1
u B sayıda
2
B i r G a r i p Ku r t u l u ş Dokunmak Ko r i d o r H e p i m i z Yı l d ı z To z u y u z
4 8 10 12
Patikalar Denize Çıkar
13
Marx İle Kapitalizmi Öğreniyorum
16
Migren
18
Buğu
19
Bütün Bezelyeler Eşittir
21
Af yon Af yon
23
Damlalar
24
D ü m d ü z O l d u Ta m Ş u r a m
26
C a m e r a t a: G ö ç K ı r m ı z ı s ı
33
Lotus Çiçeği
35
Maskaralıklar Parantezi
36
Mümkün
39
Renault
40
Fa r g o
41
B i r Kü l t ü r E n d ü s t r i s i Ü r ü n ü Olarak Matrix Filmleri
44
K O P YA’ d a n İ l k S o r u Neyi kabul ettiğimizi, ancak kopyadan sorumlu olduğumuzu kabul etmekle anlıyoruz. Neyi kabul ettiğimizi, ancak sürekli saydığımız, değişimini ve isteklerini bizden başlatan kopyadan sorumlu olduğumuz ölçüde anlıyoruz. Her adımda kendini belli ettiği yalanlanamaz. Şimdiye değin günleri ve günlere ait ne varsa onların oluşumunu kopya ettiğimize kendimizi böyle inandırdık. Sorulabilecekler konusunda şüpheliyiz. Sınırlarının ne derece sağlıklı belirlendiği konusunda fikir birliğine varılmadı. Yazılmış, resmedilmiş, gösterilmiş, anlaşılmış, sunulmuş kavramların geniş çapta dayattıkları gerçekliği de kopya kabul ediyor muyuz? Kesinlik, derinlik, abartma, savunma yeterli değil. Çünkü, kopyanın aceleye getirilmesi gerekiyordu! Çünkü, birleşme ve paylaşma sürekli erteleniyor. Çünkü savunma, nitelik ve özveri açısından yeterli değil. Çünkü, karar alma ve uygulamaya dönüştürme süreçlerindeki eksiklik ya da farkındalık neyse kopya. Yine de sorularımız var. Neyse ki bir ay daha süremiz var. Kopyadan yer bulduğumuz, kopyaya yer açtığımız sürece, Direnç bildiğimiz, tam anlamıyla kopya, kopya, kopya, kopya, kopya, kopya, kopya, kopya, kopya NEDİR?
ÇIKIŞ Aylık edebiyat sanat fanzini. Yazı ve görsel işlerinizi kopyafanzin@gmail.com adresine gönderebilirsiniz. Katkıda bulunanlar: Alper Pek, Emre Emrem, Selim Sevim, Emre Akaltın, Batuhan Boz, Berk Akkoç.
kopyafanzin.wordpress.com facebook.com/kopyafanzin
3
B i r G a r i p Ku r t u l u ş (kol a j)
4
1. istemiyordum / korkumdan yazıyorum / o, nefesimde, ikiyüzlülüğüme çiçek isimleri / Kaplama. Tantana. Boşalma. Maskot. Hepsi. Kabul / uyuyorsa artık / hep olur, tanrıça olur, kolayına / cin günlükleri, öfke günlükleri, oyuncak günlükleri, çiçek isimleri günlükleri / onun / öpüşmesi uzunca bilenmiştir / nasıl çiğ bir sızıntı bir gri damla işlenmiştir / dokunabilmemde kaşıntısının kimliğine nasıl! yoksulluğumu yaratıyorum tekrar / organlarımın sistem eleştirisini! / uyanıyorsa artık. mahalleler dudaklarımda, yeter! / dışarısı bataklık kolonisi dışarısı – masaldan ayıklanmış bataklık kolonisi - asla kapatılamayacak / aşka, yeter! 2. kükürtten dizilmiş heykelcikler ve ışıksa ışık / parçalarımdan yalıtılmış tüm söylence tahminlere bulaşma, ayrıntıyı kurutma halinde / seslerden, yüzlerinden kuvvetle bakışların tırnaklar, karınlar yığınına da / eril üretim, yenik düşeceğin boğulmalar, kesilmeler partisidir makaslarını topladım dilleri görünmeyenlerden / cemaate, oyuncağıma, kuşlar oyununa karşı soyunursam kuşlar oyununa karşı / bu kablolardan, bu borulardan beğenmemek çıkamayacak zevkim bununla uğraşmak ister! / sürgüne cezbedicinin kelimesi şimdi vuruyor evcil terbiyeye dudaklarım tembelleşiyor denenmiş sayılmam için / ama aptal burnumu kime emanet edeceğim. 3. kıskançlığımı yaratmamışken / bir yakut sakın ha bir vaaza sebep olmasın görgüme ait telaffuzu geceye atarlar / kıskaçlardan telaffuzumu piçliğimden duyururlar İşte doyum! kusmuk, tahribin alternatifi ve bir şeylerdi / bir garip öpüşmeler ülkesinde olacaktır kahkahalarınız / piyanoları bile uyuşturacaksınız sövgü bir: çiçeklere bu denli sürüklenmek isteğinize / Neyse ki adanmışların duyurusu
şeytanlar talaş renginde / talaşlar renginde yok sayılmak! / dışarıda asla tartışılamayacaksa su görünmeyecekse / bir sıcak bir soğuksa çıplaklığım, çıplağımdır / üzümleri bilmek gibi üstelik sizlerle uzlaşacaktır da / nasılsa inanmazsınız / tak tuk’lu sesler çıkarmışlığıma tak tuk’lu sesler çıkararak tecavüz etmişliğime / küçük, küçüktüler bebeklere bebeklere bebeklere / sövgü iki: biraz önce kendi bekaretime büyüler eklememe bir diğerine, ilgisizliğe, salınışa, eşyalara kalacak / binlerin tekrarına söz iyi sevişen erkeklerden olacağım / sınırı, alıntıyı, ağrıyı / ezberliyorsam, tüketiyorsam hızlı oldukça yetkin bir kıyamet bu! / ilk meleksiz gürültü ötelendiğinde seslerden acıtmamış ve kanatmamış / ve bir şeyler hamileyse hamile, olmuş, kalmış yıkım tüketildiğinde - siz bu yıkımı bilmeyin - / cümbüşlerden ışıksa, ışık batımı ayıpsa, en ayıbındandır o/ denizse, artık sebepsizdir bilmeli / bir şarkı biriyle nasıl rezil edilirse öyle ellerinizi göstermek mi istiyorsunuz / ellerinizin büyüdüğünü göreceğim / nasılsa inanmazsınız kardeşim izlemiş / dokunmam gerçekmiş orasına / kurtulmak istiyormuşum engelimden hastalığın erkeklerinden / değil mi / kıtlık çoktandır sert inlemelerle hükümetleri karşılıyor kuşkusuz delireceklere anlatılacak sıvılarımın başaramayacaklığı 4. tenimi kurcalama! / oyunumu kurcalama! / kir bana ait tüm terbiyenin tekerlemesine sahip bu yüzden affı sedeflere bıraktım / birlikte cemaati göklerden indirdiğim köpekleri üç dilde seven bir kadın tanıdım / bir köpek ölüsünü üç dilde anlamlandırmaya çalıştım gitti / böyle yorulmak var / bir garip yaramazlıklar ülkesinde / vurgunu tövbekâr kılamamak var kümbetlerden içkiler sunulacaksa / birisi çatlak / kendi rahim bozgunundan fırlayıp şiir takaslarından ve şiir küsuratlarından konuşmayacaksa / yeri gelmeyecekse denge ve ahmaklığın felçliler önünde / ekmek getirenler olmayacaksa solistlerin tapınağına daha çok ölüm var zamansız boyunduruktan, alınlardan bana
5
/ metallere aynı / buğdaylara aynı bana aynı / böyle yorulmak var / bir garip çukurlar ülkesinde! derinlerde külçe, boyutsuz birikinti, tedbir, köşeleri kabarmış ve ıslanmış sultan, susuzluk işçiliği, mutlak us, avutucu şiddet, mutlak gülmece, bilyeler tanrısı, taklit, geveze, gezgin kafes, kabulleniş fanusu, safir, ağaçkakan, ekşimiş, yeminli etler tanrısı, cilalı dudaklar kumbarası var sözcük tövbe tören ölüm! bunların üzerinde / döngüsüz hissediyorum öyle heyecanlıyken burunlar kötürüm salyasına / bakın, o tahmini beslenişi kazanamayacağımı o zaman buldum ben / bir miktar küçümsemenin bir miktar durağanlık hükmünü bilenlere bırakmalı doğum kokularını, bilenlere bırakmalı doğum larvalarını
6
5. bakın kulaklarımdan terliyorum / burnumdan terliyorum / sesler terletiyor anlamı: insanlar çınlıyor etlerimde – insanlar çınlamasın etlerimde / kara kara çınlıyor belirsizlik ve nasıl kurtulmak istiyorum, kaçmalardan, o kadar güzellere /o kadar hırpalayarak doluluğu döküntü, gece, ölümün bir şeyleriyle / bağırsaklarda kartvizit aramaktan / nasıl istiyorum bir gece uyuşturulmamış, tartılmamışken / simetrik bir cennet işlerliğinde müziğin buluşmamasını -biraz dağınık biraz hür biraz köle- / bu yeni doğmuş yeni kaybolmuş çoğulsuzluğa 6. tanrım! yine de aşk var / -şimdi iyi müzikler (mi) dinlemeli intikam için!onun saçlarında gri mor iyi türküsüzlüğünde iyiyim / dolgunluğunda iyiyim / basamaklarında -kavgalar gözdesiyaratmaktan sonrasını tavladım mı ki / orta yerime dolanmış savaşımda / henüz ağlamadan istiyor körpeliğimi, zincir dökümleri, kıllarıma bağlı cin. / bir kötü eleştiriyi kabul etmiş gibi durmadan yalvarmaya / topal kızlarda topal erkeklerde adanmış / küstahlığa pera istiyormuş gibi katlanmaya / bilince el. bilince dil. / sen garip bir kurtuluş olduğunda bir erkek devamlılığı bir erkeğin kırılganlığını getirdiğinde / çelişki gölgelendiğinde
-gömüt akışkan, imkanın: ten, kolayına tanrıça- / kesecikler köpürüyor / elma yeşili köpürüyor meyve suları köpürüyor / avuntu ve şişeler, cinler köpürüyor / dualar için küçük erkekler köpürüyor artık dokunmak -sözcük tövbe tören ölüm- / onlarca söylenmişlere / gösterişsiz öteberiye talaşlaran / üzümlere / terbiyeye 7. neden kapan! öyle uyurken sen niye! / bir garip kurtuluş / sofrasında ellerin çıplak göğüslerinde sofrasında iyiye bağlı olmakla esrar kullanan / sofrasında devşirdiğin, dumanla eş bildiğin, kopsun ağzından / ki yaralı ayaklarıma şükret / çünkü ilerliyorlar / düşününce ilerliyorlar ama yapamayacaklar / beğenmemek bu odadan çıkamayacak / -sözde- ıslaklığımı çarpıtmayacağım (katliam doluluk anlatacakmış! delikler yalnızca küstahlık işlenecek yüzeyler ummuşlar!) kurbanlar(ı) yarım ağız, düşler(i) felçten kurtuluş çarkına sıkışsa / küle rehine, canlanış uzaklığı örme / uzaklığı yorma / dışarısı tartışılamayacak / dışarısı asla kapatılamayacak aşka tüm bu ağlamaklı küfürlerden sonra / o karabasana galip gelmek -mi- / kimin umrunda!
Batuhan Boz
7
E
Dokunmak
n temel duyu, dokunmak. Dokunmak ve diğerleri. Görmek, koklamak, tat almak, duymak… Bunların hepsi, dokunmanın alt dalları, kolları. Köprücük kemiklerine doluşmuş körpe çiçekleri koklarım ve içindeki koku partikülleri, burnumdaki reseptörlere dokunur. Reseptörler reseptörlere dokunur ve sinir hücrelerim el ele tutuşur. Aşk tüneli, beyinde son bulur. Dudaktan dökülen bir ufak söz kırıntısını kapan kulaklarımdan geçen ses dalgaları, kayalara çarpa çarpa ilerler içimde, birbirine dokunarak. Zaman mekân algımı şaşırtan derinlikteki gözlerden çıkan ışıklar, gözlerime dokunur, ilerler gider.
