Halkın günlüğü sayı 2

Page 1

Faşizm ve devrimci mücadele

Sayfa 12-13

Ali kıran baş kesen devletine karşı Nuriye ile Semih!

Nuriye ve Semih toplumun vicdanı ve sesidir. Toplumun büyük bir suskunluğa itildiği, Nazi Almanya’sına benzeyen bir korku imparatorluğuna karşı cesur ve ölümüne bir duruştur Nuriye ve Semih. Bu duruşu büyütmeli, desteklemeli, onları yalnız bırakmamalıyız. Çünkü, onlar sadece kendileri için mücadele etmiyor, yüzbinleri bulan işten atılmalar ve haksız yere mağdur edilen milyonlar için direniyor. Bundandır ki, devlet hızla büyüyen

1-15 AĞUSTOS 2017

Yıl: 1 Sayı: 2 Fiyatı 2 TL www.halkingunlugu.org

destek eylemlerine saldırıyor. Ve desteğin büyüyen yüzünü kamuoyuna yansımasını istemiyor; manipülasyona başvuruyor.Sesiz milyonlar, faşizme karşı yükselen her sese kulak veriyor ve umutla bir beklenti içine giriyor. Baskı ile engellenen bu öfke her an sokağa dönebilir beklentisi diktatörlerin korkusudur. Bu korkuyu büyütelim; Nuriye ve Semih için sokaklar başta olmak üzere tüm destek eylemlerini gücümüzle besleyelim. Sayfa 2

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

Hapishanelerde yeni saldırı dalgası ve direniş

Tüm hapishanelerde bulunan MKP, MLKP, TKP/ML ve PKK/PJAK dava tutsakları Temmuz ayı içerisinde değişik tarihlerde saldırıları protesto edip, başta Nuriye ve Semih’in direnişi olmak üzere toplumsal mücadeleyle dayanışmayı yükseltmek için üçer günlük açlık grevi eylemleri gerçekleştirdiler. Sayfa 8-9

Munzur’un özgür akışı engellenemez!

Sistemin bütün saldırı, engelleme ve provokasyonlarını tanımayan Dersim halkı ve devrimci ve demokratik kurumlar “Yasağı tanımıyoruz sel olup Dersim’e akalım” şiarı ile yasaklara karşı Dersim’de olacaklarını ve festivali kutlayacaklarını açıklayarak yasağı tanımadılar. Sayfa 20

Güney Kürdistan Bağımsızlık Referandumu ve kısa arka planı

OHAL “hukuku” faşist diktatörlüğün sınıfsal karakteridir!

Açık faşizm koşullarının “hukuku” olarak ele alınan OHAL, faşist diktatörlüğün iktidarını koruması için kurumsal bir politika olarak belirlenmiş durumdadır. “Büyük Reis’in” “zafer kürsüsüne” çevirdiği devlet erkânının tüm resmi konuşmalarında “memlekette huzur, güven ve sükun sağlanmadan bu süreç bitmez” naraları, bu kurumsal politikayı deklere etmektedir. “Sıfırdan başlanarak yeniden kurulacağı” ilan edilen devlet egemenliğinden söz edildiği bir tarihsel kesitte, siyasal, iktisadi ve ideolojik olarak süreç, faşist

4

İktidar umudu taşıyan CHP çıplak yüzünü göstermekte gecikmedi!

diktatörlüğün kurumsal dokusuna göre yeniden ele alınmakta; devlet, burjuva gerici siyaset ve tüm toplum buna göre dizayn edilmek istenmektedir. İşte OHAL böylesine kapsamlı faşist bir kuşatmanın “hukuku” olarak biçimlenmektedir. Komprador işbirlikçi tekelci egemenlik düzeninin, tarihin herhangi bir kesitinde karşı karşıya kaldığı iktidarını kaybetme korkusundan kaynaklı, kendi hukukunca aldığı bir önlemden öte, faşist bir iktidarın “yeniden” kurumsallaştırılarak, “bekasını” sağlama alma siyaseti olarak benimsenmektedir.

6

Kısaca yeni kabine ve meclis iç tüzük değişikliklerinin arka planı

10


Nuriye ile Semih! 02

Ali kıran baş kesen devletine karşı güncel haber

Nuriye ve Semih toplumun vicdanı ve sesidir. Toplumun büyük bir suskunluğa itildiği, Nazi Almanya’sına benzeyen bir korku imparatorluğuna karşı cesur ve ölümüne bir duruştur Nuriye ve Semih. Bu duruşu büyütmeli, desteklemeli, onları yalnız bırakmamalıyız. Çünkü onlar sadece kendileri için mücadele etmiyor, yüz binleri bulan işten atılmalar ve haksız yere mağdur edilen milyonlar için direniyor

F

aşist diktatörlük, demokratik tüm hakları “Olağanüstü Hal” adı altına gasp etmiş durumda. “Olağanüstü Hal”i bizzat devletin kendisi yaratmıştır. Bu durum, devleti ele geçirmiş burjuvazinin belli kesimlerinin kendilerine yönelmiş tehditleri alt etmek için kurgulayıp uyguladıkları veya olayları fırsata çevirdikleri bir oyundur. Bu oyun, egemen sınıf kesimlerinin bir kısmını hedefliyor gibi görünse de esasta halklara ve ezilen kesimlere karşı sahnelenmektedir. “Olağanüstü Hal”, faşizmin şimdiye kadar parlamenter rejimle devam eden yönetme biçiminin krize girmesiyle istibdada doğru bir yol alma çabasıdır. İstibdat rejiminin, Osmanlıya birebir benzer olmasının olanağı yoktur; daha çok 21. yüzyıl koşullarına uyarlanarak yerleştirilmek istenen bir olgudur. “Olağanüstü Hal”in müsebbibi olan diktatör, “Olağanüstü Hal”in kapitalistler

1-15 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü

için faydalı olduğunu belirtmektedir. Çünkü, işçiler ve diğer çalışan emekçi kesimler için bu “Hal” bir zulüm ve kıyım halidir. Ezilenlerin tüm demokratik ve insani haklarının gasp edildiği, grevlerin yasaklandığı, hak arama mücadelesinin karşılığının işkence olduğu bir rejim olağan hale getirilmek istenmektedir. Burjuva nizam içinde de olsa devlet bir kanun devleti değildir. Artık sınırları olmayan, günübirlik kanun yapıp kanun bozan bir devlet söz konusudur. Yargı, yasama, yürütme bir kişide toplanmıştır. Haşmetmeabın iki dudağı arasında çıkan kanun sayılıyor ya da kanun haline dönüştürülüyor. Astığım astık kestiğim kestik süreci, ezilen çalışan kitleler için zulmün pekiştiği, hak arama yollarının kapandığı bir noktaya taşınmıştır. Gemisini kurtarmak isteyen kaptan misali kendi geleceği ile devletin geleceği arasında bir özdeşlik kuran diktatör ve bir avuç Türk burjuvazisi, kendi çıkarını

“vatan savunması ve bölünmezliği” sahtekarlığı üzerine kuruyor. Her ne hikmetse, bu durum mazlum çoğunluğun “savunulması” ve korunması ya da “bölünmezliğini” akla getirmiyor. Bir avuç katil sömürücü düzenbazın “vatan” dediği, çalışan mazlum kitlelerin üzerinde yaşadığı topraklar değil; parsel parsel sattıkları, talan ettikleri, kar konusu olan her şeydir. Sayıları yüzbinlere varan çalışan kesimler Kanun Hükmünde Kararnamelerle işinden edilmiş, milyonlarca insan bu halin mağduru durumuna düşürülmüştür. Geriye kalanlar ise her an işten çıkarılma tehdidi altında yaşamaktadır. İşten atılanların büyük bir çoğunluğunun hiçbir gerekçesi yoktur. Yandaş kesimlere kadro açmak için işten atılanlar var. Sendikalar işlevsizleştirilmiş, yandaş sendikalar dalkavuklukta yarışmaktadırlar. Sendikalar ne grev yapabilmekte ne de


03

1-15 AĞUSTOS 2017 HAlkIN GüNlüĞü

SINIF TAVRI

F

Bedrettin Ufuktan

DEVRİMCİ ÇALIŞMA VE İŞKENCEDE DİRENİŞ-2

üyelerinin haklarını koruyabilmektedir. Bu sömürü, talan, zulüm devletine karşı ezilenlerin vicdanı ve sesi olan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça oldu. Nuriye ve Semih, hukuksuz bir biçimde işten atılmalarını kabul etmediler. Haklarının iadesi için sokaklarda gösteri yaptılar. Bu istemlerinin karşılığı cop ve gaz oldu. En masumane taleplerinin şiddetle karşılanması karşısında Nuriye ve Semih süresiz açlık grevine başladı. Açlık grevi pasif bir eylem biçimi görünse de kamuoyunda etkili oldu. Nuriye ve Semih, “Herkesin yapabileceği bir şey var. Biz bunu yapabiliyoruz. Herkesin yapabileceği bir şey vardır. Süreç çok kötü deyip bir şey yapamayacağınızı düşünmeyin. Bedenimiz zarar görmeden işimize dönmek istiyoruz.” dediler.

Nuriye ve Semih toplumun vicdanı ve sesidir!

Ama karşılarındaki duvar laf anlayan cinste olmadığı için, çareyi Nuriye ve Semih’i tutuklayarak cezaevine göndermekte buldu. Nuriye ve Semih’in 150 güne varan açlık grevi artık bedenlerinin zarar göreceği sınırı aşmıştır. Ve geri dönüşü olsa da eskisi gibi sağlıklı olamayacaklardır.

Eşitsiz koşullarda süren bir mücadeledir bu. Bir yanda, güvenlik güçleri, ordusu, güdümlü yargısıyla devlet, diğer yanda gasp edilen haklarını geri almak için yaşamlarını ortaya koymuş iki genç insan. Nuriye ve Semih toplumun vicdanı ve sesidir. Toplumun büyük bir suskunluğa itildiği, Nazi Almanya’sına benzeyen bir korku imparatorluğuna karşı cesur ve ölümüne bir duruştur Nuriye ve Semih. Bu duruşu büyütmeli, desteklemeli, onları yalnız bırakmamalıyız. Çünkü, onlar sadece kendileri için mücadele etmiyor, yüzbinleri bulan işten atılmalar ve haksız yere mağdur edilen milyonlar için direniyor. Bundandır ki, devlet hızla büyüyen destek eylemlerine saldırıyor. Ve desteğin büyüyen yüzünü kamuoyuna yansımasını istemiyor; manipülasyona başvuruyor. Sesiz milyonlar, faşizme karşı yükselen her sese kulak veriyor ve umutla bir beklenti içine giriyor. Baskı ile engellenen bu öfke her an sokağa dönebilir beklentisi diktatörlerin korkusudur. Bu korkuyu büyütelim; Nuriye ve Semih için sokaklar başta olmak üzere tüm destek eylemlerini gücümüzle besleyelim.

aşist Kemalist sistemin kuruluşundan beri başta Kürtler olmak üzere ezilen uluş ve ulusal azınlıkların direnişini ve işçi ve emekçilerin sosyal kurtuluş mücadelelerini engellemek, dağıtmak ve kontrolde tutmak amaçlı başvurduğu başat yöntem olarak işkence; devrimci ve komünistlerin ve bir bütün Kürt ulusunun fertlerine ve ulusal azınlıklara “tattırılmış” zulümüm en yaygın, en sürekli biçimi oldu. Ama unutmamak gerekir ki bu araç keyfiyetten çok uzaktır. Küçük bir azınlık olarak egemenlerin, çoğunluğun üzerindeki yönetimi olarak dizginsiz sömürü ve terörizmi olan faşizm esasta işçinin ve emekçinin ürettiklerine giderek daha çok sahip olmak isteğinden gelen “hakkını almak” ve onları yaşamak yönündeki taleplerini karşılayacak temelden yoksun bir iktisadi yapının sonucudur. Faşizme başvuran tüm siyasal sistemler gibi “TC” de iktisadi zenginliğini kontrol etmekten yoksun, artı değerin ve doğal zenginliklerin emperyalizm kasalarına akmasının karşılığı ulusa ve halka ihanet içindeki bir azınlık diktatörlüğüdür. Ordusu NATO’nun çıkarlarını korumakla görevli kılınmış, polisinin ve istihbaratının önüne “komünizme karşı mücadele” stratejisi oturtulmuş, maliyesi emperyalist tekellerin fahiş faizlerle verdiği borçların aksatmadan ödenmesini sağlam kazığa bağlayan İMF programlarını uygulamaya göre örgütlenmiş bir devletin emeğiyle geçinenlerden daha fazla almaktan başka, halka verecek bir şey bulunmaz. Dolaysıyla aşağıdan, ezilenlerden gelen her istek, bir şey almayı içerdiğinden; devletlerin, talep eden sınıflara, sömürgeleştirilmiş uluslara ve soykırıma uğratarak mallarına zorla el konmuş ulusal azınlıklara, ürettiklerinden daha fazla pay almak isteyen işçi ve emekçilere, üniversitede gençliğe, entelektüel yaşamda toplumun tarihsel ve kültürel kastlarıyla mücadele eden aydına, bilim ahlakı gereğince serbestlik ve özgürlük isteyen bilim insanına verebileceği tek şey olarak şiddet kaldığından, işkence de şiddetin en sınırsız, en acımasız, en örgütlü yöntemi olarak “TC”nin yönetim tarzında kurumsallaştı. Bu öylesine medet umulan biricik yöntem oldu ki toplumsal muhalefetin yaygın örgütlenmeye dönüştüğü her seferinde devlet, doğrudan askeri darbe seçeneğini devreye sokarak zaten göstermelik bir hukuk metni işlevi gören “anayasayı” bile defalarca bir tarafa itti. Böylece işkenceyi devrimci örgütleri açığa çıkarmak, dağıtmak ve bulduklarını hapsetmek amaçlı kullanmanın çok ötesinde; her tür toplumsal muhalefeti bir daha muhalefet etme cesaretini göstermesinler diye devlete karşı çıkmanın ne tür dehşet verici bir sonucu olduğuna dair bir inanç oluşturmanın aracına çevirdi. Ve bu hedefe varıldığı, milyonlarca insanın işkencelere çekilmesi, yüz binlercesinin zindanlarda öğütülmesi, darağaçları, ailelerin parçalanması; çoğunun işini, birikimini, statüsünü yitirmesi; on binlercesinin yerini, yurdunu, köyünü ve ülkesini terk etmesiyle örnekleşti.

Hiç kuşkusuz, gelişme yasaları da diyalektiktir. Etken olanın etkinlini dönüştürmeyi kamçılayıp durur. Bu dehşet yönetme tarzının toplumdaki karşılığı, toplumsal bilinçte devletin giderek daha fazla meşruluğunu yitirmesi oldu. Uygulanan zülüm, “kutsal, güçlü ve yenilmez” olarak sunulan devletin ve onun kurumları olan ordunun, polisin, yargının ve hapishanelerin giderek daha çok bireyin, topluluğun gözünde nefrete karşılık düşen bir bilinç geliştirdi. Bu bilinç de sisteme karşı daha çok insanın tepkisini mücadeleye dönüştürdü. Devlet, kitlelerin uyanışını bastırmak için işkenceye ve hapishaneye başvurduğu her süreçte işkence ettiğiyle sınırlı olmayan, onun çevresi ve ait olduğu sosyal gurubun düşüncesinde kendine ait oluşturduğu bu yanıltıcı algıyı yıkmak zorunda kaldı. Her yıkılış doğal olarak devletin toplumsal bilinçte yeniden tanımlanması, her yeni tanımlama da bireylerin ve grupların yeni bir dil ve yöntemle haklarını ve özgürlüklerini savunması olunca, bu gelişme giderek hem sistemin daha açık hedeflenmesine hem de sistemin bu vahşi işkence yöntemine karşı birlikte hareket etme olanaklarını yarattı. İşte bu, şeylerin karşılıklı etkileşim yasası, devleti, sistemi hedefleyen devrimci örgütlerin bastırılması ve denetlenmesi amacını daha başka araçlar ve yöntemlerle gerçekleştirme arayışına itti. Kuşkusuz bu uzun süreli bir çalışma ve hazırlığı gerektirdi. Sadece ulusal çapta değil, uluslararası çapta işkenceci sistemlerin tecrübe ve teknik paylaşımlarını ortaklaştırmaları sonucu ulaşılan bir düzey olarak, sistemi 1980’lerin ortalarında başlayarak test etmeye başladıkları ve işkenceyle iç içe uyguladıkları “teknik takip, kontrol, dinleme ve önleyici çalışma…” yöntemine ulaştırdı. Bu süreç yaşanırken devlet, 1970’lerin başında tümüyle yeni bir sorun olarak karşılaştığı, ideolojik siyasal hedefler doğrultusunda kurulan, örgütlenmesini ve mücadele yöntemlerini bu hedeflerine ulaşmak amacına uyumlu kılan, yöntem olarak silahlı mücadeleye başvuran THKO, THKP-C, TKP/ML ve PKK gibi örgüt tipiyle yüz yüze kalmıştı. Daha önemlisi de şu oldu ki, devlet aynı zamanda bu örgütlerin bilinmezlikleriyle tanıştı. 12 Mart ve 12 Eylül’deki işkencelerin genel geçer bir yöntem olarak derinliğine ve genişliğine bir uyulamaya dönüşmesinin “itici arzusu” bu yeni tipteki örgütlenmeyi anlamaktı. Anlamak ise; örgütlenme biçimini, mücadelenin amacını, yoğunlaşma alanlarını, eğitim tarzını, dayandıkları sosyal zemini, kadro tipini, hiyerarşisini, maddi teknik olanak edinme yollarını, ulusal ve uluslararası ilişkilerini vb. bilir hale getirmekti. Bu bir kez başarıldıktan sonra diyalektik, devletin kendini savunma çabasında da kendiliğinden gerçekleşecekti. Korku cesarete, güvensizlik güvene, sistemi korumak sistemi yıkma amacındaki her tür örgütlülüğü fethetmeye de açılan bir yol oldu. Ve 1980’lerin ortalarında başlayan bu yöntem arayışı 2000’li yıllara gelindiğinde tamamlanmış oldu.


Güney Kürdistan Bağımsızlık Referandumu ve kısa arka planı

04 güncel haber

1-15 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü

Bağımsızlık istemi ve bu doğrultuda gerçekleştirilecek bir referandum son derece demokratik olup Kürt ulusunun tartışmasız hakkı ve demokratik olduğu kadar bağımsız iradesiyle gerçekleştirilecek eylemlerdir. Gündeme geliş tarihi, biçimi ve arka planı itibarıyla elbette ki bir dizi tartışmaya muhtaç olan bağımsızlık referandumu kararı, hem söz konusu Kürt yönetimi açısından ve hem de tüm parçalarıyla genel Kürtler açısından olumlu bir gelişmedir. Ki, bağımsızlık ve kendi kaderini tayin etme hakkının bu kadar sulandırılıp unutulmaya yüz tuttuğu kimi gerçeklikler dikkate alındığında, öte taraftan Kürt ulusuna dönük en barbar katliam ve kıyımların gerçekleştirilip Kürtler üzerinden oynanan emperyalist oyunlar düşünüldüğünde, bağımsızlık referandumu siyasi olarak önemli bir hamle olarak rol oynayabilir

G

üney Kürdistan Barzani yönetimi, öncesinden kamuoyunu alıştıran belli açıklamalar sonrasında daha net ve kesin dille yaptığı açıklamayla 25 Eylül tarihinde “Bağımsızlık” konulu referanduma gideceğini ilan etti. Gündeme gelen tepkiler karşısında Başbakan Neçirvan Barzani, bağımsızlık ilanıyla dünyanın; Kürtlerin ne istediklerinden haberinin olmasını istediklerini ve çeşitli ülkelerden gelen tepkilerin olağan olup kaygı uyandıran bir durumun olmadığını ifade etti. Oğul-baba Barzanilerin açıklama ve tavırları bir taraftan tepkileri yumuşatmayı hedeflerken, diğer taraftan da bağımsızlık referandumuna gideceklerinden emin olduklarını gösteriyordu. Bağımsızlık istemi ve bu doğrultuda gerçekleştirilecek bir referandum son derece demokratik olup Kürt ulusunun tartışmasız hakkı ve demokratik olduğu kadar bağımsız iradesiyle gerçekleştirilecek eylemlerdir. Gündeme geliş tarihi, biçimi ve arka planı itibarıyla elbette ki bir dizi tartışmaya muhtaç olan

bağımsızlık referandumu kararı, hem söz konusu Kürt yönetimi açısından ve hem de tüm parçalarıyla genel Kürtler açısından olumlu bir gelişmedir. Ki, bağımsızlık ve kendi kaderini tayin etme hakkının bu kadar sulandırılıp unutulmaya yüz tuttuğu kimi gerçeklikler dikkate alındığında, öte taraftan Kürt ulusuna dönük en barbar katliam ve kıyımların gerçekleştirilip Kürtler üzerinden oynanan emperyalist oyunlar düşünüldüğünde, bağımsızlık referandumu siyasi olarak önemli bir hamle olarak rol oynayabilir. Tam da bu noktada konuşulması gereklidir ki, mevcut bağımsızlık referandumunun her parçasıyla somutta Kürt ulusu bakımından objektif olarak oynadığı olumlu role karşın, bu referandum kararının ABD emperyalizminden ve onun bölge stratejilerinden bağımsız olmayan negatif

bir arka plana sahiptir. Emperyalist blok veya baş aktörlerin bölge nüfuzu ve dünya hegemonyası temelinde girdikleri dalaş somutta ilgili parçadaki Kürtler bakımından olumlu bir durum açığa çıkarmaktadır. En nihayetinde bu olumluluk emperyalist proje ve stratejiler bağlamında olumsuz bir durumu ihtiva etse de somut Kürt statüsü durumu ya da mevcut Kürt realitesinin daha ileri bir noktaya çekilmesi bakımından taktiksel açıdan olumlu bir gelişmeyi ifade eder. Ki, emperyalist proje gerekçesiyle ilgili, Kürt ulusunun öyle ya da böyle bağımsızlık temelinde referanduma gitmesi, bu bağımsızlığın emperyalizme bağlı niteliğine karşın olası bir bağımsız Kürdistan devletinin kurulmasına karşı çıkmak bir paradoks olur. Öte taraftan bu bağımsızlık referandumu ve buna bağlı gelişmenin

bütünlüklü Kürtler açısından veya Kürtlerin ayrı olan parçaları açısından belli sancıları ve sorunları gündeme getireceği de olasıdır. Bağımsızlık referandumu tarihi bu açıdan dikkate alınarak değerlendirilmesi gereken husustur; bu tarih şu açıdan dikkate değerdir:

Referandum tarihi ve süreci kendi içinde sancılı bir yerde durmaktadır!

