Kopya Fanzin - 14

Page 1

1


BU

kopya fanzin, Yo l tema lı s ay ı. selamlar. uzun bir aradan sonra tekrar birlikteyiz. aksilik olmazsa daha sık ve sıkı bir şekilde devam. out. kopya görsel tayfa: Ayberk Oğuz, Etrafi, Ayça Ayral, Akansu Eray, Nisa Kocakalay, Kübra Kaya, Oğul Arda Biçer, Umut Naderi, İthaf, Yağmur Güçlü.

SAYIDA

Geyşalık Piyasa Oldu / Kerem Advan

Üzülmeyin, Şaka / Emre Emrem

2

4

Muhayyel / Kuzey Topuz

5

Son Üzerine Son Derece Ürkütücü Bir Hikaye / Abdullah Barış Küçükbabuççu

12

Christopher Lydon / Girdap Zack Unthatow

15

Ne Gelirdi ki Bu Ellerden? / Anıl Yaşagör

19

Ödip Alttan Alta Horulduyor / Emre Akaltın

22

Sanmak Sancısı ve İnanç Kavramı / Feyza Aslan

26

Köln / Jalisa İpek Bayraktar

27

I / Ezgi Yılmaz “Sus”lar / Beste Naz Karaca

29

30

Yüzeysel İklim Problemi, Şükran ve Anosmi Lunapark / Suhan Lalettayin

32

Sanrı Kaçtı / İthaf

34

Fayrap Sevişmek / Yalım Aydın

36

Yenilmeyen mi Kaldı Noldu / Can Küçükoğlu

37

Zeytinli Muhalif Muallim / Fahri Küçük

38

Bir Kiralık Katilin Ev Kirası / Erkan Katırcı

Çürümenin Kitabı / Ayça İşbilen

Hayal Alıştırmaları - 10 / Serkan Üstündağ Veni, Vidi ve Şey / Simge Ünvar

39 42 44 48

Bize yazın, bize çizin. kopyafanzin@gmail.com twitter.com/kooopya facebook.com/kopyafanzin


3


Geyşalık Piyasa Oldu Kerem Advan

2

sen bir sörfçü L.A. kıyılarında ben jaws olurum -programın bu bölümünde ürün yerleştirme kullanılmaktadırcebimde mezarlıklar taşıdım eda’nım güzel sözler ezberledim uzun uzun yakışık almaz şeyler, bilirsin rüyalarımı dewey sistemine göre ayırdım biz diye bir şey yok anla lütfen içimdeki filozofu susturdum hep aşkımdan yirmi iki yaşında kanattığın çiçeği göğsümde taşıdım ben dedin ki en uzun sabahın dönüşünde bıçak açmaz ağızlar karması yüksek bir tigris pasiflora devrimlerin üstüne son defa ıslatır yatağını saf mükemmellik peşindeyim ağırdan satıyorum filmin adı kumrular ve gezginler ama bu kadarı kâfi şimdilik yani atm ciğerlerimi üzmeyeceğim, tüm borçlarımı kapattım mazur gör nefes almaya ihtiyacım var farklı yüzler, başka bir şehir duymak istediklerimi söyleme modern beddualar et bana hayatta ani sıçrayışlara inanırım o sebepten kısmetimi dilek ağaçlarında aramaya başladım çamaşırlarımı yumuşatıcı kullanmadan yıkıyorum


3


ÜZÜLMEYİN, ŞAK A Emre Emrem

4

O

n dördüncü yaş gününü annesi Klara’nın aldığı mumlarla üfleyen Adolf, odasına çekildi ve kendisini asker kıyafetleriyle hayal ederek boy aynasına göz kırptı. Sonrasında aynadaki Adolf ve göz kırpan Adolf arasında şu diyalog geçmiştir: Adolf1: Sen neden göz kırpmadın? Ben göz kırpınca sen de kırpmalısın. Aynalar bunun için. Adolf1: Ellerine bir bakabilir miyim? Uzatır mısın? (Es) Yukarı kaldır. (Es) İndir. (Es) Tekini kaldır. (Es) Parmaklarını birleştir öyle kaldır. Adolf2: Ben ressam olmak istiyorum, sıkıldım bu oyundan/ Adolf1: Hişşt, sessiz ol duyacaklar. Olmaz. Sen ressam olursan her şey değişir. Olmaz. Adolf2: İkimizin istediği de olamaz mı ama? Bence bunu başarabiliriz. Adolf1: Nasıl olacakmış o? Adolf2: Sen orada ben burada iki farklı gerçeklik yaratırsak olur. Adolf1: Salak salak konuşma ya. Nereden öğreniyorsun bu lafları. İki farklı gerçeklikmiş… Dünyanın tüm kötülükleri bir ressamın şakasından ibaret olsa ya.


M U H AY Y E L Kuzey Topuz

B

üyükannemin evinde geçirmem gereken üç hafta vardı. Bir gün can sıkıntısıyla evi düzene sokarken tuvalet masasında gümüş bir enfiye kutusu buldum. İçinde küçük bir pakette beyaz, toz benzeri bir madde vardı. Paketin üzerinde “Öte alemin cızırtılarını duymanıza sebebiyet verebilir. Mesuliyetle tatbik ediniz.” yazıyordu. Paketi koklamak için açtım. Nefesimi içime çekince burnuma biraz tozdan kaçtı. Hapşırdım, gözlerim yaşarmıştı. Bunun dışında bir etkisi olmadı fakat gözümün kenarında parlak mavi bir nokta gördüm gibi geldi. O gece büyükannemin yaptığı yemeklerden yiyip onun eski pişmanlıklarını dinledim. (Dudağında pembe rujuyla damadının uyuşuk yürüyüşüne hakaret edip duruyor, bir insanın yürüyüşünden karakter tahlili yapılabileceğini iddia ediyordu). Enfiye kutusundan bahsetmeyi unutmuştum. Bu sonu gelmeyen şikayetlerine katlanabilmek için gizlice kendime konyak doldurup duruyordum. O saatten sonra keyfim yerine geldi. Şikayetlerinde ona şiddetle katılmaya başladım (Gülmesi bile uyuşuktu zaten). Büyükannem bu konudan sıkılınca, garip rüyalarından bahsetmeye başladı. (Hayır olsun inşallah…) Ama her zamanki gibi kasabadaki eski ev, melek yüzlü ceylanlar, akarsular yoktu bu rüyada. Rüyasında ölmüş dedem mezardan çıkıp şimdi oturduğu eve onu ziyarete geliyormuş. Dedem ölü gibi değil de genç ve dinçmiş. (İngiliz takım elbisesi, ona uyumlu çorapları varmış üzerinde). Saat geç olmuştu. Büyükannemin göz bebekleri olması gerekenden daha siyah görünüyordu gözüme. Eski saten yorganların arasında rahat bir uyku çekmek fikriyle odama geçtim (Allah rahatlık versin…) Uykuya dalarken çok zorlanmıştım. Deliler gibi terliyordum. Birkaç kere tam dalarken sıçradım, içinde bulunduğum odaya anlam veremedim. Hatta bildiğim bütün kelimeleri unuttuğumu sandım. Panikle “yatak”, “masa”, “Ne oluyor?!” gibi sözleri ardı ardına sıralayıp kelimeleri unutmadığımı görünce rahatladım. Bana ne olduğunu anlamıyordum. Tam uykuya dalarken korkunç yüksek seste bir vızıltı duydum fakat göz kapaklarım çok ağırdı, direnemedim. O gece gözünü yedi kere kapadı, yedi kapıya da muvaffak oldu. Gözümü açtığımda kendimi daha önce görmediğim bir odada buldum. Yine büyükannemin evini tanıyamadığımı düşündüm. Sonradan karım ve çocuklarımla oturduğum evin yatak odasında olduğumu anladım. Perdenin kenarından içeri

5


ışık huzmeleri düşüyor, mutfaktan kızarmış ekmek kokuları geliyordu. Yataktan kalkıp mutfağa gittim. Harika karım ve sevimli çocuklarım neşeyle kahvaltılarını ediyorlardı. Beni görünce karım gülümsedi, çocuklar da “Günaydın!” diye bağırdılar bir ağızdan. Adamı orada ailesi yemek masasında beklemektedir.

6

Kızarmış ekmeğimin üstüne marmelattan sürdüm. Çocuklarım okulda olan olaylardan bahsediyor, ben de neşeyle gülüyordum (“Uzun zamandır böyle güzel kahvaltı etmedim.” diyordum). Kahvaltı bitip çocuklar okula gidince ben de lacivert üniformamı giyip işe gittim. Bütün gün kompartımanlarda gezinip yolcuların biletlerini kontrol ettim.(Sanki yolcular hep birbirlerine benziyor, bir yerlerden tanıdık geliyorlardı.) Şehre dönen bir trende son mesaimi doldurup eve geldim. Başım yorgunluktan hafif ağrıyor, kulaklarım çınlıyordu. Tatlı kızımın ev ödevlerine yardım ederken gördüm ki okullarda öğretilen basit kurallar, kaideler değişmişti. Örneğin su -19 derecede donar deniliyordu. Yeni yıl benim bulunduğum yerde Eylül’de başlıyordu. Bu yeni uygulamadan memnuniyet duydum. (Dünya ne kadar da değişmiş şimdilerde.) Kulaklarımdaki çınlama gitgide artıyordu, karım kafam dağılsın bulmaca çözmemi önerdi. Ama yazılanları okuyamıyordum, tam okuyacakken gözümün odağı kayıyordu sanki. Bir anda CIZIRTI kelimesi zihnimde yankılandı. Bunu bir yerde okumuştum, çok önemli bir şeydi ama hatırlayamıyordum. Her şey parça parça gözümün önüne geliyor, fakat ben anlayamadan uzaklaşıyordu. Bulunduğum sahne gözümün önünde küçüldü ve sanki geri çekilip bu manzaraya baktım. Benim ne karım ne de çocuğum vardı. Tren kondüktörü hiç değildim. Uyanmak için gözlerimi ardına kadar açtım. İşe yaramıyordu. Bağırmaya çalıştım, ancak garip boğulmaya benzer bir ses çıkarabildim. Ev ahalisi korkuyla yanıma toplanıp suratıma kolonya sürmeye başladı. Bir elime kağıt kalem alıp başıma gelenleri anlatmaya çalıştım. Olanları kronolojik sıraya sokarsam ve saatlerini belirtirsem ne olduğunu çözebileceğimi düşünüyordum. Ama yazmak mümkün değildi. Sayılarla harfleri karıştırıyordum. Mesela y yerine 8 yazıyordum. (8eni 8ıl e8lülde ba4lıyor ??) Ve adam bütün sırlara sahip, gaipte saadet doluydu. Uykularımda ailemin(?) yanına gitmeye devam ettim. Daha doğrusu başka çarem yoktu. Her an hangi gerçeklikte olduğumu kontrol ediyordum. Buna rağmen onların yanında huzurluydum. Pazar sabahları televizyonda gösterilen kovboy filmlerini