8
Her şey yerli yerindeydi yine. Kaçınılmaz cuma akşamüzeri. Dersten çıkmış, Arnavut kaldırımlarda ilerliyordum dalgınca. Herkes kendine bir nokta seçmiş, sanki kımıldamıyorlar. Ben? Ben çok yavaşım, güneşin tadını sonuna dek çıkarmak istediğimden olsa gerek, bana hiç yakışmayan olağanüstü bir yavaşlıkla atıyorum adımlarımı. Gitgide yavaşlıyorum. Çimlere bıraktım kendimi. Hırkamı üzerimden çıkardım. Kollarımı toprakla buluşturmak için iki yana açtım, bacaklarımı birbirine doladım. Suratımda alaycı, çarpık bir tebessüm, güneş gözlüklerimin arkasından belli belirsiz seçilen gözlerim. ‘T’ çizmiş bu halimle, halinden hoşnut bir İsa olabilirdim. Çivi mi lan onlar! Az evvel dersteyken düşündüklerim, tekrar aklıma geldi. Dokunmanın üstünlüğü. Dokunmanın yadsınamaz çekiciliği. Körleri düşündüm. Gözleri görmeyen insanlar, müthiş bir duyma ve koku alma yeteneğine sahip olur, derler. Kulakları duymayan insanların gözleri çok keskin olur. Koku almayan bir insan çok iyi görür, duyar vesair… Alt dallarından birini kestiğimiz bu kutsal ağaç, gücünü kaybetmek şöyle dursun, diğer dallarıyla beraber yaşamaya öyle büyük bir ihtirasla saldırıyordu ki! O halde tabiat, bazılarımıza mecburi bir fedakârlık yaptırarak aslında onlara büyük bir hazine bahşetmiş oluyordu. Kolum kaşındı. Gözlerimi açmadım. Ne olduğunu tahmin edebiliyordum, bir böcek, bir sinek, bir karınca, bir örümcek, bir ara geçiş formu veya mikrokozmozun en psişik-transformlarından biri. Sadede gelecek olursak, bir şey. Üzerine düşmeye pek gerek yoktu. Düşünmeye devam ettim. Bu konu beni oldukça cezbediyordu. Doğru ya da yanlış. Sonuçta dünyanın, bilincin ve algoritmaların mutlak gerçekçiliği üzerine
konuşmaya yemin etmiş bir kişi değildim ben. Bir adam vardı bu işlerle uğraşan, o da geçenlerde öldü gitti sanırım. O halde ne yapmalı, neyden vazgeçmeliydim? Koklamadan yaşayamam sanırım diye düşündüm, koku, düşündüğüm anda dahi beynimde kıvılcımların uçuşmasına neden oluyordu. Sonra, duymayı düşündüm. Vazgeçmemeliydim, tüm o kafayı kırdıran seslerden, çaldıklarımdan feragat edemezdim. Bir tenin tadını almadan yaşayamayacağıma da karar verip, en sonunda görmekten kurtulmaya gönüllü oldum. Ama nasıl yapacaktım? Cevap karşımda yatıyordu, gökyüzünde. Işınları bulunduğu yerden sekiz dakika yirmi yedi saniyede bana ulaşan büyük yıldız. Ona dik dik bakmaya karar verdim. Yeterince bakarsam gözlerimin yanabileceğini düşündüm. Gözlerimi kapadım ve güneşe bakmaya başladım, gözlüklerimi çıkarıp. Kırmızı. Kızıl. Koyu kızıl bir karanlık. Evet, başlıyoruz, diye iç geçirdim. Karanlık beni içine aldı, yuttu. Kendimden geçmiş olmalıydım. Her taraf karanlıktı. Olamaz, diye düşündüm, sahiden kör mü oldum artık ben, dedim. Hemen kendimi kokladım, her zam anki yoğunlukta kokuyordum. Çevremi dinlemeye çalıştım panikle, etrafta rüzgârın etkisiyle sallanan dallardan çıktığını umduğum bir ses vardı ama her zaman hangi düzeyde duyuyorsam, yine ay nıydı kulağıma gelenler. Peki ya tat? Tişörtün yakasını dişledim ve dilimi üzerinde gezdirdim. Öf! Bildiğin kumaş tadı! Peki ne sikim gelişmişti benim!? En sonunda gözlerimi açmak aklıma geldi. Değişen hiçbir halt olmamış sefil yaşantımda. Sadece gece olmuştu. Kızıldan sonra gelen karanlığın gizemini çözmekten bahtiyar olan ruhumla beraber el ele tutuşup hiçbir şey yapamamak umuduyla ağaç dallarını aralayıp yolumuza devam ettik. ithaf
9
E
10
Koridor
vin karanlık kısmında yatıyordu. Aydınlık kısmında hararetli bir tartışma dönüyordu. Alacakaranlık koridor sayıklıyordu adını. İki gri kaba duvar arasında uzanan koridor, yatakta uzanıp henüz uyuyamamış çocuğu adeta arasında sıkıştırıyordu. Bağrışıyordu aydınlık. Sayıklıyordu ya duvar, bağırışları tekrar ediyor, korkunç bir akis veriyordu. Çocuk ürküyordu. Neredeyse dua etmeye başlayacaktı: ya hemen ölmek ve iki sütun toprak arasına gömülmek ya da bu bağrışmanın bir an önce son bulmasını istiyordu. İkisinden biri hemen gerçekleşmeliydi. Ev inliyordu. Ardından bir öksürük krizi tuttu küçük çocuğu. Küçüktü; ama çok da değil, ilk gençliğine birkaç senesi kalmıştı. Bağrışlar gittikçe yükseldi. Her şey bir prelüt edasıyla başlamıştı. Anne, yeterince demden sonra bir öğürme gerçekleştirmişti. Baba sakince öğürmeleri dinlemişti. Kusma eninde sonunda gerçekleşecekti, biliyordu. Sunuş tamamlanmıştı. Para meseleleri, yok çocuğunla ilgilenmiyorsun konuları artık açıklık kazanacak; babanın bilincinde ise bir şeyler kepenk kapatacaktı. O kapanmadan sonra neler olacaktı? Evin aydınlık kısmı kararacak, derin, yoz, küller uykulara saçılacaktı. Çocuk… O, hıçkırıklar içinde kıvranırken, baba, kapanan kepenklerini horultulu bir rem uykusunda açacaktı. Sabah, o safhada gördüklerinden yalnızca kızgın annesinin suratını hatırlayacaktı. Çocuk uykuya daldı. İçerisinde bulunduğu tüyler ürpertici durum, tatlı çimenlik hayalleriyle mor hülyalara dönüştü. … Her yer aydınlandı. Çocuk sevimli uykusundan uyandı. Ayaklandı. Ev çok sessizdi. Baba horlaması dahi yoktu. Bu garipti. Çünkü –çocuk biliyordu- alkol vardı, çatışma da. Yorucu geceydi. Mutfağa yöneldi çocuk. Issızdı ev. Sorgulamadı pek bu sessizliği ve evyedeki bulaşıklara gözlerini dikti. Kadehler kirli, küllükler dolu… Sinekler oluştu aniden çocuğun yeşil gözlerinin önünde. Sineklerden bir çifti – kanatlarla, kara kanatlarla dört kanat oluyordu- bir kadehin içine girdi. Kan emer gibi emdi dibini kadehin iki sinek. Sinekler gittikçe çoğalıyordu. Çocuğun gözleri gülüyordu. Sırıttı, sonra buna içerledi. Bir ahlâksızlık yaptığı duygusuna kapıldı.
Hep geceleri dua ederdi, ölmesindi anne baba, o yeterince büyümeden. Ev ıssızdı.Çocuk arka tarafta bulunan anne babanın yatak odasına girdi. İlginçti: etraf sisle kaplıydı. Yatak topluydu ve sisten göründüğü kadarıyla çamaşırlar çok temizdi. Çocuk pencereye yöneldi ve kulak kabarttı bu donuk, acımasız atmosfere: ‘‘Zaman geçecek, yalnız öleceksin, baba zaman dinecek, yalnız gideceksin, anne.’’ Sığındı kendine çocuk. Aydınlığa sığındı. Gardırobu açtı, annesinin elbiselerine, geniş yakalı gömleklerine babasının, sığındı. Islattı kırmızı gözleri naftalin toplarını. Çatladı toplar: O doğdu. Yalnızdı. Zaten yalnız doğmuştu ya, yalnız gidecekti. Yürüdü. Koridor evin en gri bölümüydü: tavan gri, halı gri, duvarlar gri… Yatak odasındaki sis koridora doldu, mutfaktaki sinekler diğer taraftan yayıldı sisin içine. Heterojen karışım… Vakit gelmişti: çocuk irkildi, donuk gözlerle ellerini çırptı, iki yana salladı, ardından sisi ve sinekleri yelledi. Pencere açıldı duvarda, iki tane, beş tane, on beş tane, yüz tane, milyonlarca… Koridorun duvarında dizildi tüm geçmiş ve tüm gelecek: artık aydınlanmıştı koridor da. Şimdisiz koridorda çocuk haykırdı: “Zaman, zaman, zaman...” Emre Akaltın
11
H e p i m i z Yı l d ı z To z u y uz “Hepimiz yıldız tozuyuz” derdi bir bilge. Kapkara boşluğu dolduran lekelerden boşalan pas izleriyiz. Kafası karışık bir yazarın darmadağın masasıyız belki de.
12
Yıldızlar evrenin kâğıtlarıdır. Yıldızlardan yansıyan foton kompozisyonları sayesinde okunur evren. Tanrılar okuyabildiklerini yıldızları serpiştirdikten sonra fark ettiler. Yarattığı cümleye bakan her Tanrı, ağzını yakan harfleri taşıyamadan evrenden düştü. Cümlelerin kudretine şaşıran her Tanrı, önce kelimeleri ve cümleleri tanrı edindi, ardından zihinsel olarak onlara dönüştü. Bundandır ki yarattıkları bütün canlıları gönderdikleri kelimelerle yönetmek istediler. Kendi yarattığı tanrıyı yabancılaştıran ilk fert Tanrı’ydı. Tanrıların tanrısı ise kelimelerdir. Eski kelimelerle doğan her Tanrı, yeni kelimeler karşısında tutunamayarak, başka bir tanrıya dönüştü. Bu döngünün adı “tanrısal seçilim”dir. Tanrılar bile, zamana ve tarihsel evrime boyun eğmek zorundadır zira. Yontma Tanrılar Devrinde taştan oyulan tanrılar, şimdi masaların üzerindeki kâğıtların rezerv değeriyle gülümsüyor yüzümüze. Kelimelerden aldıkları gücü bankalara ve iktidarlara vakfeden her tanrı, gücü yalnızca köleleştirmek ve zulmetmekten ibaret gören, zorba yasal kafesler yarattı. Kitapları, zihinleri ve bedenleri tutsak eden ilk yazarlardır tanrılar. Kutsal olduğuna inanılan kitaplar, anayasa metinleri ve “medeniyetin” özgürlüğe biçtiği her türlü kefenin şeklini aldı. Gökyüzündeki efendinin, yerdeki otoriteyle kurduğu anonim şirket, galaksinin gördüğü en afili soygun filmiydi.
Yusufcan Artural
Patik al ar Denize Çık ar -1-
Seçkin bir kitapçının önündeyim. 15 dakikadır bir kitap almanı bekliyorum. Tam da sarı taksilerin çamur sıçratma vakitleri. “Hadi be kadın!”, derken çıkageldin göz kapaklarından fırlayan parlak zeytinlerle. -Bekletmedim ya? -(Daima düz ve çelik istifimle, içinde boğulan boğayı hissettiremeyen bir kaş hareketi yukarıya doğru) -Hayır, haydi gidelim. -Bugün gelmemiş dergi, ben de başka birini seçtim, oyalasın diye -Bakayım. (yine o saçma romanlardan…) -Sen sevmezsin -Hayır, sadece… (sözüm kesilir) -Biliyorum biliyorum, sana bir şey katmayacak, tamam hadi karşıya geçelim -İyi haydi öyle yapalım Beni kendisinden farklı kılan her şeye sinsi ve oyunbozan bir tepkisi var. Round’ı bitmeden kaçan boksörler gibi olan bu hareketini, evdeki dartın oniki’sine daha da yaklaştırdı. Onun yanında tam anlamıyla serinkanlı, mülayim olmamı sağlayan bu etki beni kaşındırıyor. Sürekli kaçan şeylerin yarattığı bir his? Kovalamaca. Oldum olası hoşuma gider… Birer bayat çayı yudumladıktan sonra, çok sevdiğim rahat ve dakik sarı dolmuşlara teslim ettim kadını. Sarı dolmuşların o güzelim estetiği, bazen Bağlarbaşı’nda bir sakin olmanın hayallerini kurdurtacak kadar çekici olabiliyordu. Az önce yanımdaki kadından henüz bahsetmiyorum. Bugün biraz yorgun gözüküyor olmasındandır diye umut ediyorum ki; beni ve iç dünyamdaki mezarlığı hiç sulamadı. Bugün aç dönüyorum avarenin köşküne. Avare de ben oluyorum. Pek yanıltmam. Aksiydi bugün her şey. Bugün sadece ben konuştum burada. Yarın -başkalarının konuştukları- olacak…
13
-5-Hocam ne kadar poğaçalar? -1 lira -Nedir bu zeytinli mi? -Evet, burada mı yiyeceksin? -(daha karar veremedim bi’ dakika) Şu ne? Dereotlu var mı ya da? -Var, paket mi olacak? -(ulan ısrarla satacaksın ben de alacağım da, bi’ durun ya, bi’ susun) …
14
Herkes böyle, herkes hızlı, arzuların sonuna ışınlanmayı, onu tüketip ve tekrar ona aç kalmayı arzuluyorlar. Döngüyü gördüysek sorun yok. Buradayım çünkü. Burasındayım bu çılgın açlığımızın önündeki olay yeri inceleme şeridinin önünde. Bi’ durmak lazım. Yoksa yaşamın anlamını kaçırıyorum. Ben bu hızı çok yanlış kullanıyorum. Mum gibi olmak lazım, sabırla yanacağım. Ya da bir çam, çam gibi aheste büyüyeceğim. Neyi hızlı yaparsam, biliyorum ki önümdekilerden azaltacağım. Önümdekileri çoğaltmak elimde mi? Evet çoğu kez bu kısmı da yanlış algılayıp, yapay yapay planlar, arkadaşlıklar, sevgililikler yaratıyoruz evimizin önünde. Vazgeçemiyorum anlatırken sizi de cümleme almaktan, ancak bize bu şekilleri biz öğrettik. Onlar diye bir şey kalmadı. Herkes birazcık daha fazla tanıştı. Aynı suçlardan, aynı hazlardan, aynı sulardan, aynı boklardan, aynı zehirden, aynı mutluluktan nem kaptık. Herkes herkes hakkında muhakkak ön bilgiler söyleyebilecek çağdaydık daima. Burada hiç teknoloji yoktur. İnsanın daima teknolojik olduğu da buradaki gerçektir. Ve aslında burada bile karşımıza çıkıyor ki 1900’lü yıllarda 1900 ile 1990 arasındaki gelişim hızı ile 2005 ile 2015 arasındaki kadar değildir. Şimdi daha bir başkayız. Şimdi daha bir açız. Şimdi daha bir azgınız. Şimdi hiperaktif çocuklar olarak bizler, büyüdük ve bütün bu aktifliğimiz iş hayatımızda, özel hayatlarımızda, sokaklarda, okullarda, kitaplarda, gazetelerde boy boy karşımıza çıkıyor. Öldürmekte, doğurmakta aynı hızdayız ne yazık ki… Bir tutam işten sonra konuştuğum birkaç adamın birinden bir haber aldım.
-Bir dergi var -Ne anlatıyor -Oradan buradan -Senden benden? -Pek tabii, yani demem şu ki; gel. -Bu zamanlarda çok fena olmazdı, çiçeksin. -Harika! Haftaya bir demet alırız senden o zaman -Deneyeceğim -Ne için? (hiddetle, şaşkındır.) -En iyisi için (vals yapmayı severiz değil mi?) -Hah, yaşa birader. -Beraber Kapattım hesabı bu konuşmadan sonra, dolaptaki süte koştum. Annem bulaşıkları yıkamamı söylemişti. Yine benden habersiz evime gelip teftiş yapıyor olması… Deli işi. Evim demişken kuru bir gürültü patladı kafamda. Kira geliyor ve çaresi bulunmamış bir çığ kütlesi gibi… Her şey böyle geliyor. Ne garip. Her şey çok hızlı, her şey çok yoğun ve sık. Bir tek kadın seyrek. Belirtmeden olmazdı. Gene bir çıtırtı dahi yok. Ama bak neyden bahsedeceğim. Mutluluk testi diye bir şey uygulamışlar, varlığıyla mest kaynağı İskandinavya’da (neyse ki yaşayan varmış). Ve Dünya’daki diğer ülkelere oranla, ilk sırada Danimarka en mutlusu belirlenmiş(oha sadece varlıklarını hatırlatmakla kalmayıp aynı zamanda en mutlusu olanlarmış…)ikinci sırada Norveç, üçüncü sırada yine bir İskandinav geliyormuş ki, neden oralardaki kentleri, köyleri kasabaları nedensizce seviyormuşum diye düşünürken, bu ipucunu kaçırasım gelmedi. Bu mutluluk aslında kişi başına düşen parayla büyük ölçüde belirlenebiliyormuş ancak klasik “para var huzur var” tezini çürütüp gömçürten başka bir örnek var ki; ABD’de kişi başı geliri yüksekken, mutsuzluktan maddelere ihtiyacın tavanda olması, kişilere güvenin ise tabanda dolaşması hemen ilk çürütücü silahımız oluveriyor. Şuna varacağım; hayır abi geldiğim yerden başka yer değil varacağım yer.