Bilindiği gibi Kuzey Kürdistan Kürt ulusal hareketi bütün parçalarıyla Kürtlerin birliği temelinde bir ulusal birlik kongresi çağrısı veya girişimi mevcuttur. Bu öneri veya girişim Barzani tarafından olumlu karşılanmayarak sulandırılıp belli bir açıdan boşa düşürüldü. Yani Barzani’nin gerici tavrı ve tutumu nedeniyle bu ulusal kongrenin toplanması


05

1-15 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü

mümkün olmadı ve bu olumlu girişim mevcut durumda ve esasta sabote edildi. Barzani’nin bu tavrı emperyalist projelerden bağımsız olmayan derin arka planı dışında, Barzani’nin bütün Kürtlerin liderliğine oynayan dayatmacı yaklaşımı, somut bir engel olarak değerlendirilebilir. Bu liderlik dayatması nedeniyle ulusal kongreyi heba ettiği söylenebilir. Yine bu bağlamda Barzani’nin bu liderlik dayatması kendi yönetim alanında zayıflayan otoritesini tahkim etme, kanını tazeleme ve gerici egemenliğini sağlamlaştırma kaygılarına da dayanmaktadır. Ve elbette Kuzey Kürdistan Kürt hareketinin ulusal kongre atılımını boşa çıkararak inisiyatifi ele geçirme amacı da Barzani’nin bağımsızlık referandumunun tarihini anlamlı kılmaktadır. Belki bütün bunlardan daha da önemlisi, emperyalist blok ve güçlerin bölgede yaşadıkları dalaşta nüfuzlarını geliştirme amacı ve bölgede sağlam müttefikler yaratarak etkilerini daha sağlam tesis etme planları da bu referandum tarihini belirleyen asıl sebeplerden biridir. Dolayısıyla, Barzani yönetimi ve dolayısıyla Kürt ulusunun bağımsızlık referandumu, ABD emperyalizminden bağımsız olmadığı gibi, ABD emperyalizminin bölgede sağlam bir müttefik-işbirlikçi devlet oluşturma projesinin bir parçasıdır. Ve bu anlamda bağımsızlık referandumunun gerçekleştirilmesi büyük olasılıkla yapılıp bağımsızlık temelinde bir irade de ortaya çıkacaktır ki, bu da ilgili kesimde bir bağımsız Kürt devletinin çok yakın olmasa da kurulacağını işaret etmektedir. Emperyalist bölparçala-yönet politikası ve nüfuz edinme planları temelinde bölgeyi küçük devletçiklere bölerek yeni haritaların oluşturulacağı da uzun zamandan beridir tartışılan bir durumdur. Bu zeminde bağımsızlık referandumu rastlantı değil, emperyalist proje olarak gündeme getirilmiş bir süreçtir. Dolayısıyla da bu gelişmeler dikkate alındığında “bağımsız” Kürdistan devletinin kurulması tamamen mümkündür. Bölgede ABD emperyalizmine bağlı yeni bir “İsrail” temsilinin yaratılması muhtemeldir. Bütün bu duruma karşın Kuzey Kürdistan Kürt hareketinin bölgedeki örgütlülüğü ve gücü göz ardı edilemez bir gerçekliktir. Ki, bu gerçeklik Barzani’nin inisiyatifini zayıflatacak kadar kuvvetlidir. Barzani’yi rahatsız eden ve bağımsızlık referandumu ile atak gerçekleştirmesine vesile olan sebeplerden biri de şüphesiz ki bu

realitedir. Örgütlenme, askeri güç ve otorite bakımından bölgede son derece etkili olan Kuzey Kürdistan Kürt ulusal hareketi, siyaset alanında da yetenekli ve yetkin durumundadır ki, bu durumuyla fiilen Barzani için bir tehdit durumundadır. Ve Barzani’nin etkisini önemli oranda zayıflatarak önemli bir inisiyatif oluşturmuştur denilebilir. Ki ulusal kongre adımı tam da bu zeminde geliştirilen bir adım olarak da okunabilir. Bu adımın demokratik ve ileri olduğu tartışma götürmezken, Barzani’nin tavır ve tutumu olumsuz ve gericidir. İki Kürt gücü ya da parçası arasında avantajlı olan Kuzey Kürdistan Kürt ulusal hareketidir. Buna karşın Barzani emperyalizmden destek alarak önemli bir engel ve güç olma durumunu sürdürmektedir. Bu iki kesimin siyaset veya karşılıklı adımlar şahsındaki çatışkısı, Ulusal Kongre ve Bağımsızlık Referandumu siyasetlerinde somutlaşmaktadır. Kuzey Kürdistan Kürt ulusal hareketinin Ulusal Kongre çağrılarını yineleyip devreye sokma eğilim ve girişimleri de tam burada anlam kazanmaktadır. Sonuç olarak; bağımsızlık referandumu görece ve somut statülerin ilerletilmesi itibarıyla olumlu bir gelişme olmakla birlikte, emperyalist projeye dayalı arka planı nedeniyle stratejik olarak gericidir ve emperyalizme bağlı bir Kürt devleti akıbetiyle maluldür. Ulusal Kongre girişimi ise Kürtlerin birliği temelinde rol oynayabilecek veya bu hedef itibarıyla esasta olumlu ve ilerici bir gelişmedir ve bağımsız politika ve ilerici hedeflere bağlı geliştirilmesi kaydıyla bağımsız Kürdistan’ın kurulması için son derece stratejik bir girişimdir. Ulusal Kongre Kürdistan’ın parçalarını birleştirme eğilimi açısından daha stratejik ve rasyonel olup birleşik Kürdistan şiarına uygun bir gelişmedir. Ve Bağımsız Büyük Demokratik Kürdistan’ın kurulması doğrultusunda daha stratejik bir adımdır. Bunu dışlayan tek parçanın bağımsızlığı parça açısından olumlu rol oynasa da Kürtlerin birliği ya da Bağımsız Demokratik Birleşik Kürdistan açısından zayıflatıcı olup, somut ve siyasi yankıları itibarıyla oynayacağı olumlu etkilerine karşın, stratejik bakımdan, Bağımsız Birleşik Demokratik Büyük Kürdistan açısından olumsuz esastadır. Dolayısıyla geliştirilmesi gereken eğilim Birleşik Demokratik Kürdistan eğilimi olmalıdır.

UFUK ÇİZGİSİ

A

Bakış Can

AÇIK FAŞİZM, HAPİSHANELERDE 80’LERE DÖNÜŞ MÜ?

çık faşizm argümanı biçimindeki tespit alelade yapılmış bir tespit olmamakla birlikte, tespite konu olan bu yönetim biçiminin keyfiyetçi, hukuksuz ve sınır tanımaz saldırganlık karakterine işaret etmek de bir rastlantı ve ajitasyon dilinden kaynaklı değildir. İktidar ve yönetim biçimine dair yapılan bu tespit ve karakteristik belirlemelerin objektif gerçeği yansıttıkları, dolayısıyla gerçek yaşamda karşılığı olmayan abartılı değerlendirmeler olmadığı, yaşanan azgın baskı ve saldırılar tarafından alenen desteklenmektedir. Faşizm, açık faşizm ve bunun özgün biçimlerde pervasızlıkla uygulandığı mevcut iktidar şartlarında her türlü baskı, saldırganlık, keyfiyete dayalı hukuksuzluk, cinayet ve katliamdan sakınılmayacağı ve sakınmadığı beklenmelidir. Devletin, Nuriye ve Semih’in ihraç edilmelerinin ardından işlerine geri dönmek için başlattıkları 140 günü geçen açlık grevi direnişinin karşısındaki tutumu gibi, genel olarak başvurduğu baskı, tasfiye, tutuklamalar ve Kürt ulusunun demokratik iradesine dönük gerçekleştirdiği darbe düşünüldüğünde, bu iktidarın varlığını koruyup sürdürmek için her türden barbarlık ve vahşete tereddüt etmeden başvurduğu ve vuracağı açık gerçektir. Açık faşizm uygulamasıyla ünlü olan bu iktidarın kendisini sağlama almak için toplumsal muhalefet ve mücadele karşısında son derece tahammülsüz olup sınırsız bir baskı ve teröre başvurduğu izlenirken, bu süreçte burjuva muhalefet, basın, gazeteci ve aydınlar da dahil, faşist baskıya maruz kalmayan hiçbir muhalif kesim ve demokratik kurum kalmadı. Toplumsal dinamiklere karşı uygulanan azgın bir baskı ve terör diktası muhalif dinamiği suskunluğa iterek iktidarın belli ölçüde başarılı olmasına olanak sağladı. CHP’nin referandum sonuçları ve “Adalet Yürüyüşü” çıkışlarıyla durum farklı bir rotaya girse de cemaatin darbe girişimini basamak edinen iktidar, sivil darbesini gerçekleştirip OHAL kararı zemininde uyguladığı baskı ve terörle esasta amacına ulaştı. Elbette bu durum iktidar için her şeyin yolunda gittiği, iktidarın düze çıktığı anlamına gelmemektedir. Bilakis, baskı karşıtını büyüterek iktidara dönük tehdidi de aktüel kılıp geliştirmektedir. Ancak bu durum iktidarın açık faşizm uygulamasında gerilemeyi değil, daha da katılaşmasını ve faşizmi pervasızca derinleştirmesine yol açmaktadır. Mevcut iktidar, devlet erki ve imkanlarını kullanarak hemen hemen her kesimi hırpalayıp önemli oranda bir kontrol kurup, egemenliğini oluşturmuş durumdadır. Ancak daha fazlasına ihtiyacı var. Bunun için durmayan bir baskı ve terör diktası iş başında olup işleyecektir. Toplumsal muhalefeti belli bir dengede kontrol etme durumunda olan iktidar bu dengenin bozulmasını elbette istememektedir. Bunun için söz konusu dengenin bozulmasında rol oynayabilecek her dinamiğe tekrar tekrar saldırıp ezmeyi, sindirmeyi, teslim almayı deneyecektir. Hapishanelerin, özellikle Nuriye ve Semih’in başlattığı direnişin yarattığı etkiyle mevcut iktidar açısından bir huzursuzluk kaynağı ve söz konusu dengenin iktidar aleyhine bozulmasında

rol oynayacak bir tehdit unsuru oldukları açıktır. İktidarın hapishanelerden her vesilesiyle hoşnut olmadığı ve hemen hemen bütün toplumsal kesimlere uyguladığı baskı ve terörü bu alanda da uygulamaya koymak istediği öteden beri bilinmektedir. Zira hapishaneler toplumsal dalgalanmada bir kıvılcım görevi görebilirler. Hapishaneler genellikle diri dinamiklerin bulunması gerçekliğiyle de her iktidarın hatırı sayılır hedefleri arasında olmuştur. Hatta çoğu kez toplumun sindirilmesine dönük saldırılar hapishanelerde başlamış ve vahşi katliamlara da tanık olunmuştur. Türk hakim sınıflarının geleneksel tavrı bugünkü iktidar tarafından da aynılıkla sürdürülmektedir. Nitekim, iktidarını sağlamlaştırmada kritik eşiği bir türlü atlatamayan Erdoğan-AKP iktidarı gözünü hapishanelere dikmiş durumdadır. Toplumsal kesimler üzerine uyguladığı baskı ve terörle buraya kadar idare eden ve bu baskılarla yeterince teşhir olmuş iktidar, muhtaç olduğu terör ve korku dalgasını hapishanelerden devreye sokmayı planlamaktadır. FETÖ davasından tutuklu olanların giydikleri tişörtleri bahane eden iktidar hapishanelerde 1980’lere dönerek onlarca devrimcinin katledilmesine, yüzlercesinin sakat kalmasına neden olan tek tip elbise dönemini geri getirmek istemektedir. Tek tip elbisenin zorunlu hale getirilmesi veya tutsaklara giyme zorunluluğu getirilmesi biçimindeki muhtemel yeni uygulama hapishanelerde büyük direnişlerle birlikte büyük baskı, işkence ve katliamları gündeme getirecektir. İnsan onuru ve kimliğine aykırı onur kırıcı dayatmalar pek tabi ki tutsaklar tarafından reddedilecektir. Bu, iktidarın hapishanelerdeki acımasız baskı ve işkencelerine yenilerinin eklenerek daha üst boyutta bir zulmün gündeme gelmesini koşullayacaktır. Kısacası hapishanelerde yeni bir dönemin başlamasının eşiğindeyiz. Bu dönem tek tip elbisenin giyilmesinin zorunlu hale getirilmesiyle hapishanelerde işkence ve katliamlara gebe bir sürecin başlangıcı olacaktır. Bundan hareketle, bu saldırı dalgası başlamadan toplumun duyarlı hale getirilmesine dönük çalışmaların yürütülmesi gerekmektedir. Zira sürecin başlaması hapishanelerdeki işkencelerin katbekat artması ve ölümcül sonuçlara varan saldırıların gündeme gelmesi anlamına gelecektir ki, buraya evirilen süreçte verilecek mücadele esasta geç kalmış bir mücadeledir. Mesele bu sürecin başlamadan önünün alınmasıdır. Bu anlamda yoğun bir teşhir propagandası yürütülmeli, toplumda belli bir duyarlılık ve hassasiyet oluşturulmalıdır. Yine aydın kesimleri harekete geçirip duyarlı kılmak da şarttır. Şimdiden dışarıda hapishanelere dönük saldırılara karşı bir çalışma yürütülerek içeriyle uyumlu bir direniş ve mücadele pratiği örülerek geliştirilmelidir. İktidarın karşı karşıya olduğu toplumsal muhalefet ve dinamikler gelişme eğilimindedirler. Hapishaneler mücadelesini bu toplumsal dinamik ve muhalefetle buluşturmak elzemdir. Eğer bu bütünlük sağlanırsa ve etkili eylemlilikler sergilenirse iktidarın saldırıları durdurulabilir. O halde doğru siyasetler ve duyarlı yaklaşımlarla çalışmalara başlamak gerekli ve şarttır.


06 analiz

İktidar umudu taşıyan CHP çıplak yüzünü göstermekte gecikmedi!

Yeri gelmişken söyleyelim, CHP’nin önemli bir potansiyeli ve özellikle de oy bagajı demokrat kitlelerden oluşmaktadır. Ancak bu durum, CHP’nin sol kanadı-sağ kanadı şeklindeki yanılgılı yaklaşımlara hak veren bir durum değildir. CHP, sınıf karakteri, siyasi niteliği, temsil ettiği sınıf ve sınıf çıkarları, devlet ve düzen partisi olma gerçekliği gereği tarihsel misyon ve geçmiş pratikleri ile mevcut pratik ve yönelimleri, emperyalist tekelci sermayeye bağımlılığı ve temsilciliği, emperyalist güçlere bağlı bir sermaye ve siyasi klik olma durumu, siyaset ve ideolojisi, amaç ve ilkeleri, siyasi yapısı ve eylemleri, devlet ve iktidar tasavvuru, program ve tüzüğü gibi her bakımdan faşist bir partidir. Ona karakter veren ve damgasını vuran komprador tekelci sınıf özelliği ya da karakteridir. CHP’nin siyaset ve yönelimini belirleyen bu siyasiideolojik sınıf dokusudur. Dolayısıyla CHP’de sol eğilimli unsurların olması, oy tabanının esasta sol-demokrat ya da ilerici kitlelerden meydana gelmesi onu sol ya da demokrat yapmaz. Sol kanat-sağ kanat argümanları da bu anlamda bir bulanıklık ve kafa karışıklığı yaratmaktan öteye geçmez

C

HP, geçmiş kanlı-katliamcı sicilini unutturup kitleleri aldatmak için öne çıkardığı yenilik-yenilenme gibi argümanların sahteliğini son eğilimleriyle sabitleyerek gerçek özüne sıkı bir dönüş yaptı. Mevcut siyaset ve yönelimiyle tekçi, ırkçı, şoven, faşist paradigmaya dayalı Türk milliyetçiliği kulvarında hızla ilerlemektedir. Kılıçdaroğlu profiliyle bir proje olarak canlandırılmak istenen CHP, “içteki sağın tasfiyesi” ve “CHP’nin” sözde “sosyal demokrat yapısına geri getirilme” iddiaları eksenindeki

1-15 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü

demagojisiyle ereğinde maya tutmadı, tutturamadı. “TC” devletinin kurucu partisi kimliğine rağmen faşist karakter ve geçmiş katliamcı uygulamalarından dolayı kitleler nezdinde teşhir olup iktidar olma ümidini kaybederek, hâkim sınıflar devletindeki görevi muhalefetle belirlenen ve tüm siyaset ve stratejisini bu müzmin muhalefet rolüyle yürüten CHP, şimdilerde iktidara gelme emareleri gördüğünden dolayı iktidar için muhalefet yapma siyasetine geçiş yaptı. Tam da bu geçişle birlikte, muhalefetteyken bolca demokrasi, hak ve özgürlüklerden dem vuran ve sol söylemi dilinden düşürmeyerek bunu kimlik edinmeye çalışan pozisyonunu terk ederek, toplumdaki en sağ ve ırkçı Türk milliyetçisi kesimi esas alan ve Bozkurt işaretleriyle ün yapan siyasi yönelimiyle hiçbir zaman kaybetmediği devletçi karakterini hortlatıp sol söylemi kenara bırakarak açık faşist özüne keskin bir geçiş yaptı, buna devam ediyor. Zaten faşist olan CHP’nin şimdi yaptığı şey, muhalefet rolü gereği kullandığı sol söylemi terk etme anlamında faşist özüne keskin dönüş yapma olarak

değerlendirilmektedir. Zira CHP hiçbir zaman sol ya da demokrat bir parti olmadı, her zaman faşist bir partiydi, bunu asla terk etmedi. CHP’nin iktidar dalaşında ErdoğanAKP güruhuna karşı muhalefet yürütmesi, bu çerçevede “Adalet Yürüyüşü” gibi olumlu çalışmalara imza atması (ki, bu da iktidar için yürüttüğü muhalefetin bir parçasıydı), CHP’nin faşist özünü değiştirmez, girdiği yönelimin faşist karakterini kapatmaz. Hatta adalet yürüyüşü bu faşist karakterin daha cüretkarca gün yüzüne çıkmasını sağlamış, açıktan faşist yönelimine güç vermiştir. CHP’nin saklama gereği duymadan ve siyasette de açıktan girdiği bu faşist yönelimi esasta sınıfsal karakterinin ürünü olsa da somutta iktidar için muhalefet pozisyonuna soyunması ya da iktidar olma olasılığının gündeme gelmesinden ileri gelmektedir. Ki geliştirdiği mevcut siyaset ve yönelimi Türk milliyetçiliğine oynayan bir yönelimdir ve buradan oy devşirerek iktidar olma şansını arttırmak istemektedir ancak burada ters orantılı bir

durumdan da söz etmek gerek. Irkçı, Türk milliyetçi oylara iştah kabartırken, ilericidemokrat sol kitleler cephesinden oy kaybetme olasılığı da gündeme gelecektir. CHP’nin esas oy potansiyelinin bu kesimlerden oluştuğu düşünüldüğünde, CHP’nin sağ oylara oynayan siyaseti ters tepecek; kendi oy potansiyelinden tepki toplayacaktır. Olağan koşullarda CHP’nin iktidar olma olasılığı küçük değildir fakat mevcut siyaset ve yönelimiyle bu şansını tepebilir, sağ oyların kazanılması siyasetine kurban edebilir. Elbette CHP’nin sol-demokrat, aydın kesimleri elde tutmaya dönük çabası da mevcuttur. Zira CHP her kesimi kucaklayarak ilkesiz pragmatizm temelinde bir siyaset gütmekte ve her kesimi harmanlayarak bu harmandan iktidar çıkarmayı hedeflemektedir. Dolayısıyla sol veya demokrat oy potansiyeline dönük de pozisyon almaktadır. Dillendirdiği kimi eleştirilerle bu kesimleri etkilemekte, etkilemeye çalışmaktadır ve sol olduğunu yansıtmaya çalışmaktadır. Ne ki, bütün bunlara rağmen sağ oylara oynama siyaset ve yönelimi esas eğilimi durumundadır.


07

1-15 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü

CHP’nin ilkesiz burjuva siyaseti onu bir gün Ülkücü, bir gün ‘’Solcu’’ yapmaktadır!

Yeri gelmişken söyleyelim, CHP’nin önemli bir potansiyeli ve özellikle de oy bagajı demokrat kitlelerden oluşmaktadır. Ancak bu durum, CHP’nin sol kanadı-sağ kanadı şeklindeki yanılgılı yaklaşımlara hak veren bir durum değildir. CHP, sınıf karakteri, siyasi niteliği, temsil ettiği sınıf ve sınıf çıkarları, devlet ve düzen partisi olma gerçekliği gereği tarihsel misyon ve geçmiş pratikleri ile mevcut pratik ve yönelimleri, emperyalist tekelci sermayeye bağımlılığı ve temsilciliği, emperyalist güçlere bağlı bir sermaye ve siyasi klik olma durumu, siyaset ve ideolojisi, amaç ve ilkeleri, siyasi yapısı ve eylemleri, devlet ve iktidar tasavvuru, program ve tüzüğü gibi her bakımdan faşist bir partidir. Ona karakter veren ve damgasını vuran komprador tekelci sınıf özelliği ya da karakteridir. CHP’nin siyaset ve yönelimini belirleyen bu siyasi-ideolojik sınıf dokusudur. Dolayısıyla CHP’de sol eğilimli unsurların olması, oy tabanının esasta sol-demokrat ya da ilerici kitlelerden meydana gelmesi onu sol ya da demokrat yapmaz. Sol kanat-sağ kanat argümanları da bu anlamda bir bulanıklık ve kafa karışıklığı yaratmaktan öteye geçmez. İktidar için takla atan CHP, bir gün ülkücü, ertesi gün “solcu”dur. Bu ilkesiz burjuva pragmatist siyaset CHP’yi iktidara mı götürür, yoksa muhalefete mi mahkûm eder, bunu 2019 genel seçimlerinde göreceğiz. Fakat emperyalist plan ve projeler bağlamında CHP’nin iktidara gelmesi esas eğilim gibi görülmektedir. Mevcut siyaseti ise, CHP’yi iktidara değil, muhalefete taşıyan köhnemiş burjuva siyasettir. Erdoğan-AKP güruhunun açık faşizmi altındaki baskıları CHP’nin şansını güçlendiren nesnel zemindir. Bu zemin alternatifsiz kalan kitlelerin CHP’ye yönelmesini de doğurmaktadır. Burjuva seçimlerde halkın gerçek iradesinin yansımadığı, hile ve oyunlarla birlikte para gücü ile emperyalist sermayenin rol oynadığı ve bu temelde kitlelerin oylarının da yönlendirildiği düşünüldüğünde CHP’nin teşhir olmuş Erdoğan-AKP güruhuna karşı şansı vardır. Emperyalist tekelci sermaye ve güçler Erdoğan’ı esasta silmiş durumdadırlar. Bu durum CHP’nin iktidar olma şansını büyüten bir durumdur. İktidar umudu beliren veya bunu gören CHP, iktidara hazırlık adına da faşist yüzünü açıkça göstermekten çekinmemektedir.

ÖRGÜTSEL YÖNELİM

T

CHP, DERSİM VE İLKELİ SİYASET!