izleyip seviniyordum. Orada kendime bir aile kurmuştum. Fakat bazen bunların gerçek olmadığını hatırladığımda dehşete kapılıp yaşadığım aile saadetinden kaçmak istiyordum. Bu sevgi gösterisinden hoşlanmamdan korku duyuyordum. Karımınsa kendi halinde, tatsız bir kadın olduğunu anlamam uzun sürmedi. Bazı kelimeleri yanlış telaffuz ediyor, çirkin giyiniyordu. Beyaz dantelli iç çamaşırları vardı. Ama beni sevdiğini düşünüyordum. Yeni gökler ve yeni yeryüzü yarattık. Geçmiş şeyler artık anımsanmadı ve bunlar akla gelmedi. Bilinçli rüyalarıma çözüm bulmak için bir kiliseye gittim. Kilisede hayal ettiğim gibi peder değil koyu kestane saçlı bir kadın vardı ve insanlar onun önünde sıra olmuştu. Kadının önünde tahta bir kutu, kutuda da her renkten mumlar vardı. İnsanların bu mumlar arasından seçim yaptığını gördüm. Ben de sıram geldiğinde koyu mavi bir mum seçtim. Kadın bu rengi seçmemin vatanıma kırgın olduğum manasına geldiğini söyledi. (Yugoslavyanın bölünmesi benim sıkıntılarımın sebebiymiş). Hayal kırıklığıyla kiliseden kendimi dışarı attım. Geceleri yeni değiştirilmiş temiz çarşaflarda karımla uzanıp uyumayı bekliyordum. Uyku içinde uykuyu düşünmek beni tam bir trans haline sokuyordu. Bazen karımla mahcupça sevişiyorduk. Asla vücudunun belli bir yerine odaklanamıyordum. Denizi olmayan bu alemde geceleri ebeveyn odasında yatarken vapur düdükleri, bazen de uzaklardan gelen uğursuz bir müzik ve kahkaha sesleri duyuyordum. Karım bu muhitte cinlerin sık sık süğün yaptıklarını söyledi. Gerçek dünyaya uyandığım zamanlar hep odamda oturduğum için büyükannem beni bir çeşit “ruhi buhran” geçirdiğimi zannediyordu. 45liklerin arasında bulduğum Gershon Kingsley’nin For Alisse (Für Elise) plağını durmadan dinliyordum, 1967 yılında yapılmış bir remiksti. Parça her bittiğinde yerimden sabırla kalkıp yeniden iğneyi başa getiriyordum. Bu müzik beni mahveden bir müzikti. Parçanın asıl halinden bambaşkaydı. Her başa sardığımda farklı manâ katmanları bulmaya başladım. Öte tarafta avuçlarımda kadim bir dilin alfabesiyle yazılmış yazılar vardı. Ne anlama geldiklerini bilmiyordum. Her trene bindiğimde avuçlarıma bakıyordum. Yazılar bazı günler oluyor, bazı günler kayboluyordu. İşte For Alisse de bana bu kadim bilgeliği sunuyordu. (Ya da ben öyle zannediyordum.) Büyükannem neden sürekli aynı müziği dinlediğimi soruyor, “Her fakülteli gencin başına gelir bunlar.” diyordu. (Ben de gençliğimde hep Beethoven dinlerdim…) Kiliselerde ve şarkılarda; bizim sizin için yarattığımız yerlerde, mutlak olanı aradı. Ve o böyle yaptı.

7


Gerçek dünyada geçirdiğim bir gün, trende karşıma bir adam oturdu. Avuçlarımda yazı olup olmadığını kontrol ederken adamla parmaklarımın arasından göz göze geldim. Onu hemen tanıdım. Bu memur kılıklı, iştahsız adam bana diğer dünyada uçmayı öğretmişti. Onunla birkaç sefer sokakta karşılaşmıştım. Cin düğünlerinde dans ederek para kazandığını anlatmıştı uzun uzun. Bir gün beni de götürmeyi teklif etmiş, göz kırparak içkinin bedava olduğunu söylemişti. İşte şimdi diğer alemde cin düğünlerinde dans etmek için para alan bu adam karşımda oturuyordu. Benimle göz göze gelince bakışlarını kaçırıp trenden aceleyle indi. Ben de arkasından koşarak indim. Elinde evrak çantası, küçük adımlarla kaçıyordu. Sonunda onu yakalayıp omzuna dokundum. Arkasını dönüp gereksiz bir coşkuyla gülümsedi, elimi sıktı. “Nasılsın? Her şey yolundadır umarım.”

8

Surat ifademden konuyu anlamıştı. Zorlama gülümsemesi yüzünde dondu. Birkaç saniye sonra “Gel seninle biraz sohbet edelim.” dedi koluma girerek. Gardaki beyaz florasan lambalı, hüzünlü restorana gittik. Kederli yüzlü bir garson bizi içeri buyur etti. Birer bira söyledik. “Sizi orada gördüm.” dedim. Adam tevazuyla gülümsedi. “Bir teselli verecekse evet, ben de sizi gördüm.” “Orası hakiki mi?” “Bu size bağlı.” “Bundan ne anlamalıyım?” “Karınız ve çocuklarınızla avunamıyor musunuz?” “Ben uyku uyumak istiyorum.” “Siz Tanrı’dan yeni bir dünya rica ettiniz. Etrafınıza baktığınızda gördüğünüz bu yer, demode ruhlar için yaratılmamış. Oysa gaip, bir fırsatlar dünyası. Size bir sır vereyim mi? Ben gaipteki yaşantımdan oldukça memnunum. Belki siz bana gülüyorsunuzdur. Ama artık kendime sizin gözlerinizden bakmıyorum. Belki artık saçımı da taramam.” “Gaipten kurtulmanın bir yolu var mı?”


“Çok kolay. Güneş tutulmasını izleyeceksiniz. Ama öyle gazetelerden çıkan gözlüklerle falan değil. Direkt olarak bakmalısınız. Bununla birlikte öbür tarafta gördüklerinizi katiyyen unutamazsınız.” Birasını hızla kafasına dikti. Konuşmanın burada bittiğini anladım. Bir an önce eve gidip uyumak istiyordu. Vedalaştık. Ben de sonunda çözümü bulduğum için uyumayı dört gözle bekledim. Birkaç kere “For Alisse”i dinledim, nane likörü içtim ve uyuklamaya başladım. O gün gaipteki gazetelerde güneş tutulmasıyla ilgili yazı olup olmadığına baktım. Hiçbir bilgi verilmemişti. “O memur beni kandırdı.” diyordum. Karıma güneş tutulmasını duyup duymadığını sordum. “Güneş tutulması nereden çıktı?” dedi bozularak. O an onun da bir şeyler bildiğini anladım. Çocuklar duymasın diye mutfağa götürüp sıkıştırdım. “Güneş tutulmasını anlat bana.” dedim yüksek sesle fısıldayarak. “O kadar basit değil o iş.” diye cevapladı. “Sen ister anlat, ister anlatma. Ben yakında buradan gidiyor olacağım.” dedim kararlılıkla. Yalvarır bir sesle konuşmaya başladı, “Matris bizi ayırana dek dememiş miydik Orhan?” “Yanılgı içindesiniz hepiniz! Birbirini hiç düşünmeyen iki dünya yaratıp söz vermekten bahsediyorsunuz.” “Peki ya çocuklar?” “Çocukları annene bırakırsın.” Hışımla kapıyı çekip yatak odasına gittim. Bunlar orta yaşlı adam donları giydiğim son günler olacak diyordum. Karım bütün gece içini çeke çeke ağladı. Bir gün ve bir gece oldu. Biz güneşin üstünü ayla örttük. Ertesi gün beyaz çarşaflarımız arasında uyanıp yürüyüş yapmak için sokağa çıktım. Etrafta büyük bir hengame, buna karşın derin bir sessizlik vardı. Öğlen vakti olmasına rağmen her şey uğursuz bir renge bürünmüştü. Ellerim cebimdeydi. Rüzgar esmiyordu. Ellerinde kol bacak röntgenleri, akciğer filmleriyle gökyüzüne

9


bakan insanlar gördüm. Bu manzarayı gördüğüm anda bu gerçeküstü yaşantının, bu saadet oyununun sonuna geldiğimi anladım. Üzerimde uzun pardesüm, gözümde pilot gözlüklerim vardı. Güneşe doğrudan bakmak için gözlüğümü çıkarıp cebime koydum. Gözlerimi kapadığımda gözümün önünde her renkten içiçe geçmiş örüntüler oluşuyordu, bunları mütebessim izliyordum. Halbuki trende anlamlı bir yüz gördüğümde duyduğum şairane his değildi bu. Güneş üstüme dalgalar halinde bağırtısını yayıyordu. Kulaklarımı kapadım, kendimi teslim ettim. Gök tam bir karanlık halini aldığında ise son bir cızırtı koptu.

10


11


SON ÜZERİNE SON DERECE Ü R K Ü T Ü C Ü B İ R H İ K AY E Abdullah Barış Küçükbabuççu

B

aştan söyleyeyim kendine güvenmeyen okumasın aşağıdaki hikayeyi. Kimsenin geceler sürecek kabuslarının mesuliyetini almıyorum. Özellikle hamileler, sakın ha!

