Kopya Fanzin - 9

Page 1

1


BU SAYIDA Disko Topu / Emre Varışlı

2

Regresyonif Represyon / Serkan Üstündağ

3

Top Taca Çıksın da Oyuna Gireyim / Selim Sevim

6

Min-El Acz / Elif Şeyda Doğan

8

Bir Taksi Öyküsü: Değer / Emre Akaltın

11

Olmayan Kıyılar Manifestosu / Jalisa İpek Bayraktar

13

Çöp Kutusuna Selam Duran Adam / Erkan Katırcı

15

Suskun / Çağatay Üge

17

İsmet Gelince Beni Bi Arasın / Ömer Aykut Hıyar / İdil Elvin Çavuş Sarı Esrar / Beste Naz Karaca

21

27

Erkenhuşu / Okan Yılmaz

28

Değdirmeden / Erkan Karakiraz

29

31

Üç Belagat / Evren Günberi

32

Protez/Protest / Kerem Advan

33

Karnımda Feci Ağrıyla İstiridye / İthaf

34

Maket Uçak / Yalım Aydın

Foto Gürkan’ın Reklam Sözleri / Fahri Küçük

35

Batışın Yanıldığı Yerlerde Yarım Kalan Doğuş İnsanları / Selma Cengiz Yüreğimin Peygamberi - Devir / Adem Fatih Kılıç İçişleri Batanı / Ayça İşbilen

36

De’hay of Eleven / Can Küçükoğlu

37 39 41

Sense8 (2015 - ) Siyah Beyaz Bir Kurgusal Evrende İdeal Bir Sosyal Düzen Arayışı / Engin Onuk

44 46


kopya fanzin, Silik tema l ı s ay ı. merhabalar. bu bir giriş yazısıdır. sekizinci sayıdan sonra güzelce bir demlendik. uzun nefesler aldık, derin nefesler verdik, evet şimdi yavaşça dizgi yapıyoruz, çok güzel, şimdi yavaşça tasarım, evet harika! her neyse, tekrar ve tekrar buradayız! SİLİK için ön kapakta Zeliha Aksoylar’layız, arka kapakta da Hande İşler yine bizi yalnız bırakmadı. kopya’ya katılan yeni arkadaşlarımız var. ve burada daha bir sürü yerimiz var, bekleriz. kopya görsel tayfa: Nurbanu Kılıçer, Hande İşler, Barış Dönmez, Umut Naderi, Damla Koruk, Mert Yeloğlu, Zeliha Aksoylar, Kağan Şahinoğlu, İthaf, İlayda Atlas, Can Karatek.

3

kal, takipte kal.

Bize yazın, bize çizin. kopyafanzin@gmail.com kopyafanzin.com twitter.com/kopyafanzin facebook.com/kopyafanzin


Disko Topu Emre Varışlı

2

disko topu kültür orgazmı. şehvet gecesinin temsili Ay’ı. ışıkları alıp, saçıyor kendininmiş gibi. ve oğlanlar ağlıyorlar tekno arabesk remix müziğiyle. bebek yüzlü çocuk yanıma oturuyor, gebermek için içtiği belli bu gece. kafası öne düşüyor. eğlencenin ve avlanmanın ortasında sızmak üzere. kas. ter. naneli sakız. parfüm. adamlar seçiyor kendi ırkından beyaz bir laboratuar değil ama bir test makyajı yapılacak SURATLARA süratle tara, analiz et ve bir karar ver yüzüm düştü düşecek disko topu; duvarlar ve devletler, petrol eğlencesi için döl fışkırtıcı. saniyelik akımlarla birbirine bağlı dans figürleri. disko topu eğlencesi. ayna bize söyleyecek ölümü ve zamanı, ışıkları kırıyor, bize uzayı veriyor. bize peygamberliğini tattırdı kıça yapışık pantolonlarla iri kelimelerle yağlı organlarla bir şey var benden içerde benimle ilgisi olmayan iyi ki benimle ilgisi olmayan


