Kopya Fanzin - 11

Page 1

1


BU SAYIDA Günün Yolcusu / Yalım Aydın

2

Hayal Alıştırmaları - 7 / Serkan Üstündağ

3

Yaz Kesiği / Ezgi Yılmaz

5

Keskin Çizgi / Efe Elmastaş

8

Saye / Elif Şeyda Doğan

11

Yokuş Aşağı / Raif Efendi

14

Durup Dururken Bir İkindi Vakti / Selim Sevim

19

Yalnızlık ve Tuvalet Pompası / Erkan Katırcı

21

Anonim / İdil Elvin Çavuş

27

Pencereler / Muhammed Çelik Nasıl mı? / Betül Aydın

28

29

Sağır Olmanın Dayanılmaz Hafifliği / Ayça İşbilen

30

Kitsch Savaş / Kerem Advan

32

Yangın / Fatih Dalcı

33

Redd-i İstikrar / İthaf

34

Ham Ay / Can Küçükoğlu

39

Mesel / Beste Naz Karaca

40

Sınırdaki Klip: Frontier Psychiatrist / Emre Emrem Lost in Translation (2003): Small in Japan / Besna Ağın

42 48


kopya fanzin, K e s i k tema l ı s ay ı. sevdiğim kadına kavuşamadım, çok mutsuzum. kime dert yandıysam, “abi hayatta yeni sorumluluklar edin, yeni alanlar aç kendine.” dedi. ben de öyle yaptım. bu sayıda üçüncü sayfayı aldım. bu büyük sorumluluğu bana verdikleri için ekibe minnettarım. tedavim için buna katlandılar. çünkü üçüncü sayfa mühim. kapak, içindekiler ve üçüncü sayfa. ama keşke onun da bir adı olsaymış, mesela “tökez” gibi. kapak, içindekiler ve tökez. hani fanzine başlamadan önceki son engel gibi, küçük bir engel. böyle metaforik şeyler işte. ben farkında olmadan on bir olmuşuz. kendimi oğlunun kaça gittiğini bilmeyen bir baba gibi hissediyorum. başlarda bu kadar ümitli değildim, üçüncü sayıyı göremeyiz diyordum. ama fanzin dirayetli çıktı. bana rağmen yaşadı. arada haftasonları bende kalıyor, birlikte sinemaya gidiyoruz, böyle üçüncü sayfasını yazıyorum filan. bizi okuyun, sevin, bağrınıza basın. hepimiz şansa yaşıyoruz, şans dileyin ki ömrümüz uzasın.

kopya görsel tayfa: Nurbanu Kılıçer, Hande İşler, Zeliha Aksoylar, Oğul Arda Biçer, Nisa Kocakalay, Burcu Pek, Barış Dönmez, Oğuzhan Altundaş, Yağmur Güçlü, İthaf, Bize yazın, bize çizin. Can Karatek. kopyafanzin@gmail.com kopyafanzin.com kal, takipte kal. twitter.com/kopyafanzin facebook.com/kopyafanzin

3


G ü n ü n Yo l c u s u Yalım Aydın

2

elastik trabzanlarda hatalar konçertosu bir nolu senfonim, çamurdan heykellerle bu yaşananlar istibdatta kurgulanmış, parçaları bütünleme, bırak öyle kalsın. teypte orhan baba çalsın, aman sakın durmasın, kaset kırıkmış siktir oradan deyip bastım gittim. üstad meyhanede tarihi yazdı yeniden şiirlerim manasız hayat karşısında. geçmişimin yansımasıdır anca karanlığıma saplananlar. yağmurlardan arta kalan tortulu kaldırımlar ve belediyenin açık unuttuğu rögar kapakları genelevleri sevmem, ben demeyeyim siz anlayın radyonun frekansı doksan beşe nasıl geldi? olsun varsın sıkıntı yok. şiir varsa ayrıyetten, kalpazanlar mezarlarda demişlerdi kerhanede bakire aramak kadar saçmaydı hayat. yoğun klişe kullanmak da suç muydu amirim? feraye’ye saygım sonsuz


H AYA L A L I Ş T I R M A L A R I - 7 Serkan Üstündağ

A

meliyathanenin kapısı hızla açıldığında Doktor hazır vaziyette beklemekteydi. Hasta sedyeye sıkıca bağlanmıştı ve haykırışlarına devam ediyordu: “Cümle aleminizi toplasalar, maymun ırkına kölelik edecek kadar geri zekâlısınız! Benim midem sizin yalanlarınızdan sebep bulanıyor! Soyunuzu kurutsalar da şu midem bir rahatlasa! Başarısızlıklarınızı süsleyerek, kendinizden kaçarak mı beni tedavi edeceksiniz, aşağılık herifler! Önce bir konuşmayı öğrenin!” Doktor, yabancılaşma rahatsızlığından muzdarip hastasını uyutmak üzere anestezi uzmanını çağırdı fakat ameliyathanedekiler durmak bilmeden kendisine hakaretler savuran bu hastaya yardım etmeyi reddetti. O andan itibaren ameliyathanede Doktor ve hasta baş başa kaldılar. Hasta yakınmaya devam ediyordu: “Tüm emeklerim boşa gidiyor, Doktor Bey. Şu gözleri henüz açılmamış varlıklara bir bakın! Hayatımızı cehenneme çevirmeye çalışmıyorlar mı? Dürüstlük içerisinde ve aldatma olmaksızın bir hayat mümkünken, neden ben bu şerefsizlerle birlikte yaşamak zorundaymışım?” Doktorun ilk tanısı aklında hemen belirdi. Bu adam, yanlış zamanda dünyaya gelmişti. Benzer bedenlere sahiplerdi fakat taşıdığı düşünce sistematiği hiç de bu yüzyıla uygun değildi. Bu hasta gibi daha nicelerini tedavi ettiği için hemen neşterini aldı ve hastanın o, insanı çileden çıkartacak çığlıkları eşliğinde, kafa derisini keserek çıkardı. Kafatasına yapılan yerinde müdahale sonucunda, çok da hasar görmeden, hastanın beynine de ulaşmış oldu. Ardından, tedavisine başladı... İlk önce, hastanın gözlerinin sadece gördüğü ile yetinmesi için, beynin göz algı sinirlerinden birkaçını kesti. Bu sayede, hastanın gözleri artık, istemsizce, kötülük yapan insanlara kaymayacaktı. Sonra, beyin ve dil sinir hattına yöneldi. Bu sayede, gereğinden fazla dürüstçe konuşamayacaktı ve insanların hatalarını sivri diliyle yüzlerine vuramayacaktı. Daha sonra neşterini gelişigüzel sallayarak bir kesik ahlâktan, bir kesik sanattan, bir kesik inançtan ve bir kesik de bensevicilikten aldı.

3


Doktor, uzmanlığını kanıtlarmışçasına, hızlı bir şekilde kafatasını geri taktı ve kafa derisini de uygunca dikişleyerek işlemini tamamlamış oldu. “Şimdi nasıl hissediyorsunuz?” diye sordu Doktor Bey, hasta da memnuniyetini belli eden gülümsemesini sunarak “Sanırım, size benzedim” dedi. “Sanırım, size benzedim.” cümlesi; doktoru iki yönden rahatsız etmişti. Birincisi, doktor bu hastanın hatıralarını silmeyi unutmuştu. Yani, bu hasta hayallere dalacak olursa, ileri bir tarihte rahatsızlığı tekrar edecekti. İkincisi ise, hastanın bahsetmiş olduğu gerizekâlı topluluk arasına doktoru da katmasıydı. Kendisine benzetilen şey, maymunlara bile kölelik edebilecek bir toplum değil miydi? Doktor bu toplumun bir parçası mıydı? Ne zamandır burada düşünen, eleştiren ya da fikir beyan etmek isteyen insanları normalleştiriyordu?

4

O esnada kapı tıklatılınca doktor irkildi ve yerinde doğruldu. Elindeki neşterle sedye üzerinde birkaç derin kesik oluşturmuş olduğunu fark etti. Hemen sedyenin örtüsünü yenileyerek yerine geçti ve “Gel!” diyerek kapıya doğru seslendi. Yeni hastası kırklı yaşlarını devirmiş bir bayandı. Kırk yıl boyunca şu biçimsiz burnuna nasıl da katlanmış, bir anlam veremiyordu. Bu kanca burnun günahı ne kadardı ve taksitle de ödenebiliyor muydu? Alt komşusu da buradan yaptırmıştı ve nakit fiyatına taksit yapılmıştı. Acaba doktor evli miydi yoksa kesinlikle şu kapıdaki sekreterin gözleri bu doktordaydı. Kapıyı kadına açarken kızın suratını hiç fark etmemiş miydi? Dün evlilik programlarında yine kavga mı çıkmıştı? Ay, bu kadın o programı kaçırdığı için ne yapsındı? Doktor isterse; kadın sekreterle konuşabilirdi? A-, evet, doğru... Doktor evliydi. Aman, nereden aklında tutacaktı ki? Burnunu bir düzeltsek, vatana ve millete hayırlı bir kadın hâline gelecekti. Bundan emin değildi fakat deneyebilirdi...