ürkiye-Kuzey Kürdistan’da devrim ile karşı devrim arasındaki mücadele tarihsel tecrübeler, deneyimler ve birikimler üzerinden ilerleyerek devam etmektedir. Günümüzde de bu mücadele bugünün nesnel durumu ve çelişkiler düzleminde keskinleşerek devam etmektedir. Bu sürecin kendisi geçmişte olduğu gibi bugünde düz ve mekanik bir muhtevada değil tamamen sınıflar mücadelesinin çelişkili ve karmaşık doğası gereği eşitsiz ve sancılı bir zeminde yoluna devam etmektedir. Keza her siyasal olgu ve hareket kendi ideolojik ve siyasal eksenine göre sınıflar mücadelesinin bir parçası olmuştur. İdeolojik ve siyasal eksenin kendisi sınıflar mücadelesinde hangi düzlemde ve muhtevada yer alındığının temel ölçütüdür. Yani özet olarak devrim ile karşı devrim arasındaki sınıf savaşımında nasıl konumlandığı, sınıfların tahlili, devletin niteliği, devrimde zorun rolü, devrimin niteliği, mücadelenin biçimi, araçları ve komünizm ekseni gibi temel meseleler tayin edici bir biçimde devrim ile reformizm arasındaki keskin ayrım çizgileridir. Bu temel belirlemeler ekseninde somut konumuza geçebiliriz. Ki tartışmak istediğimiz konu bağlamında da yukarıdaki ideolojik ve siyasal eksenin belirleyici olduğunun altını çizmek istiyoruz; bu yalın kaygıdan dolayı zaten değinmek zorunda kaldık. Zira her toplumsal sorun ve meselede olduğu gibi Dersim meselesini de doğru ve bilimsel ele almanın temel ölçütü hangi sınıfsal perspektiften bakıldığıdır. Tüm meselelerde olduğu gibi Dersim meselesinde de doğru ve bilimsel ilişkilenmenin temel ölçütü budur. Bunun dışında yapılan bütün değerlendirmelerin baştan kusurlu ve problemli olduğu bizler açısından aşikârdır. Keza tüm diğer olgular gibi Dersim meselesi de sınıflar mücadelesinin tabi bir sonucu ve gerçekliği dışında ele alınamaz. Dersim meselesi hem tarihsel hem de güncelde sürekli toplumsal dinamikler ve sistem tarafından önemsenen; bu minvalde sürekli gündemleşerek tartışılan ve polemik konusu olan olgulardan biridir. Genel anlamda sınıflar mücadelesinde ve tek tek somut olgu ve olaylar noktasında ilkeli olmak devrimci ve komünistlerin ayrıt edici yanlarından biridir. Hatta bu durum proleter devrimcilerle bilumum burjuva ve küçük burjuva anlayışlar arasında tayin edici bir önemde olan bir noktadır. İlkesel meseleler proleter devrimciler açısında hiçbir zaman süreç, koşullar veya bazı pragmatist küçük burjuva hesap ve kaygılara heba edilemez. Lakin devrimci siyaset ilkeler bütünü zemininde kendini var ederek bilimsel bir rotaya oturur. CHP meselesi de tarihsel nedenleri ve siyasal arka planıyla birlikte sürekli Dersim’le birlikte anılan ve çeşitli muhtevalarda sürekli tartışılan konulardan biridir. Özellikle belli toplumsal meseleler ve süreçlerde gündeme gelen ve bu zeminde ciddi tartışma ve ayrışmalara neden olan siyasal olguların başında gelmektedir. Yukarı da ifade ettik fakat bir kez daha altını çizerek belirtelim ki CHP ve Dersim ilişkisini doğru ele almak ve doğru tutum belirlemek ancak ve ancak proleter devrimci bir yaklaşımla mümkündür. Bizler açısından artık can sıkıcı bir tekrar olacak fakat özellikle günümüzde bunun altını her defasında kalın çizgilerle belirtmek gerekiyor oda CHP’nin sınıfsal niteliğidir. Dün olduğu gibi bugün de CHP egemen sınıfların burjuva partilerinden biridir. Keza yine altını çizelim ki dün olduğu gibi bugün de CHP faşist karakterli bir partidir. Bugün mevcut hâkim burjuva siyasal iktidarla yaşamış olduğu derin çelişki ve çatışma sonucu içine girmiş olduğu politik pozisyon ve durum bu temel gerçekliği yani CHP’nin sınıfsal niteliğini asla farklı değerlendirmemizi doğurmaz. Bu somut durum sadece baş çelişki ve bu minvalde politik olarak öncelikli hedef vb. meselelerdeki siyasetimizin içeriğini belirler.

Refik Demir

Güncelde de CHP ve Dersim ilişkisi bir kez daha belli meseleler üzerinde tartışmalara vesile olmaktadır. Hem tarihsel ve hem de güncelde de altını çizmekte fayda vardır ki Kaypakkaya geleneği, CHP ve Dersim’le olan ilişkisi bağlamında belli eksiklikler hariç esasta ilkeli devrimci bir tutum ortaya koymuştur. Belli tarihsel kesitlerde siyasal konjonktür ve devrim ile karşı devrim arasındaki somut durumun nedenleri ve yansımaları olarak Dersim halkının CHP’yi tercih etmesi, bu berrak devrimci tutumu asla yanlış kılmaz ya da bazı dostlarımızın yaptığı gibi ucuz ve pragmatist bir zeminde sulandırılmasını haklı çıkarmaz. Toplumsal mücadelenin canlı dinamik ve çelişkili doğasını anlamayanların bu muhtevada oldukça geri ve ucuz bir siyasal algıyla CHP ve Dersim ilişkisini kaba mekanik bir yaklaşımla ele alması ve hatta bazı süreçlerde Dersim halkına hakaretler yağdırarak tabiri caizse hesap soran siyasal algılarının tarihi yanlışlığını ve politik sefaletini dün olduğu gibi bugünde keskin biçimde eleştirmeye ve karşısında durmaya devam edeceğiz. Duruma ya da belli pragmatist siyasal kaygılara göre politika yapanlar asla doğru ilkesel bir rotada duramazlar. Mesela CHP’yi işine gelmediği zaman faşist fakat başka bir siyasal durumda işine geldiği için dost ya da ittifak gücü olarak gören anlayışların bazı tarihsel kesitlerde kalkıp ucuz, içi boş ve kitlelerin geri duygularını okşayan bir siyasetle Kaypakkaya geleneğini özelde de Maoist Hareketi hedef almaları bizler açısından gayet anlaşılırdır. Sözüm ona düne kadar CHP’nin ne kadar Kemalist ve Faşist olduğundan dem vuranlar, Kaypakkaya geleneğini ve Dersim halkını bu noktada yargılayan anlayışların bugün kalkıp CHP’yi ittifak gücü olarak görmesi ve ortaklaşmasının dayanılmaz hafifliğini yaşamaktayız. Somut olarak en son yasaklanan 17. Munzur Kültür ve Doğa Festivali’nin örgütlenme sürecinde tüm eleştirilere rağmen ısrarla CHP’yi örgütleme komitesine almaya çalışan yaklaşım bunun örneğidir. Bu süreçte eleştiriler yürüterek karşı ve doğru tutum belirlemesine karşın DHF’nin oluşan politik basıncın etkisinde kalarak net bir tavır ortaya koyamaması da bizler cephesinden eleştirilmesi ve değerlendirmeye tabi tutulması gereken bir durumdur. Keza yine doğruluğunu ve yanlışlığını bilmemekle birlikte mecliste CHP Tunceli Milletvekili Gürsel Erol ile Sırrı Süreyya Önder arasında yaşanan polemikte Önder’in Kandil ve Kürt hareketi üzerinden yaptığı değerlendirmeler kendi içinde ciddi handikaplar taşıyan ve ciddi düzeyde ele alınarak tartışılması gereken bir yerde durmaktadır. Fakat başta Kürt ulusal hareketi olmak üzere ilkeleri bir kenara atarak güncel siyasetin dayanılmaz ağırlığının etkisiyle siyaset yapanların bu duruma düşmeleri kaçınılmaz bir olgudur. Dost düşman ayrımını silikleştirenlerin, bu politik sefaleti yaşamaları kaçınılmazdır. Son olarak CHP ve Milletvekili Gürsel Erol’un kendi tarihsel gerici rolünü bir kez daha oynayarak “Teröre” karşı gerçekleştirdiği fakat Dersim halkının itibar etmediği yürüyüş CHP’nin gerçek gerici ve faşist niteliğini bir kez daha açıkça ortaya sermiştir. CHP’nin özü budur. Bir kez daha altını çizmekte fayda var, Dersim’de devlet ve AKP “CHP”dir. CHP Dersim’de 80 yıllık gerici ve faşist devlet geleneğinin bugünde somut temsilcisi ve uygulayıcısıdır. Dolayısı ile bu devrimci berrak gerçekliğin dışında CHP’den başka şeyler arayanlar hüsrana uğramaya devam edeceklerdir. Evet, açıkça belirtiyoruz ve uyarıyoruz somutta baş düşman ve hedef Erdoğan-AKP iktidarı olmakla birlikte, Dersim’de baş düşman ve hedef CHP’dir. Dersim’de siyasal mücadelemizin sivri ucunun esas hedefi gerici ve faşist CHP zihniyetidir.


DİRENİŞ

08 güncel Hapishanelerde yeni saldırı dalgası ve 1-15 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü

Güncelde de hapishaneler burjuva siyasal iktidarın bir numaralı hedefi durumundadır. Toplumsal muhalefeti bastırmanın ilk basamaklarından biri olan hapishaneler yine egemenlerin her türlü gerici ve barbarca saldırılarına uğrayarak susturulmaya çalışılmaktadır. Öncesi olmakla birlikte özellikle 15 Temmuz darbe girişimi ve Hemen sonrasında ilan edilen OHAL ile birlikte bütün toplumu sindirmeyi hedefleyen mevcut burjuva siyasal iktidar, Hapishanelerde can ve kan bedeli mücadeleler sonucu kazanılmış olan bütün demokratik ve insani hakları gasp ederek devrimci tutsaklar üzerinde var olan tecrit işkencesini daha da derinleştirmektedir

T

ürkiye-Kuzey Kürdistan’da devrim ile karşı devrim arasındaki mücadele keskinleşerek devam ediyor. Süreklileşen bir siyasal kriz anaforunda kendi gerici iktidarını tahkim etmek isteyen Erdoğan/AKP iktidarı, yaşamış olduğu siyasal krizin doğal yansıması olarak topyekûn gerici savaş ve bu zeminde devreye sokulan bütün kirli savaş politikaları ile işçi sınıfı başta olmak üzere bir bütün olarak halklara barbarca saldırmaktadır. Hiçbir aykırı sese tahammül etmeyen Erdoğan/AKP iktidarı bir bütün toplumsal muhalefet üzerinde tam bir zorbalık kurmuş durumdadır. Erdoğan/AKP iktidarının yaşamış olduğu siyasal kriz hali öyle bir noktaya gelmiş durumdadır ki, bırakalım demokratik ve ilerici toplumsal muhalefeti, kendisiyle aynı burjuva zeminde bulunan fakat burjuva klik dalaşı zemininde muhalefet eden ve eleştiren kesimlere dahi pervasız

bir biçimde saldırarak susturmaya çalışmaktadır. Cumhuriyet gazetesi başta olmak üzere bu zeminde somutlaşan bir dizi saldırı politikası bunun somut örnekleridir. CHP gibi burjuva faşist bir partinin başkaca siyasal nedenlerle birlikte sokaklara çıkarak “Adalet” yürüyüşü gerçekleştirmesi tamda bu siyasal sürecin ve derinleşen klik çatışmasının sonucudur. Erdoğan/AKP iktidarının somuttaki politik yörüngesi ve hiçbir sınır tanımayan saldırganlığı CHP gibi burjuva faşist bir partiyi dahi sokaklara çıkmaya zorunlu kılmıştır. Burjuva klikler arasındaki çatışmanın ve krizin derinleşmesi her açıdan devrimci mücadelenin zeminini güçlendiren ve devrimci durumu daha da

keskinleştiren bir rol oynamaktadır. Hali hazırda devrimci ve komünist öznelerin bu derinleşen siyasal kriz haline müdahale edememe gerçekliği bu somut siyasal olguyu önemsizleştirmemektedir. Konumuz başlı başına bu olmadığı için sadece değinip geçeceğiz, keza gerek gazetemizde ve gerekse de sitemizde bu meselelere dair kapsamlı değerlendirmeler yapılmaktadır. Burjuva siyasal iktidarın bütün toplumu susturma ve bastırma siyasal paradigmasının tarihsel olduğu gibi güncelde de ilk hedeflerinden biri her zaman hapishaneler olmuştur. Zira hapishaneler devrimle karşıdevrim arasındaki sınıf çatışmasının yaşandığı en

keskin alanların başında gelmektedir. Bu somut siyasal gerçeklikten dolayı hapishaneler her daim gerici egemen sınıfların bir numaralı hedefi olmuştur. Dünyadaki örnekleri bir yana ülkemizdeki hapishaneler tarihi bunun somut örnekleriyle doludur. Güncelde de hapishaneler burjuva siyasal iktidarın bir numaralı hedefi durumundadır. Toplumsal muhalefeti bastırmanın ilk basamaklarından biri olan hapishaneler yine egemenlerin her türlü gerici ve barbarca saldırılarına uğrayarak susturulmaya çalışılmaktadır. Öncesi olmakla birlikte özellikle 15 Temmuz darbe girişimi ve Hemen sonrasında ilan edilen OHAL


1-15 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü

ile birlikte bütün toplumu sindirmeyi hedefleyen mevcut burjuva siyasal iktidar, Hapishanelerde can ve kan bedeli mücadeleler sonucu kazanılmış olan bütün demokratik ve insani hakları gasp ederek devrimci tutsaklar üzerinde var olan tecrit işkencesini daha da derinleştirmektedir. OHAL uygulamasını kendisine siyasal dayanak yapan siyasal iktidar hapishanelere yönelik çıkarmış olduğu özel genelgelerle devrimci tutsakların en insani yaşam haklarını dahi keyfi gerekçelerle gasp ederek engellemektedir. Devrimci ve muhalif yayınların tutsaklara keyfi gerekçelerle verilmemesinden tutalım da görüşçüler ve avukatlar üzerinde uygulanan baskı ve engellemelere, oradan da mektuplar başta olmak üzere her türlü iletişim hakkının gasp edilerek engellenmesine kadar tecrit işkencesi sistematik olarak hapishanelerde devam etmektedir. Yaşanan hak gasplarını ve saldırıları protesto ederek karşı çıkan devrimci tutsaklara ise hapishane idareleri denetiminde gardiyanlar tarafından işkence yapılmaktadır. Bununla birlikte yine saldırılara ve tecrit işkencesine karşı çıkan devrimci tutsaklara her türlü saldırı ve işkence uygulanarak cezalar verilmektedir. Yani bir bütün olarak devrimci tutsaklara bir kez daha teslimiyet dayatılmaktadır. Daha öncesinden defalarca kez çeşitli biçimlerde ve vahşi katliam ve saldırılarla devrimci tutsaklara dayatılan teslimiyet nasıl ki devrimci tutsakların baş eğmez devrimci direnişiyle boşa çıkarıldıysa bugünde aynı saldırılar devrimci tutsakların tarihsel devrimci direniş bilinci ve kararlılığı ile boşa çıkarılacaktır. Geçmişte olduğu gibi bugün de hiçbir saldırı devrimci tutsakların iradelerini teslim alamayacaktır.

Saldırıda yeni bir aşama: Tek Tip Elbise dayatması! Hapishanelerde devrimci tutsaklar üzerindeki hak gaspları, tecrit ve işkenceyi sistematik hale getirerek devrimci iradelerini kırmaya çalışan burjuva siyasal iktidar, saldırılarına yeni boyut kazandırarak daha öncesinde de birçok kez devrimci tutsaklara dayatılan fakat devrimci tutsaklar tarafından devrimci direniş ve kararlılıkla boşa çıkartılan tek tip elbise saldırısı yeniden devreye koyulmak istenmektedir. Erdoğan tarafından “FETÖ” davasında tutuklu olanlara karşı uygulanmasını dillendirdiği tek tip elbise saldırısının esas mahiyetinin devrimci tutsaklara yönelik bir saldırı politikası olduğu bizler tarafından aşikâr bir durumdur. Emperyalist/kapitalist dünya gericiliğinin kendisine karşı muhalif olan ve mücadele edenlere karşı uyguladığı en etkili kirli politikalardan biri olan tek tip

elbise uygulaması dünyanın çeşitli yerlerinde belli tarihsel süreçlerde birçok kez hayata geçirilmiştir. Son olarak ise tek tip elbise uygulaması 11 Eylül saldırısı ve Irak işgali sonrasında ABD’nin açtığı Guantamono kampında tutuklulara uygulanmıştı. Tek tip elbise saldırısı başta ABD olmak üzere dünya’nın birçok ülkesinde muhaliflere karşı kirli bir politika olarak hala uygulanmaktadır. Ülkemizde de tek tip elbise saldırısı 12 Eylül askeri faşist cunta dönemi başta olmak üzere belli tarihsel kesitlerde birçok kez devrimci tutsaklara karşı bir teslim alma politikası olarak dayatılmış ve devrimci tutsakların kararlı direnişi karşısında geri püskürtülmüştür. Özellikle Metris hapishanesinde tek tip elbise dayatması kabul etmeyen devrimci tutsakların direnişi tarihe mal olmuştur. Devrimci Sol ve TİKB davası tutsaklarının tek tip elbise dayatmasına karşı başlattıkları ölüm orucu direnişinde Devrimci Sol savaşçıları Abdullah Meral, Haydar Başbağ, Hasan Telci ve TİKB önder kadrolarından M. Fatih Öktülmüş ölümsüzleşti. Erdoğan/AKP iktidarı tarafından hapishanelerde devrimci tutsaklara karşı uygulamış olduğu tecrit ve işkence saldırısını bir adım daha ileriye taşımanın bir adımı olan tek tip elbise saldırınsın gündemleştirilmesine karşı başta İHD, THİV, ÇHD ve Tutsaklarla Dayanışma İnisiyatifi(TDİ) olmak üzere ve daha birçok demokratik kurum açıklama yaparak tepki gösterdi.

Devrimci tutsaklardan açlık grevleri!

Hapishanelerde OHAL kapsamında uygulanan ağır tecrit, baskı ve işkence olmak üzere bir bütün toplumsal muhalefete yönelik topyekûn gerici savaş ve saldırganlığa, somutta ise toplumsal mücadelede önemli bir rol oynayan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın açlık grevi direnişiyle dayanışmak amacıyla Türkiye-

Kuzey Kürdistan hapishanelerinde bulunan devrimci, Komünist ve Yurtsever tutsaklar belli aralıklarla üçer günlük açlık grevi eylemi gerçekleştirdiler.

MKP dava tutsaklarından üç günlük açlık grevi eylemi!

Tüm hapishanelerde bulunan MKP, MLKP, TKP/ML ve PKK/PJAK dava tutsakları Temmuz ayı içerisinde değişik tarihlerde saldırıları protesto edip, başta Nuriye ve Semih’in direnişi olmak üzere toplumsal mücadeleyle dayanışmayı yükseltmek için üçer günlük açlık grevi eylemleri gerçekleştirdiler. Diğer devrimci ve yurtsever tutsakların yanı sıra tüm hapishanelerde bulunan MKP dava tutsakları da 20 Temmuz tarihi itibarı ile 3 günlük açlık grevi eylemi gerçekleştirdi. 15 Temmuz darbe girişimini karşı darbeye dönüştürüp ezilenler üzerindeki saldırılarını arttıran Erdoğan/AKP iktidarının HDP milletvekillerini ve HDP eşbaşkanlarını tutuklayıp KHK’ler ile de tüm toplumsal dinamiklere karşı savaş açtığının belirtildiği açıklamada “Bizler hapishanelerde bulunan MKP dava tutsakları olarak Erdoğan/AKP iktidarının halklarımıza yönelik topyekûn gerici savaş ve saldırganlığını protesto etmek ve Nuriye Gülmen ve Semih Özakaça’nın haklı taleplerinin kabul edilmesi, OHAL ve KHK’lerin kaldırılması, hapishanelerdeki tecrit, işkence ve keyfi uygulamaların son bulması için ve faşist diktatörlüğe karşı direnen, mücadele eden halkımızla dayanışmayı yükseltmek için bulunduğumuz tüm hapishanelerde 20 Temmuz’da üç günlük açlık grevi eylemi yapacağız. Tüm halkımızı faşizme karşı birlikte mücadele etmeye, devrim ve sosyalizm mücadelesini birlikte yükseltmeye çağırıyoruz” ifadeleri kullanıldı.

09

Bir direniş manifestosu 96 Ölüm Orucu direnişi!

Hapishaneler devrimle karşı devrim arasındaki sınıf savaşımının en keskin olduğu yerlerden biridir. Ülkemizdeki sınıflar mücadelesinin tarihsel sürecine baktığımızda hapishaneler olgusu hep saldırı, katliam, tecrit, işkence ve tabi ki tarihsel devrimci direnişlerle gündemde olmuştur. Bu tarihsel devrimci direnişlerden biri de 96 şanlı Ölüm Orucu direnişidir. Devrimci tutsakların iradesini kırmaya ve teslim almaya yönelik olarak devreye sokulan başta Eskişehir tabutluluğu olmak üzere birçok yerde inşa edilen hücre tipi hapishane saldırısı başta olmak üzere bir bütün devrimci tutsaklar üzerinde sistematik hale gelen ağır baskı ve saldırılara karşı önce açlık grevi ve belli bir aşamadan sonra Ölüm Orucu direnişine dönüştürülen eylemde yüzlerce devrimci ve komünist tutsak bedenini silah yapıp ölüme yatırdı. 96 Ölüm Orucu direnişi ülkemiz devrim mücadelesi açısından tayin edici bir noktada yer alan süreçlerden biridir. 96 Ölüm Orucu direnişi 71’lerde mayalanan devrimci dayanışma ve siper yoldaşlığı ruhunun yaşatılmasının somut adıdır. Türkiye-Kuzey Kürdistan devrim hareketi bu şanlı direnişte en değerli kadrolarını sonsuzluğa uğurladı. Şanlı 96 Ölüm Orucu direnişi 12 kızıl kardelenin ölümsüzlükleri ile zaferle sonuçlanarak devletin teslim alma saldırısını boşa çıkarmış ve devrimci iradenin asla teslim alınamayacağını bir kez daha kanıtlamıştır. Şanlı Ölüm Orucu direnişinin öznelerinden olan Proletarya Partisi de bu direnişte üç değerli kadrosunu yitirmiştir. Aygün uğur, Hayati Can ve Ali Ayata yoldaşlar bu şanlı direnişte ölümsüzleşmişlerdir. Aygün Uğur hem 96 Ölüm Orucu direnişi ve hem de Proletarya Partisi tarihinde ilk Ölüm Orucu şehidi olması itibari ile tarihe geçmiştir. Bir kez daha şanlı 96 Ölüm Orucu direnişinde ölümsüzleşen 12’lerin devrimci hatıraları önünde saygıyla eğiliyoruz.