15
Her şeyi fazla yaşıyoruz.
Öz
Mar x İle K apitalizmi Öğreniyorum
S
16
on yarım saattir anlamsız şekiller çizdiğim defteri kapatıp çantama koydum. “Kahrolsun Neo-Liberalizm!” temalı dersimiz bitmişti. Karnım açtı. Çaresizliğin ne kadar tuhaf bir duygu olduğunu düşüne düşüne yürüdüm. Kantine girdim. İnsanlara baktım. Bu bana hep olur. Bir şeyler öğrendiğim zaman sanki dünyadaki diğer bütün insanlar salak da bir ben akıllıymışım gibi hissederim. Yine o his içinde savrulurken “Eksik para verdiniz!” dedi kasadaki teyze. “There is no alternative!” deseydi daha iyiydi. Çünkü cebimde başka para yoktu. Çaresiz kartımı uzattım. Arkamdaki kız homurdandı. “Sermaye sahiplerine karşı homurdanmazsınız, anca bize, gücünüz anca bize.” demek için örgütlü bir özgüven kurmaya çalışıyordum ki “Şifreniz?” diye tekrarladı teyze. Şifremi yazıp kartımı geri aldıktan sonra bütün karizmamın çizildiği o yerden hızla uzaklaştım. Tostumu yerken terastan aşağı baktım. “Atlasam mı?” dedim kısık bir sesle. Arkamda bir adam “Atla abi atla.” dedi. Dönüp baktım, Ronald Reagan’a benziyordu. O an fark ettim ki terastaki herkes ona benziyordu. “N’oluyor lan burda!” dedim. Reegan başlı bir kız sorumu cevapladı. “Etkinliğimiz birazdan başlayacak, buyrun.” Uyandım. Apple’ın İşe Alım Etkinliği’nin yapılacağı konferans salonunun karşısındaki koltuklarda uyuyakalmışım. “Ben bu dakikadan sonra iflah olmam” dedim. Tam konferans salonuna girecekken sol omzumda küçük bir Marx belirdi, “Nabıyon oğlum sen?” dedi. “Nabıyım etkinliğe giriyorum.” dedim. Marx kızdı: “Bir güne bir gün bir işçi grevine gitmeyen sen, Çin’de binlerce çocuk işçi çalıştıran Apple’ın etkinliğine gidiyorsun. Ayıp değil mi ulan!” dedi. Bir şey diyemedim. Haklıydı. Başımı eğdim ve etkinliğe girdim. Marx bütün etkinliği sakalını kaşıyarak dinledi. Bazen güldü, bazen ciddileşti. Ben merakla onu izlediğimden etkinlikten bir şey anlamadım. Etkinlik bitiminde geçen sene oyununu izlediğim tiyatro öğrencisi bir kızı gördüm. Yanına gidip “Sen hayırdır ya?” minvalinde bir soru yönelttim. Aramızda küçük çaplı bir “Sanat para kazandırmıyor. Sanat yapmak isteyen insanın başka bir işi de olmalı.” diyaloğu geçti. Bu duygusal anlarda göz kontağı kurmaktan kaçındık. Zira ikimiz de dokunsalar ağlayacak haldeydik.Mailimi bırakıp etkinlikten çıktım. Marx, minibüse gelene kadar “yanlış bilinç” teorisini anlattı.
Bense sustum. Sonra bir yerde canıma tak etti, “Para yok abi. N’apalım yani, taş mı yiyelim?” dedim. Benim bu yersiz çıkışım onu üzmüştü. Bir de herhalde “Ben buna anlatıyorum ama belli ki kafası almıyor.” gibi hissetmiş de olabilir. Nitekim sustu, minibüs yolculuğu boyunca titreyen camlardan dışarıyı seyrettik. Çaresizlik tuhaf bir duyguydu. Tiyatrocu kızı, kendimi ve çaresiz bırakılan diğer insanları düşündüm. Aslında böyle düşünmemizi sağlıyorlardı. Koca bir memleketin sigortası atmıştı fakat biz elektriklerin gittiğini düşünüyorduk. Biri bu karanlıkta gidip sigortayı açmaya cesaret etse, bütün pislikleri yeniden görebilecektik. “Çok boktan bir benzetme.” dedi Marx. “Tamam ulan, senin buğulu gözlük benzetmen daha güzel.” dedim. Göbeğini tuta tuta güldü. Eve geldik, Marx’a bir Kemal Tahir verdim, ben de Haldun Taner aldım. Bir süre sessizce okuduk. “Snowpiercer diye bir film var izlesek mi?” dedim. Sorumu cevapsız bıraktı. “Sence biz devrim sorumluluğunu neden işçı sınıfına yükledik?” dedi. “Nereden bileyim abi?” dedim. “Anladım.” dedi. Bir süre aptal aptal birbirimize baktık. Sonra Marx bir sıçrayışta pencereye ulaştı ve gecenin karanlığında kayboldu. “Acaba düşüp ölmüş olmasın, gidip baksam mı?” şeklinde bir düşünce geçmedi aklımdan. Daha çok “İnsan bir Allahaısmarladık der, ayıp lan, valla ayıp.” benzeri düşüncelere gark oldum. Bir de laf sokup gitmesi de koydu. Yani, tam olarak laf sokmadı da, laf sokar gibi yaptı. Entelektüel adam tavrı işte, güdümlü laflar hazırladım kafası. Hayır, neyse derdin gel otur konuşalım, ne diye laf sokup kaçıyon ki. Neyse işte, ben de filmi izledim. Bitiminde “fikir güzel ama işleyememişler” diyerek tatmin oldum ve uyudum.
17
Selim Sevim
A
Migren
çık olan pencereden rüzgârın çıkarmış olduğu seslerle birlikte hareket çeken devasa bir el içeri girdi. Kafasını ellerinin arasına almış yatağın üstünde oturan adama doğru döndü, Merhaba, ben Migren, iyi misin, dedi. Adam kafasını kaldırmadan cevap verdi, Niye geldin, Olur öyle, dedi Migren ve arkasını döndü.
18
Adam saatin kaç olduğunu sordu. Migren tekrar adama doğru döndü, işaret ve orta parmağını havaya kaldırarak ikiyi gösterdi. Yine yetişemeyeceğim, Nereye, bir süre konuşmadı kimse. Adam yatağa sırtüstü uzandı ve yastığın altına soktu ellerini. Yastıkla birlikte yirmi mekik çekti, sonuncu sayıda on saniye daha kalktığı yerde bekledi. Beklerken bir fıkra geldi aklına. Sonra dün yolda gördüğü kızı hatırladı fıkranın daha yarısına bile gelmeden. Yüzüne dumanlı bir gülümseme çöktü. Bir daha karşılaşamayacak olmalarını dünyanın büyüklüğüne yordu. Bir iç çekti. Yüzüne çöken gülümsemenin dumanına doğru üfledi içini. El bulunduğu yerden ayrılıp yatağın altına girmişti o sırada, oradan da yastığın altına. Adam çevresine bakındı bir süre, elin nereye kaybolduğunu merak etti biraz kuşkuyla. Kalkıp artık nerelere denk geldiğini ezbere bildiği gıcırdayan tahtalara basa basa bir süre odasında volta attı. Bu gıcırtılı oyunun sonunda açık olan pencereyi kapattı ve yatağına geri yattı. Yastığın altından adamın kafasının ağırlığını fark eden el yavaşça kenardan dışarı süzüldü ve adamın boğazına yapıştı. Bir süre yatakta debelendiler ve adam son nefesini ağzını ve suratının neredeyse tamamını kaplayan devasa avuç içine doğru verdi. Emre Emrem
Buğu Benim dünyam, bir ağacın gölgesinden öte değil. Benim dünyam, ağacın gölgesinden yukarıda değil. Gölgede başlar hükmüm, gecenin kokusunda. En büyük başarımdır gölgeler, dahası yok. Gölge ve aşağısı. Gölge ve tonları. Zihnimin köpüklerinde bata çıka ilerler tüm köpekler, başı kopuklar, kör talihlerine lanet edercesine, siyah beyaz havlar. Benim dünyam… Ondan buna geçen, kendinden geçemeyen dünyam. Ah! Saygıdeğer orospu çocukları ve nice taş kesilen fularların aklımı çelip beni kıvrımlı bir sütun gibi sardığı, boğduğu dünyam. Mum yakanlara ibretlik bir hikâye tadında sunulmuş fotoroman, şipşak dünyam. Halimden kim anlar. Gölgesinde kendimi bulduğum ağacın pespaye elmaları mest etmiş beni ve belki de masum bir günahın tüm faturası, kovalara kesilmişti. Siyaha kesmiş bulutlar. Mora çalan gözaltı haberleri. Ajansı açsana, demimizi bulalım. Bu ne. İğrenç hayal, tadına bakılması imkânsız kâbus. Karabasan yürek yakan. İşte bu! İşte bu ve buna benzeyen tüm ıvır zıvırlar besledi beni, güçlendirdi, karanlıkta kimseyi göremeyene dek. Gölgelerim… Benim gölge dünyam, benim zavallı smokinim. Dolunay vakti yaklaşırken mi insan acayipleşir, yoksa her zaman mı hilkat garibesiydik, karıncayiyenlerin gözünde, bilmiyorum. Saatler çoktan eridi. Fildişi kuleler çoktan yükseldi. İzlenimlerim, inlemelerime karıştı. Boka battı ve bu allahın belası eteklerde titreyip neyi dilediğimi dahi bilmezken, arkamda bir yerlerde bir şiir, bir roman oluyor. Bir şiir, roman oluyor ve bu eylemi şiar edinen herkes, cehennemi bir parça övmüştür zaten. Nisanın yirmi birleri hep bu denli nefes kesici geçmek zorunda mı? İnsanın sesi, nedir sahi. Nisan ve yirmi bir ve kara kuru, görünmez bir papaz. Sağ kolunun altında. Sert bir düşüş sonrasında yaşadığın bunaltı gibi. Peynir ekmek gibi. Bakmasanıza lan! Kelimelere ben yön verebilmek isterdim, ben, ben, ben. Ne yazık ki rüzgâr yönlendiriyor kalemi, rüzgâr es verdiriyor, bense saçlarımı tutuyorum, uçmasınlar diye. Bir koyu kalın hırkaya hasret kalmış, salaş tişörtlerle kendini heba eden, farenjitte ihtisas yapmış budala, bok püsür otoritesi, deneyim sonucu oluşmuş ve karanlığa daha fazla katran batırarak keten toplamış. Senin güzelliğin, benim iğrençliğim. Senin düzenin, benim yok oluşum.
19
Senin saatin, benim gözakım. Senin solgun sözlerin, benim çığlıklarım. Senin dokunuşun, benim ruhaltı karmaşam. Mürekkep testi başarıya ulaşıyor en nihayetinde. Dağılmamış en ufak bir harf kenarı bile. Kâbus. Kâbus. Kâbus. Tek bildiğim bu. Uyuyamamaların en nadide çiçeği. Keşke ama keşke ama keşke ama keşke ama keşke ama keşke ve yine de bir parça toprağı alıp tıksam tüm kanayan yerlerine, tütünden çok daha iyi gelirdi. Hem gölgede kırk derecede hasta olanların aşkına! Gündoğdu, ben bittim. Kuzgunsoyu, aynı amaç, aynı ürperti, aynı muamma. Bitmek bilmeyen tükenmez kalemin sustuğu yerdeyim şimdi işte. Bu saatten sonra yapılabilecek en mantıklı şey, bir yük vagonunda hiçbir şeye bulaşmadan, nefes bile almadan beklemek, beklemek. Bir merhaleden öbürüne.
20
Yolda kaybolanlara selam olsun. Ben geliyorum.
ithaf.
Bütün B e z elyeler E şit tir Akşam. Yalnız yemekten nefret etmiyorum ama sevdiğim de söylenemez. İsimsiz bir lokantada hiç tanımadığım arkadaşlarımla yiyor olmak bir nebze rahatlatıcı. Yarın ve sonraki gün ve hatta ondan sonraki gün karşılaşacağım ve hatırlamayacağım tek kullanımlık yemek arkadaşlarım. İçlerinden bazıları el değmeden üretilmiş gibi, kusursuz. Ama paketin içinde ne olduğunu, beklentileri karşılayıp karşılamayacağını açmadan bilemiyorsun. Bazıları ise dördüncü el demek için bile fazla eskimiş. Ne yazık ki belli bir standart yok, hepsi küçük ayrıntılarla farklı birbirinden. Belki de bu yüzden zor onlarla anlaşmak. Hepsi bir marketin rafından alabileceğim gibi tekdüze ve aynı olsaydı daha kolay olmaz mıydı? Örneğin önümdeki bezelye. Bir marketin dondurulmuş gıdalar bölümünden alınmış, mutfakta servise hazırlanmış ve mideme yol almakta olan bezelye. Hiçbiri sorun çıkarmıyor, her biri birbirinin aynısı. Bezelyelerle anlaşmak gerçekten de çok kolay. Dalgın dalgın etrafıma bakınırken son yudumlarda ağzıma dolan bezelye sayısında ciddi bir azalma olduğunu fark ediyorum. Kısmen dağılmış olan bezelyeleri kaşığa tepeleme doldurup adem elmama boca ettikten sonra tabağa göz atıyorum. Hayır! OLMAZ! Bezelyeler olmaz! Tabakta yemeğin suyu içinde yüzen iki bezelye köylüye tabağın kenarına tırmanmış olan bezelye kral kibirle bakıyor. Sorun çıkaran bezelyelerden nefret ediyorum! Kanıma karışan sinir hızla beynime nüfuz ediyor ve bir şevkle kaşığa sarılıyorum. Bu zorba yönetime son verme amacıyla bezelye krala saldırıyorum. Ancak binbir hileyle benden kaçıyor. Tam kaşığa alacakken akıl almaz bir Ali Cengiz oyunuyla kendini kurtarıyor. Daha fazla dayanamayıp kaşığı fırlatırcasına bırakıyorum ve parmaklarımı tabağa daldırmaya hazırlanıyorum. Tam kamikazeye geçecekken masanın köşesine çarpan kırk beşlik genç kız zaman mekan algımı geri getiriyor. Sakinleşip bütün arkadaşlarımın önemli işleriyle meşgul olduğundan emin olmak için etrafa göz atıyorum. Her ne kadar tanımadığım arkadaşlarım olsa da hakkımdaki düşünceleri çok önemli. Bu sırada gözüm köylü bezelyelere kayıyor. Yılgın gözüküyorlar, yılların sıkıntısı çökmüş yeşilliklerine. Yine de hak ediyorlar mı bu zorbadan kurtulmayı? Guruldayan midem bu zorbanın da zamanının dolduğunu iddia ederek onu tarihin karanlık sayfalarına davet etse de daha sonrasını düşünmekten kendimi alamıyorum. İki yılgın bezelye de, başlarındaki kral gittikten sonra diğerinin üzerinde üstünlük kurmayacağı güvenini vermiyor bana.
