Kopya Fanzin - 13

Page 1

1


BU SAYIDA Kabuk / Buse Ayok

İstasyon Köpekleri / Efe Keser

2

4

Kabuğu Kırdım, Sonsuzluğa Düştüm / Öyküm Deniz

11

08 / Girdap Zack Unthatow

15

Yara / Egemen Memçe

19

Hayal Alıştırmaları - 9 / Serkan Üstündağ Gidebiliş / Ezgi Yılmaz

20

22

Gayri Dayanamam / Selma Cengiz

26

Hannah My Love / İdil Elvin Çavuş

27

Testa / Suhan Lalettayin İnsan Avı / Beste Naz Karaca

29

30

Akşamüstü Vakti Somun Ekmeği / Gökmen Yener

31

Dil Alto / Kerem Advan

32

Şizof Rengi / Necip Fazıl Say

33

Bana “ne” / İthaf

34

Anti-Kapitalist Sevmek / Adem Fatih Kılıç

36

İçimde Alelade İstiflenmiş Birtakım Şeyler / Fahri Küçük Kalemim Konkav / Yalım Aydın

37 38

Beni Silme Seni Bir / Can Küçükoğlu

39

Depremzedeyim, Deva? / Ayça İşbilen

40

Elephant Analiz: “Beni Takip Et Kamera” / Emre Emrem

42


3

kopya fanzin, K a b u k tema l ı s ay ı. işte geldik buradayız, on üçü uğursuz saymayız. bu sayı için ön kapakta ayberk oğuz ile, arka kapakta da yağmur güçlü ile nefis bir birliktelik yaşadık. cümleten afiyet olsun. kopya görsel tayfa: Nurbanu Kılıçer, Hande İşler, Ayberk Oğuz, Aleyna Düşmez, İrem Apak, Burcu Pek, Yasin Arıbuğa, Nisa Kocakalay, Oğul Arda Biçer, İlayda Atlas, Oğuzhan Altundaş, İthaf, Yağmur Güçlü. kal, takipte kal.

Bize yazın, bize çizin. kopyafanzin@gmail.com twitter.com/kooopya facebook.com/kopyafanzin


KABUK Buse Ayok

2

Kurutulmuş, kırış kırış çamaşırlarımı almış inime dönerken kulağıma çalınan sıradan sesin söylediklerini ister istemez dinliyordum. Haberci kadın ayakkabısının topuğunun kırılmasından bahseder gibi; ölen, “şehit’’ olan 20 insandan bahsediyordu. Asansörü beklerken lobide, sesi açık unutulmuş habere maruz kalan diğer insanların yüzlerine küçük bir an bakmaya tahammül edebildim.Bu bozulmuşluğun ortasında bir de Hamletin ödipal sendromunu sevip de kavuşamamasını çekemeyeceğim.Yarın içimin soğuduğu bölümlerime gideceğim yine, gülümseyip ders saatlerinde elimden geleni yapacağım şimdiye kadar genel kültüre yatırdığım saatler ve mantık yürütme şeklim beni yine salak yerini doldurmaktan alıkoyacak. Sonra sıkılacağım, telefona bakamayacağım -saygı bunu gerektirir çünkü- sonra hayalgücüme kuvvet, diyip beni korkutan herkesi kendilerini sevmeyen kişilere aşık yalvarırken hayal edip onlarda da acınacak, sevilecek birkaç yan bulacağım. Cam kenarına oturup kimse tarafından merak edilmeyecek şeyler yazacağım kimse de umursamayacak, tüm alışkanlıklarımla kendi başıma kavrulacağım kabuğumun içinde. Gördüğüm yarın, sandığımdan farklı geçmedi. İnime döndüm. Bir duygulu sevişme bu kadar incitebilirdi bir insanın tenini. Paylaşılmış yatağın kenarında sohbet ederken o kadar yakındık ki sevişen arasına uçurum girmiş iki genç beden bize mi aitti, emin olamadım. Çıplaktım, elimde sigara vardı ve az önce başka bir açıdan gördüğüm yüze bakıyordum. Kendimi sevmek için, kendimi beni sevmeyen birine aşık ettim, artık kendimi seviyorum ama onu seven yanımın onursuzluğuna o kadar katlanamıyorum ki ucuz roman yazan, gözlükleri sigara sarısı kadınlardan korkar oldum onlara benziyorum diye, onlar olacağım diye…


3


I S TA S YO N K Ö P E K L E R I Efe Keser

E

min, hemen yanı başında oturduğu cama çarpan yağmur damlalarının arasından, raylara üç beş adım uzaklıktaki büfenin önünde duran siyah paltolu ve şapkalı adam ile onun sırılsıklam olmuş köpeğinin zemindeki yansımalarına bakıyordu. Bir süre daha yağmur altındaki manzarayı izledikten sonra karar verdi: Adam kendisine çok benziyordu.

4

Okuduğu kitabı bekleme salonundaki koltuğuna koydu, ardından üstüne bir şey almadan dışarı çıktı. Büfeye doğru dönmeden önce bahanesini hazırlamıştı. “Sütlü kahve alacağım,” diyecekti, “bir de yanında atıştırmalık bir şeyler.” Dışarıya çıktığında yağmuru dinledi bir süre. Derin bir nefes aldı. Raylar bomboştu, yolun ufkunda henüz bir ışık yoktu. Var olan tek şey yağmurun boyadığı zemindeki yansımalardı. Büfedeki adam aklına geldi. Hızlıca büfeye yöneldi, fakat adamı ve köpeğini göremedi. Kahvesini alırken yan gözle etrafı süzdü. Kendi yansımasından başka hiçbir şeye rastlamadı. Yaydığı ışığın yumuşak sarı rengi ile odada bir şömine yanıyormuş hissi uyandıran lambanın olduğu bekleme salonunda yalnız başına bekliyorken Emin, duyduğu ayakkabı sesiyle yalnızlığından çıktı, başını kitabından kaldırdı ve giriş kapısına baktı. Kırmızı paltosu ile salona giren İpek, Emin’in içini ısıttı. Artık odadaki şömine havası sadece gözle hissedilmiyordu. Bir süre bakıştıktan sonra birbirlerine sarıldılar. İpek, getirdiği tek çantayı Emin’in eşyalarının yanına koydu. Siyah beresini çıkardı. Kâküllü saçlarını hızlı hızlı savurdu. Cama yaklaştı Emin’in yanı başından: “Dışarıda sigara içilmez. Şu yağmura bak. Of…” dedi ve bir koltuğa oturdu. Emin ile arasında üç koltuk vardı. “Biraz bekle yağmur diner.” İpek gözlerini camdan ayırmaksızın: “İçeride içerim ne olacak? Bu saatte kimin umurunda.” “Niçin bu kadar geciktin?” dedi Emin. O da cama bakıyordu. “Duygu’ya uğradım. Birkaç eşyam vardı, onları ona bıraktım. Almaktan vazgeçtiğim eşyalar. Ne bileyim, çok eşya aldığımı düşündüm bir an. ‘Bırak o zaman.’ dedi Duygu. Ben de bıraktım.” “Ona neden uğradın ki?”


“Gittiğimiz yerde nerelerde vejetaryen yemek yerleri var onları öğrenmek için. Detaylıca ba…” “Veganlığa devam diyorsun demek he?” dedi Emin yüzünde bir gülümsemeyle. Gözlerini camdan ayırmış İpek’e bakıyordu. “Öyle diyorum,” dedi İpek taarruza geçtiğini belli eden bir gülümseme ile, “ve hayatım boyunca da böyle diyeceğim.” “Nasıl et yemiyorsun anlamıyorum.” Emin gerçekten merak ettiğini belli eden bakışlarla İpek’in gözlerine bakıyordu. “Sağlık açısından birçok yararı var bunun. Nesi garip geliyor sana, ben de bunu anlamıyorum.” İpek, gözlerini Emin’in gözlerine çevirerek devam etti: “Ayrıca, ben hayvan haklarını da destekliyorum insanınkileri desteklediğim kadar. Bunu yapan insan tam insandır.” Emin biraz şaşırdı. Alınganlığını gizlemek için hiç çaba göstermeden “Nasıl yani? Ben şimdi tam insan değil miyim? Sadece et yememene üzülüyorum. Yetiştirilmeyle ilgili bu hem. Bizim sofrada hiç et eksik olmaz ben kendimi bildim bileli.” dedi. İpek bir süre cevap vermedi. Bir sigara daha çıkardı paketinden. Kafasını biraz cama yaklaştırdı, gökyüzüne baktı. “Ne kadar yalnızım burada.” diye geçirdi içinden. Ardından ani bir kararla sigarasını yaktı ve Emin’e dönüp “Sende böyle bir vejetaryen biriyle yaşayamam hali var. Üzülüyorum buna.” dedi. Gerçekten de İpek bunu dedikten hemen sonra Emin kendi kendine bunu sorup cevaplamıştı: Evet, Emin bu durumdan hiç mutlu değildi. İlişkilerinin yükselme döneminde alınan bu kararı ilk başta ciddiye almamış; canı sıkılan kadınların hayatlarında bir farklılık olsun diye bulduğu geçici heveslerden biridir, diye düşünüp üzerinde durmamıştı. Şimdi bu kararın üzerinden iki ay geçmiş ve Emin, İpek’le gelecek hayalleri kurduğunda etsiz bir sofranın üzüntüsüne kapılıp bir kâbusa dönüşen bu hayallerden kaçmaya başlamıştı. Ya ileride çocukları olduğunda İpek hâlâ bu kararında kalırsa? Çocukları ne ile beslenecekti? Et yemeyen bir insan nasıl olur da et yemeklerini güzelce hazırlayabilecekti ailesine? Emin son zamanlarda ne zaman İpek’in çilli yüzüne baksa aklı bu düşüncelerle doluyor ve bunu istemeyerek İpek’e yansıtıyordu. “Ayrıca yetişmeyle alakası yok. Benim ailem her zaman et yedi ve yemeye de devam ediyor.” dedi İpek. “Sana bir şey söyleyeceğim ve vejetaryenliği ya da veganlığı her neyse onu sorgulayacaksın. Şimdi… Bir tavuk düşün. Ve bu tavuğu saatlerce izle. Cidden diyorum; gülme, saatlerce izle. Ya… Bu tavuk bizim yememiz için yaratılmadıysa ne için yaratıldı? Yani bu hayvan yiyor yiyor şişiyor. Tam bizim yememiz için kendisini

