşullarda adı Fethullah yanlısına çıkmış birilerini yerlerinde tutması beklenemezdi. Eğer yetkiler tek elde toplanacaksa, tek elde toplanmak istenilen yetkileri zaafa uğratacak her bir engel kaldırılmak zorundadır. İster Fethullah yanlısı olsun, isterse 16 Nisan referandum döneminde AKP’nin İstanbul’da yaşadığı oy kaybından olsun, sultan Tayyip önündeki engelleri kaldıracağını zaten ilan etmişti. Merkezileşme ve yetkileri tek elde toparlamaya doğru ilerleyen bir sürecin mantıki sonuçları budur. Bütün kamuoyu biliyor ki 2019 yılında yürürlüğe girmesi beklenen yeni anayasanın bir gereği olarak iktidar sahipleri yol üstündeki engelleri kaldırmadan başarıya yürüyemez. Kimileri tutuklanarak, kimileri işlerinden edilerek, kimileri görevlerinden aşağılara çekilerek veya yandaşları üstlere atanarak bu süreç tamamlanmak istenecektir.
AKP’de yaşanan kaos ve huzursuzluk artarak devam edecektir Her ne sebeple olursa olsun, iktidar sahibi Tayyip için Kadir Topbaş gibi güven vermekten uzak birilerinin görevde tutulmayacakları açıktır. Kaldı ki, belediye başkanlarının görevden alınması meselesinin Kadir Topbaş ile sınırlı kalmayacağını; daha doğrusu belediyelerle de sınırlı kalmayacağını
1-15 Ekim 2017
Halkın Günlüğü
göreceğiz. İktidarın devlet kurumlarına verdiği ayar politikalarına bakmak durumu anlamak için yeterlidir. Orduya müdahale, MİT’e düzenleme, seçilmiş vekilleri tutuklama, yeni diyanet başkanı atama, partisini dizayn etme gibi şimdi de belediye başkanlarını değiştirme işlem ve uygulamalarına devam ediyor. Belli ki yeni belediye başkanları da görevden alınacaktır. Bütün bu uygulamalar bazı homurtulara, hoşnutsuzluklara, tepkilere yol açsa da henüz ciddi bir iç karışıklığa yol açmadığını söyleyelim. Özellikle ordu-YAŞ görevlendirmeleri döneminde huzursuzluk daha görünür durumdaydı. Fakat bilinmeleridir ki, görüntü yanıltıcıdır. Diğer kurumlardaki huzursuzluk bir yana, AKP içinde ve çevresinde azımsanmayacak bir tepki biriktiği anlaşılıyor. Partide görevden alınanlar ve göreve getirilenlerin karşılıklı tepkici ilişkileri, başında oldukları hazineden alınmış olanları çileden çıkarmaktadır. “Adam yerine konulmamayı” sindirememek ağır bir yük olarak sırtlarında dolaşıyor olmaları AKP içine ağır bir huzursuzluk ve çatlak olarak yansıdığını söyleyebiliriz. Partisini budayarak yerel seçimlere ve 2019 Genel Seçimleri’ne “sağlam ve hazır” hale getirmek amaç edilmiş olunsa da gerçeğin bir yanı da şudur. Budanan bir AKP güçlenmek yerine daha fazla güç kaybına doğru gitmektedir. Hükümete, AKP ve diğer kurumlara müdahaleyi tek bir kişinin hiçbir yasa ve kural tanımadan yapıyor olması, iktidar açısından bir güç gibi anlaşılıyor olsa da gerçek şudur ki bu büyük bir zayıflık olarak ortaya çıkıyor. Daha da ötesi izlenen dış politikaların neredeyse tamamı çökmüş olması ve giderek bunlara yenilerinin eklenmesi AKP’ye ve diğer devlet kurumlarına işin tuz biberi olarak yansıyor. Mesela, Güney Kürdistan’da Barzani önderliğinde başarıyla tamamlanan referandumun giderek bir Kürt devletine doğru ilerliyor oluşunu gören diğer kliklerin ırkçı-faşist ciyaklamalarına ve hükümete karşı ağır tepkiler; özellikle de sultan Tayyip karşıtlığına dönüşmektedir. Güney Kürdistan’a yönelik her bir yaptırım girişiminin orta vade de iktidara daha ağır yükler getireceği de ayrıca kayda geçirilmelidir. İktidar, iç ve dış gelişmelerin büyük kargaşası içinde kendisini tahkim etmeye çabalamaktadır. Egemenler kendi aralarında yarışıp çatışırken, söz konusu Kürtler ve diğer ezilen halklar olunca birleşmektedir. MHP, CHP, VP ve tüm diğer faşist-ırkçı kurumlar el dil birliği ile Kürtlere karşı savaş kışkırtıcılığı yapmaktadırlar. Ne ki çok sürmeden yeniden parçalanıyorlar. Bu durum onların sınıf karakterlerinden kaynaklıdır. O halde bu çatlaklardan sonuna kadar yararlanmak devrimin görevidir. Doğru bir taktik siyaset, ortak mücadele birlikleri ile süreci göğüslemek ve milyonlarla birleşmek için şartlar uygundur. Şehirde kırda kan ve can pahasına direnenlerin yapmakta olduğu budur. Devrimin zaferi için dövüşmekten başka çare yoktur.
analiz haber 07
Almanya’da 2017 Genel Seçim Sonuçlarının Gösterdikleri Almanya’da ve genelde Avrupa’da yükselen ırkçılığın sebebi olarak mültecilerin gösterilmesi, kesinlikle bilinçli, kötü niyetli ve yanıltma amaçlı bir politikanın ürünüdür. Çünkü mülteciler, başını Almanya’nın çektiği AB ülkeleri, ABD, Rusya, İsrail, petrol zengini birkaç Arap ülkesinin içinde bulunduğu emperyalist blok ve bu bloğa yardakçılık yapan yani tabiri caizse ganimetlerden faydalanmayı uman “TC” gibi yancı ülkelerin, Suriye’de başlattığı çıkar savaşının sonucundan başka bir şey değildir
M
alumunuz olduğu üzere Almanya’da olağan genel seçimler, 24 Eylül 2017’de yapıldı. Genel seçimin hemen ertesinde, seçim sonuçlarının bu ülkede yaşayanların yanı sıra bölge ülkeleri ve Ortadoğu halkları için ne anlama geldiği tartışılmaya başlandı. Bütün seçimler sonrası tartışmalar, genelde hangi siyasi partinin ne kadar oy aldığı veya parti politikaları ve seçim vaatlerinin ne gibi oy kayıpları veya kazanımlarına yol açtığı ekseninde yoğunlaşır. Ancak Almanya’daki söz konusu genel seçim sonuçlarının nasıl okunması gerektiği tartışmasının ana ekseni, farklı bir noktaya kaymış durumda. Özellikle son yirmi yılda, üç aşağı-beş yukarı bir öncesi seçimdekine benzer sonuçların elde edildiği genel seçimler, oldukça tekdüze ve heyecansız bir iklimde gerçekleşirdi. Durum böyle iken, 2017 genel seçimleri, sonuçları açısından şu an bile birçok kesim içinde infial yaratmış durumda. İkinci dünya savaşından bu yana ilk defa Alman Federal Meclisi’ne girebilen aşırı milliyetçi-ırkçı siyasete sahip bir parti, bütün dikkatleri üzerine çekmiş bulunuyor. Çünkü söz konusu olan Almanya İçin Alternatif Partisi(AfD) yabancı düşmanı, mülteci karşıtı, faşist söylemleriyle seçmenlerin yaklaşık yüzde 13’ünün (tam olarak %12,6) oylarını alarak Almanya’nın üçüncü partisi olmayı başardı. Bu durum da doğal olarak kaygı verici olarak nitelendirilirken, sonuçları açısından da en fazla tartışılması geren konu olarak gündeme oturdu. Peki, ne oldu da bu kadar yıldır sakin bir atmosferde gerçekleşen Almanya seçimlerinde bu sefer, ılımlı olarak tabir edilen orta sağcıları dahi ürkütecek bu sonuçlar elde edilebildi? AfD’nin aldığı yüzde 13 oy oranı, gerçekten de Merkel’in mülteci politikalarına onay vermeyen, kızgın Almanların sadece tepki oylarından ibaret midir? Yoksa yıllarca çeşitli şekillerde maskelenmeye çalışılan ırkçılığın, mülteciler meselesinden cesaretle, rahat rahat çirkin yüzünü göstermeye başlamasının bir sonucu mudur? Hatırlarsanız; ikisi öldürülen bir üyesi de sağ olarak yakalanıp, yargılaması devam eden NSU çetesi, Almanya’da yabancı uyruklu on kişiyi öldürmüştü. Çok kısa sürede ortaya çıktı ki; bütün bu çete yapılanması ve cinayetlerden Alman devleti istihbaratının da haberi vardı. Üstelik istihbarat elemanlarının deşifre olabileceği gibi gülünç bir kaygıyla bu cinayetleri önlemek için hiçbir şey yapılmamıştı. Yani; basit bir çete cinayeti olarak sunulmaya çalışılan infazlar aslında, arkasında Alman istihbaratının olduğu, örgütlü bir yapılanmanın kafatasçı infazlarıydı. Bundan net bir şekilde anlaşılıyor ki; her ne kadar üstü örtülmeye çalışılsa da Almanya’da ırkçılık, Nazilerin Yahudi soykırımı sonrasında da sürekli var olmuş, zamanla güçlenmiş, ortaya çıkmak için de her fırsatı değerlendirmiş, kitleler içerisinde taban bulmakta pek zorlanmamıştır. İlk bakışta; seçimlerde aşırı sağcıların yükselişinin gerekçesi olarak gösterilen mülteciler meselesinin, kısmen bu yükselişte etkili olduğu sanılabilir. Ancak mülteciler meselesi ile Ortadoğu kökenli terörizmi aynı kefeye koyup, bundan ırkçılık devşirmek, yanlış ve çirkin olduğu kadar faşizmin ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramaz. Zira biz, emperyalist ülkelerin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında, IŞİD benzeri terör örgütlerini kendi elleriyle besleyip büyüterek sahaya sürdüklerini biliyoruz. IŞİD, El Kaide, Taliban gibi terör örgütlerinin kontrolden çıkarak, destek aldıkları BOP mimarı ülkelere yönelmelerinin, belli bir kesim içerisinde İslamofobiye ve dolayısıyla yabancı düşmanlığına yol açtığını da biliyoruz. Ancak bu meselede asıl görülmesi gereken; savaştan kaçmak için arkasında yerini yurdunu, tarihini, geçmişini, bütün varlığını bırakmak zorunda kalıp, ölüm-kalım savaşında sevdiklerini kaybeden, Avrupa’ya
ulaşmak için canlarını ortaya koyan mülteciler, bu kirli savaşın müsebbibi değil, sonuçlarıdırlar İktidarda olan CDU/SPD koalisyonunun, Almanya’ya sığınan mülteci sorununu iyi yönetememesi, her iki partiye de oy kaybettirmiş görünse de CDU’nun dolayısıyla Merkel’in mülteci politikasının kendi seçmeni nezdinde, tam olarak anlaşılmadığını sanıyorum. Elbette ki Merkel’in Suriyeli mültecileri Almanya’ya kabul etme planı, hümanist duygularla dizayn edilen bir plan değildir. “Gölgesini satamadığı ağacı kesen” kapitalist ideolojinin, insani duygularla hareket ettiğine inanmak için çok saf olmamız lazım. Hızla yaşlanan bir nüfus çoğunluğuna sahip Almanya’da, yirmi yıl içerisinde ciddi bir insan gücüne ihtiyaç duyulacağı biliniyor. Almanların ileride gereksinim duyulacak iş gücüne en kısa ve en ucuz yoldan ulaşmanın yolunun nereden geçtiğini, milimine kadar çok iyi hesapladıklarından hiç şüpheniz olmasın. Ortadoğu coğrafyası içerisinde en modern, en eğitimli, en kalifiye, en Avrupai sayılabilecek Suriyeli mültecilerin, birkaç yıl içerisinde Alman toplumuna entegre edilerek iş dünyasına kazandırılması, onlar açısından en basit çözüm olarak görünüyor. Sözün özü; Almanya’da ve genelde Avrupa’da yükselen ırkçılığın sebebi olarak mültecilerin gösterilmesi, kesinlikle bilinçli, kötü niyetli ve yanıltma amaçlı bir politikanın ürünüdür. Çünkü mülteciler, başını Almanya’nın çektiği AB ülkeleri, ABD, Rusya, İsrail, petrol zengini birkaç Arap ülkesinin içinde bulunduğu emperyalist blok ve bu bloğa yardakçılık yapan yani tabiri caizse ganimetlerden faydalanmayı uman “TC” gibi yancı ülkelerin, Suriye’de başlattığı çıkar savaşının sonucundan başka bir şey değildir. Seçim sonuçlarından söz ederken; MLPD çatısı altında seçimlere giren ADHK’nın da içinde yer aldığı Enternasyonal Seçim İttifakı’nın yürüttüğü seçim kampanyasının, çok ses getirdiğini de söylemek gerekiyor. Marksist-Leninist sloganlarla, Kürdistan’a, Filistin’e özgürlük sloganlarının yazılı olduğu dövizlerin bütün sokaklara asılması, Almanlar içerisinde hararetli tartışmaların yaşanmasına yol açtı. Somut olarak oylara dönüşmemiş olsa da denilebilir ki; MLPD’nin seçim kampanyası bu seçimlerdeki en vurucu ve en kayda değer siyasi kampanya olmuştur. Bütün partilerin seçim kampanyalarını göz önünde bulundurduğumuzda bir kez daha anlıyoruz ki; ırkçılığa karşı enternasyonal mücadeleyi, birliği ve dayanışmayı yükseltmek, ezilen sınıfların en acil ihtiyacı olarak ortada durmaktadır.
08 kadın
1-15 Ekim 2017
Halkın Günlüğü
AKP’nin Eğitim Sistemi mi Dediniz?
Bir başka deyişle, AKP’nin 2023, 2071 ya da her ne ise, eğitim vizyonunu, bir yandan gelecek kuşakları iman esasları doğrultusunda biçimlendirerek imal edilen “dindar ve kindar nesiller” eliyle girişilen rota değişikliğini, yani Türkiye kapitalizminin Batıcı modernleşme projesinden kopuşunu güvence altına almak; bir yandan da hem eğitimi bir “sosyal devlet görevi” olmaktan çıkartıp (yandaş sermayenin at oynatabileceği) bir kâr kapısı haline getirmek ve aynı zamanda yerli, milli ve taşeron kapitalizmine gövdelerini yakıt edecek ucuz, biat-yönelimli, otomat emekçileri yetiştirmek oluşturuyor. Topyekûn imam-hatipleştirilmiş bir eğitim, her iki motif için de yeter de artar bile… (Son TEOG değişikliğinin böyle bir projenin ön-hazırlığı olduğu kanısı var bende…) Sibel ÖZBUDUN
G
eçen gün padişahın biri -rüyasında görmüş olmalı- “TEOG kaldırıla” buyurdu… Eğitimden sorumlu vezir, o saat çalışmaları başlattığını açıkladı. Hiç kimse nasıl olacağını bilmiyordu, ama 2018 yılında temel öğretimden orta öğretime, başka bir sistemle geçilecekti… İstim arkadan geliyordu nasıl olsa… Üstelik de TEOG’u kendilerinin getirmiş olmasının hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktu. “Reis” öyle münasip görmüştü, o kadar… AKP 15 yıllık iktidarı boyunca eğitim sistemini onlarca kez değiştirdi. Bu değişikliklerin hiçbirinde pedagogların, eğitimcilerin, eğitim bilimcilerin, bilim insanlarının, ne bileyim, iktisatçıların vb. görüşleri sorulmadı, dikkate alınmadı – yandaş sendika ve vakıfların kız ve erkek öğrencileri olabildiğince birbirinden uzak tutma konusundaki hastalıklı takıntılarını saymazsak… Peki, AKP Türkiyesi’nin eğitim politikaları hepten mi dümenden yoksun? Hepten mi “devletlûlar”ın kapris ve heveslerine göre bir o yana, bir bu yana bükülüyor? Kanımca hayır. Şu saptamayı yapmak gerekli: yıllardır hızla tek adam rejimine doğru ilerleyen Türkiye’de eğitimin düzenlenişinde, “nasıl bir gençlik, nasıl bir eğitim sistemi, ülkenin orta ve uzun vadedeki ihtiyaçları nelerdir, günümüz teknolojik ve bilimsel gelişmelerine nasıl ayak uyduracağız” gibi, eğitimin doğasına içkin sorular yerine, “Reis” ve partisinin, “dindar ve kindar nesiller” yetiştirme, Türkiye’yi İslamcı bir Ortadoğu ülkesine dönüştüren “rövanş”ı (yüz yıl öncesinin, İslamcı tarz-ı siyasetiyle Batıcı/Türkçü/modernist esinleri birbirine karan ve nihai ifadesini Kemalist kuruluşta bulan yöneliş arasındaki mücadelede İslamcılığın uğradığı yenilginin rövanşı) gerçekleştirme hayalleri etkin görünüyor. AKP’nin, küresel bir iktisadi korsanlık
girişimi olan neoliberalizmi iliklerine kadar özümsemiş bir parti olduğundan bir an için kuşku duymuyorum. Nitekim, bu yönde Türkiye’nin “sosyal devlet” olma arzusundan vaz geçtiği 12 Eylül darbesinden bu yana en gözükara girişimleri gerçekleştirdiği söylenebilir: özelleştirmeler, taşeronlaşma, işçi sınıfının hak ve kazanımlarının yağmalanması, sosyal hakların gaspı, ülkenin her kuytusunu yabancı sermaye talanına ardına kadar açmak, vb. vb. açısından… Ancak bunun yanısıra bir başka şeyi daha yapıyor “Reis” ve partisi: ülke içinde sermaye transferi gerçekleştiriyor: “Laik” kesimden İslamcı kesime, “Batıcı” burjuvaziden “Anadolu Kaplanları”na. Yani AKP’nin yaptığına, mükemmelen “İslamcı neoliberalizm” ya da “neoliberal İslamcılık” denilebilir. Aslına bakarsanız, iktisadi-siyasaltoplumsal yaşamın her alanında bu el yordamıyla, bocalaya bocalaya ilerleyiş içerisindeki temel motivasyon bu: küresel piyasa ekonomisine, bu kez Batı kanalıyla değil, Batılı-olmayan bir mihver (İslamArap dünyası? Rusya-Çin ekseni? Türki cumhuriyetler?) aracılığıyla eklemlenmiş müteahhit ve Müslüman bir Türkiye biçimlendirme hayali… Bu hayal, hiç kuşkusuz eğitim alanında bilim, teknoloji, sosyal bilimler, sanat, sorun çözme, iletişim, ekip çalışması, liderlik yetileri vb. açılardan “zehir gibi”, PISA’da zirve yapan kuşaklar yetiştirme hedefinden feragati olanaklı kılıyor. Nitekim, 2013 yılında, dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar ağzından kaçırıvermiş miydi: “Bu ülke Müslüman bir ülke. Yüzde 99’u Müslüman. Tarihten gelen bir yapısı var. Türkiye’nin bulunduğu coğrafya çok zor bir bölge ve Türkiye onun merkezinde bulunuyor. Şimdi Türkiye’nin konumu itibariyle biz icat yapamıyoruz, buluş yapamıyoruz. Tarım
ülkesiyiz biz. Ne yapacağız biz? (…) Ara teknik eleman ülkesiyiz biz…” Bir başka deyişle, AKP’nin 2023, 2071 ya da her ne ise, eğitim vizyonunu, bir yandan gelecek kuşakları iman esasları doğrultusunda biçimlendirerek imal edilen “dindar ve kindar nesiller” eliyle girişilen rota değişikliğini, yani Türkiye kapitalizminin Batıcı modernleşme projesinden kopuşunu güvence altına almak; bir yandan da hem eğitimi bir “sosyal devlet görevi” olmaktan çıkartıp (yandaş sermayenin at oynatabileceği) bir kâr kapısı haline getirmek, ve aynı zamanda yerli, milli ve taşeron kapitalizmine gövdelerini yakıt edecek ucuz, biat-yönelimli, otomat emekçileri yetiştirmek oluşturuyor. Topyekûn imamhatipleştirilmiş bir eğitim, her iki motif için de yeter de artar bile… (Son TEOG değişikliğinin böyle bir projenin ön-hazırlığı olduğu kanısı var bende…) Deletin yükümlülüğü altında bulunan ilk ve orta öğrenim alanının ve öğrenci yurtlarının vakıflar (TURGEV; Ensar, İlim Yayma, Birlik…) eliyle neredeyse tümüyle cemaatlerin eline terk edilmesi, müfredata müdahalelerle seküler konuların daraltılıp dinsel konuların yoğunlaştırılması, (evrim kuramının kaldırılması, cihadın bir “dinsel görev” olarak sunulması, el kadar çocuklara “erkek ailenin reisidir, kadın kocaya itaat eder, kızların küçük yaşta evlendirilmesi adetlerimizdendir” vb. telkinler …) öğrencilerin giyim-kuşamına yönelik müdahaleler, karma öğrenimin sonlandırılması yönünde adımlar… ve daha niceleri, AKP’nin “vasat, vasıfsız, itaatkar, kanaatkar, maneviyatçı” kuşaklar yetiştirme projesinin adımları. Tutar mı? Şunu görmek gerek; bu iktidar bir yandan bu toplumun bilincindeki çökeltileri yüzeye çıkartıp değer kazandırırken, toplumsal vasatı bir hayli aşağılara çekti.