21
Eşitlik içinde yaşayacaklarına inanmak zor geliyor. Ki tarihte de bezelyeler cümleten yönettikleri zamanda bile yönetilmiş, en eşit oldukları zamanda bile bazı bezelyeler diğerlerinden daha eşit olmuş. En sonunda midemin sesine kulağımı tıkamaya ve bezelyeleri kendi hallerine bırakmaya karar veriyorum. Eğer eşit bir hayat istiyorlarsa bunun için savaşmaları gerekecek. Belki o zaman değerini daha iyi bilirler. En azından birkaç nesil boyunca. Zorba kral bezelyeye hükümdarlığının son yıllarının keyfini çıkarmasını öneriyorum sessizce ve köylülere acınızı paylaşıyorum bakışı atıp tabağımı şık giyimli sigaralı parfüm kokan garsona teslim ediyorum.
Anıl Yaşagör
22
İ
Afyon Afyon
nsanların -gecenin veya sabahın dördü müdür bilinmez- tost makinesinde aceleyle ısıtılmış paspal sandviç ekmeklerinin içinde gelişigüzel dizilmiş et parçalarını yiyebilmek için sıraya girip üstüne bir de önündekini oyalanmakla suçlaması, garsonun kayması, tepsiyi düşürmesi, ince belli, ah o ince belli bardakların birer ikişer kırılması... Kalkmakta olan otobüslerin gıcık sesli kadın hostes anonsları, birbirlerinin üzerine geçen kelimeler, adeta tepişiyorlar. Bir benzin istasyonunun tam ortasında durup bir sigara yakmak mıydı anarşi? Ölmemiş miydi yoksa punk? Lan? … Silkiniyorum, deminki garson çocuk, bir büyük ayran getiriyor, koyuyor. Başım öne eğik olsa da hissediyorum, yüzüme baktığını. “Abi fazladan sigaran var mı?” eh be çocuk! Sitemim çocuğa da değil aslında, sana Mazhar abi. Ah Mazhar abi! Mırıldanmasaydın sen öyle, şimdi bu denli ünlü olabilir miydi bodrum? afyon afyon...
23
ithaf.
K 24
Damlalar
alabalık bir Latin gecesi olacağı önceki gün yapılan ‘’canlı müzik’’ duyurusunda belliydi. Müziğin ritmiyle ruhunu tüm uzuvlarını kullanarak dışarı yansıtmanın hoparlörle veya tükürüklü bir mikrofonla ilgisi yoktu benim için. Nereden gelirse gelsin, içine işlemesindeydi bütün sihir. Ne var ki öyle ya da böyle sanki King Kong binayı yerinden sökmüş elinde sallıyormuşçasına yeri yerinden oynatan bu ayaklar bir dans gecesi için olmazsa olmazdı. Böyle gecelerde en çok göze çarpanlar listesinde ne kadar süredir dans ettiğini çaktırmamaya çalışanlar ve bunu cümle aleme sergileme derdinde olanlar başı çekiyordu. Pistin tam ortasında dans ettiği kadının topuğu kırılıp yere düşse dahi figürlerinin istifini bozmayacak, kemikleri olmasa dikkat çekmek için başını bacaklarının arasından geçirmeyi dahi deneyecek Latin prensi ne kadar çıplaksa, barın kenarına gizlenmiş, muhtemelen bir önceki dans dersinden sonra boncuk boncuk terleyip kızarana kadar çalıştığı figürlerini tekrar eden korkak dansçı da o kadar çıplaktı. İçki içmeden dansa kaldırma cesareti toplayamayan erkekler, dansa kaldırılınca Oscar konuşması yapmaya çağırılmışçasına kaçacak delik arayan kadınlar, kaldırılmayınca gelen 35 yaş sonrası evde kalmışlık hissiyle eşdeğer çaresizlik, ritmi hızlı gelen erkek dansçıya ayak uyduramamaktan doğan mahcubiyet, yavaş ritimliler karşısında harcanıyor olma düşüncesinin yarattığı hayal kırıklığı… Bu tavırlar bir dans tutkusunun ürünleri değildi, toplum baskısının müzik ve birkaç temel adım eşliğinde sergilenen bir tiyatrosuydu. Ruhu rahatlatmaya ve gevşetmeye yönelik bir aktivitenin böyle hiyerarşikleşmesini ve illüzyonik kurallarla dolup taşmasını izlemek trajikomik bir durumdu. İçkimin hazırlanmasını beklerken sol yanımdaki bar sandalyesinde bir kaktüsün üstüne monte edilmiş gibi oturan genç kızın şarkı bittiği an yerinden sıçrayıp bir podyum mankeni edasıyla salınarak sergilediği pasif dansa kaldırılma çabasını izledim. Sağımda onu dansa kaldırabilmek için on dakikadır önündeki şarap kadehiyle konuşarak prova yapan anksiyeteli bir dansçı olduğundan bihaberdi. Cin toniğimi alıp bara arkamı döndüğümde ise kollarını sıkı sıkı kavuşturmuş uluslararası bir salsa yarışması jürisi konsantrasyonuyla dans edenleri izleyen adam çekti dikkatimi. Erkeğin komutlarını her figürde düzgün alamayan, dengesi bozulan, partnerinin karşısında solo dans etmelerini gerektiren şarkının ‘’shine’’ bölümünü akıcı devam ettiremeyen tüm kadınların üstüne gözleriyle kocaman kırmızı çarpılar koyuyordu adeta.
Kimse yargılamamalıydı ‘’shine’’ sırası geldiği an onu kendi haline bırakan partnerine ahtapot gibi tutunan kadını. Mayınlarla dolu bir tarladan farksız olan bu dans pistinde herkesin tek bir hedefi vardı aslında; dans etmek. Gel gelelim, bu hedefe ulaşmamak için ellerinden geleni artlarına koymuyorlardı. Bardağımın kenarındaki limonu kemiriyordum ki üzerimde bakışlar hissettim. Kırmızı rujuyla kırmızı elbisesinin tonunu ustaca tutturmuş omuzlarıyla müziğe ritim tutan bir kız beni izliyordu. Göz göze geldiğimiz an bir saattir aynı filmi seyrettiğimizden emindim. Bahçe çimi fıskiyesini andıran bir zıplamayla yanımda belirdi. Kadın yerine koymaktan içemediği şarabını elinden aldı sağımdaki bar sandalyesine kazık çakmış adamın. Elinden tutup piste doğru yöneldi zevkten dört köşe olmuş müstakbel partneriyle. Yolları yarılanmışken gök gürültüsü hiçbir uyarıda bulunmadan sağanak yağmuru başlattı. O gece ilk defa ne olacağını öngöremeyerek çekirge gibi oradan oraya sıçrayanların aksine kırmızılı kızın hiç istifini bozmadan şaşkın partnerinin karşısında dansa başlamasına şahit oldum. Ne ıslanmak önemliydi, ne de fırtınanın etkisiyle uçup giden ayakkabıları. Korkak şarapçıya on kaplan gücü verecek kadar içe işleyen bir tavırdı bu. Koca mekânın ortasında bir çift karınca kadar kalmış bu Herküller kalabalığın tamamını hipnotize etmişti. Yağmurun şiddetine tezat bir biblolaşma içindeydiler. O an biraz bile kuru kalmak ruhun özgürlüğüne yapılacak bir hakaretten farksızdı. Damlaların o nefes daraltan havayı sinsice silişini izledim, bu bar sandalyesinde sonsuza kadar oturabilirdim…
25
Deniz Baran
O 26
D ü m d ü z O l d u Ta m Ş u r a m
sabah, geçen yirmi yedi yılın, dün gece anneannesine hoşça kal diyememenin, üzerindeki yorganın ve on dört saat sonra yeni yıla girecek olmanın ağırlığını tüm vücudunda hissederek uyandı. İsmini unuttuğu bu duyguyu her sene yeni yıl yaklaşırken yaşadığı için yatağının altına kaçmış terlik tekini giyip yalpalayan adımlarla mutfağa gitti ve çayın altını yaktı. Akşamdan kapıya astığı boş torbanın her sabah bir ekmek ve gazeteyle doldurulduğu güveni ve beklentisi içinde mutfaktan çıktı, kapıya yöneldi. Elinde çay fincanı, önünde dünkü gazetesiyle mutfak sandalyesinde bir süre oturdu. Bugünkü gazeteyi yarın okuyup, sonraki günlerin gazetesini normal gününde okursa, sokaklarda, alış-veriş merkezlerinde veya dışarıda baktığı herhangi bir yerin bir köşesinde asılı duran yılbaşı süslerinin etkisini de bir kenara atarak yeni yıl gününde ona tarihi gösteren tüm şeylerden kurtulmuş olacaktı. Sırf bu yüzden, takip ettiği köşe yazarının yazısını iki ocaktan itibaren okuyabilecekti ama yine de kendini bir süreliğine mutlu hissetti. Kendine bir fincan daha çay koydu ve mutfak penceresinden dışarı bakmaya başladı. Bir kadın, altı yaşlarındaki çocuğunun elinden tutmuş, diğer elinde poşetler, hızlı hızlı yürüyordu. Kadının, kocasının onu aldattığını o sırada öğrenip bir an önce onu yatakta başka bir kadınla basma telaşı içindeymişcesine attığı adımları altı yaşındaki çocuğunu giderek kızdırmaya başlamıştı. Çocuk yolun ortasında annesinin elini bir anda bıraktı ve durdu. O an o yolun ortasında biraz daha durarak otuz metre ilerden yavaş yavaş gelen arabanın altında kalmak çok isterdi, fakat yuvadaki öğretmenini bu hayatta bulabileceği tek gerçek aşkından böyle gereksiz bir sebepten ötürü mahrum bırakmak delikanlılığa sığmazdı. Eğer o an ölse, meydanı tamamen öğretmeninin uzun boylu, sarışın, bıyıksız erkek arkadaşına bırakacaktı. Oysa onun büyüyünce çok gür bıyıkları çıkacaktı. Çocuk tüm bunları düşünürken, otuz metre ilerden yavaş yavaş gelen araba haftalık alış-verişini yapmak için köşedeki süpermarketin önüne çekmişti. Süpermarketin sahibi otuz yaşlarında, 1.80 boyunda, yumurcak görünümlü bir adamdı. Asıl mesleği çevre mühendisliği olan adam, küresel ısınmanın etkisiyle eriyen buzullarla birlikte kendi mesleğini de kaybedip babasının açmış olduğu süpermarketin başına geçmiş ve işleri bir süreliğine devralmıştı. Yılbaşında ne yapacağını ya da ne yapması gerektiğini ya da insanların ondan ne yapmasını beklediklerini o da bilmiyordu. Yalnızca süpermarketinde yaptığı süslemeden memnundu şimdilik.
Mutfak penceresinden elinde çay fincanıyla dışarıya bakan kız, yolun ortasına oturmuş oyuncak arabalarıyla oynayan çocuğa bir süre baktı. Benim çocuğum olsa ona sadece yılbaşı günlerinde oynaması için kırmızı bir oyuncak araba alırdım diye düşündü. Çayın altını kapattı ve odasına geçip yatağının altına saklandı. O gün bitene kadar oradan hiç çıkmayıp, mutsuz bir şekilde vücudundaki benleri saymak için kendi kendine söz verdi. Kapı önce iki kez, ardından üç ve sonrada dört kez arka arkaya vuruldu. Kız, yatağın altında kolundaki saate baktı. Çok karanlık olduğu için göremedi ve oradan çıkmak zorunda olduğunu fark ederek canı sıkkın bir şekilde yatağının altından çıktı, saate baktı. Saat beş olmuştu. Bu kadar saati yatağın altında geçirdiğine bir an için şaşırdı. Sonra parola şeklinde çalınan kapısını açmak için odasından çıktı ve kapıya yöneldi. Delikten baktı, kimseyi göremiyordu. Kapıyı açtı. Paspasının üstünde bir burun soğuktan donmak üzere ona bakıyordu. Hiç bir şey demeden hızla içeri girdi ve salondaki kaloriferin yanına geçti. Kız kapıyı kapattı, neler olduğunu anlamaya çalışarak temkinli adımlarla salona gitti. Burun hala kaloriferin dibinde durmuş ısınmaya çalışıyordu. Çok soğuk, diye bir ses çıkardı, Senin için ne yapabilirim, Sadece biraz ısınmak istiyorum şimdilik, Nereden geliyorsun, Çok uzaktan değil, ben de buralıyım, yani sahibim buralı, Sen neden onunla değilsin, Çünkü o her işe beni sokuyor. Ve ben bundan artık çok yoruldum. Burunun bu sözleri, sanki omuzlarındaki yükü o salonun ortasına bırakmış ve sonrasında tüm ağırlığıyla orada öylece oturup kalmış birinden çıkıyormuş gibi duyulmuştu. Sahibin nasıl biri diye sordu kız. Aslında iyi biriydi, ama kendi mesleğinde iş bulamaması onu giderek tuhaflaştırdı dedi burun, Önce içine kapandı, sonra çok neşeli ve yardımsever, hatta gereğinden fazla yardım sever, biri haline dönüştü. Bu çevresindekileri tedirgin etmeye başladı. Özellikle de babasını. Oğlunun bu durumuna üzülen zavallı adam sırf oyalansın da başkalarının işine karışmasın diye kendi işini ona devretti. Fakat bu bizimkini durdurmadı. İşte ben de bütün bu yaşadıklarımdan bunalıp onu bir süreliğine terk ettim. En azından yeni yıla girene kadar. Kızın gözleri, burunun konuşması boyunca onun üzerinde şaşkınlıkla geziniyordu. Sesi, kocaman karanlık iki deliğinden çıkıyordu. Üst kısmı kemerli ve kendisi de oldukça kalın ve büyüktü. Neredeyse salondaki masanın üzerinde dün akşamdan kalan çay bardağı kadar vardı.