R E G R E S YO N I F R E PR E S YO N Serkan Üstündağ “Çünkü bu lanet kutuda hiç çikolata kalmamış!” diye haykıran müdürünü sakinleştirmeye çalışan Genç, geri adımlarıyla yavaşça odadan çıkmaya çalışırken, koltuğun kenarına takılarak sırtüstü yere düştü. Kendisine doğru yaklaşan müdürü “Senin ne işin var burada? Defol git!” diyerek haykırmalarına devam ediyordu. O anda Genç ayaklandı ve hızlıca müdürünün ofisinden dışarı çıkarak kapıyı kapattı. “Allah seni kahretsin” dedi sekreter, “bastığın yere dikkat etsene”. Genç, hemen bastığı yeri kontrol etti ve bir leke fark etti. “Bu ne?” diye sorabildi ancak karşısındaki cadı çığlığı patlattı “Onu sen öldürdün!” Neler olup bittiğini merak eden Genç, dostu bildiği iş arkadaşına doğru koştu. “Neler oluyor bu firmada?” dedi nefesini toparlamaya çalışırken. Arkadaşı, işe yeni başlamış bir çalışanın nereli olduğu, nereden geldiği, evinin bu firmaya yakın olup olmadığı gibi bilgileri sorgularken, onun bu sorusunu duymamış gibi duruyordu. Genç tekrar etti: “Koca Boğa, sana diyorum. Neler oluyor?” Arkadaşının kendisini duyduğundan emindi fakat neden kendisinin orada yokmuş gibi davrandıklarını anlayamıyordu. Tam dışarı çıkıp hava almak istediği esnada, firmanın en saygıdeğer ablası, gencin yanaklarını sıkmaya başladı ve “Hanimiş yaramaz domates. Kızarır mıymış, güneş yüzü görmeden?” demeye başladı. O esnada, kendi ofisinin camlarının patladığını fark eden Genç, bu yanak mıncıklamasından tek hamlede kurtularak, kendisini yere yattı ve sürünerek ofisinin içerisini görebileceği bir konuma geçti. İçeride âşık olduğu kadına tecavüz etmeye çalışan en pislik müşterilerini gördü ve hemen yanında bulunan klavyeyi eline geçirdiği gibi ofisine koştu. Genç kendi ofisine girdiğinde hem müşterileri hem de âşık olduğu kadın kahkahalarla gülmeye başladılar. “Tavşanlar var, tavşanlar! Ta, ta ta, ta!” diye haykırırken kahkahalara boğulan bu grup, Genç’in sinirleriyle yeterince oynamıyormuş gibi, şimdi bir de patronun dayısı gelmiş “Sen burada mı çalışıyorsun? Bak, bok bu! Temizle yavrum!” diyordu.

3


Sinirlerine artık hakim olamayacağını düşündüğü bu esnada ise, “dede kılıklı” diye hitap ettiği kırklı yaşlarında olan iş arkadaşı, Genç’i gırtlağından yakalayarak iyice sıkmaya başladı. O kadar çok sıkıyordu ki Genç “Akreditif dosyalarını yurtdışında unuttuğum için üzgünüm” demeye çalışsa bile, ancak birkaç mırıltı dökülüyordu dudaklarından. Sonra nefes de alamamaya başladı. Gözleri kararmaya başladığı esnada dede kılıklı, Genç’in boğazını bıraktı ve Genç yere yığılarak öksürmeye başladı. “Gördün mü bak, iş hayatı böyledir... Böyle! Biraz disiplin!” diyen patronunu zorlukla duyabilen Genç, ayağa kalkmaya çalışırken destek aldığı masayı devirdi ve patronunun en sevdiği vazosunu da düşürerek kırmış oldu. Genç’in içinden taşan öfke bir anda kaybolarak yerini korku ve endişeye bırakmış oldu.

