1
BU SAYIDA
Overdoz Büyücüsü / Kerem Advan
GÖRÜYORUZ?
İstatistik / Serkan Üstündağ
2
3
Ses Seda / Pelin Güloğlu
6
Devamı Gelmeyecek Bir Bilimkurgu Filmi / Erkan Katırcı
8
Göz / Emin Ersöz
12
Çaya Sevda / Anıl Yaşagör
19
Eskiden Olsa Bir Anlam Verirdim / Selim Sevim
21
Ev Kenti / İdil Elvin Çavuş
27
Cami / Muhammed Çelik
Kimonomu Neden Çözdüm? / Jalisa İpek Bayraktar Gülücük İkonu / Emre Varışlı Aaamen / Okan Yılmaz
28
29
31
Ey Aksak ve Az Sakallı Narsista / İthaf
33
34
İçimin Tarzanının Midesi Kalk / Can Karatek
36
Zamanyolu Galaksisi / Ayça İşbilen
39
Yüzükler Çıktı Parmak Çalıcaz / Can Küçükoğlu
40
Su / Beste Naz Karaca
43
Işıldayan Kadın İmgesi: Wendy / Emre Emrem
44
kopya fanzin, D u v a r tema l ı s ay ı. merhabalar. bu bir giriş yazısıdır. biz, ne olup bittiğini anlamadan, on olmuşuz. mutluyuz. her zamanki gibi heyecanlı ve yine her zamanki gibi matbaa çıkışı fark ettiğimiz ufak tefek hatalarımızla buradayız. seviyoruz, sizi de fanzini de. afiyet olsun. DUVAR için ön kapakta İlayda Atlas’layız, arka kapaktaysa... arka kapak için yeni bir şeyler denedik. İthaf’tan sofranıza... kopya, her seferinde yeni isimler katmaya çalışıyor arasına, hep beraber bir şeyler yapmak için kopun gelin! kopya görsel tayfa: Nurbanu Kılıçer, Hande İşler, Barış Dönmez, Yağmur Güçlü, Umut Naderi, Selin Kızıltepe, Mert Yeloğlu, Nisa Kocakalay, Oğul Arda Biçer, İthaf, İlayda Atlas, Merve Ergenoğlu, Bize yazın, bize çizin. Can Karatek. kopyafanzin@gmail.com kopyafanzin.com twitter.com/kopyafanzin facebook.com/kopyafanzin
3
O verdoz Büyücüsü Kerem Advan gitmeden son bir poz alıyoruz kalorisiz devrimlerin altın günüdür e sizler de hoş gelmişsiniz öylesine ufaldım ki doğaüstü sabırlar dilendim biri beni durdursun öfkemin en güzel yerinde nice ölümler kovdum yatağımdan
2
er ya da geç fazla uzak değil başka yerlere taşınmalıyız üç el ateş açılır bu yangın ilk zaferi nehru ceketlilerin nereye demir atmalı de sen bana büyük punto çığlıklar savururken güya çok janti insanlardık tok karnına bir hoşçakal ekmek kapısı bandrolsüz mesihlerin ve sen kalleş bir itirafçısındır ama ibreler lehimize dönüyor yine de kokulu silgilerle yıkanmış bir cennet her iyi bombacının hayalidir
İ S TAT I S T I K Serkan Üstündağ Son dersini de bitiren Doçent, sınıfından ayrıldıktan on beş dakika kadar sonrasında, arabanın anahtarını ders verdiği son sınıfta unuttuğunu anımsadı ve derhal geri döndü. Sınıfın kapısı hafif aralıktı ve yaklaştıkça konuşulanlar daha anlaşılır olmuştu: “Kurallar, düzeni getirecek olan şeyler... Devam ettirebilmek için istikrar ve disiplin... Karşılıklı hoşgörü... Bilemiyorum, daha fazlasını ancak düzeni getirebilmek için binlerce insanın yardımına ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.” Doçent, bu muhabbete dahil olmak istemediği için hızlı adımlarla masasına gitti ve unuttuğu anahtarını alarak hızla dışarı çıkmaya başladı. Doçenti gören öğrenci, konuşmalarına devam ediyordu: “Rakamlarla insan tavırlarını tespit ederek reklamlar türetiyoruz. Onların bakış açılarına yön veriyoruz ve duygularıyla oynuyoruz. Eğer istediğimiz şeyin farkındaysak, kârlı çıkan biz oluyoruz... Öyle değil mi hocam?” Doçent, kulak misafiri olduğu bu konuşmaya davet edildiği için memnundu ancak istatistik soruları dışında konuştuğu kimse olmadığı için içi daralıyordu. Şimdi yine bir grup öğrenci muhabbet ediyordu ve yine istatistik konularına değinerek kendisine bir soru yöneltiyorlardı. “Aslına bakarsan,” dedi Doçent, “rakamlara bağlı hâle getirmek için oldukça uğraşıyoruz. Kaza ile bu sistemi hissetmeye başlayan bir grup insan olursa derhal onları sindiriyoruz. Onlara sen özelsin, rakamlara bağlı kalamazsın gibi samimiyet dışı vurgular yaparak kendimizi aptal ve karşımızdakini de öfkeli kılıyoruz. Bütün bunların ne anlamı var? Bu insanlara alın teriyle çalışmanın, az ile yetinmenin ve ahlaklı olmanın acizlik olarak gösterilmesine yardımcı olmaktan başka ne yapıyoruz ki?” Doçent son cümlesini kurarken sesi oldukça yükseldiği için, ve gereksiz bir yükselme olduğunu düşündüğü için, hemen gülümsedi ve ses tonunu düşürerek konuşmasına devam etti:
3
“Bakın çocuklar, bilmek istediklerinizin değil de bilmenizi istedikleri şeyleri bilmeniz, sizleri bu ortak yaşama dahil edecektir. Bazı konularda gözlerinize perde çekilecek ve bazılarınızın gözlerine ise duvarlar örülecektir. Biraz meraklı davrananı gördüler mi, eğer göz perdesini aralayanı fark ederlerse, hemen önüne duvar örerler. Peki, bunun sebebi sizlerden bir şey saklamaları mıdır? Hayır... İşin özü şu ki; sizleri çeşitli uğraşlara yönelten kişiler var ve bunu da yapmak zorundalar. Aynı sizin dediğiniz gibi, istatistiklerimizi kullanarak yön veriyoruz fakat istatistik değerlerimizi toplumun öz iradelerini toplayarak kurmuyoruz. Öncelikle, onlara öz irade gibi hissedecekleri bir duygu bütünü oluşturuyoruz ve sonrasında da başkalarına, sanki toplumun nabzını ölçmüş gibi sunuyoruz. Bizim nabzını ölçtüğümüz şey toplum değil, bu düzenin nereye kadar gidebileceğidir.”
4
Doçent’e soru yönelten öğrenci, utanarak söz istedi ve “Peki, kendinden vazgeçerse insan, bu oyuna ortak olmaktan ayrılırsa ne olur?” dedi. Doçent, karşısındaki kişilerin kendisini anlamadıklarını ifade eden mimikleriye “Hiçbir şey olmaz.” dedi ve ekledi: “Dediğim gibi, sizleri yönlendirme çalışmalarından birincisi bireyselliktir. Üç ila dört yıl boyunca bireyselliğe yönelen bir insanın, sonrasında pragmatizme gönül vermesi beklenir. Düşünsenize, kapitalizme sinir olan ve bu sistemde ezilenlere yardım edeyim derken, ezenlere el-ayak olan bir sınıf türetiyoruz.” “Peki, ya sanat?” diye sordu öğrencisi. Doçent gülmelerine hakim olamayarak “Evet! Tabii ki sanat! Bunca insanın birbirine fiziksel şiddet uygulamaması, tacizi ve tecavüzü ortadan kaldıramaması gibi eksiklikleri olan dinlerin yanında, sanat da bizim vazgeçilmezimiz olmalıdır.” Doçent, yaklaşık olarak sekiz yıllık öğretim hayatında ilk kez bu kadar uzun bir süre fikirlerini sunduğunu fark etti. Evine giderken öğrencilerinin o yetersiz beyinlerini eleştirmek yerine, öğrencilerinin geleceklerinin ne kadar parlak olduğu hissine kapıldı. Konuşma duvarını yıkan kişinin huzuruna erişmişti Doçent. Konuşmayanlar bu huzuru nereden bilebilirdi ki?
5
SES SEDA Pelin Güloğlu “Caddeyi izliyorum. Geçen seferki gibi karşı apartmanda oturan kel ve şişman adam; bütün çıplaklığıyla ortaya serdiği göbeğini sağa sola sallıyor. Neden böyle yapıp durur, hiç anlamam. İşte, sağ tarafta görüldü; kocasıyla sürekli kavga eden genç kadın. Sesleri bizim apartmanda yankılanıyor. Rahatsız olmuyorum, aksine bir ses, bir soluk giriyor evimin pencerelerinden içeri; bir siluet beliriyor yılların ağırlaştırdığı gözlerimin önünde; bazı zamanlar ağlarken buluyorum kendimi.
6
Yaşlılık zor; bu dört duvar arasında kokuştuğumu hissediyorum çoğu zaman. İyi ki balkonları var bu küçücük dairelerin. Yoksa nasıl inerim bu ayaklarımla aşağılara kadar? Asansör de yokken üstelik. Bu küçücük dairelere umutlarımızı sığdırıyoruz, ben en çok genç olmayı umut ediyorum; nasıl olacaksa! Üzülmeyin, üzülesiniz diye anlatmıyorum bunları. Sizinle sadece konuşmak isteği içerisindeyim. Bana acıyacaksanız kalkıp gidebilirsiniz. Her sabah kahvaltımı yaptıktan sonra otururum bu pencerenin önüne; gelen geçeni izlerim. Saat sekizde, bir anne çocuğunun elinden tutmuş geçer önümden. Bıyıklı, takım elbiseli genç bir beyefendi elinde çantasıyla çıkagelir ardından. Caddenin başından onu izlemeye koyulurum. En çok onun geçtiği saati severim, bana gençliğin o coşkulu zamanlarını hatırlatır. Akşamüzerleri genelde kararan caddenin yapay olarak aydınlanmasıyla gözlerim kamaşır. İşinden gelen insanları seyrederim; bazıları bitkindir. Bazılarının yorgunluğu bellidir, üstü başı tozlu yalpalayarak yürümeye direnir. Kimisi telefonla konuşur, yüzü mutlulukla aydınlanır. Bellidir; yâre doğru bir yolculuğa çıkmıştır. Koşarak uzaklaşır. İnsan bu dört duvar arasında ne yapsın? Ölümü düşünmemeye çalışır. Bir gölge gibi peşinde olanı önemsememeye, onunla yaşamaya, ona aldırmamaya başlar. Her şey insanı yormuyor da; bu yalnızlık, bu dört duvar arasına sıkışmışlık hissi beni bazen boğuyor. Duvarların üstüme üstüme geldiğini hissediyorum. Bunun tıp literatüründe adı nedir bilmiyorum ama benim dilimde bu ‘yalnızlık sendromu’ diye adlandırılır.