“Batıcı/modernist” Türkiye için cehalet, utanılacak bir şeydi örneğin. Bugün ise üniversite diploması “meçhul” bir cumhurbaşkanının toplumsal hayatın her alanına hükmettiği, YÖK üyelerinin cehalete övgüler yağdırdığı ortamda, artık okumuşluk bir aşağılanma, itilip kakılma vesilesi. Ya da kadın düşmanlığı “özel alan”dan hızla kamusal alana doğru sirayet ederken, kadın cellatları (“bir erkeğe işveli işveli saati sordu, çektim vurdum”, “rüyamda striptiz yapıyordu, bıçakladım”, “dinimize aykırı giyinmişti, tekmeledim”…) kamu görevlilerinden neredeyse kahraman muamelesi görüyor. Sanatçılar, bilim insanları, aydınlar, gerçek gazeteciler, ya cezaevinde, ya denetimli serbestlikte, ya da işsizliğe mahkum iken, “Fikir üretmek kolay değil. Misal ben… en iyi fikirler aklıma bulaşık yıkarken gelir” kıvamında bir bilgi ve zekâ düzeyi, Cumhurbaşkanı “başdanışmanı” vasfıyla el üstünde tutuluyor… Evet, AKP kendinden hoşnut bir cehaletin sırtını, “Reis”inin ağzından “kendi kültürüne yabancılaşmış, ihanet içindeki aydınlara salvo (dolayısıyla da kendi iktidarına ideolojik destek) için sıvazlarken, “vasat”ın gururunu okşuyor; onun kendisini “memleketin gerçek sahibi” olarak görmesine destek oluyor. Kendisini böyle bir kültürel biçimleniş içerisinde “evinde” hisseden bir siyasal yönelimin eğitim politikasından fazlasını beklemek, abes olacaktır. Önemli olan, bu toprakların, toplumun geleceğini başka türlü düşleyenlerin, önlerine konulana -korku belası- razı olup olmayacakları. Aslına bakarsanız bu coğrafyanın geleceğini, muhalif güçlerin karşı çıkabilme kapasitesi ve yetisi ile ödemeyi göze alabileceği bedeller belirleyecek. İki eğitimci, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın direnişinin, bu açıdan son derece önemli olduğunu düşünüyorum.
1-15 Ekim 2017
kadın 09
Halkın Günlüğü
Kapitalist Sömürü Sistemi Ve Kadın’ın Görünmeyen Emeği D
ünyanın dört bir yanında kadınlar ekonominin geri kalanının işlemesini sağlayan ve ulusal hesaplamalarda, sayım raporlarında yer almayan sosyal ve ekonomik göstergelere açıkça yansıtılmayan, gizli destek ekonomisinin başlıca dayanağıdır. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün raporlarına göre kadınlar dünyadaki bütün işlerin üçte ikisini yapıyor, dünya gelirinin yüzde 5’ini elde edebiliyor ve dünyadaki malların yüzde birinden azına sahip. (Cinsiyet, Irk, Sınıf. s.186) Cinsler arası güç ilişkisi kapitalist sermayenin ayrılmaz bir parçasıdır. Ücret karşılığı bir işte çalışsın ya da çalışmasın tüm kadınların ev içi iş yükleri görünmeyen emektir. İş, karşılığı ödensin ya da ödenmesin amacı insan ihtiyaçlarını gidermek olan mal ve hizmetlerin üretiminde zihinsel ve fiziksel çaba harcanmasını gerektiren bazı eylemlerin yapılmasıdır. Ev içi emeğini bir fabrikada çalışan işçi ile karşılaştırarak örneklendirmek gerekirse şu şekliyle açıklayabiliriz; fabrikada çalışan bir işçi günün 2 veya 3 saatinde ücretli çalışır ve günün geri kalan saatlerinde ürettiklerini işveren alır yani geri kalan saatlerde ücretsiz olarak, patron için çalışır. Günün yalnızca bir bölümü için verilen ücret tüm güne verilen ücret olarak gösterilir ve bu sömürü oranı bizim ‘irademize rağmen’ gerçekleşir. Ücret ilişkisi sadece işçi ile işveren arasındaki iktidar ilişkisi değildir. Ev içi emeğinin tamamen özel alan sorunu olarak algılanmasının sebebi işçi ile işveren arasındaki gibi bir para takasının olmamasıdır. Fakat işçilerin yaptığı nasıl zorunlu işse ve sattıkları sadece emek gücü değil aynı zamanda öğrenme, keşfetme, yaratma gibi işlere ayrılan vakitleriyse, emeğini ücret almadan vermesiyse ev içi emeğinde de durum tam olarak budur. Kadın tüm ihtiyaçlarını ev içinde karşılıksız olarak sunduğu hizmetlerden yararlanarak sağlar. Bu hizmetlerden çoğunlukla kapitalizm de karlı çıkmaktadır. İşgücü piyasasında düşük ücretlerle sömürülen kadın emeği, ev içinde de karşılıksız olarak sömürülmektedir. Kadının denetim altına alınan söz konusu emeği üzerine farklı yaklaşımlar ortaya konmuştur. Örneğin, Christine Delphy ev içi üretim tarzını temel alarak kadını, ekonomik ve toplumsal temellere sahip ayrı bir sınıf olarak tanımlamaktadır. Kadınların ev içi üretimlerinin değişim değeri olduğunu ve mübadele piyasasından dışlananın kadınların üretimleri değil; kadınlar olduğunu dile getirmektedir. Delphy:
‘Kadınların üretimlerinin değişim değeri olduğuna şöyle bir örnek verilebiliriz: Geçmişte ev içi faaliyetlerinin bir kısmını oluşturan ekmek, salça yapımı gibi işlemler sanayileştirildi. Yani, fırıncılar, konserve fabrikaları eskiden kadınların karşılıksız olarak sundukları emeği satıyorlar. Bunlar artık üretim olarak nitelendiriliyor ve ulusal gelir içinde resmi olarak hesaplanıyor’ (Kadının Görünmeyen Emeği. s.84) Temelde Marksizmin ana ilkelerini ve yöntemsel olarak tarihsel maddeciliği kabul eden Sosyalist Feministler kadınların ezilmesinin kaynağını, emeklerinin denetlenmesi ve bu emeğe el konulması süreçlerinde aramak hem de bu süreçle kapitalist üretim tarzı arasındaki ilişkiyi deşifre etmek için çalışmalar yürütmüştür. Bu şekilde, erkeklerin nesnel süreçlerden kaynaklanan ayrıcalıklarının ve çıkarlarının ortaya konması, feminizmin politik bir hareket olmasının önünü açacağını ileri sürmüşlerdir. Kadınların ev-içi emeği dolayısı ile yeniden üretim sürecindeki konumlarının sorgulanmasıyla da artık
erkeklerin karşılıksız hizmet görme, hasta akrabalarının bakımını karşılıksız sağlama ve en önemlisi işgücü piyasasında ayrıcalıklı konumda olmalarının altı oyulmuş olacağını söylerler… Sosyalist feministlerin geliştirdikleri iki sistemli teori ile (patriyarka/kapitalizmpatriyarkal kapitalizm) ailenin bir tüketim birimi olmasının yanı sıra bir üretim birimi olduğu da vurgulanmış, kadınların dünyaya “ev kadını” gözlükleri ile bakması yerine “ev emekçisi” olduklarını görmeleri sağlanmaya çalışılmıştır. Bu ve benzeri birçok feminist kuramlar ve kadın aktivistleri ev içi emeğini farklı açılardan yorumlayarak politika üretmişlerdir. Fakat öne sürülen tüm görüş ve çalışmalarda aynı ortak yerde buluşuluyor. Ataerkil sistemin dayattığı toplumsal roller. Kadınların ev işlerini bir üretim faaliyeti olarak adlandıramayıp bunu politik bir sorun olarak gündem haline getirememelerinin önemli nedenlerinden biri bu işlerin bir “sevgi ilişkisi” içerisinde görülüyor olmasıdır. Kadının evde yaptığı iş doğal bir görev olarak algılanır ve
Ev ve bakım işlerinin karşılıksız emekle sağlandığı toplumdan, bu tür emeğin ortadan kalktığı topluma geçiş için yalnızca özel alanın dönüşümünü sağlamak yeterli değildir. Toplumsal cinsiyet ilişkilerinin büyük oranda uygulandığı kamusal alanda da kadınların konumlarını güçlendirmeleri gerekir. Aile, din, yasal sistem, medya, eğitim kurumları ve diğer tüm kurumlar incelendiğinde hepsinin ataerkil bir doğaya sahip olduğunu gözlemliyoruz. Bunun bir sonucu olarak da, kadın ve erkek arasında paylaşılan toplumsal rollerle hayatı algılamak, esas hale gelmekte.
toplum tarafından da yok sayılır. Evli olmasa da yalnız yaşasa da bütün kadınlar sözde kadın doğası olarak atfedilen bu toplumsal yargıdan paylarını alırlar. Bu durum bütün yaşam alanlarına sirayet eder. Kadının hayatının büyük bir çoğunluğunu ev içi işlere ayırmasına, bu durumun onun için çok yıpratıcı olmasına ve yaptığı işin ekonomi içinde çok büyük bir yer kaplamasına rağmen emeği görülmez. Ev ve bakım işlerinin karşılıksız emekle sağlandığı toplumdan, bu tür emeğin ortadan kalktığı topluma geçiş için yalnızca özel alanın dönüşümünü sağlamak yeterli değildir. Toplumsal cinsiyet ilişkilerinin büyük oranda uygulandığı kamusal alanda da kadınların konumlarını güçlendirmeleri gerekir. Aile, din, yasal sistem, medya, eğitim kurumları ve diğer tüm kurumlar incelendiğinde hepsinin ataerkil bir doğaya sahip olduğunu gözlemliyoruz. Bunun bir sonucu olarak da, kadın ve erkek arasında paylaşılan toplumsal rollerle hayatı algılamak, esas hale gelmekte. Toplumsal cinsiyet rolleri ile dayatılan aile kurumunda ev içi emeğinin yok sayılması emeğimizin, bedenimizin, kimliğimizin gasp edilmesidir. Emeğimiz ev içinde dayatılan roller ve emeğin görünmezliği ile yok sayılıyor. Bedenimiz kaç çocuk yapıp kürtaj hakkımıza el uzatmalar ve cinsel hayatın erkeğin isteği ile var olmasıyla tahrip ediliyor, metalaştırılıyor ve sömürüye maruz kalıyor. Kimliğimiz bütün alanlarda karşımıza çıkan ve bize dayatılan roller ile toplumda birinin annesi birinin “karısı” olarak ifade edilmemiz ile elimizden alınıyor. Tüm bunların yanında ev içi emeğinin politik söylemler dışına çıkılarak kadının doğal görevi kılıfına büründürülmesi bir bütün kadının yaşamına dönük saldırıdır. Ev içi emeğine yönelik politikalar üretilmez ise ev içi emekçileri sömürülmeye devam edilecekler. Bu nedenle yürütülen tartışmaları çok boyutlu ele alarak incelenip analiz edilmesi önemlidir.. Yürütülen tüm feminist görüş ve çalışmaların da işaret ettiği gibi ataerkil sistemin her alanda kendini göstermesi kadınların nihai kurtuluşu kapitalizmin ve ataerkil sistemin yıkılmasıyla ve bu noktada kadının özel ve kamusal alanda yani yok sayılıp sömürüldüğü her alanda birlikte mücadelesi ile gelecektir. Haz. Demiryontan, S. ve Acar, G. Kadının Görünmeyen Emeği: Maddeci Bir Feminizm Üzerine. İstanbul: Kardelen Yayınları, 1992. James, S. Cinsiyet, Irk, Sınıf, İstanbul: bgst Yayınları, 2010.
10 güncel analiz
1-15 Ekim 2017
Halkın Günlüğü
Almanya’da Federal Meclis Seçimleri ve Sonuçları Ekonomik ve siyasal olarak AB’yi yönlendiren, AB’nin iskeletini oluşturan Almanya gerçekliğinde, AB’ye karşı olan AfD’nin merkezi mecliste olması hâkim sınıfların bir bölümünü tedirgin etmektedir. Elbette hâkim sınıfların bir bölümünün tedirgin olmasının nedenlerinde ekonomik ve siyasal sebepler vardır. AB’de ekonomik olarak hâkim olan ve AB ülkelerini arkasına alarak dünya emekçi halklarını sömüren ve askeri yayılmacı gücünü koruyan Almanya’nın çıkarlarının tartışma konusu yapılması söz konusudur.
24 Eylül tarihinde Almanya’da yapılan Federal Meclis Seçimleri’ne ilişkin Avrupa Demokratik Haklar Konfederasyonu(ADHK)’nın yaptığı değerlendirmeyi okurlarımızla paylaşıyoruz.
K
onfederasyonumuz seçim öncesi şunlara dikkat çekmişti: “Almanya’da yaşayan göçmenleri ve Alman halkını direk ilgilendiren genel seçimler, hangi burjuva kliğin halkı yöneteceğine karar verilecektir. Göstermelik olarak kurulan sandıklar ise sandık başına giden halkın demokrasi hakkını tesis ettiği oyunuyla maskelenecektir. Emperyalist ve kapitalist sistemdeki seçim ve seçim sandıkları halkı aldatmadan ibarettir. Kapitalist büyük tekkeler her seçimde hangi partinin hükümette çoğunluk sağlayacağı karar vermekteler.” Hâkim sınıfların yönlendirmesi ve isteği doğrultusunda seçimler sonuçlandı. 24 Eylül’de yapılan seçimde, halkın %76,2’sinin sandık başına gitmesiyle yeni federal meclisi oluşturuldu. Hâkim sınıfların hangi kliğin belirli bir süre halkı yöneteceği de
böylece belli oldu. Hâkim sınıflar bu dönem tercihlerini merkezi sağ muhafazakâr, liberal ve “sol” Yeşiller yönünde oldu. Seçimlere giren kırk civarındaki partiden altısı parti barajı aşarak meclise girdi. Her partinin tek başına parlamentoyu oluşturacak çoğunluk sayıya sahip olmaması ve bundan kaynaklı koalisyonla hükümet kuracakları kesindir. Elbette bu koalisyonun, gerici Alman kapitalist tekelci partilerin siyasal temsilcilerinin oluşturacakları bir koalisyon olacağı muhakkaktır. Yapılan seçim sonucuna göre meclise giren partilerin aldıkları oy oranı şöyledir: CDU/CSU: %32, (-8.6) SPD: %20,5 (-5,2) Linke: %9,2 (+0,6), Bündnis 90/Grüne: %8,9 (+0,5), FDP: %10,7 (+5,9), AfD: %12,6 (+7,9) Buna göre mecliste sandalye dağılımı ise şöyledir: CDU/CSU: 246, SPD: 153, Linke: 69, Bündnis 90/Grüne: 67, FDP: 80, AfD: 94.
24 Eylül Almanya’da yapılan Federal Meclis Seçimleri akabinde SPD ve CDU seçimde oy kaybı yaşadı. Bu iki büyük burjuva partisinin oy kaybetmesi ve buna karşı beklenmeyen ırkçı faşist parti AfD’nin aldığı yüksek oylar toplumun geniş tabanında tartışmalar yarattı, ileriki dönemde de tartışılacağı açıktır. Çünkü II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası ilk olarak ırkçı faşist parti Almanya’da seçim barajını aşarak merkezi meclise girmeyi başarmıştır. Bu durum geniş halk yığınlarını düşündürmekte ve sınıf menfaatleri gereği bu durumu muhasebe ederek sonuç çıkaracaklardır. Ekonomik ve siyasal olarak AB’yi yönlendiren, AB’nin iskeletini oluşturan Almanya gerçekliğinde, AB’ye karşı olan AfD’nin merkezi mecliste olması hâkim sınıfların bir bölümünü tedirgin etmektedir. Elbette hâkim sınıfların bir bölümünün tedirgin olmasının nedenlerinde ekonomik ve siyasal sebepler vardır. AB’de ekonomik olarak hâkim olan ve AB ülkelerini arkasına alarak dünya emekçi halklarını sömüren ve askeri yayılmacı gücünü
1-15 Ekim 2017
Halkın Günlüğü
koruyan Almanya’nın çıkarlarının tartışma konusu yapılması söz konusudur. Ayrıca AB’yi zedeleyen tutumuyla AfD’nin seçimlerdeki tavrı, Alman tekelci burjuvaziyi rahatsız edecektir. AB’ye sözde karşı olan AfD, AB’nin parlamento seçimlerine koşarak katıldı ve vekilleriyle yer aldı. Burada anlaşılması gereken; AfD’nin AB’ye karşı olmadığı aksine faşist, ırkçı şovenist siyasetlerini Avrupa Birliği Parlamentosu’nda hâkim hale getirme çabası içerisinde oldukları gerçekliğidir. Bu durum diğer gerici emperyalist, kapitalist tekelleri de rahatsız etmektedir. AfD’nin geçmişten günümüze kadar süre gelen siyasal çalışmalarına baktığımızda Avrupa Parlamentosu’ndaki rollerin de bu olduğunu rahatlıkla görmekteyiz. Ezilen halkların tedirgin oluşu ise, ırkçı faşist partinin göçmenlere karşı uyguladığı faşist saldırılar ve gerici propagandadır. Almanya’da son geçtiğimiz süreçte ilticacılar ve göçmenlere karşı saldırılar artmış, ilticacıların kaldığı yerler kundaklanmış, sokak ortalarında saldırıya uğramışlar, toplu taşıma alanlarında horlanmışlardır. Yabancı düşmanlığı her gün giderek artmaktadır. Ortadoğu’da özelde Kürdistan coğrafyasının değişik bölgelerinde süren savaş sonucu dalgalar halinde yerinde yurdunu terk ederek Avrupa’ya sığınmak zorunda kalan ilticacılara karşı neo-Nazi saldırıların da bu gelişme seyri içerisinde oldukça çoğaldığı görülmektedir. Bu ırkçı saldırı ve gelişmeler engellenmediği takdirde başta Almanya’da yaşayan göçmenler olmak üzere Alman ezilen emekçiler içinde gelecek dönemde vahim durumlar ortaya çıkacaktır. Bu faşist potansiyelindeki genişleme engellenmezse yeni katliamlar gündeme gelecektir. Bugün yapılan kundaklanmalar ileriki dönemde de artarak devam edeceğin habercisidir. Kamuoyu araştırmaları gerek Avrupa’nın ve gerekse de Almanya’nın içinde geçtiği konjonktürde AfD’nin bu sonucu yakalayacağını gösteriyor. Zira Avrupa genelinde esen sağ ırkçı rüzgâr, önce İngiltere’de, akabinde Fransa’da sağ ırkçı partileri iktidara getirdi. Bu durum Avrupa genelinde ırkçı partilerin giderek taban bulup yükselmesine neden olmaktadır. Bugün de Almanya’da faşist ırkçı parti AfD maddi ve manevi duygusunu geliştirdi, Avrupa’daki gelişen ırkçı zincir halkalarından birini oluşturarak yerini aldı.