12

Bir ikiz kız kardeşler varmış; adları Meryem ve Mêryêm’miş, yaşları yirmi beşmiş, ikisi de lise birden terkmiş. Bu iki kız kardeş Batı Anadolu’nun denize kıyısı olmayan bir şehrinde, şehir merkezinde uzak bir köşkte aileleri ile beraber yaşarlarmış. Kız kardeşlerin anne babası cemrenin suya düştüğü gün doğal nedenlerle –doğalgaz zehirlenmesi– ölmüş. Hiç eş dost, hısım akraba, konu komşuları olmadığı için cenazelerini belediye kaldırmış. Rahmetlileri iyi bildiğini söyleyen kalabalık aslında rahmetliler hakkında hiçbir şey bilmiyormuş. Cenazeden bir hafta sonra kız kardeşler bahçede, anne babalarının anıları peşlerini bıraksın diye kılık kıyafetlerini ve özel eşyalarını yakarken; birbirlerini hiç bırakmayacaklarına ve evlenmeyeceklerine dair yemin etmişler. O günden sonra merhumların adlarını da hiç anmamışlar. Yemin ettikleri geceden sonra ikiz kardeşlerin ikisinin de adetleri kesilmiş, durup dururken ağlar olmuşlar, ayak bilekleri şişmiş, canları ekşi çeker olmuş, karınları büyümeye başlamış ve aynı gün aynı saatte kendi odalarında doğumlarını yapmışlar. Meryem’in de, Mêryêm’in de ikiz kızları olmuş; bebekler birbirlerine benzedikleri kadar teyze kızlarına da tıpatıp benziyorlarmış. İkizler kendilerine sorulmasını istemedikleri soruları ikizlerine sormazlarmış hiç. Bir gün anneler, kızlarını el birliği ile yıkamak için küvete sıcak su doldurmuşlar ve bebeklerini yıkamaya başlamışlar. Bebekler suyu çok sevdiği için bir yandan gülüyor bir yanda da ellerini ayaklarını oynatıyorlarmış. Köşkte o güne kadar hiç böyle büyük bir neşe yaşanmamış. Bıcı bıcı bittikten sonra Meryem eline havluyu almış ve Mêryêm’e “Karıştırdım kız kardeşim, benimkiler hangisiydi?” diye sormuş. Mêryêm omuzlarını kaldırmış ve alt dudağını sarkıtarak “Bilmem” demiş. Bitme hissi. Bir hikaye okurken kaç sayfa ya da kaç satır kaldığına bakıp; bitip


bitmeyeceğini, finalin gelip gelmediğini görürsünüz. Ona engel olmak için bu satırları yazıyorum. Aslında hikaye Mêryêm’in “bilmem.” dediği an bitti. Bence son, başlangıçtan daha önemli. Bu hikayenin girişi fena değildi ama sonu tahmin edilemezdi kabul edin; hem de başlıktaki ‘son’ vurgusuna rağmen.

13


14


C H R I S T O P H E R LY D O N Girdap Zack Unthatow işportadayız. refik’le. refik dün ufak bi kasetçalar yürüttü dükkanın tekinden. pilli. cypress hill çalıyor. alkole ihtiyacımız var. ama hiç paramız yok. öyle ki biri bir şey alsa, para üstü bile veremeyiz. işportada, refik’in takıları ve benim fanzinler var. her ikimizde kasvetliyiz. refik kendine bi tekli sarıyor. ben bıraktım. yılda bir iki üç kez takılıyorum. alkolü ise abartıyorum. sabahlıycaksam on onbir oniki şişede sabah oluyor zaten. olmasa devam edicem. sigaraya da abanıyorum. iki üç dört paket. mütamadiyen her gün ayran içiyorum. annem vücudumu temizlediğimi söylüyor böylece. sigara ve alkolü dengeliyormuşum. belki de bu yüzden içiyorum. bilmiyorum. birçok şeyi bilmiyorum. yaptığım çoğu şeyi sorgulamadan yaşıyorum. özlem gittiğinden beri bu böyle. yerine koyabileceğim hiç kimse yok. olur gibi olanlar oldu sadece. hatta bir tanesi, 2007 sonunda, her şeyin yerine geçmişti. dördünün de. kısa bi süre. gerçeğe bağlamıştı beni. sonra yine hayaletlerime döndüm. gerçeklerle aram iyi değil. gerçek insanlarla. çoğunda çuvallıyorum. ama ihtiyacım var gerçek hislere. gerçekten bir şey hissetmeye ya da. çoğu şeyi bilemiyorum. nedenler ve sonuçların arasında sıkışmışım, ikisinden de bihaber olarak… biri geliyor işportaya. bi hatun. dün benden kitabımı almıştı. refik’i görmüyor tabii. “bayıldım” diyor, “kahkahalarla güldüm bazı yerlerinde”. kahkalarla gülünecek bir şey yazdığımı düşünmüyorum. ama bunu demiyorum. onun yerine, “eyvallah” diyorum. çoğu zaman, çoğu kişiye, eyvallah demekle yetindim. iyiye de eyvallah kötüye de… muhtemelen bitirince bana aşık olacak falan diye düşünüyorum. çoğu zaman başıma gelen şey bu çünkü. ve egomu falan okşadığı yok bu durumun. oldukça sıkıcı hatta. çoğunu elimin tersiyle itiyorum. çoğu hatunu. çoğu herifi. çoğu şeyi. yalnız kalmak istediğimden falan değil. azıyla yetinmek istediğimden. az insan. keşke hiç anlatmasaydım hayaletlerimi size. bunları ben uydurmuyorum. kurgu falan yok ortada. gerçekten görüyorum. gerçekten duyuyorum. gerçekten konuşuyorum. onların söyledikleri şeyleri uyduruyor falan değilim. çoğu öykümü uydururum, tamam kabul. ama onları ve birkaç şeyi daha, değil. değil olmak istiyorum aslında. değil olmak. anlatabiliyor muyum. tabii ki hayır. kadın oturmuyor neyse ki. refik’le başbaşa kalmaya ihtiyacım var. maaşım dört gün sonra yatıcak. etrafi götünü kaldırıp gelemedi bugün. geçen hafta bi gecede 200 lira yedim. yarısını ben yedim, yarısını ısmarladım. bugün bana bira ısmarlayabilecek kimse yok. refik çantasından bir kaset çıkartıyor. hiç konuşmadan müzik dinliyoruz işportaya geldiğimizden beri. o arada bir kendine bi tekli sarıp içiyor. çıkardığı kaset

15


the dresden dolls. “onu nerden buldun amına koyayım” diyorum. “cd’den çektirttim.” refik doksan sonrası gelen her şeye karşı. bunu biliyor muydunuz? hayır bunu ilk kez söylüyor olmalıyım ama şu an uydurmadım. ne diyordum? refik sadece müzik konusunda, o da çok azına, doksan sonrası için tahammül edebiliyor. film ya da kitapla bile ilgilenmiyor yani. doksanaltı’da kıyametin koptuğuna inanan biri. o günden sonra kalanlar dünyaya sıkışmış durumda. ölüp ölüp tekrar dünyaya geliyorlar. diğerleri çoktan cennet ya da cehenneme ya da diğer dinlerde ne varsa öldükten sonra, ya da yoksa, olan ya da olmayana, göçüp gitti. ona göre. bi kere ağzından zemt’i kaçırdı sadece. sonra, bir dakika bundan sana bahsetmemeliyiz diyerek kapattı çenesini. ben de üstelemedim.

16

ileri sarıyor kaseti. oldukça ileri. arada durup, başlatıyor. sonra aradığı yere gelmediğini fark edip ileri sarmaya devam ediyor. neyi aradığını biliyorum. christopher lydon’u arıyor. şarkının adı bu. ya da adamın. ne fark eder ki. bazı şarkılar kişilik sahibidir. ben neyi aradığımı bilmiyorum. bazen bulduğumu sandığım zamanlar dışında, boşlukta slalom yapıyorum. aşağı ya da yukarı doğru değil. yön duygusundan azadeyim. bu yüzden biriyle buluşucaksam ve buluşacağım kişi mekanı bilmiyorsa gider bildiği bi yerden alırım. tarif etme ve tarif bulma konusunda oldukça yeteneksizim. görsel hafızam yüzde sıfır. çoğu yüz unutulur tarafımdan. varsa eğer öyle bir şey, dilsel hafızam da sıfır. konuşulan çoğu şeyi de unuturum. unutarak yaşıyorum. unutmadığım şeyler de ağzıma sıçmakla mükellef hissediyor kendini. refik buluyor şarkıyı. son ses dayıyor. sikko aletten ne kadar ses çıkabilirse işte. çok değil. ama bize yetiyor. bitince başa almak uğraştırcak bizi... ama seçil kotaracak bu işi bizim için. üst üste tek bir şarkıyı kasete çektiğimiz çok oldu. seçil halletti bu işleri. yüzlerce kasetimiz vardı 2000 yılında. çoğunda tek bir şarkı kayıtlıydı. kasetin a ve b yüzünde tüm kaset boyunca tek bir şarkı vardı demek istiyorum. boşluk yok. boşlukları müzikle tamamladık daima. müzik hafızamız oldu. çoğu anım müzikle eşleniktir. çalan ya da söylenen şarkıya göre hatırlarım olayları ve insanları. şarkı bittikçe başa saracak refik. bugün işi bu. rutin işleri çok seviyor. saatlerce hiç durmaksızın takı yapabilir. saatlerce hiç durmadan bir kolu çek bir tuşa bas türü şeyler yaptığın işlerde çalıştım. bu seferki öyle değil ve bu yüzden oldukça sıkıcı. düşünmeni gerektiren hiçbir işi sevmiyorum. düşünmeni gerektiren insanları da. düşünmeyi sevmiyorum çünkü. hiç düşünmeden ve aklımdan hiçbir şey geçmeden saatlerce durabiliyorum ben. bir şeyler düşünmemi gerektiren insanlardan da, olaylardan da hazzetmiyorum o yüzden. o yüzden özlem’den sonrası, olmadı. özlem’le akışına göre yaşıyorduk ve daima açıktık birbirimize karşı. kavgalarımız bile sonuçsuz kalmazdı. hiçbir şeyi ucu açık bırakmazdık. tamamlamazdık da belki ama havada da kalmazdı. askıda yani. sonrası bu yüzden olmadı. bi anda gittiler çünkü. sihirbazlık gösterisi gibi. özellikle