Elbet öleceğim, bunun farkındayım. Güzel bir hayat yaşadım, bunun da bilincindeyim. Umarım dört duvar arasından kurtulurum da her gün gördüğüm yüzlerin yerini başkaları alabilir. İyi ki geldiniz, benim gibi yaşlı ve hasta birinin sıkıntılarını dinlediniz. Size son bir şey söylemek istiyorum. Ben ölürsem odamın duvarlarını yeşile boyayabilir misiniz? Cenneti anımsatır, derdi rahmetli annem. ‘Evet.’ dediğinizi duyar gibiyim. Teşekkürü bir borç bilirim.” Tam bir hafta sonra bulduk cesedini, pencereden dışarıyı seyrederken. Söylediği gibi boyadık duvarları; cennet yeşiline. Sesini işittik; kokusunu aldık. Teşekkür etmek için elimizi o yaşına rağmen öptüğünü hissettik. Güzel, ölümsüz bir uykunun kollarına bırakmışken kendini, ona eşsiz , güzel rüyalar diledik.
7
DE VAMI GELME YECEK BİR BİLİMKURGU FİLMİ Erkan Katırcı
S
oğukkanlı bir kaldırım taşına oturmuş –gökyüzünden hoşnutsuz bir adam olarak- yeryüzüne bakıyorum. Akşam yemeğini taşımakta güçlük çeken tek antenli bir karınca “Yardım etsene göt herif!” diyerek sitemkar biri olduğunu belirtiyor. Karınca ağbimiz, bu zorlu yaşam şartlarına ayak uydurmaya çalışan, üç çocuk babası, genç yaşta buruşmuş bir adam olabilir. Ya da yine aynı yaşam şartlarından mustarip, emekli maaşının yetersizliği yüzünden çalışmak zorunda bırakılmış bir ihtiyardır belki de.
8
Ben karınca ile ağustos böceğini oynarken, yanımdaki adam, sol çaprazındaki kadınları kesiyor, keserken de yüzünde umutsuz bir soru işareti yanıp sönüyor. Kadınlar, üzerinde bulundukları ekosistemden memnun fakat arkadaşlarının aşk hayatından şikayetçi olacak ki, derin bir dedikoduya tutuşuyorlar. Ben Tanrılara yaranmak için birilerini öldürmek istiyorum. Ya da öldürme isteğime geçerli(!) bir bahane arıyorum. Bunun üzerine duman rengindeki, cinsi kedi, özü insan olan kızgın bir ağbimiz, eşinden rahatsız olduğunu belirtiyor. “Kadınlar dostum, kadınlar… Letafet dolu, kafası çorba kadar karışmış, az pişmiş birer melek gibiler. Kadınlar dostum, çok seksiler be.” Aklımda birileri İlhami Algör’ün Müzeyyen tanımını sergilerken, başka birileri Hürrem’in caniliğini hatırlatıyor. Ardından sakin bir ses, sakallı bir padişaha hakaret ederek tartışmaya son veriyor. “Fakat ağbim, sen kaos yaratıyorsun. ‘Ruhunun derinliklerine in ve önce kendini öğren!’ diyor Froyd” diyerek yatıştırmaya çalışıyorum kediyi. “Sikeyim Froyd’u. Gelsin benim kadınla bir hafta geçirsin, yazdığı her kitaba lanet etmezse ben de satanist olacağım.” “Rolünü fazla büyütmüyor musun? Kediliğini bil ulan!” “Seni ırkçı orospu çocuğu!” diyor ve sol elime unutulmaz bir acı bırakıp gidiyor. Sol çaprazımdaki kadınların, sırıtarak benim bulunduğum konuma doğru baktığını fark ediyorum. Yanımdaki adam aniden bir umut doğurmaya hazırlanıyor, ben duvarımı aşamıyorum. Kadınların, arkadaşlarının aşk hayatını bırakıp kendilerininkine odaklandığını görmek şaşırtıyor beni.
“Ne yazıyorsun? Çok merak ettim.” diyor yanımdaki adam. “Grup sekse bir duvar örüyorum.” diyorum. Adam, verdiğim yanıtı yeterli görüp uzatmıyor konuyu. Kızıl saçlı kadın ayaklanıyor, sebepsiz bir heyecan tutuyor beni. Kadın yaklaşıyor, yersiz bir harekette bulunup sol elimi kaldırıyorum. Ardından “Salut!” diyerek karşılıyorum kadını. Kadın geri dönüyor. “Peki ağbim, sen bu yazıda ne anlatmaya çalışıyorsun?” “Dedim ya, grup sekse bir duvar örüyorum.”
9
10
11
G ÖZ Emin Ersöz
B
ir an durdu. Sağ elini, dizlerine kadar uzanan siyah pardösüsünün cebine sokup bir mendil çıkardı; sol eliyle sağ elinin birleştiği görüldü, derken iki kez öne gidip geldi başı. Sonra sağ eliyle mendili yeniden cebine yerleştirdi. İki eliyle, saçlarını kulak arkasına attı. Yağlı saçları omuzlarına dökülüyor, bir kıvrım oluşturarak kulak memesinin altından boğazına doğru uzanıyordu. Siyah ayakkabılarının, siyah ütülü pantolonunun ve siyah pardösüsünün ilk görüşte uyandırdığı saygınlığı bir parça gölgeliyor gibiydi saçlar. Taranmamıştı ve dağınıktı.
12
Ağır adımlarla yürüyordu. Çamurlu, toprak yolda pantolonuna ve ayakkabılarına dikkat ederek yürümesi beklenirdi. Ne var ki önüne bakmadan, dalgın denebilecek bir tavırla atıyordu adımlarını; neredeyse ritmik bir düzeni vardı. Tekdüze devam eden ve hiç aksamayan, yumuşak bir melodiyi andırıyordu. Mendili koyduktan sonra eli cebinde kaldı. Biraz gecikmeli de olsa sol eli de pardösüsünün cebine girdi. Bu şekilde yürümeye başlayınca adımları yavaşlar gibi oldu. Daha aldırmaz bir tavra büründüğünü düşündürecek bir hava yaratmıştı. Vücudunun salınımındaki artıştan kaynaklanıyor olabilirdi bu; açık durumda görünen tek uzuv olan ellerin ortadan kaybolmasıyla da açıklanabilirdi; ayakların dizginlenmiş olması da hesaba katılabilirdi elbette. Başları sıfıra vurulmuş, on yaşlarında gözüken iki çocuk belirdi yolun ilerisinden. Yaklaştıkça, havanın soğukluğuna rağmen üzerlerinde kazaktan başka bir şey olmadığı görüldü. Arkadaki öndekini kovalıyor ve yakalayınca ona vuracağını belli eden devinimlerde bulunuyordu. Öndeki hızlı koşuyor olsa da arayı açamıyordu, ama bundan dolayı mutsuz değil gibiydi. Yaklaştıklarında öndekinin buğday teni, yuvarlak yüzü netlik kazandı. Koşarken bir yandan gülüyor, dudaklarından sarkan tükürük kazağına doğru uzanan yolun sonunda sallanıyordu. Arkadaki çocuğun saçları biraz daha uzun, teni biraz daha açıktı. Ağzının yanında, yanağına doğru uzanan bir çizik vardı. Gülmesi çiziği daha bir derinleştiriyordu. Adam, yanından hızla geçen iki çocuğa dönüp bakma gereğini duymadı. İki tarafında, bir amaca hizmet etmekten uzak boş tarlaların uzandığı yolda ölçülü adımlarla ilerlemesini sürdürdü. Birkaç yüz metre ileride evler başlıyordu. Beride, tarlaların ötesinde de evler görmek mümkündü. Çoğunun sıvası solmuş ya da
pul pul dökülmüştü. Kimi evler kırmızı kiremitli halleriyle yeni bitirilmiş ve hala yapılacak işleri varmış izlenimi uyandırsa da bacalarından çıkan dumanlar gerçeği ele veriyordu. Adam günlerdir, belki haftalar, aylar ya da yıllardır buradan geçiyor olduğundan olsa gerek manzaraya ilgi duymuyordu hiç. Uzun yolu kat ederken bir kez bile başını çevirip bakma gereğini duymamıştı. Doğrudan dümdüz ileriye ya da hafif öne bakıyordu. Bir iki kez adımlarının ritminde, yoldaki su dolu çukurlardan kaynaklanan bir bozulma oldu; küçük hendeklerin üzerinden atlamak yerine yanından dolaşmayı tercih etti. Bunun için önce yavaşlaması ve yana doğru manevra yaparken başını eğip önüne bakması gerekti. Sadece bir defasında, küçük bir hendekle karşılaştığında, adımını açtı ve üzerinden atlayıp devam etti. Arkasından bir motosiklet geçti, sonra da bir araba korna çalarak yaklaştı. Sesi duyunca iyice kenara çekildi, hatta birazcık tarlanın içine bile girdi. Araba yanından geçip giderken küçük bir çamur parçası havada dalgalanıp tarlaya doğru uçtuysa da üzerine gelmedi. Buna dikkat ettiğini gösteren hiçbir tepki vermemiş, yürümesinde en ufak bir aksama olmamıştı. Alışık olduğu düzenin içinde tüm hesaplamaları yapmış ya da her olasılığı kabullenmiş birinin hali vardı üzerinde. Tarlaların bitimine yakın beklentiyi bozarak ana yoldan çıkıp, daha önce pek çok kişinin gide gele üzerinde küçük bir patika oluşturduğu, açık rengiyle tarlanın içinde ince bir şerit olarak kolayca fark edilebilecek ara yola saptı. Buradaki çamurun yoğunluğunun daha fazla olmasının da etkisiyle adımlarında bir yavaşlama görüldü. Bedeninin dikey çizgisi birazcık öne bükülmüştü. Ritmin değiştiği açık bir şekilde görülüyordu. Elleri hala cebindeydi, ama yürümesine ara vermeden mendili çıkardı, başı öne eğilip kasıldı, sonra eller yeniden cebe girdi. Tarladan geçen yolun sonunda, bu yolu aşağıdan yukarıya doğru kesen ve böylece çarpık bir T oluşturan bir başka yol vardı. Adamın çıkacağı yer, bu eğimli yolun aşağısına denk düşüyordu. Yolun kenarı boyunca yukarı doğru bir ya da birkaç katlı, bahçeli evler sıralanıyordu. Evlerin bazılarının önüne eski marka arabalar ve kamyonetler park etmişti. Çöp tenekeleri belirli aralıklarla yerleştirilmiş, ama çoğunda çöpler dışarı taşıp tenekenin etrafında küçük tepecikler oluşturmuştu. Adam tarladan çıkınca sola doğru çok küçük bir çark yaptı ve doğruca en aşağıdaki eve yöneldi. Ev iki katlıydı, bahçesi bir zamanlar pembe olduğunu düşündürecek bir renkle boyanmış yaklaşık iki metrelik bir duvarla yoldan ayrılmıştı. Duvarın aşağıya yakın kısmında, yerden otuz cm kadar yukarıda metal, parmaklıklı bir kapı bulunuyordu. Kapıya ulaşmak için üç küçük basamağın çıkılması gerekiyordu. Adam merdivene yaklaşınca acele etmeksizin ellerini cebinden çıkardı, daha önceki ritmini