Seçimlerde ırkçılık, iç faşistleşmeve yabancı düşmanlığı belirleyici olmuştur Avrupa’da yükselen ırkçı faşist potansiyel ve ülke içinde Alman siyasi partilerin AfD’nin gelişmesine yön vermeleri, kapı aralamaları ırkçı faşist partinin gelişmesinin önünü açmaları ve uyguladıkları politikalar objektif
olarak AfD’ye seçimde zafer kazandırmıştır. Gerici Alman tekellerin AfD’ye sundukları imkân ve olanaklar, bu faşist ırkçı partinin kısa sürede güçlü potansiyele sahip olmasını sağladı. AfD’nin bu kadar oy potansiyeline sahip olmasını gerici Alman sistemin katkılarından bağımsız ele alamayız. Irkçı faşist parti AfD seçim sürecinde yaptığı siyasal propagandasını tamamen göçmen ve Almanya’ya yeni gelen ilticacılar ve İslam dini üzerinde sürdürdü. Korku atmosferini oluşturarak Almanya’nın göçmen ülkesi olacağını, İslam dininin her tarafta camii kuracağı korkusunu yaratarak halkı panik ve korku atmosferine soktu. Alman halkın üretim içinde yerlerini kaybedip işsiz kalacakları, iş yerlerinin yabancılara kalacağı gibi gerici argümanlar AfD tarafından seçim sürecinde sürekli kullandı. Kısacası, seçim propagandasını ilticacılar ve göçmenler üzerinde yürüttü. Seçim sonucu yapılan araştırmalara göre göçmen ve ilticacıların az olduğu veya olmadığı alanlarda oyların çoğunu AfD almıştır. Yani sosyal ilişkilerin göçmenlerle olmadığı veya az olduğu yerlerde AfD oy potansiyeline sahiptir. Burjuva medyası halkın geri duygularıyla oynayarak gerçek olguları çarpıtıp göçmenlerle ilişkisi olmayan kesimi ırkçı partiye yönlendirmiştir. İlticacılar ve göçmenlerle sosyal ilişkisi olmayan kesim burjuva medya vasıtasıyla AfD’ye oy taşımıştır.
SPD tarihinin en büyük yenilgilerinden birini aldı Korku duvarının oluşmasındaki diğer etmen ise, IŞİD’in Avrupa’da saldırılarıydı. AfD bu ön yargıyı kendi lehine seçimlerde kullandı. Alman devleti yasama yürütme ve yargı organlarıyla AfD’nin bu gerici ve ırkçı söylemlerine yön vererek gelişmesi için olanak sağladı. Alman devleti tüm kurumlarıyla göçmen ve ilticacılar hakkında gerçek olmayan yalan beyanlarda bulundular. Bu beyanlar faşist partinin gelişmesi sağlanırken, mecliste yer alan muhafazakâr CDU ile SPD oy potansiyeline oynayarak muhafazakâr oyların AfD’ye gitmesi için kapı araladı. Kısaca, AfD’nin yükselmesinin nedenleri şu şekilde özetleyebiliriz: Halkın gün geçtikçe fakirleşmesi, işsizliğin yükselmesi, taşeron firmaların ülke ekonomisinde gelişmesi, sağlık ve eğitim sorununda zenginler lehinde makas ucunun açılması, iktidardaki partilere olan güvensizlik gibi nedenlerle birlikte AfD’nin popülist söylemleri, göçmenler ve mezhep üzerindeki vurgular AfD’nin yükselmesini sağladı. Şimdi kısaca Almanya’nın köklü geçmişi olan, Alman devletin kuruluşu ile aynı yaşa sahip SPD’nin gerilemesine kısaca değinelim. Almanya’da sosyal demokrat olarak görünen SPD uzun süreden beri CDU ile büyük koalisyon yapmış, iki büyük
güncel analiz 11 parti mecliste hükümet kurmuşlardır. Büyük koalisyon kurmalarındaki esas amaç, tekelci burjuvazinin yeni ekonomik paketlerini CDU vasıtasıyla tek başına uygulayamaması ve işçi sınıfının eylemlerinin CDU'nun uyguladığı ekonomik ve siyasi kararlara karşı gelişeceği korkusudur. Tekelci burjuvazi bundan hareketle yeni bir hamle yaparak hükümete SPD’yi dahil etti. Bu siyaset aracılığıyla bu iki parti uzun süreden beri koalisyon hükümeti aracılığıyla yönetmektedirler. İsçi sınıfı içinde oy potansiyeli olan SPD bu tarihsel gerici rolünü bu seçimlerde de oynadı. CDU’nun tek başına emekçi halkın aleyhine uygulayamadığı ekonomik paketlerin tümü SPD aracılığı ve desteğiyle uygulandı. İşçi sınıfının ekonomik ve demokratik haklarını tırpanlayan bu büyük koalisyon hükümeti, eğitim, sağlık alanında iş güvencesi, kiralık aracı firmaların genişlemesi, 2010 Agentası, dış ülkelere asker gönderilmesi gibi işçi sınıfı lehine kararları çıkarıp uyguladılar. SPD tarihsel rolünü CDU’dan yana yaparak karşı devrimci özünü belirledi. İşçi sınıfı bu gerçekleri görerek SPD’den koptu. Aynı zamansa SPD siyasal yörüngesinde olan sendikalardan da küçümsenmeyecek sayıda işçi sınıfı koptu. SPD’nin esasta gerilemesinin sebebi emekçi halkın SPD’nin gerçek yüzünü görmesi, bugüne kadarki uyguladığı politikadır. Seçimlerde iddialı olan Alman Demokratlar Birliği Partisi’ne kısaca değinmekte fayda var: Alman Demokratlar Birliği Partisi’nin Türkiye’de iktidarda olan AKP’nin Almanya’daki uzantısı olduğu bilinmektedir. Seçimlerde Erdoğan’ın fotoğraflarını taşıyarak NRW bölgesinde seçimlere girdiler. Almanya’da Osmanlı Ocakları’nın, ülkü ocakları derneklerinin, Diyanet’in de direk desteklediği ADD’nin, Türklerin oylarını alamadığı kırk bin civarında oy aldığı ortaya çıktı.
Sosyalist ve demokratik kitle örgütlerin seçimlerdeki politikası Kurumumuz Almanya Demokratik Haklar Federasyonu’nun da içinde yer aldığı devrimci ve sosyalist kurumlar enternasyonal blok oluşturarak seçimler sürecinde yer aldılar. Anti-faşist, antiemperyalist politikalarla çalışmayı sürdüren enternasyonal blok kitlelerle siyasal ve politik toplantılar mitingler gerçekleştirdi. Alman devletinin içte uyguladığı baskı ve özgürlükleri kısıtlayan politikasını teşhir ederek, başta Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı olmak üzere ezilen ulusların kendi kader tayın hakkını seçim sürecinde savundular. Görsel basında sosyalist talepler dile getirildi. Devrimci adaylar medyayı kullanarak sosyalist düşüncelerin kitlelere götürülmesinde, gitmesinde etkin rol aldılar. Sonuç olarak, Almanya devletinin kalıcı devlet politikası bugünden sonra da sürecektir. Uluslararası stratejik yayılma gücünü seçimler sonrası da pekiştirecektir. SPD’nin koalisyona kapıyı kapatmasının akabinde liberal, muhafazakârlar ve Bündnis/90 Yeşiller’in oluşturacağı koalisyonla hükümet kurulması tartışması sürmekte, her üç parti de koalisyon görüşmeleri istemektedirler. Koalisyonun içinde Bündnis 90/Yeşiller’in olmasına aldanmamalıyız. Yeşiller düzenin has savunucusu durumundadır. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı'ndan bu yana Alman ordusunu ilk kez savaş ve çatışma alanlarına asker göndermesinin Yeşiller Partisi yardımıyla yasalaştırıldığı bilinmektedir. Dış politikasında köklü değişiklik yapmayan Alman devletinin Türkiye devleti ile süren çelişkilerinin kısa sürede düzelteceği kanısında değiliz. Ortadoğu’daki Kürt ulusal mücadelesi başta olmak üzere Türkiye ile Alman devleti arasındaki çelişkiler sürecektir.
1-15 Ekim 2017
Halkın Günlüğü
Dünyayı Değiştirme Eylem Düşmanın ölümcül saldırılarına maruz kalan yoldaşlarımızın yaşamlarını feda etme dahil, hiçbir bencil çıkar ve kaygı taşımadan tereddütsüzce ölümü göğüslemeleri sayısız olumlu özellikleri kadar, bu ilkeli tutumuntutumlarının da ürünüdür. Pekâlâ ölmemek için ilkelerden-ilkelerinden ödün vererek yaşamlarını sürdürebilirlerdi. Ama onlar, “düşmanın önünde çökecek dizimiz, eğilecek başımız yok” diyerek, teslim olmama ve direnme ilkesine sadık kalıp onurluca ölmeyi yeğlediler. Dahası yoldaşlarımız kişisel yaşamlarından ödün vermeyerek fedakârlık üzerinden yürütülen zorluklara katlanmayabilir, gönüllü olarak yaşamları pahasına mücadeleye katılmayabilirlerdi. Nitekim milyonlarca insan bu “duyarsızlık” içinde yaşamını sürdürmektedir. Onlar bu milyonlar içinde “bir avuç” kadar azınlıktı. Ama ilkeli, ama bilinçli, ama fedakarlardı; komünist ve devrimcilerdi. Onları devrime, partiye ve komünizm davasına ölümüne bağlayan şey, MLM ideolojiyle nitelenen bilimsel inançları, ezilen emekçi halklara besledikleri derin sevgileri, halkların kurtuluşuna adanmışlık düzeyindeki bağlılıkları, dünyanın özgürleştirilmesine dönük tarihsel görev ve sorumluluk bilinci gibi bir dizi üstün özelliklerle edindikleri komünist devrimci ilkelerden başka bir şey değildi
İ
lke, dost ile düşmanı, esneyip eğilmez, burulup bükülmez, silikleştirilip değişmez katılıkta net ve kesin çizgilerle birbirinden ayırmaktır, ayırma yeteneğini göstermekte saklıdır. Bu beceriyi gösteremeyenler ilkesizliğin batağında yüzmekten kurtulamazlar. İlkeye özünü veren dost ile düşman ayrışımını doğru yapmak, dost ile düşman tanımını siyasi alanda ezen-ezilen/gericiilerici/burjuva-proletarya/halk ve halk düşmanları ikileminde ifade bulan sınıf zeminine yapmakla mümkündür. Dost-düşman ayrımında rotasını şaşıran siyasi bir doğrultunun diğer ilkelere sadık kalması düşünülemez. Strateji ve siyasetimize, politika ve taktiğimize, amaç ve hedefimize, ittifak ve düşmanımıza, eylemimizin içeriği ve başvuracağımız metotlara dönük bütün anlayış ve davranışlarımıza yön verip biçimlendiren,
doğru ile yanlış karşısındaki tutumumuzu tayin eden bu ilkedir. Kiminle kavga/kiminle barış, kime karşı mücadele/kimle birlikte mücadele, kimle birlik/kime karşı birlik şeklindeki bütün suallerin yanıtı, kim dost-kim düşman sualinde berrak bir bilince, isabetli bir belirlemeye, nihayetinde dost-düşman ilkesinde sağlam bir görüşe sahip olmaktan geçer. İlkede katı, siyasette esnek olma anlayışının doğruluğu da bu ilkeden ileri gelir. Bu ilkede küçük bir savrulma bile bizleri sınıf dostlarımıza karşı siyasi ve yıkıcı bir mücadeleye sürükleyebileceği gibi, sınıf düşmanlarımızla buluşmaya, en azından düşmanımıza hizmet etmeye götürebilir. Bu da siyasi mücadelemizi baltalamaya, devrimci savaşımızı başarısızlıklara ve amaçlarımızdan uzaklaşmaya kadar tahripkâr sonuçlar yaratmaya yeter bir savrulmadır. İşte ilkede sağlam, net ve
berrak olmak bu derece önemli, bu derece hayati bir sorundur. Kişi ve kişilik açısından, siyasi mücadele ve yaşamda istikrar, sosyal pratikte tutarlılık ve gelişerek özgürleşmek, davranış ve düşüncede sağlam bir çizgiye sahip olmaktan, yani çizgileşmekten geçer. Çizgileşmek, dünya görüşü ya da siyasi kimlik temelinde sistematik düşünce ve davranış bütünlüğüne sahip olup, tüm yaşamda tutarlı ve ilkeli olmaktır. İlkelerle yoğrulmuş net ilkesel duruş geçici başarının olmasa da stratejik zaferin sağlam temeli, gerçek başarının yolu ve geleceğe hükmetmenin teminatıdır. İlkeli tutum, anlık başarı, geçici kazanç ve zafere saplanıp kalmaz, esasta uzun vadeli kalıcı başarıya endeksli hareket eder. Kuşkusuz ki, küçük kazanım ve başarılara, anlık çıkar ve zaferlere de hükmeder. Anlık ve küçük olan kazanımla ilgili olmak her zaman ilkesizlik anlamına gelmez. Bu anlamda ilkeli
Perspektif
minde İlkeli Duruş Elzemdir tutumun-tutumlarının da ürünüdür. Pekâlâ ölmemek için ilkelerden-ilkelerinden ödün vererek yaşamlarını sürdürebilirlerdi. Ama onlar, “düşmanın önünde çökecek dizimiz, eğilecek başımız yok” diyerek, teslim olmama ve direnme ilkesine sadık kalıp onurluca ölmeyi yeğlediler. Dahası yoldaşlarımız kişisel yaşamlarından ödün vermeyerek fedakârlık üzerinden yürütülen zorluklara katlanmayabilir, gönüllü olarak yaşamları pahasına mücadeleye katılmayabilirlerdi. Nitekim milyonlarca insan bu “duyarsızlık” içinde yaşamını sürdürmektedir. Onlar bu milyonlar içinde “bir avuç” kadar azınlıktı. Ama ilkeli, ama bilinçli, ama fedakarlardı; komünist ve devrimcilerdi. Onları devrime, partiye ve komünizm davasına ölümüne bağlayan şey, MLM ideolojiyle nitelenen bilimsel inançları, ezilen emekçi halklara besledikleri derin sevgileri, halkların kurtuluşuna adanmışlık düzeyindeki bağlılıkları, dünyanın özgürleştirilmesine dönük tarihsel görev ve sorumluluk bilinci gibi bir dizi üstün özelliklerle edindikleri komünist devrimci ilkelerden başka bir şey değildi.
bunda ilke tartışması yürütmenin alanı yoktur. Bu tartışma çerçevesinde amaç-araç ilişkisi de önemli bir sorundur. Kullanacağımız araç ve yöntemlerin amaçlarımız kadar temiz, amaçlarımızla uyum içinde olması ötelenemez bir gerekliliktir. Amaca giden her yol mubahtır görüşü burjuva pragmatist görüştür. Komünizm ve komünist devrimci ilkelere yabancıdır. Şayet amaç-araç ilişkisinde ilkeli tavra sahip değilsek amacımızdan sapmamız ve onu lekelememiz kaçınılmaz olur. Amaçlarımıza ulaşmak için dostlarımıza, yoldaşlarımıza ve halka zarar vermeyi benimseyemeyiz. Gerektiğinde (elbette amaç ve ilkelere bağlı kalmak uğruna) kolay yolu değil, zor yolu tercih etmeli, amaçlarımızla çelişen araç ya da yöntemlere tenezzül etmemeliyiz. Partiyle halkın çıkarları çatıştığında tercihimizi halkın çıkarlarından yana kullanma prensibi bunu anlatmaktadır. Kuşkusuz ki, ilke meseleleriyle diğer-siyaset meseleleri birbirinden ayırt etmeli, edebilmeliyiz. Her sorunu ilkesel olarak tarif eder ve buna göre yaklaşımlara girersek, bu, hatalara düşmemiz anlamına geleceği gibi, ilkeleri sulandırmaya da hizmet eder. Ancak net-açık ilke sorunlarında tavizsiz olmamız zorunlu ve doğrudur. yaklaşım her kazanım ve ilerlemeyi gözetir. Fakat bunu ilkelerden bağışık yapmaz, ilkelere sadık yapar; asıl yönelimi stratejik kazanımlara dönüktür ilkeli tutumun. Daha açığı, ilkeleri reel-politik ve günlük siyasete, uzun vadeli çıkarları kısa vadeli geçici çıkarlara feda etmez. İlkeli siyaset, ilkelere tabi ve ilkelerle belirlenmiş siyaset tarzıdır ki, bu siyaset tarzı doğru ile yanlışı reel-politikteki göreli yarara/çıkara göre saptamaz. İlkeli duruşun temel ayrım ya da göstergelerinden biri hiç şüphesiz ki doğru ile yanlış arasındaki bilinçli tercihtir. Salt anda çıkar sağlıyor ya da işime geliyor diye bilerek yanlışı savunmak veya yanlışa destek vermek ilkesiz tutum olmakla birlikte, kaybedecek olan burjuva yaklaşımdır. “Ne çıkarıma geliyorsa o doğrudur”, “anda yarar sağlayan her şey iyidir”, “faydalı olan her şey doğrudur” şeklindeki anlayış burjuva pragmatist anlayıştır. Çürüktür, ilkesizdir. Bencil kişisel çıkarlardan hareket etmek ise tamamen kokuşmuş burjuva anlayıştır ki,
İlkeli olmak ya da olmamak stratejik yönelim ve başarı açısından tayin edici derecede önemliyken, proletarya ile burjuvazinin karakterini belirleyen temel ayraç, komünist çizgi ile oportünist/revizyonist çizginin niteliğine damga vuran kesin ölçüt değerindedir. Burjuvazi gibi bilumum burjuva ideolojik akımın siyaseti de tutumu da bencil çıkar ve fayda sağlamaya endekslidir. Bu külliyat için doğru/yanlış değil, bencil çıkar yönlendirici ve önemlidir. Proletarya ve emekçilerin tutumu ise tam tersinedir. Komünistler doğru ile yanlış arasındaki tercihi ilkesel yaklaşım olarak ele alırken, bencil çıkardan uzak tüm insanlığın çıkarına uzanan toplumsal, sınıfsal-kolektif çıkarlardan hareket ederler. Bu, dünyayı değiştirme eyleminde bulunanların ilkesel tavrı, fedakâr savaşımlarında karşılık bulan temel özelliğidir. Düşmanın ölümcül saldırılarına maruz kalan yoldaşlarımızın yaşamlarını feda etme dahil, hiçbir bencil çıkar ve kaygı taşımadan tereddütsüzce ölümü göğüslemeleri sayısız olumlu özellikleri kadar, bu ilkeli
Başka özelliklerin yanı sıra devrim ve parti kaygısı ya da çıkarında birleşmek de dost-düşman ayrımında yetkin olan ilkesel tutuma bağlıdır, ilkesel ayrımda berrak düşünceye sahip olmaktan geçer. Dost ile düşman ayrımında kesin ilkesel tutuma sahip olanlar hiç şüphesiz parti ve devrimde birleşme, bu zeminde sağlam durmada da ilkesel ayrımlarını ortaya koyarlar. Bu ilkelse ayrımı isabetli yapanlar dostlarıyla mücadele etmekten sakındıkları gibi, yoldaşlarıyla mücadeleyi de (ideolojik mücadeleyi değil, ‘kavga’ etmeyi ya da yıkıcı mücadele tarzını kast ediyoruz) benimsemez, bu hataya düşmezler. Eğer ilkesel bir tutuma sahip isek, bir dizi sorunu birlik içinde giderme iradesi gösterir, bu sorunları ilkesel tutum olan devrim ve parti kaygısının önüne çıkarmayız. İlkesel tutum şudur; bir tarafta hatalı, eksik ve eleştirdiğimiz sorunlar vardır, diğer tarafta devrim ve parti çıkarı vardır. İlkeli olmak veya ilkeli tavra sahip olmak tereddütsüzce devrim ve parti çıkarları doğrultusunda saf tutmaktır. Yani, hata ve eksikliklerden ya da eleştirilerimizden dolayı devrim mücadelesini bir kenara bırakamaz, devrimin stratejik aracı olan partiyi-devrimde halkın kullanacağı biricik silahı zayıflatmayı benimseyemeyiz. Devrimin veya partinin hatalarıyla karşı-devrimin varlığı karşısındaki tavır ve sorumluluklarımızı kıyaslayamaz, bunlar arasında net tercihe sahip oluruz. Bu tercih hatalarına rağmen devrimden ve devrimin silahı olan partiden yana olur; devrim ve partiyi hatalara feda etme biçiminde olmaz. Eleştirdiğimiz hatalar hepten doğru olsa da bu tercih değişemez. Çünkü, buradaki tercih son tahlilde devrimin çıkarlarıyla bu çıkarlar karşısındaki pozisyonumuzu açıklar ve devrim ile devrimin ötelenmesine dayanır. Yanlışlar yapılıyor, hatalar işleniyor, zayıflıklar gösteriliyor diye parti ve dolayısıyla devrim saflarından çıkarak kenara çekilemeyiz. Bu kenara çekilmenin objektif olarak devrim aleyhine, karşı-devrim lehine olduğu bilinmek-kavranmak durumundadır. Lakin ancak güçlü bir ilkesel tavır bu yeteneği gösterebilir, bu ilkesel tavrı sergileyebilir. İlkesel tutumda zayıflık taşıyanlar siyasi sarsıntılardan, mücadelede falsolar çizmekten kurtulamazlar. Devrim ve halk uğruna ve partinin geliştirilmesi çalışmalarında sergilenen mücadelede ölümü severek göğüsleyen yoldaşların bu tavrı, elbette ki ilkesel tutumda keskin olmalarından da ileri gelmektedir.