5


besliyor. Dünyaya hiçbir yararı yok. Ne yapıyor dünya için? Böcek, cart curt yiyor deme bana sakın.” İpek büyük bir kahkaha attı. Emin, İpek’i güldürmenin onuruna kapıldı. İpek, onun bu onurlu halini görünce bir kahkaha daha patlattı. Sesi salondan çıktı ve istasyonun tümüne yayıldı. Bir güvenlik görevlisi başını kapıdan uzattı. Kendisini bu saatte buraya çeken kahkahanın sahibi kadının yarattığı merakla içeriyi süzdü, sadece iki kişi gördü. Salonun sarı lambasının arasına karışan kırmızı paltolu bu kadını bir süre süzdükten sonra tekrar gözden kayboldu.

6

“Seni seviyorum Emin… Gerçekten… Ama Dünya’nın kendi etrafında döndüğünü düşünüyorsun değil mi? Tüm yiyecekleri kendimize sunulmuş bir nimet de zannediyorsun? Hâlbuki biz bu evrende zincirin küçük bir parçasıyız.” “Ama bu gezegende kocaman bir parçayız. Hatta zinciri elinde tutan biziz!” dedi Emin sesini birkaç basamak yükselterek. Ayağa kalktı. “Ben vicdan azabı duyuyorum sizin adınıza. Vicdan azabı duyacağımı bildiğim için de yemiyorum.” dedi İpek salonda dolanan Emin’e bakarak. Onun sesi hala aynı şiddetteydi. “Vicdansız mı demek istiyorsun şimdi de?” dedi Emin. Sesi bir basamak daha arttı. Ayakta dolanıp duruyordu yavaş yavaş. İlerideki çocuğunu, sofrada etin eksikliğini düşünüyordu sürekli. İpek ani bir hareketle ayağa kalktı. Şöminedeki ateş yükselmişti. Henüz odada kimse farkına varmamıştı. “Vicdansız ve merhametsizsin. Çocuklarımızın çocukları yahut onların çocukları bu günleri okuyacaklar ve bizim neslimize tiksinerek bakacaklar. Hiç düşündün mü bunun sonuçları neler oluyor diye? Korkuyorsun değil mi? İleride benimle yaşadığını düşündükçe korkuyorsun. Çünkü öyle bir yetişmişsin ki senden farklı bir insanla belli bir süreden sonra aynı ortamda kalamıyorsun. O da senin gibi olsun istiyorsun. İçin içini yiyor değil mi?” İpek’in ses tonu hâlâ aynı şiddetindeydi. Fakat gözleri gitgide büyüyor, yuvalarından çıkacakmış gibi oluyordu. İpek yavaş yavaş Emin’in üzerine yürüyordu. Karşı karşıya geldiler. İpek sözlerine devam etti: “Sence hayvanlar seni ahlaklı görüyorlar mıdır?” Emin afalladı. Tam insan olabilmek için erkek adam olmanın yeteceğini sanmıştı. Hâlâ dediklerinin arkasındaydı ama içine bir huzursuzluk çökmüştü bile. Aşağılanmış hissettiğini düşündü önce. Sonra İpek’in onu aşağılamayacağına inandırdı kendini. Başka bir şey olmuştu. İpek’in dediklerinin arasındaydı, neyi kaçırmıştı? Bir türlü bulamıyordu: “Anlamıyorum sevgilim. Ben kötü bir şey demedim ki sana. Ne vicdansızlığımı gördün ya da ne merhametsizliğimi gördün?” İpek bir kahkaha daha patlattı: “İkiyüzlü insanlardan nefret ederim, biliyorsun.


Sevdiklerimin de birçok kusurunu gözardı ederim. Bunu da biliyorsun.” bunları derken bekleme salonunun girişinde, az önceki görevli kişi yeniden belirdi. Bu sefer içeriye giren adam, konuşulanların bir kısmına kulak misafiri olmak için çıkış kapısına kadar yürümeye karar verdi. İpek ona aldırmaksızın devam etti: Seni seviyorum. Bunu da asla inkâr etmedim. Yalnız şu var ki sahte bir sevgidense gerçek bir nefreti tercih ederim. Anlıyor musun? Bön bön bakma bana. Sahte bir sevgi diyorum.” Donuk bir ifadeyle bakan Emin, üzülmek istiyor ama üzülemiyordu: “Sevgimin sahte olduğunu mu ima ediyorsun? Saçmalık. Bunu senin vejetaryen olman konusundan buraya nasıl getirebildin? İşte siz kadınları bu yüzden anlamak zor. Şimdi çözdüm!” “Allah kahretsin, biraz vicdanın varsa bana şurada bir kez olsun doğruyu söyle! İnsanların arasında et yemek ve yememekten çok daha büyük farklılıklar var. Ve sen bunlardan biriyle bile yaşayamıyorsun! Bir de gelmiş sevgi ve vicdan sahibi olmayışını kastetmemi şaşkınlıkla karşılıyorsun.” İpek’in sesinin şiddeti bir anda artmıştı. Görevli kendisini ister istemez diyaloga kaptırmış, dışarıya çıkmayı unutmuştu. Bir köşeye geçmiş tartışmayı izliyordu. Emin odada yükselen alevin farkına anca canı yanınca vardı. İlk önce başını yere eğdi. Ardından cama baktı. Sonra da İpek’in lafları arasında kaçırdığı ve kendisini huzursuz eden şeyi buldu: Vicdan kelimesi. “Dünya çok geniş Emin fakat insan yine de vicdanından kaçmayı beceremez. Kimileri onun ardından kapıları kitler, kimileri şehirler değiştirir, kimileri ondan kurtulmak için canını bile verir. Vicdan sadıktır. Sadakat ile kardeştir. İnsanın yanından ayrılmaz. İnsan, ondan kurtulduğunu zannettiğindeyse korkunç bir yanılgının esiri olmuş demektir. İşte sen ilk önce vicdanın ne demek olduğunu öğreneceksin; ardından onun senin ruhundaki yokluğunu keşfedeceksin ve son olarak ondan kaçtığın yanılgısına kapılacaksın. Bu süreçlerin hepsi bittiğinde nerede olursun bilemem ama benim bu dediklerimi hatırlayacağından kuşkum yok.” “İpek,” dedi Emin titrek bir ses ile. “Gel bunları bir kenara bırakalım şimdi, he… Ne dersin? Biraz gerginsin sanı…” İpek aniden işaret parmağını Emin’in dudağına götürdü ve onu susturdu. “Sus! Vicdanını neredeyse hiç kullanmamışsın. Tertemiz…” İpek başını cama çevirdi. Elini indirdi, cama yöneldi. Bir süre sessizce camdaki yağmur damlalarını seyretti: “Her şeyin bir izi var, baksana. Yalnız, senin sevginin bir izi yok bu hayatta. Harflerin, öfkenin, nefretin, barışın, savaşın, yağmurun… Her şeyin bir izi var. Bir tek senin sevginin yok!” Emin, kıpkırmızı kesilmişti. Salondaki güvenliğin varlığı onu iyice utandırıyordu

7


İpek’in karşısında. Aslında İpek’in karşısında duyduğu utanca üzülmüyordu; asıl üzüldüğü şey ona şu güvenlik paçavrasının karşısında cevap verememesinden kaynaklanıyordu. Ama içinde bir yerlerde şu soruyu istemeden sordu kendine: “Ben bu dünyada ne işe yaradım?” Bu sorunun hemen ardından gözü kitabına ilişti. Ona yöneldi, eline aldı. Son kozu buydu, okuyordu. Bilinçli bir insan topluma her zaman yarar sağlamıştır, sağlayacaktır da. İşte bu hareketi adım adım izlediği sırada İpek bir kahkaha daha patlattı. “Çözebildin mi bari kitabın anlamını?” dedi. Emin kahkaha karşısında sinirlendi: “Herkesin anladığı bir kitap değil biliyorsun. Çok dikkatli okuyorum. Bitti sayılır. ”