13
bozmadan kapıya ulaştı ve durdu. Sağ elini demir parmaklığın içinden geçirip oynattı; “klik” sesine benzer bir ses duyuldu ve kapı açıldı. Adam, aynı eliyle kapıyı itti, eşiği aştıktan ve içeriye adımı attıktan hemen sonra geri dönme zahmetinde bulunmadan yine sağ eliyle kapıyı yavaşça geriye itti. Kapının içeriye bakan kısmındaki merdivenleri kat edip zemine ulaştığında kilit dilinin yuvaya yerleştiğini belli eden ses geldi. Adam sesi zaten bekliyormuşçasına istifini bozmadan bahçeyi çabucak geçip doğrudan evin dış kapısına ulaştı. Kapı hafif aralıktı. Adam bir an elini cebine atar gibi olmuştu, ama kapının aralık olduğunu görünce vazgeçip yürümeye devam etti ve kapıyı iterek içeri girdi. Kapıyı öylece açık bırakıp yukarıya çıkan merdivene yöneldi. İçeriyi aydınlatacak bir pencere görünmüyordu. Işık yanmıyor olabilirdi, ampulü bozulmuş olması da ihtimal dahilindeydi; belki de adam dış kapıdan giren ışığı yeterli bulmuştu ve düğmeye basma zahmetine katlanmamıştı. Ama ışık sadece ilk birkaç merdiveni aydınlatıyordu. Yukarı çıktıkça karanlık yoğunlaşıyor ve en üstte ne olduğu aşağıdan bakıldığında anlaşılmıyordu.
14
Adam, sağ elini bu kez pantolonunun cebine sokup yürümesini sürdürdü. Başını bir metre kadar önüne sabitlediği, adımlarını geri dönülmez bir hata yapmamak için son derece dikkatli atmaya çalıştığı aşikardı. Sol eli birkaç basamak sonra tırabzana tutundu. Yukarı doğru çıkarken, karanlıkta görüntüsü yavaş yavaş siliniyordu. Önce başı kayboldu; sonra omuzları ve sırtı karanlığın içine doğru girdi. Bacaklarının hala seçilebildiği sırada bir şıngırtı duyuldu. Boğuk bir sesti, derken netlik kazandı; anahtarların birbirine vurması, adımların sesine eşlik etmeye başlamıştı. Ama bu birliktelik uzun sürmedi. Karanlığın içinde ayak sesi kesildi; anahtar şıngırdamaya devam etti, birkaç kez bir metala çarptığını belli eden sesler geldi ve sonra kilidi bulduğu anlaşıldı. Kapı bir gıcırtıyla yavaşça açıldı ve karanlık, ikinci katın balkonu andıran zemininden ve merdivenin yukarıya yakın kısımlarından silgiyle silinmişçesine aniden yok oldu. Adam kapının yanındaydı ve sağ eliyle anahtarı tutuyor, sol elinin parmaklarıyla da kapıya basınç uyguluyordu. İleriye doğru attığı adımın etkisiyle uzun saçları öne fırlayıp şakaklarını ve yanağını tamamen örtmüştü. Gövdesi içeriye doğru kaybolurken anahtarın kilitten çıkma sesi duyuldu ve şıngırtı sesi belli belirsiz bir yankıya dönüştü. İçeriye girdikten sonra daha önce de yaptığı gibi geriye dönmeden sağ eliyle kapıyı ittirdi. İki adım attıktan sonra durdu ve sağ tarafta, duvarın dibindeki mindere oturmuş, gazete okuyan adama baktığını belli edecek şekilde hareketsiz kaldı. Yerdeki adamın dağınık saçları, şiş gözleri ve mavi beyaz çizgiler barındıran pamuklu gecelik giysisi yataktan yeni kalktığına dair bir varsayım geliştirmeyi mümkün kılıyordu. Tıraşı birkaç günlüktü; sarıya çalan saçlarının ön kısmı yarı yarıya dökülmüş, geri kalan kısımsa dağınık bir şekilde kıvrımlar oluşturarak ensesini kapatmıştı. Geceliğinin düğmelerinden en üstte olanı açıktı ve bu da göğüs kılları hakkında fikir edinebilmek için yeterliydi. Kahverengi gözleri anlamsız bir
bakışla içeri giren adama çevrilmişti. “İş var mıydı?” dedi ve cevap beklemeden gazetesine döndü. “Üşümüyor musun?” diye sordu adam. Bu soru odadaki soğuğun derecesini arttırmış gibi çıplak ayaklarını birbirine dolamasına yol açtı oturan adamın. Küçük bir odaydı. Kapının tam karşısında, şimdi adamın bakmakta olduğu duvarda büyükçe bir pencere vardı. Pencerenin önünde, üstünde bir bardak ve bir sürahiden başka bir şey olmayan bir masa duruyordu. Masanın sol tarafındaki dağınık yatak, yerde oturan adamın olabilirdi, ama sağ taraftaki girintide yer alan kapalı kapının ardında bir yatağa sahip olması da olasıydı adamın. Aynı girintide yer alan diğer kapının ardında ise tuvalet ya da banyonun ya da her ikisinin de olduğu, iç tarafa asılmış havluyu açıkça gösteren buzlu camdan belli oluyordu. Adam ayakkabılarını çıkarmadan, küçük toprak parçalarıyla kaplı halının üzerinden pencereye doğru yürüdü, iskemleyi kendisinden bekleneceği üzere acele etmeden geri çekti, pardösüsünü öne doğru toplayıp oturdu. Kendisinin biraz önce yürümüş olduğu yolun devamı pencereden net bir şekilde görünebiliyordu. Çamurlu yoldan bir araba, motoru zorlayarak yavaşça geçip gitti. Genç birisi, bütün yol boyunca sadece burada yer alan iki ağacın altında durdu; sigara parmaklarının arasındayken ceplerini yokladı; çakmağını çıkarıp sigarasını yaktı ve çektiği nefesi rahatlamış bir ifadeyle, ağzından ve burnundan dumanlar fışkırtarak dışarı saldı. Bir an için gözünü pencereye çevirir gibi oldu. Soluk beyaz teniyle zıtlık oluşturan ışıltılı siyah gözleri evin çatısını tarıyordu. Hala elinde tutmakta olduğu çakmağını cebine yerleştirdi, çenesini hızlı hızlı kaşıdıktan sonra adamın geldiği tarafa doğru yürümeye devam etti. “Sana bir soru sordum,” dedi yerde oturan. “Yoktu.” diye yanıtladı adam. Kucağında duran ellerini masanın üzerine koydu. “Yağmur yağacak gibi, ondandır,” dedi öbürü. “Belki de...” “Ondandır.” Adam başını hafifçe kaldırdı. Gri bulutlarla kaplı gökyüzüne bakıyor gibiydi. Ama belki de sadece duruşunda bir değişiklik yapmak istemişti. Öbürü gazetenin sayfasını çevirdi, birkaç saniye göz gezdirdi ve okumaya değer bir şey olmadığına kanaat getirdiğini belli eden bir tarzla sonraki sayfaya geçti. “Geçen yıl gittiğimiz şehrin adı neydi?”
15
Adam sessiz geçen kısa bir anın sonunda derince iç çekti. “Unuttum.” “Orayı sel basmış.” “Öyle mi?” “Yollar kapanmış, bazı evler su altında kalmış. Ne şanslıyız, değil mi?”
16
Adam cevap vermedi. İki eliyle saçlarını geriye doğru attı. Sonra tekrar eski pozisyonuna döndü. Yolda yürürken yanından geçmiş olan çocuklar bu sefer de aşağı doğru koşarak uzaklaştılar. Sağ taraftan inen yoldan başı öne eğik, iki tarafı koklayarak gelen, mahzun bakışlı bir köpek belirdi. Köşeyi dönüp aşağı doğru umursamazca ilerlemeye başladı. Hemen arkasından gelen biri yanından geçerken eğilip başını okşadı. Bunun üzerine köpek, sihirli bir değnek dokunmuşçasına canlandı; kuyruğunu, elektrik verilmiş gibi sallayarak adamın peşine takıldı. Adamın bir şeyler söylediği görülse de ne dediği anlaşılmıyordu. Fakat sohbet uzun sürmedi. Adam hızlanıp yoluna devam etti. Köpek zaman zaman önünü keserek adama eşlik etmeyi sürdürdü; her türlü muameleye katlanmayı göze almış bir sadakat egemen olmuştu davranışlarına. “Sabah seninki uğradı,” dedi yerde oturan. “Ne istiyormuş?” Oturuş şeklini değiştirdi, çıplak ayaklarını dışarıdan gelen taze toprak parçalarının üzerinden aşırıp yatağın kenarına dayadı. Ayaklarının birkaç santim üzerinde, yatağın kenarından aşağı sarkan boğazlı kazağın kolu sallanıyordu. “Her zamanki şeyi. Artık sen konuşmalısın. Beni dinlemiyor.” “Olur. Ne zaman gelecek?” “Söylemedi.” Rüzgar, pencerenin kenarlarında bulabildiği deliklerden içeri girmek için bütün gücüyle yüklendi; odayı dolduran vızıltı sohbeti kısa bir süre için aksattı. Dışarıda, pencerenin karşısına düşen iki ağaç sağa doğru meyletti ve her ikisi de birkaç saniye eğik vaziyette kaldı. Sağ tarafta, pencerenin görüş açısına giren yerin sınırında beliren bir kadın başını geriye atıp paltosuna sarıldı, rüzgarın geçmesini bekleyerek öylece durdu. “Bütün gün evdeyim,” dedi adam, başı hafif sağa dönük, ama yine de yüzü saçlarının arkasında kalacak şekilde. “Hımm…” “Ama belki de çıkarım.” “Sen bilirsin.”