4

Fotoğraflardan anımsadığı kadarıyla, kendi çocukluk hâlini çıplak ayaklarıyla kırılan vazonun parçaları üzerinde dolaşırken gören Genç, artık zihnini kontrol edemediğinden emin olarak bağırmaya başladı “kendimi affediyorum! Ben suçsuzum! Bütün bu kötü düşünceler, sizleri de affediyorum! Tüm derinliğimle sizleri uzaya gönderiyorum!” “Tüm bu kötü düşünceler…” dedi, Doktor Bey. Genç, inanılmaz bir şekilde terlemiş vaziyette yatar pozisyonda olduğunu fark edince önce dişlerini sıktı ve belirli bir müddet bekledikten sonra derin bir nefes vererek doktorun dediklerini tekrar etti: “Tüm bu kötü düşünceler…” Kendisini inanılmaz derecede yorgun hisseden Genç, Doktor Bey’den müsaade isteyerek, bu terapiye kısa bir ara vermek istedi. Başının sol kısmında hissettiği sızılar arttığı için, konuşmamak ve düşünmemek istiyordu. “Ne gördünüz?” diyerek sessizliği bozdu Doktor Bey. Belirli bir süre doktora baktıktan sonra gözlerini kapattı Genç. Boncuklar hâlinde terle kaplanmış olan alnını elinin tersiyle silerken bile bu sorudan nasıl kaçacağını düşünüyordu. Doktor Bey hemen Genç’i uyardı: “Yine gözlerini kaçırıyorsun. Unuttun mu? Sen buradasın. Tam olarak o koltuğun üzerindesin.” Genç her ne kadar konuşup her şeyi anlatmak istese de yine dili düğümlenmişti. Bu gibi zamanlarda insanlardan uzak durmak iyi geldiği için bir an önce o odadan çıkması gerektiğine karar vererek ayağa kalktı: “Doktor Bey, benim sadece tatile ihtiyacım var. Hepsi bu...”


5


TOP TAC A ÇIK SIN DA OYUNA GİRE YİM Selim Sevim – Neden buraya çağırdın beni? Haklı. Neden buraya çağırdım onu? Ne işimiz var burada? Bilmiyorum. Dün gece İbrahim ile içerken bu fikir acayip güzel görünmüştü gözüme. Ama şimdi bu boş halı sahada Özlem ile çok komik görünüyoruz. – Özür dilicem ya senden, o yüzden çağırdım.

6

Aslında özür mözür hikaye. Ben sana daha başka bir şey söylemek istiyorum. Hayatım boka sardı Özlem. Hiçbir şeyden keyif alamıyorum. Hiçbir şey yapmak istemiyorum. Bütün gün evde oturmak, uyumak istiyorum. Zerre bir şey düşünmeden, en ufak bir şey geçirmeden zihnimden, saatlerce uyumak. Beynim uyuşsun, kafam ağırlaşsın, başımda ağrılar gezinsin. Fakat ben uyuyayım. Çünkü hayatımda bir şey yok. Yani vardı, artık yok. Yani varmış, ben de yokluğunda anladım eskiden orada bir şey olduğunu. İnsanın amacı içini dolduruyormuş Özlem. – Ne özrü? Sen bana bir şey yapmadın ki. Ofiste bir oda spreyi var. Otomatik. Bazen içindeki sıvı biter. Sıkacak bir şeyi kalmaz. Ama yine de fıslamaya devam eder. Belli aralıklarla. O oda spreyi çok acayip be Özlem. Çok acayip yani. – Henüz yapmadım. Ama yapacağım. Şimdi sen bana bakıyorsun ya... Anlamadan böyle. Sadece bakıyorsun. Önce halı sahaya çağırdım seni, bir saatine 80 lira verdim. Akşamları 120, sabahları 80. Kafede de konuşabilirdik, iki çay ve bir pasta 20 liraya patlardı en fazla. Ama yok, burada dile getirirsem, o zaman daha iyi anlatırım kendimi. – Ne yapacaksın? – Her Perşembe maç yapıyoruz ya biz. – Eee? – Ben sadece o maçlarda mutlu oluyorum.