14 güncel analiz
1-15 Ekim 2017
Halkın Günlüğü
Güney Kürdistan referandumu bağlamında devrimci tavrın özü
Maoist komünistler referanduma dönük tavırlarında, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı gibi temel ilkeden hareket etmiş olup sağlam zemine oturan ilkesel bir tutum benimsemişlerdir. Ulusun kaderini tayin etme hakkı kayıtsız şartsız tanınması gereken ve karşı çıkılmaması gereken ulusun kendisine ait bir haktır. Bu hakkı tanımak ayrı, hakkın kullanılmasına dönük eleştiri ve değerlendirmelerde bulunmak ayrı şeydir. Ayrılma iradesi veya ayrılma hakkının kullanılması özgün ya da tarihi şartlarda oradaki devrimi-devrimin gelişmesini olumsuz yönde etkiliyorsa elbette bu durumda ayrılma hakkının kullanılmasını isabetli-doğru görmeyerek eleştirebiliriz. Ancak sadece ve sadece doğru görmeyerek eleştirebilir ve ulusu bu tercihinde ikna etmeye dönük çabalarda bulunabiliriz ama en kötüsü de olsa ulusun iradesine, bu hakkına ve bu hakkını kullanmasına karşı durmayız, ayrılma hakkını kullanmasına asla fiilen engel olma gibi bir tavra sahip olamayız.
B
arzani referandum kararı alıp referandumu gerçekleştirerek siyaseten başarılı olduğu kadar, kendi durumu açısından da muhalifleri ve hasımları karşısında zayıflayan pozisyonunu güçlendirme konusunda etkili bir hamle yapmış oldu. Barzani’ye dönük haklı ve doğru bir dizi eleştiriye rağmen, referandum hamlesinin politik olarak başarılı olduğunu teslim etmek gerekir. Barzani’nin referandumu bir yanıyla siyasi olarak gerileyerek zayıflayan durumunu kotarmaya dönük manivela yapmasının ötesinde, bağımsızlık referandumunun ABD’nin garantörlüğünde kararlaştırılıp gerçekleştirilmiş olması ve bu bağlamda bağımsızlığın tırnak içi bir bağımsızlık olup ABD emperyalizmine bağımlılıkla lekeli olduğu açık olmasına dönük tüm değerlendirme ve eleştiriler haklı-isabetli olmakla birlikte, bunlar referanduma karşı çıkmayı gerektirmez. Son tahlilde bağımsızlık istiyor musun, istemiyor musun ikilemiyle karşı karşıya kalındığında elbette ki bağımsızlık diyerek tüm lekelerine rağmen referanduma destek vermek zorunlu, gerekli ve doğru olanıdır. Zira bağımsızlık referandumuna karşı çıkmak siyasi iflas, zımnen bağımlılığa evet diyerek gericileşmek ve ulusun kendi kaderini tayin etme hakkı karşısında da gerici pozisyona düşmek olur. Nitekim eleştirerek inisiyatifsizliğin çaresizliğini yaşayan Kürt partilerin hepsi de son tahlilde referandumu desteklediler. Kuşkusuz ki, referandum kararı sadece
Barzani’nin iç siyasi hesaplarına indirgenemez. Bu işin bir yanı ve esasen de tali yanıdır. Esas yanı ise, referandumun ABD emperyalizminin onayı, siyaseti, stratejisi ve bir bakıma da kararıyla alınmış bir karar ve uygulama olduğu gerçeğidir. ABD’nin destek vermeden böyle bir kararın alınıp uygulanması inandırıcı ve ikna edici, hatta mümkün olmadığı açıkken, özellikle emperyalist devletlerden komşu ülkeler ve Irak devletine kadar geniş bir karşı çıkış, baskı ve hatta tehdidin olduğu şartlarda Barzani’nin bu referandumu bağımsız iradesiyle gerçekleştirmesi tasavvur edilemez. ABD emperyalizminin bölge stratejisi ve bölgedeki emperyalist dengeler açısından bu referandumu planlayarak devreye soktuğu, özellikle de Rusya’nın bölgede kaptığı inisiyatif şartlarında kendisine bağımlı bir aktörün yaratılarak bölgedeki imtiyaz ve inisiyatifini belli düzeyde de olsa muhafaza etmesi, “TC” devletinin Rusya ile ilişkilerinden duyduğu rahatsızlıkla “TC”ye karşı Barzani-Kürt kartını kullanarak yanıt vermesi gibi bağlamlarda, referandumun ABD emperyalizmi tarafından planlanarak devreye sokulduğu söylenebilir. Bu gerçekliğe rağmen ya da bu gerekçeyle de bağımsızlık referandumuna karşı çıkmak benimsenemez, çıkılması doğru görülemez. Referandum ve gerçekleştirilmesi siyaseten başarılı bir hamle olup Barzani’nin durumunu önemli oranda sağlamlaştırmaya yaramakla birlikte, Kürt ulusu açısından da or-
taya koyduğu irade bakımından, göreceli de olsa önemli bir siyasi bağımsızlık-siyasi varlık ve devlet düzeyinde meşrulaşma, eski statüsüne göre ileriye doğru bir gelişme ve kazanım süreci oldu. Bütün bu bakımlardan referandum tavrı olumlu bir gelişmeyi ifade etmektedir. Referandumun konusu ve muhtevası başlı başına ona olumluluk yükler ki, ulusun gasp edilmiş ve tanınmayan bağımsızlık hakkının ulus iradesiyle kazanılması ve bu iradenin gerici egemenliğe rağmen sergilenmesi de önemlidir. Şüphesiz ki, referandumun gerçekleştirilmesi hemen bağımsız bir Kürt devletinin ilan edileceği anlamına gelmez, gelmiyor da. Ancak, referandum böyle bir ilanın önünü açmış, meşrulaştırmıştır. Dikkat çekmek gerekir ki, henüz ilan edilmemiş ama ilan edilmesinin zemini meşrulaştırılmış olan bir Kürt devleti ilanı durumu, ABD emperyalizmi tarafından “TC” devletine karşı kullanabileceği bir şantaj kartı olarak da işlev görmektedir. Barzani, “aldığı” referandum kararı ve referandumun yapılmasıyla, hak etsin ya da etmesin, tarihsel rolün sahibi olarak tarihi kişilik etiketini almış oldu. Arka planı ne olursa olsun kendisine mal olan referandum kararı ve tamamlanan süreçle, Barzani büyük bir siyasi sürecin başlatıcı ismi oldu. Öte taraftan referandum Kürt ulusu üzerinde (ve daha kapsamlı) büyük bir siyasi etki yarattı. Moral ve güven edindi, diğer parçalara da ilham verecek bir siyasi süreç oldu.
1-15 Ekim 2017
Halkın Günlüğü
Kürt ulusu referandumla tarihsel bir irade ortaya koymuştur Özellikle referandum kararına karşı uluslararası alan başta olmak üzere, komşu ülkeler “TC”, İran gibi ülkelerin, merkezi Irak devletinin karşı çıkmasına ve bu düzeyde bir baskı, tehdit şartları altında olmasına karşın referandum kararından ödün vermeyerek onu gerçekleştirmesi, Barzani’nin bölgede aktör haline getirilmesi ve içte sarsılan siyasi pozisyonunun sağlamlaştırılması için iyi kurgulanmış bir oyun ve başarılı olarak yönetilen bir süreç oldu. Kürt ulusu esasta ilk kez bir devlete (öyle ya da böyle bir devlete) sahip olma hakkı noktasına gelerek tarihi bir durum yaşamıştır. İradesini ortaya koymuştur. Buna bölgedeki siyasi kaos, boşluk ve emperyalist dengeler olanak vermiş olsa da ortada bir gerçek durmaktadır ki, bu gerçek, olmayan bir Kürt devletinin var olma hakkına kavuşmuş olmasıdır. Bu hakkı biçimsel de olsa iradesiyle elde etmiş olması anlamlıdır, olumludur. Bağımlı da olsa bir devlete sahip olmak ulus ve ulusun durumu için daha ileridir. Referandum meselesinde gerici egemen sınıf ve siyasi partilerinin, tekçi ırkçı-faşist AKP gericiliğinden, aynı paradigmaların mimarlarından Kemalist ve ulusalcı Türk milliyetçisi sosyal şoven faşist kesimlere, aynı faşist gericiliğin azgın temsilcilerinden Perinçek’e kadar bilumum kafatasçı güruh sınıf karakterlerine uygun olarak tek koro halinde hareket etmiştirler. Gelinen aşamada yaptırımlardan askeri seçeneğe kadar her türden saldırganlığı oy birliğiyle geliştirme çabasındadırlar. Türk hâkim sınıfları devleti ve siyasi partilerine referandum böyle etki yaparken, sol hareket içinde de belli tartışmalara vesile olmuş, gerici yanları gün yüzüne çıkarmıştır referandum. Bu sürecin sol cephe içindeki önemli tartışması “referandumun desteklenip desteklenmemesi” ikileminde yürütülen tartışmadır. Bu zeminde, komünist devrimciler tarihsel tutumlarını pozitif olarak ulusun bağımsız devletini kurma hakkı (UKKTH) açısından iradelerini belirleyerek devrimci zeminde dururken, bir kısım sol çevre adına sergilenen kimi sosyal şoven yaklaşım ve anlayışlar da yeniden hortlamış, gündeme gelmiş oldu. Bu çevrelerin esasta reformist kulvarda bulunan ve Kemalizm ya da Türk milliyetçiliğinden etkilenmiş belirli kesimler olduğunu söyleyebiliriz. Bunların referanduma dönük tavır ve tutumları da esasta ulusal sorun çerçevesinde sosyal şovenizmin etkilerini açıkça yansıtırken, referandum dolayısıyla aldıkları bu tavırlarını dayandırdıkları gerekçeler de tamamen burjuva reformist ve burjuva liberal görüşün izlerini taşımaktadır. Bu gerçeğe karşın, referandumu desteklememe veya karşı olma tavırlarına neden olarak öne çıkarılan gerekçe, referandumun arkasında İsrail siyonizmi ve ABD emperyalizminin olduğu, dolayısıyla bağımsızlık referandumunun bağımlı bir devleti aşmadığı şeklindedir. Gösterdikleri bu gerekçeler içerik ve eleştiri itibarıyla doğru ama doğru da olsa bu gerekçelerden hareketle “bağımsızlık” referandumu karşısında tavır-tutum almaları yukarıda işaret ettiğimiz nitelemeler düzeyinde hatalıdır. Özellikle de böylesi koşullarda bağımsızlık referandumuna gitmenin çelişki ve çatışmaları kışkırtıp bu çatışma durumunun Erdoğan tarafından manipüle edilerek iktidarını ayakta tutma için malzeme
edeceği ya da Erdoğan’ın bu amacına yarayan bir gelişme olarak değerlendirilmesi zeminindeki gerekçelerle referandumu bu konjonktürde uygun bulmayarak karşı çıkılması kabul edilemez. Bu gerekçelerin arka planında sosyal şoven kambur olduğu açıktır. Nitekim bu tavır, son tahlilde azılı Türk milliyetçisi, tekçi ırkçı-faşist gericilikle aynı cepheye düşmüş olmakla da maluldür. Maoist komünistler referanduma dönük tavırlarında, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı gibi temel ilkeden hareket etmiş olup sağlam zemine oturan ilkesel bir tutum benimsemişlerdir. Ulusun kaderini tayin etme hakkı kayıtsız şartsız tanınması gereken ve karşı çıkılmaması gereken ulusun kendisine ait bir haktır. Bu hakkı tanımak ayrı, hakkın kullanılmasına dönük eleştiri ve değerlendirmelerde bulunmak ayrı şeydir. Ayrılma iradesi veya ayrılma hakkının kullanılması özgün ya da tarihi şartlarda oradaki devrimi-devrimin gelişmesini olumsuz yönde etkiliyorsa elbette bu durumda ayrılma hakkının kullanılmasını isabetlidoğru görmeyerek eleştirebiliriz. Ancak sadece ve sadece doğru görmeyerek eleştirebilir ve ulusu bu tercihinde ikna etmeye dönük çabalarda bulunabiliriz ama en kötüsü de olsa ulusun iradesine, bu hakkına ve bu hakkını kullanmasına karşı durmayız, ayrılma hakkını kullanmasına asla fiilen engel olma gibi bir tavra sahip olamayız. Mevcut referandum şartlarında, bu referandumun bölgede veya Kürdistan’da ya da başka bir yerde devrimi geciktirme-sabote etme gibi bir durumundan söz edilemeyeceği gibi, ayrılma gibi bir fiiliyattan da söz edilemez. Ayrılma fiiliyata dönüşse de bu, gerici değil, ileri ve ileriye doğru bir adımdır. Kürtlerin ayrılacağı devlet sosyalist bir devlet veya Sovyetler Federasyonu devleti, devrimci, demokratik ve ilerici bir devlet değil, faşist bir devlettir, gerici bir diktatörlüktür. Dolayısıyla bu referandum şahsında, ayrılma
güncel analiz 15 hakkının kullanılması ve ayrılmanın olumsuzlanacak-eleştirilecek bir tarafı yoktur. Bilakis gerici faşist bir devletten kopma anlamında ve Kürt ulusu açısından olmayan bir devlete sahip olma (olasılığının doğması veya yaratılması) bakımından son derece olumlu, desteklenir, ileriye doğru bir gelişmedir.
Ezilen bir ulusun kendi devletini kurmasına karşı çıkılamaz Ulusun kendi kaderini tayin etme hakkı ve bu hakkı kullanma doğrultusundaki iradesine ve tercihine ya da bu hakkı hangi yönde kullandığına bakarak destekleme ya da desteklememe tavrını belirleme lüksüne sahip değiliz, olamayız da. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, ayrılma hakkı değil, yalnızca bu hakkın kullanılması sadece ve sadece devrim açısından mütalaa edilebilir ki, bu durumda bile ulusun ortaya koyduğu iradenin önünde fiili engel olma durumunda olamayız. Ulusun iradesini kendi burjuvazisiyle ya da egemen ulus burjuvazisiyle birlikte veya onun bayrağı altında yaşama doğrultusunda kullanmasına, hatasını göstererek ikna etme ve eleştirel yaklaşıma sahip olmanın ötesinde hiçbir gerekçeyle karşı durmayız. Gerçek manada bir bağımsızlık elde etmeyeceği-etmediği, emperyalizmle ilişkilerinin olduğu gerekçelerle ulusun bağımsızlık referandumuna gitme ve bağımsız devletini kurma hakkına ve kurmasına karşı çıkılamaz. Sadece UKKTH açısından değil, referandumun tarihsel kazanım, gelişme ve tavır olma muhtevası, pratik kazanım ve ileriye dönük bir gelişme olması, Kürt ulusunun eski statüsünden daha ileri bir statüye kavuşması, biçimsel de olsa, yarı-bağımlı da olsa kendi devletine sahip olması, gasp edilmiş hak ve iradesinin tanınmış ya da geri alınış olması, daha doğrusu bütün bunların zemininin yaratılması, Kürt ulusunun ulusal hak ve değerleri açısından, siyase-
ten de Kürt Ulusal Hareketi’nin üzerinde yaratacağı siyasi etki ve bu etkinin demokratik gelişmelere vesile yaratma gerçekliği gibi daha sayılacak bir dizi nedenle referandumu desteklemekte ya da olumlu görmekteyiz. Bir noktanın daha altını çizmekte fayda var ki, ulusun ayrılma hakkını desteklemek, o ulus burjuvazini desteklemek anlamına gelmez, bu burjuvazinin bütünüyle desteklendiği anlamına hiç gelmez. Kürt ulusunun bağımsızlık referandumunu ve bu doğrultuda bağımsız devleti kurma yönünde geliştireceği tavrı olumlu görerek destekleriz fakat bu, Barzani’nin desteklenmesi ve her bakımdan desteklenmesi ya da desteklediğimiz anlamına gelmez, öyle de değildir. Nasıl ki, ulusun ayrılma hakkını kayıtsız şartsız tanımak ile bu hakkın kullanılmasını somut (tarihsel ve siyasi) şartlara bağlı olarak özellikle bir devrim olasılığı ve devrimin gelişmesi açısından değerlendirilmesinin ayrı şeyler olması gibi, yani ayrılma hakkı ile bu hakkın kullanılması nasıl ki ayrı şeyler ise, öyle de Barzani’nin bağımsızlık referandumu tavrı ile Barzani’nin genel durumu ve gericiliği ayrı şeylerdir ve ikisi ayrı tavırdır. Ya da Kürt ulusunun ayrılma ve devletine sahip olması ayrı ama Barzani’nin gericiliği ayrı şeylerdir. Bunlara dönük tavırlar da farklı ve ayrı şeylerdir. Bu bağlamda destekleme tavrı ile olumlu görmekarşı çıkmama tavırları da birbirinden farklı şeylerdir. Bağımsızlık referandumunu olumlu görerek karşı çıkmamak ayrı ama bizzat Barzani’yi desteklemek daha ayrı şeydir. Her destekleme tavrı mutlak ve her yönlü desteklemek ya da fiilen destekte bulunmak demek değildir. Referandumu olumlu, ileriye doğru atılmış bir adım olarak görüyor bu anlamda destekliyoruz ama bu fiilen çalışma yürüteceğimiz veya Barzani’yi destekleyeceğimiz ya da referandumun arka planını eleştirmediğimiz anlamına gelmez.