27
28
Peki şimdi ne yapacaksın, diye sordu kız, Bilmiyorum bir süre bu kaloriferin dibinde dururum herhalde, Bekle o zaman üstüne sıcak bir şeyler daha getireyim. Adam, süpermarketinin üst katındaki odasında bacak bacak üstüne atmış bir şekilde oturuyordu. Çorapları acı yeşildi. Akşama eve giderken buradan birkaç kuru yemiş ve bir de şarap götüreyim diye düşündü. Biraz hava almak için dışarı çıkmaya karar verdi. Merdivenlerden indi kasaları geçip arka kapının önüne çıktı. Çok soğuk olduğunu fark etti. Cebinden sigara paketini çıkardı. Sigarası ağzında bir süre ceplerinin birinden çıkması gereken çakmağını aradı. Sigarasını yaktı ve etrafa bakınmaya başladı. Tam o sırada fark etti. Burnu olması gerektiği yerde değildi. Onun yerine keskin ve pürüzsüz bir düzlük eline geldi. Bir an panikledi. Eliyle yüzünü birkaç kez yokladı. Burnu dışında suratındaki her şey yerli yerindeydi. Ceplerini karıştırdı. Eline az önce koyduğu çakmak geldi. Sinirlenerek onu cebinden çıkarıp yere fırlattı. Acaba soğuktan burnumu hissedemiyor muyum diye düşündü. O sırada sokaktan geçen bir kadına yaklaştı ve yüzünde bir gariplik olup olmadığını sordu. Kadın ona korku dolu bir şekilde baktı ve hiç ses çıkarmadan oradan uzaklaştı. Adam, bir an önce bir ayna bulmalıyım, diye düşündü ve süpermarketin içine girdi. Üst kata, personel tuvaletinin olduğu yere çıktı. Gerçekten burnu yerinde değildi. Bir anda hiç hissettirmeden yok olmuştu. Ama herhangi bir acı duymuyordu ya da bir yara izi yoktu. Yüzünü yıkadı ve sakinleşmeye çalıştı. Tuvaletten çıktı. Odasına geçti ve koltuğuna oturdu. O sırada tek isteği kimseye gözükmeden bir an önce evine gidebilmekti. Bir süre düşündü.Sonra paltosunu giyip atkısını burnunun olduğu yeri kapatacak şekilde yüzüne doladı ve odasından çıktı. Kasada duran kıza bugün önemli bir işinin çıktığını, erkenden gitmesi gerektiğini, onun da çok fazla durmayıp en geç altı da çıkmasını ve yılbaşını güzel geçirmesini söyledi. Kız o gün işinin erken biteceğinden memnun olmuş bir şekilde adama gülümsedi, Siz hiç merak etmeyin ben birazdan kasayı kapatır marketi kilitler ve çıkarım, iyi seneler. Adam hızlı adımlarla marketten çıktı. Caddenin karşısına geçti ve evinin bulunduğu sokağa doğru yürümeye başladı. Etraf kalabalıktı. Herkes son hazırlıkları tamamlamak için dışarı çıkmıştı ve her birinin acelesi vardı. Bu yüzden adamın hızlı adımları hiç dikkat çekmedi. Evine gelebilmişti sonunda. Apartmandan içeri girdi asansöre bindi ve üçe bastı. Kapısının önüne geldiğinde marketten kuru yemiş ve şarap almayı unuttuğunu fark etti. Ama şu an hiç birinin önemi yoktu. Tek istediği burnunun geri gelmesiydi. İçeri girdi, paltosu-
nu çıkardı ve derin bir soluk aldı. Kimseye görünmeden ve açıklama yapma gereğinde bulunmadan eve gelebilmişti. Artık tek yapması gereken oturup burnunun geri gelmesini beklemekti. Oturma odasına geçti televizyonu açtı ve karşısındaki koltuğa oturdu. Kadın, tam yarım saatini yolun ortasında oturmuş hiçbir yere kıpırdamamakta inat eden çocuğuna harcadığı için sinirliydi. Eve geldiklerinde çocuğunun elinden tüm oyuncak arabaları alarak ona o akşam o arabaların hiç biriyle oynayamayacağını söylemişti. Çocuk odasına geçti, biraz üzüldü ama çok sorun etmedi. Aklı zaten öğretmeninde kalmıştı. Yılbaşını kesin o uzun boylu, sarışın ve bıyıksız erkek arkadaşıyla geçirecekti. O an annesinin elinden alıp sakladığı arabalardan birine binip öğretmeninin yanına gitmek çok isterdi. Ama bunun yerine odasındaki yılbaşı ağacının üzerinde yanan ışıklarla oynamayı tercih etti. Çünkü o arabalar bir süre daha annesinde kalacak gibiydi. Kadın, mutfakta oğluna verdiği cezanın onun için az bile olduğunu düşünüyordu. Hala çok kızgındı. Evde yapması gereken çok iş vardı, daha hala akşam yemeğini hazırlayamamıştı. Tam o sırada eli sol kulağının olduğu yere gitti. Kulağı orada yoktu. Kadın saçlarının arasını iyice karıştırdı ama eline bir şey gelmedi. Hemen diğer kulağını aradı. O yerindeydi. Panik içinde banyoya koştu. Gerçekten de sol kulağının olması gerektiği yer dümdüz ve bomboştu. Kadın oğluna seslendi. Çocuk, annesinin arabalarını geri vereceğini sanarak heyecanla odasından çıktı ve sesin geldiği yeri bulmaya çalıştı. Annesinin banyodan seslendiğini üçüncü seferinde anlamıştı, annesini ilk defa bu kadar panik içinde görüyordu. Ne oldu anne, Kulağım yok oğlum, benim hastaneye gitmem lazım, sen burada güzelce otur ve babanı bekle, olur mu, Olur anne, arabalarımı alabilir miyim peki, Alabilirsin, mutfakta ikinci çekmecede, baban gelene kadar oyna onlarla, benim şimdi çıkmam lazım. Çocuk mutfağa doğru giderken annesi kapıdan telaşlı bir şekilde dışarı çıktı. Kız, salonunda, kaloriferinin dibinde duran bir burunun şokunu daha atlatamamışken şimdi karşısında bir de kulak durmaktaydı. O da üşüdüğü için burunun yanına geçmiş ve kendini kaptırmış bir şekilde nereden geldiğini, niye geldiğini anlatıyordu. Kız kulağa dikkatlice baktı. Parlak taşlı küpesinden ve hafif yıpranmış derisinden dolayı onun orta yaşlı bir kadın kulağı olduğunu hemen anladı. Kulak o sırada biraz sesini yükselterek, Beni dinlemiyor musun sen, dedi, Dinliyorum tabi ki, siz anlatmaya devam edin lütfen, Dinleyeceksin tabi, ben çok şey dinledim, çok şey duydum ve artık çok yıprandım, şimdi biraz da başkaları beni
29
30
dinlesin. O sırada kızın gözü yanda uyuya kalan buruna takıldı. Fakat hemen dikkatini kulağa verdi, dinlemediğini zannedip ona tekrar kızmasını istemiyordu. Ben yıllardır duymam gereken gerekmeyen, beni ilgilendiren ilgilendirmeyen bir çok şeyi dinlemek zorunda bırakılıyorum, şimdi tek istediğim sadece bir geceyi sessiz geçirmek, bana yardım edecek misin, Ederim tabi,ben hiç ses çıkarmam merak etmeyin, zaten bu evde uzun bir süredir tek başıma yaşıyorum, kimseyle konuşmamaya o kadar alıştım ki bir gün dilim olduğu yerden bir anda yok olsa bunu hiç fark etmem bile, Sen iyi bir kıza benziyorsun, dilinin sana böyle bir şey yapacağını hiç sanmam, yapsa bile geri dönmesi çok zaman almayacaktır. Ben bile bu geceden sonra tekrar olmam gereken yere geri döneceğim. Hem zaten dönmekten başka da pek bir seçeneğim yok. Bu sırada kız burunun uyandığını ve sessiz bir şekilde yanındaki kulağın konuşmalarını dinlemeye başladığını fark etti. Benim de yok, dedi burun, benim de başka gidecek hiçbir yerim yok, neden kimse senin davrandığın gibi davaranmıyor dedi sonra kıza dönerek. Kız bir burundan böyle bir iltifat aldığı için şaşırdı ve biraz da rahatsız oldu. Sanki burunun sahibi olan adam bunları ona söylüyormuş gibi hissetti. Aslında sevgilisinden ayrıldıktan sonra oluşan erkeklere karşı bu ön yargısı, böyle bir durumda bile kendini göstermişti. Şaşkınlığı biraz da bu yüzdendi. Artık kimse kimseye iyi davranmıyor diye cevap verdi kız, Ben de davranmayacağım bundan sonra, Umarım bu düşünceni bir gün değiştirirsin, dedi kulak. Kız ona baktı, Umarım sizde yerlerinize döndüğünüzde eskisi gibi davranmayan sahiplere kavuşmuş olursunuz. Nasıl böyle olduğunu anlamadım doktor, alışverişten eve dönmüş akşam yemeği hazırlamaya başlayacaktım ki tam o sırada sol kulağımın olmadığını fark ettim, Daha önce herhangi bir ağrı, acı ya da duyma güçlüğü çektiniz mi, Hayır, Hiç kulak iltihabı geçirmiş miydiniz, Hayır doktor şimdiye kadar kulaklarım hep sağlıklıydı. Doktor şaşkın bir şekilde kadının olmayan kulağının bulunduğu yeri inceliyordu.Elini kulak deliğin tamamıyla kapandığı düz ve pürüzsüz derisi üzerinde birkaç defa gezdirdi sonrada diğer kulağının olduğu tarafa geçti ve onu muayene etmeye başladı.Muayenesini yaparken birkaç anlamsız homurdanma sesi çıkardı ve yüzüne duruma anlam veremediğini belli edecek bir ifade takındı. Bugün yeterince yorulmuşsunuz, size birkaç sakinleştirici vereceğim, şimdi eve gidin biraz dinlenin, yarına bir randevu daha yazıyorum, gelince detaylı birkaç tahlil yapacağız ve sonuçlara göre tedaviye başlayacağız, şimdiden bir şey söylemem çok zor, çünkü inanın böyle
bir vakayla ben de ilk defa karşılaşıyorum. Audial fonksiyonlarınızda bir regresyon görünmüyor. Olsa olsa bir kongenital anomali olabilir diyeceğim ama daha bugün farkettim diyorsunuz, doğuştan gelen bir bozukluk olsa muhakkak anlardınız emin olun. Kadın duyduklarına üzülmüş bir şekilde, Peki bunun bir tedavisi olabilir mi, yani eski kulağıma yeniden kavuşabilecek miyim, Dediğim gibi şimdiden bir şey söylemem imkansız, fakat tedavi sürecine ne kadar erken başlarsak o kadar iyi sonuçlar alacağımıza inanıyorum, Size bir randevu daha yazıyorum belki bir otostomi ya da otoplasti gerekebilir, buna ilerleyen zamanlarda birlikte karar verelim, Tamam, teşekkür ederim doktor ben tekrardan gelirim, Bu akşam dinlenin ve kendinize iyi bakın, bunu düşünmemeye çalışın, belki de psikolojiktir, iyi seneler. Kadın muayenehaneden çıktığında kocası bekleme odasındaydı. Duyar duymaz geldim, nasıl oldu, ne dedi doktor. Kadın doktorun dediklerini aynı şekilde kocasına aktardı ve hastaneden çıkıp evlerine geri döndüler. Adam, hala televizyonun karşısındaki koltukta oturup bugün başına gelen bu tuhaf olayı düşünüyordu. Ara ara yerinden kalkıp yatak odasındaki aynanın karşısına geçiyor ve burnunun hala yerinde olup olmadığına bakıyordu. Yarın ilk iş bir doktora görünmeliyim diye düşündü. Ama doktor ona ne yapabilirdi ki, burnu bir kere yerinden çıkmıştı, artık bundan sonra yapılabilecek tek şey cerrahi bir müdahaleydi. Bıçak altına yatmayı göze alamayacağını düşündü adam. Belki sadece zamana bırakıp biraz beklemeliydi. Burnu tekrar yerine gelebilirdi kendiliğinden, ya da yeni bir burun şu an suratının ortasında duran o düzlükten yavaş yavaş büyümeye başlayıp çıkabilirdi. Başka birisinin de başına böyle bir şey gelmiş midir diye düşündü. Hayatı boyunca hep nefretle baktığı burnu için bu kadar üzüleceği aklının ucundan geçmezdi. Onun için sadece yüzünün tam ortasında duran ve ona şimdiye kadar hep utanç vermiş, kocaman, çirkin bir organıydı oysa ki bu geceye kadar. Kafasının içinde yükselen bu seslerden kurtulmak için silkindi ve yaklaşık dört saattir oturduğu koltuktan doğrulup, televizyonu kapatmak için kalktı. Zaten kafasının içinde yeterince sesin olduğunu düşündü, televizyon, o sesleri bastırmak yerine onların kendilerini duyurabilmeleri için daha da yüksek sesle konuşmalarına neden oluyordu. Odasına gitti, aynaya tekrar baktı. Burnum olmayınca daha da çirkin bir suratım varmış dedi kendi kendine. Yatağına uzandı ve sabah kalktığında burnunun tekrar yerinde olmasını dileyerek gözlerini kapattı.
31
Kız salonunda uyuya kalan buruna ve kulağa kapı eşiğinden bir kez daha baktı. Işığı söndürdü ve odasına geçti. Saat neredeyse on iki olmuştu. Bugün mutsuz olmayı planlamıştı ama şimdi yüzünde hafif bir tebessümle odasının penceresinden karşı komşusunun odasındaki yılbaşı ağacının ışıklarına bakarken yakaladı kendini. Yatağına yattı, yorganı üstüne çekti ve sabah olduğunda yerinde bulamayacağı hiç bir şey olmayacağından emin ve şimdiye kadar hiç olmadığı kadar huzurlu bir şekilde uykuya daldı.
32
Emre Emrem
C amer ata Serisi I
D
Göç Kırmızısı
erin bir soluk aldım. Çocuklar sokakta, bu soluk ve basık, bulutlarla kaplı ağustos güneşinin altında birbirlerinin toplarına çalım atıyorlardı. Üst katta insanlar tepişiyor, ben düşük zemin kattaki salonumda çayın demlenmesini bekliyordum. Az sonra fokurtular gelecekti mutfaktan dalga dalga. Dumanı tüten sigaramı kenara koyacak ve kekremsi bulutların kırmızı bardağımın içine doluşunu seyredecektim. Az önce hemşire beni çıkardı -sonunda- annemin karnından. Doğdum. Babamı bekliyorum. Çayı koydum, demlenmesini bekliyorum. Babam seferden henüz dönmedi. Büyükçe bir balıkçı gemisinde çalışıyor. Bu arı kırmızı içecek bütün beklentileri karşılamaya hazırlanıyor. Babamın kahvede değil, balkonda huzurla yudumladığı; annemin sevgiyle harmanladığı o mahur içecek. Şimdilerde babam çayın silinmeye yüz tutmuş keyfini kamarasında çıkarıyor. Likya kıyılarında çizgili orkinos avlayan tayfasıyla sohbetin keyfini ön plana almış ve yalnızlığın insanın içini ezen haline gururlu bir huzur katan çay, artık onun için bir ‘’sohbet aracı’’na dönüşmüştü. Annem içtenlikten uzak bir şekilde beni kucağına aldı, kendini ağlamaklı görünmeye zorladığını pekâlâ hissedebiliyordum. Çay fokurtuları mutfaktan çıkarak evi sararken, ben de bir kâğıt tütün sardım. Hüznün çiçeği, berrak çay tomurcuğunu demliğe koyup koymadığımı hatırlamam zor olmadı: koymuştum. Henüz yeni yeni pekiştirmeye çalıştığım çay demleme ritüelleri, aslında pek çok zorunluluk taşıyordu. Geleneksel el alışmışlığının hantallaştırıcı etkisini azaltmak için de çayı iyi demleme konusunda birkaç bir şey öğrenmek istiyordum. Babam bugün beni mutlaka arayacağını söylemişti. Birkaç aydır konuşmuyorduk. Annemin göçüşünden beri. Ben, bu ağır ama bana çok da bir şey ifade etmeyerek şaşırtan düşünceler içerisindeyken kapı çalındı. Sigaramı tablaya koyup kapıya yürüdüm. Terliklerin artık yırtılmadık yeri kalmamıştı. Kapıyı açtım, karşımda on on iki yaşlarında bir çocuk belirdi. ‘’Abi topumuzu verir misin?’’ Tabii, dedikten sonra kapıyı kapatıp salondaki bahçeye çıkan pimapen kapıyı açtım, ardından da siyah ve
33
kıvrımlı demir korumayı.