10 güncel

Kısaca yeni kabine ve meclis iç tüzük 1-15 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü

Faşist diktatörlüğün bütün bu saldırıları ezilen Kürt milletinin kendi kaderini tayin etmek girişimini Kürdistan’ın her parçasında engellemek ve kendi yaşamını düzenlemek korkusunun yanı sıra, ezilen halk kitlelerin kaderlerini ellerine almasını bastırma girişimleridir. “Suriye sınırları içinde bir şer oluşumuna izin vermeyeceğiz” “Irak’ta Kürt referandumuna kalkanlar pişman olacaklar” biçimdeki MGK açıklamaları, duydukları korkuyu açığa çıkarmaktadır. Bu bakımdan şer ittifakına itaat eden yeni bir Kabine, Meclis iç tüzük değişikliği, ilerde yapılacak yeni düzenleme hamlelerin hemen hepsi emekçi halklar üzerinde büyük bir baskı ve özellikle Kürtler üzerinde yitirdikleri kontrolü yeniden sağlama alma girişiminden başka bir anlamı yoktur

Ç

eşitli zamanlarda ülkemizde olup biten politik gelişmeler üzerine tavrımızı belirlemiş ve neler olabileceğini ve neler yapmamız gerektiğini anlatmaya çalışmıştık. Dikkatlice izlendiğinde yetkileri tek elden toplayıp merkezileşmeye çalışan karşıdevrim, kendi planlarını adım adım hayata geçirmekte ve hayata geçirilen bu planlar söylediklerimizi önemli ölçüde doğrulamaktadır. Süreç devam ediyor ve içinde bulunulan bu süreç, her hangi bir nedenle değiştirilmedikçe, kendi mantıki sonucuna göre ilerleyeceğini belirtelim. Başka türlü olması zaten beklenemez. Durumu kısaca şöyle izah edebiliriz. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ile başlayarak bir başka karşı-darbeye dönüştürülen ve 16 Nisan 2017 hileli referandumu ile doludizgin ilerletilen ve sonrasında AKP kongresi ile parti içinde muhalefet edebileceklerin ellerinden bütün imkânlar alınarak tek adam durumuna getirilen Tayyip Erdoğan’a verilmesi gibi daha birçok yeni gelişmeler vuku buldu. Bütün bu gelişmeler bir zincirin halkaları şeklinde örülüp sürdürülmektedir. Bu sürecin bir devamı olarak devleti yönetecek olan yeni kabine de belirlenmiş oldu. Bütün yetkileri elinde toplamaya çalışan birinin dayatmasıyla, başkanlığına yeniden geldiği bir partide, devleti yönetecek olan hükümet kabinesini de

kendisine göre yeniden dizayn etmesi elbette beklenen bir durumdur. Zira tutarlılık ve iç çatlakların kapatılması ancak böyle mümkündür. Bunlar birkaç ay gibi kısa bir zaman diliminde yaşandı. Elbette her değişim, iş olsun diye yapılmaz. Düzenlemeler, varılmak istenilen yere varmak üzere yapılır ve öyle oldu. Yakın zaman önce hükümette yapılan kabine değişikliği bir gerçeği yeniden gözler önüne serdi. Sultan Tayyip’e sadece dışarıdan değil, partisinde olduğu gibi kabine içinde de ayak uydurmada gönülsüz olan, ayak direyen, mızmızlananların topu saf dışı bırakıldı. Bu Tayyip için şiddetli bir ihtiyaçtı zira tek adam yönetiminin getirdiği zorunlu ve kaçınılmaz mantıki sonuçtu. Girilen her rotanın kaçınılmaz bir mantıki sonucu olur

derken anlatılmak istenen budur. Şimdi sultan Tayyip’in her bakımdan eli daha bir güçlendirilmiştir. Bundan böyle tek adam olarak istediği kişiyi kabineye alır ya da kabine de istemediği kişiyi dışlar. Keza daha önce partide yapılan içtüzük değişiklikleri neticesin belde, ilçe, il gibi bütün parti organlarını düzenleme ve kişileri göreve getirme ya da görevden alma yetkilerinin de genel başkana devredildiğini hatırlatalım. Bu durum sadece kendisine karşı değil, aynı şekilde içerde ve dışarıda yürütülecek faşist politikaların, askeri yönelmelerin sorunsuz yürütülmesinin de tedbirleridir. Göreve getirilenler dikkatlice incelendiğinde bunun bir savaş hükümeti kabinesi olduğu görülecektir. Güvenlik, yargı, eğitim, mali ve daha birçok konu tekrar tekrar gözden geçirilerek sıkıca

denetim ve yönetim altına alınmaya devam edilmektedir. İşte bu saydıklarımızın tümü bir politikanın, bir yönelimin ve gidişatın fotoğrafıdır. Bu fotoğrafta “stratejik derinlik” dedikleri dışta Osmanlı yayılma planları olan Sünni hegemonyayı yeniden hayata geçirme arzusu yatar. Bu arzudur ki ağa-babaları emperyalistlerle zaman zaman kapışmak durumunda kalmaktadırlar. Hoş bu yayılma planları, ön görülen politikalar bir bir yıkılsa da özlemleri buydu. İçte ise Türk egemen sınıflarının öteden beri soykırımcıkatliamcı politikalarına yeni şartlar altında biçim verilerek sürdürmektir. Kendileri bakımından sürecin ihtiyaçlarına bütünlüklü cevap olabilmek için var olan iç çatlakları kapatmak ve güçlendirmek istemektedir.


11

değişikliklerinin arka planı üzerine! 1-15 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü

Bu saldırılar ve değişikliklerin tümü bir yönelimin ve gidişatın fotoğrafıdır!

Dış politikada izlenen gerici kanlı savaşı sürdürebilmenin yollarından birinin de içerdeki ilerici-devrimci ve diğer gerçek muhalifleri kanla bastırmaktan ve susturmaktan geçtiğini iyi bilirler. Kürdistan’da ulusal harekete karşı yürütülen amansız saldırılar, şehirlerde emareleri görülen ve her an Gezi-Haziran gibi patlamaya dönüşme potansiyeli taşıyan direnişlerin gaz ve coplarla susturulmak istenmesinin tümü iç güvenliği sağlama alma girişimleridir. Üstelik iç güvenliği sağlama almak girişimin bir parçası olarak kabine yeniden düzenlendi. Sultan Tayyip’e itaatte kusur etmeyen ekip iş başı ettirildi. Ve bu politikanın uygulamasında ittifak güçleri

MHP ve Ergenekon ile besbelli ki esasa dair uyumlu bir gidişat var. Ki, ezilen millet ve milliyetler, inanç gurupları, emekçiler, kadınlar ve diğerleri söz konusu olduğunda bunların sıcak ittifakları bilinen bir gerçektir. Bütün bunlar yakın tarihimizde tanık olduğumuz gerçekler değil midir? Sultan Tayyip kumandalı şer ortakları MHP ve Ergenekon şu gerçeği çok iyi bilmektedirler. Orta-Doğu’da sınırlar çökmüş ve mevcut statüko bozulmuştur. Artık Kürtleri ve Kürdistan’ı esaret altında tutmanın şartları büyük ölçüde Kürtler lehine değişmiştir. Kürtleri kontrol altında tutmanın kolay olmayacağını en iyi bilenler olarak, ellerinde gelen en kanlı yöntemlerle, akıl almaz hilelerle, entrikalarla saldırılarını sürdüreceklerdir. “Çözüm süreci” politikalarının hile ve

entrikadan başka bir şey olmadığı bugün daha net olarak anlaşılmıştır. Kasabaların, şehirlerin havan toplarıyla dövülmesi, savaş uçaklarıyla vurulması kanlı yöntemlerin sadece bazılarıdır. Yine yürüttükleri kanlı gerici savaşın diğer bir parçası olarak mecliste iç tüzük değişikliğine gittiler. Buna göre Kürt, Kürdistan ya da Laz, Lazistan gibi daha cumhuriyetin başlarından itibaren değiştirdikleri köy, belde, şehir isimlerinin kullanılmasına bir kez daha yasak getirilmektedir. 1940’larda Kürtçe konuşan halka verilen para cezaları, bugün meclise taşınarak en üst boyuta çıkarılarak halkın vekillerine kadar yükseltilmiştir. “Silahları bırakın gelin mecliste ve yasal alanda siyaset yapın” çağrılarının sahtekârlıktan başka bir şey olmadığı halkın yükselen mücadelesiyle açığa çıkarılmıştır. Zira egemenler, halkın örgütlü gücünden korktukları için ister yasal, isterse gizli örgütlenmiş olsun her halükarda egemen sınıfların saldırılarına uğrayacaktır. Bugün olanda budur. Faşist diktatörlüğün bütün bu saldırıları ezilen Kürt milletinin kendi kaderini tayin etmek girişimini Kürdistan’ın her parçasında engellemek ve kendi yaşamını düzenlemek korkusunun yanı sıra, ezilen halk kitlelerin kaderlerini ellerine almasını bastırma girişimleridir. “Suriye sınırları içinde bir şer oluşumuna izin vermeyeceğiz” “Irak’ta Kürt referandumuna kalkanlar pişman olacaklar” biçimdeki MGK açıklamaları, duydukları korkuyu açığa çıkarmaktadır. Bu bakımdan şer ittifakına itaat eden yeni bir Kabine, Meclis iç tüzük değişikliği, ilerde yapılacak yeni düzenleme hamlelerin hemen hepsi emekçi halklar üzerinde büyük bir baskı ve özellikle Kürtler üzerinde yitirdikleri kontrolü yeniden sağlama alma girişiminden başka bir anlamı yoktur.

Sultan Tayyip liderliği altında ittifak halindeki özel savaş kliğinin uyguladığı faşist diktatörlüğün siyasi uygulamaları bu kliğin boynuna dolanacağını söylemek boş bir laf olmayacaktır. Özel savaş kliği ipi kendi boynuna dolayacak olan yolu kendi elleriyle döşemektedir. Çünkü uygulanan savaş politikalarıyla sadece silahlı hareket değil, yasal bütün faaliyetlerin de önü kapatılarak, kazanılmış haklar geri alınarak ve itiraz edenler tutuklanarak veya katlederek çözmeye çalışılmaktadır. Bütün hazırlıklar bu yönlüdür. Bu savaş kliği kendi dışındaki bütün kesimleri hedef haline getirmiş durumdadır. Yani Tayyip önderliğindeki bu çete, oldukça geniş bir kesimi hedefine oturtmuştur. Yakın zaman öncesine kadar yedek lastik görevi gören ve patlamaya hazır geniş kitleleri sükûnet altında tutarak bu çeteye yardımcı olan CHP’yi bile belli ölçülerde hedefe almış durumdadır. Yürütülen baskıcı politikalar devrimin saflarına yeni yeni kesimleri itmektedir. Devrime itilmiş olan bu yeni kesimler açıktan rejime karşı kinlenerek önderlik beklemektedir. İşte tam da bu noktada devrimci kuvvetlere büyük ve bir görev düşmektedir. Defalarca yazıldı, söylendi. Sınıf mücadelesi objektiftir. Bize rağmen vardır ve şartlara göre biçim alır. Bu durumda çok geniş kesimler hükümet denilen devletin sözcüsü kanlı çetenin yürüttüğü saldırıların hedefi haline gelmiştir. Rejim içte ve dışta yaşanan gelişmeler neticesinde bataklık içine yuvarlanmıştır. Devrim, böylesi uygun şartlar ortamında stratejik yönünü kaybetmeden, geniş halk kitlelerini birleştirme kabiliyetini göstermekle mükelleftir. Sınıf mücadelesinin canlı pratiği içinde siyasi, örgütsel ve askeri çalışmalarını sistematik olarak sürdürmesi ve derinleştirmesi ezilen halkların kazanması için elzemdir.


1-15 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü

Bu zemin siyasi iktidar perspektifine sahip örgütlü devrimci hareketin mücadelesine önemli olanak ve avantajlar sunmaktadır. Devrimci hareket bunu göz ardı etmeden bu gelişmeyi esas alan bir yönelim içinde olmalıdır. Sürecin ikili yandan oluştuğu objektif gerçektir. Mücadelenin de bu ikili yanı dikkate alarak biçimlenmesi, devrimci güçlerin buna uygun pozisyon alması gerekli olandır. Sürecin bir yanı OHAL altında uygulanan açık faşizm iken, diğer yanı gelişen toplumsal muhalefet dinamiğidir. Dolayısıyla devrimci siyaset bu ikili duruma uygun biçimlenmek, devrimci hareket de bu ikili özelliğe uygun pozisyon almak durumundadır. Bütün bu bağlamda devrimci ve demokratik kurum ve güçlerin faşist saldırılardan kendisini korumayı ihmal etmemesi gerekirken, sürecin devrimci görevlerini omuzlama temelinde konumlanması da devrimci duruş, tavır ve mücadele adına zorunludur

D

evrim ya da yöneten sınıfın egemenliğine son vererek yönetilen sınıfı yöneten duruma getirmek kısa vadeli bir mücadelenin işi değil; uzun, evrimli, çetin bir mücadelenin işidir. Devrim stratejik ve taktik aşamalar izlemekle birlikte, uyumlu, stratejik ve taktik mücadeleler bütününde ifade bulur ya da bu uyumlu bütünlük içinde zafere ilerler. Strateji ve taktiklerdeki uyumluluk, esasta taktik görev ve hedeflerin stratejik görev ve hedefe hizmet etmesi anlamına gelir. Ya da stratejinin taktiklere hükmetmesi ve taktiklerin stratejiye uygun biçimlenmesi demektir. Stratejik görevlerle taktik görevler hem birleşiktir hem de farklıdır. Strateji belli bir hedef uğruna bütünlüklü ve uzun vadeli bir aşama olarak yapılan plan ya da projenin ifadesi, taktik ise bu plan ve projenin somutta uygulanması ya da somut durumda aldığı biçimlerle uygulanmasının ifadesidir denilebilir. Strateji genel zaferi kapsarken,

Faşizm ve Devr

taktik ise genel hedef ya da zafer doğrultusunda parça başarıları kapsar. Strateji düşmanın genel olarak yenilmesini konu edinirken, taktik düşmanın yıpratılmasını, zayıflatılmasını, geriletilmesini konu edinir. Her devrim siyasi iktidar perspektifine bağlı olarak biçimlenen bir dizi mücadele biçimi ve sürecini ihtiva eder. Bunun gibi her mücadele de bir dizi değişik biçimden, bir dizi farklı görevden ve bir dizi taktik aşamadan teşekkül olur. Mücadele, taktik biçim ve görevlerden koparılarak salt stratejiye hapsedilirse kısırlaştırılır. Tersinden mücadele stratejiden koparılıp salt taktiklere indirgenirse siyasi görev unutulmuş hedef kaçırılmış olur ki, bu son tahlilde reformist yol ile devrimci yol arasında yapılan bir tercihle düzen içi eğiliminde bir yol ayrımına işaret eder.

Nihai hedefe tabi ele alınan mücadelenin stratejik yönelimi, sosyalist toplum uğruna sosyalist devrim ve bu devrim kalkışmasıyla gerici egemen sınıfları iktidardan alaşağı eden bütünlüklü siyasi muhtevada biçimlenirken, aynı mücadelenin taktiksel ilerleme yöneliminde biçimlenen somut ve lokal görevleri ise gerici hâkim sınıfların iktidardaki kliğine karşı mücadele ve bu kapsamda değişiklikler arz eden binlerce mücadele biçiminden teşekkül olur. Totalde dünya gericiliği ve bunun uzantısı olarak yerel devlet ve iktidarda örgütlenen bilumum gericilik hedeflenirken, verili somut aşamada mevcut iktidarı ve bu iktidarın tüm besleyenleri hedeflenir ya da devrim yönelimi kapsamında gerici sınıfların devletini yıkıp yerine sosyalist devlet kurmak hedeflenirken, devrim doğrultusundaki mücadelenin somuttaki biçimlenmesi hâkim sınıfların mevcut iktidarını hedefler. Mevcut siyasi iktidarın hedeflenmesi mücadelenin somut göreviyken, bu görev gerici sınıfların devletini yıkma biçimindeki stratejik hedeften bağımsız ele alınamaz. Gerici sınıfların bütün bir egemenliğine son verme yöneliminde, bu egemenliği somutta temsil eden siyasi iktidarı mücadelede somut hedefe koyup mücadeleyi bunun üzerinden geliştirmek doğru ve tabii olandır. Süreç keskin, çelişki ve çatışmalarla seyrediyor. Bu süreç bağrında taşıdığı çatışkılar ve bu zeminde gelişen toplumsal muhalefet ve mücadeleler ekseninde yeni siyasal dalgalanma ve siyasi süreçlere gebedir. Kısa ya da uzun vadede yeni siyasi süreçlerin gündeme gelmesi tamamen mümkündür. Mevcut iktidar dönemi her bakımdan siyasi değişimleri mümkün kılan dinamik bir süreçtir. Baskılar durmak bilmezken, baskılara karşı hoşnutsuzluk da her gün birikim yaratıp gelişmektedir. Sınıf karakteri komprador tekelci burjuva olup, siyasi niteliği faşizm olarak tarif edilen mevcut iktidar, içte ve dışta olmak üzere tüm

sorumluluk alanında ciddi sorun ve çelişkilerle karşı karşıyadır. Dış ilişkiler alanda izlenen siyasetin ürünü olarak dışta, dış dünyada düşülen durum, onur kırıcı muamelelerden öteye yaşanan büyük tecrit haliyle iktidarın girdiği dar boğazdan biridir. Derin ekonomik bağımlılık ilişkileri içinde bulunulan emperyalist ülkelerle gergin ilişkiler zemininde yaşanan çatışmalı süreç, mevcut iktidara ekonomik ve siyasi fatura yükleyerek son derece sorunlu bir kulvarda ilerlemektedir. İçerde OHAL altında uygulanan açık faşizm ve koyu baskılarla seyreden devlet terörü, toplumda derin bir kaygı ve huzursuzluk kaynağı olup; büyük mağdur kitlesi de yaratmış durumdadır. Geniş toplumsal kitlelerin büyük bir bölümü baskıya maruz kalıp iktidardan hoşnut değildir. Burjuva klik ve kesimlerin önemli bir bölümü aynı baskı sürecinden yoğun olarak etkilenmektedir. İktidar kliği ile Kemalist klik arasında ciddi bir iktidar dalaşı keskinleşerek çatışma haline dönmüştür. Kemalist klik lehine devam eden eğilime rağmen, Erdoğan-AKP iktidar kliği şimdilik iktidarını sürdürmeyi başarmaktadır. Genel ivme iktidarın erimeye doğru gittiğini, Kemalist kliğin yükselişe geçtiğine işaret etmektedir. Bu durum toplumsal muhalefetin yükselmesine moral ve olanak vermektedir.


rimci Mücadele

meseledir. Bu bağlamda mevcut iktidara karşı olan demokratik nitelikteki geniş toplumsal muhalefet ve dinamiklerle taktik-somut mücadele görevleri kapsamında belli ittifak ve birlikler geliştirmek isabetli olacaktır. Şimdiki sürecin öncelikli görevi yakın tehdit ve baş düşman durumundaki mevcut iktidara karşı mücadele olduğuna göre, bu iktidara karşı mücadele ve muhalefet eden geniş toplumsal dinamiklerle bu süreç içinde mücadele birliğine gitmek, toplumsal dinamiklerle birleşmek zorunludur. Ki, bu kesimler son tahlilde devrimin tabanı ve kitleleridir. Bunlarla birleşmenin en doğru zemini toplumsal mücadeleler pratiğidir. Özcesi, somut hedef ya da mücadele hedefi olan iktidara karşı mücadelede aynı hedef ve mücadelenin bu sürece has da olsa parçaları olan toplumsal dinamiklerle birleşme, somut görev ve mücadelelerde geçici ittifaklar, eylem-güç birlikleri ve ortak mücadeleler geliştirmek zorunludur. Büyük toplumsal mücadele ancak bununla, yani ortaklaşılan somut görev ve mücadeleler üzerinden geliştirilebilir. Toplumsal dinamikler birleştirilmeden devrime gidilemeyeceği doğruysa, bu kesimlerle her vesileyle birleşip onları ideolojik-siyasi etkimize almamız başka bir zorunluluktur.

Mevcut siyasal süreç devrimci harekete önemli olanak ve avantajlar sunmaktadır!

Bu zemin siyasi iktidar perspektifine sahip örgütlü devrimci hareketin mücadelesine önemli olanak ve avantajlar sunmaktadır. Devrimci hareket bunu göz ardı etmeden bu gelişmeyi esas alan bir yönelim içinde olmalıdır. Sürecin ikili yandan oluştuğu objektif gerçektir. Mücadelenin de bu ikili yanı dikkate alarak biçimlenmesi, devrimci güçlerin buna uygun pozisyon alması gerekli olandır. Sürecin bir yanı OHAL altında uygulanan açık faşizm iken, diğer yanı gelişen toplumsal muhalefet dinamiğidir. Dolayısıyla devrimci siyaset bu ikili duruma uygun biçimlenmek, devrimci hareket de bu ikili özelliğe uygun pozisyon almak durumundadır. Bütün bu bağlamda devrimci ve demokratik kurum ve güçlerin faşist saldırılardan kendisini korumayı ihmal etmemesi gerekirken, sürecin devrimci görevlerini omuzlama temelinde konumlanması da devrimci duruş, tavır ve mücadele adına zorunludur.

Bu konumlanma temelinde alınacak pozisyon ve mücadelenin ele alınması meselesi önemli bir siyaset sorunudur. Stratejik yönelim, hedef ve görevlerimiz, somut siyaset ve mücadelede mevcut iktidara karşı mücadelenin geliştirilip başarıya taşınması öncelikli

Bütün bunlarla birlikte ve mevcut koşullar dikkate alındığında, daha da önemli olan somut perspektif ya da yönelimimiz şu olmalıdır: Örgütlü devrimci hareketin örgütsel zayıflıkları tam bir handikap olarak önünde durmakta, yaşanan süreçte büyük bir zaaf olarak öne çıkmaktadır. Ancak yaşanan süreç ve toplumsal muhalefet dinamiklerindeki gelişme, tüm zayıflıklarına karşın sosyalist ve devrimci hareketin önüne ertelenmez görevler, büyük sorumluluklar koymaktadır. Azılı bir faşist terör estirirken, aynı zamanda toplumsal muhalefet gelişme eğilimi sergilerken ve kesin bir devrimci mücadele görevi orta yerde dururken, biz sosyalist ve devrimci hareketlerin bu duruma gözlerimizi kapatmamız beklenemez. Tersine somut durum ve gelişmeleri dikkate alarak devrimci mücadele sorumluluğunu taşımamız vazgeçilmez görevdir. Ancak süreci burjuva tesir ve önderliklerden kurtarıp sosyalist ve devrimci önderlikler altında devrimci özde geliştirerek mevcut iktidarın faşist saldırılarına karşı kararlı ve tutarlı bir mücadele sergileyebiliriz. Bu da, yeterli örgütlülüğe sahip olmayıp örgütsel ve siyasi güç olarak zayıflıklar taşıyan, dolayısıyla tek tek parçalarıyla kitleleri harekete geçirme durumunda olmayan ve aynı zamanda kitleleri burjuvazinin etkisinden kurtaracak örgütsel-siyasi güce sahip olmayan sosyalist ve devrimci hareketin, sürecin görev ve sorumluluklarını omuzlama, kitlelere güven vererek onları burjuva tesirden kurtarma ya da burjuva önderliğe mecbur kalan kitleleri bu durumdan kurtarma ve son tahlilde devrimci görev ve mücadelenin gereksinimlerine

perspektif

yanıt olabilmek için kendi arasında bir birleşme sağlaması elzemdir.

Devrimci güçlerin toparlanması ve kitleleri birleştirmesi mümkündür!

Toplumsal muhalefet ve mücadelenin geliştiği her deneyimde bu geniş kitlelerin burjuva önderlikler tarafından harekete geçirilip yönlendirildiği, devrimci ve sosyalist güçlerin etkisiz kaldığı izlenmektedir. Bundandır ki, bu kitle hareketleri genellikle doğru sonuçlarla neticelenmemektedir. Kemalistlerin büyük toplumsal kitleleri harekete geçirip yönettiği, aynı biçimde AKP’nin büyük kitleleri harekete geçirip yönettiği izlenmektedir. Devrimci alternatif zayıf olup güven verici durumda olmadığı, siyasi ve örgütsel gücünün olmaması vesilesiyle kitlelerin burjuvaziye yedeklendiğini söylemek yanlış olmaz. Devrimci ve sosyalist hareketin örgütsel olarak güçlenmesi durumunda önemli kitleleri kucaklayıp harekete geçireceği açıktır. O halde güç olmanın yollarına yönelmek şarttır. Ancak bundan önce ve pratik bir zorunluluk olarak, mevcut devrimci, sosyalist parti ve örgütlerin belli ilkeler ekseninde sağlayacakları ortaklık, geçici ittifak veya mücadele birliği şeklinde kuracakları devrimci cephenin birliği burjuvaziye karşı ciddi bir alternatif olabilir, geniş kitleleri birleştirebilir.

Milyonları bir araya getirmek hemen mümkün olmayacaktır. Ama onu aşkın devrimci örgütün bir araya gelerek devrimci cephenin güçlerini toparlaması ve önemli oranda kitleleri birleştirmesi mümkündür. Örneğin toplumsal muhalefet veya kitle hareketlerinde bu birlik sağlanabilir. “Adalet Yürüyüşü”, GeziHaziran Ayaklanması gibi büyük kitlesel eylem ve hareketlerde bir araya gelmiş olan onu aşkın devrimci, sosyalist parti ve örgüt önemli bir kitleye hitap edip onu harekete geçirebilir. Bu birlikle devrimci parti ve örgütlerin geniş kitlesel hareketlerde etkisiz ve edilgen kalması önlenebilir. Dahası devrimci ve sosyalist irade adına önemli bir varlık gösterilerek muhtelif süreçler devrimci yönde geliştirilip kitleler burjuvazinin peşinden kurtarılarak devrimci saflara çekilebilir. Böylece devrim cephesi güçlenmiş, devrimci güçler ve halk kitleleri moral alarak gelişme ivmesini hızlandırabilirler.