YA Z K E S I Ğ I Ezgi Yılmaz

H

ava biraz evvel kararmıştı. Birbirinin ardı sıra devam eden günlere yeni soğuklar eklenmişti. Henüz kar bastırmamıştı. Yine de Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası ilk olarak onun yaşadığı küçük kasabaya uğruyordu. Yazları kalabalık ve hareketli, kışları soğuk ve yalnız geçiyordu burada. Okulların kapanmasıyla tüm çocukluk arkadaşları kasabaya akın ederdi. İşte o vakit kısa olan yaz geceleri günün ilk ışıklarıyla birleşip 21 Aralık’a dahi meydan okuyordu. Çay-çekirdekle başlayan birçok gece yerini kahverengi cam şişelere bırakırdı. Zamanında babalarından kaçırılarak alınan arabalar yerine şimdi ellerine teslim edilmiş anahtarlar vardı. Yine de arabada sigara içilmezdi. Babanın yanında hiç içilmezdi. Herkesin bildiği bir sır böylece sessizce paylaşılırdı. Arabanın sınırlarını aşan bir mevcutla kendilerini o tepede bulurlardı. Şahin Tepesi. Sahi her kasabanın bir Şahin Tepe’si vardır mutlak. Gündüzleri sanayi, geceleri yıldız gözlem yeri. Eh ışıklar içindeki kasabayı tepeden izlemenin de etkisiyle arabadan açılan müziğin sesi gitgide artar, bu esnada kelimeler küçülürdü. Küçülür, sonunda yok olurdu. Burada acılar konuşulmazdı, hüzünler, hayal kırıklıkları… Burada yıldızlara eşlik eden kahverengi cam şişeler vardı ve kimi zaman kelimelerden daha güçlüydü. Akşamları üşümemek için yanlarına aldıkları hırka kalınlaştıysa, anlardı ki yaz sonuna gelinmiş. Eylül’le birlikte tüm arkadaşları tek tek kasabayı terk ederdi. Sonbahara ayıp olmasın diye bir yaş daha büyürdü, onu da tek başına geçirirdi. Bu yaşa geldi, hala her doğumgününde kalabalık günlerin acısını yaşamaktan alıkoyamaz kendini. O önem vermez görünür bugüne; hoş, kimse de kutlamaz. Bazen yaşsız bir çocuk olduğunu düşünür durur. İşte o zamanlar zorla ağzının kenarına kondurmaya çalıştığı gülücük, bir kağıt kesiğine maruz kalır sanki. Yavaşça solar. Önce kan birikir, sonra o kan içeride duramaz hale gelir. Gülmesi kanar sanki o zamanlarda. Ve istisnasız her sene yaşar bunu. Birden ne kadar yalnız olduğunu fark eder. Güzel geçen yaz günlerinin bir sanrıdan ibaret olduğunu düşünmeye başlar. Yeni bir gerçeklik arar. Elleri cebinde kasaba yokuşlarını hızlıca tırmanırken üşür, üşüdükçe gerçeğe yaklaşır. Çünkü üşümek kadar gerçekçi bir his yoktur. Bu zamanların yumuşak geçişi yoktur onun için,

5


daha evvel kurşun kalemlerle sınırını çizdiği yerden umarsızca kesip atar yaz günlerinin vurdumduymazlığını. Yokuş biter evine gelir. Annesi içerden seslenir : “İçeri girmeden şu sobanın küllerini atıver oğlum.”

6


7


KESKİN ÇİZGİ Efe Elmastaş

Y

umruğumu sıktım. Tam yerimden kalkıp ağzından çıkan salyalarla batırdığı masamızı kafasına indiriyordum ki yorgunluğumu hissettim. Bir vursam öbürünün hatrı kalacaktı. Altından kalkamayacağımı fark ettim.

8

Aslında, her gün karşıma çıkan sıradan biriydi. Haklı çıkmak üzerine kurguladığı hayatı değersizdi benim için. Gene de soframıza saygıdan dinledim onu. Konuşmaları anlamsız ve eskiydi. Bir kalem çıkardım ve not defterime çizgiler çizmeye başladım. Ben sıkıldıkça çizgilerim keskinleşti. Lambanın ışığı mürekkebe çarpıp yüzüme yansıyınca durdum. Sanırım eşiğe gelinmişti. Kendisine değecek herhangi birini rahatça parçalara ayırabilirdi. Çizgilerimi uzattım. Tecrübeli bir katil edasıyla, defalarca üstünden geçerek kesişen noktaları kalın kalın karaladım. Bir ara kâğıda düşen kalemimi almak için değdiğimde elimi kanattım. Başarmıştım. Kâğıdı katladım ve defterimin arasına sakladım. Cebime koysam deşebilirdi beni. Meydana ne getirdiğini bilmek önemli. Kim olursa olsun, birini son görüşün olacağını bilmek hüzünlendirirken, kalp her zamankinden hızlı da atabiliyor. Hele ki bu ayrılığın faili sizseniz… Bu karmaşık ruh halinden sıyrılmak adına yerimden kalktım. Tuvalete giden ışıklı yoldan geçerek dili bozuk kapıyı zorladım. İçeriden bir bağırtı. “Ağır ol AYIII!” Geri çekildim. Bekleme anından istifade, şehir insanının nazik olduğunu düşünen arkadaşımı lanetledim. Homurtular içinde çıkan iri yarı adamı şöyle bir süzdükten sonra, ardında bıraktığı leş kokulu tuvalete girdim. Hayatta en zor olan, birinin ardında bıraktığı yerde olmak. Malumunuz, işimi ayakta görürken duvardaki bir yazıya takıldı gözlerim. Daracık, havasız bu yerde oyalanmak adına bir can simidi… Belki de benim gibi biri yazmış olmalı. Küçük bir keder cini... İçinde bulunduğum yer de burası gibi. Dar, pis ve nemli Fakat eli elime değdiğinde hiçbiri görünmüyor gözüme Tanrım ne zor sevmek, başkasını seven bir kalbi


Doğrusu hüzünlendim. Fermuarı çekip kapıda bekleyen sıradaki kişiye yerimi devrettim. Masaya döndüğümde o hala konuşuyordu. Arkadaşlarıma baktım. Hepsi ilk kalkacak kişiyi bekliyordu. Paltomu giyip “Ben artık izninizi isteyim” diyecekken, iki arkadaşımın da hazırlandığını fark ettim. Hareketlilikten istifade onun yanına yaklaştım. “Üstadım, sizin doğru tespitleriniz üzerine küçük bir şeyler karaladım. Sizden ricam benim için çok önemli olan bu satırlarımı, yalnız olduğunuz bir yerde göz atmanız.” Büyük bir memnuniyetle kâğıdı aldı ve cebine attı. İkimizin de gözleri gülüyordu.

9


10


S AY E Elif Şeyda Doğan

K

aranlık başlıklar atmaktan çekinmediğim günlere senin gölgene, peşi sıra kendi gölgeme bilenerek başladım. Böyle olsun istemezdin, zaten kimse böyle olsun istemez. İnsanlığın söylemesi en alışılageldik cümleleri ikimizin arasındaki üç adımlık mesafeye karışmasın diye seni aramızdan çıkardım. Böyle olsun isterdim, oldu da. Aydınlanarak çirkinleşen gün gibi bizar olduk. Gerçek, karşıdan nasıl göründüğünü bilse açığa kavuşmamak için bulduğu ilk fare deliğinden yer altına süzülür. Aynı fare deliğine sığabilmek için verdiğim günlerimi hiç söylemiyorum. Bunun için vermem gereken daha yüzlerce günüm ve onlarca kilom var. Gerçekse oraya gözü kapalı girer. Çizgisinden çıkmadan bizi dize getirdiği gibi; kaybolmak istediği an hepimizi siler atar. Ya da “l” yerine “k” koyar. Ne kadar faydasız adım varsa attım. Ne kadar kirli nefes varsa çektim. Ne kadar kafa varsa patlattım. Etrafta aklı başında adam bırakmayacak kadar palavra sıktım. Hepsine ayrı salladım. “Şöyle şöyle şöyle bi’ insanım” dediğim adam gidip beni ötekine anlattı. Halbuki geçen sabah yol üstü karşılaştığım ötekiye ne kadar da “böyle böyle” bi’ insan olduğumu anlatmıştım tam 3 dakika 25 saniye. İnanmıştı, yazık şimdi karışacak. Gece olsa belki, seçemezdi yüzümü. Eh biz de yalancı çıkmazdık, iyi mi? İyi. Senin gölgenin peşine takılmasaydım bunlar gelmezdi başıma. Gün yüzünü görmez, geceyi hiçbir sıfattan ayırmazdım. Geceleri güneşin geliş açısında göre uzayan ve kısalan gölge hikayesi okunmazdı ne de olsa. Hoş, sen bir sokak lambasının etrafında dört dönüp uzayıp kısalan karanlığınla yeni oyunlar başlatırdın. Ben ve benim karanlığım anca seyirci olurduk. Ya da oyununa alet. Ya da biz, gömüldüğü betonun çevresi kadar aydınlatan sokak lambası tarafından da en az senin yok saydığın kadar hiç olurduk. Suç benim. Bilinmezden yeryüzüne düşmeme mahal verenlerden birinin sen olduğunu bilmek zaten yeterince ağırken bir de ağırlığınca gölgene ayak uydurmak hangi gerzekliğin eseri? Takvimin en kısa gündüz yaşanan günlerine kanca taktım. Bu leş Kasım günü, altı ay gece yaşanan kıtalara merak saldım. Pusulalara emanet olmayan bizden uzak dursun. Mevsimlerden muzdarip göz kapaklarım yer çekimine yenik düştü. Gayriihtiyari