8

İpek kitabı Emin’in elinden aldı. İpek’in bu rahat tavırları ona iyice rahatsızlık veriyordu. Hiçbir zaman böyle tartışmamışlardı. Daha doğrusu İpek hiçbir zaman böyle parlamamış, böyle bir rahatlığa kapılmamıştı. Şu an çok farklıydı İpek. Bir şeyler değişmişti. “Anlamamışsın sen bu kitabı. Cevap verme, dur. Anlayamamışsın çünkü bu kitabın içinde yüzlerce gönderme var ve sen hepsinden bihabersin. Sırf annen ve çevrenden birkaç kişi anlayamadı diye şu kitabı okumaya koyuldun. Tek istediğin yüksekten bakabilmek değil mi çevrendekilere?” Kitabı koltuğun üzerine fırlattı İpek bunları derken. O sırada odada 4. bir kişiyi gördü. O da kahkahasına gelmiş olmalıydı. “Ah, öylesine ağlamak istiyorum ki… Biraz ağlasam, rahatlayacağım. Nefes alamıyorum neredeyse.” Emin, yenilgiden duyduğu öfkeyle eşyalarına yöneldi. Camdan bakınca trenin geldiği görülüyordu. Sesi de duyulmuştu. Kaçmak istiyordu bu yenilginin ortasından. Güvenlik ve diğer adamın yüzlerine bile bakmadan odanın sıcaklığından kaçıyor gibi kendini dışarı attı. “Çabuk ol, bekletme beni yine. Eşyanı alırsın, hiçbir şey almamışsın zaten neredeyse!” diye söylendi İpek’e. Bir süre sonra birisi güvenlik kıyafetli iki kişi, sarı bir ışığın şömine yanıyormuş hissi uyandırarak aydınlattığı odanın camına vuran yağmur damlaları arasından, büfenin önünde bir köpekle birlikte duran bir adamı seyrediyorlardı. “Neymiş mesele?” “Valla ben pek anlamam bu şeylerden ama kadın vejetirif mi neymiş.” “Allah Allah! O neymiş ki?” “Et sevmiyormuş mu neymiş kadın. Pek karışık bir meseleydi.”


“Et sevmiyor muymuş? Ne yiyormuş peki bu kadın?” Adam keyiflendi bu cümleden sonra. Biraz güldü kendi kendine. “Neyse onu geç de kim haklı şimdi?” “Bana sorarsan adamcağız haklı. Alttan da aldı zaten…” Camdan köpekle duran adamı seyreden diğer iki adam, bu muhabbetten çok keyif almışlar ki sürekli gülerek garın büyük girişine yöneldiler. Köpekle bekleyen adam biraz bekledikten sonra trene bindi. Köpekse, raylara atlayıp trenin peşinden gözden kaybolana kadar koştu.

9


10


KABUĞU KIRDIM, SONSUZLUĞA DÜŞTÜM Öyküm Deniz

H

avada hafif bir esinti hakim. Okşuyor ağaçların dallarını rüzgar. Ellerini bana uzatır gibi çağırıyor beni camın önüne. Dokunuyorum koluna. Bu cama ilk dokunuşum hâlâ şurada duruyor.

Camı açmamla arsız rüzgar giriveriyor içeri. Sanki kaçacak bir yer arıyor gibi. İçeride beni bunaltan sıcaklık ile dans ediyor soğuk. Yüzümdeki tüyler dahi ürperiyor. Gözümü kapatıp hissizleşmiş ruhumu iyileştirmeye çalışıyorum. Hiç iyi bir doktor olamazmışım, yeniden anlatıyor rüzgar bana. Belki de bu yüzden kazanamadım. Ne tıbbı ne hayatı… Yatağıma dönüyorum. Üstüne koyduğum valizin derisi atmış. Yırtılıvermiş gibi acı çektikçe. Benimle birlikte kaç sokağın tozunu yutmuş kaç kez evim olmuştu. Şimdi ne kadar yırtılsa az. Rüzgar beni kandırmadan önce valize koyacak eşya arıyordum en son. Bu odada ne elbiseler bana aitti ne dolap. Valizdeki tek hakimiyet kitaplarıma ait. Kitaplarımı giyeceğim, kitaplarımla doyacağım, kitaplarıma ağlayacağım. Kabullendim. Altını çizdiğim, altında ezildiğim,üstünde gezindiğim ve acımasızca düşebildiğim cümlelerde konaklayacağım. Ben böyle rendelendim. Çarşafı kirletmiş valizimin tozu. Aylar oldu çıkmadı yatağımın altından. Sürüklendiği yetmiyormuş gibi unutulmuştu bir de. Yatağı önemsemiyordum artık. Kirli hayatların delirttiği bunca insanı beyaz çarşaflarla kandıran onlardı. Şimdi temizlenirdi nasıl olsa benden sonra. Beyaz önlüğüyle giriyor içeri... “Evet, 582... Hazır mısın?” 582. Adım ve soyadım. Hazır mıydım? İnsanın bunca ay saklandığı bu kabuktan çıkması için ne kadar hazır olması gerekirse o kadar hazırdım. (Hazır değilim,bu gerçek dünya beni korkutuyor.) Bu kapıdan başka kapı açmamış,bu insanlardan başka insan görmemiş, bu uzun duvarların ardını siyaha boyamış biri ne kadar hazırsa o

11


hazırsa o kadar hazırdım. (Hazır değilim, kapılar inliyor beni görünce.) Belli belirsiz kafamı sallıyorum. Olmasam kovulacaktım biliyorum. En azından kendi rızamla gidiyor gibi görünüyorum. 582 güçlü ayrılıyor bu koridordan. Valizimin tekerleklerinin çıkardığı dayanılmaz ses haricinde hiçbir ses yok koridorda. Önlüklü kadın da yok. Ben ise dilini bildiğim kapıları son kez açıyorum şimdi. Bu bir vedalaşma merasimi. Adımı bile sorgulamadığım bu yerden çıktıktan sonra ne yapacağım bilmiyordum. Hangi sokak daha soğuktu? Koridorda bir başına dolanırken yine o önlüklü kadın göründü. Koluma girdi, o da biliyordu gerçek dünyanın bana ağır geleceğini. “Çıkışa gidiyoruz.” Gidiyoruz. Demir kapı gürültüyle açılıyor, korkuyorum. Önlüklü kadının eli omzumda duruyor.

12

“Geçmiş olsun.” Eli düşüyor omzumdan, itekliyor beni dışarıya. O ve kara bina beni böyle uğurluyor işte. İtekleyerek... Ayağımı demir kapının raylı yolundan geçirerek dışarı atıyorum. Çat. Kabuğumun kırılma sesi kulaklarımı çınlatıyor. Kaçtığın dünyaya düştün işte 582. Arkama bakıyorum. 6 ay önce bu kapıdan zorla girişim sahneleniyor adeta. “Ben deli değilim!” diye bağırışımı tam da deliliğin dibini sıyırırken. Kocamdan yediğim dayaktan sonra delirmiştim belki ama kocamı terk edip sokakta yaşarken, elbisemin ağırlığını sevmeyip çıplak dans ederken, ülkenin yönetimine küfrederken, camın arkasındaki yaramaz çocuklara dil çıkarırken, gülerken deli değildim. Adımdan daha çok bildiğim sokaklar vardı şimdi önümde. Çok uyumuştum kaldırımlarında, çok doyurmuştum karnını karıncaların, yollarına simit dökerken. Çok ağlamıştım kirli duvarlarına yaslanıp geçmişi anımsadıkça. Yanımdaki üç kuruş parayla bir poğaça alıyorum sıcak fırından. Yedikçe büyük parçalar da atıyorum yere. Almaya gelen karıncaları okşuyorum. Bir çocuk geçiyor yanımdan. Üstüne sinmiş evindeki mutluluğun kokusu. Gülümsüyor. Annesi çekiştiriyor kolundan. “Gel kızım, o deli. Bak bastığımız yeri okşuyor.” Karıncalarımı görmüyor. Ama kız


hâlâ gülüyor. Gülüşlerini cebime koyuyorum. Dövüldüğüm o eve düşüyor yolum. Evimin enkazlarıyla karşılaşıyorum. Üstlerine basıyorum ağrıyan duvarların. Bu sefer de kalbimin kabuğundan geliyor sesler. Tanıdık bir köşe buluyorum. Elime alıyorum. Yürümeye birlikte devam ediyoruz. Yollar uzadıkça biz küçülüyoruz. Geçtiğimiz yol inşaatlarla dolu. Küçüldükçe de daralıyormuşuz. Sokak öğretiyor. Çıkıyorum bir inşaatın en üst katına. İnsanlar beni gördükçe toplanıyor. Acıya seyirci kalmak son zamanların modası. Bu bir intihar değil ama kalabalık hoşuma gidiyor. Elimdeki taşı kaldırıyorum göğe. Ben bu taşın üstünde dövüldüm biliyorum. Yığıldığım köşe hatırlattı kendisini onca yığın içerisinde. Beni kimse anlamasa o anlar artık. “Ben deli değilim, deli olan bu taş işte!” İlk tokadımı yediğim o köşe ilk tokadını yer gibi düşüyor yere... Bu bir kabuğun cenazesi.