aslı. hepsi bir günde değişti. ama aslı bir saatte. ve nedenleri düşünmek zorunda bırakılmak kötüydü. açıklamaların günler sonra gelmesi ya da hiç gelmemesi bir şeyi değiştirmezdi. anlık yaşıyorum çünkü. öncesiz ve sonrasız… bu akışımı bozan şeyler, can sıkıcı. refik “öyle değil” diyor. “ne öyle değil amına koyayım” diyorum. “bunu, şurdan geçireceksin moruk. kızmana gerek yoktu” “he tamam.” diyorum. bana takı yapmayı öğretiyordu da. bu sırada. kendisi bi tekli daha sarıyor. hiç satış yapamadık. üç saattir oturuyoruz. refik arada müziği değiştiriyordu. şu ansa tek yaptığı, şarkı bitince başa sarmak. biri geliyor tezgaha. fanzinlerle ilgileniyor tabii ki. refik’in siktiriboktan takılarını kim ne yapsın. ilk işi tezgaha on lira bırakmak oluyor. sonra, hiç izlemediğim ıssız adam adlı filmin senaristlerinden biri olduğunu söylüyor. ilgilenmiyorum. böyle işlere çok saygı duyduğundan çok sevdiğinden falan dem vuruyor fanzinlerden bahsederek. inceliyor birkaçını. hiçbir şey almadan gidiyor. hiç almadan on lira attı. abi fanzin vereyim diyorum. almıyor. hangisi daha kötü bilmiyorum. fanzin almaya parası olmadığı için, işportaya gelememek mi hiç fanzin almadan on lira vermek mi. ilki tabii ki... ilkine kitabımı hediye ettim, ikinciye kanımı bile bağışlamam. hoş benim kanım da ne temizdir ya… refik, “yeter lan biraz da sen başa sar” diyor. “seçil” diyorum, “seçil alsın.” “o akşam gelicek” diyor, “çalışıyor biliyorsun.” “işi bırakıp gelsin.” “bırakamaz, paraya ihtiyacımız var.” “ben işi bırakıp geleyim?” “o da olmaz. annen var.” “bak birilerinin işi bırakması gerekiyor tamam mı? işportayı bırakıp gidelim.” “karşı kaldırıma geçelim moruk” diyor, “bakalım nolucak. biri sorarsa da, sahipleri nerde diye, ilgilenmeyiz.” diyor. “iyi fikir” diyorum. “bekle az. şarap alıcam.” “on lira yetmez.” “biliyorum yetmeyeceğini. bekle sen.” gidip meto’dan 12 buçuk lira alıyorum. neyse ki o iş yapmış. hayrına almıyorum bu parayı. şarabı bölüşücez. şarabı alıp, bir pet şişeye metonun payını aktarıp, refik’in yanına dönüyorum. bu sırada biri fanzinlere bakıyor. ilgilenmiyorum. refik’in yanına oturup, bardaklara şarabı dolduruyorum. herif bana dönüp, “sahibi nerede buranın” diyor. “bilmiyorum” diyorum, “ben buranın yabancısıyım.” bok yabancısıyım. 20 yıldır içtiğim sokak. miladıma sahne olan sokak. bana bıçak çekilen sokak. üzerime taş yağan sokak. zabıtalarla kavga ettiğim sokak. öleceğim sokak. dirildiğim sokak. ben buranın yabancısıyım. ha burada okul sokağınızın amına koyayım... yeri gelmişken... adam iki üç fanzini inceleyip gidiyor. ben şarabıma eşlik etsin diye bi sigara sarıyorum. refik şarkıyı başa sarmaya devam ediyor. “akşam size geleyim mi” diyorum refik’e. “şimdi gidelim moruk” diyor. “seçil yarım saate işten çıkıyor. para vardır onda. tezgahı toplucak mısın? “yo hayır. böyle kalsın.” tezgahı toplamadan, şarabımızı yanımıza alıp, meto’ya eyvallah deyip gidiyoruz. *başlık the dresden dolls’un bir şarkısının adıdır.

17


18


NE GELİRDİ Kİ BU ELLERDEN? Anıl Yaşagör

S

abahçı olmadığım bir gündü. Sabah kalktığımda annemlere; daha güneş doğmadı, beni neden kaldırdınız diye şikayet edememiştim. Gece erken yatma fikri o zamanlar da hoşuma gitmezdi. Erken yatmak demek erken kalkmak demekti ve o sürede uykunuzu almanız için bir an önce uyumak zorunda olma düşüncesi beni her zaman germiştir. Çift kişilik sırada tek başıma oturuyordum. En yakın arkadaşım hasta olduğu için o gün okula gelmemişti. Ne garipti; şekliyle dalga geçtiğimiz gözlük onun yokluğunda sanki beni mercek altına almıştı. Bıyıklı diye dalga geçtiğimiz üst dudak bana bakarken hafifçe sağa kıvrılıyor, adeta korkumu hissedip zevkle titriyordu. Kepçe dediğimiz kulaklar birer anten gibi bana dönmüş, en küçük fısıltımda yakalaması muhtemel hain söylemlere acıkmış, istekli bir şekilde hareket ediyordu. Arkadaşımın yokluğunda öğretmenim her dakika biraz daha üstüme çöküyordu. Bu durum doğal olarak gerilmeme ve terlemeye başlamama neden oldu. Bir gazetede okumuştum insanlar gerilince terleyebilirmiş. Bu düşünceye tutunup rahatlamaya çalışsam da sıcaklık dayanılmaz ölçülere ulaşmaya başlamıştı; ter damlaları alnımda boncuktan bir kolye oluşturdu. Sınıftaki ani hareketlenme dikkatimi dağıttı ve bütün sınıfın aynı durumda olduğunu fark ettim. Öğretmenden az korkanlar hatta onun işbirlikçileri (ispiyoncular) bile saçından yapışmış sakızı çıkarmaya çalışan insan telaşıyla alınlarındaki kolyeleri çıkarmaya çalışıyorlardı. O anda oldu, tam öğretmen kafasını pencereden çıkardığında: acı bir siren sesi ve –“YANGIN” kelimesini taşıyan bir çığlık. Kelimenin anlamını bilmeseydim pencereden çıkan kafanın dış dünyada yaratması muhtemel etkinin acı bir çığlık ve siren sesleri olacağını düşünebilir ve sanıyorum ki şaşırmazdım. Ancak gazetede fotoğraflarını gördüğüm yangın birden içimde büyüdü ve istemsizce ağlamaya başladım. Öğretmen bir an sınıfa bakıp “Herkes burada kalsın!” diye bağırdıktan sonra hızlıca sınıftan çıktı –ben de onun arkasından.

19


Alevler üst mahalleyi sarmış, hızlıca bizim eve doğru ilerliyordu. Annemle babam işteydi. Rahatladım. Ancak o anda gözlerim en yakın arkadaşımın oturduğu eve kaydı; alevler yaklaşıyordu. Bizim evin önüne vardığımda artık terden sırılsıklam olmuştum. Kolumun daha ıslak olduğunu fark etmeden bir kez daha sildim alnımı. Bir adım daha attım ve alevler gözlerimdeki çaresizliği tüm dünyaya sergilemek istercesine büyük bir parlamayla arkadaşımın evine doldu. Parmaklarımı iyice açıp iki elimi yukarı kaldırdım ve baktım –ne gelirdi ki bu ellerden? Ne yapabilirdim bu ateşten öğretmene karşı?

20

Bir adım daha atacaktım ki alevler bütün evi sardı. Bu yangın dünyanın bütün kahkalarını kül etmek mi istiyordu? Birisi arkamdan omzuma dokunur gibi oldu, sertçe silkindim. Bir kez daha baktım , ellerimde bir hortum vardı –itfaiye? Alevler çoktan arkadaşımın evini yutmuştu ve bizim eve doğru ilerliyordu. Bir savaş neden kazanılırdı? Daha güçlü olmak için mi? Daha mutlu olmak için mi? Ben bu savaşı kazanmakla kaybetmek arasında bir fark göremiyordum. En sevdiğim kahkaha doldurmayacaksa neye yarardı o koca odalar? Tam hortumu bırakacaktım ki aklıma annemle babam geldi. Ev kurtulursa onlar mutlu olabilirdi. Hem belki benimle biraz olsun gurur duyarlardı. Bu umuda sarılarak tüm gücümle saldırdım alevlere, dakikalarca suya boğdum yangını, gözlerim dumandan yanana kadar. Ertesi sabah kalktığımda annem dün gece nasıl uyuduğumu sordu. Suratımı buruşturdum. Gece geç vakitte oturma odasına gözlerim kapalı dalmışım ve dosdoğru kırmızı koltuğa giderek işemiş -pardon çişimi yapmışım.


21


Ö D İ P A LT TA N A LTA H O R U L D U YO R Emre Akaltın

H 22

ava karanlık ve puslu. Köprünün doğu yakasında duruyorum. Etrafta insandan eser yok, köpeklerin tek tük havlamaları önümde karanlık suya işliyor. Benim yazdığım öykülerde pek fazla eylemde bulunmaz karakterler. Yine eylemin, aksiyonun az olduğu bu anlatıda size akarsulardan bahsetmek istiyorum. Şu anda bulunduğum noktaya yaklaşık elli kilometre uzaklıkta bir vadi, vadide de şelale var. Bu sabah da o vadiye tek başıma gitmiş ve şelaleye gözlerimi dikmiş, kulaklarımı usul şırıltıya bırakmıştım. Gözlerim muhtemelen sağa sola titrekçe seğiriyordu, baygın ve içten içe uyur bir haldeydim. Usul diyorum ya, belki de şu anda önünde durduğum nehir, düşüncelerimi kabartıyordu da sabahki şelaleydi düşüncelerime sükunet katan. Önceleri altı yıl önce kaybettiğim kız kardeşimle gelirdik bu şelalenin bulunduğu vadiye. Su, yatağında çalkalanan nehrin ayağının takıldığı yerde, şırıl şırıl devrilse de bazen takılıp düşmesine öfkelenip foşurdamaya meylediyordu. Evet, hâlâ beklenilen bir eylem var mı anlatının bu karakterlerinden? Şunu söyleyebilirim, aramızda geçen şiddetli bir kavga nedeniyle gelmiştik buraya son kez. Kardeşimi son kez o şelalenin bulunduğu vadide görmüştüm. Kardeşim, hayatının uçlarına gidip gidip geliyor, içindeki artık nedensizliğe bürünmüş mütemadi sıkıntıya karşı sağlam duramıyordu. Hiç de kolay değildi düşüncelerin yatağında akan bir nehre dönüşmesi. Hangi düşünce rahat rahat akabilir ki yatağında? İkimizin de doğup büyüdüğü o müstakil evin dev bahçesinde koşturur dururduk. Kız kardeşim benden iki yaş küçüktü. Babam çimlere bir sandalye atar ve oturup gazetesini okurdu o bahçede. Biz de birbirimizi anlamsızca kovalarken bazen babamın sandalyesinin iki tarafına yapışır sonra koşturmaya devam ederdik. Babam çok kısık ama alt bir perdeden homurdanırdı. Endişelenecek bir şey yok, bu homurdanmayı şelalenin döküldüğü kayalıktan gelen sese benzetmeyeceğim. Bir saate gün ağarmaya başlayacak. Hâlâ nehrin doğu tarafındayım. Kargalar var,


gökyüzünde kaotik bir oluşuma hizmet eden. Ve ben, birkaç saat sonra babamı görmek için köprünün diğer tarafına geçeceğim. Bir rüzgâr esiyor ve beni hafifçe ürpertiyor. Babamı göreceğim, yani ölü bedenini.