– Nasıl yani? – Yani yensek de yenilsek de sadece o maçlarda yaşıyormuşum hissine kapılıyorum. O maçlar bittiğinde, yorgunluktan ölsem de bir şey yapmış olmanın, bir aksiyonda, eylemde bulunmuş olmanın hazzına varıyorum. – Anlamadım demek istediğini. Ben normal bir adamdım. Sonra bir adam geldi, bana vaatte bulundu. Ben ona bir film yazdım. O film çekilmedi. İnsanın filmi çekilmeyince hayata küser mi? Sen filmin çekilmese hayata küser misin Özlem? Öncesinde de çok mutlu değildim de böyle de değildim. Bu kadar değildim yani. Şimdi bir filmim var. Çekilmeyen bir filmim. O film sanki sırtımda kambur. Sana bunu nasıl anlatacağım Özlem? – – – – – –

Boşver ya. Saçmalıyorum. Gidelim mi? Gidelim. Parasını da ödedim he sahanın, daha 45 dakikamız var, penaltı mı çekişsek? Ben kaleye geçerim, topa vuramam. İyi madem, ben vururum toplara. Tamam.

Sakın sana acıyacağımı ve topları dışarı atacağımı sanma Özlem. Hayat bana acımıyorsa, ben sana neden acıyayım? Hepsi gol olacak bu topların. Seni o kaleye gömeceğim sevdiceğim.

7


MİN - EL AC Z Elif Şeyda Doğan

N 8

ihayet, on sene önce, birkaç tanıdık omzun üstünde taşınan cansız bedeniyle kapının önüne birikmiş korkulu kalabalığın içinden çıkıp gitmek zorunda kaldığı evine döndü. Yolun karşı kaldırımında o zaman birikmiş insanlar, onu amansız bir hastalığın yakasından yeni kurtulmuş gibi, eskimiş, çürümeye yüz tutmuş bedeniyle hatırlıyordu. Şimdiyse mahallenin en önemsiz köşelerine dahi avuçiçlerini sürterek yürüyen bu adam, yüzü epey dinç biri olarak geri dönmüştü. Üzerinde evden son çıkışında üzerinde kalan kahverengi takımı, tozlanmış siyah ayakkabıları ve bağlayamadığı kravatı vardı. Saçları alnına yapışmış, eliyle düzeltip duruyordu. Evleri, mahallenin hemen girişindeydi. Evden gidişinin dördüncü yılında geri dönmek istese de sınırsız zaman ve mekan içinden her istediğinde buraya gelmek mümkün değildi. Elzem bir gerekçe bildirmeden bırakmıyorlardı. Bugün, sırtı dolmak üzere gönderilen bir hamal ya da henüz boş bir yük arabası gibi yalnız başına gelip iki kişi dönmek üzere buraya dönmek için haklı bir gerekçesi vardı. Herkes değişmişti, sokak kedileri bile. Yürümeye koyulunca yeni açılmış esnaf dükkanlarının tabelalarına bakındı. Çocukluğunun berberi, bakkalı toparlanıp gitmişti işte. “Komşular aynı mı acaba?” sorusu okundu gözlerinden. Sağda solda dizilmiş sarı, turuncu, beyaz boyalı evlerin henüz yeni aralanmış perdelerinden seçilen yüz çizgilerinden tanıdı birkaçını. Gülümsedi. Eski yaşayışının tokadını yüzünde hissetti. Mahalleli tarafından bu kadar uzun yaşamasına şaşılıyordu. Uzun zaman ciğerlerinden gelen hırıltılı sesinden sebep uyamamış yan komşusu, yolda yürümeye yeltenecek kadar var olduğunu gördüğünde kendine has sevinç biçimini gösterdi. Evinde üst kattan alt kata koşma sesi, kapısının önüne dek geliyordu. Açtı kapıyı, örtmeden dışarı fırladı, tutup kollarından sarstı iki binanın tam ortasında. Ellerini iki omzuna yerleştirdi. Şöyle bir bakıp geri evine koştu. Dünya ile ilişiğini kesip tam o anda, tam orada çakılı kalmayı geçirdi içinden. Birinin işine gelmişti bu yaşında ilk kez. Birine yaramış, birini gülümsetmiş. Oysaki ne diller dökmüştü bu zamana kadar insanlığa, var olabilmek için. Ellerini arkasından birbirine kavuşturup öyle yürüdü yolun devamını. Uzak bir ülkeye sürülmüş birinin memleket özlemi gibi üç derin nefesi art arda doldurdu ciğerlerine. Mahalleye girişinden beri küçük büyük bütün gözler üzerinde toplanmaya başladı. Bir yakını ya da dostu tutup “Nerede kaldın be!” diye sitemkâr bir selam verir diye gözleri yanından geçenlere takılıp kaldı. Yanyana yürüyüp sarılan, gülen yahut tartışan herkese imrenerek baktı. Mahzunlaştı. Kimse görmüyor muydu? Hayır, yolun kalabalık bir