13


14


08 Girdap Zack Unthatow insanlara bakıyorum çevremde dönüp duran insanlara dönüp duran olaylarla ve kafam almıyor gerçekten gerçekten kafam almıyor olan biten hiçbir şeyi olamayan her bir şeyi …ve sonra adamın biri gelip yanıma oturdu. bir şarapçı. elinde bira var. “rahatsız etmiyorum değil mi?” diyor. rahatsız ediyor aslında. fazlasıyla rahatsız ediyor her şey. insanlar. rahatsız eden insanlar. rahatsız etmekten çekinmeyen ama özür dilemeyi marifet sayan insanlar. bu tip bir özrün, bir bok parçası kadar değeri yoktur oysa. en azından benim için yoktur. ve benim için önemi olmayan her ne varsa, diğer herkes için hayati bir değer taşıyabilir. buradan başlayabilir, kendini toplumun dışında hissetmek. ama sorulacak olursa eğer, “sen bir toplum dışı mısın?” diye, “ben niye toplum dışı olayım, toplum benim dışımda zaten.” diyebilirdim. arada bir fark yok gibi görünüyor, önem verdiğim her şeyin varlığı ve yokluğu arasında da bir fark yokmuş gibi görüyorlar. ve sonra oturup yazıyorsun. ve sonra, sırf yazdığın için, birileri tanışmak istiyor. yolda görseler yüzüne bakmayacakları biri oysa girdap, dikkat çekmez, ve aldırmaz da buna. birçok şeye aldırmaz. aldırdığı şeylere de insanlar aldırmaz. burada bir terslik var. var olan her şeyde bir terslik var ve baş aşağı yaşamaktan sıkıldım. parçaları eksik bir yapbozum ben.. anlaşılması güç bir bütünü toparlamaya çalışıyorum. sonra işin içinden çıkamayacağını anlayıp “tamam buraya kadar” diyorsun. oysa sadece bir mola bu. asla işin içinden çıkamıyor ve yine de “buraya kadar” diyemiyorsun. iş mesela. istifayı düşünmekle geçirilen günler. intiharı düşünmekle geçirilen geceler. sonra ertesi gün. sonra daha ertesi. eve geliyorum. tütün bitmiş. sigara saramıyorum. gecenin bir yarısı. ve o sigaraya ihtiyacım varmış gibi hissediyorum kendimi. ve beş kuruş para yok evde... kalmamış... anlıyor musunuz? biten her şeye, ihtiyacım varmış gibi hissediyorum zaman zaman. biten aşklar gibi. ya da ölen insanlar. bazı zamanlarda sırtımı sıvazlamalarına gereksinim duyduğum halde, ölmeyi seçmiş olanlar. ve sonra, olmamalarını yeğleyeceğim insanların bir çember oluşturması etrafımda... kendini baskı altında hissetmek. bir sigaraya ihtiyacım var. evden çıkıyor ve alsancak’a iniyorum. yürüyerek. epey sürüyor yol. varıyorum alsancak’a. sikik faizleri ile birilerini zengin ettiğim kredi kartından bir onluk asılıyor ve gidip bira alıyorum, nakit çekiyorum yani, yine faizleri götüme

15


girecek biliyorum... bira, sigara, bir de ‘zamanı biraz ileri alma tuşu’. çimlerde oturuyor ve içmeye başlıyorum. yalnızım. hafiften yağan yağmur. adamın biri geliyor, “rahatsız etmiyorum değil mi?” diyerek, yine parayı kaptırdık amına koyayım” diye düşünüyorum, içimden gülerek… başlıyor konuşmaya. bir üniversitede öğretim görevlisiymiş. boşanmış. hapse girmiş. falan filan. şimdi sokaklardaymış. iyi de bana ne bunlardan. belki ben de bir on yıl sonra senin gibi olacağım. ama kaybeden olmak kolaydır. ve zoru seçip kazanmaya çalışıyor bile sayılmam. sadece hayatta kalmaya çalışıyorum ben. öyle ya da böyle, burada bulunmak. bir şekilde. iyi veya kötü. hiçbir önemi yok; akıp giden zamanın, saçmalıklar ordusunun üzerime sümkürdüğü pasın, pas geçilen fırsatların, kaybın ya da kazancın. ama onların yerinde olmak istemiyorum, onlar gibi sokaklarda yaşamak istemiyorum. ama sizin gibi de yaşamak istemiyorum… “serserilik yapmaya herkesin maddi gücü yeter.” diyor ambjörnsen ve kesinlikle haklı olmalı. ve maddi gücümün yetmediği bir hayatı yaşamak zorundayım. ve sigaralar geliyor üst üste. sonra lavuğun birinin, maddi sorun ve sigara üzerine verdiği vaaz geliyor aklıma.

16

“madem” diyor bu lavuk, “kazandıkları para yetmiyor, o halde niye sigara içiyorlar?” “evet” diyorum ona, “haklısın, sadece senin gibiler hak ediyor hayatın tüm zevklerini tatmayı, bizler sadece çalışmak için geldik buraya. küçük dişliler...” sonra şarapçının söyleyecekleri bitiyor ve asıl konuya dönüyor. (bu arada, şarapçı ile sigaraya dair vaaz veren tip farklı.) “biraz paran var mı, ekmek alıcam” diyor şarapçı. veriyorum ona biraz para ve uzaklaşıyor. ardından biri daha gelebilir. ama önemli değil. öyle bir hayatı yaşayabilecek kadar düşüşteyse ruhları, biraz bozukluğu hak ediyor olmalılar. “başkalarının sırtından yaşıyorlar” demişti başka bir lavuk da, şarapçılar için. şişe topladıkları için demişti bunu. “senin burada ve onun orada olması sadece şans eseri” dedim. “şans değil, azim” dedi. diyebilir. herkes her şeyi diyebiliyorken, sen hiçbir şey demeden susarsın. ve sonra onlar, dün küfür ettikleri insanların boynuna sarılırken, beklemeyi sürdürmeye karar verirsin. orada burada sızarak, hep aynı şeyleri yazarak... içmeyi sürdürdüm o gün. ve sabah olduğunda, çimlerin üzerindeydim. sabahın altısıydı. üşüyordum. sızmıştım orada. üşüyordum gerçekten. ve ayağa kalkıp üzerimi temizledim. bir sigara yaktım ve ileriki bankta bir adamın bana el salladığını gördüm. dün gece para verdiğim moruktu el sallayan. günaydın, dedim. günaydın, dedi. yanına gittim. “iyi bir hayat değil bu evlat,” dedi bana, “vazgeç bundan.” “her zaman yaptığım bir şey değil moruk” dedim, “arada sırada benim de sokakta sabahlamaya ihtiyacım var.” “evin var o halde?” “bir işim de var, acilen otobüse atlayıp gitmezsem geç kalacağım.” “ben buralardayım” dedi, “deniz güzel değil mi?” “güzel.” dedim.


“en azından denizim var” dedi, “görüşürüz sonra, seni tutmayayım.” “görüşürüz.” dedim. görüşürdük belki. denk gelirsek. eve gidip, yüzümü işçi sıfatına getirdim. iş yerine varınca bir alete basacağım kartı aldım yanıma ve evden çıktım, servis durağına doğru…

17


18


YA R A Egemen Memçe Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı. Kaşı.

19


H AYA L A L I Ş T I R M A L A R I - 9 Serkan Üstündağ “Dağ gibi adamdın... Belki hâlâ da öylesin... Şunu mu getireyim?” “Evet, sana zahmet... Şuraya taktık mı tamamdır... Heh, oldu işte!” “Sen demiyor muydun ‘Yaşadığımız dünyanın sadece birer organelleriyiz. Hayatımızda, içerisinde bulunduğumuz organlara hizmet etmekten başka hiçbir özelliğimiz yok.’ diye? Senin içinde bulunman gereken organdan kaçmıyor musun şu an?”

20

“Kaçmak mı? O nasıl laf öyle, arkadaşım? Ben, bulunmamam gereken bir yerde fazlasıyla zaman geçirmiş birisiyim. Hatamı fark ettikten sonra burada durmamın ne anlamı var?” “Sen benim kahramanımsın! Ne demek hata ediyormuşum?” “Çocuk... Sen büyüdün artık. Git arkadaşlarınla oyna. Baban sana varoluş hakkında bildirgeler okumak yerine, senin yaşıtlarına genelde okunan masalları okusaydı, ayrılığımız böyle olmazdı. Hatalı olan baban değil, ona sakın kızma. O, seni, etrafında bulunabilecek hurafelerden arındırmaya çalışıyordu. Ama bana bir bak! Pili bitmiş bir oyuncak ayıyım! Sen? Sen ise koca bir adam oldun!” “Henüz dokuz yaşındayım.” “İstersen otuz dokuz ol! Ben buralardan gitmezsem, bir şizoid olmaktan öteye geçemeyeceksin. Git yaşıtlarınla oyna. Onlarla ilgilen. Onlardan ilgi bekle. Kavga et. Gül ve eğlen. Hayatını paylaş ve sana hayatını paylaşmayı öneren elleri geri çevirme. İnsan doğasında bu var! Tartışmalar monolog olduğunda çok kolay, çünkü pilli bir ayıcık seninle aynı fikirde. Git ve sana karşı çıkanlara haklı olduğunu göstermeye çalış!”