Devrimci ve Sosyalist yapılar en azından geniş kitlesel hareketlerde ortak hareket etme, güç ve eylem birliği yapma yeteneği sergilemelidir. Ancak bunu hareketin gelişme anına ertelemeden patlaması muhtemel olduğu için, hareket patlamadan önce, zaman kaybetmeden karara bağlamalıdır. Mevcut iktidara karşı mücadele görevinde bu adımları atmak gerekli ve zorunludur. Aksi halde ne iktidar zayıflatılabilir ne de devrim geliştirilebilir.


14 güncel

Açık faşizm koşullarının “hukuku” olarak ele alınan OHAL, faşist diktatörlüğün iktidarını koruması için kurumsal bir politika olarak belirlenmiş durumdadır. “Büyük Reis’in” “zafer kürsüsüne” çevirdiği devlet erkânının tüm resmi konuşmalarında “memlekette huzur, güven ve sükun sağlanmadan bu süreç bitmez” naraları, bu kurumsal politikayı deklere etmektedir. “Sıfırdan başlanarak yeniden kurulacağı” ilan edilen devlet egemenliğinden söz edildiği bir tarihsel kesitte, siyasal, iktisadi ve ideolojik olarak süreç, faşist diktatörlüğün kurumsal dokusuna göre yeniden ele alınmakta; devlet, burjuva gerici siyaset ve tüm toplum buna göre dizayn edilmek istenmektedir. İşte OHAL böylesine kapsamlı faşist bir kuşatmanın “hukuku” olarak biçimlenmektedir. Komprador işbirlikçi tekelci egemenlik düzeninin, tarihin herhangi bir kesitinde karşı karşıya kaldığı iktidarını kaybetme korkusundan kaynaklı, kendi hukukunca aldığı bir önlemden öte, faşist bir iktidarın “yeniden” kurumsallaştırılarak, “bekasını” sağlama alma siyaseti olarak benimsenmektedir

T

ürk hâkim sınıflarının temsilcisi, “Büyük Reis” “üniformalı” Erdoğan’ın, OHAL’in uzatılacağını, kendi hukuksal işleyişini tanımadan önceden ilan etmesinin ardından toplanan MGK’nın “tavsiye kararıyla”, fiili olarak devre dışı bırakılmış Mecliste, göstermelik olarak AKP ve MHP’li vekillerin oylarıyla OHAL, dördüncü kez yeniden uzatıldı. Faşist diktatörlük temsilcileri ve kurumlarının, kendi hukuklarının işletip işletmedikleri, açık faşizm koşullarının hukuku olarak işletilen OHAL’in, Yasama, Yürütme erklerinin iradesi akabinde uzatılıp uzatılmadığı tartışması, sürecin niteliğini tayin eden bir tartışma olmadığı gibi, sürecin genel yönelimini analiz etmede, gündemi bulandıran bir tartışma olmaktan öte, bir anlam ifade etmemektedir. Bu anlamıyla, niteliği açık faşizm koşulları olan sürecin, faşist diktatörlüğün kendi erk kurumlarının hukukunu işleterek örgütlemesi, ya da fiili olarak başkanlık iradesini almış diktatör Erdoğan’ın talimatlarıyla hayata geçirilmesi, sürecin

1-15 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü

OHAL “hukuku” faşist diktatörlüğün sınıfsal karakteridir!

niteliği karşısında teknik bir tartışmadır. Türk hâkim sınıfları, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da açık faşizm koşullarıyla iktidarlarını ayakta tutmaktadırlar ve bunu, tek elde merkezileşmiş gerici bir irade ile tesis etmektedirler. Faşist diktatörlüğün siyasal sürecinin meşruluk zemini, dönem dönem bir maske olarak kullandıkları parlamentonun işletilip işletilmediği sorunu değil, temsil ettikleri gerici düzenin, ezilen ve sömürülen halklar karşısındaki konumlanış niteliğidir. Ve hangi biçimde olursa olsun, bu gerici faşist iktidar, hiçbir politikasında ve bu politikayı uygularken temel aldığı hukuksal zeminle, meşru değildir, gericidir ve vahşidir. Açık faşizm koşullarının “hukuku” olarak ele alınan OHAL, faşist

diktatörlüğün iktidarını koruması için kurumsal bir politika olarak belirlenmiş durumdadır. “Büyük Reis’in” “zafer kürsüsüne” çevirdiği devlet erkanının tüm resmi konuşmalarında “memlekette huzur, güven ve sükun sağlanmadan bu süreç bitmez” naraları, bu kurumsal politikayı deklere etmektedir. “Sıfırdan başlanarak yeniden kurulacağı” ilan edilen devlet egemenliğinden söz edildiği bir tarihsel kesitte, siyasal, iktisadi ve ideolojik olarak süreç, faşist diktatörlüğün kurumsal dokusuna göre yeniden ele alınmakta; devlet, burjuva gerici siyaset ve tüm toplum buna göre dizayn edilmek istenmektedir. İşte OHAL böylesine kapsamlı faşist bir kuşatmanın “hukuku” olarak biçimlenmektedir. Komprador işbirlikçi tekelci egemenlik düzeninin,

tarihin herhangi bir kesitinde karşı karşıya kaldığı iktidarını kaybetme korkusundan kaynaklı, kendi hukukunca aldığı bir önlemden öte, faşist bir iktidarın “yeniden” kurumsallaştırılarak, “bekasını” sağlama alma siyaseti olarak benimsenmektedir. Türk hâkim sınıflarının mevcut siyasal iktidarı Erdoğan-AKP diktatörlüğü, bu süreci örgütlemede, eline geçtiği tarihsel fırsatları etkili kullanmak istemekte, burjuva gerici klik çatışmalarında elde ettiği avantajlı pozisyonunu kullanarak, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadeleleri başta olmak üzere, tüm toplumsal dinamiklerin özgürlük arayışları üzerine karabasan gibi çöken faşist diktatörlüğün “bekasını” garanti altına almak istemektedirler. ErdoğanAKP iktidarı açısından bu tarihsel fırsatın


1-15 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü

bin yıllık “başarıları” ile birleştirilmiş ve ırkçı-şöven politika ile geri kitlelere manipüle edilmiş bu süreçte, hak, özgürlük, eşitlik, insanca yaşam gibi talepleri ifade eden tüm toplumsal dinamikler hedef haline getirilerek, Osman Gazi, Sellahaddini Eyubi, Yavuz Selim ve tüm bunların sentezi olarak “Milletin başkumandanı”, “Demokrasinin büyük savaşçısı” olarak Erdoğan, sürecin karakteri olarak “bayraklaştırılmıştır.” Bu sıradan bir tarih okuması değil, ErdoğanAKP iktidarının, yarattığı faşist kuşatmayı, ideolojik, askeri, politik ve iktisadi olarak toplumsal dayanağıyla derinleştirme siyasetidir. OHAL süreci, derinleşen ve kurumsallaştırılmaya çalışılan açık faşizm sürecinin politikası olarak, Türk hâkim sınıfları tarafından belirlenmiş bir süreçtir. Ve bu süreçle hedeflenen, OHAL hukuku kalıcı hale getirilerek, bir iktidar politikası olarak uygulanmak istenmektedir. Yani, Türk hâkim sınıflarının faşist karakteri, siyasal-iktisadi zemini ile birlikte, açık faşizm koşullarıyla kalıcı bir statü haline getirilmektedir. Bu anlamıyla OHAL’in kavram olarak kalkması ya da kalkmaması, faşist iktidarın niteliği bağlamında çok anlam ifade etmemektedir.

miladı, 15 Temmuz darbe girişimi olmuştur. 15 Temmuz darbe girişimi, tarihsel, siyasal ve ideolojik olarak aynı kökün dalları olan ortakların, gerici burjuva çıkarlarındaki iktidar hesaplaşmasıdır. Bu hesaplaşmadan “galip” çıkan ErdoğanAKP iktidarı, temsil ettiği kliğin çıkarlarına geri yığınları entegre ederek elde ettiği avantajı, toplumun her alanına karşı kullanmaktadır. “Demokrasi bayramı” olarak kutlanan 15 Temmuz darbe girişimi yıldönümü, darbeyi gerçekleştiren güçlere karşı duruştan öte, özgürlük ve demokrasi isteyen, emeğine sahip çıkmaya çalışan, ulusal ve inanç kimliğini yaşamak isteyen, ekonomik, demokratik, akademik haklarını faşist uygulamalara karşı korumaya çalışan toplumsal ilerici dinamiklere karşı bir gövde gösterisine dönüştürülmesi, bu sürecin asıl hedefini bir kez daha ortaya koymuştur. OHAL süreciyle, Kürt ulusu, aleviler, aydın, devrimci demokrat kurum ve kişiler, işçi sınıfı ve kamu emekçilerine karşı daha da pervasızlaşan kapsamlı saldırıları referans alarak “demokrasiyi savunmak için tüm millet seferberliği sürdürmeli, yürütülen temizlik harekâtı desteklenmelidir!” çağrıları, ezilen ve sömürülen halkları kıyımdan geçirme nutuklarıdır. Şölenler, gösteriler, nöbetler, tehditler, intikam yeminleri, ecdatlarının

OHAL’in ekonomik karakteri ve komprador işbirlikçi tekelci sermayenin merkezileşme hamleleri!

Sermaye devleti, özgün tarihsel ve toplumsal koşullarda, sermayenin ihtiyaçlarına göre, farklı işleyiş tarzlarına sahip siyasal biçimler almaktadır. Faşizm, askeri diktatörlük, burjuva parlamentarizm, başkanlık ya da yarı başkanlık sistemi gibi siyasal burjuva iktidar nitelikleri, sermayenin hareketine ve çıkarlarına göre, toplumsal koşulları denetim altına alma, sömürme biçimleridir. Burjuva veya farklı sınıfsal karakterli gerici iktidar biçimlerinin tarihsel rollerinin özü budur. Gerici sınıfların, iktisadi niteliği, siyasal iktidarının niteliğini de tayin etmektedir. Bu anlamıyla her siyasal süreç, burjuva iktisadi sürecin tezahürüdür. Burjuva veya onun ittifakı konumundaki gerici sınıfların iktidarları, sınıfsal karakteri gereği artı değere el koyma, toplumsal üretim ilişkilerinin tarihsel olarak somutlanan biçimlerine göre niteliğini tayin etme ve sermaye gruplarının iktidar bloğundaki konumlarına göre siyasal eğilim belirleme biçiminde özgün süreçlerini örgütlemektedirler. Türk hâkim sınıflarının, Erdoğan-AKP diktatörlüğü eliyle işlettikleri süreç, söz konusu iktisadi sürecin işleyişi akabinde belirlenen bir süreçtir. Yani OHAL’in bir sınıfsal karakteri vardır ve bu siyasal karakter, iktisadi olarak komprador tekelci işbirlikçi sermayeden niteliğini almaktadır. Faşizm,

bu iktisadi karakterin bir yönetim biçimidir. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından, Erdoğan-AKP diktatörlüğünün gerçekleştirdiği “sivil” darbe ve bunun hukuku olarak işletilen OHAL, süreklilik kazanan bir nitelikte, yürütme erkinin yeni yasal güce kavuşturulması ekseninde ilerlemektedir. Kanun Hükmünde Kararnamelerle, askeri, sivil bürokrasi, yargı, yasama gibi devlet kurumları dizayn edilirken, temel hak ve özgürlükler, devrimci-demokratik kurumlar, muhalif toplumsal dinamikler, akademisyenler, zulüm altındaki ulusal ve inançsal sosyal kesimler, ezilen-sömürülen halklar ve onların devrimci-demokratik önderlikleri, “tek elde” merkezileşmiş iktidarın sınırsız tasarruflarıyla pervasız bir baskı altına alınmış durumdadır. Bu kapsamlı faşist kuşatma, Türk egemenler sistemi açısından yeni değil ama pervasızlığı ve fütursuzluğuyla yeni bir süreçtir. Tüm bu uygulamalar, ekonomik alanda da yapılan baskıcı müdahalelerle, iktisadi-siyasal yönelim konseptini birleştirmektedir. OHAL koşulları ile devletin tüm kurumlarıyla yenilenmeye çalışılması, “olağan üstü” bir iktidar modeline, yani açık faşizm koşullarının sürekli bir iktidar biçimi olarak uygulanması anlamına gelmektedir. Yani Jean-Claude Paye’nin tanımıyla, “yasa düzeyinde bir diktatörlüğün oluşturulması” ErdoğanAKP diktatörlüğünün siyasal ve hukuki formatıdır. Diktatörlüğün bu siyasal ve hukuki formatı, “suçlu”, “suçsuz” ayrımını ortadan kaldırarak, potansiyel olarak iktidarları için risk görülen tüm toplumsal dinamiklerin, muhalif kesimlerin, baskı, şiddet ve katliamlarla susturulmasını içerirken; iktisadi alanda, işçi sınıfı ve emekçilerin demokratik-ekonomik haklarına karşı geliştirilen pervasız saldırılar, kutsallık biçilen özel mülkiyete yönelik müdahaleler, hâkim komprador işbirlikçi sermayenin çıkarlarına göre yaygınlık kazanmış durumdadır. KHK’lerle TMSF’ye devredilen şirketler, el konulan maddi varlıklar, yine olağanüstü hâl döneminin icraatı olarak özel hükümlerle Türkiye Varlık Fonuna devredilen mülkiyet, hâkim işbirlikçi komprador tekelci sermayenin, diğer sermaye guruplarını denetimine alma ya da kendi iktisadi ilişkilerine entegre etme politikalarıdır. OHAL’in burjuva parlamentoyu devre dışı bırakarak, fiili başkan Erdoğan nazarında yürütmenin, sermayenin çıkarlarına göre hızlı ve tek elden bir hukuk işletmesi, tüm sermaye gurupları tarafından tam destekleneceği anlamına gelmez. Bu her büyük sermaye gurubunun çıkarlarına göre belirlenen bir durumdur. Büyük sermaye gurupları arasındaki

15

“göreceli” farklılaşma, yine sermayenin çıkarları ekseninde doğru ele alınmazsa, bugün somut olarak TUSİAD özgülünde gündemleşen bazı itirazlara ilerici rol biçmiş olacağız ki, bu sermayenin doğasını anlamamak olur. Hâkim sınıfların egemenlik aracı olan devletin, sermayenin çıkarlarına göre kurumsallaşması ve politik yönelimi ile büyük sermayenin tekelleşme sürecini derinleştirmesi somut bir durum iken, bu sermaye gurupları arasında tam “uyum” sağlayacağı anlamına gelmez, aksine kendi düzleminde gerici bir çatışmayı koşullayan bir rol oynar. Yakın zamandaki birkaç örnekle bu durumu açıklamak yerinde olacaktır. Yaşanan rejim krizine çözüm arayan büyük sermayenin tüm gurupları, 16 Nisan referandumuyla, başkanlık sistemine “yeşil ışık” yakmışlardı. Özünde bu durum, kendi egemenlik aracı olan devlet iktidarının siyasal karakterine uygun sürdürülebilir olmasına dair ortaklaşmaydı. Bu genel uyum içinde TUSİAD’ın çekinceleri, devletin niteliğine ilişkin farklılık değil, Batı tipi kapitalist piyasaya adaptasyon, ekonomi politikaları, yaratılan artı değere hangi yollarla el konulacağı konulu başlıkların belirlediği çekincelerdi. “AB’ye üyelik”, “hukuk devletinin üstünlüğü”, “bağımsız yargı” sloganları, bu başlıklara dair var olan kaygıların manipülasyonuydu. Gelişmeler bazı sermaye guruplarının iktisadi-siyasal güçlerini palazlandırırken, bazı büyük sermaye guruplarının kaygılarını büyütmüştür. Çünkü “büyük sermaye”, komprador işbirlikçi tekelci sermaye olarak, sadece ulusal değil aynı zamanda uluslararası emperyalist sermayeyi içermektedir. Pazar hâkimiyeti, sömürü ağı, serbest hareket etme hedefi bağlamında, tek bir eğilim olarak temsil edilmez. Her sermaye gücünün birikim modeli, sınıf iktidarı olan devlet politikaları, sömürü ve artı değere el koyma biçimleri, zenginlik kaynaklarına sahip olma hedeflerine dair değişik çıkarları ve bu çıkarlarının özünü belirlediği rekabetin direnç noktaları vardır. Bu gerici çıkarlar, belirlenen iktidar modeli içinde “uzlaştırılmadığı” zaman, çelişkiler derinleşir, çatışmalar kaçınılmaz olur. Bugün TUSIAD, TOBB vb. sermaye kurumları üzerinden gündeme gelen çatışmalar, bu merkezli çatışmalardır. Sürekli OHAL ile yönetilen TürkiyeKuzey Kürdistan’da, TUSIAD ve Avrupa merkezli emperyalist sermayenin itirazları, “özgürlük”, “hak”, “hürriyet” temaları, toplumun refah ve ekonomik-demokratik haklarına karşı olan duyarlılık değil, kendi özel mülkiyetlerinin ve sermayelerinin çıkarlarına dair güvence arayışlarıdır. DEVAMI SAYFA 16 DA


16 güncel

Baştarafı 14-15’de 16 Nisan’dan sonra TÜSİAD Başkanı'nın yabancı yatırımlara ilişkin “OHAL koşulları devam ettiği müddetçe Türkiye’ye gelemeyeceklerini duyuyoruz” ve yine aynı tarihlerde süren 29 kamu-özel sektör projesinin 16’sında bulunduklarını belirten Avusturya menşeli Doka’nın 60 milyon avroluk yatırım için “OHAL’in kalkmasını bekliyoruz” açıklamaları hem bu güvence arayışlarının hem de sermaye guruplarının karşılıklı dalaşında kendilerine alan açma çabalarıdır. Bu durum büyük sermaye gurupları arasında çatışmalı durum yaratmakla sınırlı kalmamakta, uluslararası sermaye güçleriyle de çatışmalı olarak yürümektedir. Çatışma sadece Pazar dalaşı ve pazara hâkim olma biçiminde değil, bazı sermaye guruplarının sermayesini iktisadi sahadan çekmesiyle de sonuçlanmaktadır. Bunun somut karşılığı, iktisadi bunalım ve krizdir. OHAL sürecinde, TL’nin döviz karşısındaki büyük değer kaybı, reel ekonomide yaşanan daralma, artan işsizlik, gibi veriler, OHAL koşullarında çatışan sermaye guruplarının Türk hakim sınıflarının ekonomisinde yarattığı büyük gediklerdir. Özcesi, OHAL hukuku ile bir yandan büyük komprador tekelci işbirlikçi sermeyenin daha da merkezileşmesini sağlanırken, -ki bu süreç çatışmasız değildir- diğer yandan, çalışma koşullarında yapılan değişikliklerle, işçi sınıfı, emekçi halklar kapsamlı bir sömürü ve baskı girdabına alınmaktadır. Ki OHAL hukukunun ana eksenini bu teşkil etmektedir. Emek ve tüm toplumsal değerlerin sömüren sınıfların hizmetine sunmak ve buna karşı geliştirilen en sıradan meşru itirazı, zindan ve katliamlarla, sokak kuşatmalarıyla bastırmak ve bunu “yasal” bir kılıfa uydurmak… Grev yasaklarıyla övünen Erdoğan, sermaye çevrelerine, onların çıkarları için döktüğü kanların,

1-15 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü

aldığı canların hiçbir utancını yaşamadan, büyük bir görev aşkıyla, “Bu OHAL olmamış olsaydı bu kadar rahat, huzurlu olarak bu adımlar atılamazdı. OHAL’in sınırlarını da Batılıların çizmiş olduğu çizgiler içerisinde belirlemeyiz” ve “Yatırımcıları, girişimcileri özellikle de uluslararası sermayeyi kalkınmamızda temel unsur görüyor ve değer veriyoruz.” biçiminde seslenirken, “döktüğü kanın, daha da dökeceği kanın” teminatı olarak, sömürücü sınıfların “lütfüne” sunuyordu. İktisadi ve siyasal olarak, faşist diktatörlüğün bu hedefleri göz önüne alındığında, OHAL gerici iktidarın, kendi iktidarını korumak için zorunlu ele aldığı bir modeldir. Tüm hamlelerine karşın, egemen güçler arasında derinleşen çatışmalar, iktisadi ve siyasal olarak süreklileşen kriz ve bunalım koşulları, baskılarla katliamlarla, susturulamayan Kürt ulusunun, devrimci ve komünist güçlerin, derin hoşnutsuzluklarla homurdanan toplumsal sınıf ve katmanlarla birleşme eğilimi, faşist diktatörlüğün uykularını kaçırmaktadır ve açık faşizm koşullarıyla ayakta durmaya çalışmaktadır. OHAL’e karşı mücadele, tüm türevleriyle burjuva iktidarlara karşı mücadeledir Erdoğan-AKP diktatörlüğünün “vatana ihanet” söylemiyle giriştikleri kapsamlı saldırı, 15 Temmuz darbe girişiminde bulunan gerici güçlerden öte, gerici iktidarın geliştirdiği işkenceye, baskıya, hak gasplarına direnen tarihsel mücadelelerle toplumsal sınıf ve katmanların elde ettiği meşru haklarını korumaya çalışan, grev, örgütlenme, ekonomik-demokratik haklarını isteyen; Kürt ulusu başta olmak üzere, ezilen ulus ve azınlıklar üzerinde bir devlet terörü olarak estirilen katliam, kültürel soykırım, milli zulme karşı çıkan, Aleviler başta olmak üzere, her türlü inanç baskısını kabul etmeyen, toplumsal

yaşamın her düzeyine, (çalışma sahaları, eğitim kurumları, kamu alanları, spor aktiviteleri vb.) cihadist-dinci gericiliği pompalayan Erdoğan-AKP operasyonlarına itiraz eden herkese karşı bir sindirme ve susturma operasyonlarına dönüşmüştür. Geri kitleleri bu gerici süreçlerinin dayanağı haline getirerek, “demokrasi nöbetleriyle”, “zafer nutukları” attıkları, övündükleri icraatları, bu kapsamlı faşist saldırılardır. Kuşkusuz bu saldırılar, faşist iktidarın niyeti ile sınırlı olarak belirlenmemekte, siyasal-iktisadi niteliğin ihtiyacı olarak gündeme gelmektedir. Egemen güçler arasındaki derin çatışmalar akabinde, istikrarsızlık, karmaşa ve bulanıklıklar dönemi yaşayan siyasal iktidar, bölgesel ve uluslararası alanda yaşanan gerginlik, emperyalist ve bölgesel gerici güçlerle yaşadığı çelişki-çatışma, ağırlaşan devlet içi çatışmalarla, hâkim iktidar için çözümsüzlük açmazını büyütmektedir. Bu çözümsüzlük, faşist iktidarın niteliğini belirleyen iktisadisiyasal konjonktür zemininden beslendiği gibi, faşizm iktidarının bekası için “çözüm” olarak tüm topluma dayattıkları, daha fazla baskı, daha fazla yasak, KHK’lerle, tüm toplumsal muhalif dinamiklerin sosyalekonomik-demokratik haklarını şiddet ile ortadan kaldırma, polis zoru, ağır silahlarla özel olarak donatılmış paramiliter güçlerle sürek avı gerçekleştirme pervasızlığı olmuştur. Tüm bu faşist icraatlar, toplumsal muhalefeti sindirme, devrimci ve komünist önderlikler başta olmak üzere, her bir sosyal düzeydeki muhalif önderlikleri, kişi ve kurumlar bazında tasfiye etme, işçi sınıfı ve emekçileri hak arama mücadelesinde grev yasaklarıyla, TİS yasaklarıyla silahsız bırakma, Kürt ulusunun özgürlük özlemini, tarihin en kanlı kuşatma seferleriyle boğma ve bura üzerinde elde ettiği sonuçla, “diktatörlüğe biat eden, insani iradeden

yoksun bir yığın kütlesi” derecesine düşürülmüş toplumu yönetme histerisinin sonucudur. Tüm toplumsal muhalefeti, önderlikleri ve potansiyel kitle tabanıyla, diktatörlüğe tahkim etmeye odaklanan faşist iktidar ve onun temsili Erdoğan AKP’si, siyasal, ekonomik, ulusal, kültürel, sosyal, sanatsal, her türlü faaliyet ve hareketi yasaklar kapsamına almaktadır. Dört elle sarıldıkları OHAL ve KHK’lerle gerçekleştirdikleri kapsamlı saldırılar bunlardır. Munzur Festivali, Ovacık Sanat Festivali gibi sosyal aktivitelere getirilen yasak, bu konuda en çıplak örnektir. Tabi ki faşist diktatörlüğün emekçi halklara, işçi sınıfına, Alevilere, Kürtlere, Ermenilere ve diğer uluslara mensup halklara düşmanlığı OHAL ile başlamadı. Bugün sadece farklı olan, OHAL ile daha fütursuz, daha saldırgan ve kuralsız olmasıdır. Faşist tek adam diktatörlüğünü tahkim edebilmek için, komprador işbirlikçi tekelci sermayeye hizmette tüm sınırları alt üst eden Erdoğan ve AKP, toplumsal muhalefeti sindirmek için kuralsız zorbalık uyguluyor. Toplumsal gelişimin yasaları, sınıf mücadelesinin kuralları ve tarihsel devinim göstermiştir ki, bu böyle sürmeyecektir. En karanlık kuşatmalarda, en cılız sesle susmayan ezilen halkların gerçekliği, zulüm ve zorbalığın derinleştirdiği toplumsal çelişkilerle birleşerek, zorbalığın en yıkılmaz denen kalelerini temelinden sarsan güçlü sese dönüşecektir. Hâkim sınıfları özünde korkutan budur. Çünkü açmazları derin, çelişkileri çeşitli ve keskin, ırkçı, Sünni-İslamcı, milliyetçi propagandalarla kendi gerçek taleplerinden uzaklaştırarak kirli siyasetine yedekledikleri kitle tabanına dahi güvensiz oldukları kadar, objektif olarak devrimci muhalefetin toplumsal zeminin güçlendirmektedirler. Tam da burada, devrimciler ve komünistler açısından görev ve sorumluluk büyüktür. OHAL’e karşı mücadele zeminine hapsolmuş, OHAL yasalarının uygulamalarının mağduru olma ekseninde toplumsal tavrını muhalif olarak ifade eden tüm güçler dahil, genel toplumsal muhalefeti, derinleşen toplumsal hoşnutsuzluğu, faşizmin tarihsel ve özgün koşullara göre şekillenmesi olan iktidarlaşma biçimlerinden genel karakterine karşı bir mücadele hattı örmek, ivedi bir görevdir. Somut talepler ve somut mücadele araçlarıyla günü yakalamak ve bu taktik üzerinden faşizmi alt edecek stratejik mevzilerle bütünleşmek, her zamankinden daha fazla olanaklıdır. OHAL e karşı mücadele, sınıf karakteri OHAL hukuku olan gerici siyasal iktidara karşı mücadeledir. Toplumsal koşullar, en ufak bir kıpırtının dahi, toplumsal muhalefetin büyük devinimler yaratan gücünü mayalamaktadır. “Korku imparatorluğunun” en büyük paniği budur.