11


dalışlar yaşadığım uyku beni kabul etmeyecek diye çekindim önce, sonra en babacan tavrıyla sinesine bastı. Vardı bir bildiği; hiç uğramadığım günlerin hıncına rüyalarımı sakatlamış. Aklımda yeri olmayan ne varsa rüyamda kırdı tam orta yerinden boynumu. Olsun, hala başımı alıp sığınabileceğim en gelişmiş mağaraya kabul ediliyordum ya, üstelik gölgensiz.

12

“Delirmedim daha” diyebileceğim üç kişi kalmıştı ömrümde. Üç hak. Üç sıkılmamış kurşun. Üç atış hakkı. Birini dün kullandım, “Delirmedim daha” dedim, var git yoluna. Birini bugün; yoluma çıkan köpeğe. “Delirmedim daha” dedim, dişlerini tükürdü önüme. İtlerce “Siktir ordan, deli” deme şekliyse epey hainceydi. Biri duruyor. Biri için sakladığım son hak, diğer ikisinin beyhude ölümüne inat etmiş, teslimiyitini erken sunmayacağa benziyor. “Sen ne dersen kabul,” dedim, “sen ağzımdan ne zaman çıkarsan.” Üçüncüsünü gölgene haykırırım diye ödüm kopuyor. Bu yüzden ne zaman görsem gölgeni, ağzımda dilimi çiğniyorum, gölgemi arkama saklıyorum, ellerimi önümde bağlıyorum. Kulaklarıma dünyayı tıkıyorum, gözlerimi gerçeklerle oyuyorum, derimi çıkıntılarınla yüzüyorum. Hakkını vermeyi dilediğim son hakkımı gelecek yüzyıllara saklıyorum. Aynı yüzyıl içinde iki delirmemişlik fazla diye. Herkesçe pamuk ipliğine bağlı olan insan hayatı bence halatlarla demir atmış dünyaya. Öl öl bitmiyoruz. Birimizin noktayı koyduğu yere ötekimiz noktalı virgülü basıp yeni paragraflara meydan veriyor. Yazdıkça sağ bileğim uyuşuyor, sol göz kapağım ağrıyor ve son hakkım dilimden fırlamamak için kendini zor tutuyor. Güneşin battığı tüm saatlerde yüzleşebiliriz seninle, uzayan karanlığına izah edebileceğim bir doğrum kalmadı.


13


YO KUŞ A ŞAĞ I Raif Efendi Sıradan bir çarşamba sabahı ne kadar kötü olabilir ki? diye uyanmıştım güne. Alarmı kapatmış, gece boyu gelen bildirimlere bakıyordum. İşte tam o sırada bedenimdeki morlukları gördüm. Dünü düşündüm. Hiçbir yere çarpmamıştım, düşmemiştim.

14

O gün patrona gelemeyeceğimi açıklarken içimden hangi hastaneye gideceğimi düşünüyordum. Telefonu kapattıktan sonra X Hastanesinden dahiliye bölümü için randevu aldım. Önemli bir şeyim olmadığına inanmak istiyordum ama içimdeki ses bunu yalanlıyordu. Kırmızı ışıkta telefonumdan baktığım sitelerdeki bilgiler de bunu doğrular nitelikteydi. Arabayı park edip sıramı beklediğim sırada olayı iyice araştırma fırsatı buldum. Girdiğim her üç sitenin ikisinde lösemi belirtisi yazıyordu. Ekrana kan damladı. Burnumdan. Korktum iyice. Kanı gelişigüzel durdurdum ve bir tomar peçeteyle beraber doktorun yanına gittim. Surat ifademden tedirgin olan doktor diğer hasta gittikten sonra beni aldı. Ve... Kan tahlilleri istendi. Lenflerimin şişip şişmediğine bakıldı. Kanım alındıktan sonra yarın sabah tahlil sonuçlarım için gelmem istendi. “Peki.’’ dedim, eve gittim. Patrona yarın yine gelemeyeceğimi söyledikten sonra annem beni aradı. Ona hiçbir şey demedim. İyiydiler. Onun sesini duymak bile bana iyi gelmişti. Ertesi gün için alarm kurup uyudum. Sabah uyanamadım. Öyle halsizdim ki alarmın ertele tuşuna basarken bile uyuyakalmış gibi hissediyordum. Yarım saate buna baş ağrısı da eklendi. Bu halde doktora tahlil sonuçları için gittim ve sanırım burada hayatımın çıkmazına girmiş oldum. Sonuçları inceleyen doktorun suratına bakarak sonuçların ne kadar kötü olduğunu anlamak mümkündü. Her şeyi bana açıkladığında bundan daha kötü bir şey olmadığına karar verdim. Teşhis belliydi: kan kanseri. Yapacak bir şey yoktu. Hastaneye yatış, kemoterapi, ilaçlar, belki radyoterapi falan filan işte işe yararsa yaşarım; yaramazsa “ölüm saati:bilmem kaç, bilmem kaç.’’ Korkuyordum. Ölümü hiç düşünmemiştim. Ölümün bana bu kadar yakın olduğunu tahmin edememiştim. Yatış işlemlerini yaptırdım. Umudum yoktu. Beklentim yoktu. Şimdi size anlatırken “şöyle hissettim, böyle hissettim.’’ demek isterdim ama yapabildiğim tek şey şoka girmek olmuştu. Annemi aradım. “İyiyiz, sen nasılsın ?’’ demesini bekledim. Onun yerine ‘’İçimde bir sıkıntı var. Sana bir şey mi oldu sesin kötü geliyor ?’’ dedi. ‘’Hastanede yatıyorum.’’ diyemedim hiçbir şey diyemedim ona


demesini bekledim. Onun yerine ‘’İçimde bir sıkıntı var. Sana bir şey mi oldu sesin kötü geliyor ?’’ dedi. ‘’Hastanede yatıyorum.’’ diyemedim hiçbir şey diyemedim ona gereçeği açıklama gücü bulamadım kendimde telefonu tümden kapattım. Bıraktım. Ağlama krizine girdim. Ya bayıldım ya ilaç aldım. Ertesi gün elime dokunan bir elle uyandım. Annemdi. Ağlayan gözlerini sildi önce bana baktı. Öyle güçsüzdüm ki... Küçük kardeşimi evde bırakmışlar. Sınav haftası mı neymiş... Onları anlattı. Bu sırada doktorlar gelip gidiyordu. Sonra bir hemşire geldi. Yine uyuyakaldım. Haftalar böyle geçti. Kemoterapi görüyordum. Çok fazla kilo aldım. Aynada kendimi tanıyamıyordum. Beklenilenin aksine saçım dökülmedi, farklı bir ilaç vermişler... (Tıp çok ilerledi.) Ancak ben hala mutsuzdum. İyileşip iyileşmeyeceğim konusunda hala bir şey dememişlerdi ben de sonucu öğrenmeye korktuğumdan sormamıştım. Bir gün, beni tedavi eden doktor geldiğinde sordum, sustu önce. Sonra: ‘’Sonuçların stabil görünüyor. Farklı bir tedaviye başlatacağız seni.’’ dedi. Şimdi sadece birkaç dakikalığına kendinizi benim yerime koyun. Haftalarca hastanede yatın ama iyileşemeyin. Üstelik bunu size söylemesinler. Çıldırırsınız değil mi ? Ben de tam olarak çıldırdım. Bildiğim küfürlerden hepsini edip hayal dünyamı karşımdaki doktora çevirmiştim. Sonra tekrar ve tekrar bayıltıldım… Uyandığımda bu işi böyle çözemeyeceğime karar verdim. Günlerce tek bir şey düşündüm: ‘’Ölsem ne değişecek ?’’ kimlerin sahiden benim için üzüleceğini düşündüm. Bulamadım. Ailem, edindiğim birkaç dost, -hoş, hiçbiri gelmeyip çiçek yollamıştı.- başka kim ? Kimse. Bunu düşündükçe iyice beter oldum. Hem şöyle düşündüm: ‘’Madem iyileşemiyorum; o zaman ölürken mutlu olayım, ölümü kendim belirleyeyim.’’ Şimdi aklı başında biri olarak dünyanın en saçma kararını aldığımda kendimin ve küçük bir kız çocuğunun hayatını kararttığımdan haberim yoktu. Bu saçma ama inandığım düşüncemle planlar kurmaya başladım. Sonuçta arabam hala park yerindeydi. Bahçeye maskeyle çıkmama izin veriliyordu. Annem birkaç gün sonra gelen akrabayı karşılamak için otogara gidecekti, ben de önceden bahçeye inip oradan asansöre bindiğimde elimdeki poşetten kıyafetlerimi çıkartıp giyip serumu da atıp otoparka koşacaktım. Planım uygundu. Sadece uygulamak için beklemem gerekliydi. Nitekim öyle oldu… Koştura koştura arabaya geldim. Ama öyle kötü hissediyordum ki neredeyse hastaneye geri dönecektim. Kendimi toparladığıma inandırıp otoparktan çıkacaktım. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Belki deniz kıyısı iyi gelirdi. Belki bir köy kahvesinde