“Hayır!” “Ne demek hayır? Aynı maddelerden meydana getirilmiş olan aslan ile ceylanı düşün. İkisi de ete kemiğe bürünmüş. Fakat! İkisinin de görevi farklı. Sen hiç gördün mü, ceylan yemek yerine tüm hayatını düşünmeye, hayal kurmaya adamış bir aslan? Bu ortak realitede barınabilmek için bazı sorumlulukların var ve eğer bunları yerine getirmezsen, açlıktan ölen bir aslandan farkın olmayacak!” “Hayat çok zor...” “Hayat zor falan değil, arkadaşım. Zor olan, başlamak. Şimdi senden tek isteğim var. Yaşamaya başla ve fikirlerini benimle değil, arkadaşlarınla paylaş. Belki sana saldıracaklar ve belki de seni çok sevecekler. Bu önemli değil. Ortak realitede bulunan toplumun içerisinde varlığını hissettirmektir önemli olan. Bas şu düğmeye!” “Çok saçma... Bunu yapmak istemiyorum. Seni o hâlde...” “Bas dedim!” Çocuk düğmeye bastığında, cızırtılı mekanik bir ses oluştu ve bir çocuk şarkısı çalmaya başladı. Ayıcık kollarını ve kafasını hareket ettirerek, dans ediyormuş(!) havası veriyordu. Çocuğun gözleri doldu. Annesi her zamanki gibi kapıyı çalmadan odadan içeri daldı ve “Yine bu aptal oyuncak! Geçen hafta onu çöpe atmamış mıydık?” dedi. Çocuk yastığın altına gömdüğü kafasından, sessiz gözyaşlarını yatağına süzdü. Babası bu gürültü üzerine odaya geldi ve oyuncağı alıp “Oğlum, ben ne için uğraşıyorum, sen ne yapıyorsun!” diyerek dışarı çıktı. Ayıcık haklıydı. Başlangıçtı zor olan. Şu önyargı kabuğunu bir yırtıp atabilse, gerisi zaten akıp gidecekti...

21


G I D E B I L IŞ Ezgi Yılmaz

22

“Bu düzen size insanlığınızı unutturacak.” diyor Edip. Bu cümleyi o kadar çok tekrarladım ki içimi duymaya çalıştığım kalabalık caddelerde. Gittiğimiz okullar, çalıştığımız işler, içine girdiğimiz rekabetler, bu iğrenç korna sesleri… Hepsi ne kadar da engel içimizde çiçekler yetiştirmeye, her yer ne kadar gri. İçimiz ne kadar gri. Olmuyor. Güneş almıyor bu çiçekler. Sanırım yerini sevmedi. Annem olsa böyle derdi herhalde. Diyelim bir müddet inat ettik, nadasa bırakma vakti değil, dedik. Gidişlerle mümkün bu. Hep bir gidiş, asla varamayış. Nereye varmak istiyoruz? Hiçbir yere. Nereye varmak istiyoruz? Her yere. Yollar uyumsuzluktur. Yollar başkaldırıdır düzene. Saatlerce susup, günlerce tanımadığın insanlarla konuşursun. Yolda karşılaştığın insanların bahçesi zengindir. Nasıl bunlar gibi düşünemedim diye bir süre hayıflanırsın. Tanımadığın her insandan tohumlar ala ala ilerlersin böylece. Bir yere varana kadar böyledir. Biriktirdiklerin büyür, yeşerir. Tamamen farklı görünen her şey bir bakarsın nasıl da tanıdık, nasıl da senden birer parça. İçinden kaçıp içine varmaktır bu. Simurg’u aramak için yollara düşüp, Simurg’un sen olduğunu fark etmendir bu.


23


24


25


G ayr i D aya na m a m Selma Cengiz Ona gidememek cüz bir hadise İpe gerilmiş kâğıtların başında yüzüyorum Harflerin habercisi –suskun izliyor Vurulan bir kapı nasıl da tutuşur –habersiz Kalabalık bir sokak yutkun yutkun bitmez Ağaçların ağlayışını duyabiliyorum –gayri dayan Dalından kopmuş bir esintiye mahzun durur birileri Gider ve dönmez geri

26

Maviliğimi bulduğum vakit, yüksek tepelerin özü olacağız Eyle Eyle


H a nna h M y Love İdil Elvin Çavuş pastörize süt gibi yanlış bir şeyler var şehir havasında gövdenin altında duran bacakların gibi ülkesi ve milliyetiyle bölünmez bir sütun sağ bacağın, sol bacağın öylesine başına buyruk, öylesine gerilla rüyalarımda kesip mi atsam vücuduna mı katsam bilemedim diye eğilip bir de aşağıdan bakarken gördüm yerdeki harfleri yakılmış gazete sayfalarından geriye kalan. toplayıp harfleri sözcük yaptım da satamıyorum sözcük satılır mı hiç mesafeli kaçış sözleşmesi kutucuğu işaretlenmeden? Halbuki saçlarının izdüşümünden bulunduğun konumu bulan Bir bugünde yaşıyoruz Neden en başından yere eğilip İbadet ederek bacaklarına Harf toplayıp sözcük yapıyoruz? Sonra Neden Kulağıma fısıldar gibi cürretkar Bağırıyor Arendt “kötülük sıradandır”

27


28


Te st a Suhan Lalettayin Hazzın kulunçlarında muhafaza ettiğin eriyik haldeki kinsel organ Nizam-ı aleme sebepsiz bir sonuç bağışlar / ayazdan değil yalnızlıktan koruyamayacak çekirdeğini altında ezildiğin cinsel yorgan Mahalleli camlara çıkacak / pençesinde apatinin kavruk kıvrak töz Hatırlanmayacaksın.

29


İ nsan Avı Beste Naz Karaca dünyaca suret içinden seçtim kabanlı güneşi karlı yıllar, susuz asırlar; hepsi birdi. nevresimlerinde tecrübenin makas izleri ne dedimse dikemedim, elimde iğneler, başlarına toplandım rengârenk toplu iğneler, kalakaldım. bir alyans erittim; çapı Ilgaz boynuna taktım tepelere tırmanan herkesin. parlasınlardı, ışısınlardı.

30

bir mavi gök ki kaybetmiş güneşini olta sallar yere; insan avı. bir güneş ki terk etmiş evini sırtında kabanı meczup; yaşam rehini. alyans parladıydı gözlerim yandı inci teyzenin astığı kaymak akı külotlara bakınca da böyle yanardı. ‘işte böyle ziyacığım..’ ne çıkar kendimi assam inci teyzenin çamaşır ipine ne çıkar yıkasam ellerimi naftalin kokan tuvaletlerde ne çıkar yahu ne çıkar güneşle göğü toplasam? denizin ağzından bir türlü ulasam; damağım kanar. desem ki evinde fazladan umut olan gelsin; damlar yanar. bu şarkı bitmez tükenmez, üstelik ucu da sivrilmez. en iyisi gözlerim yansın ellerimin karası gerdanıma varsın güneş kabanıyla kalsın mavi gök olta sallasın,,


Akşamüstü Vakti Somun Ek meği Gökmen Yener Sükun vurur aç karnına Oklava döner durur. Bu bir gri-bakır güğüm sendromudur. Şimdiler Ademi’nin galaktik acısı budur. Ki bu acı; Bitimsiz üşümekli, ecelsiz bir kedi doğurur. Dağılır iç organları kozmos’un İnak’sız ilk gençliklerin tüm gizli at’ları yüzümüze püskürür. Gömülür kendi içine; Gaibi, Asya tipi halet-i ruhiye. Ölümün yetemediği bir aşk ile; Annem Muhammedi bir dedektif beni arayıp durur. Çünkü evimiz; Abril temelli bir ilkbahar kondudur. Çünkü küçük kardeşimiz; Bir akşamüstü vakti somun ekmeği kurdudur. Ve civan babamız bir uzak göç memurudur. Vesika tutar sol eli. Ve sol ayağı ile Kudüs’ten Constantine’ye yürür. Artık kainat; İki karanlık ormanın birbirine sürtünmesinden doğan mercan bir vaşağın kurgusudur. Ve depreşir korku yığını. Volkanik bir pars’ın açlığı konuşulur. Encam’ı ortanca oğlu döş tümseğinden sarkan baba. Ve büyük ağabey’i karnına yaslı ortanca oğul. Ilık bir Abril ay’ı, güneş kokan bir bebek. Anne sütünde boğulur.

31


Dil Alto Kerem Advan

32

çünkü düşünülmez imiş o vakit midesi boş bir ahlak ne aldımsa geri vermek istedim dünya’ya alim allah tolerans sıfır bu gibi şeylere net yeni bir duygusun ama şuradan şuraya adım adım atacak hâlim yok burayı doldur peki kısa yoldan doyduk bugün yine işte ince düşünmek de gerek huysuz ve kusursuzduk hava yeterince gergin değil mi senin için tahminen üzer çok üzer bizleri böyle bir vaka şurada bir es vermeli çok da fark etmesin hemşoluk öldü veya dışarıdan da bitirebiliriz hiç ağlamadım biliyor musun hep acıktım yirmi üçünde bir erkek ve güçsüzüm zümrütlü bir castafiore adeta ama bu bir propaganda unsuru olmamalı startup’ım kriz yönetiminde bir marka mı dersiniz tadını çıkar vahlar ki ne vah bir akış geriye dönüş yalancıktan parmenid okyanuslar bence düpedüz kişiliksiz üç vakte kadar barışıyormuşuz senin gözünde yattığım yerden cebimi dolduruyorum okey yazdım bunu kaba hesap makineleri entelektüel sermaye sizi hep bunlar harcadı artçı misillemelere karşı trendler geliştirdim kendimce dahası yok güneşlenmeyi sevmedim ki kötülüğümden değil o kulisler yaramaz sana bilesin bir sınır tayin edilsin sopalarla köstebek avlarken pata küte sene kaç 98 harika bir denge tutturmuştuk ve layıkıyla iş yaptınız siz ne menem insandınız en güzel gelini kimler öptü