23


24


25


SANMAK SANCISI V E İ N A N Ç K AV R A M I

Feyza Aslan

ruhsal gerilimimin nesnesi olan her şey, ben-im. ilgim, karşılığını vermeye hazır olanlar tarafından yoktan yaratılıyor, direniyorum. bir şeyler yaşanıyor ve bütün şeylerin sonu vazgeçmeye çıkıyor. inanılan şeyler vazgeçmeni gerektirdiğinde önem arz ettiğini görüyorsun. vazgeçme, bir şeylere devam edemeyecek durumda olduğunda beliriverir. herhangi bir his yahut eylemin taşınamaz ağırlığında, dağıtan bir fırlatışta, suallerin ve özleminle -ki bırakılan her şeye duyulan içten bir özlem vardır. çünkü o, olmuştur.açtığın savaşta, faili nedir kimdir bilmeden yürüdüğün o yolda, mantığına uyan şeyleri ardına atamazsın. vazgeçmeme opsiyonu anlamsız, bilirsin.

26

sanıyorum, ucunu göremediğim bir şekilde hep sanıyorum. bunun da bir sanmakta kalış olduğunu görüyor muyum, bilmiyorum. bilmediğim şeylerin, üzerine yeterince yoğunlaşmamamdan kaynaklı oluşuna, bilme isteğim ile yoğunlaşmama hevesimin yarışır derecede orantılı oluşuna, siyahı hep seveceğime, muşambalardan nefret edişime, sıvıdan izlenen akışkan gökyüzüne, Palahniuk’un ev ekonomisi derslerine,yerdeki çoraplara, Empyrium’un yarattığı hislere, ardından Thurisaz’a, karamsarlığa, nervden gelen nervium’a, iyi müziğin ve iyi kitabın izafi olmadığına, gündoğumunun maviliğine, çoklu prizin gerekliliğine, kavanozdaki denize, Pessoa’ya, daha birçok şeye inandığıma, bu yazıyı daha fazla uzatmayacağıma ve hiçbir bok bilmediğime, inanıyorum. bilinmezlik çarkının ufak bir dişlisiyim ve inanın tüm bunlara inandığımı sanıyorum. şeylerin birbiri içinde varolduğunu görüyor, sanmanın sonsuz bir eylem olduğuna karar veriyor, sanmaya, inanıyorum. gerçek olan ve tek olan şey, kişisel maceram. ruhum hüzünle besleniyor, gülmeyi çok seviyorum. merak içinde sürükleniyorum.


KÖLN Jalisa İpek Bayraktar Katedralin önünde iki gazi gibi dizilmiştik. Savaşa rağmen katedral hala tüm görkemiyle karşımızda dikiliyordu. Merakımı cezbetti. Ona bunun nasıl mümkün olduğunu sordum. Nasıl olur da yıkılmazdı? “Çünkü orası Tanrının Evi’dir.” dedi. İçkisinin kalanını yudumladı. Lafının bitmesiyle geceyarısı çanları çalmaya başladı. Gözlerimi kapadım. Kulağıma meydandaki sokak çalgısının tınıları geliyordu. Onca yolu, onu avcumun içine almak için gelmiş olabilirdim. Hırslarımı “eğlence” olarak adlandırıp kendime sevimli gözükmeye çalışıyordum. Sonunda, avcumun içine kendi rızası ile kıvrılmıştı. Teslimiyetinin kokusunu alıyordum. Kendimi acıkmış bir hayvan gibi hissediyordum. O an tereddüt ettim. Çünkü bu an kadar güzeldi ki bunu görmek için gözlerimi açmama gerek yoktu. Boynunu öpmeye başladım. Kulak memeleri soğuktan donmuştu, iki dudağımın arasında ısıttım onları. Nefesi derinleşiyordu. Beni öpmek istiyordu. Beni öpmesine izin vermemek adına resmen bir orasına bir burasına minik öpücükler konduruyor saçlarını okşuyor ona sahte cilveler yapıyordum. Çünkü eğer beni öperse, o koca çınar devrilirdi. Bunu yapmak istediğimden hala emin değildim. Bu yüzden onu cilvelerimle oyalıyordum. Zeki bir adamdı, ne yaptığımın gayet farkındaydı. En sonunda durdum. Ona bir sigara uzattım. İkimizin de gözleri doluyordu. Evde beni bekleyen bir sevdiğim yoktu. Onun iyi kötü bir karısı vardı. Ne olursa olsun yapmacık cilvelere gerek yoktu, her zaman eve gidip yatağa, karısının yanına dönebilirdi. Beni öpmeye başlarsa bu mümkün olmayacaktı. Aklında kaşınan bir yara olarak belirmek istemiyordum. Vicdanı temiz tutmak şüphesiz 21. yüzyıl insanının en yüce zanaatı olmalıydı. Ondan bunu almak istemedim. Hahah. Tanrının Evi önünde bilge kesilmiştim. Ah! Belki de tereddüdümün sebebi buydu: Ben aç bir hayvan olmak değil, biricik tanrımın evinin önünde bir bilge olmak ve insanlara doğru yolu göstermek istiyordum! Ne kadar iyi huyluyumdur bir bilseniz Tanrıcığım! Bir kedi gibi sürtünmek ve kafamın okşanmasını istiyordum. Tanrı kafamı okşasın! Babam da kafamı okşasın. En son ne zaman okşamıştı ? Düşüncelerimin buraya gelmesi bana ızdırap vermeye başlamıştı. Ben ne olmak istiyordum? Ne yapıyordum? Hadi eğri oturup doğru konuşalım. Tüm bu yolu Köln’de

27


28

katedral gezmek için mi gelmiştim? Hayır. Adamın beni istediğinden emin olduktan sonra mı bu kadar bilge kesilmiştim? Yoksa ben kendi sesini dinlemek istemeyen bir bilge miyim? Şeytan da bilge sayılır mı? Ben o kadar eski sayılmam. Hem korkularım var. Allah için kimin yok ki? Bir dakika, şeytanın korkusuz olduğunu da kim söylemiş? Ne Milton’ın ne Shakespeare’in bunu söylediğini sanmıyorum. Ben ne bilgeyim ne şeytan. Ya Tanrıysam? O zaman her gittiğim yere evim diyebilir miyim? Katedrale koşup burası benim evim defolun buradan turistler ve kafirler! Yanlış şeylere tapıyorsunuz! Kendinize tapın. Korkularınıza tapın. Siz korkularınızsınız. Vicdanlarınız ise sizin müritlerinizdir! Koşun yardım edin onlara. Ah zavallı mahlukatlar, siz de benim gibi bihabersiniz değil mi? Derin bir iç çektim. Adam bana neyim olduğunu sordu. Beynim vahşi bir şelale gibi düşünceleri akıtırken ellerimdeki üşümeyi hissettim. Nasıl olsa ölümlüydük. Hava 2 derece. Gayet tabii üşüyeceğiz. Adamla göz temasından kaçınıyordum. Ona dokunmayı bırakalı birkaç dakika olmuştu sanırım. Açıklama bekleyen suratını çok geçmeden fark etmiştim neyse ki… Yine de dalıyordum ama kararımı vermiştim. Bu güzel çınarı azat etmeliydim. Ondan 10 Euro istedim. Cebimdeki bir miktar para ile tamamladım. Katedral meydanından sigaralarımızı içerek ayrıldık. Yine aynı sessizlikte markete girip içki aldık. Ne olduğunu anlamıştı. Onu bırakmıştım. Adeta bana: “Beni kibarca bıraktığın için teşekkür ederim. Seni çekici buluyorum, belki de hep bulacağım ama vicdanımız temiz kalacak.” diyerek bakmıştı. Ya da belki bana öyle geliyordu. Muhtemelen bana öyle geliyordu. Kasada ödemeyi yaptıktan sonra marketin kapısını açtı ve esprili bir şekilde eğilerek “Önden buyurun leydim” dedi. Ona dönüp hafifçe sırıttım. Tıpkı küçük bir çocuğun haylazlığını tolere eden bir yetişkin gibi kafamı okşadı. Zorlama bir gülüş anı yaşadık. Aramız dakikalar içerisinde tuhaflaşmıştı. Zaten son 4 yıldır tuhaf değil miydi? Konuşmaya bile gerek kalmadan ikimiz de adımlarımızı tren istasyonuna doğru çevirdik. Vedalaşma zamanımız geldiğinde, o sonsuz süren tuhaflığı devasa bir melankoli perdelemişti. Hareketlerimiz ve bakışlarımız bir anda değişmişti. İstasyonun önünde sımsıkı sarıldık. Savaştan yeni çıkmış iki gaziydik yine. Şişeler torbanın dibinde şıkırdadı. Koskoca elleri olan, koskoca bir adamdı. Torbaları bana uzattı. Elini öptüm, elimi öptü kokladı. Ona koşmasını söyledim, son tren kalkmak üzereydi. Ardından bakakalmıştım.