“Şansı varsa yakalar.” “Yakalasa iyi olur.” Gazeteyi kaldırıp duvara baktı, kaşları çatıldı; zor bir problemi çözmeye çalışan birinin yüz ifadesini takındı. “Yoksa işler zorlaşacak.” diye ekledi ve gittikçe kapanıyor gibi görünen gözleri yeniden gazete sayfalarının arkasında kaldı. Rüzgar ikinci kez pencereyi yokladı. Yolda yürümekte olan kadın bu sefer durmadı, başını çevirmekle yetindi. Saç örgüsü boynundan dolanıp öbür omzunun üzerinde havalandı. Sımsıkı kapattığı gözlerini ve ağzını rüzgar dinesiye kadar açmamış, bu süre içinde yüzünde beliren yapay kırışıklıklar onu adeta yabancı birine çevirmişti. Adam, kadının yürüyüşüyle koşut biçimde kafasını oynatıyordu. Ama sonra ilgisini yitirdiğine yorulabilecek bir hareket yaptı: Yanındaki sürahiye uzanıp sapından gevşekçe kavradı, bardağı yarısına kadar doldurup sürahiyi yerine koydu. Aynı eliyle bardağı tutup, suyu yavaşça, tek bir seferde içti. Suyun boğazdan dökülürken çıkardığı ses yerdeki adamın dikkatini çekmişti. Sol eliyle sağ yanağındaki sakalları kaşıdı, ağzını araladı, fakat bir şey söylemeden gazetesine döndü. Adam bardağı yerine koyduğunda kadın epey uzaklaşmıştı. Bir grup kuş, kurşuni gökyüzünü yararak geçip gitti. Tarlaların içinden birkaç köpeğin oynaşarak dolaştığı görülüyordu. Bisikletli bir çocuk zil çalarak köşeyi döndü ve sol taraftan çabucak kayboldu. Nerede olduğu bilinmeyen biri, anlaşılmaz bir şeyler söylüyor, öbürü kahkahayla karışık yanıtlar veriyordu. Bir kız ve bir erkek ağaçların yanında durdular, gülüşerek birbirlerine bir şeyler fısıldadılar; erkek kızı yanağından öpmeye çalışınca kız gülümseyerek itti onu ve hızlı adımlarla evin köşesine yöneldi; ama daha köşeyi dönmeden yetişti erkek ve ikinci kez öpme denemesinde bulundu. Pencere kenarında kaldığı için sonucun ne olduğunu görmek mümkün olmadı. Ama kızın ve erkeğin sesi gelmeye devam etti. Adam, kıpırdamadan, bir noktaya sabitlenmişçesine dışarı bakıyordu. Bir heykeli ya da soğuktan donup kaskatı kalmış bir cesedi andırmaktaydı. Giderek çevresindeki dünyadan koptu; bir resme, bir kalıba dönüştü. Uzamdaki konumunun değişmezliğine dair uyandırdığı izlenim, zamandaki konumunu silikleştirmişti. Şimdi odaya biri girecek ve onu bu haliyle pencere kenarında görecek olsa ezelden beri orada bulunduğunu ve sonsuza değin de hep böyle kalacağını düşünebilirdi.
17
18
Ç AYA S E V DA Anıl Yaşagör
H
er gün yaptığım gibi, bugün de sabah mesaisinin bitmesi ve öğlen yemeğinin ardından çay sırasına girdim. Günlük ritüellerimden biri olmuştu artık, yemek biter bitmez adeta bir yoksunluk başlıyordu. Şartlanmışçasına yöneldiğim kantin sırasında “evet, sıradaki!” kelimelerinin beni işaret ettiğini anlayana kadar boş boş bakıyordum. Sanıyorum ki çay içmek için zihnimi boşaltıyordum; zira çay boğazımdan akıp giderken, fani hayatın dipsiz sorunlarıla boğuşmak hoşuma gitmiyordu. Çayı alıp dışarı, güneşin altına çıktım. Güneş ısırmaya başlayınca da hırkamın önünü açtım. Çayı çene hizasına getirdiğim o mucizevi anda, yanımda kavga eden çiftin konuşmasına talihsizce kulak misafiri oldum. Kapatamayacağımı bildiğim kulaklarımın yerine gözlerimi sımsıkı yumarak çaydan küçük bir yudum aldım ve- bir an çiftin kavgası kesildi sandım. Kelimeler kaybolmuş, yerini iniltilere bırakmıştı. Gözlerimi açınca az önce adamın ağzından fütursuzca çıkan küfürlerin, yerini güzel bir çiçeğe bıraktığını fark ettim. Evet! Kırmızı benekli, beyaz bir lale, adamı boğarcasına, muazzam bir mücadele göstererek, boğazından yukarı, ağzından dışarı tırmanıyordu! Tam gözlerim faltaşı gibi açılmış, dudaklarım zevkle birbirine kenetlenmişken yutkunduğumu hissettim ve gözlerimi bir daha açtım. Adam küfretmeye devam ediyordu. O sırada kadın da aynı şiddette –ve aslına bakarsanız daha yaratıcı ifadelerle– küfretmeye başlayınca, bir çifte bir de elimdeki çaya baktım. Çayı hep küçük yudumlarla içmeyi sevmişimdir, soğumadığı sürece uzatabildiğim kadar uzatmaya çalışırım ama eh, her güzel şeyin bir sonu –her kötü şeyin olduğu gibi– var sanıyorum. En azından, küçükken izlediğim tiyatro bitince, alkışlanmak üzere sahneye çıkan ama çocukların yüzündeki “neden bitti ki?” mutsuzluğunu gören oyuncu, acımasızca böyle söylemişti. Ama bakışlarımı çiftten tekrar çaya kaydırınca o ana dönmek için içimde oluşan coşkuya karşı koyamayarak çayı bir dikişte ağzıma boca ettim. Kıpkırmızı bir gül, güneşin tatlı dokunuşlarını hissetmek için, kadının ağzından dışarı attı kendini. Adamın ağzından çıkan lale ise çivilenmişçesine adamın eline yapışmış, adeta adamı peşinden sürükleyerek kadına doğru götürüyordu. “İşte! Olması gereken dünya!” diye düşündüm. Doğa, sunduğu bunca örneğe gözünü
19
20
yummuş insana, insani yolu bulmada aktif olarak yardım ediyordu! Kadının da eline sabitlenen gül, adama doğru hareketlenmeye başladığı sırada, çam ağacından gelen hışırtı üzerine arkamı döndüm. Her mevsim yemyeşil güzelim ağacın dalları yerlere kadar eğilmiş, yaprakları tanıdık bir şekle bürünmeye başlamıştı. Az sonra annemi doğuran o güzel kadının bana merhametle gülümsediğini fark ettim. “ Anneanne…” dedim, “sana bir keresinde, hiç dünyayı gezmek için köyü terk etmeyi isteyip istemediğini sormuştum. Sen de neden dünyayı gezmek istiyorsun demiştin, hatırlıyor musun?” Gözlerini kırptı usulca, hala gülümseyerek. “Ben de dünyanın güzelliklerini görmek istiyorum, demiştim. O zaman, sen bana ‘Eğer birini çok seversen, tuttuğun taşın pürüzünü bile bambaşka hissedersin. Baktığın her yerde başka başka dünyalar görürsün, diğerlerinin gerçek diye adlandırdığından çok daha güzel dünyalar…’ demiştin. Galiba ben yanlışlıkla çaya aşık oldum, kimsenin görmediği bir dünyayı görüyorum.” Anneannem, başını sallayarak, sevinçle onayladı. Garipsediğim bu durumun böyle karşılanmasına memnun olmuştum. Arkasındaki ritmlerin yükseldiğini fark ettim, sonra sesi tanıdım; anneannem Barış Manço açmıştı. “Doğru söz…” diye başlamıştı ki Barış Abi, onu ben son yudumu yutarken tamamladı: “Dedikleri daha ne olabilir ki?”