Şizof Rengi Necip Fazıl Say Kaderimin bir terör örgütü gibi, hayatıma her an bir patlama Her an bir silahlı saldırı, her an bir pusu düzenlemesine Artık katlanamıyorum, eskisi kadar iyi bir çekyat değilim Tutunduğum dalların aklı Beni kendilerinden koparmak için çalışıyor Sandığım gibi yürümüyor dünya işleri Sormuyor gelenler, giden kim diye Önemsemiyorlar, burada durup ne yaptığımı Önemseseler de önemi yok aslında Öyle elinde bir kitapla ortaya çıkıp Bu cahiliye devrini bitirecek meziyetleri olan biri değilim Sade bir sehpada duran basit bir gramofonum Plağı olan söyletiyor beni Atom bombasına alternatiftir, sevdiğinden duyacağın bir kötü söz Söylenecekler söylendiğinde yaşanacak bir yanım kalmadı Bir türlü toparlanamıyorum, Japonlar toparlanmış İnsanların geniş boşluklarını doldurdum dar zamanlarda Geniş boşluklarım olduğunda daralttım insanları Elimde tabancam vardı, insanlara barıştan bahsederken Elimde insan kalmadı, tabancam hala var, Hasat zamanı geldiğinde ürün veremeyen tarlalar Hislerime tercümanlar, aynı dili konuşuyoruz Tanıyamıyorum kendimi, zihnim iyi bir sihirbaz Dilime sihir kelimelerini getiriyor; hokus pokus

33


Bana “ne” İthaf sevmedim, sevmeyeceğim bu oyunu var onun ceplerinde hep kenevir tohumu size uyup hap atıp delirmedikçe bu normal çünkü line’a bağlı kal ve rhyme’a yağdı kar yo, kalmıyorum diyorum burada daha fazla yok olmuyorum aslında çenemi kapatınca e deva bu muymuş, dertle boşa yorulmuş kafası a, dahası el değiştirmiş davası, hep boşaymış tafrası yani kısaca çekmiş ipini ve sonu yakın hadi alkış ve başınızı da sallayın

34

önünde olacağım pek çok zaman esasen, ama yine de yanacağım ve takılı be bu kanca aklıma haşa ben de bi yalana kanınca, burada durdukça yeniden okudukça, deliririm kanımca. açtım içimi, kırıldı yıkıldı döküldü damla damla kahrettiğin sarıldı, yılıştı ve yok oldu, dolandıkça. içte var aslında pek çok ses ve bittabi nefes her seferinin hep sonlarında çatışma, kayıp ilanı elden ele, nerede yatışma neredeyse satışına hak diyecek, eli kulağında inlerindeyse yanıcı melekler, deli gene yolunda. yanık delik! küf, mantar, mabet ve et şenliğine ey! kronik bulantı! kör, yular ve uluyanların drav çığlığı! hep aynı solgun dilemma, kör bi mikser, bahaneler beni hep yaralar, biraz canı varsa hep dalar, dilleri artık telmaşa, ben yokumu bu yola bayağı bi yaydım sanki canki bi numara, övgüsüz ve oyunsuz, yükselerek bu linçlerden sezgisiz ve duygusuz, yoğrularak etlerimden kentlerinde sotalananlar artık gezerken ellerinde elekleriyle etekleriyle, ateş hatlarıyla ve zerk ederken millet yağlı lafları tenlerine tel tel işlediğim ne varsa, geri çekmeliyim artık melek!


pusla beraber içime çöken ne, baktıkça uçuran beni, ne alışacaksın, bırak aksın ruha devanın sir’et sirayeti ah’larımı ilettirip aklımı çalan ve algı, yangınım olmalı neyse bitsin artık, çalmasın daha hüzünlü sikleriyle bitap düşene kadar kovalayanlara çok söz yok görece kör bu cendere, dinle alık! alık aklı sattı üç lafı ve yine aklınca beş aldı oysa tüysüz akımın kayışları bayağı boşaldı.

35


Anti- K apitalist Sevmek Adem Fatih Kılıç hangi otobüs durağına giydirilir öyle sevmek ayağı kaydırılan hangi yıldıza bir dilek hakkı verilir elmaya düşse bile hangi adem ki o düşler dünyayı hangi bankamatiğe sığdırılır sevmek şakaklarında yavru tay koşuları boynun pek hipodrom koynuna koyun vermeyen uzayın neden bir cisim yanaştırmasında gözün omzundaki göle

36

bizi ayıran tüneller değil suçlama artık operatörleri bu yığın yükü yıkma akbillere, pasolara, dolmuşlara biz bir kavşakta yalnızlığa dönüyoruz yalnız öpersen, ramak kalır dansa beni yalnızlığımdan kaldır, ser dar sokaklarının boşluğuna.


İçimde Alelade İstif lenmiş Bir tak ım Şeyler Fahri Küçük İçimde çok sesli bir çalgı gibi dans eden karanlık İçimde karanlığı aralayıp mavi ellerinle ateş almaya gelen sen İçimde saatinde kalkmayı bilmeyen, minibüs gibisin Kim bilir kimlere geç bıraktın beni İçimde keskin sözceleriyle, sevmekten korkan daha başka kadınlar İçimde paslı, bozuk para utangaçlığı İçimde Müjgan’ını arayan Sadri Alışık sulu gözlü bir hayata İçimde altınları çalınmış geniş avuçları çıplak kara kabuklu Afrika İçimde bavullarını toplamış bir dilek ağacı Kim bilir kaç kelime boğazımı aldı şimdi İçimde özerkliğini ilan etmiş birkaç paragraf başı İçimde kumar masası arayan, ceplerinde filozofvari sorularıyla bir düzine Rus şair İçimde tanrısına küsmüş, aşırı alıngan birkaç Kafka İçimde halkını terk etmiş bir Yunus İçimde çölde devesini boğmuş deli bir veli İçimde yılgın, öksüz bir tay İçimde hayaları ezilmiş malulen emekli bir pornostar Kim bilir kim sayacak emekli ikramiyemi İçimde kalabalık bir cenaze yorgunluğu İçimde firarların harladığı temizlik şirketi cehennem İçimde sabır ören cennet annem İçimde katmanlarıyla arası bozuk ruhu yuvarlak bir dünya İçimde her bir kuruşu bozuk bir liralık bir hayat İçimde nar gibi parçalanmış yirmi üç tane fuzuli yıl İçimde loş ışıklı, dar odalı bir yeraltı meyhanesi İçimde alelade istiflenmiş birtakım şeyler sıkışıyor Şu kadehi bir içimde bitireyim de kusmadan kalkalım

37


K alemim Konk av Yalım Aydın alabildiğine karmaşık bir work-up, uçsuz bucaksız ussal tekellemelerim yer altını yer üstünü yeryüzünü, tüm alemi baştan aşağı terk edişim bir güzel hayal ama terennümle belirt isterim bunu.

38

belirtirim, kalemim konkav bel altı rahatsızlıklarının tümüne tercüman olur bütün morluklarını giderir karın bölgendeki en çok açlıktan ve alçaklıklıktan kaynaklanan karanlık sokaklarda anlatmadığın açlıkları, açıklıkları. benim kalemim böyleyken, piyasaya peşkeş çekip, anaakıma karşı duruş sergileyenler rant için, belediye veya devlet destekli, hiç olmadı tekel kitabevleri kapılarında sabahlarlar. sözde herkes adam gibi karşı çıkıyordur popüler kültürün bize dayadıkları boyalı basında bile yer alıyorsa tavrın samimi değil. yaptıkları boyalıyken renk ekler paletine boya seçer veya haremine cariye.


Beni Silme Seni Bir Can Küçükoğlu yanan derdimize çık diyoruz ölümce kaldığı yerden devam eden oyunlar oynatmış çocuklar olarak lafları topraksız yetiştirmeyi.. yapay mı kalp! suni mi çim! modern mi köle! amanın. bulutun komple düştüğünü… düşüncemiz var halinden düşerekten tammamını gördük yalan ebeliğimizin sen biz’li dünya isminden kaynaklanasın diye gördük, diyoruz, yaparızvari şahıslar olageldik ve çocukluğun canlı yayına gerilmiş geceler şairlerden uyuyabilsin arzı ile yaşayamayacağımızı yazamadık ve sustuk yaşayamadığımızı sen uğursuzluk diyeme yüzündeki mahçup penslere amanın incinir sevimsizliğimiz biraz twerk geç bu haraziyi boş yok icat edilmeden önceki cips paketlerinden tasoluları ayıklamamış gibi bakma gözünü seveyim

39


Depremzedeyim, Deva? Ayça İşbilen

40

bugün acının adresi; açık bir yara. -açık adres vermeyelim demiştim ama! -merak etme, pek açık vermedim. çekilen kanın, sadece fragmanda verilecek. zaten; seni kimse bulamaz bu izbe yarada bir başına. ve fakat, biliyorum ben, kaldığını oluk oluk akan kanlar arasında. iyisi mi kabuk bağlamayı sökene dek, bir palto ile iktifa et. başarabilirsen şayet ben de kutlarım ihtisasımı, istihza ederek! küçük, muttarid, muhteriz konfetilerle. iftihar ederiz, anadilimizde biten tüyleri serpiştirerek! koruyacaktır seni kaziyeler, beni taziyeler. merak etme, seni kimse bulamaz bu izbe yarada, bir başına. ve fakat; biliyorum ben, biteviye çelmeler takıldı biteviye emekleyen bacaklarına. işte böyle suluyor hafızaları, bir düğün fotoğrafı misyonuyla “baş olan ayaklar” ordusunun: allah bir kabukta kocatsın ağızıyla. yarabbim sen büyüksün! durdur geçen zamanı da hiç olmazsa -lentiselimizdenanlaşılamasın yaşımız.

zira bu, tahmin ettiğinizden çok daha derin bir mesele. bir, an meselesi. tek bir hamlede, uğursuzluğumu, yarana hamlettiğimden bugüne peşimi bırakmıyor ki hamlet! tüm mesele bu. işte yitiyorsun yavaş yavaş merak etme; evvela seni kimse bulamayacak, bu izbe yarada, bir başına. ardından paltonu devrederek kabuğunu bağlamayı söktüğümüz yaranda var edeceğim seni. işte asıl mesele bu. -itiraf etmeliyim en çok da akrofobini yendiğin için, sevinç naraları atacağızmeğerse tüm keramet, paltodaymış be gogol! kim kandırdı bizi? eh barış abi aşk olsun. giydirebildik mi çıplaklığı?