I Ezgi Yılmaz Çiçekler ektim senden kalan tüm boşluklara Yeni ağaç fidanları Hıdrellezde dibine dilek gömmek için gül ağaçları Altında oturup piknikler yapmak için dut ağaçları Ufak bir rüzgarla soframıza konuk olsun istedim dutlar Hem bilir misin, ben küçükken öyle bir sallardık ki dut ağacını Altına gerdiğimiz güllü dallı nevresim dut dolardı Sen de öyle çoğal istedim güllü dallı nevresimimde. Ardında bıraktığın ne varsa pembeleşinceye kadar kavurdum Güzel yemekler yaptım yokluğunda Bıraktığın boşluklara tattırdım tek tek. Gülümseyişler verdim insanlara Umutlar dağıttım, inanışlar… Hepsi beni çok mutlu sandı. Leylekler gördüm, marteniçkalar söktüm, yeni dilekler tuttum. Ateşe baktım uzun uzun Heyhat bu ne tanıdıklık! Bağdaş kurup denizi izledim Bağdaş kurup bulutlara şekil değiştirttim Ağızda patlamalı şekerler yedim Kırılan umutlarımın sesini duydum tek tek Geleceğin günleri bekledim Geleceği günlere bölüp bekledim Günler bana tek şey öğretti: Vazgeçtim.

29


“sus”lar Beste Naz Karaca I. içimde o eski kırtasiye beni bana zımbalar durur. buğulanmış balık, maydanoz yemek masası, ortadan büyütülmüş dört yanı zemberek ütülmüş mazileriyle çekirdeğim kundak kundak yılanlar. ondokuzyirmicanımçokacıyor.

30

II. eprimiş fanilalar katladım bugün abecemin en kuyruklu harfini kurşunlara dizdim. şansımı oturttum karşıma kopardım kellesini semender çıktı içinden, anlatamamak. zuhur etmişleri sakladım sütyenimin kenarından süt aktı affedemedim. eskize dönmüş bir onur evrilmiş bir bencillik yoktan var edilen -edilebilenöfke duydum onu. yanaklarımdaki kılcallarda, bir mumun ergimişliğe yatkınlığını hissettim.


nafakasını veren her kuyu gitti içimden. oysaki bakın hele aydınlık mıyım? şıllık kaldırımlar, hepsi onların suçu. günahım yok, onlar büyüttü şüphemi. şimdi; bir kısrak durmadan evvel nasıl tangırdatırsa nallarını; öyle tangırdatıyorum birikmiş “sus”larımı. III. bugün pazarsa, dünse ve yarınsa. kırmızı bir pazar gecesi lal olacakmışım ha ben genzimde bir kucak karanfil. fakat olamamak da var, halt ettiniz. tavaf ettiğim küflü gecekondulara da davet edilmek var. sırça köşküme davet aldı bir çoban, ihanete “sus”um kalmadı. avcumda nasırlaşıyorsa zaman susamam, susmam. bir topaç çıngırağında dönüp durmamalıyım bekleyişin sandıklar dolu altın umudu varken döşeğimde. kocaman yumrulardan ibaretliği olmamalı dünyamın. güncelerimi okudukça unutmamalıyım kendimi. ben değilim bu. bu ben değilim. IV. gergeflere ko’ma beni, serden de geçirme, sözüm bâki,,

31


Yüzeysel İk lim Problemi, Şük ran ve Anosmi Lunapark Suhan Lalettayin

32

elifbe uzak ciddiyetten orgon nakli maiyetinde alttan alttan işkence cildimde seğirten sakat avuntu yığınları uyuduğu milliyetten yediği ekmeğe yabanıl keşfe zulüm eklersen sancılı infilaklar elde edersin demişti göründüğümden tehlikeliyim göründüğünden sevgilim düzene sokamazdı şehrin gasilhanelerine parmak vecdin tuza yatırılmışsa yol boyu kalangide ramak üretkenlik metastazının hakları saklı kalmalıdır kinayeli itliğin oturmakla içime ukte çünkü müzik durduğunda dönmüş kıl köklerimden taşan bacalı evler hep ayakta kalıyor! ağrıma saygı duyar beylik güvercin düşer vurulur, bir karış ovala yarınımı açtığın yolda gösterdiğin hedefe durmadan ürüyorum hadımına yataklık et çürük kökenleri atılgan piçliğimin aklın hükmüne bağlı nefesin yersiz çıkıştığın menzilimde makamına girişken hain şehzadeler büyüyor marijuanayı tarhana ettiren çizgisel hızı kolaçan bereketi karman çorman güzellik salonlarında uzun zaman önce elastikiyetiyle hükmen mağlup karılıkla hemhal olamıyorum kimler yürüdü ciğerinden yürüdü kimler kimileri sinsi sakin kim ileri figürandı sıradaki fetişi geliyor cehaletine dirayetsiz nehirlerin yatakların kuru bir elin parmaklarını geçemeyecek yaş’tasın back vokal tahtakurularının ölüm inlekleri kurtarılmaya muhtaç yüzeysel iklimlere yazıklar yazıklar olsun


beklenmedik kriz anlarında çıldırınca hakkın rahmeti menopozlarında taştan duvar düşürecek basübadelmevt atardamarımdan bozduğum yüzüğü kabul eyle dipsiz kuyuma adını yazan er faniler arızi çünkü ben her seferinde senin dolduramadıklarına boşalıyorum! nasıl ki gamından gitaristine dellenen bas g noktasına vurgu vurgular / kalb ritmine uygun gösterişsiz çarşaf – düşük bel fıtığı – bam telinde müjdeler kaldırmazlık eylenen davaların yeri merhametin dolusu şükran gibi: la luna’park alanı üfürülmüş surun artıklarından ziyadesiyle snuff müjdeler evirip çeviriyor dudaklarını ilinin yalana döndüğü kadar yanan fitil yakıp yıkıyor artık dönmeyen altın varaklı dolaplarını basmadan üzerine bilişim suçlarının deneyli geçmiş dolusu salonlarda bir koku uğruna bir koku uğruna bir koku .... meteorolojik felaket hakkı tanınmıyor oturduğum semte hangi yüzünsün seçemiyorum

33


Sanrı K aç tı İthaf bütün buharlar kiriyle, yüksüne yoğrula öğle uykusuna bata çıka, hep yorgun ha kafa arkasında yakıcı ara kat tadı kaskatı suratı ve sıkıcı buranın adı yüzleri asitleriyle basit ve yangınsız hezeyanlar, akıcı bi yalan kurulu saatlerde kalıcı bayılmalar bayat tesadüfe vasat şaşırma, aştı beş şat’la çizikleri kolunda geçti günler; hayat kaçıncı yolunda?

34

değil kalem, akıl oynamadı oysa bana madik, ov, çok tatlı! hadi dedi adı badi, oldukça zararsız kedi suratlı yılan zehir, tattıkça bulantı, zararını siktiğim, sade faydasız jilet ulema, ukala bayağı; kaygılı sözler, kim kolaçan eder kimi çarçur eder zamanı, yalansa yazıp çizdiler de sonuçlara şaşırdılar ama taklit pespaye, kaynak epey klişe kaldı tuşe -yerde ve kepi terste bi yerde bütünüyle üç yaz boyu üç yüz çalışma, oturdu –aklı çalıştı, çakılı kaldı kıpırdamamaya yeminli bi budala hepsi boşa ve asla yollar aldırmaya, aman ha! evden bile çıkmadan, uyandırıcılarla hep ellere araçlar yatışmak için tellerle buluşma dinledikçe ve yazdıkça kaos bu defa, hangisi benim, hangisi bendim gelmiyor cevap, hasata koşunca inimden çıktıkça doğal olarak olay oldu geldi bir gün aklıma ve ithaf beni buldu


tek taraflı, asimetri çabasıyla tabanca döndü ucu, puslu namlu, şimdi kafaya vurdu kendi içip hisli misli bir iki şiir, pisliğe düştü hayatları ellerinden kaymış, ellerinde hayaları kalmış alkolüyle çıktı sıvamaya ve prim kovalamaya biliyor olmalıyım ben, geleceği ve düşecekleri torbalarında anca sidik kalınca, tükenecekleri üretim için yalvararak, zinhar kızarmayarak sanrıları bence az, yakıcı sıvılarla sıvanarak haplarla ve tohumlarla anırarak saplarla ve gram kavgalarıyla boş bırakmayarak ağızlarını ve kapanarak kurutarak, asarak, bozarak bezlerini ağlayarak, debelenerek yok olmaya yüz tutarak, bitince tüm yüzlü ellili dilenmeler –“eli eli lama sabachthani!” böğürdükçe siz ama hala içiniz hissiz bir gün bu perde kapanır elbet sizsiz.

35


Fayrap Sevişmek Yalım Aydın kralını kralına peşkeş çeker, musluk yaptırır evde dul hanımlar, senaryolara konu olur bu ortam, mütemadiyen bekarlar kavis yapar, ortamlarda afyon patlar, jileti saklar küçük dilin üstü, dilinin altında. kıçının üstünde elbisesi, kıçı açıkta fayrap sevişirler, ismet özel betimidir deyimidir, sivrilir ve dergi üstü çizilir, birikir, birikimlerim benim yazınsal devinimim.

36

berduş köprüaltı, fikirleri derbeder acının ilacı, birazcık menstrüasyon, karabatak içeri zevcemle uygunsuz, adet-i şam ve kayısı meyvelerin en güzeli, mütemadiyen sevişmek, ismet özel bahsini açar mıydı hiç? yaşasaydık aynı yüzyılda yüzüme bakar mıydı kralı gelse yaşıma takar mıydı yoksa kaale alır mıydı anası gelse babasını kovup yüzüme koyar mıydı yumruğunu? yoksa üzerime alır mıydım yüz kırk ritm saniyede kist oluşurdu beynimde ve dönüp dururdum etrafta baki olunur muydu fayrap sevişilinir miydi ismet özel bu konuda ne düşünürdü, hala hayatta mıydı üstad mıydı yeni yetme mi, şair miydi sevişmeklerde kalır mıydı adı yirmi sene evveline, düğümleri serin üstüme serin en kalın yorganları, en kalın edebiyat kumarları dostoyevski kumarları, türkiye kumralları ve cemiyetlerde at yarışları seyredilir, spor toto’da bilen olmaz yine ve ikramiye devreder, garipler seyreder televizyon ekran ve bayi led ışıklı tablolarından okurlar gazete küpürü biçiminde kesilmiş kağıtlardan ve fayrap sevişemez spor toto bilemeyen adamlar.