anında biri omzuma çarptı “Affedersiniz.” dedi. Sonra gözleri büyüdü daha hızlı yürümeye başladı. Üç kişiye daha çarptı aynı omuzla. Sonra ayağına bastı biri, o tanımadı. Ümit etme yetisini bir önceki adımında bırakacaktı ki mahalle kahvesinin kaldırıma taşan masalardan birinin üzerine, sıradaki kişinin kartını beklemek üzere indirilen maça kızının ait olduğu el, yavaşça masaya indi. Sonunda biri onu, onun mahallesinin eski asfaltında sürüdüğü adımlarından tanıyordu. Her şey mahiyet değiştirdi. Üzerine dikilen bir çift gözü, üzerinden silkelemek istediği ekmek kırıntısı gibi attı üzerinden. O da kalktı masadan, koşarak karşıya geçti. Bir kapıyı hızla çalıp aralanan bir karış yerden içeri girip aynı hızla kapadı kapıyı. Zamansız ziyaret sebebini bağırarak anlatmak istiyor, bir o kadar da susuyordu. Bu açmaz içinde devam etti. İnsan etinin çiğ kokusu burnunu kaşındırdı. Kendine saçma gelen birkaç hareketle kurtuldu bundan. İki kez döndüğü ama hiçbir yere varamadığı küçük mahallesinde, ziyaret amacını unutmak istemedi. Evin yolunu tuttu son bir kez. Kapının hemen yanında yüzü kötü boyanmış bir kadın, rengi soluk çiçekleri esaslı bir sepete doldurmuş, kaldırımda oturuyordu. Ne ağlıyor ne gülüyordu. Kim olduğunu anlamadı, o da geldiğini fark etmedi zaten. Babasının, ikiz çocuğu olunca evin önüne diktiği kardeş kanı çiçeği, kadının hemen yanında. Yaprakları hastalanmış. Çiçekleri hiç kırmızı değil. Durmaksızın on küsür nefes alıp verdikten sonra “İsabet.” dedi. “Ben niye geldim zaten?” Ev kapısının önündeki birbirine yakın üç basamak uzun zamandır ne süpürülmüş ne yıkanmış. Hayvan takımının pisliği, birçok mevsimin evin önüne sürükledikleri, alacaklıların kapının önünden geçerken hırsla savurduğu tükürükleri, çocukların helak ettiği patlamış toplar, hepsi bir yığın gibi duruyordu kapıda. Yaşantısına burun kıvırdı. Bir süre bu sayılanlarının hangisinin, hangi ayın kaçıncı gününde evin önüne istiflendiğini bulmaya çalıştı. Gereksiz bir uğraştı. Düğüm düğüm olmuş kafasının içini temizlemek, burada, bu şekilde mümkün değildi. Seneler evvel, kimlerle nasıl yaşadığını hatırlayınca bir kahkaha kopardı ki az ötesinde oturan, kendisinden bile ruhsuz olan bu kadını dahi sıçrattı. Benden daha ölü olmayı nasıl başarıyor, diye iç geçirdi. Kapıyı açmakta hiç zorlanmadı. Araladığı kapıdan uzun zamandır yaşanmamış ev kokusu yüzüne vurdu. Hemen ardından önce kendi çocukluğu, sonra kardeşinin çocukluğu oyuna koşan neşeli ayaklarla çıktılar. Sonra omuz omuza iki delikanlı olup ağır adımlarla çıktılar. Hiç yaşamadığı çocukluğu, yanlışlıklarla dolu gençliği, alenen kardeşine imreniyordu. Onun gibi marifetleri yoktu, onun gibi ümitleri, kırgınlıkları bile onunkilere benzesin diye onu terk eden kızlara benzer kızlara aşık olur, benzer şekilde terk edilmek isterdi. Yaşamayı bile kardeşi gibi beceremedi. Durup düşündüğü tüm bu geçmiş zaman sırasında, arkasında birkaç fısıltı duyuldu. Çiçek satan kadın, bir aya yakın zamandır aralanmamış bu eve uğramaması mümkün olmayan tek kişinin gelmesinin şaşkınlığıyla yola atılmış, ne olduğunu