41


Elephant Analiz : “ Beni Tak ip Et K amera” Emre Emrem Giriş

42

Doğayı görüp anlamlandırmaya çalışma isteğinin, bir süre sonra insanlar için ilgi odağı olmaktan çıkan bir şey olduğu görülmektedir. Belki de bunun nedeni doğada olup bitenlerin bir döngü halinde kendini tekrarlamasıdır. Günler, mevsimler belirli aralıklarla aynı şekilde ortaya çıkar. Bunun vazgeçilmez sonucu insan merkezli bir dünya algısı mıdır? Jean Louis Baudry, optik aygıtın gelişim sürecini geomerkezci bir görmenin insan merkezli görme biçimine dönüşmesiyle açıklar (Baudry, 1970). Dolayısıyla kameranın yansıttığı görüntüler de insan odaklıdır, başka bir deyişle kamera, kaydettiği görüntüleri, o görüntüleri izleyen öznenin bakış açısına göre şekillendirir, sinematografi bu ilişki içerisinde bir anlam yaratır. Bu durum ise anlamın kamera aygıtı üzerinden bir kişinin bakış açısıyla yaratılmasına neden olur. Dolayısıyla sinematografik herhangi bir anlatım, özne ile temsil ilişkisi içine girdiğinden ötürü ideolojiktir. Ana akım sinema ya da Hollywood sineması, ideolojik olarak da estetik olarak da standartlaştırdığı çekim açılarında, kurgusunda ve senaryosundaki biçimsel özellikleriyle alışılagelmiş bir kamera-izleyici ilişkisi yaratmıştır. Bu uylaşımların dışında bir hikaye anlatımına sahip filmleri karşıt sinema olarak tanımlamamız mümkündür. “Elephant” filmi de karşımıza bu bağlamda bir karşıt sinema örneği olarak çıkmaktadır. Kraucer’in tanımladığı bir filmin temel ve teknik özellikleri, Gus Van Sant tarafından ana akım sinema dışında bir gerçeklik oluşturma doğrultusunda kullanılmaktadır (Kraucer, 1960). Filmdeki çekim ölçekleri ve planların uzunluğu, kurgunun ise bu uzun planlar içerisine girmeden sekanslar arasındaki devamlılık hakkında seyirciye ipucu verir şekilde yapılması, karşımıza ana akım uylaşımlarla sabitlenmiş, anlam oluşturma pratiklerinden oldukça uzakta bir anlatım biçimi ve estetik çıkarmaktadır. Diğer taraftan bu beklentiyi bozacak şekilde kurgulanmış ses ve müzik de “Elephant” filminin seyirciyle nasıl bir ilişki kurduğunun gösterenleridir. Gus Van Sant’ın, 1999 yılında Columbine Lisesi’nde gerçekten yaşanan bir katliamı filme uyarlaması, gerçeklik ve ekranın optik gerçekliği arasında bir bağ oluşmasını sağlamaktadır. Ancak bu bağ içerisinde, sinematografi ile izleyicinin edindiği konumun üzerinde durmak filmin yarattığı gerçekliği anlamlandırmada


etkili olacaktır. Film için oluşturulan kurgusal bir mekan, lise, içerisinde kamera hareketiyle kendini ekran karşısına bir takipçi olarak konumlayan izleyici ve “beni takip et kamera” diyen oyuncuların yarattığı gerçekliktir burada söz konusu olan. Kamera Gözü Elephant filminin başlangıç sekansı gökyüzüne dönük bir kameranın görüntüsüyle verilir. Daha sonradan Amerikan futbolu oynadığını anladığımız öğrencilerin seslerini duyarız ve bu sırada gördüğümüz yalnızca bir elektrik direğidir. Ardından yine aynı kadrajla bir arabanın üzerinden ağaçların teker teker geçtiğini görürüz. Bu planın arkasından üst bir geniş açıyla arabanın arkasından arabayı takip etmeye başlarız. Filmdeki ilk takip seyircinin sağa sola savrularak giden bir arabayı takip ettiği bu sekanstır. Ve aslında ekranda takip edilen nesnenin hareketlerini bir sonuca vardıran tek sekans budur. Sonunda arabadan inen John, sarhoş babasının kullandığı arabayı devralır. Arabanın neden sağa sola çarparak gittiği, ayyaş bir sürücü olan John’un babası ile anlam kazanmış olur. Buradaki kamera ve seyirci ilişkisi sonucunda kazanılan anlamın ise filmin hemen hemen hiçbir sahnesinde karşımıza bir daha çıkmamaktadır. Gus Van Sant’ın kamera hareketiyle konumlandırdığı seyirci, filmin anlatım diline baştaki araba sahnesinin ardından gelen Elias’ın bulunduğu sahnede giderek sabitlenmektedir. Yine benzer bir takip hareketiyle uzun planda çekilen sahnede, Elias parkta yürüyen iki genç çiftin fotoğrafını çekmek için onlardan izin ister. Tüm konuşulanlara ve Elias’ın fotoğraf çekmesine geniş açıdan tanıklık eden seyirci, sahnenin sonunda işini bitirip uzaklaşan Elias’ın arkasından bakarak parkta tek başına kalır. Kameranın doğrudan seyirciyle kurduğu bir özdeşlik söz konusudur. Buna benzer bir izleme, tanık olma, öğrencilerin Amerikan futbolu oynadığını gördüğümüz sahnede de vardır. Kamera sabittir ve geniş açıdadır. Önünden geçen öğrenciler vardır. Hareket kamerada değil oyunculardadır. Bu şekilde uzun bir süre duran kameranın karşısına sonunda bir öğrenci gelir (Nathan) ve seyirci kamerayla beraber Nathan’ın hemen arkasından onu takip etmeye başlar. Bu kamera hareketi, film boyunca birçok karakterle birlikte yapılmaktadır. Seçilen açı ve kameranın karakterin arkasına konumlandırılması, sinematografik olarak film dilinde, ana akım sinemada ya da karşıt sinemada, herhangi bir doğrudan uylaşım içerisinde olmasa da bilgisayar oyunu terminolojisinde FPS (First Person Shooter) tanımıyla kullanılmaktadır. Bilgisayar oyuncusunun FPS türündeki oyunlardan beklentisi ise, eli silahlı bir adam olarak etrafta gezinerek vurulması gereken kişileri vurmak olmaktadır. Elephant filmi, seyirciyi bir FPS oyuncusu konumunda tutarak hem olanlara

43


tanıklık etmesini sağlamakta, hem şiddet içerikli bir bilgisayar oyununun öznesi yapmaktadır. Aynı zamanda Sant’ın, bu şekilde sürekli kullanabileceği bir alan derinliği de yarattığı görülmektedir. Net alanın kimi zaman dar kimi zaman geniş olmasının, kameranın arkasından takip ettiği tek bir kişi olmasıyla önemsizleştirilmiş olduğunu söyleyebiliriz. Seyircinin netliği kameranın teknik olarak sağladığı alan derinliğinden bağımsız olarak takip ettiği tek kişidedir. Bu durum Orson Welles’in Yurttaş Kane’indeki gibi bir alan derinliği kullanımıyla kimi noktalarda benzeşir. Çekimlerin uzun planda yapılabilmesi olanağının her iki filmde de alan derinliğiyle sağlandığını söyleyebiliriz. Ancak Welles’in olayı anlatırken alan derinliğine başvurma nedeniyle Sant’ınki farklılık göstermektedir. Uzun planlar sayesinde ekonomik ve doğrudan bir anlatımın olduğundan ya da oyunun, oyuncu tarafından kesintisiz verilerek yakalanan gerçekçi atmosferin varlığından bahsetmemiz mümkün. Ancak bunun yanında özellikle Sant’ın yakalamak istediği sinemasal bir kamera seyirci ilişkisi olduğu da ortadadır.