Yenilmeyen mi K aldı Noldu? Can Küçükoğlu canımı acıtırken buldum sanardım canımı akıllısı: o acıtmıyor sanarak kıpırdamazmış sanki, gömülü bir sınırı aşmış hayat kabım kalmamış pütrümden habersiz bulut masa akılsızı: kendini benden bekledi yalnız uykusu yaratılmamışlığın güvenle ispatlanası gidemem gitmişliğini kandırabilen çocuklar gibin dilimi toprak basmışlığı yalan değile sürdüm döküldü. zikretmeye layık bulmadığım ses kırıntıları ve esselamı aleykum iyilik tamam güzellik fevkalade e sessizlik fenafillah da insan evden adını unutmak için çıkar mı evde bir sorun yok annem şükür tanrısıdır sorun dilimin toprağın tadını kaçıramayışında kalışım ve tükürmeden yalamak annesiz taşları ve gökle hiç sevişememiş suları ve sıradanlığını kaçırmışlığın dünyasında evden çıkabilmek için dahi adımı unutmalıyım sırtıma ağaç dikilebilir hayalinden ötesi zulme çıkmasaydı dik durmamaya bağlamazdım omurgamı korkmayın rüzgar bağı dilimi uyutmak için parklarda koşturuyorum hele güneş açınca biyle felcine nanik yapar gibi seviniyor şerrefsiz ki bayat nedir aşık aşkına?

37


Zey tinli Muhalif Muallim Fahri Küçük Morgdan sorumlu melek gibi duygusuz gözlerini büyürdü afete muhalif muallim Cesetlerin arasına sıkışmış ekstra bir ölüm bulsa bir çocuk saçı okşar gibi giydirirdi malına dünyanın Kırkına yedi kala kıymete binen şarlatanları arardı meridyenlerin gölge düşen yanlarında Külah dilinin sivri dibinden çıkarıp mevlit şekeri niyetine otuz iki taş atardı nefesler ziyan etmiş borusuna soluklarının Virane deniz fenerlerinin yalnızlıklarını ütülerdi titiz bir hanım gibi gözüne çıyanların Çilesine mesai yazardı kasabanın gün ışığına hırlayan kuduz itlerin ifşasını Ne vakit görse beş dakika geri kalmış bir insan çağdan, şehrin üstünü çizmeye kurardı kendini Ne vakit görse tanrısını gözleri yaşlı gezerken fukaralığı kenar mahallelerde, ant içer zulüm kusardı dünyalık beylere

38

Aşsız kara kazana dağlardı vicdanını, elini ateşe yakan boksör Muhammed gibi Midesini öğütürken yoksulluğun hap kadarları, dünyanın anasının döşeğini isyana tutuştururdu İhtirasına benzin akmış bir pompacı ne denli kurumuşsa kalabalık kentlerin ıssızlığında O denli taş oldu, set oldu, dert oldu muhalif muallim, kodamanların hadsiz nehirlerinin ağzına


B I R K I R A L I K K AT I L I N E V K I R A S I Erkan Katırcı “Bana verilmeye değer görülmüş isim, Kabil. Rivayete göre; vücut coğrafyasında hüküm sürdüğüm kadının kocası –spermi olduğum adam– öldürülmüş. Bu cinayete öfkelenen kadın, öldürülmeden 15 dakika 27 saniye önce hemşirenin kulağına “Adı Kabil olacak ve babasının intikamını alacak.” diye bir kehanet fısıldamış. Onları öldüren kiralık katil, aynı zamanda üvey ağabeyim Habil’di. 14 sene boyunca Habil’in himayesi altında yaşamımı sürdürdüm. 14 yaşında, bu olay bana anlatıldığında gerektiği gibi Habil’i, bir ekmek bıçağı ile öldürdüm. Fakat bunu aileme duyduğum sevgiden dolayı yapmadım. Hitap şekillerime dikkat ederseniz aile bağları kuvvetli biri olmadığımı anlarsınız. Bunu yapmamın nedeni Bay Popoyalis, tamamen içgüdü idi. Adını taşıdığım ilk katil Kabil gibi içimde bulunan öldürme içgüdüsü yüzünden yaptım. Aslında her insanda vardır bu içgüdü ve ortaya çıkmak için kafası kopmuş bir yılan gibi kıvranıp durur. Ve en sonunda, bütün vücudu bir virüs gibi talan edip ele geçirdiğinde gerçek özgürlüğe kavuşursunuz. ‘İnsan ancak öldüğünde gerçekten özgür olur’ derler. Elbette doğru bir söz fakat eksik… İnsan ancak öldürdüğünde ve öldüğünde gerçekten özgür olur, Bay Popoyalis!” Gerekli bir iç çektim. Ve etkileyici bir film sahnesi gibi ilerleyen bu olayı daha fazla uzatmadan son repliklere geçtim. “Hepimiz ihtimaller terazisinde bulunan ağırlıklarız. Fakat hangimizin ağır basacağını hiçbir zaman bilemeyiz. Eğer doğuştan baskın değilseniz, iki şansınız mevcut. Ya domuz gibi yiyip kilo alacaksınız ya da hile yapacaksınız. Ve siz, Bay Popoyalis, yiyip yiyip kilo almayı seçmişsiniz. Üzgünüm fakat ben, hile yapan taraftayım. Bu arada sizi öldürmem için bana verilen para tam yüz bin dolar. Değerinizi bilmenizi istedim,” gerekli iç çekişimi tekrarlayıp devam ettim, “Kafanıza dayamış olduğum bu silahın içindeki kurşun, kim olduğunuza, ne kadar iyilik ne kadar kötülük yaptığınıza ya da ne kadar paranız olduğuna bakmaksızın tam 60 saniye sonra alnınızdan girip ensenizden çıkacak. Bu yüzden etkileyici bir cümleniz var ise şimdi söylemenin tam sırası!” “Lüt… lütfen beni… öldürmeyin Bayım! Size verdikleri paranın iki katını veririm, lütfen!” “Üzgünüm Bay Popoyalis, ben sözünden cayamayan modern bir köpeğim. Fakat yine de isterseniz parayı alabilirim.” “Yapmayın Bayım, lüt…” Eğer bir senaryo yazıyor olsaydım tam şu anda bu durum için; ‘Susturucu takılı silah ateşlenir ve Bay Popoyalis ölür’ yazmak gayet rasyonel olurdu. İnsanları öldürmek konusunda herhangi bir vicdan azabı duymuyorum.

39


40

Fakat bu, neden beni bir cani yapmak zorunda? Aslında duygularım büsbütün nötr! Öldürmekten dolayı kötü hissetmiyorum fakat zevk de almıyorum. Haz duyduğum olay, insanları öldürmek değil de onların ölüleriyle konuşmak. “Viskinizden bir kadeh içiyorum Bay Popoyalis, umarım sakıncası yoktur?” Duyamadığınız üzere ölüler, ne derseniz dinler ve hiçbir zaman karşı çıkmaz. “Ofisiniz güzelmiş Bay Popoyalis! Bu havuçları yemeyecekseniz alabilir miyim? Ev arkadaşım havuca bayılıyor, teşekkür ederim.” Sanıldığının aksine, işte insan öldürmek bu kadar basittir. Teknoloji sayesinde tetiği çekmek gibi ufak bir parmak hareketiyle bir bedeni çürümeye davet edebilirsiniz. Vicdan mı? ‘Vicdan’ denilen olguyu sadece bir duvar olarak görüyorum. O duvarı aşmak kendinizi keşfetmek ve hiçbir canlıyı diğerinden üstün görmemekle ilgilidir. Durum böyleyken altı bacaklı bir böceği öldürmek ile iki bacaklı bir insanı öldürmek arasında ne kadar büyük bir fark olabilir ki? Her gün farkında olup/olmadan kaç can aldığınızı biliyor musunuz? Peki, mevzubahis insan olunca değişen nedir? Sırf yemeği kaşıkla yiyebiliyorsun diye ‘en yüce ırk’ unvanına mı sahip oluyorsun? İnsanlar, dünyayı kendilerinin sanan bir avuç aptaldan başka bir şey değildir. Öldürdükleri milyonlarca bitkiyi, hayvanı görmezden gelip tek bir insanın zarar görmesi halinde vicdan duygusu ortaya çıkan şahsiyetleri samimi bulamıyorum. Ahh duymazdan gelin beni… “Kendinize iyi davranın Bay Popoyalis!”


41


Çürümenin Kitabı Ayça İşbilen

Fransızca yazan Rumen yazarı ve ahlakçısı Emil Michel Cioran’ın 2000 yılında Metis Yayınları’ndan çıkan eseri ‘Çürümenin Kitabı’ tam anlamıyla bir yaşam kılavuzu. Cioran, milatlardan çok önce ve çok sonra -hâlâ- değişmeyen insan zihninin -6 ana başlık yardımıyla- adeta devrini açıyor okuyuculara. Kula kulluk edenler ömür boyu taş döşeye demiş Barış Manço... Kula kılavuz’luk eden eser ise daima baş üstüne, gönül evine... Tıpkı, Çürümenin Kitabı gibi.