16 analiz haber
1-15 Ekim 2017
Halkın Günlüğü
Ekim Devrimi ve Ulusal Sorun
Devrim, ulusal sorunun çerçevesini genişleterek, onu kısmi bir sorundan, Avrupa’da ulusal baskıya karşı mücadele sorunundan boyunduruk altındaki halkların, sömürgelerin kurtuluşları genel sorununa dönüştürdü. Emperyalist maskenin düşmesi ve böylece bu halkların, sömürgelerin kurtuluş mücadelesinin güçlenmesi bu dönemde ivme kazandı. Emperyalizm, sömürge ulusların politik ve ekonomik köleleştirilmesi olmaksızın kendisini var edemez; sömürgeler de emperyalizmin boyunduruğundan kendilerini özgürleştirmeksizin, kendi kurtuluşunu gerçekleştiremez.
100. Yılında şanlı Ekim Devrimi’ni selamlıyoruz. Ekim Devrimi yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor.
E
kim Devrimi, dünyada yeni bir çağ, ezilenler cephesinde yeni bir dünya dönemi başlatmıştır. Bir avuç zorba sömürücün dünyasına karşı ezilen büyük çoğunluğun dünyasına geçiştir Ekim. Asırlar boyu kölelik ve baskı altında yaşayan ezilenler Ekim Devrimi ile yeni bir yola girmiş; kendi gelecekleri hakkında söz sahibi olan bir sisteme kavuşmuşlardır. Kapitalist tahakküm ve kölelik sistemi Ekim Devrimi ile yıkılmıştır. Yerine işçilerin, köylülerin ve ezilen ulusların kendi kaderlerini belirlediği ve kaderleri hakkında söz sahibi oldukları bir iktidar almıştır. Emperyalizm krizle debelenirken başvurduğu savaş ile dünya halklarına açlık, sefalet ve ölüme mahkûm ediyordu. Dünya savaşa sürüklenmiş, karşıt taraflara ayrılmış bir avuç emperyalist güç, dünyayı paylaşmak için yarış halindeydi. Bu savaşta halklar birbirini bir azınlığın çıkarları için boğazlıyordu. Ekim Devrimi dünyanın çok yönlü krizine Rusya’da bir neşter vurdu. Ve bu gidişata dur dedi. Emperyalist talan ve yağma savaşına Rusya’da devrimle son verildi. Emperyalist güçler arasındaki rekabet savaşında bir
tarafın ittifak gücü olan Çarlık Rusya’sı, devrimle yıkıldı. Yerine işçilerin, köylülerin, ezilen ulusların halk güçlerinin ittifakına dayanan emekçilerin Sovyetleri kuruldu. Sovyetler, Rus Çarlığı’nın işgal ettiği tüm bölgelerden çekildi. Dünya halklarına dayanışma içinde olduğunu deklare etti ve emperyalist savaşı mahkûm etti. Paris Komünü yenilmişti. Büyük bir tecrübe ve yol açıcı önemine rağmen tarihte kalıcı bir varlık oluşturamamıştı. Paris Devrimi’nin öngörüleri, “geri” Asya’da gerçekleşti. Rusya “geri” Asya’nın bir parçasıydı ama Ekim Devrimi “ileri” Avrupa ile “geri” Asya’nın emekçileri arasında bir bağ kurdu. Aradaki duvarları yıktı; “uygar” Avrupa ile “ilkel” Asya’yı birleştirdi. Emperyalist ülkelerin sömürgeleştirme politikalarına karşı ezen Avrupa işçi sınıfı ile köleleştirilen halklar arasında fiili veya gönül bağı kurdu. Ekim ile bir ütopya gibi duran devrim gerçekliğe kavuştu. Emperyalist çevreler ve burjuvazi Ekim Devrimi ile gerçek bir yenilgi yaşadı. Kapitalizmin kendisini evrensel bir olgu ve toplum olarak dayattığı bir gerçeklikte, Ekim buna son verdi. Onun diğer toplumsal formasyonlar gibi tarihsel ve bir başlangıcının olduğu gibi sonunun da olduğunu gösterdi. Dolayısıyladır ki, Ekim
Devrimi’nden bugüne kadar burjuvazi aldığı yenilginin farkında olarak kendisine karşı alternatif olan bir sistem ve maddi bir gücün varlığından hep ürkmüştür. Ekim Devrimi, gelişmiş kapitalist ülkelerin işçi sınıfı ve ezilen diğer kesimleri ile birlikte ezilen-sömürge ülke halklarına umut verdi. Ezeli ve ebedi olmayan sömürücü tahakküm toplumunun değiştirilebileceğini, devrilebileceğini pratikte gösterdi. İşçilerin ve ezilen halk kitlelerinin birleşmesi halinde hiçbir kuvvetin onları yenmeyeceğini pratikte ispatladı. Ekim Devrimi, burjuva demokratik devrimlerin de bir çözüm yaratmadığını; tersine eski-çarlık-feodal despotik erkleri hedeflemesine rağmen, ezilen halk yararına bir içerik taşımadığını gösterdi. Burjuva devrimler, burjuvazinin iktidarının sağlamlaştırılması, ezilen büyük kitlelerin sefaletinin devam ettirilmesi, ezilen-sömürge ulusların üzerindeki sömürgeci baskının devam ettirilmesini devam ettirdi. İşçi sınıfının kurtuluşu ve ezilen ulusların özgürlüğü Ekim Devrimi ile geldi. Farklı uluslar arasındaki düşmanlık ve milliyetçi önyargıların yıkılması, halklar arasında dostluk ve eşitlik ilişkisinin kurulması bu devrimle geçekleşti.
1-15 Ekim 2017
Halkın Günlüğü
Ekim Devrimi yeni bir çağ başlatmıştır Ekim, emperyalizme-kapitalizme karşı uyanış ve mücadele çağıdır. Emperyalist köleliğe karşı kurtuluş ve özgürlük çağında mücadele, tek tek ülke ve ulusların sınırlarını aşarak uluslararası bir hale gelmiştir. Ulusal mücadeleler de sınıfsal mücadele de artık tek tek ülkelerin iç sorunu olmaktan çıkmış, uluslararası bir sorun haline gelmiştir. Kapitalizmin dünya genelinde yayılması beraberinde ezilenlerinde uluslararası dayanışma ve birlikteliğini doğurmuştur. Ekim Devrimi’nden önce Çarlık uluslar hapishanesiydi. Onlarca ulus, onun kaç katı azınlık milliyet ve halklar Çarlık sömürgeciliğinin cenderesindeydi. Ulusal baskı ve tahakküm altında halklar bezmiş, soykırım ve asimilasyona maruz kalmışlardır. Ulusal pazara egemen olan Çarlık, ekonomik egemenliğin yolunu siyasi tahakkümde bulduğu için, siyasi egemenliği elinde tutarak diller ve kültürler üzerinde baskı uygulamıştır. Ekim öncesi ulusal sorunlar tek tek ülkelerin iç sorunu olarak ele alınıyordu. Şu veya bu ülkenin iç sorunu olan ulusal sorunlar, tecrit bir durumda kalıyordu. Genel burjuva demokrasinin bir parçası ve burjuva demokrasinin gelişme seviyesinin bir parçası gibi görünen ulusal sorun, giderek uluslararası sömürgelerin bir kurtuluş hareketi ve genel sosyalistdemokratik devrimin bir parçası ve ayrılmaz parçası haline dönüştü. Eskiden ulusal sorun burjuva demokrasisinin bir parçasıydı ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı belirsiz bir içerikte ele alınıyordu. Ulusların kendi kaderini kendilerinin tayin hakkının tam olarak nasıl anlaşılması gerektiği açık değildi. Uluslar, diller, kültürler arasında tam eşitlik vurgusu yoktu. “Uygar” uluslar ve “uygar” olmayan uluslar vardı. “İleri” Avrupa, “geri” Asya vardı. Ezilen-sömürge ulusların kendi kaderini hangi sınırlar içinde, nasıl belirleneceği açık değildi. Ekim Devrimi, bunların hepsini kökten değiştirdi. Ekim Devrimi, burjuvaulusal kurtuluş hareketlerini esas olarak geride bırakmış, ezilen ulusların işçi ve köylülerinin her türlü baskıya karşı, yabancı burjuvazinin iktidarına, emperyalizme karşı, yeni bir dönem, sosyalist bir hareket dönemini başlatmıştır. Ekim Devrimi, ezen ulus ve işçi sınıfının geliştiği kentler ve çevresinde başladı. Merkezde başarılı olan devrim, kenar bölgelere doğru gelişerek zaferini ilan etti. Rusya'nın soygun savaşından çıkarılması; gizli anlaşmaların yayınlanması ve yabancı toprakların ilhak edilmesi politikasının resmen reddi; ulusal özgürlüğün ilan edilmesi; ulusal boyunduruğa karşı mücadele sorunundan, ulusların, sömürgelerin emperyalizmden kurtuluşunun ilanı; “uygar” ve “uygar”
olmayan halklar arasındaki duvarın yıkılması; “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” muğlak sloganı yerine, ulusların ve sömürgelerin devlet olarak ayrılma ve bağımsız bir devlet kurma hakkının devrimci biçimde ifade edilmesi; bir ulusun emekçilerini, bir başka ulusun emekçileri hakkında herhangi bir fetih emeli beslemek üzerine kurulan güvensizliğin her türlü vesilesini yok edilmesi Ekim Devrimi ile gerçekleşmiştir. Devrim, ulusal sorunun çerçevesini genişleterek, onu kısmi bir sorundan, Avrupa’da ulusal baskıya karşı mücadele sorunundan boyunduruk altındaki halkların, sömürgelerin kurtuluşları genel sorununa dönüştürdü. Emperyalist maskenin düşmesi ve böylece bu halkların, sömürgelerin kurtuluş mücadelesinin güçlenmesi bu dönemde ivme kazandı. Emperyalizm, sömürge ulusların politik ve ekonomik köleleştirilmesi olmaksızın kendisini var edemez; sömürgeler de emperyalizmin boyunduruğundan kendilerini özgürleştirmeksizin, kendi kurtuluşunu gerçekleştiremez. Proletarya da aynı biçimde kendi ulusunun kurtuluşunu gerçekleştirmeden kendi kurtuluşunu sağlayamaz. Ekim Devrimi sadece sosyalist bir devrim değil aynı zaman da ezilen-sömürge uluslar için ulusal bir devrimdir. Çünkü devrim aynı zamanda köle ulusları bir çırpıda özgürleştirmiştir. Merkezi Rusya için sosyalist diğer uluslar için sömürgesel bir devrim; bu devrimin farklı uluslardaki iki farklı işlevi, niteliği ve gerçeğiydi. “Proletarya, ‘proleter devrimi’ yalnız ‘köylü savaşıyla değil’ aynı zamanda, ‘ulusal savaş’la da birleştirmeyi bu temel üzerinde başarmıştır.” (Stalin, Stalin, Marksizm, Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Sol, 215)
analiz haber 17 “Ulusal ve sömürgesel devrimler bizim ülkemizde proletaryanın yönetimi ve enternasyonalizm bayrağı altında gerçekleştirilmiş”tir. (Stalin, Marksizm, Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, 284) Çelişkinin çok taraflı tabiatı, her tarafın da kendi cephesindeki konumunun ifadesidir bu durum. Egemen ulus cephesinde devrim kapitalist sömürü mekanizmalarını devirdiği, bu anlamda işçi sınıfının kendisi için kurtuluş ifade ettiği için sosyalist; ezilen-sömürge ulusları özgürleştirdiği için de ulusal bir devrim görevi görmüştür. Bir devrimin birden fazla görevi yerine getirmesi olası ve doğaldır. Yeni tipte demokratik bir devrimin sosyalist devrimin görevlerini yerine getirebileceği; sosyalist bir devrimin demokratik devrimin görevlerini yerine getirebileceği; aynı biçimde ulusal bir devrimin de bahsettiğimiz her iki devrimin görevlerini yerine getirebileceği olasıdır. Her iki devrim tipi ulusal bir devrimin görevlerini de yerine getirebilir. Ve Rusya’da sosyalist ve ulusal devrim aynı anda bir devrimin farklı bölgelerdeki iki ayrı işlevi olarak gerçekleşmiştir. Merkez olarak kabul edilen ezen ulus çeperinde sosyalist, ezilen ulus çeperinde ulusal.
Ekim’le birlikte UKKTH net bir içeriğe kavuştu Sosyalist devrim, ulusların kendi kaderini tayin ve “Anavatan Savunması” ilkelerini anlamlı hale getirdi. Burjuvazinin liberal tutumu, demokrasi ve eşitlik talebi, piyasada kendi meta ve sermayesinin serbest hareketi ve çıkarlarının gerçekleşmesi oranında bir anlam ifade eder. Burjuvazi hiçbir zaman çıkarı gerektirmedikçe ezilen halkların lehine bir tavır ve istem içerisine girmez. Wilson Prensipleri temelinde ifade
edilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, burjuva sınırlar içinde ve göstermelik olma ötesine geçmemiştir. Ekim Devrimi’yle birlikte ulusların kendi kaderini tayin hakkı içerik olarak net bir anlama kavuştu. Lenin, ısrarlı bir biçimde, ezilen-sömürge ulusların kendi bağımsız devletlerini kurma ve ayrılma hakkı olarak açıkladı. Eğer ulusların kendi kaderini tayin hakkı, siyasi olarak kendi geleceği hakkında istediği gibi bir ulus kararlaştıramıyor ve ayrılma hakkını ayrı bir devlet kurma biçiminde bir özgürlüğe kavuşturamıyorsa, bu ilkede bahsetmenin bir anlamı yoktur. Kendi kaderini tayin demek, bir ulusun ayrılıp kendi devletini kurma hakkı demektir. Bu hak bu temelde anlamlandırılmadığı zaman o zaman bu ilke kof, göstermelik bir şeyin ötesine geçemez. Lenin, “Anayurt Savunması” adı altında emperyalist savaşların meşrulaştırılmasını mahkûm etmiştir. “Anayurt Savunması” ezilen sömürge bir ulusun kendi savunması anlamında meşrudur. Böylesi bir savaşta savaşın kimin başlattığının bir önemi yoktur. Ezilen-sömürge bir ulusun kendisini savunması, bağımsızlık ve eşitlik talep etmesi meşrudur. Bunun için mücadele etmesi doğru bir pratiktir. Bir ulus veya kendine ait olmayan bir toprağı ilhak etmek, yabancı bir halka karşı fetih emeli taşımak sömürgeci bir durumdur. Ekim Devrimi, bunların hepsine son verdi. Ezilen uluslara özgürlük ve ayrılmak istemeyen uluslarla da gönüllülük üzerinde birlik kurdu. Ekim Devrimi, ulusal kimlik, kültür, inanç ve cinsiyetler arasında eşitlik talep etmiş bunun temelini atmıştır. Bir ulusun diğer bir ulus üzerinde hiçbir ayrıcalığını kabul etmemiş, tersine ayrıcalık durumunu bir eşitsizlik durumu olarak mahkûm etmiştir.
18 analiz
1-15 Ekim 2017
Halkın Günlüğü
Stratejik Hasımlıktan “Dostluğa” Evrilen Perinçek-Erdoğan Kirli İttifakı
Dönemin burjuva politikasının uzlaştırdığı güçler, tarihsel hasımlıklarını ideolojik ve siyasal olarak çözebilmiş güçler değildir. Yani bu kirli ittifak, kendi içinde karşılıklı güçlerin birbirlerini gardını aldıkları bir ittifaktır. Siyasal iktidarın faşist niteliğindeki uzlaşı, klik çatışmasını ötelese de klasik ulusalcı Kemalist çizgi ile, Sünni selefi Osmanlıcı hilafetin gerici dalaşı somut bir realitedir. Ulusalcı, milliyetçi, ırkçı Türk-Sünni İslam paradigmasında ortaklaşmaya karşın, Erdoğan’ın SADAT şemsiyesi altında, paramiliter “İslamcı Devrimci Muhafızlar Ordusu” kurması, Perinçek ve çizgisindeki güçlerin yine faşizmin bekçisi ordu içinde yapılanmaya çalışması, önümüzdeki dönem çatışmalarına yönelik hazırlıklardır. Bu kirli ittifaklar arasındaki çatışmayı derinleştirecek olan, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesinin gücü olacaktır.