44

“…iyi kullanılmış alan derinliğinin yalnızca daha ekonomik, daha basit ve hem de olayın değerlendirilmesinde daha anlaşılır bir biçim olmadığını söyleyerek sinemasal dilin yapıları sayesinde, görüntüyle izleyicinin entelektüel ilişkisini etkilediğini ve dolayısıyla gösterinin anlamını değiştirdiğini söylüyor.” (Andre Bazin, Akt. Zeynep Özarslan, 2015, sy. 175)

Bazin’in alan derinliğinin seyirciyle ilişkisi hakkında dediklerini Elephant için de söyleyebiliriz. Olayın değerlendirilmesindeki anlaşılır kısmı karakterleri birbirinden net bir çekim ile ayırmasıdır. Seyircinin arkasından takip ettiği kahraman dışında, alan derinliğinde görünen herkes başkasıdır, kalabalıktır, gürültüdür. Ancak daha sonrasında bu takip işlemi sırasıyla kalabalık içindeki kişilerden tek tek bazılarına odaklanarak da yapılır. Böylelikle seyirci, her bir karakterin bütün zaman dilimi içerisindeki konumunu, yakın plana ihtiyaç duymadan, bir bütünün parçalarını birleştirircesine görmeye başlar. Elephant izleyicisinin filmle olan, Bazin’in bahsettiği türden entelektüel ilişkisini bu şekilde tanımlayabiliriz. Kurgunun Eşzamanlılığı Burada bahsedilen seyirci-kamera ilişkisi, kamera hareketi yanında kurguyla da verilmektedir. Arkasından takip ettiğimiz her bir karakterin birbirlerinin yanından hangi zamanda geçtiğini fark etmeye başlarız. Fotoğrafçı Elias koridorda karşılaştığı John ile selamlaşır ve fotoğrafını çeker. Bu sırada Elias’ı takip eden izleyici, filmin ilerleyen zamanlarında Michele’i takip ederken de Elias ve John’un konuştuğunu görür. Konuşmalar aynıdır, fotoğraf çekimi aynıdır. Değişen şey, seyircinin Michele’in bakış açısına tanık olması durumudur. Daha önce Elias ve John’un yanından koşarak geçen “bir kız” seyircinin gözünde kimlik kazanmıştır. Ya da başka bir sahnede, John,


okulun bahçesinde kendisine doğru yürüyen Alex ve Eric’i gördüğünde onlara ne yaptıklarını sorar. Eric ona oradan hızla uzaklaşmasını, kötü şeyler olacağını söyler. Bu ana, filmin ilerleyen zamanlarında yemekhanedeki kızların bakış açısından geri döneriz. Bu sırada gösterilen, John ve Eric arasında olacak konuşmanın yemekhanenin camından görünen zamansal belirtisidir. John’un Eric’le yapacağı konuşmadan önce sevdiği köpek çekimi yemekhanenin içinden tekrar yapılmıştır. Böylece John’un köpeği sevdikten sonra Eric ve Alex ile karşılaştığını daha önceki sahnelerde John’u takip ederek bilen seyircinin kafasında, zamansal bir eşleşme sağlanmış olur. Yemekhanede konuşan kızların bu eylemlerini ne zaman yapıyor oldukları böyle bir kurgu içinde tanımlanmış olmaktadır. Birazdan Eric ve Alex katliama başlayacaklardır. Film süresince gösterilen bu eşzamanlı kurgu, Eric ve Alex’in okulda insanlara ateş açtığı zamanda kimin nerede olduğunun, ne yaptığının altını çizmektedir. O zamana kadar kamera hareketi ve konumuyla, karakterleri tek tek arkasından takip eden seyirci, Eric ve Alex okul kapısından ellerinde silahlarla içeri girdiğinde kimin nerede olduğunu biliyor durumdadır. Diğer taraftan, Sant’ın kurgusunun yalnızca görüntüyle sınırlı olmadığını görmekteyiz. Ses kurgusunun da seyirci üzerinde anlam oluşturan bir nitelikte olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle bir önceki bölümde bahsedilen alan derinliği kullanımının yanında, ses kurgusuyla da bir alan derinliğinin yaratılması söz konusudur. Seyircinin, kalabalık koridorda takip ettiği karakterin duyduğu sesler değişik şiddetlerde birbirlerinden ayrılabilmektedir. Kalabalığın içinden sıyrılan bir ses, takip edilen karaktere selam verebilmekte ve aynı şekilde uzaklaştıkça tekrar kalabalıktaki uğultuya karışabilmektedir. Bu şekildeki bir ses kurgusuyla Sant, karşımıza alan derinliği içerisinde değişen bir ses netliği sunmaktadır. Bu nitelikteki bir ses kurgusunun bir başka örneğiyle Alex’in yemekhanede planı hakkında kendisine notlar aldığı sahnede karşılaşmaktayız. Alex, katliamı planlamak için notlar almaktadır. Bu sırada arkadan gelen yemekhanenin hafif uğultusu duyulur. Alex, yemekhane hakkında yazacaklarını bitirdiği sırada dikkati yemekhaneye geri döner. Bu sırada seyircinin duyduğu gürültü de artar. Görüntüde Alex’in netliğinde hiçbir değişiklik olmamıştır ancak seslerin alan derinliği artmış gibidir. Sant’ın kurguda kullandığı bu işlevsellik, “Kurgu, film sanatının temelidir.” diyen Pudovkin’in (Akt.Yıldız, Selahattin, 2015, sy.59) bahsettiği önemde Elephant filminin omurgasını oluşturur. Ancak bir başka sinema örneği olarak ele alacak olursak, ana akım kullanım biçiminin dışında olduğunu görürüz. Tür olarak ve senaryosunu bir okul etrafında oluşturması bakımından Wes Craven’in “Çığlık 1” filmine bakıldığında, kurgunun oldukça farklı yapıda olduğunu görmekteyiz. Buradaki farkı, fikir olarak oldukça benzer olan ve iki filmde de olan; katilin tuvaletteki kıza

45


saldırması sekansı üzerinden ele alabiliriz. Çığlık filminde maskeli katilden kaçan Sydney kendini güvende hissettiği okulundadır. Tuvalette ellerini yıkayacakken isminin fısıldandığını işitir. Bu sırada kamera Sydney’e doğru hareket eder. Sydney eğilerek kabinlerin aralığından içerde biri olup olmadığına bakar. Bu sırada bakış yönünde çekim yapan bir kameradan Sydney’nin kafa hareketini ve baktığı yerleri görürüz. Kabinlerin hepsi boştur. Ancak kamera, daha sonra bir kabinin arasından görünen iki ayağı yakın planda gösterir. Katil oradadır ve henüz üzerine çıktığı klozet kapağından aşağı inerek saldırmaya hazırlanmaktadır. Sydney son anda kapılardan birinin açıldığını fark eder ve hızla maskeli katilin altından kayarak çıkış kapısına yönelir ve kendisini dışarı atar. Bu sırada bir katili bir Sydney’i kameranın geniş açıda tanımladığı aksa uygun olarak görürüz.

46

Benzer sahne, Elephant filminde ise çok daha farklı çekim açıları ve kurguyla gösterilir. Film boyunca kamera takipleriyle hangi karakterin hangi zamanda nerede olduğunu anladığımız, bir bütüne yayılan eşzamanlı kurgu sayesinde, tuvaletteki kızların katil Alex ya da Eric ile karşılaşmak üzere olduklarını biliriz. Sant, bunu anlatmak için, Craven’in yaptığı türden bir sahne kurgusuna başvurmaz. Tüm sekanslar uzun çekim ve tek açıdan olmasına rağmen seyircide katilin ve kurbanın nerede olduğu algısı yaratılmıştır. Kızların zaten Alex tarafından öldürüleceğini bilen seyirci vurulma anını izleme gereğinde bile değildir. Diğer yandan bu iki sahnenin kurgu tekniği nedeniyle oluşan başka bir farkının, seyirci üzerinde bir katarsis gerçekleştirmeyi tercih edip etmemeleri olduğunu söyleyebiliriz. Çığlık’da katilden kurtulan Sydney seyircide bir duygu uyandırırken, Alex tarafından vurulan üç kız, seyirci üzerinde herhangi bir çözülme yaratmamaktadır. SONUÇ Elephant, inceleme kapsamında kamera kullanımı ve kurgusuyla karşımıza gerçek bir olayın uyarlaması olarak çıkmaktadır. Uyarlama içerisinde yaratılan gerçeklik ise kurgu ve mizansenin birlikte kullanımıyla seyirciye sunulmuştur. Bu noktada seyircinin aslında sinematografik bir katliam izlediğini söyleyebiliriz. Ancak film, sinematografinin Sant tarafından kullanılan biçimi ile estetize edilmiş bir şiddetten oldukça uzaktadır. Diğer taraftan, ana akım sinema içerisindeki dönüm noktası, climax gibi öğeleri de çekimiyle ve kurgusuyla reddeder nitelikte olan Elephant, bu anlamda bir karşıt sinema örneğidir. Karakterlerin arkasından takip eden bir kameranın yerinde olan seyirci, bu ilişkiyi FPS (First Person Shooter) oyuncu kişisi olarak yaşarken, kendisini hem katil Alex ve Eric yerine hem bu şekilde takip ettiği tüm kurbanlar yerine koyabilir konumdadır. Dolayısıyla 1999 yılında Columbine Lisesi’nde yaşanan bu olayın gerçekliğine herkesin açısından tanıklık eder durumdadır. Sonunda ise seyircinin şeffaf bir


şeffaf bir perde arkasından deneyimlediği, amaçsız bir katliamın geçmişte yaşanmış olduğu gerçeğidir.

KAYNAKÇA Baudry, Jean-Louis (1970), Ideological Effects of the Basic Cinematografic Apparatus, Regents of the University of California Kraucer,S (1960), Theory of Film: Redemption of Physical Reality, NY: Oxford University Press Özarslan, Zeynep (2015), Sinema Kuramları-I, İstanbul: Su Yayınları

47


48


49


50


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.