E S K I D E N O L SA B I R A N L A M V E R I R D I M Selim Sevim Bunu bilirsiniz. Bunu herkes bilir. Bir an önce yapılması gereken bir konuşmayı geç yaptığınızda, o konuşma asla istediğiniz gibi olmaz. Fakat yapacak bir şey yok. Sizin üzerinizde olan birtakım dış etmenler var, kader var mesela. - Hande, benim kolum çıktı, biliyorsun. - Evet. - Ve şey… Hande ortada yok. Gelmiyor. Bir gözüm saatte, zihnime oyalansın diye sahte düşünceler veriyorum. Az önce güzelliğinin farkında olmayan kadınların daha güzel olduklarına dair tespitler yapıyordu. Şimdi de garsonun “Efendim” diye hitap etmesine kızıyor. Bense her zamanki gibi her şeye seyirciyim. Bakıyorum ve baktıkça yabancılaşıyorum. - Bu zamana kadar sonuçla ilgilendim. Yani birine dair bir şeyler hissettiğim zaman, hep doğrudan sevgili olmanın düşüncesiyle ilgilendim. Ama şimdi, yani ilk defa, sadece hissiyatımla, hissettiğim şeyle ilgileniyorum. Ben seni seviyorum ve garip bir şekilde bu sevgi bana yetiyor. Bilmiyorum yani… Üçüncü çayım. Ben bitirdikçe garson soruyor, garson sordukça ben istiyorum. Böyle anlarda “Hayır!” diyemem. Garson da bunu anlamış gibi. Bana bakışlarında ve çayı getirişinde öyle bir hava var. “Elime düştün oğlum, dua et de o kız bir an önce gelsin!” havası. Konuşmam kötü. İçinde çok “yani” var. Bunu temizleyemiyorum. Doğal akışta kendiliğinden geliyor. Hande gelmiyor. Trafikten ötürü. Yani öyle yazmış. Yine yani. Yan tarafımda bir çift var. Uzun uzun onlardan konuşmak istiyorum. Kadın çok kıskanç. Sosyal medyada gölge gibi takip ediyor adamı. Adam bıkmış. Ne kadar çok araba var… Hande de o yüzden gelemiyor. Bir yerde arabalar birikiyor ve insanlar hareket edemiyor. Sesler karışık. Onlarca insan konuşuyor. Elimle istediklerimi alıp kulağıma koymak istiyorum. Gerisini duymamak… Bir düşünce lazım. Mesela…
21
Heh! Bütün ilişkilerde kesinlikle baskın bir taraf olmalı mıdır? İki tarafın eşit olduğu ilişkiler olamaz mı? Eşit sevilenler? İnternet sitesi ya da dernek ismi gibi oldu. Yok ya, bunun üzerine çok düşündüm. Ayrıca, düşününce ne çıkıyor ki? Sonuçta, yine kendimi burada buluyorum. Bu sandalyede. Boş bir sandalyenin karşısında. Olmayan bir kadına dert yanarken. Çayı fondip yaptım. Garsonla göz göze geldik. Elimle dört yaptım. Anlamadı. İnsiyatifi ona bıraktım. Yoruldum.
22
- Ali! Neredesin sen? - Kafedeyim. - Ben kafeye geldim. Göremedim seni. - Allah allah… Tek başıma oturuyorum. - Hadi canım! E, ben niye göremiyorum? - Elimi kaldırdım. - Yok, göremiyorum. Doğru yere gittiğinden emin misin? - Pamuk’tayım işte. Pamuk demedik mi? - Evet. Ben de oradayım. Kapıya gelsene, göremiyorum valla. - Tamam, bir dakika… Güzel olmaz mıydı? Beni göremiyor artık. Gözü bana kör. Milyarda bir görülen bir hastalık. Ali körlüğü. Aligörmezlik. Ben onu görebiliyorum ama o beni göremiyor. Kalkıyorum, hesabı ödüyorum ve yavaşça yürüyüp geçiyorum yanından. Usulca böyle. Bir ürperti filan hisseder, ne bileyim, öyle olur ya filmlerde. Şeytan dürtmüş gibi… Her şeyden kurtuluyorum. Konuşmadan, konuşma sonrası gelecek tepkilerden, bütün o değişikliklerden ve sıkıntılardan... Tuvaletten çıkıyorum, kapıya gidiyorum ve buluşuyoruz. Bir süre dert yanıyor. Trafikten işe kadar, uzun bir silsile. Sonra bir sessizlik oluyor, “Ee, sende ne var ne yok? Anlatsana.” öncesi sessizliği. Fırsat bu fırsat diyip konuşmaya giriyorum. Çok güzel konuşuyorum. O da hiç kesmiyor. Sonuna dek dinliyor. - Velhasıl, durum bu. Ama tekrar söylemek istiyorum, senden hiçbir şey beklemiyorum. Eskisi gibi devam etsek bile yeter benim için. - Beni yanlış anlama. Sen benim için değerlisin. Fakat yaptıklarımın ya da söylediklerimin seni umutlandırmasını istemem. - Öyle bir şey olmayacak, merak etme.
Tatlı istiyoruz, ayıptır söylemesi. Tatlılar bitiyor, çay içiyoruz. Gülüyoruz. Güzel yani, keyfimiz yerinde. Sonra birlikte kalkıyoruz. Ben onu otobüs durağına bırakıyorum. Teşekkür ediyor. Rica ediyorum. Eve giriyorum. Salondaki koltuğa oturuyorum. Bir anda her şey çok basit geliyor gözüme. Yaptığım konuşma, tavrım, onun hali falan… İki aydır tasarladığım konuşmayı yaptım ve hiçbir şey değişmedi hayatımda. Hatta bizzat ben öyle söz verdim, değişmeyecek diye. Neden? Bilmiyorum.
23
24
25
26
Ev K e nt i İdil Elvin Çavuş
Siz çok uzak eski bir köy gibisiniz Ana kartımın haritalar uygulamasında En çok isminizi hatırlıyorum Bir de mavi tabelada yüzölçümü yazan küçük ellerinizi Gerisi çocukluktan kalan bisiklet kazası yarası gibi Ben patlak lastiğe mi, rampalı parka mı, beceriksiz çocuk bacaklarıma mı Açacağım bu tazminat davasını? Yoksa her seferinde terk eder gibi yaptığım evinizin kerpiç duvarına döktüğüm gözyaşlarıma mı? Siz denizi olmayan ayaz bir ev kentisiniz şimdi Kilometrelerce seneler ve Urfa acısı ördüğüm mesafede Ve son teknoloji ile donattığım anı sandığında Çöpte gibi duran çürümüş bir acısınız Vakitsizce leş yiyen bir martı gibi çökmeyin rüyalarıma Kağıt üzerindeki ağırlığınız fazla geliyor artık Buyrun size büyük bir Börlin Ayırıyorum travmalarımdan kent sınırlarınızı Bağımsızlığınızı ilan ediyorum kanun hükmünde bir kararnameyle Buyrun size büyük bir Börlin
27
Ca m i / Ç e v ir i Şiir Çeviren: Muhammed Çelik
28
Gönlümü öyle bir sevgiliye verdim ki sorma! Sevgilinin öyle bir yasemin boyu var ki sorma! Dostlara karşı hep vefalı ve cömerttir, Zülmedenlere karşı da öyle vefalı ve cömerttir ki sorma! İnsanlar onun hayalleriyle, rüyalarıyla, Bir zümrüt gibi güç buldular ki sorma! Günbegün onun gamzesinden, Gönlüme öyle bir yara ulaşır ki sorma! Şekere hasret olan bir tuti gibi, Ayrılık acısından öyle bir dertliyim ki sorma! Ey benim nazargah kıblemi soran! Ay yüzlü öyle bir manzaradır ki sorma! O, Cami’den iyi bir semere aldı, Cami de onun için öyle bir gönül bestesi oldu ki sorma!
K imonomu N e d e n Çözd ü m ? Jalisa İpek Bayraktar Kurşunu delen bir kurşun misali, Olmamış gölgemin ardına bir perde sekiyor. Tek düze tutkular, Gümüşi girdaplar, Kör saksağanlar; Hepsini kimonoma sakladım. Sınırsız bir ışık oluyorum. Tekkelerde bağdaş kuruyorum. Kellemin tepesinde kabaran çekirge, bir türkü tutturuyor. Oysaki günler çoktan geçiyor. Karşımda, Görebileceğim en dik duvar Bir aşığın tokadı gibi Bana faniliğimi fısıldıyor. Yankılar kulağıma: “Hatırla! Hatırla!” diyor. Söylediğim her bir söz, bana bin dönüyor. En dar damarda hızlanan pis kan, Beynime sıçrıyor. Kimonomu çözüyorum. Hüzünden raks ediyorum bu gri çıplaklığa. Kaçacak son ufkumu kapatan bu umarsız hastalığa.
29
30
G ül üc ük İ ko n u Emre Varışlı Yaşasın tüm çağların yanık ormanları ve cesaretimizin dijital ekranları başı okşanmadı diye pompalı tüfeğini alıp gitmez hiç kimse iş yerine vurmak için mesai arkadaşlarını obeziteyle baş etmenin on maddesini ezbere biliyorum bir çiçeğe dokunmak için tam 1390 yıldır bekliyorum sanki muhammed’den aynı fincana kahve dolduruyorum hareketsizim sanki filme alınıyorum , üzerimdeki elbise kendiliğinden değişiyor görüntü değişiyor: ben bir tüfeğim şimdi babam tarafından duvara asıldım oysa kıçımı saran pantolon istiyorum etrafa ölümcül bakışlar atmak cikleti dudaklarıma yapıştırmak birinin ölmesi kanının akması tekrar ediyor tekrar ediyor tekrar ediyor yeşil plastik bir maske eriyor konuşan deri! yanık peruklar! kral mezarları! kibarlığın ölümü! duygusal ilericilik istiyorum! temporal lobun isyanı! sigortalı bir çalışanım ve evimde sanat objeleri var.
31
Aaamen Okan Yılmaz
benim bir sevgilim var kuş yumurtalarından oyunlar dizer annesi dünyaya kocca bir yalan söyledi ve onu doğurdu o hasta bir cenaze süsleyicisi ve kimsenin onu sevmediğini bilir benden başka benden başka benden başka
32
tanrı boğuk konuşuyor onunla şeyler gitti ve sesi onda ahdinin notaları ellerim ellerim ki en çok yakışandır ona her ibadeti yeni bir zehir her gidişi yeni bir geliş ve karşıtı benliğim yatak altı ibadet edicisi yorgan iliğinde ses tellerini tüketen nobran dobra buyurgan aaamen aaamen aaamen der bana paganlarında sunaklarımızın kansız kurbanları ruhu adına sunarken yatak altı ibadetlerim ve âh ki onlar bana bıraktığı deniz kuruyunca geçerli sayılacak
ne dehşet gösteriş doymak bilmeyen kanlı sirkinin son hain filiyim direncim metaya bekâret diyen dünya adına aaamen aaamen aaamen der bana sevişme ritüelimiz başlar kralsız efendisiz en son kraliçesini halk önünde eğilince idam ettiydi bu sürtük sahnenin onulmazlığı yarılır her çocuk doğduğunda her dölü yeni aaamen aaamen aaamen aaamen * söyleyin ışıldayan şeyler alsın bana ıslak çektikçe uzayan balonlaşan çocuklaşan şehvetli ve korunan söyleyin beni kilisesinin bahçesine gömsün ben çocuklarını doğurmadan gözyaşım yolunda buhara ağmadan
33
Ey Ak sak ve A z Sak allı Narsista İthaf hadi söyle durum nedir, yol artı yol artığı, atmış kaçık sigorta hep ortada durur orada, dolapta askıların az altı, çorapların kucağında senle deva yok, bana bayağı ara. yani durma kendini kanıtlamış, rengini ağartmış kukla o la la, yakada kolalı bi fiyaka! elinde on baskı sözlük, hep aynı derdi aratmış sertçe bağlamış, süslemiş ve piç, aynı hapı atmış
34
söyle söyle, korkma tüyü diktim, kılıbıktın boktan kefere bir şey yazdım, kepim nerede!? bir şey yazdım, şair de bana! bıktım ama artık sarma böyle başa umursama, yazmak için zorla sarma! ov, ifade ettim sarsıntı ısırgan dilim, milim milim ithafı sokunca, kasmış gibiydin? söyle, on iki sene boyunca hiç yazmış mıydın oysa, bayağı bi alçaldı dinlerken hep rahatlatıcıydı. rahatlamıştın, çünkü dolaşımda bi –hastaydım yazı üstüne yazı, bu pası sikip attı! kafamda garip duvar, bulantının dibindeyse hep bi ritm var bu ara bayağı bi çarpmış gibiydim, yok yok, en iyisi takılmış gibiydim, kanıma, kinime ve dilime kemim ben, hadi bari badi, bu plakayı sen kemir!