34
Top kadar şuna bak, dedi annem, hemşireye rol yaparak.
Çocuklara mavi plastik toplarını fırlattım ve havanın bozmakta olduğunun ayrımına vardım. Kapıları bir bir kapatarak içeri girip mutfağa yöneldim. Sigara sönmüştü. Demliğin altındaki su oldukça azalmıştı, daha kendini hantallıktan kurtaramadın, çay işinin hantallaşmaması, mümkün mü, diye sordum kendime biraz öfkelenerek. Soluk sarı dolap kapaklarından birini açarak cart kırmızı kupamı aldım. Demlikten akan duman, evi kapladı. Pencereden baktım, sokağı da bulutlar… Çocuklar birazdan evlerine üşüşmek zorunda kalacak. Yapacak bir şey yok… Ter soğutmasınlar. Çayı da sıcaklığını fazla yitirmeden içmeyi severim. Sıcağı sıcağına görüşülmüş bir konu gibi gelir bana, yalnızlığımda. Hararetle bir karara varılır ve uygulamaya geçilir. Çayın altını kıstım. Babam hâlâ aramadı. Kamarasında kapalı mı kaldı acaba, yoksa küçük ton balıkları gövdesini mi kemirdi, diye düşünmeden edemedim. Tuvalete doğru yöneldim, salona çayımı bırakıp sigaramı küllükten alarak. Aynaya baktım. Yalnız değilsin, yalnız değilsin, kırmızın burada. Kırmızın karşında ve yakında yanına gelecek. Abimi düşündüm. Onu da bir süredir görmüyordum. Torba! derdi bana. Bu göçüş, hepimizi biraz birbirimizden uzaklaştırmış gibi. Çay mutfakta artık fokurdamıyor, onun yerine fok fok ediyordu. Salona geçtim ve bulutların azgınlığı ile yüz yüze geldim. Fırtına çıkmış, beni sohbete çağırıyor gibiydi. Kupamı elime aldım ve çayımı yudumladım.
Sert bir yaz sağanağı, seni benden kopardı, abinle buradan taşınıyoruz.
Telefona baktım. Babamdan hâlâ ses seda yoktu. Acaba oralarda da yağmur yağıyor mudur şu anda? Dayanamadım artık, kupayı masaya bıraktıktan sonra hızla kapıları açıp sağanağı dinledim. Elimi uzattım, yetmedi. Ulaşılmaz bir güçtü fırtına, damlalara yön veriyor beni uzağa, kendiliğimin yakınına çağırıyordu. Düşük zemin kat dairemden dışarı fırladım ve dört metrelik duvarı tırmanmaya yeltendim. Koltuk altları terli tişörtüm sırılsıklam oldu, birkaç kere düştüm. Nihayetinde kaydım ve yere yuvarlandım. Gözlerime geçmişti bir miktar yağmur damlası. Bulutları düşündüm, babamı, abimi, kendimi düşündüm.
Annemi gördüm basık sislerin arasında, hepimize can verirken.
Emre Akaltın
Lotus Çiçeği lotus çiçeği de bana çünkü hatalarım seçimlerim oldu artık hata silindi lügatımdan zaten benim yüzümden değişti birçok şeyin anlamı şeytan tüyü vardı üzerimde hep pisliklerimi seviyorum, bir bataklığın içindeyim ama hala güzel kokuyorum bu kadar iğrençliğe rağmen saf kalıyorum kimi kandırıyorum akıllanmıyorum yerimi değiştiremiyorum kök salmışım kopamıyorum sadece yapraklarımın rengini değiştiriyorum
35
lotus çiçeği de bana baktığın en güzel gözler olmak istiyorum dokunduğun en güzel ten duyduğun en güzel ses sarıldığın en güzel beden öpüştüğün en güzel dudaklar seviştiğin en lotus ruh kendimi en güzel bahara sattım yalvarırım diğer mevsimlerin kandırıcı yağmurları, yaprakları kar taneleri düşmesin üzerime senden gelen her şey benim. ve bir lotus çiçeğiyim. Selincikcik
M a s k a r a l ı k l a r Pa r a n t e z i (kol a j) (bunlar baştanbaşa hep oda şiiri devamında katlanılmaz mı bulunacak alarm alarm benden büyük değilse söylediklerim açıkça aşağılıktır odamın dışında)
36
birinci ulaşılan doğumda yağmalanan ikinci ulaşılan doğumda anadilin salya sahiplerine kanlı-kınalı akan cinsiyetin suyuyla temizlenecek ve bozulacak hastalıklı ten döküm, sinirsel kıtlık cinste yazmakla kurutulmuş deri ve bilgi (fakat huzur) kavramların en kullanılmış tabakasında en hakikatli yeri kirden zorla gündüz karşısında dünyaya belirsizlikle taraf dünyaya taşma eylemiyle kapalı iki tam iki parça etli öksürüğün varlığı yok mu kim kimi ısırırsa kim kimi ısıtırsa oraya yuvarlanan anlaşmanın ses eşiğinde dünyaya tutumlu bu zulüm, aşınma, bedel ve kalıp anlaşmanın ses eşiğinde niye haykırma-nız- var öykünme sadakatsizliği-niz-, düşün tart organından çıkan düşün deliliği-niz( fakat diğer süzgeçteki huzur) parçalar ve parçalar sahiplerini biriktirmekle basit söyleyişlerin yarattığı dengesizlikte boyutsuz olmakla kazanılabilir anlama teselli kurtarıcısı anlamı alaşağı romantik anlaşalım
ben o densiz ilmin sıfatlarıyla konuşamam olgunlaşıyorum, tadına varmıyormuş gibi yapamam zekamla prostata, sakat ayaklara, göğüs kanserine sokaktaki şu kadarcık ölüme de acıyorum ayrı değil -sizdençıkardığınız gaz gürültüsünde -pısırığı oynayan ve leziz diyeyim- kentler oluşuyor çıkardığınız gaz gürültüsünde kulaklarımı yakamamaktan ağıt elde etme hakkını istiyorum kusursuzluğa dayanıklı cinsiyet galipleri sizi bebekler doğurduğunuzda korkuyorum geceden kızımı ve erkeğimi harcıyorsunuz diğer süzgeçte kıyamet kopuyor ulaşılır mı olmalı sonsuza dek kağıtlar, elektro bütün, adil sıcaklık gösteriyi baş ağrısıyla nefesin zirvesini park ücretleriyle bağırırken düşeş şiir, düşeş zihni ayıpla kıyaslıyor olmalı sözcüğün elendiğini hala söyleyemiyorsunuz alarm maskara alarm -sözcük- görgülü kurşun vahiy içtenliğe direnmenin tuhaflığındaki kan’a hali hazırda kan kusmuş yılkının yazıt soyuna dillenebilmek için kıllarımı kestim ve güzel oldum karşınızda işte bu her şey dünyaya tutumlu zulüm ve aşınmayla kıyaslanan hükme ikinci kez kobay Eyüp ( fakat huzur) ne demeli “ odamda hiç yarasa görülmez yanınızda çıplaktım, değildim, değil mi ” ne konuşmalı onlarla “ öte oryantal, yalnız bırakmayın, kim karşı çıkar çok yakın çok hızlı sonuçta birkaç karanlık birikmişti Kopya için ”
37
ne demeli neyi konuşmalı onlarla alarm alarm rol yok, yankı yok, kabul yok kağıtta sakınımcı
38
anlaşacağımız şudur dünün ölüler tartışanı dünün ölüler kaplayanı biraz ekranımsı mısrayı kaburgadan seçmek istemeyen tecavüzün daha katlanılabilir hali bulunabilir kaç yerkabuklu prestij ışığı kullanmaya başlamışlar ruhuma neyi bağladıklarını gördün mü bunu kurgunun kutsal hali sandılar kurguya küçülemiyorum bile alarm maskara alarm üst zindandan yak-yalıt geceden utanmıyorlarsa çalışma gece için cinsten sür-çek alarmlar ardı maskaralıklar ardı tüm gün birkaç iyi şiir yapıştırıcısıyla nasılsa iyi fakat huzurun kaçı dikleşir, aynı anda esirleşir zehri öksürükle ısıtıp düzenler üstü boynu ve ağzıyla yoğunlaştırarak ciğerlerden su toplar nasılsa dayanılması zor açıklığına devamı ruhun kapalılığıymış Batuhan Boz
Mümkün beslenmek, kıtlığı doğurdu. güneş ilerlememi engelledi. güneş. atılamayan adımlar, yürünemeyen yollar. görünüş, azmi doğurdu. yerin altı, bana ters ters baktı. sürü. yakılamayan notlar, çevrilmeyen başlar. dönüş, ekmek arası doğurdu. dağın eteği beni silkeledi. doruk. açılmaz kapılar, bozulan dolaplar. yükseliş, utancı doğurdu. ev beni bozdu. salkım. gölge. doğrulanmaz laflar, iplemeyen ceylanlar. kazış, noktayı doğurdu. kiklops bilincimi çaldı. çehre. çalamayan kızıllar, görecesiz uzaylar.
39
ithaf.
R enault bir araba: içinde yel tazesi üç yaşam. birinci yaşam: bir sevgi tanesi, küçücük tomurcuk: ilkgençlik. uyanış, bir erkek çocuğu: anneye yakın, babadan hafif uzakça.
40
ikinci yaşam: yekpare mutfak, süreğen buzdolabı mırıltısı, çay kaynaması yemek yapılması. orta yaş sendromu, bir kadın: anne gitmiş, baba sürünüyor. üçüncü yaşam: süreğen buzdolabı mırıltısının kesilmemesini sağlayan elektrik faturaları bakiye, EFT, havale evden işe, işten eve sıfıra yakın alkolsüz bir yaşantı bir erkek: eve ekmek getirmeli, bir kadınla tatmin edilmeli.
Emre Akaltın
F
Fargo (2014 - ) Anlamsız Kötülükten Akıllı Kötülüğe
argo, Dexter’dan sonra patlama yapan, The Following, Hannibal ve True Detective gibi dizilerle devam eden seri katil dizi ekolünün halkalarından biri olarak okunabilir. Son senelerde, filmden diziye uyarlanan yapımların sayısında artış olduğu düşünülürse Hannibal ile her sezon değişen senaryo ve oyuncular konseptinin yaygınlaşması düşünülürse de True Detective ile paralel değerlendirilebilir.