15


karbonatlı çay. Bilmiyordum. Ara sokaklardan birine girdim nedense. Eğer Anadolu şehirlerindeyseniz ve hava güzelse bazı çocukların sokağa çıktığına şahit olabilirsiniz. Konuya geri dönmek gerekirse dar sokaklardaki çocukların yanından geçip yokuş aşağı inmeye başladım. İşte tam o sırada ilerideki elektrik direğine vurmak mantıklı geldi. Madem insanlar üzülmeyecekti arkamdan, ben de kendimce intikam alacaktım. Müthiş bir hızla sürüyordum arabayı. Hiçbir şey umrumda değildi. Gözüm hız ibresinde yola bakıyordum. Bu yüzden yoldan karşıya geçmeye çalışan küçük kızı göremedim. 5-6 yaşlarındaki kızın kocaman açılmış gözlerini gördüm bir tek. Fren sesine karışmış olan çığlıklarını duydum. Yanmış teker lastiklerinin ve kızın kan kokusunu duydum.

16


17


18


D U R U P D U R U R K E N B I R I K I N D I VA K T I Selim Sevim Senin gönlün benim yurdumdu. Sen beni oraya almadın, ben de bir İskandinav ülkesine yerleştim. Sabahları balık avlıyorum, akşamları üç beş kişinin takıldığı bir barda ekşi bira içiyorum ve ölümü bekliyorum. Çünkü ölünce değerleneceğim. Çünkü bizi değersiz kılan ruhumuz. O yüzden cesetler bu kadar mühim. Ruhsuz etler... Birini sevdiğinizde, eğer o sizi sevmezse o zaman tuhaf şeyler yapmaya başlıyorsunuz. Buna Sevilmeyenin Saçmalama Kotası, SSK diyebiliriz. SSK dolmadıkça, kurban yani sevilmeyen rahat duramaz ve daimi bir huzursuzluk içinde çırpınır. En makul hareket, tez zamanda bu kotayı doldurmaktır. Mesela en bilindik SSK içip içip, sevmeyeni arayarak dert yanmaktır. Ben ne yazık ki içmiyorum, yapımda yok. O yüzden bunun üzerini çizdim. Bir diğeri, “Sen hiçbir zaman sevemeyeceksin. Ömrün böyle bitecek, kuruyup gideceksin. Oysa ben sevdim, sen bunu anlayamazsın!” minvalinde bir sosyal medya serzenişidir. Burada sevilmeyen acı gerçekler fırlatarak vurmaya çalışır sevmeyeni. Bütün hesaplarımı kapattığım için bu da bana uymuyor. Ben ne yapacağım diye düşünürken, aklıma harika bir saçmalık geldi. Lisedeki eski kız arkadaşıma yazdım. 10 yıl sonra. Telefonunu internetten buldum, bir kulübe üyeymiş. Yıldız Teknik Üniversitesi Endüstri Mühendisliğini Anlama ve Yaşatma kulübü. Yazman olarak çalıştığı için lazım olur diye koymuş. İyi ki de koymuş. - Sana yazmam çok saçma biliyorum ama insanın bazen saçmasapan şeyler yapması gerekiyor. Nasılsın? Selim ben bu arada, liseden. - Telefonumu nereden buldun? - İnternette var. - Bana bir daha yazma. - Tamam. İyi bak kendine. Sağ ol cevap verdiğin için. Neyse bayramda filan yazarım artık. Bir şey derse de “Allah’ın bayramı, küslük olmasın diye yazdım.” derim. Kota da dolmadı. Huzursuzum. Mucizesiz bir peygamber düşün. İnsanlar inanmanın arifesinde, tek bir hareket bekliyorlar ondan. Tek bir hareketle oluşacak cemaatler. Fakat yok. Bir karıncayı

19


bile hayata döndüremiyor, ayı bölen bir parmağı, denizi yaran bir asası yok. Şüphe eder miydi acaba? Bir peygamber şüphe eder mi? Bilmiyorum. Böyle şeyler de düşünüyorum bazen, aklımı senden kurtarıp böyle şeyler düşünmeye çalışıyorum. Çünkü onu ne zaman bıraksam, senle dolu kuyulara düşüyor. Yakup’un gözleri... Neyse. Birini sevdiğinizde, eğer o sizi sevmezse, o zaman hayatı parçalayıp iyi olan tarafları ile ilgilenmeye çalışıyorsunuz. Mesela iş. Aile. Arkadaşlar. Hobiler. Eğer bu alanlarda iyi yatırımlar yapmadıysanız şimdiden başlayın. Sonra büyük sıkıntı yaşarsınız.

20

-Ben de tuttum lisedeki kız arkadaşıma yazdım. -Yok artık! Ne dedin? -Ya işte yazmamın saçma olduğunu biliyorum ama ne yapıyorsun, nasıl gidiyor filan. -O ne dedi? -Bir daha yazma, dedi. -E çok haklı. -Neden? -Abi sen kıza resmen “Ben şu an saçma bir şey yapıyorum, senin bana cevap vermen de büyük saçmalık. Ama istersen yaz yani.” demişsin. Kız daha yazar mı sana? -Haklısın. -Haklıyım da umursadığın var sanki. Sevmiyorsa sevmiyor ya bu kız seni, değer mi kendini böyle anlamsız hallere sokmana? Hayır, velev ki lisedeki kız sana gel dedi, bir yerde kahve içelim bilmem ne. Gittin. Orada şey mi diyeceksin, “Ben birine aşık oldum. O beni sevmedi. Ben de sana yazdım. Sen benim için busun, bu kadarsın yani.” -O kadar ilerleyeceğini düşünmemiştim. -Düşünmüyorsun işte. Genel olarak düşünmüyorsun. Rüyamda bir ağaçsın. Böyle dallı budaklı, kocaman br ağaç. Elimde testereyle yanına geliyorum. Bir süre bakışıyoruz. Senin gözlerinin gövdende olduğunu düşünüyorum nedense. Sonra dibine oturup sigara içiyorum, türkü söylüyorum, uyukluyorum. Sanki böyle uzatmaya çalışıyorum kesme işini. Uyandığımdaysa testere yok, sen yoksun. Hiçbir şey olmamış gibi kalkıp gidiyorum. Ama içimde bir burukluk var, kesemediğim için mi, seni bir daha göremeyeceğim için mi bilmiyorum. Birini sevdiğinizde, eğer o sizi sevmezse o zaman boşverin gitsin. Ben boş veremiyorum da, siz boşverin.