9


olduğunu soranlara anlatmanın bir yolunu arıyordu. Duyduklarına aldırmadan içeri girdi. Hava kararmaya yakın, odalar loştu. Radyo kısık sesle açık. Perdeler kapalı. Kirli ayakkabılarını, kapıdan girecek kişinin ayağına takılacak biçimde yerleştirdi. Gözüne ilk çarpanlar; cilalandıktan sonra henüz giyilmemiş rugan ayakkabı, askılıkta yıkanmadan gelmiş siyah bir ceket. Kahramanlaştı o an. Yukarı fırladı, odaları tek tek gezmedi. Bu evi hiç sevmezdi. Merdivenlerin başında, basit kahverengiliğinden muzdarip olduğu ceketi kollarından sıyırıp bıraktı. Birkaç merdiven sonra saçma bağlanmış kravattan kurtuldu. Merdivenler bitti. Sağdan ilk kapıya gelene kadar üstünde hiçbir şey kalmamıştı. Odanın kapısı açık. Kapı eşiğinin hemen yanında sandalyeye özenle konulmuş temiz takımı giydi. İkiz kardeşlerin iki farklı yüzünün doldurduğu çerçevelerde parmaklarını gezdirdi. Geldim, dedi. “Annemin ve babamın mezar taşlarına dokunduğum parmaklarım bu odada geziyor, eskisi gibi. Yeniden aile olacağız.”

10

Yatağa yaklaştı. Kardeşinin, otuz küsür gündür soluksuz yattığı beyaz yatak örtüleri arasında, yüzü seçilmeyecek kadar beyazlamıştı. Tavana dikilmiş gözlerini elleriyle kapattı. Hesaplaşmak istiyordu. Bu kadar sene bekletmişti onu. Ölümü evin her yerine bulaşmış kardeşini almaya geldiğini tüm mahalleye göstermek ister gibi dolanıp durduğu yollar, ona acımıştı. Ölüm zaten yeterince tek kişilikken, ölünün bir başına kalmışlığını sezmiş olacaklar. Onlara da kızgındı. Kardeşinin öldüğünü gördüğü yetmiyor gibi, insanlığın, komşuluğun da öldüğünü gördü burada. “Bunca zaman hiç mi vurulmaz bir kapı? Kardeşim yatağında çürümesin diye ta nerelerden geldim ben, siz yan evden gelemediniz.” Kapı, şimdi vurulmaya başlandı. İnsanların ilgilisi çekebilmek için mümkün olmayan bir şeyin tam ortasında, o şeyin başrolü olmak gerekiyormuş demek diye düşündü. Aşağıya inip kapıyı açmayacaktı. Anlattıkça anlaşılmayacak kelimeleri birbiri ardı sıra sıralamaya lüzum görmedi. Kardeşi bulunmaya hazırdı artık. Kapıdaki on sene evvelkinden biraz farklı bir kalabalık onu da omuzlarda çıkaracak evden. Bu dünyadan götürmek için geri döneceği hiçbir eşi dostu kalmamıştı. Bunun burukluğu üzerine çöktü. Giydiği yeni takımı ile kapıya kadar geldi. Az evvel tedbirlice çıktığı merdivenleri, şimdi başladığı işi bitirmenin gururuyla indi. Ceketi ve ayakkabıyı da giydi. Kardeşinin, yaşamının son sabahı dışarı çıkmak için boyadığı ayakkabılar, donuk yüz ifadesine zıt canlılıktaydı. Tam zamanında arka bahçe kapısından ayrıldı evden. Gelirken üzerinde olan kahverengi, ince beyaz çizgili takım, bedeniyle tutarlılık göstermiyordu ki yeni siyah ceket her şeyi tamamladı. Kimsenin duymayacağı bir yavaşlıkla örttü demir bahçe kapısını. Dönüp duvar dibinden iki katlı evinin iki kanatlı kapısının önünde kardeşini yalnız bırakmadığından emin oldu.