urjuva egemenler sistemi içindeki gerici klik dalaşı ve kirli ittifaklara dair kısa bir portre çizerek söze başlayalım. Topluma en açık bir şekilde yansıyan, basit bir anlatımla, gerici burjuva siyasetin birbirine bağlı önemli niteliklerini resmetmek, çizeceğimiz portreyi daha anlaşılır kılacaktır. Öncelikle anlamı içinde olan bir kavram: Burjuva siyaset ve kirli ittifak… Burjuva seçim mekanizması ile kitlelerin “yetkilendirme” gücünü, gerici burjuva ve onun türevleri niteliğindeki iktidarlarında tekelleştiren, ezilen ve sömürülen halklar üzerinde bir baskı aygıtı olarak işlev gören devletin tüm bürokrasi alanlarını idare ederek varlığını idame ettiren her dönemin hâkim gücü, siyasal sürecine denk, burjuva ve türevi klikler arasında bir “ittifak” siyasetini geliştirmesi, yine onun kirli niteliğinden rengini almaktadır. Gerici burjuva iktidarların politik sermaye birikimi olarak ele alınan, “itibar”, “güven”, “karizma”, gibi kavramlarla ilişki kurularak, kitlelere dikta edilen kapitalist egemenlik sistemi, ayakta kalması için, ezilen-sömürülen sınıf ve halk katmanlarına baskı uygulamakla alanını sınırlı tutmaz, aynı zamanda bu siyaseti hayata geçirecek burjuva siyasetçilere ihtiyaç duyar. Yani, burjuva sistemin niteliği olarak kitlelere manipüle edilen “itibar”, “karizma”,” gü-
B
venin”, halkın sırtında kalabilmesi için, sadece baskı ve şiddet aygıtları yetmez, aynı zamanda bunu uygulayacak simsarların olması gerekmektedir. İktisadi ve politik anlamda, burjuvazinin tarihsel sosyolojisinde, simsarlık önemli bir alan tutmaktadır. Siyaset sosyolojisindeki anlamıyla, burjuva egemenler sistemi ve ilişki ağı içinde, birbirlerine bağlanmamış farklı klikleri ve temsilcilerini, hâkim iktidarın konumuna göre birbiriyle ilişkilendirmek, gerici egemenlik sisteminin bekası için konumlandırmak. Her burjuva parti ve temsili olan burjuva siyasetçi, son tahlilde bir sermaye gücüne dayanmaktadır. Ve her burjuva siyasetçi, temsil ettiği sermayenin çıkarlarını savunmak, temsil ettiği sermaye gücünü burjuva iktidarda hâkim kılma göreviyle politik alanda yerini almaktadır. Bir sınıfın başka bir sınıf üzerindeki egemenlik aracı olan devletin, gerici burjuva sınıf elindeki niteliği, sermeye güçlerinin arasındaki çatışmayı belirleyen bir olgu değildir. Çatışmayı tetikleyen asıl neden, devletin hangi burjuva kliğin hakimiyet aracı olacağı, sömürü ağını esasta hangi kesimin denetleyeceği, toplumsal üretim ve artı değerden esas olarak hangi burjuva kliğin esas payı alacağı meselesidir. Bu anlamıyla, iktisadi-politik çıkarlarda derin çatışmalar yaşayan burjuva ve türevi klik-
ler, devletin ve sömürü sistemin bekası söz konusu olduğunda, kirli burjuva siyaset arenasında birbirlerine karşı kullandıkları tüm düzeysiz yaklaşımları unutup, kenetlenmeleri, tam da bu gerçekliği doğrulamaktadır. Bugün Türk egemenler sisteminin tarihsel hafızasını canlandırarak, AKP, CHP, MHP merkezli burjuva partiler arasında yaşanan da bu gerçekliktir. AKP-Erdoğan diktatörlüğünün iktidar olma avantajını kullanarak temsil ettiği sermaye gücünün çıkarlarını genişletmesi karşısında, çıkar alanları daralan CHP’nin, “adalet” muhalefetinin sınırları, sömürü ve baskı aracı olan devletin bekası, Kürt ulusunun inkar ve imhası, ezilen-sömürülen sınıf ve halk katmanlarının boğazlanması politikasında, mevcut siyasal iktidarın anlayış olarak belirlediği sınırlar kadardır. Yani burjuva klikler arasındaki çatışma, iktisadi anlamda toplumsal refah, siyasal anlamda toplumsal hak ve özgürlükler üzerinden süren bir çatışma değildir. Gerici burjuva klikler, bu tip toplumsal talepleri, kendi çıkarlarını genişletmek, kitlelerin desteğini alarak hâkim güç olmak için kullanırlar. Kitlelere karşı başka bir dil, sömürü sisteminin devamı
1-15 Ekim 2017
19
Halkın Günlüğü
için başka bir dil, bugün başka bir söylem, yarın başka bir söylem, bir tarihsel kesit ve politik süreçte, bir güçle “ittifak”, başka bir tarihsel kesit ve politik süreçte başka bir güçle “ittifak”, burjuva politik arenasındaki simsarlığın en yalın izahatıdır. İktidar süreci boyunca, AKP-Erdoğan diktatörlüğü, söz konusu bu simsarlıkta, burjuva tarihe gıpta ettirecek düzeyde bir siyaset sürdürmektedir. İktidar olma süreci boyunca, faşist niteliğin politikaları karşısında geniş bir muhalefet oluştuğu gibi, geri kitlelerde ve burjuva klikler içinde ciddi bir destekte çevresinde toplayan AKP-Erdoğan diktatörlüğü, özellikle gerici burjuva kliklerle, her politik sürecin ruhuna uygun “ittifak” siyaseti geliştirmiştir. Klasik Kemalist kliğin tasfiyesi-geriletilmesi ve iktidarının sağlamlaştırılması için tarihsel siyasal-ideolojik ortağı Gülen Cemaati ile ittifak, politik gelişmelerin ve kirli çıkarların hesaplaşmasında dağılan bu “kutsal ittifakta”, Gülen Cemaati’ne karşı, tarihin kirli silahlarının temsilcileri olan ulusalcıErgenekoncu kliğe tutunmak, devletin bekası için MHP ile kurulan “birlik”, orduyargı-MİT-bürokrasi içinde merkezileşen açık faşizm koşullarına göre yapılan dizayn operasyonlarında, sürecin politikasına göre destekçiler yaratmak, tam bir burjuva ayak oyunları ve pragmatizmine göre sürdürülmüş, sürdürülmektedir. Ve en son AKP-Erdoğan iktidarının destekçi saflarına katılan bir isim, burjuva siyaset standartlarını zorlayan, sıra dışı bir isim olmuştur. Çünkü bu isim, AKP-Erdoğan çizgisinin yıllarca en hararetli hasımlarından klasik ulusalcı-Kemalist Vatan Partisi’nin führeri Doğu Perinçek… Gerici burjuva çıkarların beslediği azılı hasımlıktan, “stratejik” ortaklığa evrilen bu ilişki, kuşkusuz niyetlerle açıklanacak bir ilişki süreci değildir. Çatıştıran ve uzlaştıran, burjuva politik süreç ve burjuva gerici çıkarlardır. Siyasal arka planında, kurulan ilişkilerin niteliğini belirleyen bu kirli dünyayı anlamadan, dünün hasımlığını da bugünün stratejik ortaklığını da açıklayamayız.
Açık faşizm koşullarında merkezileşen “TC”nin politik süreci, Perinçek-AKP Erdoğan ittifakının temel zeminidir Her siyasal parti veya siyasal akımın (hangi isimle kendisini nitelendirirse nitelendirsin) gerek uluslararası planda ve gerekse de ülke sahasındaki, çeşitli olgu ve olayları- yaşanan gelişmeleri değerlendirmesi, gelişen sosyal-iktisadi olaylar karşısında aldığı tutum, izlediği çizgi, programsal niteliği, siyasal hattına göre belirlediği strateji ve taktikler, öne sürdüğü siyasal sloganlar, o akım veya partinin hangi sınıfın hizmetinde olduğunun en somut göstergeleridir. Devamı 20. sayfada
YÖNELİM
≫ Kazım Cihan
”KUDRETLİ OLALIM, CÜRET EDELİM, DAHA İLERİ ÇIKALIM!”
Ş
ahin böyle söyledi. Çünkü, gerçek kahramanın kitleler olduğunu, ezilen kitlelerin öfkesinin mayalandığını, bugünün emperyalist gerici hegemonyasının manipüle etmeye çalıştığı toplumsal çelişkilerin bir volkan misali patladığını, bilinç ve örgütlülük açısındaki zayıflıklardan ötürü sonuca gitmese de çok elverişli bir objektif zemin olduğunu devrimin güncel bir ihtiyaç olarak kitleler nezdinde de embiriyonik de olsa bir bilinçlenmeye yol açtığını görüyordu. Çünkü, her verili düzenin tarihsel koşullar itibariyle varlığını sürdürürken çarlık, Napolyon, Hitler, Mussoloni, Osmanlı ve diğer gerçeklerde olduğu gibi değişeceğini tüm taktik üstünlüklere rağmen stratejik kuvvetin ezilen emekçiler olduğunu biliyordu. Realist değildi, pozitivist değildi. Hangi zalimler yenilmedi ki. Hitlerin sonu ne oldu? Cezayir'de Fransızların sonu ne oldu. Balkanlarda Osmanlıların sonu ne oldu. Kürtler Ararat'a gömülmüştür diyen Türk egemenlerinin, Halepçe kimyasal zehirleriyle katledilen Kürtlerden sonra BAAS’çıların bugün karşı karşıya kaldığı halkçı tehlike bir gerçek değil mi? Gerici ideolojiler de taktik hegemonyalarını sürdürseler de dayandıkları stratejik ideolojik zayıflıkları itibariyle yıkıldılar, yıkılırlar. Kemalizm, BAAS’çılık yıkılmıyor mu? RTE sultan ideolojisi de yıkılacaktır.
İşte o bilimsel bir devrim ütopyacısıydı. Tarihsel materyalistti ama kaba değil diyalektik materyalistti. Belli gerçekleri atlamıyor, kitlelerin tarihi, tarihsel koşullar içerisinde öncülükle birleşmiş bilinçli bir eylemle yaratacağını biliyor, devrim rüyaları görüyordu. Bunun için “cüret et” diyordu. Gerçeküstü yaşanacak hakikatlere gericiliğin dayandığı durumun sebeplerini anlayarak ve nasıl değiştirileceğini bilerek ulaşıyordu. Zaten böyle düşünmeyen, gerçeküstü düşünmeyen devrime yelken açamaz. Realist bir fotoğrafçılıkla dünyayı resmedenlere karşı dünyayı değiştirmenin büyük eylemcisiydi Şahin. Bu açıdan “bu dünya böyle gelmiş böyle gider” demedi. Stratejik üstünlüğü ve nitel örgütlenmiş bir geleceği derinden kavradı yüzünü dağlara döndü. Artık her şey bu. Sınırlar çizilmiş, tarih sonlanmış hiçbir şey değişmez diyen ve verili taktik güç üstünlüğünün ötesini düşünemeyen anlayışlara karşı tarihin akışının özgür Kürdistan ve Birleşik Demokratik Sosyalist Kürdistan'a yöneleceğini 2. ve 3. Kongre ile bayraklaştırmıştı. Çünkü var olanın nedenlerini biliyor, kitlelerin öfkesini görüyor geleceğe uzanan boyutlarını kavrıyordu. Gelecek var olanın içindeydi. Onu formüle edip onu örgütleme çabası içindeydi. “Ezilenler ezilendir. Kadın kadındır. Amale amaledir” demiyordu. Bu şimdiki tarihi bir olgudur. Sebepleri vardır, aşılabilmesinin yolu da bellidir diyerek bir gelecek imgesi olarak yükseliyordu. Kavramların ve tüm düzenlerin sosyalizmde dahil tarihselliğini derinden fethediyordu. Onun için sosyalizme dairde “değişmez tanrı” sözleri yoktu. Çünkü diyalektik düşünüyordu. Bir donemler dünya yuvarlaktır, dönüyor diyenleri ateşe atıyorlardı. Ve yine Hallâcı Mansûr gibi kutsal tanrıya “dine karşı çıktı” diye yok edileceğini bile bile “yaşam ölümdür” diye gerçekten ölümsüzlüğü seçenlerin mirası Şahin’de komünist tarzda yükseliyordu. Şu gerici emperyalist hegemonyayı yaşamak yani biat ederek yaşamak onun için korkunç bir teslimiyetti. Sahip olduğu ideolojik temel, teorik yörünge genel stratejik, siyasal ve askeri çizgi onu cüret etmeye, dağların zirvelerine çıkmaya oturuyordu. İşte onun mutluluğu, ölümsüzlüğü buradaydı. Yol gösteren komünizm ufku önce sosyalizm diyordu. Ama o, sosyalizmin zayıflıklarından da öğrenerek ufkun gerektirdiği kararlılıkla geleneksel tarihsel muhafazakarlığı aşıyor, ilerliyordu. Kavramları ve
uygulamaları tarihselliği içerisinde ele alarak, anlayarak bilimde aynı zamanda devrimci temelde kopuş çizgisinde yürüyordu. Kudreti, cüreti ileri atılması buradan geliyordu. Bu, mistik ve mitolojik bir hikâye değil. Bilinçli komünist bir duruştur. Paris Komünü’nün komünarlığı, Lenin’in Sovyet kültürü, BPKD'nin Şhangay bayrağı onda biçim olarak da burjuva ideoloji ve devletten köklü kopuşu gürül gürül akıtmıştı. Burjuvazinin sahte demokrasisinin kitleleri hiçleştiren temsili devlet dedikleri hilelerle kitleleri siyasetten sözden, karardan dışlayan gerici egemenliğine parlamenter oyunlarına karşı sözün kararın, doğrudan emekçilerde olduğu, doğrudan demokrasi bayrağını almıştı. O, komünizm için tekçiliğe, yeni burjuva bürokratik yeni burjuva sosyalist maskeli iktidarlara karşı, tekçiliğe karşı komünal toplumun komünal yürüyüşün, tekçi ve inkarcılığın her yönünün inkarıydı. Ana ve zamana bugünden hükmünü geçirme bayrağıydı “zamanın ruhu” deyip, ideolojik gerici modalara uymadı. Gerçekteki değiştirici özneleri birleştirmek için ileri çıktı. Sosyalizmi de bir kutsal ayinler gibi ele almadı. İnsanın, doğanın, kozmosun komünist şarkısı olarak çelişkilerin bilinçli kavranışı ve bilinçli müdahaleyle değiştirilmesi öncüsü olarak bir meşale yaktı. Bunun için cüretkardı. Gerçekçi pozitivist devrimciler, halkın gerçek gücünü anlayamazlar. Bunun için bu atılımcı ruha “akılcı olun” diye karşı çıkarlar. Gericilik de gerçekçidir. Onlar da bilimi kullanırlar. Ama verili durumu kutsamak, muhafaza etmek, tanrılaştırmak için kullanırlar. Başka bir tasavvur imkansızdırlar. Evet Şahin bir devrimci romantizm bayrağıdır. Vartinik atılımı onda Sosyalist Halk Savaşı bayrağı olarak yükseldi. Halkların gerici hegemonyalarla yitirilmiş özelliklerinin fethine çıktı. Onu daha çok anlatacağız. Anlatmalıyız. O, geleceği Mercan gibi işledi, tufan gibi ezdi. Savaşçıları Fırat oldu, Şiar oldu. Bugün savaş çığırtkanlığı ve ablukayla ilhakçı ve işgalci statükolarını tezkere, savaş bombardıman uçakları ile muhafaza etmeye çalışanların taktik üstünlükleri olsa da Kürt ezilenleri zincirleri kırma iradesi olarak ortaya çıkmışlardır. Önderliklerin çizgi sorunlarının tartışılmasının yeri bu küçük makale değildir. Kaldı ki arkalarında hangi parmak olursa olsun, hangi gerici plana karşı zayıf durumda olurlarsa olsunlar ki zaten biliyoruz. Buradan gerçek bağımsızlık çıkmaz. Ama en uçtan söylüyoruz bir bağımlılık durumunda dahil ezilen Kürdün milliyetlerin iradesine saygısızlık yapılamaz. Bu Güney Kürdistan için de böyledir, ondan çok ileri Rojava federalizm ilanı için de böyledir, tarihi ileri bir adımdır bu. Hayat herkesi hizaya getirir. Dün Kürdistan demek bir “bölücülük” ve suçlanma gerekçesiydi. Bugün “Birleşik Demokratik Sosyalist” demek yine “olmaz rüyalar görüyorsunuz”, “ayılın gerçeğe gelin” diye itiraza uğruyor. Şahin Birleşik Demokratik Kürdistan stratejik yöneliminin ve Ortadoğu’da eşit özgür ulus milliyet ve inançların birleşik ortak evinin inşa edilmesinin embriyonlarını özgür Dersim, özgür Êzidîstan'ı görüyordu. Halkların birliği eşit özgürlerin ortaklığı ile olur. Kardeşliği de öyle. Bu açıdan ulus merkezli bir bakış açısıyla değil, birleşik halklar konfederasyonuna Kürdistan üssünden Ortadoğu'ya uzanan bir çizginin hiç de ihtimal dışı olmadığını görüyordu. Bir mozaik olan Kürdistan ve Ortadoğu gerçekliğinde ulus merkezci, tekçi yaklaşımlara karşı bölgesel özerklik, özerk yaygın yönelim çizgisiyle halkların birleştirilmesine kendini hasretmiş bu devrimci komünist önderi daha çok yazacağız. Onun yazdıklarını sizlerle paylaşacağız ve onu anlamak için bu görev ve sorumlulukla onun yolunda yürüyeceğiz.
20 analiz Burjuva siyasal iktidarların uluslararası emperyalist yayılmacılığın bazı politikalarına muhalif olması, bir siyasal akımı veya partiyi, anti-emperyalist, antikapitalist yapmamaktadır. Bu tamamıyla hizmet ettiği sınıf ile alakalı bir durumdur. Burjuva sınıfa hizmet ettiği halde, devrimci politik taktikleri kullanarak, toplumsal muhalefeti, mevcut burjuva egemenliğe bağlayan bir siyasal akım yaratma, burjuvazinin politik taktikleri arasında yer bulan bir durumdur. Bahis konusu yaptığımız mesele, burjuva ideolojik çizgide konumlanan sağ tasfiyeci, parlamenterist, reformist, revizyonist anlayışlardan öte bir durumdur. Burjuvaziye hizmet etmenin bir kulvarı olarak seçilen, toplumsal muhalefeti ve anti-emperyalist toplumsal dinamiği, sisteme veya mevcut burjuva siyasal iktidarlara “muhalefet” yürütme şemsiyesi ile bağlama meselesi, burjuvazinin siyasal çalışma alanlarından biridir. Daha anlaşılır bir anlatımla, burjuvazinin siyasal ajanlığı ile partileşen, siyasal bir akım olarak varlığını sürdüren yığınlarca kişi ve oluşum, sınıf mücadelesinin canlı hafızasında örnekleriyle sabittir. Türkiye-Kuzey Kürdistan ulusal ve sosyal mücadeleler tarihinde, Perinçek bu misyonu en etkili oynayan bir kişiliktir. Tarihsel süreçler boyunca, Perinçek’in çizgisinin oynadığı gerici rolleri incelemek başlı başına bir yazı konusudur. Ele aldığımız mevcut gündemde, bunu derinlikli irdeleme durumunda değiliz. Ama komünist önderimiz Kaypakkaya’nın, Perinçek ile sürdürdüğü mücadele içinde, Perinçek çizgisine ve oynadığı rollere vurduğu siyasal-ideolojik darbe tarihsel çığır niteliğindedir ve bilginin güncellenmesi açısından, okurlarımızca incelenmesini önemli görmekteyiz. Devrimci mücadelenin ve toplumsal muhalefetin her yükselişi döneminde, “TC” siyasal iktidarlarının cepheden saldırılarını, toplumsal muhalefeti sistemin temellerine yönelen niteliğinden uzaklaştırmak için, siyasal ajanlık rolüyle sürdürdüğü “muhalefetle” besleyen Perinçek, son tarihsel süreçlerde bu maskesini de yırtarak, açıktan karşı devrimci rolünü oynamaktadır. Kuşkusuz bu açıktan karşı devrimci rolünü ortaya koyması, Perinçek’in gönüllü tercihi değildir. Özellikle Kaypakkaya çizgisinin, bu niteliği deşifre etmede oynadığı tarihsel rol, onun ipliğini pazara çıkarmış ve sistem içi gerici çatışmaların da desteklediği bu durumdan kaynaklı, Perinçek, “siyasal ajanlık” olan gerçek kimliğini daha fazla gizleme zeminini kaybetmiştir. Bu nedenden kaynaklı, son tarihsel süreçler, Perinçek’in karşı devrimci kişiliği ve çizgisini açıktan oynadığı süreçler olmuştur.