YA L N IZ L I K V E T U VA L E T P O M PA S I Erkan Katırcı Evden çıkmak ve tezek kokusu. Ve bir kadın, saçları şarap tıpası. Mahallenin ağır delikanlısı, boyun eğmiş bir topuklu ayakkabıya. Bir çocuk kırmızı bir ölümün eteğinden çekiştiriyor sokağın başında. Yalnızlık ve tuvalet pompası. Ve pompa, Camus saçması. “Tuvalet pompasıyla neler yapılabilir Delalet?” “Mesela bir ahir zaman içinde karadelik açılabilir. Ya da bir kakapo papağanı kanatlarını saçabilir.” “Kendimi hep kakapo papağanlarına benzetirim Delalet. Bilirsin, havalanırlar fakat uçamazlar. Biz de o hesap işte. Kanatlarla yaratılmak, uçabileceğini göstermiyor.” Delalet, bir iç çekti. Şöyle bir bakındı kuşbakışı etrafına ve sol kaşını kaldırdı havaya. Delalet, bin fırça darbesi. Güzel avrat otu Delalet. Ardından bir terzi çırağı uzattı kafasını sokağın başından. “Söküğü olan başsız! Yaşlı bir komşu, yırtık!” diye bağırdı. “Sanırım bu mahalleye anlaşılabilir bir dil eklemeli” dedi Delalet. Ah Delalet ve hala savaşan ikiz kuleleri. Delalet bir arap sabunu. Hükümet güzeli bizim Delalet. “Sana bir sır vermeliyim Delalet. Ben ki aklı alınmış bir hoşum. Öyle sarhoş böyle mayhoşum.” Delalet bir tebessüm yakaladı yanağımdan. Mahalleli camiye akın etti, Cüneyt ağbi öldü. “Hain Hitler!” diye kükredi Delalet. “Ne Hitler’i Delalet, bir akındır bu. Hükümet kerhaneleri, tak takıştır duy!” Delalet, kalp kırıklığı. Jimi Hendrix’in saçları ve Delalet. Muhtar, şapkasını aldı bacaklarının arasına. Bir küfür yağdırıldı ayakkabı kutusuna. Hafıza fil mahallelide, filhakika. Katran ciğerli Müzeyyen fırlattı sütyeni ve haykırdı ardından; “Ah Şekspir, Tanrı yüz çevirdi 30 senelik yün postuna!” Delalet ile ben, çöp kutusu arkasında, yağmur altında bir karton üstünde… Mahalleli muhtarı ve ben Delalet’i… Ey yürek burkan, altılı ganyan ve şans oyunları, talihi becereceğiz elbet! Ve elbet süreceğiz motorları, denk getirince mavilikleri ve iki tomar kağıdı!

21


22


23


24


25


26


Anoni m İdil Elvin Çavuş

“For most of history Anonymous was a woman.” Virginia Woolf

Kıtır kıtır kağıt keser gibi kesiyor yüzümü soğuk Bir yerlere yapıştıracak beni tükürük gibi bir yağmurla Yalnız ilkel kadınların olduğu kayıp bir adaya belki Yeniden yazmayı ve çizmeyi keşfedip üç bin yüz yıl sonraya bırakacağız mağaraları yazıyı anonim bir kabile keşfetti diyecekler çünkü bir kadın kabilesi diyemeyecekler mezarımızda ters dönüp de serçe parmaklarımızı birleştirsek çok mu geç kalmış oluruz devrime

27


Pe nce re l e r / Ç e v ir i Şiir Çeviren: Muhammed Çelik

Biz iki pencere gibi karşı karşıyayız. Birbirimizin giz-saklısından haberdarız. Her gün hal-hatır sorup tebessüm etmekteyiz. Her gün bir sonraki günü konuşmaktayız.

28

Hayat cennettin aynasıdır, amma... ah. Karanlık gece-gündüz ve dünden çok... Şimdi gönlüm yorgun ve kırıktır. Çünkü pencerelerden biri kapalıdır. Ne şefkatinin efsunu ne de sihrinin şemsi yaptı. Lanet olsun sefere! Ne yaptıysa o yolculuk yaptı.


N a sı l m ı ? Betül Aydın

acımı içime sağıyorum hiç bitmeyen bir meme elimde bulaşık süngeri yaratıkları devamlı yoklayan meçhul akıl bu çorak vadide üçgenlerle ben dikitlerle kümeselleşen utançlı gölgelerin etek odasında masasında İsa’nın kırık rahibeyi bula bula avluya çıkan hücrelerimden yedi yabancı bir dünyaya bakışımı nasıl gizlerim nasıl ateşin içindeki ciğerimi kedilere atmadan konar göçerim nasıl nasıl şakağımdaki kömür elmas olmayacak hiç nasıl nasıl

29


Sağır Olmanın Dayanılmaz Hafifliği Ayça işbilen (birazdan hepimiz, burgaca kapılmamak için, olduğumuz yere mıhlanacağız.)

30

tek celsede savılmış sıralara, dilek, bir af! -bir yangının kipindemikrofon ellerde ve sürç-i lisan dinlenmekte. “ssse a!” kesilen bir anonsa, esrik anason tohumunu kim ektiyse, biline, ben reddettim. aynı zamanda ıslak trampet seslerini de. peşi sıra, kesik anonstan aktılar dünyaya, kanamadan, kanarak! tıpkı, tıpkı bir okyanus içmişçesine, bir nehirden beslenmişçesine kesik anonstan doğmuş yiten bir kelimede buluşalım, af ’tan önce dileğim. düğün fotoğraflarından sökelim şimdiki zaman takılarını takıp takıştıralım ne çıkar falın çıkmadıysa sanki, almayasın mı ablama bir çiçek? saat on bir yönünde selamlaşalım. farazi, saat on bir buçuğu çalmadan diyorum.


ki aslında öyle! desteğiyiz bu savunak gülüşlerin yara bandı istemem, bir kuş yemi kafi kesik anonsa ya da, bul çözümü, gövert üzümü, solla özünü, göle maya çalmak değil amacım bilirsin, ben tutarım sözümü.

31


K it sch Savaş Kerem Advan

32

bize zaman vermelisin çok değil kepçelere döküp mataralara poplin gömlek ceplerine tuborg fıçılarına sakla kurusıkı şarjörlere sürahi ninenin dantel örtülerine hatta bim poşetlerine koyup getirmelisin leğenlere boca et kalk yalvarırım bir tas da komşuya ayırırsın gel doldur son kasesini akşamın bildiğin gibi değil soru 1 lizbon’lu bankerin sandığını kim yürüttü ağalık bitti artık burada kral konuşur bize son bir şans tanımalısın hem sonra iyilikler güzellikler olsun varsın milleti gör duy yakın ilişkiler kur network’e açıl inceden kulak dolgunluğu çık geliştir kendini eften püften şeylere takılma fazla alan savunmasına geçelim noise caz hayranı profil belli bıyıkları yeni terlemiş ev gezmelerini aksatmaz hatır sayar şimdi nerde aç kulaklarını bir insan nasıl yaşar tahta panjurlu evlerde azrail’i gözlerken adresini yaz birlikte uçalım istersen gizli kapaklı isyanlar topla bakıyorum yanında köpeklerini de getirmişsin hiç üzülme pavlov siper al mezarını kendi ellerimle tütsüleyeceğim ligi iyi biliyorum bir kere ben gocunmam çalışır didinirim gerçek bir rönesans adamıyım menşeim belirsiz


Yangın Fatih Dalcı göz çeperlerimden süzüldü katıksız kayıtsızlık. kıyısından geçmediğim serbest düşüş boşlukların tasviri yüz hatlarımda gizlidir ki kayıpların kayıtları sol cebimde saklıdır sokak tabelalarında asılsın tüm berduşların hayata dair hatıratları niçin varım? ve işte bir diğer akortsuz gayda bunlar da geçsinler kayda sevmiştim başta, yaşamayı. lakin dayanamıyorum artık. tiksiniyorum. evren şairlerinin mavralarından, abartılı bıyıklarından tiksiniyorum. ucundayım uçurumların. düşmeye tek piyanist kamburu boşlukların ardından gelen tok sesli sık çığlıklar yankılı yardım çağrıları ve kahverengi yapraklar. zihnimdeki zehirli kıymık cevabım hazır; ben paçavrayım. tok sesli şairler ve dik sesli kafirler okusun andımı süt dolu fincanım, mağlubiyete teşneyim. ulaşamayacaklarına niyetlenenlerin dilinde keşkeyim. ben istemeden oldum ve ait değilim bir yere, yok bir şeyim.

33


Redd -i İstik rar İthaf

ey sihri kelt bi sakine, ölen melek! koridorlarında şan yerine yar’a alışan melek! kâr bekler onurlu ölen melek! bırak soğusun, yendi hançerli hin çinlinin setini kafamı yıkan binbir ‘amor’, ilenme kek!

34

alık sözleri dinle, görece kör cendere! hazin sikiklerin de edebi uluması var gibi; çok siren sesleri, his içindeki pub lirika’larında usturuplu ağlayıp içen melek, kevaşe naçarlar ve satenleriyle bentleri hançerleyen melek düşen hep ilk parça, düşün hep paramparça saklı akıl tılsımı, hep bayırı çıktıkça, tabii takılınca hızına bulantı, özüne huzme sefası -susun susun; gürültü koptu altı üstü hiddetli şiddet, tekrarda boğulma var, seslerinde soğukluk var sesi kesip şatafatlı şafağı şafağa düşür. meftan ansızın beter, ov! restin pis, bataklığında boğulansa budala ve yaşla boşalan, taş atan delilik, ah’ı ilettirip aklımı ve yangını alan balık, aksın ruha, devanın suratsız sirayeti algısı cins, haysiyetsiz bi gaz soludukça içine dolan malı dolanmalıalık melek, bahtı pus olan!