BİR TAK Sİ ÖYKÜSÜ: DEĞER Emre Akaltın “Ben değerliyim.’’ Rüzgâr esiyor yüzüne. Pencere açık. Elini burnuna götürüyorsun, sağ burun deliği, sağ işaret parmağı. Gözlerin kapalı. Bir arabadasın. Rüzgar yüzüne yüzüne esiyor ve gözlerin kapalı. Parmağınla bastırdığın burnunun içinde bir sızı hissediyorsun. Aslında sızı değil, yabancı madde, bir dal parçası girmiş gibi burnuna batıyor; bir acı. Araba gittikçe hızlanıyor. Kırmızı ışık yanıyor ve aniden hız kesen araba –yine– birdenbire duruyor. Şehirdesin. Bir takside, arka koltukta oturuyorsun. Ve, her nasılsa yön tarif etmen gerekmiyor. Muhtemelen arabaya biner binmez nereye gideceğini telaşla tüm ayrıntılarıyla şoföre söyledin. Rahatsın, gözlerini sakince, ağır ağır aralıyorsun ve kırmızı ışığın birdenbire yeşile döndüğünü görüyorsun. Burası senin mahallen, eve yakınsın. Ama, acaba eve mi gidiyorsun? Buralarda oturan bir başkasını tanıyıp tanımadığını ve onun evine gidip gitmeyeceğini tartıyorsun kafanda. Başın dönüyor. Taksi gittikçe hızlanıyor yine. Şoförün yüzüne bakıyorsun dikiz aynasından. Rüzgâr sana kendini çok önemli biriymişsin gibi hissettiriyor; belki de bir takside, yalnızca sana hizmet etmekte olan bir takside arka koltukta oturuyor olmak, bilemiyorsun. Taksici kır saçlı ve dikdörtgen gözlüklü bir adam. Buradan sola mıydı abi, diye soruyor. Sana abi demesine şaşıyorsun. Evet abi, diye yanıtlıyorsun adamı. Şimdi hatırlamaya başlıyorsun. Sağındaki pencereden sana esen rüzgâr sokak aralarında da hız kazanan araba ile yüzüne vurup vurup duruyor. Sanki herkes birleşmiş seni ayıltmaya çalışıyormuş gibi geliyor. Herkesten kastın: rüzgâr, araba ve etraftaki dükkanların ışıkları. Taksici ise bütün bu düzeni yöneten kişi. Hiçbir şey yokmuş, o sadece görevini yapıyor, seni evine sağ salim ulaştırmaya çalışıyor görünen adam, aslında senin kendine gelmeni ve bütün bu olanlara dur demeni istiyor gibi. Sağa abi, diyorsun. Sağa dönüyor araç ve karşına çıkan apartmanı tanıyorsun. Bu senin oturduğun apartman. Burada ineyim abi, diye hafifçe seslenen bir edayla buyuruyorsun. Taksi duruyor ve cüzdan aklına geliyor. Cüzdandan taksimetrede yazan ücreti ödemen gerekiyor adama. Çıkarıyorsun, adam buruşmuş kemikli elleriyle alıyor parayı. Dikiz aynasının sağ tarafındaki gözden para üstünün banknot kısmını çıkarıyor ve bunları aşağıdan bir yerden aldığı bir lira ve elli kuruşlarla toparlayıp sana uzatıyor. Teşekkür ediyor, kapıyı açıp geceye adımını atıyorsun. Bütün gece neredeydin, sarhoş musun bilemiyorsun. Hatırlamaya çalışmayı ertelemek

11


istiyorsun. Aslında senin için endişe etmiş olan arkadaşların tarafından taksiye bindirilmiş ve arka koltukta uyuya kalmış olabilirsin. Belki onlardan biri senin evinin adresini taksiciye vermiş olabilir. Bir yandan da, “abi sarhoş o, kusura bakma,’’ demiş olabilir aynı kişi. Yaşlı taksiciden aldığı “merak etme oğlum, evine götürürüm onu,’’ yanıtıyla içi rahatlamış da olabilir bu aynı kişinin. Apartmana doğru yürüyorsun. Demir sokak kapısının karşısında anahtarını arıyorsun. Hemen yatağına uzanmak ve olan her şeyi, hatırlayamadıklarını ya da hatırlamaktan uzak durduklarını rüyandan görmek istiyorsun. Yatağının çarşafının rengi aklına geliyor tam anahtarı çantanın ön gözünde bulduğun anda. “Bordo!’’