35
İçimin Tar z anının Midesi K alk Can Karatek
36
düzen böyle içimin tarzanı.A! A! A! A! içimin tarzanı. içimin tarzanından apartmanın ortak sarmaşığına atladım. mor çiçeğini dördüncü kattan yedi numaradan helikopter diye saldım. gittim aşağı çiçeği aldım, hadi bi daha. bi daha çıkacağım bi daha salayım diye. bi daha çıkacağım bi daha salmaya gücüm var. bi daha salmak için bana luzmedilmiş heyecanım. bir şeyleri bir yerlerden bırakmakabilmenin kendine kazandırdığı midem boşluktan daha yüksek, midem koşarken bir tellalı sollar, çalkalanan hiçbir tellal bana bas bas bağırmaz. dümdüz indim uşağımın kendine sakladığı kurt kapanına, ardımdan gelen yampiri tekne sorar birilerine ben buradan gitmeli miyim yoksa bu kapan kapar? zaiyatın var, gittiğin yönü bi daha sor bakalım. yön yön müymüş yoksa sadece o an iç sesin? kim sana yön demiş. yön karanlıkta geçerli? şimdi uygun bir başka dünya belki sana kazandıracak bir dal, bindiğin ve sürmeye çalıştığın dalda arkanı göresin diye taktığın aynanın halini hatrını bi sor. öksürünce gelen içinden, hapşurunca çıkan, kendini tutamadan o atladığın luzmedilmiş heyecan. çok bahsi geçen o bahsi geçmeyenler. uşak ne oldu şimdi? mor çiçek unutuldu? yampiri tekneyi kim vurdu? hatırlayan hatırlar bilen bilir. durdurun birikmeyi ki unutulmasın çocuk. 1biriken duran2biriken duran3biriken duran4biriken duran gerçekten cidden harbiden yeminle valla billa kalıbımı basarım ki allahın adını verdim ki ekmek kuran çarpsın ki iki gözüm önüme aksın ki şurdan şuraya gitmek nasip olmasın ki ölümü öp ki biriken duran zamanda bir boşluk rica ederim ki 1biriken duran2biriken duran3biriken duran4biriken duran5biriken duran6biriken duran şu eskiler, yeterince açıklayıcı olabildim mi, eskiler. yalnızca eskiler ne olacak? hiç sonu gelmesin hiç sonu yok dedim. bu dünya buradan devam etsin, bu dünya sen buradan devam. yıllar geçti itiraf: bu trafik polisliği.
sonra biriken duran o kalabalık ve sen. napıyon? iyi. diyemezsin, birikti durdu o yüzden ara ara kayıptır uşağım. bana el at. gel desem gelen uşak, gel. zaman geri gel. bana başından geçenleri anlat. birikecekse biriksin başımdan geçen. neler olmuş. beni de işte, açıkladılar. sonra onlar gitti. açıklanmanın verdiği midem ile yemek yiyemedim. yüksek bir yerden atarken midemi, veya atabilmeye çok yaklaşmışken ey içimin tarzanı, kalkmadım midem gibi yataktan. tam kalkacakken midemden ziyade pek çok şey çakıldı. şu şey kopmuş. şu.
37
38
Zamanyolu Galak sisi Ayça İşbilen altını üstüne getirdiğim gecenin ilenci; gözü görmeyen bir zehire gebeydi. saygı duruşu istedim, oysa tüm duvarlar ; kaygılarıma italikti. çabalarım çoğu zaman çabalarım, çoğu zaman konsonant. kuru, kupkuru; velhasıl bu değil, izlerken mısırımı yediğim gökyüzü. burası, sinire sıfır bir tansiyon. burası, alevlerle bezenmiş; ilençlere dolanmış önce çocukların, sonra terzilerin çıkacağı büyük bir yangın yeri. terzi, kendi heykelini de dikemez oysaki... ama; onarabilir dikiş aynasıyla geçmişini ve pek tabii kendisini. kasabayı tanıdım, yüzümü sulara çevirdim. suya anlattım, suya akıttım ilençleri. akan; biraz da zamanımın irinleriydi... ve burada artık tarih, fi’den ibaretti... bu yüzden desen istedim çağıma. ben; bu yüzden desen işledim çağıma... öyle ki, ıslığımdan naklen yayın gerçekleştirdim sonra, duvardaki sesime. terziden kalan değirmi artıklarla öğrendim sesimi izlemeyi. beni izlediğinde, sesimin alevlerini bir ejderhanın gözyaşları söndürsün isterim. kaybolan bir ruhun, aslolan bir ruha terfi etmesi için. ilenç; su ile alev arasındaki yoldadır bu kasabada. bense; george orwell ile platon arasındaki o yolda...
39
Yüzük ler Çık tı Parmak Çalıcaz Can Küçükoğlu
40
önce onun yüzünü yüzünde gördüm sonra gözlerinde yılan gözleri sanılırdı birmiş dediğim her şeyi gözlerinden deyim isterdim istedimse duymakla kalmayıp erpilleştiricektir beni çok fena severek öldüremediler ben de beni öldürüp onları çok fena seveceğim istanbulla hangi yeni hava bükücünün rahmiyle buluşalım sıfırın çağında buluştur buluşmamız buluşumuzdan bihabersek hoşa loşa koşa dal ayaklarımız ecmain terliklerini dönsün 1 bakalım ben beklerim benli de bensiz de o da bekler kollarımda gördüğün ağaçların altında tamam mı halim var ama yalan aşığa anlatılacak yok ona bir dayağın var mı yok ona bir sulağın var mı yok sen varsın yok o var var o var bilbihi o’mumla denize evhamsız çocuklar bıraktık sabır yaşı oldum çatlayamam haram sade sen mi görmüyorsun seni alacak da görmüyor elinden geleceği e inan dayan sayan be kardeşim ahooo her şeyimi paylaşabiliriz bebek için toprağa sıfır bir olmadan dünyayı dünyaya getiremeyiz aman ama içinde gördüğüm deliye lir lir deliriyorum film değil lakin milim milim rapleşiyoruz marok bow ne demek vavla rain meşk edince yok artık eşeğin dibi de başlar ayinayinayinayin matrixe telefon açıp sizi sadece öldürmemeye geliyorum içinden biliyor bu esirgeme eşiği tekçeriyi korumak adına efzannedilmiş tapınaklar kurbansızlaştırıyor mazotsuz duayla çalışan ar’ab’beatlere vara yılanın başının gönlünü almaya az kalasın şiire yasaklanmış sualsizlerin izniyle şehire çapaklanmış medetsizlere can taşırız
kemiklerimize dirilen maitreya hünerin olasan diye yar hünerim olayam diye sıra hazır olduğunu bilmekten kabul etmeye diz çökememiştik diz öpücez diz diz dizeleyecez mecazsızda birleşip cuma geldi on ikiyi birden gül mezhebiyle verecek hırkasız bırakansağız gümbürgülleri kürkümden mektep mektep teperim kaçılın e biraz da birlikte büyüyelim mi gönül geleceğimizi bekleyen geçmişlere yakışık seladır sırra erenin dil vahdeti bu elimdeki benim ama ben bende değilem sen bendeysen ben sende bana benden kendini alabilir gel gelme dediğimizi öğrendiğimiz gelmedi yanar geldiğini gözlerimize inanmayarak bildiğimiz yar ellerimizle boynumuzun tekleşmesila ona giden ayaklarımızın şeklini halktan geçirdik arasu halkıyla birlikte kadı efendi köyüne vara bekleye ki gelecek de bilmiyor özlediği neyi bismillahirrahmanirrahim 24 yıl 10 ay sonra bildim kendimi yine cahiliz ana baba olmamışa yunus ehilleri kuşkusuzlukla kutlana bayramdır nesifçiye şifa beleş ama ondan beleş istemeaçı dokuzun birinci masasında koşturdu mevliler onlara nasıl buluşup nasıl ayrılacakları anlatıldı ayrılmaz iseler hep ölüleri doğmayacakmış anladılar adlarının yarım ayı tamamlanmışınıhu bir de ben seni hep unutmıcam haberin olsun sabah sabaha unutturuldum ama korkma birazdan ana geçer bulurum anneler çok üzülür onlar kadar güç olalım diye ama hala bizim apartmanın üstünde kargalar değil arılar yuva yapıyor uyanabiliriz üç başımıza konacak ve başımızdaki dağ dağın arasından doğan güneşle bakacağız 1de
41
bir şey diyemiyorum da var imiş diyebiliyorum kadar
42
çıplana da ehli salih darına seyyahlana 11in alnıyarı şimdi öyleymiş dedirir 12si kafkef soluk özün dermanı yaşa ben yapmaya gidilobum beklen yaratılma medresele dil koynumu ovv vay gard duası sun fayyy kırmadan geçil durul vurul kayy hüp diye içine çek feni ve sus prometheus duy ku kadar kararlı inan cana müsade dostum la bizim hörgücümüz de kol arısı sarıl diye var bu nüyü buradan yenileyip de al içindir keza için siryus keza içindir zeka yine içinden çıktı kusur duyma artık aşkın cennetķanı huy güvercin uyandın mı daha testi dur o bir gün canı cana sor ebubekir bul beni ebubekir bul beni
Su Beste Naz Karaca yanmadan suya düşürülen kibritlerden bir gemi olmayı değil, mercandan bir su olmayı hayal etmişti kuş. yüreği bir titrek kavak değil, balık olacaktı. ***