35


36


37


38


Ham Ay Can Küçükoğlu aşkın aşkına düşmeden aşıkla olunmaz pardon oradan çok mu şiirsel “gözüküyor” yanlış, hiç gözüküyor hiç fazla balıklarını aslın huyuna kavuştur önündeki üçsevi gör ne üçgeni yahu gönlünde gönlünle gönüllü olduğun yerde gören daireye nasıl dönüşebilirim sor yarışmayı bırak kurul diz hislerine ve sol kanadınla gözlerine yol ver ve sağ kanadınla gölgenin başına doğru dayan aşık bilekçelerine aşık şimdi öne sür edilemez zannedilen yeminleri burnunun göremediğin o ucuna ak ne dövüşecek ne sarılacak tırmanılacak o senden başka bir eve rest kalmadı içerde güzel aşık gel seni dinle senin karşın yok karşın varsa seni bulur seni sana okur kalbini kanatan nefesleri duy hepliği de bilmek istersen kalbini bil kalbini bil kalbini bil şüpheyle incitme icinde sen varsın isyan et kendine ki sevmediğin her şeyin içinde biraz sen vardın artık affedebilirsin yediğin melek yumruklarını yumruklarını meleklerin dansına dönüştürerek ve öğretebilirsin her gün onları yeniden doğurduğunu aynalara ve ne kast ettiğini öğrenebilirsin öğreteceklerini aynalarından dinleyerek huu suyun yangından can olup çıkmış halidir

kafesleme memnuniyetlerini sen, anne bak uçuyorsun göğün al bu kuş tüyünü kuş değil kanatları olduğunu hatırla uçur arzınla başındaki göz atlarını aşka âli ol elalem görsün cân el alemini görsün inşallah bilirsen inanmaya gerek kalmıyor seversen inanıyorsun dışarısı yokmuş gibi değil öyle nokta tek rakım tek rakam tek akım HAM!

39


Mesel Beste Naz Karaca iğdiş edilen kusurumun, doğusundan doğrusuna geliyorum firuz acı beni. *** parlıyordum içimde sen varken çünkü gülce dilliydin bir vakit hep mesellerle büyüttün ya beni bundandı mesel zannetmem her sevgiyi ve yine bundandı turuncu görmem herkesi.

40

belki meseldik biz de, başını şöyle yazalım: evvel zaman içinde, kusur kusur içinde develer cellat, pireler sevgi iken çiy damlaları beşiğimi tıngır mıngır sallar iken.. badem gözlü bir kadının gözlerinden, yahut da badem çiçeklerinin gölgesinden yuvarlanırmışçasına düşüp o beşikten değdirmişim ellerimi bir taşın tuzuna. ve düştüğüm dağın tepesi yuvasıymış ki kuşların alaşahinlerin, kartalların, martıların kuş tüyünden saçlarım çıkmış ilkin. gözlerim kuşları göre göre kuş olmuş kollarım kanat sanmış kendini ve gövdem hürriyet saymış kafesini. böylece taşların tuzuna dokunan, her an saçlarından bir tüy koparıp dilek tutan, kuş gözlerine kuşlarla kalmayıp evreni sığdıran, kollarını kanat niyetine açan ve uçmaya inanan bir toz zerresi olmuşum.

beni kuşlar büyütmüş, biri de sendin firuz, hatırlıyorum. biriktim sizin kanadınıza ve azad ettim bazı bazı kendimi. düştüğüm fazladır yaşadığımdan bundandır ki acı beni. bir kuş olsaydım eğer, her karartıda koparıp tüylerimi ve yine koparıp hayallerimi dilerdim ki seni, seni firuz seni, gel de sustur, sağalt diye beni. bir dağın öfkesi ucunda gaganın tüm morluklarımı ağart, kendi akından ver biraz yalvarırım beni kuş yap. ki uçabileyim, ki gideyim kendimden ne kadar uzaksam kendime o kadar iyi ne kadar gidersem o kadar az evimdeyim içimde oldukça toz zerresi, sende oldukça kuş zerresiyim. anlattığın okyanuslara düşmek istiyorum, tutamağım kalmadıkça suya tutunuyorum anladım hiçbir yerim yok toprakta tuz yaktı derimi ki taş da yonttu sevgimi anladım hiçbir yerim yok karada. bundandır yüzümü suya dönmem, sana dönmem de bundan. kanadım yok ayağım yok gagam yok gözüm yok sadece morluklarla dikişli kusurlar, ve gülce sevgiler var hürriyet kafesimde.


badem gözlü kadını, ve badem çiçeklerini at ki yüzüme insan ruhuna bürünsün yüreğim. insan bedeninde bir toz ruhu veya kuş ruhlu bir toz zerresi olmasın. firuz olsun ruhum ve bedenim. dünyanın yüreğine su serpsin, kimseler yokken fısıldasın olmayan kanatlarını. fakat yalvarırım sana, yalvarırım ki göversin acıyı sırtından. taşıyamaz ki kanatsız. sen taşı onun acısını firuz ve o ağlıyorken elleri naylondan bozma, magması yalnızca neşideden ibaret dünyaya, ‘acı beni’ diyecektir sana. düştüğü dağın tuzuna dokunup son kez, tüm saçını yolup bırakarak taşın üstüne, kanadımsı kollarını keserek atacaktır kendini sizin beşiğinizden aşağı. iğdiş edecektir kusurunu ve kusurunun doğusundan doğrusuna gidecektir. acı onu firuz, ki kuş olamadığı firuz’u insandan olabilsin. *** acı beni firuz, sen olmam için

41


Sınırdak i K lip: Frontier Ps ychiatrist Emre Emrem

42

Giriş Kültürel alanlarda, sanayi devrimi sonrası kurulan modern dünyanın kabul ettiği sınırlar günümüz anlatılarında hızla reddedilmektedir. Mehmet Küçük’ün ifadesiyle bu noktada oluşan “Postmodern İtiraz” (Küçük, Mehmet, 2011, s:77), yüksek kültüralçak kültür ayrımı yapmaksızın, oluşturulmuş olan tüm standartlara karşı gelerek kendi parçalı dilini oluşturmuştur. Dolayısıyla artık, görsel sanatlar bağlamında, aynı sahne üzerinde kendi işlevinden kopmuş halde duran bir okul tahtası ve 1980’lerden kalan bir gece lambası karşımıza çıkabilmektedir. “Frontier Psychiatrist” klibi, elektronik müzik grubu Avalanches tarafından 2000 yılında yayınlanmış, bahsedilen “postmodern itirazın” müzik klibi olarak belirmiş hali niteliğindedir; “Sınırda olan Psikiyatrist” çevirisiyle düşünecek olursak ta, bu itirazın modern sınırları reddetmekte olduğu ifadelerine atıfta yapar gibidir. Diğer taraftan, postmodern anlatılara günümüzde, televizyon dizilerinde, filmlerde ya da reklamlarda da rastlayabilmekteyiz. Bu durum, çoğu kültürel çalışma alanındaki kuramcı tarafından ekonomik ve siyasal otoritelerin bir aracı olarak da yorumlanmaktadır. “Örneğin, Frederick Jameson, postmoderni geç kapitalizmin