17

1-15 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü

Sosyalist Öğrenci Hareketi'nin Yönelimi Üzerine-II

Politik mücadelenin başkalığı; ideolojik yaklaşımlar, siyasal formasyonlarla, programlarla, daha farklı örgütlenme anlayışıyla, başka mücadele araçlarıyla kendini gerçekleştirme eylemini tarif ederken, bunların sistem karşıtlığı noktasında birleşebilecekleri yaklaşımı tarif etmesinden kaynaklıdır. Bizi, bizim dışımızdaki öğrencilerle, öğrenci-gençlik kurumlarıyla birleştirecek olan ideolojik yaklaşımlarımız değil, asgari politik sorunsallardaki ortak tavır alışlarımız olacaktır. Bir komünist öğrenciyle, anarşist, feminist, muhafazakâr vs. öğrencinin birleşeceği nokta, devrim modeli, kendilerini ve tümel yaşamlarını gerçekleştirme biçimleri değil, ortak talepler, duyarlılıklar konularında hareketlenmeleri olur ancak. İdeolojik yaklaşımları ön planda tutarak sistem karşıtlığı, hak ve özgürlük talepleri noktasından hareketlenme çabası öğrenci hareketlerini monolitik (kurumsal açıdan tekçi), homojen yapılanmalara dönüştürecektir

S

H Ö S

Öz Örgütlülük ve Araçsal Şekillenişi

istem karşıtı ideolojik- siyasal mücadeleler, sınıflı toplumların kendi maddi ve düşünsel karşıtını yaratma evresinin zorunlu ürünü olarak doğmuş ve onu yıkmaya yönelik siyasal olarak şekillenmiş bir düşünce, yaşama uygulama anlayışından yola çıkar. Burada bildiğimiz birçok ideolojik yaklaşımların özü bu yıkıcı dinamikten yola çıkarak kendini var etmeye koşulludur. Bugün sistem karşıtı tek bir ideolojiden söz edemeyeceğimize göre, özellikle 20.yüzyıldan itibaren ne tek tek Marksizmlerin, ne tek tek Anarşizmlerin, Feminizmlerin savunusu gibi bir durum vardır ortada. İdeoloji, iç çelişkilerine uygun olarak çeşitli özgünlüklerle yeni yaklaşımlarla geliştirilir, genişletilir, ya da artık geçerliliği kalmayarak tarih ve bilinç sahnesinden çekilirler. İdeolojinin sistem karşıtlığı eksenindeki bu parçalı yapısı, onu savunan, yaşamı ve kendini gerçekleştirmeye çalışan insanların grupsal yapısına da yansır. Bu yanıyla çoğunlukla ideolojik var oluşlar homojen yapılanmalardır. Marksizm’in işçi sınıfının mücadelesine tarihsel bakış açısının sonucu olarak güncellediği ve Marksist mücadeleler tarihinde kitlelerin örgütlenmesinde önemli bir anlam ifade eder hale gelen öz örgütlük, ekonomik ve siyasal alanların ihtiyaçlarına

göre şekillenen bir kavram ve örgütlenme modeli olarak varlığını sürdürmüştür. Aslına bakarsak bu kavram belirli bir insan topluluğunun, grubun, halkın kendi yaşamları için önemli gördükleri bir sorunla karşılaştıkları her aşamada o sorunun özü, biçimi ve kapsamı doğrultusunda perspektif ve yöntem belirleyerek o sorunu ortadan kaldırmak ya da o sorun karşısında kendi varlığını korumak, geliştirmek için başvurduğu bir mücadele aracıdır. Çoğu zaman bu hareketler tarih içerisinde kendiliğinden gelişmiş ve sonrasında sorunun kapsamı ve mücadelenin uzunluğu açısından sistematik, sürekli örgütsel bir biçim almıştır. “Öz” olmasına yüklenen anlam, böyle bir anlamdır. Marksist düşünüşte bu örgütlülük biçiminin sınıfsal niteliklerinden yola çıkılsa da yeni mücadele hatlarının yükselişi ile birlikte 20. yüzyıla geldiğimiz zaman dilimlerinde artık salt sınıf eksenli değil, sınıf, kimlik ve en genel alamda “yaşam” eksenli bir yapıya ve mücadele biçimlerine de uygulanır hale gelmiştir. “Uygulanır” kelimesi üzerinde ısrarla durmak istiyoruz, çünkü tüm mücadele biçimleri gibi öz örgütlülük de belirli bir ihtiyacın ürünü olarak açığa çıkmıştır. Bu ihtiyaç giderildiğinde ona ihtiyacımız kalmayacaktır. Ülkemiz sistem karşıtı özgürlükler ve haklar mücadelesinin tarihsel pratiğine

baktığımızda çeşitli alanlarda öz örgütlüğün yanlış bir şekilde kavrandığını, uygulandığını görüyoruz. Bu yanlış anlamaları ve uygulamaları çeşitli örneklerle daha anlaşılır kılmaya çalışacağız.

Sendikal Mücadele ve Öz Örgütlülük

Sendikal mücadele temelde ekonomik haklar ve demokratik taleplerden yola çıkar. Burada sendikaların parçalı yapısına, renklerine (sarı sendikalar), yanlış uygulamalarına, sistemle uzlaşmış biçimlerine çok değinmeden somut bir alan üzerinden öz örgütlülük ilişkisini tanımlamayı daha doğru buluyoruz. Zira Türkiye’deki sendikal mücadelenin tarihinde AID (Amerikan Yardım Kuruluşu) kurulmasında ön ayak olduğu, sınıf eksenli olmaktan uzak, uzlaşmacı sendika konfederasyonları (Türk-İş) dahi vardır. Bu sadece bu coğrafyaya özgü bir durum da değildir, emperyalist-kapitalist sistemin tüm dünya işçi sınıfına, onların sınıf örgütlülüklerine karşı uyguladıkları “kontrol altında tutma”ya, “gelişimini engelleme”ye yönelik genel saldırı stratejisinin ürünüdür. İşçi ve emekçi sınıfların kültürel ve kimliksel aidiyetlerinde görülen farklılıklara rağmen bir işçinin öz örgütü, çalışma alanları içerisinde ekonomik-demokratik haklarını arayabileceği sendikadır. Devamı 18-19 da


18 analiz

Sendika kişilerin inanç, kimlik, kültürel aidiyetlerinden, siyasal tutumlarından çok, var olduğu alandaki niteliğiyle ilgilenir. Onun tekstil işçisi olması tekstil alanındaki sendikada örgütlenmesine yeterlidir. Sendika bir araç olarak işçi sınıfın niteliğinden değil, hangi alanda iş gücü olarak varlık gösterdiğinden ve onun özlük (sınıf) haklarından yola çıkar. Hak arama bilinci yaratması nedeniyle de, kapitalist sistemde işçi ve emekçilerin kendi öz bilinçlerini oluşturmalarındaki önemini korur. Bu her şey değildir ama kapitalizm koşullarında “bir şey”dir. İşçi sınıfının kimlik, sınıf ve siyasal bilinç taşıdığı aşamada, onun artık tek bir öz örgütü olmaz. Çünkü bilinç, o bilinci taşıyan ideolojik şekillenişini de beraberinde getirerek, kendini farklı alanlarda var edebileceği zeminlerin zorunluluğunu koşullar. Kimlik bilinçli (ulus bilinçli) bir Ermeni işçi, sendikal mücadele içerisinde bu kimliğiyle var olur; eşcinsel bir işçi de kendi kimliksel özgürlük bilincinden yola çıkarak, hatta aynı zamanda komünist, anarşist, ekolojist, muhafazakâr, liberal vs. olarak aynı sendikada ve sendikal mücadelede kendini var eder. Burada amaç, ideolojik-siyasal şekillenişlere uygun bir sendikal mücadele vermek değil, ekonomik-demokratik hakları çerçevesinde ortak bir hak arama; kazandığını koruma, çalışma şartlarını iyileştirme ve hayat standartlarını yükseltme mücadelesi vermektir. Çünkü her araç kendi etki alanı çerçevesinde hareket eder. Sendikalar ne sınıf mücadelesini, ne özgürlükler mücadelesini vermekte tek başına yeterli ya da tek başına devrimci bir olanak taşır. Orası esas olarak ataerkil-kapitalist sistemin ekonomik politikalarına, saldırılarına karşı işçi sınıfının kendi haklarını savunacağı bir alan olarak var olur. Bilinçli mücadele alanları, sınıf bilinçli işçiler ve genel olarak tüm insanlar için komünist partiler; kimlik bilinçli kadınlar için feminist kuruluşlar, kadın hakları örgütleri; eşcinsel bir işçi için LGBTİ+ birimleri aynı anda öz örgütlülük alanlarına dahildir. Biri alan örgütlenmesi, diğeri ise tümel yaşam örgütlenmesidir. Burada ikisi arasında tercih değil, ikisinde de kendi kimliğiyle var olma, ama olduğu yere göre ideolojik-politik şekillenme olmalıdır. Sistemin tek tek parçalara böldüğü toplumsal yaşam pratiklerimizde

1-15 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü bizlerin de her bir parçaya aynı perspektifi dayatmamız doğru değildir. Bölünenlerin(ezilenlerin) birleşeceği aşamaya kadar parçalar arasında daha genel sorunsalları kapsayan birliğin mücadelesi verilir. Tüm toplumsal, bireysel sorunlarının tarihsel olarak esas kaynağı ezen-ezilen ilişkilerine, yani sınıf sorununa gelip dayansa da, bu sorunların nihai çözümü sınıf savaşımı ekseniyle mümkün olsa da, çeşitli yaşam birimlerinde yaşanan sorunların çözümü farklı nitelikler kazanır. Ezen-ezilen ilişkilerinin tümünün ortadan kalkacağı bir toplumsal devrime ertelenemeyecek sorunların çözümü, toplumsal devrimin bilinçsel, kimliksel, kültürel dinamosunu oluştururlar. Bugünün mücadelesiyle kazanılacak özgürlükler, yarına havale edilemez. Yarının özgürlük sorunları da özgürlükleri de başkadır. Hemen belirtelim ki, sendikaların, ekonomik politikalar dışında siyasal bir tutum sergileyemeyeceği gibi ekonomist bir algılayış doğmasın. Sendikal mücadele temelde tüm insan hakları noktasından hareket edebilecekse bile, hareket etmek için yaşayacağı baş çelişki esas olarak iktisadi düzenle ilgili olacaktır. Hatta bu hareket noktası her zaman ekonomipolitiğin eleştirisi üzerinden şekillenecektir. Kapitalizmin sendikal mücadeleyi bölmek için kullandığı yaklaşımlara rağmen; politik örgütlenmelerin, devrimci-demokrat kurumların ülkemizde çokça örneğini gösterdiği kendi sendikal mücadelelerini vereceği ya da bu yolla örgütlenebilecekleri kişisel (şahıs anlamında değil, kurumsal anlamda kişisel) sendikaların kurulması buna örnektir. Sendikal mücadeleyi haklar mücadelesinden çıkartıp, devrimci bir mücadele içerisine sokmanın meşruiyeti tartışılamayacaksa bile, aracın amaçlaştırılması tartışılacak düzeydedir. Çünkü devrimci örgütlenmelerin kendi sendikal birimlerini kurarken ki amacı, diğer devrimci örgütlenmelerle birlik içerisinde devrimci sendikaların kurulması değil, kendi devrim strateji-taktiklerine uygun şekillerde kurmalarıdır. Bu yanıyla çeşitli devrimci kurumların öz örgütlülüğe bakışı devrimci öz örgütlenmeler noktasından değil, “kendi devrimci öz örgütünü oluşturma paradoksu”ndan yola çıkar ki, öz örgütlülük tanımının içinin boşaltıldığı bir noktaya evrimleştiklerini, gene zamanla sönümlendiklerini görürüz. Bu basit bir sönümleniş değil, uzun vadede kitle hareketini bölen ve zayıflatan etkileri olan bir sönümlenmedir. Ekonomik-Demokratik Mücadele Alanları ve Öz Örgütlülük Belki de en geniş anlamıyla ekonomikdemokratik mücadele olarak tanımlayabileceğimiz sınıfsal- kimliksel mücadeleler, en geniş niceliğe ve etkiye sahip politik şekillenişli mücadeleler olmasıyla kendini gösterir. Bu mücadele biçimindeki temel amaç sistemle onun etkisinde bulunan insanlar arasındaki çelişkiyi ya sivil toplumculukta olduğu gibi onarmak, sadece ekonomik kazanımlar endeksli bir ekonomizme düşmek ya da sistemin etkileri, dayatmaları, baskı ve zorlamaları karşısında daha dirençli kitlesel bir mücadele ile onun karşısında durmak biçiminden yola çıkar. Burada karşısında durmak kavramı, hem kendi varlığını korumak hem de sistemi değiştirmek anlamlarını içerir. Biz ekonomik demokratik mücadeleyi bu

yanıyla sistem karşıtlığıyla iç içe geçirerek tanımlamayı daha doğru buluyoruz. Ekonomik-demokratik mücadeleye bu temel özelliği nedeniyle homojen bir biçimde değil çeşitli ideolojik yaklaşımları içerisinde barındıracak politik yaklaşımlara uygun olarak şekillenmelidir. Amaç, ataerkil-kapitalist sistemi ekonomik-demokratik yaşam alanlarında acımazsızca var etmek olmadığı için de sistem karşıtlığının etkileri olan: “Antiemperyalizm, anti- faşizm”le harmanlanan genel bir düşünsel öze sahip olmalıdır. Fakat bu özün yeniden tanımlanmaya ihtiyacı vardır. Türkiye’deki toplumsal muhalefetin tarihi, bu geniş politik özün Kemalizmin, daha genel olarak totaliter modernist görüşlerin resmi ideolojisi tarafından çokça bulandırıldığı hareketlilikleri de yaşamışlıkları vardır: Özgücü bir siyasal kavrayışıyla bu topraklara özgü, yerli bir sosyalist anlayış türetmek adına; sınıflı toplumun gelenek ve göreneklerinin tüm yansılarının; ulus devletleşme aşamasındaki bir ülkede Kemalistlerce yeşertilen milliyetçilik ve halkçılık kavramlarının dogmatik bir sarılımla sürdürülmesi bakımından gelenek ve modernlik kıskacında; ne tam birisi; ne tam ötekisi olmanın sağlanamaması tipik bir modernleşme sancısının özgücü, solun düşün dünyasındaki hiç dinmeyen bir baş ağrısıdır. Sistemin kuruluşundan bu yana ülkedeki hâkim klikleri oluşturan sivil-askeri bürokrasinin tırnak içinde milli burjuvazinin, “vesayetçilerin” resmî ideolojisinin, kitlelerin demokratik taleplerini, en temel insani haklarını yok sayan anti-demokratik özünü görmeye çalışmak yerine, onun hep antiemperyalist yanının olduğunun var sayılması ve anti-Marksist teoriler üretilmesi gibi. Burjuva demokrasilerinin, burjuva yönetim aygıtının en önemli kalıplarından olan “laik”lik kavramının ülkedeki sorunlu biçimini atlayarak, evrensel bir ilkeymiş gibi onu her koşulda savunmak adına, inanç özgürlüklerinin baskı altına alınması, inançların demokratik örgütlenmelerine “gerici”lik indirgemeciliği ile karşı çıkılması açısından egemenlere yedeklenilmesi ve bu çağın sekter bir “aydınlanmacı”sı tavrı göstermenin başarılması gibi -ki bu düşünsel körlük, bir aydınlık değil; çok daha başka bir karanlıktır- bu sol-sosyalist muhalefetin belirli kesimlerinin, kendilerini küçük burjuva referanslarla üstün, “ileri” gördüğü, yeni elitist bir “ortaçağ“ıdır. Ulusal sorun konusunda, kendi ideolojileriyle çelişen şekilde, ezilen ulusların ve onların meşru haklarının, pratik mücadele (çoğu kez teorik olarak da) açısından inkârına dayanan sosyal-şoven anlayışlara teslim olunması gibi. Bu yüzden kendi gerçekliğimizin eleştirisi derken, toplumsal muhalefeti “Kemalist- faşist, şoven, sosyal-şoven, ataerkil,” tüm yaklaşımlardan arındıracak düşünsel mücadeleyi ve etkileşimi kastediyoruz. Bizce ekonomik-demokratik araçlarda sistem karşıtlığı bu özün sınırları içerisinde, kendini var etmek isteyen birey ve kurumların içerisinde var olabileceği bir yanı ifade eder. Sözgelimi bu bir gemiyse içerisine Türkiye’deki toplumsal muhalefetin düşünsel ve pratik açıdan önünü tıkayan en genel ifadeyle bu dört zararlı sınıflı toplum ideolojisinin politikalarını örgütleyenlerin haricinde tüm politik özgünlüklerin binebileceği bir gemi olmalı. Limanı ise, mevcut sistem karşısında hak ve özgürlük

mücadelesi temelli olacağı için ideolojik yaklaşımların merkeze alınmadığı bir yerdir. Kızıl, siyah, mor, yeşil… Bayraklardan herhangi birinin dalgalanma ayrıcalığını diğerlerine dayatmadığı ve birinin kendi rengini diğerlerinin gölgesinde görmediği, aksine, hepsinin bir arada sallanacağı ve sorunlarını üreten sistemi hedeflemede birlikte demir almaya hazırlık yapacağı bir liman… Ülkemiz bu yanıyla ekonomik demokratik mücadele alanlarının ironik bir tahayyülünden geçilemeyecek durumda kendini var eden kurumlar yığınıyla doludur. En belirgin ironi kurumların adıyla, teori ve pratikleri arasındaki ayrımda görülür. Temel amaç birleşik bir demokrasi-özgürlükler mücadelesinin zeminini yaratmaktan çok kendi siyasal-ideolojik yaklaşımlarına göre şekillendirdikleri devrimci demokrat mücadelelerini yürütmektir. Amacımız devrim ve demokrasi mücadelesine katkılarını tartışmak değil, temel bir ironik şekillenişi göstermekten ibarettir. Bu yüzden politikalarını tartışmaktan çok, ekonomikdemokratik mücadele ve öz örgütlülük kavramlarına yaklaşımları görünür kılmaktır. Öz örgütlülük devrimci bir muhteva taşıdığı anda öz örgütlülük değil devrimci öz örgütlülük olur ki burada da kurumların kendilerini “cephe-federasyon, ev” diye tanımlamalarına karşın tekil bir devrimci cepheyi, federasyonu, evi… Yani kendilerini açımlar. Aslında asgari politik birliği esas alan devrimci öz örgütlülük tanımına bile uygun hareket edilmez. Akademik-Demokratik Mücadele Alanı Olarak Üniversitelerde Öz Örgütlülük Ekonomik- demokratik mücadelenin üniversitede aldığı biçim akademik demokratik mücadele ve kendini gerçekleştirme eylemleridir. Ekonomik-demokratik mücadele için “Başka Bir Dünya ve Varoluş” diyenleri bir araya getiren politik bir hattı kastediyorsak, akademik alan için de “Başka Bir Dünya, Varoluş ve Başka Bir Üniversite” fikriyle iç içe geçirilecek bir anlayışı vurguluyoruz aynı zamanda. Yazının başlarında ideoloji, siyaset ve politika (bu yazıda ifade ettiğimiz anlamda) arasında göstermeye çalıştığımız ayrım, burada tanımlamasını yapacağımız uzunca bir süredir tartıştığımız öz örgütlülük kavramıyla açımlanacak, örneklendirilecek, öneriler sunulacaktır. İdeolojik anlayışlara uygun gelişen siyasal yaklaşımlar müdahale etmek istediği yaşamsal çelişkiler, çatışmalar itibariyle sistem karşıtlığı ekseninden hareketlenir. Politikayı daha genel anlamda yaşamın tümüne ilişkin insanın kendini gerçekleştirme çabası, mücadelesi, biçimi olarak ele aldığımızda göreceğiz ki ideoloji birleştirici değil özü gereği bölücü niteliktedir. Bu bölücü nitelik egemenlerin dilindeki kötücül anlamda değil, maddeyi çelişkide olduğu diğer maddelerle ilişkisi içerisinde tek ve en devrimci yanıyla ele almasından kaynaklanır. Komünizm mücadelesi, burjuva ideolojisine karşı, en devrimci sınıf olarak gördüğü proletaryanın ideolojisine göre şekillenir; Feminizm ataerkil ideolojik yapılanmalara karşı, kadının ataerkil sistemden kurtuluşu olarak gördüğü ataerkil kapitalist sistemin cinsiyetçi politikalarına karşı kadın eksenli ideolojik-siyasal-düşünsel yaklaşımlardan yola çıkar. İdeolojik yapılanmalar bu yönleriyle düalist bir yan da taşır: Zıtlıklar, karşılıklı çatışmalar üzerinden kendilerini şekillendirir. Ezen-ezilen, sömürensömürülen… Fakat antagonist olmayan