saatlerin, yelkovanın ve dahi tiktakların karnına kramplar saplanırken bitmek bilmeyen o yoldaydım. tüm olmazları olduran bir alaimisemaydı; aklım. unutacaktım. dünyanın bana bildirdiği her rengi bir bir, iki iki unutacaktım. hayat ağacımın dalından kopup kendimi öldüm. renkleri unutamadım hiçbiri de olamadım. bir titrek kavak oldum kesildim, büküldüm kibrit oldum. soyumu yakmak için önce yok, sonra var edildim, yapamadan suya düşürüldüm. çaredir ki toplayıp ben gibileri bir gemi yaptım yanamamış kibritlerden. biz, mercandan su olmayı hayal etmiştik, hayalimizin avcunda yolcu olabildik. yanmadan yaşadık, ıslanıp öldük. *** ve suyu gördük suyun içinde sevdik suyun suyu içinde
43
Işıldayan K adın İmgesi : Wendy Emre Emrem Giriş Sinemanın ekonomik, toplumsal ve kültürel koşullarla birlikte ilerleyen bir anlatıya sahip oluşunu pek çok film üzerinden görebilmekteyiz. Karakterler ve onların arzularına göre ilerleyen olaylar, dramatik çatışmayı yaratırken, filmin izleyiciler üzerinde de etki oluşturan bir hikaye ortaya çıkarır. Seçilen karakterlere bakıldığında ise, 21. yüzyıl ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel hayatına hakim olan ataerkil bakış açısının izleriyle karşılaşırız. Dolayısıyla sinema, eril burjuva söylemlere araç olma eğilimindedir. (Minh-ha T. Trinh, 1990 )
44
Bu noktada, sinemanın eril burjuva bakış açısına sahip varlığı kameradır. Röntgenci bir erkek gözün temsili olarak çevresindekileri kaydeden kamera, görüntülediği kadını görsel ve anlatımsal bir hazzın temel nesnesi yapar. (Lauretis de Teresa) Sinemada gösterilen pasif konumdaki kadın imgesi, erkek izleyici merkezli yaratılırken, kadın izleyicinin de kendisini erkek izleyici gözünden konumlandırmasına neden olur. (Doanne, A. Mary) Kadın izleyicinin erkek bakış açısına konumlanması çift taraflı bir istekle açıklanmaktadır. Kadın da en az erkek kadar sinema perdesinde gösterilen kadın imgesini arzular, çünkü kendisinde ilk kez penisle karşılaşma anında hissettiği eksiklik duygusunu, erkek izleyici konumundayken giderir. Freud’a göre bu açıklamayla tanımlanan kadının narsistik kişiliği, aslında penise olan hasetinden kaynaklanmaktadır. Bu sebepten kadın erkeğe karşı içten içe bir kastre etme eğilimdedir. Kendisinde olmayan penise hem bir sahip olma isteği hem de bir öfke duyar. Erkek ise ödipal dönemden itibaren oluşan babaya karşı anne için mücadele etme isteğinden dolayı karşılaşabilceği kastre edilme korkusuyla karşı karşıyadır. (Doanne, A. Mary) Korku sineması, kadının Freudiyen temelli ortaya konulan bu durumunu kullanarak karşımıza kimi zaman femme fatal, kimi zaman erkeksi kadın karakterler çıkarır. Her iki şekilde de çizilen kadın karakter “erkek kahraman” ın edilgen haz nesnesi konumuna sokularak, izleyicisini erkek bakış açısına sabitler. (Doanne, A. Mary) Freud’un Oidipus Kompleksi ise, erkeği çocukluğundan itibaren anneye duyduğu cinsel istek üzerinden tanımlayarak babayla özdeşleşmesinden doğan bir rekabete taşır. Erkek çocuk annesine baba üzerinden bir “bakış” oluşturmuştur ve kafasındaki kadın imgesini buradaki haz ve kastrasyon korkusu üzerinden yaratır. (Lauretis, de Teresa) Shining filmi, Jack, Wendy ve Danny karakterleri üzerinden baba-anne-çocuk ilişkisini
oluştururken; Danny’nin, babası Jack’ten korkusunu, annesi Wendy’e olan sevgisini Ödipus kompleksiyle bağlantısı olabilecek bir noktada işler. Diğer taraftan ise Wendy’nin kadın karakter olarak konumunu, iş hayatında başarılı olma arzusu içindeki, eril güce sahip olmaya çabalayan kocası Jack’ı, ruh hastası bir erkek korku kahramanına dönüştürerek belirler. Bu bağlamlar Shining filminin feminist yaklaşımlar çerçevesinde analiz edilmesine zemin hazırlar. Erkek Korku Kahramanı, Kadın Korku Nesnesi Shining filmi üzerinden kadının korku sinemasındaki yerini Wendy karakteri incelemsiyle ele alacak olursak, Wendy’nin kendisini kocası Jack ve oğlu Danny ile tanımlayan, onların arzuları için elinden geleni yapan, otuzlu yaşlarda, cinselliği ikinci plana atılmış, bu anlamda erkeksi, bir kadın karakter olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla Wendy karakteri, penise, eril güce, sahip olma isteğinde ortaya çıkan kastrasyon tehditi oluşturan bir femme fatal karakter olmaktan uzaktır. Daha çok erkek bir sayko ile karşı karşıya kalan, ancak onun isteklerine yine de uygun davranan, otoritesi altında olmayı Kabul eden, öldürülme korkusu içerisindeki bir kadın imgesi olarak karşımıza çıkar. Eril otoriteyi, erkek bakışın edilgeni olmayı ise ancak oğluna karşı oluşan bir tehdit söz konusu olduğunda reddetmektedir. Şehir merkezinden uzakta sezon sonu olması nedeniyle altı ay kapalı kalacak bir otele bekçilik yapmak için anlaşma yapan Jack, bu süre içerisinde kendisine şehir kalabalığından uzakta kalarak yazmayı istediği kitabıyla uğraşacak sakin bir vakit yaratmaktadır. Bu vaktin, kendisine yazma konusunda iyi geleceğini ve kitabını tamamlamış bir yazar olarak oradan ayrılacağını uman, dolayısıyla toplum tarafından da başarılı bulanarak yaptığı iş üzerinden eril imajını güçlendirmeyi hedefleyen Jack, bu otoriteye ulaşmasını engelleyen her türlü dış etkene karşı saldırgan bir tavır takınmaktadır. Kaldıkları sure boyunca otelde onlardan başka kimse bulunmaması nedeniyle onun dikkatini dağıtarak yazmasına engel olacak tek dış etkeni karısı Wendy ve eve oğlu Danny olarak görmeye başlar. Film bu yönden, toplumsal hayatta yaptığı iş üzerinden eril bir otoriteyle kendini gerçekleştirme çabası içinde olan Jack’in, bu amacına ulaşamadıkça geçirdiği “cinnet” i konu almaktadır. Bu cinnetin kurbanları ise onun ailesidir. Dolayısıyla; karısı Wendy ve oğlu Danny ile birlikte altı ay boyunca bu otelde kalmak için yola çıkmalarıyla başlayan film anlatısı, bu süre içerisinde erkek kahraman olan Jack’in Wendy’i ıssız bir otelde ölüm tehlikesiyle başbaşa savunmasız bir kadın konumuna getirerek, eril şiddetten doğan bir gerilim yaratmaktadır. Jack, geçmişinde alkol problem yaşayan ancak 5 aydır içmeyen ve kendini kontrol altına alabilen bir karakter olarak karşımıza çıkar filmin başında. Daha önce alkolün kontrolü altında ortaya çıkan şiddet eğilimi vardır, artık bu arzusunu Wendy’nin isteğiyle dizginleyen biridir. Wendy’nin bu noktada Jack’in arzularını kontrol etmesi onu kastre edici bir kadın karakter yapabilir. Ancak Jack, arzularının yönlendirdiği bir erkekliğe başka şekilde de olsa ulaşmayı hedefler. (Lauretis, De Teresa) İçmiyordur, ama kitabını bitirerek erkekliğini kazanacaktır. Wendy onun alkolle ilişkisini keserek bir kere kastre etmiştir, buradan kalan Jack’in içinde Wendy ve Danny’ karşı artan bir hassaisiyetin izlerini görürürüz. En ufak bir konuşmayı, seslenişi, onun kitabını yazmasına karşı yapılan bir müdehale olarak algılayarak Wendy’e aşırı tepki göstermeye başlar. Jack, daha önce alkol yasağı getirilerek kastre edilen eril
45
arzularının tekrar engellenmesini istememektedir. Jack’e Wendy’nin onu terketme tehditleriyle getirdiği alkol yasağının nedenini filmin ilerleyen sahnelerinde öğreniriz. Jack, bir akşam fazla içmiştir ve o sırada yerde duran Danny’nin oyuncaklarına takılarak öfkelenir. Sinirle Danny’i kolundan çeker ve Danny’nin omzu çıkar. Alkolün etkisi geçtikten sonrakendine gelen Jack, Wendy tarafından terkedilme tehtidiyle karşılaşır ve bird aha içmeyeceğine ve Danny’e zarar vermeyeceğine dair söz verir. Jack’in psikolojik durumu otelde kaldığı sure içerisinde giderek kötüleşir. Kitabını bitirememektedir, otel boş olduğundan içecek içki de bulamamaktadır. İkinci kez kastrasyona uğrayıp, şehre geri döndüğünde yazılarını yetiştiremeyen, ona bu imkanı sunanlara karşı aldığı sorumlulukları yerine getiremeyen “eksik” bir erkek olacaktır. Bu korkuyla sanrılar görmeye başlar.