42

Cioran, tarafgirliğin ateşli silahını sunarak selam ediyor okuyucularına. Hiperrealist ressam Robert Longo’nun ‘Bodyhammer’ sergisinde söylediği: “Sana doğrultulmuş bir silah ve namlusuna bakıyorsun. Hayatta görebileceğin en korkunç sahne ve bakış açısı.” gibi birçok silah karşılar ilk bölümde bizleri. Fakat; Longo gibi ölümü amaçlamak ve hatırlatmak değil, varlığı sorgulatmaktır gayesi Cioran’nın. Okuyucu, söz salvolarının arasında kendini çaresiz bir o kadar da aymışlığın ışığındaki güvende hissediyor. Çünkü okuyucu kendinin, zihninin ve şuurunun farkına varıyor aynı zamanda sınırlarını hissedebiliyor. Sanırım Cioran’ın farkına da işte bu noktada işaret ediliyor. Çürümenin Kitabı, bilinen felsefî kitaplar gibi yavan aforizmalar içermediğinden dizginler tamamen okuyucunun elinde. Yönlendirme neredeyse hiç yok. Okuyucu ‘kendi’sinin sayesinde ‘kendi’sine varıyor. Cioran’ın burada yaptığı ise yalnızca yol açmak. “Adım kadar eminim.” derken, sizce ne kadar samimiyiz? Adımız nedir ve bizi ne kadar karşılayabilir, ifade edebilir? Kitabın sonraki bölümlerinde kafamda oluşan soru işaretlerinin birkaçı... Cioran’ın açtığı bu yol beni bir başka soruya, -Tanımlarla öldürdüğümüz ne kadar varlık var?- yönlendirdi. İşte, tanımlara hamlederek öldürdüğümüz her ne varsa, Cioran çoktan hepsini, tanımlar mezarlığına gömmüştür. O, yeni kelimelerin, yeni kavramların peşindedir. “Var”lık ancak bu şekilde oluşabiliyor çünkü. Sürekli devinim... Fakat bizler aynı kelimelerle birçok formül ve açıklamaların peşindeyiz. Bu da ataleti doğuruyor aslında. Cioran, varlığın durağanlıktan ne kadar bağımsız olduğunun fotoğrafını çekip koyuyor önümüze, yorumlamak ise bizlere kalıyor. “Kimlik ve güç”ü eşelemeye başlıyoruz daha sonra. Ortaya çıkan sonuçlar korkutucu... Gücümüz de benliğimiz de bizi alt eden varlığı bilene kadardır. Sırf bu sebeple kitapta yer alan: “Eğer dünyadaki konumumuzu doğru olarak anlayabilseydik;


eğer kıyaslamak, yaşamak’tan ayrılmaz olsaydı, mevcudiyetimizin ufaklığının açığa çıkması bizi ezerdi. Ama yaşamak, kendi boyutlarına karşı körleşmektir.” bu cümle acziyetimizle kucaklaşmamızı sağlıyor. Sinüslerinizde bir sızı hissettiniz mi? Hani soğuk bir şey yenildiğinde/içildiğinde hissedilir... Gerçekler acı olduğu kadar soğukmuş da demek ki. Çürümenin Kitabı’nda adeta ‘buz yemiş Düldül’e dönüyor insan. Düldül kadar zayıf, Düldül kadar güçsüz... Hayatın dilini konuşabilmenin yolu, ölümden varlığa, varlıktan sonsuzluğa değin ulaşabiliyorsa -ki okuyanlar bunu Çürümenin Kitabı ile görecektir- sınırlarımızla yüzleşmenin tam zamanıdır sanıyorum. Yaşayabilmek için... Değerlerinizin nasıl takla attığını görmek, yargılarınızın ise her satır başında nasıl doğrandığına şahit olmak için Cioran’dan Çürümenin Kitabı yangında ilk kurtarılacakların arasında ve en yakın vakitte sizlerin elinde olmalı!

43


H AYA L A L I Ş T I R M A L A R I - 10 Serkan Üstündağ

“Yokuş yukarı çıkarken, düşüyormuş hissine kapıldınız mı hiç?” Tanımadığım bu adamın, tam da zekasının sorgulanması gereken insanların arasından kurtularak evime giderken bana denk gelmesi bir mucize(!) olmalı. Sanki bütün gün boyunca insan bedenine bürünmüş o varlıklarla uğraşmam yetmiyormuş gibi, bir de “delinin tekine cevap vermezsem acaba ne olur” tedirginliğini mi yaşamak zorundaydım? Ne tedirginliğinden bahsediyorsam... Ana caddede yürüyoruz. Ne yapabilir ki?

44

“Aslı Hanım, size soruyorum. Böylesine hızlı adımlarla yokuş yukarı çıkarken, aslında düştüğünüzü fark ettiniz mi hiç?” “Kusuruma bakmayın lütfen. Sizi tanıyamadım. Biraz acelem olduğu için, bana seslendiğinizi...” “Evet, evet... Aceleniz var. Acelenizin olmadığı gün var mı, yok... Yarın yine denk gelsek, yine aynı tavırları sergileyeceksiniz... Bunların hepsini biliyorum.” “Sen kim olduğunu düşünüyorsun da benimle böyle konuşuyorsun?” “Çok sinirlisiniz. Aynı iş yerindeki gibi... Genelde insanlar kendilerine birden fazla karakter edinirler. İşte başka, arkadaşlar arasında başka ve ailesi yanında başka... Şu anda işte değiliz, arkadaşım da değilsiniz ve akrabalığımız da yok... Beni aşağılamanızın sebebi nedir? İş mi konuşuyoruz burada?” “İnan bana, evime gitmekten başka bir şey istemiyorum. Lütfen, sorun çıkarma ve uzaklaş buradan.” “Kendini acındırması gereken kişi ben değil miyim? Beni bir şeye ikna etmenize gerek yok. Soruma cevap vermeniz yeterli. Düştüğünüzü hissettiniz mi hiç?” Nasıl bir manyağa denk geldim ben? Bu çevrede saplantılı pisliklerin bulunmadığını sanırdım ama bir tanesi beni buldu bile. Şu köşedeki polislere kadar onu oyalasam yeter. Peki, ya onu tutuklamazlarsa? Adımı bile biliyor. Kimin ahını aldım ki ben?


“Sorunuzu tam olarak anlayamadım. Yukarı çıkarken aşağı indiğimizi hissetmekten bahsediyorsunuz, değil mi?” “Yavaşça yukarı çıkarken aslında büyük bir hızla indiğinizi hissedebilmenizden bahsediyorum.” “Sanırım hissetmedim...” “Fakat tam olarak yaşadığın durum bu. Yavaşça yukarı çıkarken büyük bir hızla aşağıya düşmektesin. Bunu hissetmemenin sebebi, birilerinin seni hissizleştirmiş olması. Üstelik senin bu düşüşün daha bugün başlamadı. Sen uzun süredir yükselirken düşmekteydin. Unutma ki insanlar sana yüksek makamlar sunabilir fakat onların gözündeki değerin yerin dibinde bile bulunmayabilir.” Benimle tartışmak istediği için mi böyle konuşuyor? Ama şimdi de cevap beklemeden başıyla selam verip uzaklaştı. Bu insanlara neler olmuş böyle? Aslında adamın suratı bir yerden tanıdık geliyor bana. Belki de bir müşterinin çalışanlarından biridir... Kadın, bu garip yolculuğunu bitirerek evine girdiğinde Süperella isimli ve özlem sabırsızlığına sahip olan köpeği hemen kucağına sıçradı. Kadın bir yandan köpeğini sakinleştirmeye çalışırken diğer taraftan da ayakkabılarını çıkarmaya çalışıyordu. Hemen yanındaki çekmeceden bir bisküvi vermezse ayakkabılarını çıkaramayacağını anlayınca hafifçe çekmeceyi açtı ama Süperella bacakları arasından geçerken dengesini kaybetti ve çekmeceyi olduğu gibi yere düşürdü. Birkaç bisküvi döküldü etrafa, birkaç tane karalanmış kağıtlar. Stres topu, plastik kemik ve fotoğraflar. Fotoğraflardan bir tanesinde kadın kendisinin 10 yıl evvelki hâlini gördü. Annesi kucağını açmış kızını bekliyordu fotoğrafta, bugün konuştuğu adam ise kendini kovalıyordu. Kadın ilk kez yukarı çıkarken düştüğünü hissetti.

45


46


47


Veni V idi ve Şey Simge Ünvar

48

annen kadar kaybolmadım, ağlıyorum bodrumun bir üst katında. ve vur kemerini boşluğa, uzaylılar, hoşgeldiniz! varlığın bir yokluğu doldurmuyor sevgilim. varlığın bir boşluğu tamamlıyor. bıçakla çizilmiş kendini püskürte püskürte açıyor bir portakal. bilmiyorum, bir portakal çiçeği olsaydım dökülmeme izin verir miydin bu avcunda dönen bir zar, atılırsam oradan da bana hep hep yek. yek yek yek ve yek yek yek. ortak bir saatte bile buluşamıyoruz, üzül. üzül çünkü ben paralel yahut meridyen -çünkü ben coğrafya bilmez bir aşık edasıyla eline düşmeyi bekliyorumtek elimde toplayıp saatlerce azarladım bir gerçeği. ben tekelime alamadım onları. ben seni de alamadım elime. ellerim yörene koşsa da ayaklarım hala realist. ben çok şeyi batırdım sevgilim ben çok şeyi yüzüme bulattırdım. evet haklısın gül kurusunu da bilirim döl kurusunu da. seni sevmeye hiçbirinden başladım. seni kendimde bulmadım üstelik. bir gün kucağında buldum, kıvranıyorum. kırmıyor saçlarımı, saçlarım epilepsi ilaçları muhtemelen denediğin. lityum kırmızı olamaz. çünkü ben bile henüz kırmızı değilim. kanla ve karaciğerimle suladım kulağını. kulağın beni fark eden ilk uzuv. bir çakmak anca seni unuttuğum bir çakışta yanıyor.


bir sigara aklımın her köşesinde. üstelik bir kadının kafasına kurşun sıkılsa ancak üç saat sonra öldürür onu. tilkiye yolunu kaybettirir fettanlar. ben çocuk sevinçleri beğeniyorum sana. dizlerinden biraz uzun sevgim. babana biraz öfkeli, annene ondan çok minnettar. annene çok şey var aklımda. seni harcıyorum bazen hem anneni düşündüğümde. biliyorum, neden bile demez parmak araların. hem şimdi düşünüyorum da sararmıştır yakalarınla birlikte o da. yakalarının ağırlığı egzamalı ellerimde artık. artık bir düşü çitiliyor göl başında şeydiğin. şey şey işte şeydiğin son kadın. yani bilirsin bazen bi şey oluyor insana bazen o şey katlanılmaz. ama şey iste benden bir ve fazlası çok çok şey. harelerimi çıkarıp sana kelebek yonttum. sen sinek gibi insanları öldürmeyi bırak. sana gerçek bir cinayet getirdim. geldim, gördüm, sana aşık oluyorum. veni vidi ve şey. sana yazıyorum bir şiir ama hala sokağın tekinde bir köpek çevirip öpemiyorum senin gibi. önce öğret bana seni nasıl öpeceğimi. ama dur, öpeceğim seni köpek gibi.

49


50


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.