H Ö S


1-15 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü karşıtların bir araya gelmesi hem kendi içine hem de kendi dışına (sisteme) yönelişlerinin etkisini hızlandırır. İçeride ideolojik mücadeleyle dönüşüm sağlanırken, dışarıda ataerkil- kapitalist sisteme karşı mücadelenin seyri doğru bir politik hatla gelişerek ilerler. Nereden, hangi sınıftan, hangi kimlik açısından bakarsak bakalım; karşıtların birliği olmadan mücadelesi olmaz. Politik mücadelenin başkalığı; ideolojik yaklaşımlar, siyasal formasyonlarla, programlarla, daha farklı örgütlenme anlayışıyla, başka mücadele araçlarıyla kendini gerçekleştirme eylemini tarif ederken, bunların sistem karşıtlığı noktasında birleşebilecekleri yaklaşımı tarif etmesinden kaynaklıdır. Bizi, bizim dışımızdaki öğrencilerle, öğrenci-gençlik kurumlarıyla birleştirecek olan ideolojik yaklaşımlarımız değil, asgari politik sorunsallardaki ortak tavır alışlarımız olacaktır. Bir komünist öğrenciyle, anarşist, feminist,

T

H Ö S

muhafazakâr vs. öğrencinin birleşeceği nokta, devrim modeli, kendilerini ve tümel yaşamlarını gerçekleştirme biçimleri değil, ortak talepler, duyarlılıklar konularında hareketlenmeleri olur ancak. İdeolojik yaklaşımları ön planda tutarak sistem karşıtlığı, hak ve özgürlük talepleri noktasından hareketlenme çabası öğrenci hareketlerini monolitik (kurumsal açıdan tekçi), homojen yapılanmalara dönüştürecektir. Tarih, FKF ve Koordinasyon örneklerinde göstermiştir ki, öğrenci hareketinin örgütlülüğünde zamanla sayısal olarak baskın gelen, çoğunluğu ve karar alma mekanizmasını elinde tutan ideolojik-siyasal kavrayışların şekillendirmesiyle, bu örgütlerin esas işlevinin yitirilmesine neden olunmuştur. Önceki halleri yeni ve başka hallerinin yadsınmasıyla son bulmuştur. FKF ve Koordinasyon deneyimlerinden doğru politik şekillenişi, örgütsel yapıyı baz

aldığımızda ataerkil-kapitalist sistemin eğitim politikalarına karşı -kapitalist sistemin dayatmalarının çeşitliliğini de göz önünde bulundurarak- yeni, birleştirici bir öğrenci hareketinin zorunluluğu ve imkânı açıktır. Üniversitelerde verilen mücadelenin parçalı yapısı, öğrenci örgütlenmelerinin akademikdemokratik alanlardaki kazanımlarını, dolayısıyla, kendilerini gerçekleştirmelerini engellemektedir. Bu parçalı yapının kaynağında ise, politik sorunlarda ideolojik ve örgütsel yaklaşımların ön planda tutularak hareket edilmesi yatıyor. Sorunlar her örgüt tarafından tespit edilmiş, ama sorunlara yöneliş aynı kalmaya devam etmiştir. Yaşam alanımıza yönelik saldırılar karşısında (Saldırı yoksa çoğu zaman birlik, ittifak, cephe, platform olmaz) eylem birliktelikleri yapılsa da ortak politik sorunlar çevresinde politik cepheler kurulamıyor, uzun süreli ittifaklar yapılamıyor ya da oluşturulan

AFORİZMA

19

platformlar bir süre sonra örgütsel pragmatizmlerin ayyuka çıkmasıyla sekteye uğramak zorunda bırakılıyor. Bir diğer ihtimalle de ekonomik-demokratik öze sahip sorunlar karşısında, nesnel şartlara aldırmaksızın ideolojik çözümler üreterek, sorunun “ütopik bir devrim tarihiyle çözüme kavuşturulması” sözü verilmiştir öğrencilere. Siyasal determinist kavrayışların beslediği; öznelcilikle belirlenmiş “çocukluk hastalığı” tekrar kılınmıştır. Şimdiki zaman ve onun mücadelesi; geçmişin ve geleceğin fetişleştirilmesi anlamında yitirilmiştir. Sadece körü körüne muhafaza etmek açısından muhafazakâr bir savunuya dönüştürdüğümüz geçmiş ve her yenilgiyle daha da sıkı sarıldığımız geleneksel kalıplar; aslında sürekli olarak geliştirilmesi gereken önemli tarihsel deneyimler olarak; geleceğin önemli bir atılımı olmalıdır. Sosyalist Öğrenci Hareketi

Derya İshak

TOPLUMSAL DEĞİŞME, SINIF MÜCADELESİ VE TOPLUMSAL HAREKETLER

oplumların gelişmesi ve değişmesinde etkili olan güçler nedir? Toplumlar nasıl değişir? Devrimler; reform, evrim ve bunlara tekabül eden güç ve değişiklikler kapsamıyla birlikte tartışma konusu olmaya devam ediyor. Özellikle 196070’lerden sonra dünyada hızı kesilen devrimler, -var olan komünist partilerin bürokratik bir hale dönüşerek düzenin parçası haline gelmesi- 1968 toplumsal hareketleriyle yeni bir ivme kazandı. İşçi sınıfı ve bağlaşık hareketlerinden umudunu kesenler, komünist hareketin dünya çapında zayıflamasından giderek yeni toplumsal hareketleri esas itici güç olarak görmeye başladılar. Tüm insanlık tarihi insanın doğayla ve insanın insanla ilişkilerinin tarihidir. Tarihin öznesi insandır. Toplumsal değişme, insan-doğa çelişkisinin belirlediği teknoloji ve insanın insanla, toplumsal sınıf çelişkisinin belirlediği etkileşim tarafından biçimlenir ve nesnel olduğu kadar kaçınılmaz bir süreçtir de. Toplumsal değişme, bir yönüyle teknolojik gelişmelere bağlı olsa da değişmeyi asıl sağlayan sosyal çelişkilerin neden olduğu sınıf çelişkileridir. Tarihin her evresinde, farklı üretim biçimlerine göre şekillenen farklı sınıflar ortaya çıkmıştır. Bu sınıflar arasındaki çatışma yeni bir toplumsal evreye geçilmesine neden olmuştur. Kölecilikte köle sahipleri ile köleler, feodal toplumda toprak sahipleri ile köylüler arasında çelişki vardır. Ticaretin gelişmesi sonucu tüccarlar güç kazanmıştır. Tüccarlar zanaatkârlarla birlikte kentlere yerleşmiş; kentsoylu bu sınıf fabrikaları kurarak endüstriyel gelişmenin kontrolünü ele geçirmiştir. Endüstri Devrimi neticesinde güç kazanan kentsoylu bu sınıf toprak sahiplerinin iktidarına son vermiştir. Kapitalizmin temelinde burjuvazi ile işçi sınıfı arasında bir çelişki vardır. Bir toplumda maddi üretim araçları ve insanlar üretim güçlerini oluşturur. İnsanların içine girdikleri ilişkiler üretim biçimlerini ortaya çıkarır. Örneğin tarımla geçinen toplumlarda toprak temel üretim aracı iken, endüstri toplumlarında fabrika üretim aracıdır. Üretim araçları

karşısında insanların aldıkları pozisyonlar onların bilinçlerini belirler. Toprak sahibi toprağını kaybetmemek ve topraktan daha fazla verim elde etmek için çabalar. Toprağa bağlı çalışan köylü ise toprak sahibine karşı kendi çıkarını kollamak durumundadır. Çünkü karnını ancak toprağı işleyerek doyurabilir. Fabrika sahibi işçilerini daha çok çalıştırıp daha fazla kâr elde etmek ister. Fabrikada çalışan işçi ise iş-gücünü satmak zorundadır. Üretim araçlarının gelişmesi sonucunda üretim güçleri mevcut üretim ilişkileri çerçevesinde huzursuzluğa yol açar ve üretim biçimini değişmeye zorlar. İnsanların konum ve ideolojileri esas olarak bu maddi hayat tarafından biçimlenir. Toplumsal değişme, toplumları biçimlendiren teknoloji, kültür, sanayileşme, kentleşme, göçler, savaşlar, bürokrasi, hak arayışları, medyanın ve internetin gittikçe artan etkisi gibi dinamik güçleri içeren bir süreçtir. Toplumsal değişme gerek kültürün gerekse toplumsal kurumların zaman içerisinde dönüşmesi anlamına gelmektedir. Toplumsal hareketler genel bir sınıflandırmayla ve daha çok amaçları bakımından şöyle ele alınabilir. Barış hareketleri, çevreci hareketler, işçi hareketleri, ulusal ve inanca dayanan kimlik hareketleri, ifade özgürlüğü-demokratik hareketler, kadın hareketleri, LGBTİ eksenli hareketler vb. biçiminde tanımlanabilir. Bu hareketler, taban örgütlenmesine dayalı toplumsal yapının belirli bir boyutunu değiştirerek toplumu iyileştirmeyi hedefleyen hareketlerdir. Ve bu hareketlerin toplumu temelden değiştirme hedefi yoktur. Kapsam itibariyle sınırlıdır. Günümüzde görülen toplumsal hareketlilik sınıf çatışmasını ortadan kaldırmaz; tersine sınıf mücadelesine katkı yapar. Toplumsal değişme ve özgürlük alanı ile sınıf mücadelesi alanı birbirini dışlayan iki ayrı alan değil; birbirini içeren, birbirine bağlı alanlardır. Kapitalizmi temelden devirmeyi hedeflemeyen toplumsal özgürlük ve hak arayışlarına dönük mücadele alanları dar ve sınırlıdır. Reform ve evrim diyebileceğimiz bir sürece dayanırlar; genel demokrasi mücadelesinin birer parçasıdırlar. Sınıf

mücadelesinin bir parçası haline gelebilirler. Toplumsal değişmenin temel itici nedeni sınıf çatışmalarıdır. Sınıflar toplumlardaki farklı üretim biçimlerine bağlı olarak ortaya çıkar. Üretim güçleri ile üretim ilişkileri üretim biçimlerini oluşturur. Üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki çatışma nesnel düzeydedir. Gerçek, insana doğa-toplumun doğrudan sunduğu bir şey değildir. Çoğu zaman gerçeği bulabilmek için gerçek gibi görünen bir görüntünün ilişkilerine ulaşmak gerekir. Toplumsal hareketliliğe kaynaklık eden sınıflara bölünmüş kapitalizmin kendisidir. Toplumsal eylemlerin farklılık gösteren biçimleri, düzenleri, desenleri ve bu eylemlerin politika, ideoloji ve kültüre dayanma tarzlarına baktığımızda, toplumsal hareketlerin ve ortak eylemlerin kaynakları olarak ırk, cinsiyet, sınıf vb. gibi kimliksel hareketler öne çıkar. 1968 dönemi sistem karşıtı bütün hareketlerin dönüşüm geçirdiği bir süreç olmuştur. Bu dönemde Çin Kültür Devrimi, Küba Devrimi, Vietnam Savaşı gibi dünya ölçeğinde gerçekleşen ve çok yönlü etkileri olan olayların yanı sıra pek çok toplumsal hareket gelişip yayılmıştır. Ulusal kurtuluş mücadeleleri genelde sosyalizmi benimserken, merkez ülkelerde kimlik hareketlerine yönelik bir gelişim ve buna paralel olarak çevre ülkelerde etnik ve dinî kimliklere yönelim gelişmiştir. 1960’ların sonlarında işçi sınıfı hareketi bir toplumsal hareket olarak ivme kaybettiğinde yeni tip hareketler ortaya çıkmaya başlamıştır. ABD’de ve başka ülkelerde 1968 çatışmalarına verilen tepkiler, işçiler ve diğer sömürülen kesimler adına yürütülen “eski” toplumsal hareketlerin miadını doldurduğu şeklinde bir eğilim doğmuştur. 1960’larda ABD’deki kadın hareketi, sivil haklar hareketi, savaş karşıtı hareket ve Avrupa’daki öğrenci hareketleri, barış hareketi, nükleer karşıtı hareket ve yeşil sosyal hareketlerinde görülen hızlı ve ani artış, doğal olarak, bu hareketlerin geçmiş hareketlerden ne farkı var sorusunu gündeme getirir. Bu hareketlere baktığımızda eski hareketlerin yeni koşullarda yeni özelliklerle biçimlenmiş bir halini görüyoruz. Bütün dünyada gözlenen değişim ve dö-

nüşümlerle birlikte toplumsal hareketlerdeki evrilmeler, 1960’lar ve 1970’lerle sınırlı kalmamış, artan bir hız ve yoğunlukla süreklilik kazanmıştır. 1980’ler ve 1990’larda “Sovyetler Birliği”nin bir alternatif olma özelliğini kaybetmesi ve ardından yıkılmasıyla birlikte yeni dinsel ve etnik kimlikler gelişmeye başlamıştır. Öğrenci hareketleri 1980’lerde eğitim biçiminin dünya çapında dönüşümüyle önemli ölçüde ivme kaybederken, barış hareketi, feminist, çevreci, dinî ve etnik hareketler de son yıllarda gelişerek süreklilik kazanmıştır. Toplumsal hareketler, toplumsal ilişkiler ve toplumsal bilinçle birlikte belli bir dönüşüm geçirmiştir. “Yeni toplumsal hareketler kavramı”, 1970’lerin ortalarından beri gelişmekte olan barış hareketleri, feminist hareketler, çevre hareketleri ve yerel özerklik hareketlerin yeni özelliklerini açıklamak için kullanılmıştır. Gerçek anlamda “yeni” olanın ne olduğu ve bu yeniliğin siyasal etkileri tam olarak açıklığa kavuşturulmamıştır. Bir olgunun yeni oluşu, kendi özgün yapılanmasının, benzer ve eski olarak tanımlanan olgudan ayrıştığı noktada belirginleşecektir. 1968’den sonra, etik ya da kimlik konularını vurgulayan, kullandıkları taktikler ve katılımcılar açısından yeni olduğu iddia edilen şeyin, eskiden yaygın olan işçi hareketlerine, politikanın merkez olgusunun sınıf olduğu ve politik ekonomik dönüşümün bütün toplumsal dönüşümü sağlayabileceği görüşünden ayrışmak istemesidir. Tüm bu gelişmeler, iki yanlış bakışı beraberinde getirmiştir. Birincisi, bu toplumsal hareketleri toplumsal kurtuluş hareketleri yerine ikame etme ve gereğinden fazla önemini büyütme, dolayısıyla sınıftan kaçma tehlikesidir. Diğer tehlikesi ise, devrimci harekette geçmişte etkili olan sınıf indirgemeciliği temelinde, her ne olursa olsun demokratik, toplumsal özgürlük içerikli mücadele ve birikimlerine burun bükerek, bu alanların genel mücadelenin birer parçası olduklarının inkârdan gelinmesidir.


20 güncel

Munzur’un özgür akışı engellenemez! 1-15 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü

Dersim halkının önemli demokratik ve kültürel kazanımlardan biri de Munzur Kültür ve Doğa Festivali’dir. Yıllardır bütün engelleme ve içinin boşaltılarak dejenere edilme çabaları ve saldırılarına rağmen, Dersim’in tarihsel, demokratik ve devrimci kazanımlarını, kültürünü, doğasını merkeze koyarak ve on binlerle buluşarak Munzur’a akan ve coşkun bir sele dönüşen Munzur Kültür ve Doğa Festivali; bu yıl aynı zamanda Vali olan Kayyum belediye tarafından bin bir türlü kirli politikalarla gasp edilme girişimleri ve yasaklarla engellenmeye çalışılmıştır

E

rdoğan-AKP iktidarının keyfi OHAL hukuksuzluğu zemininde topyekûn halklara karşı uygulamış olduğu zorbalık sistematik olarak devam ediyor. Tamamen susturulmuş ve kendisine biat eden bir toplum yaratmak isteyen Erdoğan/AKP iktidarı bu zeminin dışında hareket ve itiraz eden bütün toplumsal dinamiklere ise pervasız bir biçimde saldırarak susturmaya çalışmaktadır. Burjuva muhalefete dahi tahammül etmeyen mevcut gerici siyasal iktidar ülkeyi tam anlamıyla bir cehenneme ve halklar hapishanesine dönüştürmüş durumdadır. Toplumsal mücadelenin ve muhalefetin en diri olduğu yerlerden biri de Dersim’dir. Bu bağlamda Dersim, genel saldırı konsepti içerisinde özel bir yerde durmaktadır. Bir bütün her daim sistemin bir numaralı hedefi olan Dersim, bugün de kuşatılarak ve her türlü kirli politikalarla bastırılmaya çalışılmaktadır. Bu bağlamda Dersim halkının kan ve can bedeli bir mücadeleyle ve yoğun emeklerle kazandığı bütün demokratik ve ileri mevziler sistem tarafından gasp edilerek engellenmeye çalışılmaktadır. Bir bütün olarak Dersim halkının tarihsel devrimci ve demokratik iradesini yok etmeyi stratejik bir politika olarak önüne görev koymuş olan burjuva

siyasal iktidar; askeri, siyasal ve kültürel saldırı politikalarını merkeze koyarak Dersim’in kadim topraklarını çoraklaştırmaya ve insansızlaştırmaya çalışmaktadır. DHF: Yasaklara karşı Munzur’un coşkusuyla Dersim’e akalım! Dersim halkının önemli demokratik ve kültürel kazanımlardan biri de Munzur Kültür ve Doğa Festivali’dir. Yıllardır bütün engelleme ve içinin boşaltılarak dejenere edilme çabaları ve saldırılarına rağmen, Dersim’in tarihsel, demokratik ve devrimci kazanımlarını, kültürünü, doğasını merkeze koyarak ve on binlerle buluşarak Munzur’a akan ve coşkun bir sele dönüşen Munzur Kültür ve Doğa Festivali; bu yıl aynı zamanda Vali olan Kayyum belediye tarafından bin bir türlü kirli politikalarla gasp edilme girişimleri ve yasaklarla engellenmeye çalışılmıştır. Fakat sistemin bütün saldırı, engelleme ve provokasyonlarını tanımayan Dersim halkı ve devrimci ve demokratik kurumlar “Yasağı tanımıyoruz sel olup Dersim’e akalım” şiarı ile yasaklara karşı Dersim’de olacaklarını ve festivali kutlayacaklarını açıklayarak yasağı tanımadılar. 17. Munzur Kültür ve Doğa Festivali’nin yasaklanmasına ilişkin bir açıklama yapan

Demokratik Haklar Federasyonu “Baskılara, yasaklara karşı Munzur’un coşkusuyla Dersim’e akalım” başlıklı bir açıklama yaparak tüm halkı festivali sahiplenmeye ve sel olup Dersim’e akmaya çağırdı. DHF tarafından yapılan açıklamada “Geçmişte faşist egemenler tarafından defalarca yasaklanan Munzur Festivali halkın kararlılığı ve direngenliği ile tekrar tekrar gerçekleştirilmiştir. Dersim halkının faşist baskılara karşı direniş bilincinin kuşandığı; doğasını, yaşam alanlarını, iradesini savunduğu festival tüm baskılara rağmen devrimci-demokratik kamuoyu ve Dersim halkı tarafından sahiplenilmiştir. Dün tüm baskı ve katliam politikalarına rağmen halk kitleleri tarafından sahiplenilen festival, bugünde aynı kararlılıkla sahiplenilmeli/sahiplenilecektir.” ifadeleri yer alırken tüm halkı baskılara ve yasaklara karşı Munzur Festivali’ni sahiplenmeye çağırdı. Yasaklar sökmedi! DHF ve Grup Munzur Dersim’de halkla buluştu! 17.Munzur festivalinin valilik tarafından yasaklanmasını protesto ederek tüm kitleleri Dersim’e akmaya ve festivali sahiplenmeye çağıran Demokratik Haklar Federasyonu, Dersim merkez ve ilçelerde gerçekleştirmiş olduğu etkinlikler ve söyleşilerle halkla buluşarak tüm yasak, saldırı ve engellemelere

rağmen Dersim halkının tarihsel devrimci ve demokratik mücadele birikimlerinin kuşanılarak örgütlü mücadelenin yükseltilmesi gerektiğinin altını çizdi. DHF ve DEDEF’in de içinde yer almış olduğu devrimci ve demokratik kurumlar festivalin başlangıç günü olan 27 Temmuz’da yasağa karşı Dersim merkezde bir eylem gerçekleştirerek festivale yasak getirilmesini protesto etti. Yapılan eyleme DHF-HDP ittifak Milletvekili Erdal Ataş ve HDP Dersim Milletvekili Alican Önlü’de katılarak birer konuşma yaptılar. Eylemde yapılan konuşmaların ardından Grup Munzur ve Grup Alamor kavga ezgilerini halkla birlikte söyleyerek halaylar çekildi. Yine festival kapsamında DHF, DEDEF, DHF-HDP ittifak Milletvekili Erdal Ataş, Grup Munzur ve Grup Alamor yasaklara ve engellemelere karşı İlçelerde etkinlikler yaparak halkla buluştular. Bu kapsamda Ovacık, Hozat, Mazgirt ve Nazimiye’de halkla bir araya gelen DHF, Grup Munzur ve Grup Alamor etkinlikler gerçekleştirerek konuşmalar yaptılar. Yapılan etkinliklerde Grup Munzur ve Alamor kavga ezgilerini halkla birlikte söyleyerek Munzur’un coşkusunu ve haykırışını büyüttüler.