1-15 Ekim 2017 Açıktan oynanan ve Vatan Partisinde iradeleşen bu karşı devrimci çizgi, tarihsel kökleri bağlamında klasik ulusalcı Kemalizm’dir. “TC” egemenler sistemi içinde, süregelen klik dalaşlarında, politik süreç bağlamında, hangi kliğe yedeklenmişse, Perinçek, bu ulusalcı Kemalist damara göre tavır belirlemiştir. Bugün AKPErdoğan iktidarı ile kurduğu ittifak, ABD’nin Ortadoğu merkezli hegemonya politikasına karşı sürdürdüğü “muhalefet”, Rusya nazarında Avrasya bloğuna gösterilen yakınlık, Kızıl Elmacı bloklaşma, klasik ulusalcı Kemalist çizginin niteliğini verdiği politikalardır. Emperyalist güçler, bu güçlerin gizli ajan ve kurumlarıyla kol kola sürdürdüğü ilişki içinde, attığı anti-emperyalistçilik pozu, Ermeni Soykırımı’nı, Kürt soykırımı ve katliamlarını inkâr etme ve bunları “emperyalist oyunlar” olarak tanımlama gayretkeşliğinden öte değildir. Özcesi, Perinçek ve Vatan Partisi, içte ve dışta klasik Kemalist diktatörlüğün ideolojik ve siyasal çizgisine göre tavır belirlemekte, bu ideolojik ve siyasal çizgiye ters gelen her türlü burjuva çizgiye muhalefet ederken, dönemsel ya da uzun vadeli, bu siyasal çizgisine yakın duran gerici burjuva çizgilerle uzlaşmakta, ittifak güç olarak tayin etmektedir. Yakın tarihte AKP-Erdoğan iktidarı ile hasımlığı, yine bu burjuva gerici politik çizgi ekseninde olmuştur. Gülen Cemaati ile ittifak içinde, AKP’nin ilk iktidar yıllarında, Batı ve ABD emperyalistleriyle sürdürdüğü siyasal süreç, özellikle AB emperyalist sürece entegre olmak için benimsenen liberal politik tutum, Kürt Ulusal Hareketi’nin “çözüm” projesi tasfiye edilmesi planları, Ermeni Soykırımı, Dersim Soykırımı’na ilişkin günah çıkarma ayinleri, politik anlamda klasik Kemalistleri ve Perinçek’i hasım güçler tarafına itmişti. Bu dönem Perinçek’in “Haçlı İrtica” kitabı ve kitaptaki “AKP iktidarı gayrı meşrudur ve yıkılacaktır” alt başlığı, burjuva dönemin gerici kamplaşması ve çatışması açısından çarpıcıdır. “Ergenekon”, “darbeci” iddialarıyla süren altı yıllık cezaevi süreci, sadece Perinçek’in “ıslahı” açısından değil, AKP-Erdoğan diktatörlüğünün, açık faşizm koşullarına evrilen faşist niteliğinin politik süreci açısından önemli gelişmelerin yaşandığı ve bir politik eksende hasım güçlerin nasıl “ittifak” güçlere evrildiği konusunda önemli gelişmelerin yaşandığı bir süreç olmuştur. AKP-Gülen Cemaati arasında çöken kutsal ittifak, egemen güçler arasında topyekûn bir siyasi savaşın miladıdır. Bu milat, egemen klikler arasındaki ittifak pozisyonlarının yeni dengelere göre değişmesine vesile olmuştur. Perinçek ve Ergenekon sanıklarının ezici çoğunluğu, “Haçlı irticacıları” olarak Gülen Cemaati’ni kabul etmiş, AKP-
Halkın Günlüğü
Erdoğan’ı müttefikleri olarak görmeye başlamıştı. Bu AKP-Erdoğan, Perinçek-Ergenekon-ulusalcı Kemalistlerin karşılıklı iyi niyetlerle tarih sorgulamaları akabinde yarattıkları bir yakınlaşma değildi. Ortadoğu merkezli uluslararası gelişmeler, emperyalist bloklarla ve bölgesel gerici güçlerle geliştirilen ilişkiler, Kürt ulusal mücadelesi, sosyal kurtuluş hareketleri ve toplumsal muhalefetin ortaya koyduğu toplumsal direnç, içte ve dışta “TC” iktidarının hareket alanını daraltmıştı. Toplumsal muhalefetin Gezi’de isyana dönüşen iradeleşmesi, Kürt Ulusal Hareketi’nin dört parçada elde ettiği avantajlı durum, devrimci-komünist sosyal hareketlerin yakaladığı gelişim dinamiği, bunun 7 Haziran seçimleriyle toplumsal dinamiklerle birleşmesi, içte AKP-Erdoğan iktidarını köşeye sıkıştıran gelişmeler iken, Ortadoğu sahasında, Suriye’de, sürdürülen neo-Osmanlıcı hayallerin gelişmelerin batağına saplanması, sürdürülemez olan statükoların dağılması, dış politik sahada “TC”yi kuşatan gelişmelerdi. Tüm bu gelişmeler Türk hâkim sınıflarını tarihsel kodları olan tekçi, üniter, inkârcı-soykırımcı, statükocu faşist nitelikte, bir derinleşme politikasını, gelişmelere göre dizayn etme politikasını güncellemiştir. İçte ve dışta statükocu devlet geleneğinin sürdürülebilir olması için, siyasal, ideolojik ve örgütsel olarak tekleşmiş irade üzerinden “güçlü” bir devlet, tek komutta harekete geçirilecek katı bir bürokrasi, donanımlı bir ordu, yasama-yürütme-yargı alanlarında merkezileşmiş bir hukuk ve yasal statü, hâkim sınıfların gerici çıkarları için zorunlu idi. Bu politik süreçle, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da sürdürülen topyekûn savaş konsepti, Ortadoğu stratejik derinlik projeleri, tam da hâkim sınıfların iç ve dış politikaya dair yönelimlerini ortaya koymaktadır. Bu politik yönelim “TC” egemenler sistemi içinde derinleşen klik dalaşıyla birleşince, siyasal aktörler arasında, yeni bir cepheleşme, yeni “ittifaklar” oluştu. Burjuva siyasetin makyavelist doğası, burjuva politik süreçlerle birleştiğinde dünün düşmanları çok rahat dost olabiliyor, iktisadi-siyasal çıkarları çatışan dünün stratejik ortakları çok rahat hasım olabiliyor. Yukarda sıralamaya çalıştığımız siyasal gelişmelerle birlikte, burjuva gerici kliklerin bu yeni pozisyon almalarının vesilesi, AKP-Gülen Cemaati arasındaki çatışma olmuştur. Perinçek ve Vatan Partisi’nin AKP-Erdoğan evreniyle yakınlaşması, “stratejik” ortaklığı, bu siyasal gelişmelerin ve benimsenen politikaların ürünüdür. Perinçek’in ağzından ilan edilen “Muhafazakârlarla vatan cephesi kurduk” deklarasyonu, bu gerici politik ortaklaşmanın sonucudur.
Kirli ittifakın ideolojik ve siyasal temeli; işçi sınıfı, emekçiler, Kürt ulusu ve ezilen milliyet ve inançlar gerçekliğidir Bu ortaklaşmanın ideolojik ve siyasal temeli, Kürt ulusu başta olmak üzere, mazlum ulus ve azınlıkları inkâr ve imha etmek, Aleviler başta olmak üzere, ötekileştirilen inanç gruplarını asimilasyona tabi tutmak, işçi sınıfı başta olmak üzere, ezilen ve sömürülen halk sınıf ve katmanlarını ezmek-sömürmek için, ırkçılığı geliştirme sloganı olan herkesi düşman görme anlayışı üzerinden tekçi, kapanmacı, otoriter faşist niteliktir. Perinçek’in “ulusalcılığı” ile, AKPErdoğan iktidarının niteliği, bu gerici konseptte uzlaşmaktadır. Bugün Perinçek, AKP-Erdoğan ve MHP ittifakının ortaklaştığı zemin budur. Ortak bir dille AB-ABD emperyalist güçlerinin eleştirilmesi, bazı pratik tutumların alınması, anti-ABD’cilik değil, aksine ABD ve AB emperyalist güçlerinin özellikle Ortadoğu ve Suriye siyasetine ilişkin farklı tutumlarından dolayıdır. Bölgesel
1-15 Ekim 2017
Halkın Günlüğü
gelişmeler tüm inkâr ve imha çabalarına karşın, Kürtlerin bir statü kazanmasına önemli avantajlar yaratmaktadır. Sürdürülemez statükolarla gelişmeleri kontrol edemeyeceğini anlayan emperyalist güçler, bölgeyi yeni statülerle denetimi alma çabasındadır. Tekçi, üniterci, ilhakçı, inkârcı ve imhacı devlet geleneğiyle bölgede rol almaya çalışan “TC”, bu politik duruşu ile, emperyalist güçlerle, bölgesel kimi gericiliklerle çatışmaktadır. Bunu Avrasyacılar ve Atlantikçiler blokları arasındaki çatışmayı kullanarak, bir tercih sorunu haline getirerek avantaja dönüştürmeye çalışan “TC”, burjuva siyaset arenasında da buna uygun kamplaşmaktadır. Bu siyasal kamplaşmanın ve emperyalist güçler dahil, birçok güçle çatışmasının temel nedeni, Kürtleri, Kuzey’de, Rojava’da, Güney’de, Doğu’da boğmaktır, en geri statüye dahi tahammül etmemektedir. Özellikle ABD ve AB emperyalistleriyle bu eksende yaşadıkları politik çatışmayı, Kuzey Kürdistan Ulusal Hareketi’ni FETÖ ile birleştirerek, gladyonun piyon güçleri olarak aynılaştırmaları üzerinden “dış güç kışkırtması” olarak ifadelendirmeleri, Perinçek ve AKP-Erdoğan-MHP siyasetinin hangi eksende ortaklaştıklarının açık kanıtıdır. Bu siyasetle içte şovenizm ve ırkçılık körüklenmekte, açık faşizm koşullarının sosyal zemini yaratılmaktadır. Perinçek’in “Kemalist devrim iklimine” dönüş dediği meselenin özü budur. İdeolojik
kültür-sanat 21 ve siyasal dokuları farklı olsa da Türk ırkçılığı, tekçilik, vatan ve bayrak, devletin faşist niteliği ve bu niteliğin uygulama biçimleri konusunda konsepti, bu gerici iklimde oluşturmaktadırlar. Kürt ulusu üzerindeki milli zulüm, ezilen ve sömürülen halklara karşı başından aşağı faşist nitelikle tahkim edilmiş, tekçi, baskıcı, otoriter bir devlet niteliğindeki bu uzlaşı, kendi içinde derin çatışmaları da beslemektedir. Dönemin burjuva politikasının uzlaştırdığı bu güçler, tarihsel hasımlıklarını ideolojik ve siyasal olarak çözebilmiş güçler değildir. Yani bu kirli ittifak, kendi içinde karşılıklı güçlerin birbirlerini gardını aldıkları bir ittifaktır. Siyasal iktidarın faşist niteliğindeki uzlaşı, klik çatışmasını ötelese de klasik ulusalcı Kemalist çizgi ile, Sünni selefi Osmanlıcı hilafetin gerici dalaşı somut bir realitedir. Ulusalcı, milliyetçi, ırkçı Türk-Sünni İslam paradigmasında ortaklaşmaya karşın, Erdoğan’ın SADAT şemsiyesi altında, paramiliter “İslamcı Devrimci Muhafızlar Ordusu” kurması, Perinçek ve çizgisindeki güçlerin yine faşizmin bekçisi ordu içinde yapılanmaya çalışması, önümüzdeki dönem çatışmalarına yönelik hazırlıklardır. Bu kirli ittifaklar arasındaki çatışmayı derinleştirecek olan, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesinin gücü olacaktır. Bu anlamıyla devrime karşı oluşan veya oluşturulan her gerici ittifak, devrimci savaşın gücüyle dağılmaya amadedir.
≫ Muzaffer Oruçoğlu
ANTAGONİZMA ROMAN
D
erenin kıyısında, yılanların bol olduğu bir yerdeyim. Suyun aynasında ağaçlar, çiçekli çalılar, yüzüm ve romanın ön kapağı. Ruhumu dayanılmaz bir yük olarak taşıyordum yıllar önce; bu romana döktüm, ferahlar gibi oldum. Avrupa’daydım. Bir yığın müze, galeri ve kilise gezmiş, Dersim yaşlılarının anlatılarında, ruhlarında konaklamış, bilgiler toplamışım. Sonra Avustralya’ya geliyor oturuyorum, 1995-1996 arasına sıkışan şaşkın ve berduş bir zaman diliminde yazıyorum bu romanı. Alıp, Avrupa’ya geliyorum. O dönem beni hiçbir ciddi yayınevi adam yerine koymuyor. Piya Yayınevi’ni yöneten Mehmet Çetin, ben yayınlarım diyor. Edebiyattan ve güzel kadınların keşfedilmesi güç bakışlarından, nazirelerinden gayet iyi anlayan, sevdiğim bir şair. Tamam dedim. Piya Yayınları’na dair fazla bir bilgim yok. Bildiğim kadarıyla şairler var, hayatın söyletmek istediği şeylerin tam tersini söyleyen ve bade ile hemhal olmayı seven derviş ruhlu şairler... Yayınevi şairlere ait olduğu için sahibi yok. Dağıtımcısı da yok. Yokun dışında hiçbir şey yok. Sokak kedilerinin sığındıkları masum ve metruk bir haneyi andırıyor. Romanım böyle bir yerden çıkıyor işte. Nasıl çıktı, nasıl elde ettilerse, ilk okurları savcılar oluyor. Zaten Türkiye’de en çok kitap okuyanlar da onlar. Taktir ederim. Hemen yasaklıyorlar.
Suyun karşı kıyısındaki kayaya kahve renkli bir yılan tırmanıyor. Kıtanın altmış çeşit zehirli yılanlarından biri. Hayatın onulmaz şerefsizliğine karşı etkin zehirlerle donanmışlar. Ne yapsınlar. Seyrediyorum. Müzekkere ile tezkerenin kökenini araştırırken yılanı gören ve anında zikri keşfedip zikre duran zahit gibi hissediyorum kendimi. Dikkatim yılandan, romanımda kaynayan duygu yumağına ve yumakta durmaksızın biçim değiştiren gizil güçlere, yılanlara yöneliyor. Ve ilk baskısından bu yana on dokuz yıl geçiyor, sır perdesi iyice aralanıyor, peş peşe kitaplar yayınlanıyor, yeni belgeler, tanıklar çıkıyor ortaya. Ve ben hemen hepsini dikkatle izliyor, okuyorum. Dibi karanlık ormanlara masal anlatan kadın gelip içime yerleşiyor. Okur eleştirilerini de göz önünde bulundurarak gözden geçirmek zorunda kalıyorum bu belge ve duygu yumağını. Bitirdikten sonra, üç yıl boyunca büyük yayınevlerinde yayınlatma çabası içine giriyorum. Hiçbiri yanaşmıyor. Sonunda, felaket ve çöküntü anlarının mazlum kitaplarını yayınlayan bir yayınevi buluyorum. Şu anda elimde bulunan roman bu yayınevinden çıkıyor. Ayağa kalkıyorum. Kafamda eski okur eleştirileri. Ne gramatiği ne de tematiği var. Asabı bozuk, yalın bir dil. Romanım yasaklandığı günden bu yana, ilk on yıl sessiz geçiyor, son dokuz yıl ise okur eleştirilerine hedef oluyor. Yasaklanan, dağıtılmayan, olmayan bir romanı
bunca yıl sonra nasıl buluyor, okuyorlar bilmiyorum. Eleştirilerinin merkezinde Yavan’ın fallusu var. “Eğer yazmak istiyorsan bu kadar açık bu kadar büyük bir fallusla yazma,” diyorlar. Anlatımımı sınırlayan, iğdiş eden gizli bir dil kullanmamı istiyorlar. Katı ahlakın kurbanlarını anlıyorum ama böyle bir dil de beni özgürlükten ve edebiyattan uzaklaştırıyor. O sahneleri insan yaşayınca ne güzel oluyor, anlatınca da güzel oluyor. Okuyunca neden güzel olmasın. Dinin ve mülk ahlakının azizliği işte… Patikaya giriyorum. Kuşların eşleşme çağrıları ormanı sarmış. Gövdenin bütün organlarının maceralarından söz ediyor bu çağrılar; eski bir Dersim klamını anımsatıyor bana: “Hımé çıktı dam üstüne Donun indirdi dizine Xıme böyle dur öpeyim Söyledi ‘kalsın öğlene’" Bu tip klamları doğuran bir halk hiç Yavan’sız olur mu? Yavan’sız bir yaşam dünyanın neresinde var? Kim ne derse desin, roman en kaba ifadesiyle bir çarpma hareketidir. Hayatın görünmeyen tüm illetlerini ve inceliklerini özümler, döver, ateşe dönüştürür ve o ateşle sadece görünen resmi devlete değil, asıl, görünmeyen sivil devlete de çarpar.
22 tarih
1-15 Ekim 2017
Zeynel ASLAN
Cemal KESER
Halkın Günlüğü
Kenan KÖSEDENİZ
Karadeniz’i Kanlarıyla Kızıllaştıranlara Selam Olsun Karadeniz artık kavgada ölümsüzleşenlerin kanlarıyla kızıl deniz olmuştu. “Karadeniz kızıl deniz olacak” şiarı onlarca halk evladının toprağa düşmesiyle tarihsel bir gerçekliğe dönüşüyordu. Karadeniz’i kanlarıyla kızıllaştıranlardan biri de Dörtler’dir. 11 Ekim 2003 tarihinde Tokat’ın Zile ilçesine bağlı YaylayoluKervansaray köyleri arasında düşmanın pususu sonucu çıkan çatışmada 4 halk savaşçısı ölümsüzleşti. Yaşanan pusu sonucu ölümsüzleşen halk savaşçılarından Zeynel Aslan ve Cemal Keser Proletarya Partisi’nin önderliğinde yer alan kadrolardı. Aynı çatışmada Kenan Kösedeniz ve Erol Baştuğ isimli halk savaşçıları da ölümsüzleştiler.
T
ürkiye-Kuzey Kürdistan’da devrim, sosyalizm ve komünizm mücadelesinin boy vererek geliştiği ve yüzlerce halk evladının toprağa düştüğü yerlerden biri de Karadeniz’dir. ‘70’lerle birlikte iyiden iyiye gelişerek ivme kazanan devrim mücadelesinin hızlı bir şekilde yükseldiği ve ciddi bir birikime dönüştüğü yerlerin başında Karadeniz gelmektedir. Ki toplumsal mücadele cephesinde önemli politik kazanımların yaratıldığı ve etkisinin hala bugünlere kadar devam ettiği yerlerden biridir Karadeniz. Proletarya Partisi’nin mücadele tarihi açısından da Karadeniz önemli bir yerde durmaktadır. Özellikle ‘90’larla birlikte Proletarya Partisi önderliğinde Karadeniz’de geliştirilen gerilla savaşı ciddi bir politik etki yaratarak yeni bir devrimci savaş cephesi doğurmuştur. Bu tarihi mücadelede Proletarya Partisi birçok
önder kadrosu başta olmak üzere onlarca savaşçısını yitirmiştir. Bu şanlı mücadele seyri içerisinde Proletarya Partisi Baba Erdoğan, İsmail Bulut, Kazım Ekici, Hasan Toy, Aydın Yıldırım, Tuncay Çarıklıoğlu gibi önemli kadrolarını güneşe uğurlamıştır. Karadeniz artık kavgada ölümsüzleşenlerin kanlarıyla kızıl deniz olmuştu. “Karadeniz kızıl deniz olacak” şiarı onlarca halk evladının toprağa düşmesiyle tarihsel bir gerçekliğe dönüşüyordu. Karadeniz’i kanlarıyla kızıllaştıranlardan biri de Dörtler’dir. 11 Ekim 2003 tarihinde Tokat’ın Zile ilçesine bağlı YaylayoluKervansaray köyleri arasında düşmanın pususu sonucu çıkan çatışmada 4 halk savaşçısı ölümsüzleşti. Yaşanan pusu sonucu ölümsüzleşen halk savaşçılarından Zeynel Aslan ve Cemal Keser Proletarya Partisi’nin önderliğinde yer alan kadrolardı. Aynı
çatışmada Kenan Kösedeniz ve Erol Baştuğ isimli halk savaşçıları da ölümsüzleştiler. Zeynel Aslan ve Cemal Keser’in ölümsüzleşmeleri Proletarya Partisi açısından önemli bir kayıp olmuştur. Yılların tecrübe ve birikimini kendilerinde özneleştiren bu iki önder kadro aynı zamanda Proletarya Partisi tarihi açısından nitel bir adım olan 1. Kongre sürecinin de belirleyici kadrolarındandır. Zeynel Aslan küçük yaşlarda başladığı milislik görevini daha sonra Kandıra Alay Baskını’nda oynadığı rolle bir adım daha ileriye taşıyarak adım adım kavgada yetkinleşmiştir. Sonraki süreçte tereddütsüz bir şekilde gerilla savaşına katılan Zeynel Aslan yoldaş kısa bir sürede gerilla savaşında öne çıkarak yetkinleşir ve Proletarya Partisi’nin önder bir kadrosu ve komutanı olur. Zeynel Aslan Dersim’in
1-15 Ekim 2017
23
Halkın Günlüğü
TUTSAK PARTİZAN
≫ Cafer Çakmak
ROJAVA: DEVRİM Mİ? “PROJE” Mİ? “VEYA” MI? -II
S
Erol BAŞTUĞ yanı sıra Amed ve Karadeniz bölgelerinde de gerilla birliklerinin yılmaz bir komutanı olarak gerilla savaşına önderlik eder. Zeynel Aslan(Pala İsmail) yoldaş ölümsüzleştiğinde Proletarya Partisi’nin Karadeniz Bölge Komutanı ve Merkez Komite üyesiydi. Aynı pusuda ölümsüzleşen Proletarya Partisi’nin önder kadrolarından biri de Cemal Keser’dir. ‘80’lerden itibaren gençlik mücadelesi başta olmak üzere sınıf mücadelesinin birçok alanında etkin biçimde görevler üstlenen Cemal Keser yoldaş, şehirlerden dağ başlarına oradan da zindanlara uzanan bir mücadele süreci ve birikimine sahip önder kadrolardan biridir. 1. Kongre sürecinin de önemli aktörlerinden biri olan Cemal Keser yoldaş ölümsüzleştiğinde Proletarya Partisi’nin Karadeniz Bölgesi Siyasi Komiseri ve Merkez Komite üyesiydi. Yine ekim ayının değişik tarihsel kesitlerinde Proletarya Partisi’nin saflarında ölümsüzleşen; Gıyasettin Yörük, H. İbrahim Katar, Mustafa Kemal Alpınar, Cuma Polat, Osman Özcan Doyuranlar, Kemal Özgül, Fevzi Yalçın, Kemal Soğukpınar, İsmail Hakkı Adalı, Reha Şen, Ayhan Altunbaş, Medet Hoşafçı, Halil Erciyes, Yılmaz Talayhan, Kemal Yıldırım, Nurgül Bölükbaş, Muzeffer Kahraman, Veli Kahraman, Zeynep Kahraman, Meral Kahraman, Aydın İnce, Cömert Kayar, İsmail Aslan, Selver Bakır, Erdal Yeşiltepe, Vural Demir, Atilla Rüzgar, Zafer İnce, Mustafa Coşkun, Murat Güzel, Ayten Gülmez ve Yusuf Dal yoldaşların devrimci/komünist hatıraları önünde saygıyla eğiliyoruz.