Coen kardeşlerin çektiği 1996 yapımı artık kült olarak kabul edilen filmle paralellikler taşıdığı gibi Coen’lerin yapımcılığını üstlendiği dizi, yadsınamayacak ölçüde belirli karşıtlıkları da içeriyor. Filmde yaratılan basit ve sıradan, zaman zaman komik ve absürt ama karanlık atmosfer, dizide de sürdürülmeye çalışılmış olmasına rağmen yarattığı etkinin abartıldığı kadar tatmin edici olmadığını söylemek gerek. Coen kardeşler stiline bağlı kalmak uğruna kara mizah kategorisiyle ayrışmamaya fazla özen gösterilmiş olması diziyi bazen zorlama olarak yorumlanabilecek noktalara sürüklemiş. Minnesota’da gerçekleşen olaylardan uyarlandığı söylenen film, referans noktası olarak 1987’yi gösterirken, dizi 2006 yılına işaret ediyor. Filmin başında çıkan bu metne birçok yorum getirilmişti. Benzer bir metnin dizide her bölüm öncesi çıkması da aynı etkiyi yaratıyor. Bu etkiye yabancılaştırma etkisi denebilir: Sunulan iş, en nihayetinde kurgusal bir ürün; izleyici kurgusal bir yapım izlediğini bilerek filmi ya da diziyi izliyor. Yapımlar, belgesel kategorisinde olmadığına göre, filmin ya da dizinin başında iddia edildiği gibi olaylar dizisinin nasıl gerçekleştiyse öyle anlatılma olasılığı yok, hatta gülünç bir ihtimal bu. Dolayısıyla bu açıklayıcı metnin izleyiciye kurgusal bir yapım izlediğini hatırlatmak için konulmuş bir ibare olduğunu söyleyebiliriz. Genel olarak, filmde şiddetin mantıksızlığı, kötülüğün aptallığı gibi temalar işleniyordu. Çünkü filmde gösterilen hiçbir ölüm tasarlanarak gerçekleşmiyor, bütün cinayetler “kazara” işlenenlerden ibaret olduğu için herhangi bir mantık çerçevesine uymuyordu. Dizide ise bunun tam tersi olarak, Lorne Malvo’nun pratik ve muazzam zekâsı devreye giriyor; seri katil motifleri diziye yön verirken işlenen cinayetlerin arkasındaki akıl ve tasarım ister istemez izleyici gözünde hayranlık uyandırıyor. Tasarım ve tesadüf arasındaki bu tezat sanırım film ve dizi arasındaki en büyük farklılık diyebiliriz: Film şiddeti saçma ve anlamsız bir olgu olarak sunarken; dizi şiddeti kötücül ve akıllı bir
41
42
tasarım olarak çiziyor. Akıllı kötülük, diğer seri katil dizilerinin de sergilemeye alışık olduğu bir motif olarak, Fargo ‘ya uyarlanmış diyebiliriz. Dizi Lester Nygaard, adlı ezik, sürekli herkes tarafından aşağılanan hayat sigortası şirketinde satış elemanı olarak çalışan başkarakterin hastanede tetikçilik yapan Lorne Malvo’yla tanışıp Malvo’nun lise arkadaşı Sam Hess’i öldürmeyi teklif etmesiyle gelişen olaylar zinciriyle gereğinden fazla hızlı bir başlangıç yapıyor. Daha ilk bölümde Sam Hess, Vern Thurman’ın Lorne Malvo tarafından; Lester’ın karısı Pearl’ün de Lester Nygaard tarafından öldürüldüğüne tanık oluyoruz. Dizi karakter değişiminin en net örneklerinden birisi olarak yorumlanabilir, bütün senaryo karakter değişimi üzerine sabitlenip kurgulanmış dersek, abartmış olmayız. Lester’ı daha doğru düzgün tanıyamadan, karısını öldürdükten sonra geçirdiği muazzam değişimi izlemeye başlıyoruz. Filmdeki başkarakterimiz Jerry Lundeegard, herhangi bir değişim yaşamadan, ezik ve aşağılık haliyle kalan bir karakterdi. Film boyunca çevresindeki birçok tarafından aşağılanmaya sesini çıkarmadan devam ediyordu. Dizide ise tam tersine, tetikçi Lorne Malvo’nun Lester’ın potansiyelini keşfetmesiyle ve Lester’ın karısını öldürmesiyle birlikte, Lester’ın etrafındaki insanların ona karşı olan saygısızlığı, yerini hayranlığa, kendisinin ezik ve oturmamış karakteri ise, yerini özgüvenle dolup taşan bir karaktere bırakıyor. Hayatı boyunca yaşadığı ezikliğin intikamını sonuna kadar alıyor. Jerry ile Lester çok benzer karakterler; ama Lester’ın çevresindeki herkes (karısı ve abisi dahil) onu yerin dibine batırmak için yemin etmiş gibi dururken, Jerry’nin karısı gayet kibar, narin bir karakter olarak izleyicinin karşısına çıkıyordu. Filmde mevcut olan öğelerin, dizide çok daha abartılmış, dramatize edilmiş bir şekilde yeniden tasarlandığını görüyoruz. Katil Lorne Malvo ise, bizatihi olarak değişken bir karakter olarak karşımıza çıkmıyor. Olaylara ve durumlara rahatlıkla uyum sağlayabilen, manipülasyon gücü fazlasıyla kuvvetli, kendisine kişilikler yaratan, bir seri katilin tipik özelliklerini taşıyan bir karakter olarak izliyoruz Malvo’yu. Filmdeki İsveçli katil Gaear Grimsrud ve Lorne Malvo arasında neredeyse hiçbir benzer yan yok. Grimsrud, kişiliği hakkında fazla bilgi sahibi olamayacağımız kadar donuk, hissiz ve tepkisiz bir karakterdi. Girift yapıya sahip bir karakter değildi; Malvo ise tipik seri katil modellerinden fazla etkilenilerek bir dizi için süreklilik arz etmesi açısından girift bir karakter olarak tasarlanmış. Bir anda bütün hayatını değiştirip kendisine yepyeni bir kimlik yaratabilecek nitelikte bir karakter olduğunu en net saçını beyaza boyayıp arkadaşlarıyla konuştuğu, profesyonel bir dişçi olduğunu anladığımız sahnede görüyoruz. Diğer karakterlere baktığımızda çok sürpriz olan bir şeyle karşı-
laşmıyoruz. Molly Solverson, filmdeki Marge Gunderson’ın karşılığı olarak iyi ve akıllı polis görevini üstleniyor. Gunderson’ın karşılığı olarak iyi ve akıllı polis görevini üstleniyor. Ona eşlik eden daha sonra kocası olacak Gus Grimly de Molly kadar akıllı gözükmese de niyeti iyi olan bir polis olarak portre ediliyor. Breaking Bad’den tanıdığımız Bob Odenkirk, yine benzer bir rolde korkak, öngörüsüz, aslında polislik becerilerinin hiçbirine sahip olmayan bir polis şefi olarak Bill Oswalt’ı canlandırıyor. Lester’ın polisin inanması için düzenlediği senaryoya aynı zamanda lise arkadaşı olmasının da etkisiyle Oswalt, kolayca inanabiliyor. Dolayısıyla doğru suçluyu yakalayabilmekten aciz polis imajı akılsız bir polis şefine bağlanmış oluyor. Fargo, ortalama üstü sayılabilecek bir dizi olmasının yanında aslında seri katil dizi ekolünde çok farklı bir retorik geliştirmiyor. Fargo’yu farklı kılan tek öğe, kara mizahın fazlasıyla abartılmış bir şekilde, özellikle başkarakterlerin bütün davranışlarına yedirilmiş olması. Bunu Coen kardeşler markasını da arkasına alarak yapınca etkisi olması gerekenden fazla oluyor belki de. Eylül ayında yayına girecek 2. sezonun ilk teaser’ında klasik karlı Fargo atmosferinin yanında sadece bir ağaçkakanı izliyoruz; açıklanan yeni kadrosunda Kirsten Dunst, Breaking Bad’den aşina olduğumuz Jesse Plemons ve Patrick Wilson gibi ekranların tanıdık yüzleriyle kalıcı ve gerçekten “farklı” bir dizi olduğunu kanıtlayabilecek mi, zamanla göreceğiz. Engin Onuk
43
B ir Kültür E ndüstr isi Ürünü O l ar ak Matrix Filmleri
M
44
atrix dörtlemesi, zamanın ruhuna uygun olarak, birçok öğreti ideoloji ve miti kendi içinde derdest ederek kültür endüstrisi kodlarına uygun hale getirmiş ve dolaşıma sokmuştur. Slavoj Zizek’in de değindiği gibi film; Lacancı olarak, Frankfurt Okulu gözlüğü takarak ya da dini/ mitolojik bir okuma yapılarak ayrı ayrı değerlendirebilir haldedir. Filmler, Aristoteles’in temelini attığı ve daha sonra ana akım Hollywood sineması tarafından özenle işlenen Geleneksel Kurgu’ya harfiyen uygundur. Dikkatli bir okuma yapıldığında Matrix evreninin tekno-distopik dokusunun Neuromancer ya da Ghost in the Shell gibi metinlerden, intihalin sınırlarında dolaşılarak oluşturulduğu görülebilir. Sinema sektörüne girmeden çizgi roman yazarlığı yapan Wachowski Kardeşler, Hollywood’un gelişmiş imkânlarıyla çizgi roman tarzını -özellikle Japon mangalarının grafik dilini- birleştirmiştir. (Demirci & Ersümer) Bu yazının çıkış noktası; bahsi geçen serinin, mevcut kapitalist sisteme herhangi bir eleştiri getirmediği aksine eleştiri getiriyormuş izlenimi yaratarak onun daha da güçlenmesine sebep olduğu fikridir. O sebeple dörtlemede kullanılan temalar Marksist bir analize tabii tutulacaktır. Matrix’in Büyüsünü Bozmak Büyük sermayenin hamiliğinde çekilmiş bir kültür endüstrisi ürünü olarak Matrix filmleri, dünya çapında yarattığı fenomen vesilesiyle kapitalizmi dumura uğratmak bir yana, semboller piyasasına her biri paraya tahvil edilen ve edilecek yeni imajlar sokması sebebiyle kült mertebesine -ki buna Dayanıklı Tüketim Sembolleri de diyebiliriz- ulaşmıştır. Bu bağlamda Matrix filmleri, neoliberal ekonomik sistemde sekiz saat çalışıp sekiz saati de kendine ayırması beklenen -kalan sekiz saatte uyuması resmi otoritelerce yapacağı en hayırlı iş olarak belirlenmiştir - “tek boyutlu bireyin” sisteme muhalif devrimci enerjisini soğurma amacının taşıyıcısıdır. Dörtlemenin taşıdığı ideoloji, eleştirel tutumunun arkasında saklanmış maskeli bir halde durur. Bir simülasyon olduğu söylenen ama zamanımızın hakikati olan sınırsız kontrol altında kendine/doğaya yabancılaşmış bireylerden mürekkep metropol kentinin negatif bir anlam yüklenerek “gösterilmesi” bu ideolojinin ta kendisidir. Zira bilindiği üzere filmlerin sonunda, ne o metropol kenti ne Matrix simülasyonunun kendisi yok olmamakta, aksine hatalarından ayıklanarak işlemeye devam etmektedir.
Tüm kültür endüstrisi ürünleri için geçerli olduğu gibi Matrix’in de gösterildiği/izlendiği her yer, sanal birer İdeolojik Şantiye Alanı’dır. Bu esas olarak; gerçek dünyadaki gerçek şantiyelerde, emeği sömürülerek hayatına devam etmek zorunda kalan çoğunluğun, zihinlerinde yürütülen bir inşa faaliyetini kapsar. Endüstrinin işlevi; gerçek şantiyelerin sanal suretleri içinde geçen veya sanal suretleriyle bağlantılı ya da onu çağrıştıracak yüzlerce şekilde, başka bir alternatifin olmadığına ikna etmek ve yaşanan adaletsizliği gizlemektir. O sebeple gerçek dünyadaki gerçek şantiyelerin sahipleri tarafından “finanse” edilen hikâyelerin, gerçek şantiyeyi kötüleyen bir şey anlatmasını beklemek abesle iştigaldir. Çünkü bu ürünler göbek bağıyla gerçek şantiyenin sahiplerine bağlıdır, bir nevi patronun özel mülküdür. Ürünün belirlenmiş tek işlevi, zihinlerdeki ideolojik inşaatın devamını sağlamak, var olanın yıkılmasını önlemek, geleceğe aynı minvalde bir miras bırakabilmektir. Sermayedarın seveceği türden bir doğal seleksiyon şekli olarak; işçi Şantiye’ye girip emeğini satmak zorundadır yoksa sistem hayatta kalmasına izin vermez. Patron ise işçinin emeği üzerinden zenginleşirken, oluşan artı değerden onunla çok az bir kısmını paylaşmaktadır. Ayan beyan ortada olan bu bozukluk ise, gerçek şantiyenin, her türlü medya aracı kullanılarak farklı tür ve maskeler altında İdeolojik Şantiye Alanı’nda olumlanmasıyla örtülür. Korkulan ayakların baş olması, sistemin bozulması, titizlikle kurulan düzenin yıkılmasıdır elbette. Kültür endüstrisinin görevi ise böyle bir durum yaşanmadan bunu engellemektir. (Bilindiği üzere bu başarılı olamadığı ya da kurulan hegemonya çatırdadığı takdirde şiddet gücü -polis, askeriye vs.- devreye girer.) O sebeple ideolojik şantiye için üretilen ürünlerde, kurmaca kötüler yaratılıp kurmaca iyiler tarafından cezalandırılabilir, çok fakir bir işçi bir gün şantiye sahibi olabilir, yanık sesli bir işçi yoldan geçen prodüktör tarafından keşfedilip türkücü yapılabilir, şantiyeye yeni gelen inşaat şefi hanıma bir gariban işçi aşık olabilir vs... Örnekler sayısız şekilde çoğaltılabilir. Yani işçi perdede/kitapta/sahnede gördüğü Şantiye’yi öven/ içinde olmayı doğallaştıran/ adaletsiz gelir dağılımını dert etmeyen/ ya da eleştiriyormuş gibi yapan ama suya sabuna dokunmayan veya refaha ulaşma umudu aşılayan kişiler vasıtasıyla katharsise uğratılmış olur. Bu katharsis, gelir dağılımındaki eşitsizliğin/ toplumsal yaşamdaki sorunların maskelenmesi için biçilmiş kaftan mahiyetindedir, sistemin devridaimi için hayati öneme sahiptir. Maruz bırakıldığı ideolojik manipülasyon sonucu en makbul işçi, sistemi doğal addedip bir gün daha çok tüketebileceği konuma
45
46
ulaşmayı arzulayan işçidir. Matrix filmleri bağlamında da durum rahatlıkla gözlenebilir. Söz gelimi, metropol içinde yabancılaşmış birey olarak tanıtılan Thomas Anderson/Neo (Keanu Reeves) içinde sıkıştığı hayattan kurtulup “Seçilmiş Kişi” olarak beklendiği yeni bir dünyaya geçmiştir. Bu durumun Şantiye’deki hayatından sıkılan ve giderek kendine/doğaya yabancılaşan işçi için katharsis yaratmadığını kim iddia edebilir? Kısaca insanlar öncelikle Sanal İdeoloji Şantiyesi içindeki Simülatif Tatminler Menüsü’nden kendine uygun “hazzı” seçer. Kişi bu aşamada ikonların yer aldığı bir süpermarkette reyonlar arasında dolaşıyor gibidir. Müşterinin meşrebine göre bir ikon mutlaka vardır ve onu satın alma konusunda hayatta hiç olmadığı kadar özgürdür. Esasında raflarda arz-ı endam eden ikon silsilesi, Cesur Yeni Dünya’daki Soma hapları gibi devlet kontrolündeki afyon kabilinden değerlendirilmelidir. Ayrıca kesinlikle emin olunmalıdır ki kültür endüstrisi, bu kalpsiz dünyada herkese yetecek kadar kalp üretme kapasitesine sahip olmakla birlikte Hollywood stüdyoları da baskı altındaki yaratığın iç çekişini dindireceğine içtenlikle söz vermektedir. (Fakat bu büyük ihtimalle yaratığınızla bir AVM’yi ne kadar verimlilikle kaç kere tavaf ettiğiniz ve bankanıza verdiğiniz harcama sözünü tutup tutmadığınıza bağlı olarak değişecektir.) Matrix Evreni’ni Tarihsel Materyalist Bir Gözle Okumak Alegorik bir dörtlemeden oluşan Matrix evreni, makinelerin insan biyoenerjisini sömürdüğü ve bunun doğumdan itibaren zihinlerin bağlandığı simülatif program sayesinde hiç anlaşılmadığı bir dünya tasavvuru sunar. İnsan soyu, makineyle giriştiği savaşta yenilmiş, yapılan anlaşmaya göre 25000 BTU enerji üretebilen bedenler, robotların enerji ihtiyacına koşulmuştur. Buna mukabil makineler de kaybedilen dünyanın benzeri bir yazılım içinde insanların “eskisi” gibi yaşayacağını garanti etmişlerdir. Matrix programı içerisindeki metropol, olanca şatafatıyla arz-ı endam ederken, simülasyona uyum sağlamayan azınlığın ondan kaçmayı becerebilirse gideceği kent, Zion, ise kaynakların kıt olduğu esas “gerçeklik” olarak tasvir edilmiştir. Zion şehri, dini referansından azade, Makine hegemonyasına karşı “tarlalardan” kurtarılmış ve orada özgür doğan kişilerin yaşadığı komündür. Maurice Cornforth’a göre toplumsal dönüşümler; gelişen üretim güçlerinin -ki bu Matrix evreninde “Makine”ye denk gelmektedir- üretim ilişkileriyle çelişkiye girerek -robotların köleleştirildiği insan sistemi- bir devrime yol açması neticesinde oluşur. Öyle ki bahsi geçen devrim, tüm