kültürel mantığı olarak yorumlamaktadır.” (Küçük, 2011, s:67) Ya da benzer şekilde Adorno, postmodern duruma ilişkin, onun pastişi kullanarak popüler kültüre hizmet ettiği yönünde eleştiriler getirmiştir. Çalışmada incelenen müzik klibi de anlatısını postmodern imgeler üzerine kurmaktadır. Bu imgeleri elektronik müziği kullanarak inşa eden ve kitlelerin eğlenceyi tükettiği platformlardan yayan klibi, Jameson ve Adorno’nun eleştirileri kapsamında incelememiz mümkün. Diğer taraftan ise, anlambilim kapsamında konuşacak olursak, bağlamdan ayrı ilerleyen bir söz-imge sunumuyla karşımıza çıkan, reddedilen kültürel sınırlar da söz konusudur. İnceleme, “Frontier Psychiatrist” klibindeki imgelerin şarkı sözleriyle kurduğu bağlantıyı ele almakla yola çıkarak, bulduğu yapısalcı ipuçların postmodern anlatıyla olan ilişkisine değinecektir. Söz, İmge ve Görsel Dil -İnsan dışında konuşan başka bir şey düşünebilir misin? +Immm… Bir kuş? -Evet! Hatta bazen bir papağan. +Ha ha ha. -Evet, bazı kuşlar konuşunca komik olurlar. Peki konuşan başka ne olabilir? +Bir plak? (Avalanches/Frontier Psychiatrist 2001) İnsanlar arsındaki sözlü iletişimin elemanları olan kelimeler, ait oldukları dil ailesine göre belirli kurallara göre dizilmektedir. Düşüncelerin şekillendirdiği anlam, böylece sözcüklerle somutlaştırılmış olur. Dilin sözdizimi ve anlambilimi, başkalanna düşüncelerini aktarırken ve kendi kendine “konuşurken” bile kişinin uyması gereken kurallar dizisini oluşturur. (Piaget, Jean, 2007) Gönderenin kurallarına uygun olarak kodladığı mesaj, alıcısı tarafından anlamlandırma süreçlerinden geçer ve onun zihninde bir imgeye dönüşür. Avalanches grubunun çalışmada incelenen şarkısının sözleri ise, bahsedilen bir kodlama ve anlamlandırma süreçlerinden oldukça ayrı ilerlemektedir. Sözcükler kendi sentakslarından koparılarak yan yana getirilmiş olmakla birlikte dinleyicinin zihninde oluşan imgeler de büyük ölçüde rastgeledir. Bu bağlamlarda postmodern bir anlatıyla karşılaştığımızı söyleyebiliriz. Bölümün başında, şarkının sonlarında gördüğümüz bir öğretmenin kız çocuğuyla yaptığı konuşma alıntılanmıştır. Şarkının son sözlerini oluşturan bu konuşma,

43


Piaget’in ifade ettiği; “konuşurken” bile kişinin uyması gereken kurallar dizisinin olduğu düşüncesini akla getirir. Öğretmen, küçük kıza: “İnsan dışında konuşan başka bir şey düşünebilir misin?” diye sorar ve kız, klipte bir anda yanında beliren papağana bakarak: “Kuş mu?” der. Öğretmen, kızdan başka bir cevap daha vermesini istediğinde ise kız, sahnenin solundan yuvarlanarak giriş yapan dev bir plağı işaret eder: “Bir plak?” diye sorar. Dolayısyla klip, gösterdiği imgelerin ve şarkı sözlerinin bağlantısı bakımından başı, ortası ve sonu olan hikaye anlatımı sunmamaktadır ve bu haliyle insanların modernizm içerisinde benimsedikleri anlam oluşturma pratiklerinden ayrılmaktadır. Klibin sonunda da söylendiği gibi, Avalanches grubunun bu plağındaki şarkı sözleri insanın anlambilimi içerisinde yapılandırdığı sözcük-anlam ilişkisi dışındadır. Bu plak “insan dışında konuşan bir şey”dir.

44

Klip, bir tiyatro sahnesindeki perdenin aralanmasıyla başlar. Sahne kalabalıktır. Bütün olarak bu kalabalık sahneyi kısa bir süre görürüz ve her ne kadar sahne üzerindeki her şey klasik sahneleme biçimiyle dizilmiş gibi dursa da, buradaki bütünün parçaları birbirleriyle hiçbir şekilde anlamsal bir bağlantı oluşturmamaktadır. Bir klip olmasının aksine, sinemasal anlatımla kurulması olanaklı olan çoklu perspektif yerini aynı anda ancak tek bir yerde bulunabilen bir izleyici bakışına bırakmıştır (Berger, 2014). Dolayısıyla anlatı, bütünü temsil eden bir tiyatro sahnesi üzerinde tamamen parçalanmış haldedir. Perde açıldıktan sonra karşımıza ilk olarak John Waters’ın yönettiği 1981 yapımı kara komedi dizisi Polyster’den bir diyalog alıntısı çıkar. Orijinalinde bir telefon görüşmesi olarak gösterilen, okul müdürü Bay Kirk ve Dexter’ın annesi Bayan Fishpaw’ın arasındaki konuşma, klipte karşılıklı olarak geçer. Bay Kirk ve Bayan Fishpaw, çevrelerinde donmuş halde duran diğer insanların ve nesnelerin aksine siyah beyazdır, Fishpaw’ın oğlu Dexter’ın okuldan kaçma sorunu hakkında konuşurlar ve müdür Kirk, Dexter’ın deli olduğunu söyleyerek onu tüm devlet okulu sisteminden attıkları haberini verir. Şarkı boyunca tekrarlanan “terapiste ihtiyacı olan çocuk” Dexter’dır. Klip boyunca gösterilen tüm imgelerdeki rastlantısallıklar, anlamsızlıklar ve rahatsız edicilik, klibin başında bir eğitim otoritesi tarafından ismi konulan bu “deli” çocuk Dexter’ın zihnini yansıtır niteliktedir. Dans eden beyaz çarşaflar, davul çalan yaşlı kadın ve maymun kostümü giymiş biri, kaplumbağa gövdeli adam, kafası hindistancevizinden oluşan bir kukla ve oynatıcısı, siyahi kovboylar, hareket eden takma diş, Kuzey Afrikalı yılan oynatıcısı, Kızılderili, on altıncı yüzyıldan gelen bir gezgin, cüce, konuşan iskelet maketi, akrobat, Asyalı çelist ve kemanist kadınlar, guguklu saatten çıkan kedi, Uzakdoğulu Dj ve Meksikalı mariachiler klipte görünen imgelerdir. Bu imgeler şarkıda geçen sözcüklerle çoğu zaman direkt eşleşir ancak ne şarkı sözleri ne de gösterilenler yan yana dizildiğinde bir anlam oluşturmaz. Sözlerde “çarşaf kadar beyaz” duyulurken dans eden beyaz


çarşafların içinden çıkan bir kadın görürüz, ya da siyahi kovboylar, Kızılderili, hareket eden takma diş gibi imgeler, şarkının sözleriyle doğrudan bir eşleşme içinde belirir, dolayısıyla oluşturulan görsel dil, sözcükler ve imgelerin tek başlarına olan eşleşmelerindedir. Bu bağlamda yapısal bir yıkımla ortaya çıkan klip, postmodern bir anlatı oluşturur. Popüler Kültürde Postmodern İzler Avusturalyalı grup Avalanches’ın 1997’den itibaren çıkarttıkları şarkılar, grubu müzik endüstrisi içerisinde üretim, dağıtım ve tüketim ilişkileri içerisine sokmuştur. Duyulurluğu açısından elektronik müziğin kimi popüler ikonları arasına girmese de, Avalanches’ın eğlence kültürü içerisinde girdiği bu çeşit tüketim ilişkisinin onu da bir popüler kültür nesnesi haline getirdiğini söylemek mümkün. Diğer yandan, bu grup için kültür endüstrisi üzerinden yapılan bu gibi bir eleştiriyi yersiz ya da gereğinden fazla dolaylı bulan okuyucular için en azından ele alınacak bir nokta şudur ki; Avalanches da teknik olanaklarla yeniden üretilen ve dağıtılan bir elektronik müzik yapmaktadır (Benjamin, 2011). Bu açıdan onların müziğinin de modern dünyanın üretim ilişkilerine ya da bir önceki bölümde bahsedildiği gibi yapısalcı anlamlandırma pratiklerine tabi tutuldukları bir gerçektir. Üretim ilişkileri yönünden yaptıkları müziğe getirmedikleri ya da getiremedikleri muhalif tavrı ise incelenen şarkı sözlerinin anlam bilimsel yapı bozumunda görmekteyiz. Bu yönüyle ait oldukları popüler kültüre postmodern bir duruşla eklemlenmiş durumdadırlar. Ancak bu tutumu ekonomi politik bağlamda olumlamak, mevcut ekonomik ve siyasal otoritelerin sermaye odaklı sistemlerini korunaklı kılan postmodern algının bu işlevini gizlemiş olmak olur. Aslında bakıldığında bu postmodern tutum ile ortaya çıkan, Adorno’nun sözünü ettiği “hafif eğlence”dir, bir pastiştir. Bu noktada Adorno’nun Stravinski’nin Rite of Spring müziği hakkında yaptığı “boş parodi” şeklindeki değerlendirmesinde olduğu gibi, Avalanches’ın Frontier Psychiatrist şarkısını da Adornocu bir küçümsemeyle eleştirmemiz mümkündür. Yaşlı Adorno’nun son döneminde Stravinski’ye dair değerlendirmesi onun sanatını pastiş –popüler kültürden ve modern sanattan alıntılanmış fragmanların, bir değer hiyerarşisi üretecek düzenleyici bir ilke olmaksızın yan yana getirilmesi- olarak tanımlar ve boş parodi alanına yerleştirir. (Boucher, Geoff, 2013, s:118)

Önceki bölümde bahsedilen birbirinden kopuk, sentaks düzenlemelerinde bir karşılığı olmadan yan yana sıralanan tüm imgeler ve sözler buradaki pastiş tanımı içerisine girmektedir. Dolayısıyla Frontier Psychiatrist, üretim ve dağıtım ilişkileri yönünden popüler kültürde, biçim yönünden postmodernist üslupta karşılığı olan

45


bir şarkı ve müzik klibidir. SONUÇ Müziğin üstün sanat olmasına yönelik tartışmaları öne atan Schopenhauer’den sonra, günümüze gelindiğinde tartışılan müziğin endüstriyelleşmiş bir “gösteri toplumu” (Guy Debord) nesnesine dönüşen bu durumu bizi her geçen gün karamsarlık içine daha da çekmektedir. İncelenen klip bütünsel algılama ve anlam oluşturmada ezber bozarak bir “postmodern itiraz” alanı oluştursa da bu itirazın mevcut ekonomik ve siyasal sistemin sürekliliğini korumasına neden olduğu gerçeğini atlamamak gerekir.