46
Hem Jack’in hem de Danny’nin gördüğü sanrıların gerçekliği film boyunca sorgulanmamaktadır, bunun nedeni onların zaten kendilerinden başka kimsenin olmadığı ıssız bir otelde kalmaları olmalıdır. Çünkü Danny o otele gitmeden önce Tony diye adlandırdığı hayali arkadaşıyla ilgili doktora gösterilir ama buradan da kesin bir sonuç alınmaz. Geniş bir alan, mobilyalar ve otel odaları dışında kimseyle karşılaşmayan aile için gerçeklik onların birbirlerine inandırdıkları kadardır. Bu anlamda nevroz ve psikoz gel gitlerle görülen hayallerin, ya da filmin adının geldiği yer olan ışıldamaların (shining), önce olmadığına ardından olduğuna inanılan bir gerçeklik söz konusudur. (Fromm, Erich, 1981) Jack’in giderek artan dengesizliği ve gördüğü ışıldamalar sonucunda gelişen şiddet eğilimi, ailesini üzerinde bir korku yaratır. Filmin sonunda erkek korku kahramanına dönüşmüştür ve amacı Wendy’i ve Danny’i öldürmektir. Jack’in cinnetinin tamamlayarak Wendy’e ilk saldırdığı sahnede, durumun farkında olan Wendy’nin elinde bir beyzbol sopası vardır ve onu korkak, çelimsiz bir şekilde sağa sola savurarak Jack’i kendinden uzak tutmaya çalışır. Bir penis imgesi olarak karşımıza çıkan beyzbol sopası Wendy’nin elindedir ve Wendy onu nasıl kullanacağını bilememektedir, yine de Jack’i kafasından vurarak onun merdivenlerden düşüp bayılmasını sağlayabilir. Wendy, beyzbol sopasıyla, kendinde olmayan penis imgesine sahiptir ve bu gücü alışık olmadığı bir şekilde kullanarak ona saldıran Jack’i etkisiz hale getirir. Bu sahneyi Jack’in kastre olma sahnesi olarak da yorumlamamız mümkün. Wendy eril bir bakış açısı arzusuyla sahip olmak istediği penise beyzbol sopası ile sahip olmuştur, Jack ise bir anda bu bağlamda femme fatal diyebileceğimiz bir kimlik kazanmaya başlayan Wendy tarafından kafasına aldığı darbeyle etkisiz hale gelir, otoritesi sarsılır. (Doanne, A. Mary). Sonrasında da onu ayaklarından sürükleyerek odaya kilitleyen Wendy, hem kendini hem kadın izleyicisini eril güce kavuşturarak katarsise ulaştırır ancak o sırada tehlikeyi geçiştirmiş, onunla başa çıkmış bir kadın karakter olarak, korku nesnesi olma konumundan kurulamamıştır.
Danny ve onun Ödipal izleri Küçük erkek çocuğun anneye olan bağlılığı Freud tarafından Oidipus Kompleksi olarak adlandırılmış bir kavramdır. Çocuğun cinsel arzularının farkına vardığı dört beş yaş arasında oluşan anneye karşı cinsel istek duygusu ve bu sebeple babayı kendine rakip görme olarak özetlenebilecek Oidipus kompleksinin izlerini Danny’de görebilmekteyiz. (Fromm, Erich, 1981) “Freud’un büyük buluşlarından bir diğeri de, Oidipus kompleksi olarak adlandırdığı şeydir. Ona gore, her nevrozun temelinde çözümlenmemiş bir Oidipus kompleksi yatar.” (Fromm, Erich, 1981, sy: 47) Danny’nin nevrozu “ağzımın içinde yaşayan çocuk” olarak dile getirdiği Tony isimli hayali arkadaştan kaynaklandığını söyleyebiliriz. Bu durumu nevroz olarak tanımlayabilmemizin en önemli göstergesi ise filmin başlarında Danny’nin, Tony’nin hayali bir arkadaş olduğunu kabul etmesindedir. Filmin ortalarından sonuna kadar Danny’nin nevrozu psikoza dönüşerek, artık o otelde gördüğü ışıldamaların gerçek olduğuna inanmasıyla sonuçlanır. (Fromm, Erich, 1981) Danny’nin hayali arkadaşı Tony’nin ortaya çıkış hikayesi ise filmin başlarında bize anlatılır. Babasının alkol kullandığı dönemdeki, alkolü Wendy tarafından bıraktırılmasına sebep olan, Danny’nin omzunu çıkarma hikayesindedir bu hayali arkadaşın belirtileri. Bu olaydan sonra Danny yaralanmalara karşı kendi önlemlerini almayı öğrenmek için Hemşirelik okuluna gönderilmiştir. Ancak daha sonrasında babasının yaptığı dışında hiç bir yaralanma olayıyla karşılaşmadığı için kursunu yarıda bırakmıştır. Bu durum babasıyla ilişkileri bozulmaya başlayan ödipal dönemdeki bir erkek çocuğun duygularıyla oldukça tutarlı bir Freudiyen kuramsal çerçeve oluşturur. Danny’nin, Tony ile konuşurken, aynı bir hemşire fotoğrafındaki bilindik sessiz olma işaretindeki gibi, baş parmağını kaldırması ise bu nevrozun ortaya çıkışını hemşirelik kursu dönemlerine sıkıca bağlayarak babasından kaynaklı psikolojik bir sorun anlatısını kurar. Danny babasından korkmaktadır, çünkü babası tarafından şiddet görmüştür. Buradaki omuz çıkarma olarak gösterilen şiddet, Danny’nin babasıyla olan rekabeti içind kastre edilme korkusunun oluşmasıyla da bağlantılıdır. Anneye bağlıdır, ve bu korku Wendy’nin annelik değerini koruyarak ensest yasağını da oluşturur. (Lauretis, De Teresa) Aile arabayla kalacakları otele doğru giderken, aralarında Danny’nin Oidipus kompleksini ortaya çıkaran bir diyalog geçer. Danny acıktığını söyler, Jack çıkmadan yemesi gerektiğini söyleyerek onu tersler. Wendy ise otele gidince yiyebileceğini söyleyerek daha ılımlı ve korumacı cevaplar verir. Ardından Jack, yamyamlarla ilgili bir korku hikayesi anlatır. Danny yamyamlardan korkmadığını söyler ve annesine dönerek “merak etme anne ben seni korurum” der. Bu sahnede, Freud’un Oidipus kompleksinin baba-anne-çocuk arasındaki iletişimi etkileyen bütün izlerine rastlamaktayız. Babasıyla olan, izlerini şiddete dayalı bir anıya dayandıran, çatışmasını hissederiz. Annesini koruma isteğini dile getirmesi de, Danny’nin babasını rakip olarak gördüğünü belli etmektedir.
47
Erkek bakış, röntgenci Jack Jack’in filim boyunca oluşturulan eril korku kahramanı konumu, Wendy’e dönük bakışı erkek gözünden konumlandırmaktadır. Çekim açıları, Jack’in öznel açısından gerçekleştirilen kamera takipleri, kadın izleyiciyi de erkek bir bakış açısına yerleştirir. (Lauretis, De Teresa) Bu durumun gösterenlerini iki sahnede olukça açık görmekteyiz: Bunlardan biri Wendy ve Danny otelin bahçesindeki büyük labirentte dolaşırken, içerde, salonda aynı labirentin maketini seyretmekte olan Jack’in görünmesidir. Ardından kamera Jack’in öznel açısından Labirent maketine yaklaşır ve içinde gezinen küçük Wendy ve Danny’i görürüz. Bir başka sahnede ise, Wendy Jack’in yazı yazdığı salondaki daktilosunun başındadır. Kağıtta yazanları okur. Çok geçmeden bütün kağıtlarda korkutucu bir şekilde aynı cümlenin art arda yazıldığını görür. Jack’in bir saykopat olduğuyla ilgili şüphlerimiz iyice artarken, değişen kamera açısı kapının eşiğinden hareket eden bir röntgencinin Wendy’i izlemesi şeklinde kendini konumlandırır. Ardından da Jack bütün korkutuculuğu ve tehditkarlığıyla görünür.
48
Jack’in, sürekli eril bir bakışın ürkütücü yönü olan gözlerini Wendy üzerinde kilitlemesi, erkek kahramanın kadına bakışı üzerinden oluşturulan bir sinemasal anlatımın izlerini taşır. Bu durum film boyunca Jack üzerinden sürekli tekrarlanarak, kadın karakteri de kadın izleyiciyi de erkek bir bakışa çeker. (Lauretis de Teresa) Sonuç Kubrick’in Shining filmi üzerinden incelenen korku sinemasının anlatısındaki kadın karakter, erkek kahramanın bakışı ve bu şekilde oluşturulan kadın imgesi psikanalitik feminist yaklaşımlarla analiz edilmiştir. Psikanalizin; bilinçdışı, Oidipus kompleksi, Yansıtma, Narsizm gibi Freud tarafından ortaya atılan kavramlarından Oidipus kompleksi üzerinden getirilen film sahnelerinden örneklendirmelerle, feminist eleştirel tutumla incelemeye ivme kazandırılmıştır. Sinemanın, kamerayı bir göz olarak kullanması ve bu gözün bakış açısını nereden oluşturduğu sorunu feminist çerçevede bir inceleme alanı oluşturur. Ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel bağlamlarda egemen olan eril bakış açısı, sinemanın kamerasını nereye konumlandıracağını belirleyerek, sinema alanında da egemenliğe sahiptir. Bu eril otoritenin konumlandırdığı kadın karakter ve kadın izleyici, arzusunu, erkeğin arzusuyla özdeşleştirdiği bir noktadan oluşturmaktadır. Erkek arzularının yönlendirdiği kadın karakterler ve kadın izleyiciler korku sinemasının da bu incelemede görüldüğü gibi ana nesneleridir. (Lauretis, De Teresa) Jack’in ve Danny’nin gördüğü ışıldamalarla yaratılan bir kadın karakter (Wendy) söz konusudur. Bu noktada, biri çocuk diğeri yetişkin iki erkek bakışın Wendy üzerinde söz sahibi olduğunu, onun bir amaca yönlenmesine ve filmdeki dramatic çatışmayı kurarak filmin anatısının nesnesi olmasına neden olmuştur. Bu anlamda Wendy karşımıza “ışıldayan” bir kadın imgesi olarak çıkmaktadır.
Kaynakça Doanne, A. Mary (1981), Enclict, Caugh And Rebecca: The Inscriptian Of Femininity As Absence, Special Topics and Cultural Studies Text Book. Fromm, Erich (1981), Freud Düşüncesinin Büyüklüğü Ve Sınırları, Aydın Arıtan (Çev.) , İstanbul: Dilek Matbaası. Lauretis, De Teresa (1984), Desire In Narrative, Oedipus Interruptus, London: Macmillan. Special Topics and Cultural Studies Text Book. Minh-ha T. Trinh, Documentary Is/Not a Name, 1990.
49
50