uriye süreci de benzerdir, tetikleyici faktörleri ve temel dinamikleri bakımından, burada emperyalist güçlerin müdahalesi daha hızlı ve organize ve de komplike bir durum arz ediyordu. Bu, Arap halkların içindeki devrimci unsurların etkisini başta kırdı. ABD ve İsrail merkezli küresel güçler, Kaddafi’ye yaptıkları gibi kısa sürede Suriye’de Esad’a da yapmayı amaçlıyorlardı. Bu emelle harekete yön çizmeye giriştiler. Fakat Rusya ve Çin’in pozisyonunu net koyuşu ve de İran faktörünün güçlü müdahalesi ile süreç tersine döndü. Suriye küresel kapışmanın merkezi haline geldi. IŞİD’in de bir aşamadan sonra denkleme girmesiyle (ya da sokulmasıyla) sürecin seyri hepten değişti. IŞİD Truva Atı rolü oynadı. Tüm küresel güçleri Suriye savaşına fiilen çekti. Emperyalist güçleri kamplaştırarak asimetrik biçimde fiili savaşa ortak ettiği gibi savaşı da dünyaya yayarak toplumsal ve kültürel arka planını şişirmiş oldu. Artık dünya üçüncü büyük savaş gerilimi altına girmiştir. Bir manada bölgesel çöküş küresel karaktere dönmüş durumdadır. Emperyalist ülkelerdeki “güvenlik”, “refah” dönemi parantezdedir artık. Dolayısı ile tüm bu durumlar emperyalist küresel sistemin işleyişi ve çelişkileri üzerinde yeniden düşünmeyi, politika unsurlarını, stratejiyi yeniden kurmak gereğini gösterir. Tüm bu çöküş sürecine eşlik edecek yeni bir kitlesel kalkışmalar/devrim ikliminin de mayalanmakta olduğunu eklersek panorama daha net anlaşılır. Marksistler, Maoistler gözünü bu yeni bağlamlara dikmek zorundadırlar. Çöküşün karakteri anlaşılmadan “emperyalist dizayn” retoriği ideolojik bir tekrar, içi boş bir totoloji olmaktan öteye gitmez. Velhasıl, bu küresel kriz ve çöküş ortamında; küresel kapışmanın merkezinde özgücüne dayalı olarak baştan beri, ilmek ilmek örülen Rojava devrimini nasıl anlamak, nasıl açıklamak gerek? Devrim mi? Proje mi? Pozitif gelişme mi? Kuşku yok ki 2011’den beri derinleşerek gelen sürecin çelişik doğasını açıklayamadan bu sorulara net yanıt bulunamaz. Diğer temel mesele de Rojava devrimine önderlik eden çizginin gerçek mahiyetinin anlaşılmasıdır. Rojava’yı kavramaktaki derin bir açmaz da budur. Kürt Hareketi’nin kendisini geçmişin burjuva hareketlerine indirgeniyor oluşu problemlidir. Elbette karşılaştırmalara gitmek faydalı olabilir. Bugünün konjonktüründeki çapraşık durumu ve bunun içinden çıkan Rojava devrim sürecini anlamak için Bolşevik Devrimi’ni, Çin Devrimi’ni, Paris Komünü ve diğer devrim deneyimlerinin gelişim seyirlerini, iç ve dış koşullarını daha derinlikli bir biçimde incelememiz gerekir. Bu yönlü inceleme ve karşılaştırmalar Rojava devrimini konjonktürle bağı içinde kavramayı kolaylaştıracaktır. Aksine her şeyi emperyalizmle ilgili totolojilerle açıklayan halk hareketlerini dahi “emperyalist dizayn”a indirgeyen “kışkırtma” metaforuna sarılan bir akıl yürütme Rojava’yı da “ABD projesi”nden bağımsız okuyamaz. Daha önemlisi bu akıl yürütme, kavrayış ve teorik düzey bölgesel çöküşün küresel mahiyete evirilişi içinde, yıkılanla kurulanın diyalektik çıktısı olarak devrimler olanağını anlamaktan uzaktır. Bu uzaklık açısıyla üretilen her etkinlik -bir çırpınış hali olarak- krizden çıkış olasılıklarına, bu yöndeki devrimci çabalara karşı bir “çırpınmadır.” Adeta suda boğulmakta olanın yüzmeyi becerenleri suyun dibine çekme çırpınışı gibi bir metafordur söz konusu olan. Bugünkü dünya konjonktürü I. Emperyalist Paylaşım Savaşı yıllarının “çöküş” parametreleriyle önemli benzerlikler gösterdiği yaygın bir kanıdır ve kesinlikle yersiz değildir. Bahsedilen benzerlik sadece küresel dünya sisteminin alt-üst oluşuyla yapısal krizin varoluşsal krizle birleşen karakteriyle sınırlı değil. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ortaya çıkardığı “çözülüş” II. Enternasyonal’de merkezileşmiş Marksist komünist hareketin teorik-politik krize girerek çökmesiyle de karakterizedir. Bugün Rojava’yı tartışanlar bakımından bu yön önemli deneyimler içeriyor. O dönemki komünist hareketin (II. Enternasyonal merkezli) krizini koşullayan somut bağlamlar: “Büyük savaşın patlamasının sonucu olarak insanlığın ve uluslararası işçi hareketinin, içine girmiş olduğu yeni
kriz çağı bütün toplumsal ilişkileri ve işlevleri ayrıştırmış ve yeniden birleştirmiştir. Kriz, ekonomik yapıyla sınırlı değildi; tüm gerçeklik düzeylerini içermekteydi. Kriz bir varlık krizi, nesnel ve tarihsel bakımdan gelişmiş toplumsal bilinç biçimlerinin, mevcut tüm dünya görüşlerinin, tüm temsil biçimlerinin ve tarzlarının krizi haline gelmişti. Yalnızca ayrıcalıklı sınıfları ve bunlara bağlı entelektüelleri değil, halk sınıflarını, ilk başta işçi sınıfını, onun siyasal önderliğini ve kendi organik entelektüellerini de ilgilendiren bir krizdi.” Şimdinin tüm somut bağlamına daha yakından bakılırsa II. Enternasyonal’in çöküşünü koşullayan kapsam tüm küresel parametrelerde daha da kötüleşmiş olarak mevcut olduğu ve Marksist hareketin 20. yy’dan arda kalan kriziyle bitişik “çöküşünün” üzerine bindiği ortadadır. Tam da bu sebeple Ortadoğu’da -özelde Suriye’de- merkezileşmiş bulunan küresel kapışmanın, en çarpıcı görünümüyle IŞİD eliyle dalga dalga emperyalist metropollere transferi ve bunun tetiklediği siyasal reaksiyonlar toplamı; bugünün politik ezilenler hareketini/komünist hareketi (1914’de olduğu gibi) yeni bir yol bulmaya, daha doğrusu teori, politika ve stratejinin eski sınırlarına bağlılık gösterenler II. Enternasyonal’in sınırları dışında bir etkinlik icra edemezler. Dolayısıyla da onun akıbetiyle de benzerlik göstermeleri tesadüf olamaz. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın tetiklediği kriz ve çelişkili açıklama/müdahale yeteneğini yitirmekle ilgiliydi. Bu teori, yeni koşullarda eski sınırlarında kalmasıyla nihayet çöküşe sürüklendi. Dikkat edilmelidir: II. Enternasyonal ve önderleri dediğimizde, dönemin uluslararası sosyalist hareketinin merkezinden ve onun en “Marksist” liderlerinden söz ediyoruz. Bunların çöküşü, içine düştükleri kriz, kesinlikle “kötü niyetleriyle” ilgili değildi. Dolayısıyla burada çöken şey bir “Marksist olma biçimi”ydi! Başka söylemle, Marksizm’in kavranış-sunuluş bilimiydi. Bu net anlaşılırsa, Lenin’in çöküşü tersine çeviren ve süreci Bolşevik Devrimi’yle tamamlayan teorik-pratik kurucu rolünün gerçek mahiyeti kavranabilir. Bu kavranış biçimi bugünkü konjonktürde alınacak pozisyon için kritik önemdedir. O halde, Lenin’in ne yaptığına bakmak yerinde olur. Şu açık: Lenin, bildiği ve kendisinin de yapageldiği teorinin sınırlarında kalsaydı, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın yol açtığı küresel altüst oluştan bütün heybetiyle bir Sovyet Devrimi yükselmeyecekti. Lenin, II. Enternasyonal’in düştüğü krize ve çöküşe teslim olmadığı, ona eşlik etmediği gibi, bildiğini de tekrar etmedi ve teoriyi yeniden kurmak için Marksizm’in temellerini incelemeye yöneldi. Sosyalist teori, politika ve strateji sorunlarını yeniden düşünme süreci, felsefe ve politika alanında epistemolojik dayanaklara inme; kendi, kaba materyalist sınırlarını aşmaya götürmüştür. Lenin, o tarihsel kriz ve çöküş ortamında olanı biteni ancak teoriyi yeniden kurmak yoluyla çözümleyebilecek ve ona devrimci müdahalelerde bulunarak “çöküşü” tam bir ters çevirmeyle tarihin yönünü değiştirecek teoriyi geliştirecektir. Lenin’i temellere dönerek teoriyi verili somut şartlarda yeniden ayağa iten şeyi, önünde hazır bulduğu kriz ve kaos koşullarını devrimin lehine değiştirme ilkesi teorinin de yeniden bağlamlarını belirleyen bir meseleydi. Bu sebepten, Lenin bir filozoftan ziyade politik devrimciydi. Teori ile bir entelektüel gibi değil, politik devrimci gibi ilişkilendi. O yüzden kriz ve kaos koşullarında Lenin’in önünde beliren soru “Tamam mı? Devam mı?” sorusuydu ve Lenin bu ikilemi tereddütsüz yanıtlamış oldu: “Devam ama eskiyi tekrar etmeden!” Lenin’le paralellik kurmamızın nedeni, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın yarattığı çöküşün komplike karakterini görmüş olması; en önemlisi de bu çöküşün koşulladığı devrimler olanağını da görmesidir. Olup bitene müdahaleyi doğmakta olana bağlamasını bilmiştir. Bunların temellere dönmeden çözülmesi olanaksızdı. II. Enternasyonal’in enkazını kaldırmak/teoriyi yeniden kurmak için Marksizm’in temellerine dönmüştür. II. Enternasyonal’in açmazlarını aşarken, kendi kaba materyalizmini de aşmıştır. Çöken sosyalist stratejiyi yeni stratejiyi tesis ederek aşmıştır. İşte bu bir Marksist olma biçimidir! Lenin’le paralelliğin günümüzdeki kritik önemi buradadır.
Halkın Günlüğü
ISSN: 2587-1552 HESAP NUMARALARI Melih Demirkanlı adına TEB TR960003200000000053138964 KARDELENYAYINLARI SahibiveYazıİşleriMüdürü: MELİH DEMİRKANLI YayınTürü:15 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli
YÖNETİMYERİ: Katip Mustafa Çelebi Mah. Tel Sokak NO:18/3Beyoğlu /İSTANBUL TEL: 0212 243 88 15
Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18
ROJANEYAGEL Ji bo neteweya kurd mafê diyarkirina çarenûsa xwe, mafekî rewa ye H
emldana Berzanî a li hûndirê siyasetê,emperyalîzma ABD û TC"ê re mijareke cûda a niqaşeye. Helwesteke me û dîtîneke me yî Barzanî û antî-emperyalîzma wî tûneye. Lê belê gava referandûmê gaveke dîrokiye û ji bo Kurdên çar perçeyan de hatî tunekirin,qetîlkirin û her mafên wan î hatî nijdekirin re ev gava referandûmê gaveke dîrokiye. Avabûn a dewleta Kurdistan mafekî xweza ê Kurda ye. Pêwîste em mijarê li ser mafên vebutina neteweye bidin dest. Bi hêncet a "antî-emperyalîst" ve sekina dijî avakirina Kurdistan, bêfamiya pirsgirêka navneteweyî ye. Îro,berpirsiyariya dikeve ser milê komînîstên Tirkiyê û Bakûrê Kurdistan parastina daxwaziya cûda bûn a neteweyiya Başûrê Kurdistanê ye.Navbera komînîstên her du welatan de yekîtiya neteweyatî a esas di pirsgirêkeke çareseriyê de derbas dibe.Bi xweseriya neteweperestî,ferasetê û bi gotinên dewletê nêzikbûn a pirsgirêka netewe ne ji bo karkerên Kurd û Tirkan e,berevajkî wê xizmet a jêkvebûnê bike Rêveberiya Başûrê Kurdistan 25 Îlon 2017 an de banga Xweseriya referandûmê kir e. Di parlamentoya Kurdistan de pejirandina referandûmê li Îran Iraq û Tirkiyê bi pertekiyan hate pêşwazîkirin.Bê şik bertek û gefan ku ew pêk tînin sedemên dîrokî,aborî û siyasî tê de heye.Ev her sê dewlet meydanên serweriya xwe de avabûn a neteweya Kurdan bi zordestiyekî asteng kirine. Bi teybetî Tirkiye û Îran li dijî têkoşîna neteweya Kurd rêzanî,zordarîtî û tevkujî ve li rojevê di serî de ciyê xwe diparêze.Girîngiya jeopolîtîk î a Kurdistanê dewletên mêtingehî sixlet dike. Ji aliyê dewleta TC li ser Kerkûkê neteweperestiya ku hatî bilind kirin ne ji bo mafên xweseriya Tirkmena ye. Di dîroka nêzîk de êrîşên DAIŞ'ê ku li dijî Tirkmen a hatî kirin dewleta TC xwe ker kor û lal kiribû.Ev tişt aşkereye.Li Kerkûkê armanca dewleta TC ne parastina Tirkmen a ye berevajîkî dixwaze ji bo petrolên Kerkûkê par bistîne. Xwesteka Îranê jî mezinkirin a serweriya Şîîyan e û di bazara
herêmê de pareke herî mezin e. Qesawet û tirsa her du dewletan bi destpêka Xweseriya başûrê Kurdistan re mezinayî û pêşketina têkoşîna neteweya Kurdan î li ser axa wa de ye.ev ji bo wa qesawetek pir mezin e.Hin komên sosyalîst û partiyan de referandûm a 25 Îlonê bû sedema hin tevgeran.Ji bo neteweya kurd mafê diyarkirina çarenûsa xwe erka tûrnûsol dîtiye û di gelek kom û partiyan de pûxtên civakî ê şoven carekî din derketiye ser rû.Di dewleta netewe de pîrozbahiyên 29 Îlon,30 Tebax wekî 23 Avrêlê gelek partî û komên sosyalîst bi hevre pêşbazîtî dikin.Ev komên Partiyê sosyalîst bi tevgereke antî-emperyalîst li dijî Ji bo neteweya kurd mafê diyarkirina çarenûsa xwe derdikeve û bi helwesteke "şerm" Neteweyê xwe î serwer diveşêrin.Gotinên wan î antî-emperyalîst dema ku rê tê li ser emperyalîzma Rûsya tê hindakirin û vemirandin û paşverûtiya Baas Esad re bi pesnan dikevin pêşbazîtiyê.Bi paşve-
rûya Rusya - Baas Esad re weşan û malperên wan têr tîjiye.Raste,emperyalîzm a ABD neyarên herî serî û mezin e.Lê bêlê ev emperyalîzm bi tenê. ABD re nayê sînorkirin.Bi emperyalîzma ABD re bi hevrebûnek mezin de yên herêmên dinyayê kirine dojeh emperyalîzma AB,RUSYA û ÇÎN e,em nikarin van blok û dewletan nebînin.Antîemperyalîzma van hevalan dema ku mesele dibe Kurd tê bîra wan.Tevgera sosyalîst î a Tirkiye û Bakurê Kurdistan re fehma ku derketiye holê ew e;serhildan û berxwedanê Kurdan î bi tevkujiyan hatî qetil kirin re yên çepîk girtî û yên li rex dewletên mêtingeh cî girtî tevahiyan ji "tasfiya feodalîzmê "re piştgirî daye.Ev hevalên ku piştgirî daye pirsgirêka wan ev e; ew rû bi rû hê nikarin Kemalîzmê bibînin û xwestekiya wan jî rû bi rû hê tuneye.Di nava vê siyasetê de referandûm gaveke dîrokiye û Kurdên çar perçe de hatî tunekirin,qetilkirin û mafên wan î cûda bûne hatî bin erdkirin re gaveke
pir mezin û girînge.Avabûn a dewleta Kurdistanê mafên Kurda î herî xweza ye.Divê ev mijar di neteweyên mafê diyarkirina çarenûsa xwe de em bînin dest.Li dijî avabûna Dewleta Kurdistan bi hênceta "antî-emperyalîst" yên derdikevin holê hê naveroka pirsgirêka neteweyî fêm nekirine.Îro erka ku dikeve ser milê komînîstên Tirkiyê û Bakurê Kurdistan ew e; veqetandina Başûrê Kurdistan hewceye ku bi awayê meşrû biparêze.Yekîtiya komînîstên her du weletan ji çareseriya pirsgirêka navnetewî de derbas dibe. Neteweya serwer û neteweperwerî bi feraseta dewletê û bi gotinên dewletê re nêzîkahiya pirsgirêka neteweyî ne ji bo karkerên Kurd û Tirkan e berevajîkî wê xizmetê veqetandina Kurd û Tirkan bike.Bi gotina dawî:Li dijî van hevanî ( komplo ) û gefan bi tevahî 25 Îlonê neteweya Kurd vîn a xwe yî meşrû û Demokratîk derxistiye holê,ev vîna meşrû û demokratîk em xwedî derdikevin û heta dawiyê piştgirî dikin.