46

Şarkı boyunca kullanılan dil ve klip içerisinde gösterilen imgeler bir takım estetik kalıpların dışına çıkarak standartlaştırmalardan kopmuş yeni bir üslup oluşturmaktadır. Bu üslubu gerek dadaist gerek sürreal akımlar öncülüğünde yapmakta olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu yöntemlerle yapı bozumuna uğratılan dilin uzun dönemde birey üzerindeki etkisi, toplum içerisinde oluşan sosyolojik, ekonomik ve/veya siyasal olayları neden-sonuç ilişkisi içerisinde bütünlükçü bir yorumlamayla ele alamamak olmaktadır. Başka bir deyişle; dildeki, tarihteki ve kültürdeki bütüncül kavrayış, kültür endüstrisi ve gösteri toplumu içerisinde yok edilmektedir. (Guy Debord, 2016). Bahsedilen yok edilme sürecine etkisi olan postmodern üslupların, bir taraftan da yeni bir estetik oluşturması ve bu yolla aslında sanat yapıtındaki birtakım standartlaştırılmış endüstriyel formülleri de alt üst etmesi ihtimali, az önce çizilen karamsar tablonun içinde kendimizi kaybetmememiz açısından bir köşede bulundurulması gereken de bir olasılıktır. Bu incelemede üzerinde durulan noktalar, Walter Benjamin’in, sanat yapıtının tekniğin olanaklarıyla yeniden üretilmesinde gördüğü hem olumsuz hem olumlu yanlardaki gibi bir çift yönlülük eleştirisi içinde ifade edilirse; görsel ya da işitsel herhangi bir yapıtta rastlanan postmodern biçimin bir noktada sistemin standartlarını her yönden terk edebilip gerçek bir “itiraz” içerisinde olabileceği ihtimalini de göz önünde bulundurmak gerektiği söylenebilir. Bu bağlamda Frontier Psychiatrist klibi tam anlamıyla sınırda durmaktadır.


KAYNAKÇA Benjamin, Walter. (2011), “Pasajlar”. A. Cemal (Çev.). İstanbul: Yapı Kredi. Berger, John. (2014). “Görme Biçimleri.” Salman, Yurdanur (Çev.). İstanbul: Metis. Boucher, G. (2013). “Yeni Bir Bakışla Adorno”. Yetkin Başkavak (Çev.). İstanbul: Kolektif Kitap. Debord, Guy.(2016) “Gösteri Toplumu” Ekmekçi, Ayşen, Taşkent, Okşan (Çev). İstanbul: Ayrıntı. Küçük, Mehmet. (2011). “Modernite versus Postmodernite”. İstanbul: Say. Piaget, Jean. (2007). “Yapısalcılık”. Ayşe Şirin Okyayuz Yener (Çev.). İstanbul: Doruk Yayıncılık.

47


Lost in Translation (20 03): Small in Japan Besna Ağın

“It was fun for a while there was no way of knowing Like a dream in the night who can say where we’re going”* Japonya’da olduğu süre boyunca Bob Harris’in duygularına tercüman olan bu şarkı çaldı içinde belki de.

48

Bundan öte hiçbir şey yok, der Charlotte ile karaokede söyledikleri şarkı. Kariyerinin sonuna gelmiş, ailesi ve çocuklarıyla bağları kopuk, Japonya’ya gelme sebebi anlamsız bir viski reklamında oynamak olan Bob için, bundan öte hiçbir şey de yoktur; Charlotte ile tanışıncaya dek. Sofia Coppola, Bob ve Charlotte arasındaki cinsel bir dürtüden çok daha fazlası; bundan çok daha ötesi dercesine şekillendirmiş filmini. Lakin aldığımız vasat tadın sebebi yönetmenin ne anlatacağı konusunda kafasının karışık olması; çiftin karmaşık, derinlikli duyguları değil. Yönetmenin Virgin Suicides filminde yarattığı anlam karmaşasını bu filmde de başka formlarda görüyoruz. Yabancı bir metinden yapılan çeviride kaybolan anlamlar gibi, film de söylemedikleriyle izleyiciyle iletişim kurmaya çalışırken asıl anlamı yitiriyor. Kalabalık caddeler, out of focus kareler, şehir ışıkları ve sesleri filmi daha derin kılmaya yetmiyor; sinema dili yetersiz kalıyor. İdealize edilmiş ve ütopik söylemler kokan bulmak, bulunmak ve ruh eşi meseleleri filme nüfuz etmeye çalışırken, film Amerikan ve Japon toplumunun çıkış yollarını tüketip yozlaşmasını, cinselliğe çözülmüş parçalı kişilikleri, düşünme fırsatı bulan iki insanın birbirlerine hislerini, şehir koşuşturması ve bu ritmin eleştirisini Tokyo ve Amerika üzerinde paralellikler kurarak anlatmaya başlıyor ve derli topluluktan uzak, kararsız bir konu oluşuyor. Bu kararsızlık yüzünden de aklımızda çarpıcı bir sahne kalamıyor, tüm sahneler renk ve atmosferi, duygusuyla aynı gibi. Hem vakit hem nakit bolluğu, dünyada ufak bir azınlığın eline geçer. Bob ve Charlotte zaman ve para bolluğuna sahip oldukları bir şehirde birbirlerinin ve yaşadıklarının ritmine kapılırlar. Ve Tokyo’nun karmaşıklığına kıyasla içlerindeki düşük ritimle düşünebilmeyi fırsat olarak ellerine geçirip, kendilerini birbirlerine anlatırlar.


Bir kadın ve erkeği, ilişkilerinin ve hayatlarının yolunda gitmediği bir anda, aralarındaki çekime rağmen otelde ve yatağın üzerinde sadece konuşurken görmek ise güzel bir değişiklik. İletişim kurmamak ve kaçış adına yapılan seks, iletişim kurmak pahasına dürtülerini bastıran iki insanla yer değiştirmiş. Kaldıkları otel onlar için küçük bir Tokyo metaforu. Tokyo’nun labirent halinden tek farkı; bu sefer asansörün yerini, odalarının numaralarını bildikleri lüks bir hapishanenin alması. Şehirde hissettikleri hapsolmuşluk hissi, otele de sirayet ediyor. Şehirde avarece dolaşmak ve otel odasının tavanından origami sarkıtmaktan başka bir yeteneğiyle karşılaşmadığımız Charlotte, kendini bulma serüvenini bir başka kaybolmuşla, Bob’la paylaşarak bu süreci hızlandırabileceğini düşünür. Okudukları ortak kişisel gelişim kitapları, ortak mutsuzluk ve yeteneksizlikleri birbirlerine iyi gelecektir adeta. İkisi de bulunmak ister, böylelikle kendi yollarını da bulabileceklerdir. Karakterlerimizin arasındaki adı konulamayan duygu aşk değil, onları birbirlerine bu kadar çeken ortak yalnızlıkları. Onlar da birlikte yalnız olmaya çalışan bir başka çift belki. Peki, birbirinin acısını emmek ve diğerini kısmen iyileştirmek için aynı dertten muzdarip olmak yeterli midir? Her insanın biraz yalnız ve kaybolmuş olduğu varsayımını yaparsak, iki insanın birbirine bir şeyler hissetmesi için daha fazlası gerekebilir. Kişinin kendini küçük hissettiği, diline ve kültürüne yabancı olduğu büyük bir şehirde iletişim kurmak için çırpınırken, onunla aynı kültüre sahip bir insana derdini anlatmak daha kolay gelir. Bob ve Charlotte’un birbirlerinde aynı kaybolmuşluk dışında ne bulduklarını sorgulamaya başladığımızda da, bundan öte hiçbir şey bulamıyoruz. * Bryan Ferry, More Than This “Bilmenin hiçbir yolu yokken bir süre eğlenceliydi Gecede bir rüya gibi, nereye gittiğimizi kim söyleyebilir ki?”

49


50


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.