21

1-15 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü

İ

ANTAGONİZMA bo, yoğun okuyan, mücadelenin sürekliliği ile okumanın sürekliliğini birbirlerinin şartı olarak gören bir insandı. Siyaset ve edebiyatı aynı anda izliyordu. Benim gibi satır altını çizme, kenar notu düşme gibi bir adeti vardı. Kitap ve dergi satışlarının olduğu Cağaloğlu’na zaman zaman uğrardı. En çok da Yaşar Kemal’in akrabası Kör Ramazan’ın işlettiği Ararat ile Zeki Öztürk’ün Öcü Kitapevi’ne uğrardı. Uğradığı bir başka yayınevi de Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın günde sekiz saat içinde oturup şiir yazdığı ve kitap sattığı Aksaray’daki Kitap Betik Evi idi. Bu kitap evine Oktay Akbal, Hüsamettin Bozok, İlhan Selçuk gibi yazarlar uğrarlardı zaman zaman. Fazıl Hüsnü, haftada en az bir iki şiir yazar, bunları beyaz karton üzerine kamış kalem ve çini mürekkep ile majüskül tarzda kartona yazar ve kitap evinin camekanına asardı. İbo da ben de o dönem şiir yazdığımız ve yoğun şiir okuduğumuz için düzenli bir şekilde Çapa’dan Aksaray’a iniyor, bu taze şiirleri okuyorduk. Polis, Fazıl Hüsnü’nün yazdığı her şiiri görevli savcıya ulaştırdığı için o kitapevi ilgi merkezlerimizden birisi haline gelmişti. 1966’da komünizm propagandası

İBO’NUN OKUDUKLARI-1

yaptığı gerekçesiyle Horoz adlı şiirinden dolayı da mahkemelik olmuştu Dağlarca. 1967’de ise Hasan Hüseyin Korkmazgil Kızılırmak şiirinden dolayı. Şimdi gelelim İbo’nun 1966 ile 1973 arasında okuduğu kitap ve dergilerden benim anımsayabildiklerime. İbo, 1966-67’de, Çetin Altan ve İlhan Selçuk başta olmak üzere bazı yazarları okumak için Cumhuriyet ile Akşam gazetesini sürekli izliyordu. Bu yazarların makalelerini kesip, okulun camlı duvar gazetesine yerleştiriyordu. Söz konusu yazarlar TİP’in ve Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın düzenledikleri toplantılara zaman zaman katılıyor, devrimci demokratik uyanışın ruhuna uygun etkili konuşmalar yapıyorlardı. Kalbimizin kitap ve hitap ışığına yöneldiği günlerdi ve bizler bunları kalp kulağıyla dinliyorduk. 1967’de İbo, Cemal Süreya’nın Papirus, Vedat Günyol’un Yeni Ufuklar, Yaşar Nabi Nayır’ın Varlık, Hüsamettin Bozok’un Yeditepe, Türk Dil Kurumu’nun Türk Dili Dergisi, Mehmet Fuat’ın Yeni Dergi’si ve ayrıca Soyut Dergisi gibi edebiyat dergilerini izliyordu. Bu dergiler içinde en çok Yeditepe’ye ilgi duyuyor, bu dergide yer alan Dağlarca, Cemal Süreya, Edip Cansever, İlhan Berk gibi şairlerin şiirlerini

Muzaffer Oruçoğlu

okuyordu. Bu dergilerde yer alan Mayakovski, Neruda, Aragon gibi şairlerin yaşamlarını ve şiirlerini de tabi ilgiyle okuyor, notlar alıyordu. Aynı yıl içinde politik dergilerden Ahmet Say’ın sorumluluğunda çıkan Türk Solu, D. Avcıoğlu’nun çıkardığı Yön (Yılın ortalarından sonra yayınına son verdi.) ve Doğan Özgüden’in çıkardığı Ant dergisini okuyordu. 1967’de İbo, kitap olarak, Onlar Uyanırken (Çetin Altan), İki Taktik (Lenin), Diyalektik Düşüncenin Tarihi (Selahattin Hilav), Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu (Sencer Divitçioğlu), Celali İsyanları (Mustafa Akdağ), Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları (Aralov), De Yayınevi’nden çıkan Saat 21-22 Şiirleri (N. Hikmet), Kurtuluş Savaşı Destanı (N. Hikmet), UNESCO tarafından ‘Dünya Kültürüne Hizmet Ödülü’ kazanan Bizim Köy (M. Makal), İnce Memed (Y. Kemal), Devlet Ana (K. Tahir), Kaplumbağalar (F. Baykurt), Ve Durgun Akardı Don (M. Şolohov), Drina Köprüsü (İ. Andriç), Suç ve Ceza (Dostoyevski). İbo, kaliteli eserlere yönelirken, iyi çevirmenlerinkine öncelik verirdi. Hasan Ali Ediz ve Selahattin Batu onun en çok beğendiği çevirmenlerdi. İbo,

adını zikrettiğim bu kitapları okuduğunda, yani 1967’de bir TİP’li idi. Sosyalizmi savunuyor; Kemalist hareketi, sosyalist hareketin güvenilir bir müttefiki olarak görüyordu.

1968 eylem yılıydı; bana roman ve şiir yazmayı, sevgili aramayı bıraktıran, oldukça curcunalı bir yıldı. Buna rağmen İbo böyle bir yılda da okuma disiplinini sürdürdü. Süleyman Ege’nin çevirip, Bilim ve Sosyalizm Yayınları’nın yayınladığı Komünist Manifesto’yu okudu. Ardından Mehmet Selik’in veya Muzaffer Erdostu (Hangisi olduğunu hatırlamıyorum.) Kapitalin beş kitap halinde yayınlanan birinci cildini okudu. Bunlara ek olarak, Milli Kurtulş Savaşımız (Ho Chi Minh), Felsefenin Başlangıç İlkeleri (G. Politzer), Ne Yapmalı (Lenin) kitaplarını okudu.

1968’de edebiyat olarak, Ölmez Otu (Y. Kemal), Hasretinden Prangalar Eskittim (A. Arif), Umut (Andre Malraux) (Bu kitap aynı yıl yasaklandı.), Şikago Mezbahaları (Upton Sinclair), Ekmeğimi Kazanırken (M. Gorki), Benim Üniversitelerim (M. Gorki) kitaplarını okudu. İbo, her yılın nobel edebiyat ödülünü kazanan yazarın dilimize çevrilmiş eserini mutlaka okurdu.

‘’Devrimci kurumlar arası sorunların çözümünde tek alternatif ideolojik mücadeledir’’

Özgür Gelecek gazetesi ve çevresinde yaşanan olumsuzluklara ve devrimci düzlemin dışına taşan pratiklere ilişkin Alınteri, Halkın Günlüğü, Özgür Toplum, Mücadele Dergisi ve Umut Gazetesi ortak bir açıklama yaptı. ‘’ Özgür Gelecek üzerindeki baskıları kınıyor; tarafları özverili olmaya çağırıyoruz’’ başlığı ile yapılan açıklamayı öneminden dolayı olduğu gibi yayınlıyoruz

Ö

zgür Gelecek gazetesi ve çevresinde bir süredir yaşanan sorunlar hepimizin malumudur. Bu sorunlar, taraflar tarafından dostça ve olgun bir şekilde ele alınarak sonuca gidilmelidir. Devrimci hareketin tarihi, bize olumsuz örneklerin tahrip edici ve yıkıcı önemini hatırlatmakta, bu örneklerin daha sonraları özeleştiriyle önemsiz hale getirildiğini bir kez daha anımsatmaktadır. Sonucu belli olan, devrimci dayanışma ve birleşmeyi zedeleyen pratikler ve şiddet eğiliminden uzak durulmalıdır. Taraflar şiddete varan ve davetiye çıkaran söz ve pratikleri terk etmeli, anlaşma sağlanamasa da devrimci-demokratik bir norm içinde kalabilme kabiliyeti gösterebilmelidirler. Halk içi ve onun bir parçası olan devrimci ve demokratik güçler

arasında yaşanan sorun ve çelişkilerde şiddet ve ona tekabül eden hiçbir pratik kesinlikle doğru ve meşru değildir. Devrimci ve demokratik güçler arasındaki sorunlarda şiddet öğesinin bir çözüm olarak pratikleşmesi ve savunulmasını ilkesel olarak reddediyoruz. Keza yine devrimci düzlemin dışına taşan ve niyetlerden bağımsız objektif olarak karşıdevrime hizmet eden her türlü söylem ve belirlemeden kesinlikle uzak durulmalıdır. Bir kez daha altını çiziyoruz ki devrimciler arasındaki sorunların çözümünde tek alternatif ideolojik mücadele ve eleştiriözeleştiridir. Özgür Gelecek gazetesinin bürolarının basılması, el konulması, çalışanlarının taciz edilerek saldırıya uğramasına son verilmelidir.

Bu tür saldırı ve tacizler, eninde sonunda sahiplerini de yaralar. Ağır baskı koşullarında faaliyet yürüten devrimci-demokratik basına destek olunmayacaksa engel de olunmamalıdır. Basın üzerindeki engellemeler, baskılar devrimcilerin işi olamaz. Biz aşağıda imzası olan devrimci basın

kuruluşları olarak, Özgür Gelecek üzerindeki baskıları kınıyor; tarafları özverili olmaya çağırıyoruz’’. Alınteri Halkın Günlüğü Özgür Toplum Mücadele Dergisi Umut Gazetesi


Tarihimizin ağır kayıpları

22 tarih

9’lar ve 13’ler!

1-15 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü

A. Asker ŞENGEZER

Baykal ŞAHİN

Erol GÜNGÖR

Hülya RAS

İmam ECEROĞLU

Kenan ÇELİK

M.Kemal ALTUN

Servet ATALAY

Soner TOKAT

Suna BOZKAYA

Şehriban KARAKUŞ

Tarkan KÖSE

Cemgil BUDAK

Proletarya partisinin tarihsel süreci içerisinde önemli ağır kayıplarından biri de 12 Ağustos 1995 tarihinde yaşanan ve 13 halk savaşçısının ölümsüzleştiği Xıran çatışmasıdır. Çoğu yeni katılım olan gerilla birliğinin olduğu bölgeyi ablukaya alan “TC” askerleri ile halk ordusu gerillaları arasında saatlerce süren çatışmada 13 halk savaşçısı ölümsüzleşir. Bu çatışmada gerilla birliğinin komutanı Mete (Cemgil Budak) yoldaşın tarihi direnişi ve feda ruhu örnek olarak tarihimize ve hafızalarımıza kazınmıştır

P

roletarya partisinin tarihi kan ve can bedeli bir mücadele ve ödenen ağır bedellerle bugünlere kadar gelmiştir. 40 yılı aşkın şanlı mücadele tarihinde proletarya partisi yüzlerce önder kadrosu ve savaşçısını sonsuzluğa uğurlamıştır. Yine proletarya partisi şanlı mücadele tarihi içerisinde tarihsel devrimci direniş ve destanlar yaratarak sınıf düşmanlarına önemli yenilgiler ve darbeler yaşatmış tarihsel bir geleneğin adıdır. Proletarya partisinin tarihi aynı

zamanda toplu ağır kayıpların ve bedellerin ödendiği bir tarihtir. 9’lar, 10’lar, 11’ler,12’ler, 13’ler ve son olarak 17’ler şanlı mücadelemizin ağır ve toplu kayıpları olarak tarihe geçmiştir. Bu toplu ağır kayıplardan biri de Topuzlu ve Xıran çatışmalarıdır. 1 Ağustos 1986 tarihinde Dersim’in Ovacık ilçesine bağlı Topuzlu köyünde “TC” askerleri tarafından kuşatılan proletarya partisine bağlı halk

ordusu gerillaları tereddütsüz olarak direnişi seçerek çatışırlar. Saatlerce süren çatışma sonucunda Doğan Memeçil komutasındaki 9 kişilik gerilla birliği imha olur. Yaşanan çatışmada birlik komutanı Doğan Memeçil ve beraberindeki Ali Demir, Cumhur İçöz, İmam Utan, Yusuf Yıldırım, Yusuf Tosun, Süleyman Kaya, İsmail Kaya ve Cahit Oğuz isimli halk savaşçıları ölümsüzleşirler.

Yine proletarya partisinin tarihsel süreci içerisinde önemli ağır kayıplarından biri de 12 Ağustos 1995 tarihinde yaşanan ve 13 halk savaşçısının ölümsüzleştiği Xıran çatışmasıdır. Çoğu yeni katılım olan gerilla birliğinin olduğu bölgeyi ablukaya alan “TC” askerleri ile halk ordusu gerillaları arasında saatlerce süren çatışmada 13 halk savaşçısı ölümsüzleşir. Bu çatışmada gerilla birliğinin komutanı


23

1-15 AĞUSTOS 2017 Halkın Günlüğü

Mete (Cemgil Budak) yoldaşın tarihi direnişi ve feda ruhu örnek olarak tarihimize ve hafızalarımıza kazınmıştır. Şanlı Xıran direnişinde gerilla birliğinin komutanı ve aynı zamanda proletarya partisinin değerli kadrolarından Cemgil Budak (Mete) ile birlikte, Hülya Ras, Soner Tokat, Şehriban Karakuş, Baykal Şahin, Kenan Çelik, Tarkan Köse, Servet Atalay, M.Kemal Altun, Ali Asker Şengezer, Erol Güngör, İmam

Eceroğlu ve Suna Bozkaya isimli halk savaşçıları direniş destanı yazarak ölümsüzleşirler. Yine Ağustos ayı içerisinde proletarya partisi saflarında ölümsüzlüğe uğurladığımız Hüseyin Ceylan, Katip Saltan, Hüseyin Kılığ, Tuncer Mengücek, Hasan Atac, Hüseyin Gündoğan, Nurgül Bölükbaş, Muzeffer Kahraman ve Mazlum Mansuroğlu’nun devrimci/komünist hatıraları önünde saygıyla eğiliyoruz.

KURUTURSUN

Karanlık, nasıl sinsice saklarsa kahpeliği İhanet, nasıl ki beklenmeyen zamanda vurursa sırtından koç yiğidi Ve Nasıl ki, zorbalar yok etmek isterse geleceğimizi Öylesine haindir, uzun yolun yolcusuna göz diken ölüm Zincirlerini kırmış Gemi azıya almış Salyalılaşmış Ve dahası Zulmü meslek eylemiş Bir kurutma çabasıdır faşizmin ki

Kurutursun! Eyy! cellat kurutursun Kurutursun çarmıha bağlanmış Kurşunlarla doğranmış ON BEŞLİK FİDANIN dalını Ama unutursun! Eyy! cellat unutursun Unutursun o fidana can veren Düşen canla, dökülen kanla filizlenen Toprağının derinliklerindeki damarlarını

Cüneyt Kahraman

TUTSAK PARTİZAN

T

Cafer Çakmak

NESNE İLE ÖZNE İLİŞKİSİ

arih koçbaşıdır. Yıkan ve yaratan, zamanın enlem ve boylam boyutlarını genişleten bütün devrimler, tarihin rahminde büyür. Tarihin rahminde döllenen her devrim önce bilginin dünyasında gerçekleşir ve yürüyüş koluna bir kez girdiğinde devrim, yaratıcıların yakıcı eleştirisi ve praksisiyle yeniden şekillenerek nesne ile öznenin karşılıklı etkileşimine boyun eğer. Tarihin; eşitsiz, sarmal ve sıçramalı bilgisini emip yaşamına taşımayan her devrim karşıtının yadsımasından kurtulamaz. Bilgi çift bacaklıdır. Bir bacağı tarihselliğin uzamında, bir bacağı hakikatin sonsuzluğundadır. İkili karakterinin tarihsellik bağlamı; bilginin belli bir türde kategorik ve sınırlılık içermesiyle biçimlenir. Bilginin tarihselliği ıskalandığında yanılsamalar bulutlarının muhafazakâr topraklarına demir atarız. Bilginin temsil yeteneği hem mahiyeti hem de güçlü, devingen yanıdır. Maddenin yansıması olarak bilgi, maddeden çıkarak maddilik ve madde ile bilgi ilişkisi, başka bir söylemle; nesne ile özne arasındaki ilişki, edilgen değil, aktif bir ilişki içerisinde birbirlerini dönüştürürler. İnsan ediminin aracına dönüşen bilgi, hakikati elde etme amacıyla ortamda etkinlik kazanma özelliklerini birleştirip başkalaştırarak yine ancak ortam içinde bir rol oynar. Tarih, kendi başına hiçbir şey yapamaz. Kendinde varlık nesnesinin doğal yaşamının örülü sınırlıklarından koparıp varlık sınırlarının ötesine götürerek başkalaşıma uğratan bilinçli insanın hareketidir. İnsanın hareketi maddi olanın arkaik-doğal niteliğinin ölümüdür. Kendinde varlık formunu yitiren nesnenin bilgisi, bilgide nesnellik içerir. Ortamı tanıma, anlama, yorumlama ve değiştirme hareketi kazanan bilgi; hem kendi dışındaki nesnenin bilinci olarak ona bağ(ım)lıdır hem de hakikati yorumlayan özelliğiyle hakikati üreten ve değiştiren niteliğiyle kendini var ederek, etkiler ve saf nesneyi yadsır. Öz duygudan sıyrılıp öz bilinç edinen insan, bilgiyi de kendi ölçüleri içinde ele alıp değerlendirir. Bilgi, apriori akla/dolayıma takılarak önceden belirlenmiş amaçsallık/ideolojik prizmada yer edinir. Nesnenin yansıması bilgi, nesnelliğin yanılsaması ve yanılsamanın yeniden üretilme yeteneğini kazanarak, hakikati ters yüz eden ya da gökyüzünden yeryüzüne indirilen ideolojilerin dayanağı olabilir. “Somada 301 madenci yaşamını yitirdi.” bilgisinin; birilerince “madenciliğin fıtratı”, “taktiri ilahi” içeriğiyle yorumlanması birilerince de “göz göre göre katliam” mahiyetiyle değerlendirilme farkı bu açılarla ilgilidir. Tümevarımsal amaçlıktan/filtrelenmiş dolayımdan kurtulmayan aklın bilgi edinmesi, nesnelliği çıplaklığıyla görmesini ve kavramasını koşullamaz; özne edindiği bilgileri, dolayımına/ideolojisine uyumlu dizayn eder. Bilinen nesne bilinen özne de böylelikle kaybolur. Doğa tarihi ile insan tarihinin iç içe geçip eriyerek insanlık tarihinde birleştiği, insan bilgisinin tezahürü teknolojik gelişme çağındayız. İsteğin doyumsuz iştahının yekpare

temsilcisi kapitalist egemenler, bilginin yaratıcı kıvılcımlarından beslenen bilimi ve teknolojiyi sınırsızca kullanıyorlar. Bilim ve teknolojinin evliliğinden doğan nur topu yapay zekanın, insanlığın bütün sorunlarını ortadan kaldıracağını, işçi sınıfının tarihten silineceği, sınıfların ve sınıfsal farklılıkların ortadan kalkacağına vesile olacağını ileri sürüyorlar. Zaman ve uzam akışında, niteliksel her dönüşüm yaşam formlarını ve teorileri şu ya da bu biçimde veya tamamen değişime uğratabilir. Her dönem kendi sorunları, bilgisi ve çözümüyle gelir. Nesne ile özne ilişkisinin edilgen, yalıtık, tek taraflı olmadığını, ikisinin birbirini dönüştürdüğünü ileri sürdüğümüzde muhafazakarlık gösterebilir miyiz? Üretici güçlerin yetkinleşmesi/modernizasyonu emeği yetkinleştirerek klasik bağlamda kabul görüldüğü üzere işçi sınıfının niceliğini ve ihtiyacını düşürerek tarih sahnesinden el çektirmez. Ağır ve imalat sanayisindeki işçi sınıfını minimuma çekerek üretimi/üretim ilişkilerini başkalaştırıp dönüştürürken bu dönemde, devasa arz devasa tüketimi koşullar ve her şeyin makro düzlemde metalaştığı/metalaşırken hem sermaye birikimi hem de artı değer yaratmasıyla işçi sınıfı fabrikalardan dışa doğru genişlik ve yayılım kazanır. Emek araçlarının modernizasyonu fabrika işçisinin niceliğini düşürürken geniş ölçekteki metalaştırma süreci işçileşmeyi arttırır. Emek (kafa-kol) gücünü belli bir süreliğine satan herkes işçidir ve emperyalizmin bu döneminde her (hizmet, sinema, edebiyat, spor, eğitim eğlence, sağlık vb.) sosyal alan hem sermaye birikimi niteliğine dönüştürüldüğü hem de geniş ve yaygın ölçüde proleterleşmeyi yaratmıştır. Üretim/üretim ilişkilerindeki bu değişimin yansıması, üretimin atomize olarak başkalaşıma uğraması, üretken olan ve olmayan emek arasındaki ayrımı belirsizleştirir. Her sosyal alanın metalaştırılması ve öznenin de meta ve tüketim nesnesine dönüştürülerek, ev içi emek, huzurevi, eğitim vb. toplumun yeniden üretimini sağlayan üretken değere dönüştürülür. Bütün dişlileriyle birbirine bağlı toplumsal üretimde, dişlilerden birinin kırılması ya da dönüşün aksaması sistemi derinden ve genişlemesine etkiler. Yapay zekâ on yıllardır emperyalist ve gelişmiş kapitalist ülkelerde üretim sahasında genişçe kullanılıyor. Yapay zekanın niteliği ve etkinliği arttıkça, üretim/üretim ilişkilerinde başkalaşım vuku bulacak. Yapay zekanın niteliğinin artması iş gücünün başkalaşım geçirerek etkinliğini arttırırken, toplum sosyalizasyonunda, toplumsal ilişkilerin bütününde, etnik ve sosyal grupların niteliğinde ve sınırlarında alışkanlıklar ve çatışmalı değişimler göstermesi mümkündür. Devrim teorisi ve politik hareketi verili ve olası toplumsal değişimlerden yalıtık ele alınamaz. Kapitalizm tarihsel bir sistemdir; her sistem gibi, doğar büyür ve ölür, iç yapısal çelişkileri yapısal bunalımlar doğurur ve kendi mezar kazıcılarını yaratarak sonlandırır.


ISSN: 2587-1552

HESAP NUMARALARI Melih Demirkanlı adına TEB TR960003200000000053138964 KARDELEN YAYINLARI Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: MELİH DEMİRKANLI Yayın Türü: 15 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli

YÖNETİM YERİ: Katip Mustafa Çelebi Mah. Tel Sokak NO:18/3 Beyoğlu /İstanbul TEL : 0212 243 88 15

Baskı Adres TEL

: SM. Matbaacılık : Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak No:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST : ( 0212) 654 94 18

ROJANEYA GEL

Bi Berxwedana Nuriye û Semih,em piştgiriyê mezin bikin! Taybetî li caddeya Yükselê ya Enqerê li gel êrîşa wehşî ya terora polêsan a sîstematik jî, di serî de sekna şoreşgerî ya Veli Saçılık ya ku xwe bi hêviyê rapêça bû berxwedana bi biryardarî ya tekoşînê di vê pêvajoya dîrokî de heta bibêjî seknek girîng e. Peywîr ewe ku divê li hemû qadên em lêne di serî de bi dînamîkên civakî re bibin yek, li hember zordestiyê bi seknek şoreşgerî vala derxîn in.

L

i Tirkiye-Bakurê Kurdistanê tekoşîna civakî bi biryardarî didome. Desthilatdariya Erdoxan/AKP ê li ser hemû beşên civakê bi zordestî, şerê xwe yê paşverû bi OHAL û KHK yan hewl dide ku mîsoger û meşrû bike. Erdoxan di axaftinek xwe ya berî niha de ku ji karmendan re xitab dikir de, bi gotina "heke OHAL nebûya me dê nekaribûya em pêşî li grevan bigrim, ji ber ku aniha OHAL heye em dikarin pêşî lê bigrin" hwd. Erdoxan bi van gotinan dide eşkira kirin ka çawa ew hewldidin bi berdewamkirina OHALê rewşa heyî asayî û meşru bikin. Ji bo ku selteneta xwe ya paşverû qewîn û berdewam bike, tehamûla wî ji mûxalefeta burjûwa re jî nîne. Hewl dide ku hemû Dînamîkên polîtik ku yên wek wî

nafikirin, rexne dike. Wan hdef digre û bi ser wan de diçe, wan bi bêdeng dike. Li gel vê zordestî û şerê paşverû yê AKP jî gelên me li her derê, li hemû qadên jiyanê, bi hêviya Welatekî ku lê bê jiyandikirin, ji bo lê xwedî derketina mafên xwe yê civakî û Demokratî tekoşîna civakî bilind dike. Ji LGBTİ+ yan bigre heta bi Nivîskar, Rewşenbîr, Rojnamevan, Jin, Ciwan, Elewî û 'Netewa Kurd' ku bi her awayê hatiye perçiqandin, li hember vê zordestiyê têdikoşin. Berxwedana greva birçîbûnê ya Nuriye Gülmen û Semîh Özakça ya ku gehiştiye merheleyek xeter, ku vê çalakiyê 140 roj li pey xwe derbaskir, derket pêş û bû rojev yek ji eniyên tekoşîna civakî ye. Ev berxwedana ku tevgera Tekoşîna Civakî mezin kir. L, hember

hemû êrîşên paşvero û reşkirinê ya Erdoxan/AKP ê bi awayekî biryardarî didumin. Ji bo piştgiriya Berxwedana greva birçîbûnê ya Nuriye û Semih di serî de li Enqere û hemû bajaran lebatî û çalakî li ger êrîşên hovane û pêşîlêgirtinan jî bi biryardarî berdewam dikin. Taybetî li caddeya Yükselê ya Enqerê li gel êrîşa wehşî ya terora polêsan a sîstematik jî, di serî de sekna şoreşgerî ya Veli Saçılık ya ku xwe bi hêviyê rapêça bû berxwedana bi biryardarî ya tekoşînê di vê pêvajoya dîrokî de heta bibêjî seknek girîng e. Peywîr ewe ku divê li hemû qadên em lêne di serî de bi dînamîkên civakî re bibin yek, li hember zordestiyê bi seknek şoreşgerî vala derxîn in.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.