üretim ilişkilerini tepetaklak edecek, eski egemen sınıfın yıkılmasına ve yeni bir iktidarın yükselmesine sebep olacaktır. (Cornforth) Matrix filmlerinde bu teori, insan-makine çatışmasının iki veçhesini gösterecek şekilde işlenmiştir. Teorinin, ne şekilde kullanıldığından kaynaklı problemlere ileride değinilecek olmakla beraber bu aşamalar: 1- Makine hegemonyasına karşı insan savaşımını gösteren ilk üç film 2- Robot toplumunun insan hegemonyasını parçalayarak gerçekleştirdiği devrimi anlatan Animatrix’in İkinci Rönesans Bölüm 1 ve 2 kısımları olarak sınıflandırılabilir. İlk üç film özelinde düşünüldüğünde; insan-makine çatışması, rahatlıkla burjuvazi-proletarya zıtlığı olarak okunmaya müsaittir. Zira İnsan-Makine antagonizminde de (Marksist literatürün burjuvazi-proletarya ikiliğinde tahlil ettiği gibi) insan/işçi, makine/patron tarafından sömürülmektedir. Kurguda kilit rol oynayan “insan tarlaları” motifinin, kent çeperlerinde serpilen gecekondular içinde yaşayarak ancak hayatta kalacakları bir “asgari ücret” karşılığı fabrikaya/ofise yani “Şantiye”ye koşulan işçiler olduğu varsayılabilir. Bu düzlemde Makine’nin hayatta kalmak için ihtiyaç duyduğu “vücut enerjisi”nin esasında patronun ihtiyacı olan “zihinsel ya da fiziksel emek”e karşılık geldiği anlaşılacaktır. Eğer Matrix’te sınıfsal bir çatışma teması olduğu varsayımı kabul edilirse; Zion halkının, Gramsci’nin imlediği anlamda sınıf bilinci kazanmış işçiler olduğu yorumu yapılabilir. Zira onlar Makine/Patron tahakkümüne ayak uydurmamış -zihni yazılımı kabul etmeyen- iktidarın kontrolünden çıkmış insanlardır. Sistem için tehdit arz ettikleri için -Animatrix’in Kid’s Story ile Beyond bölümünde olduğu gibi- polis gücü tarafından yakalanıp etkisiz hale getirilmeye çalışılırlar. Bunun kapitalist sistemdeki karşılığı Gezi Parkı olaylarında gördüğümüz türden orantısız şiddet kullanımı, göz korkutma/yıldırma eylemleridir. Bununla beraber üçlemenin, yaydığı bu eleştirel rayihaya rağmen gerçekte sistemi ne kadar iğnelediği tartışmalıdır. Konunun daha iyi anlaşılması için serinin çatışma motifini nasıl yoğurduğu üzerine odaklanmak istiyorum. Bilindiği üzere Neo, Zion’un mutlak yok oluşunu engellemek için Trinity (Carrie-Anne Moss) ile birlikte Makine Şehri’ne gider ve orada Makine liderine, bozulmasına sebep olduğu Ajan Smith (Hugo Weaving) programını, Zion’a yapılan saldırının sonlanması koşuluyla durdurabileceğini söyler. Zira Smith kontrolden çıkmıştır ve Makine Şehri’nde de yayılmaya başlayabilir. Onun akabinde ikili bir çeşit anlaşmaya varır; Neo, hatalı Matrix’e bağlanır, Smith’le olan mücadelesini
47
48
kazanır ve onu yok eder. Makine kuvvetleri Zion önünden çekilir, Smith kaynayan Matrix yazılımıysa tazelenir “hata”larından ayıklanır. Tüm o şaşalı dövüş sahneleri, görsel efektler, gereksiz diyaloglar ve dini/ mitolojik çorba bir kenara bırakılırsa, basitçe Matrix’te olan: “Seçilmiş Kişi” Neo’nun, insan ırkının bedenlerini sömürgeleştiren Makinelere karşı, Zion’un imhasını diplomatik bir alicenaplık sayesinde “bir süreliğine” ertelemiş olduğu gerçeğidir. İmgenin nasıl inşa edildiği incelenirse Makina’nın her şekilde ipleri elinde tutan, kalabalık ve Zamanın Ruhu’nun yanında olduğu olarak kurulduğu görülür. Zion halkı ise ne kadar çabalarsa çabalasın Makine’ye olan savaşta onu yenemeyendir. Ayrıca teknolojik imkânlara sahip olsa da Makine kudretine katiyetle yaklaşamaz. Kent, direnir fakat bu en başından kaybetmeye mahkûm bir mücadeledir. Yani eğer Neo’nun üzerinde kumar oynayacak bir kozu olmasaydı Mimar’ın belirtmiş olduğu üzere kendinden önceki beş Seçilmiş Kişi’nin beceremediği gibi kenti helaktan kurtaramayacaktı. Böylelikle distopik evrendeki son insan şehri de haritadan silinecek, Makine’nin enerjisini/patronun emeğini sömürmediği hiçbir beden, Şantiye dışında hayatta kalmayacaktı. Ezcümle, Makine/Patron’un, Matrix/kapitalist sistemdeki hâkimiyeti üçlemenin sonunda sarsılmaz. İnsan/işçi, varlığını Makine/Patronla müzakere ederek bazı haklarının bilinmeyen bir süre için korunmasını sağlayabilir. İnsan tarlalarında programı kabul eden/Başka Bir Alternatifi Olmayan bireylerin vücut enerjileri/emekleri Şantiye’de sömürülmeye devam edecek, yalnız bilinçlenerek tarladan çıkan kişilerin kurduğu komünün varlığına “belli bir zaman diliminde” dokunulmayacaktır. Zion şehrinin kerhen hayatta kalışı; Makine/Patron tahakkümünün “hiçbir şekilde parçalanamayacağına” yönelik verdiği mesaj sebebiyle, seyirci zihninde doğrudan bir tahribat yarattığı aşikârdır. Makine/ Patron için Matrix’e bağlanmayan insan/işçi belirli aralıklarla yok edilmesi gereken yaşam formudur. Ayrıca insan/işçi, Matrix evreninde devrimi gerçekleştirememesi için kasıtlı/ideolojik olarak sakat bir şekilde tasvir edilmiştir. Şöyle ki; teknolojik imkanlara sahip olunsa bile Makine/Patron kudretine erişilemez, kalabalık insan sayısına rağmen Makine’yle yarışılamaz, savunma sanatları ya da silah eğitimi alınsa dahi Makine yenilemez (Neo’nun Ajanları’ı yenebilmesi ya da Zion savunması sırasında bombalanan birkaç robot yalnızca kathartik bir sinema hamlesidir.) Senaryonun insan/işçi’ye biçtiği bu zorunlu rol sebebiyle Neo’nun devrimci değil reformist bir siyasal lider pozisyonu alması kaçınılmazdır. Zira bir kültür endüstrisi metni olarak Matrix senaryosu, üç film boyunca sadece sistemin sürekliliğini onun yıkılamayacağını sadece belki uzlaşıla-
bileceğini başka bir kaçışın olmadığını söyler. Zion kentinin varlığı her ne kadar bir “alternatif” izlenimi yaratsa da söz konusu kent, tam anlamıyla Makine insafına kalmış durumda ve özgürlüğü tartışılır haldedir. Bu bakımdan filmlerin alt metninde bir bakıma Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” teorisinin tekrarlandığı söylenebilir: Makine/Patron sistemi yani Matrix/Kapitalist düzen mutlaktır ebed müddet devam edecektir... Yaşanan tüm çarpıklığa rağmen Matrix evreninde çarklar durmayacak, ona başkaldırmak bir yararı sağlamayacak, aykırı unsurlar zamanı gelince mutlaka temizlenecektir. Kısaca İdeolojik Şantiye Alanı’nda gerçekleştirilmesi amaçlanan tahribat, üç film bağlamında bu minval üzerinde değerlendirilmelidir. Aynı temanın Animatrix’te, ilk üç filmin aksine, daha dolayımsız bir şekilde kullanıldığı görülür. İkinci Rönesans Bölüm 1 ve 2’de bahsi geçen simülasyonun doğumuna kadar olan tarihsel süreç işlenir. Bu epizotlarda makineler insanın emirlerinden çıkmayan, ona hizmet eden bir teknolojik proletarya olarak gösterilir. İşçi makineler askeri bir düzende ağır sanayiden ev içi angaryaya kadar her yerde göreve koşulmaktadır. Fakat B1-66ER isimli robotun haksız yere idam edilmesi makine toplumu ve insanlar arasındaki çatışmayı ateşler. Milyonlarca robotun metropollerde yürüyüşe geçişi devrimle bitecek bir işçi ayaklanmasının fütüristik hali gibidir. Sonu gelmeyen bu mücadele robotların insan toplumundan ayrılıp Mezopotamya’da kendi kentlerini kurmalarıyla tamamlanır. Burada çok daha keskin bir yapay zekâ geliştiren makine toplumu, insan ekonomisini kökünden sarsabilecek güce erişir. Bahsedilen yeni bir üretim biçimidir ki Marx’a göre bir sınıfın tarih sahnesine çıkıp yeni bir sistem dayatacak güce erişmesi ancak var olan üretim tekniklerini aşacak, devrimci üretim araçlarına sahip olması sayesinde mümkün olabilir. (Söz gelimi feodal sistemin içinde ticaret yaparak sermaye biriktiren kentli tüccarlar, teknoloji ve bilime yatırım yaparak daha önce olmayan bir üretim biçimini -sanayi- geliştirmiş zaman içinde aşama aşama feodalizme son vererek kendi iktidarını kurmuştur.) Ancak Animatrix’in ideolojisi de tam olarak bu referansın arkasında hayat bulur. Zira bölümler; vahşi kapitalizmin yarattığı adaletsizliği, robotlar üzerinden göstermekle birlikte kaçınılmaz devrimi protein temelli vücutlardan mürekkep insan bedeninin değil, ateşli silahlarla kolayca yaralanmayan dayanıklı robotların yapabileceğini imlemektedir. Bu, seyircinin devrime yönelik beklentisini psikolojik olarak sönümlendirmeye yarayan zekice kurgulanmış bir hamledir. İdeolojik Şantiye’den kalkan hafriyat kamyonları ise o esnada işçinin asla yapamayacağı devrime yönelik düşüncelerini konvoy halinde
49
50
imha edileceği yere taşımakla meşguldür. Devrim düşüncesinin sistem üzerindeki tehdidi, zayıflatılmış ve sanal bir devrim kumpanyası marifetiyle uzaklaştırılmıştır. Tarlabaşı’nda, Sulukule’de yıkılan o güzelim evler gibi kentsel dönüşüm programı kapsamında boşalan İdeolojik Arazi’ye, Sermaye’nin çok katlı ve lansmana özel indirimlerle satılan erekte olmuş penisleri dikilir. Sonuçta işçi güçsüz ve tek başınadır, robotlar onun yerine kurgusal bir alanda devrimi yapmıştır nasıl olsa. Şimdi bu çok katlı penislerin önce inşaatında çalışmalı sonra kapısında beklemeli/çöplerini toplamalı/camlarını silmeli ve düzeni doğanın yasası, Allahın takdiri, karmanın uygun gördüğü kabul etmelidir. Öyle ya bu dünyada iyilik ederse öldüğünde cennetle mükâfatlandırılabilir ya da reankarne olup Şantiye Sahibi olarak geri dönebilir. (Kankalarla katharsis keyfi böyle bir şey olsa gerektir.) Unutulmamalıdır ki hiçbir kültür endüstrisi ürünü gerçek bir devrimi göstermez/oynatmaz ya da söyletmez. Bu kurum, devletin bütün ideolojik aygıtlarından söylem ödünç alabilir onu ilk amacından sapmadan yeni bir forma bürüyerek sonsuz sayıda tekrarlayabilir. Devrim, zihinlere zerk edilen böyle mesajlarla imkânsızmış gibi algılatılır. Kültür endüstrisi lekesiz zihinlerde sonsuz gün ışığı yaratmaktadır. Sonuç Yerine Egemen sınıf, toplumun üzerindeki hâkimiyetini devam ettirmek için, çeşitli üst yapı araçlarıyla kurduğu eşitsiz düzeni doğallaştırmaya girişir. Bu kurumlar toplumdan topluma tarih, iklim, coğrafya vs. gibi yüzlerce sebepten farklı şekillerde gelişmişlerse de son tahlilde her biri kurulu düzenin kesintisiz devamı amacına hizmet eder. Bu çekirdek bir devlet modellemesi olan “aile” kurumuyla başlar; onaylanmış kültürün/ geleneğin imal edildiği okul ve dinsel organizasyonlarla devam eder, her türlü medya aracıyla taçlanır. Sömürülen çoğunluğun, hakim azınlığın arzularını kendi rızasıyla kabul etmesini sağlayan üst yapı araçları, dörtlemede programın “kendisine” denk gelmektedir. Matrix, tarlalarda kendine bağlı yaşayan insanların zihinlerini manipüle eder. Öyle ki bu gerçekliğin her bir satırı Makine aklı tarafından titizlikle yazıldığı ve kişinin zaman, mekân algısını tümüyle kontrol ettiği için (hiper doğallaştırılmış ifadesi belki durumu karşılayabilir) kişiler programdan çıkmayı düşünmemekte/düşünememekte böylece sistem onaylanarak devam etmektedir. Bu siberpunk ifadeyi günümüz toplumuna uyarladığımızda Matrix’in içinde yaşadığımız vahşi kapitalist sistem ol-
duğunu kolaylıkla varsayabiliyoruz. Mutualist bir dürtüyle devlet ve şirketler tarafından sınırları çizilen dünyada milyonlarca kişi, hali hazırda bu ortaklık tarafından sömürülmekte, kontrol edilmekte yeri geldiğinde cezalandırılmakta ya da ödüllendirilmektedir. Varoluşlarının tek amacı makinelere enerji sağlamak olan donörler, özgür iradeleriyle karar verdikleri bir dünyada yaşadıklarını zannetmektedirler ki bu Marx’ın veciz ifadesiyle “yanlış bilinç”in ta kendisidir. Bununla birlikte Matrix metninin ideolojisi tüm bu sömürü düzenini kendi meşrebince göstermesinde aslında sadece “göstermesinde” ve onu değiştirmek için hiçbir çözüm üretmemesinde, umut vermemesinde yalnızca ve yalnızca katharsise, İdeolojik Şantiye’de gerçekleşecek bir katharsise indirgemesidir. Öyle ki tümüyle rahatlamış işçinin, ideoloji kontrolünde zihinsel mastürbasyonunu yaptıktan sonra 9-5 çalıştığı gerçek Şantiyesi’ne gitme konusunda rızası daha kolay üretilebilir hale gelir. Warner Bros stüdyolarında çekilen büyük bir prodüktörün yatırım yapması vesilesiyle -Joel Silver- yaygın olarak dağıtıma girmiş ve tam da Aristoteles’in öngördüğü gibi işçileri kendi istediği bir ideolojik dümen suyuna sokarak katharsise ulaştıran Matrix dörtlemesi için de durum tam olarak böyle gerçekleşmiştir. Önemli olan olabildiğince çok insanın zihninde ideolojik inşaatın devam etmesi ve onların zincirden kopmamasını sağlamaktır. Referanslar Cornforth, M. (n.d.). Tarihsel Materyalizm. İstanbul: Sarmal Yayınevi. Demirci, U., & Ersümer, O. (n.d.). Retrieved 06 19, 2015, from Cyberpunk0101: http://cyberpunk0101.blogspot.com.tr/p/makale.html Zizek, S. (2014). Matrix. İstanbul: Encore Yayınları. Hasan Berk Akkoç
51