12

Anahtarı altıncı katta bulunan dairenin kahverengilikler içinde uzanan kapısının deliğine sokuyor ve çeviriyorsun. Kapı açılıyor. Kapı, bir yerde uzanmıyor ama bir an için böyle düşünüyorsun. Her yerde kendini görüyor olmalısın. Doğruca yatak odana gidip uzanıyorsun malum yatağa. Pencerelerin açık. Bir oh çekiyorsun. Sırtüstü yatıyorsun, gözlerin açık yastık rahat. Başının dönmesi artıyor. Çok içmiş olmalısın. Gözlerini çok yavaşça kapatmaktasın, o sırada ceylanlar geçiyor sabah yan odada televizyonda izlediğin belgeselden. Zıplıyorlar. Ağır ağır. Çok yavaş. Rüzgâr giriyor pencerenden içeri. Henüz farkında değilsin. Ama öylece girmekle kalmıyor rüzgâr. Masanın üzerindeki kağıtları bir bir uçuruyor kütüphanenin altındaki parke zemine. Ve biraz sonra malûm esinti yüzünü yalıyor. Yalnızca yalamıyor, neredeyse tahriş edecek yüzünü bu fırtına. Gözlerini, gülümsemek için açılmış dişlerine uyumlu bir şekilde açarak kalkıyorsun yataktan. Yazı masana yöneliyorsun. Hâlâ orada bulunan A4 kağıtlardan birini alıyorsun ve boş bulduğun bir yere yazmaya başlıyorsun: “Ben değerliyim.’’


OLMAYAN K IYIL AR MANİFESTOSU Jalisa İpek Bayraktar

E

skiden Arnavutköy’de otururduk. Sokratis Amca ve torunu Angelo yan komşularımızdı. Sokratis amca sık sık demlenir. Angelo’nun eline de buzuki (Yunan bağlaması da derler.) tutuştururdu. Duvarlar incecik olduğundan sesi hemen gelirdi. Kulağımı dayar hemen dinlemeye başlardım. Angelo benim yaşıtımdı. Bizim mahalleye geldiğinde 8 yaşındaydı. Hiç Türkçesi yoktu. O yüzden kimse ile geçinemezdi. Açıklanamaz bir şekilde çocuğu ilk gördüğüm andan itibaren onun özel olduğunu düşünmüştüm. Onu oyunlarıma çağırır, çekirdeğimden ikram ederdim. Bazen de anneme karpuz kestirir onların kapısını çalardım. Dedesi beni her gördüğünde, “Seni gelin alacağız biz.” derdi. Angelo ise utanır, hemen kızarırdı. Yıllar geçti büyüdük, ailem karşıya taşındı. Arnavutköy günlerim bitmişti. Angelo bana giderken bir bilezik hediye etmişti. Pek takı kullanan bir insan değilim ama 33 yaşındayım ve hâlâ o bileziği takarım. Sık olmasa da haberleşirdik, iletişimimiz kesilmemişti. Başarılarını duyuyordum; devlet orkestrasına girmişti. 5 yıl kadar önce Sokratis Amca’nın ölüm haberi geldi. Angelo’yu uzun zaman sonra ilk defa o cenazede gördüm. Hayalet gibiydi. Küçük bir merasimdi. Cenazeden sonra Arnavutköy’deki eve gittik. Daha merdivenlerden çıkarken kravatını gevşetti. Kapıyı açtığı gibi fırlattı bir köşeye. İkimiz de divana serildik, uzun bir bakışma yaşadık. İkimiz de nefeslerimizi tutmuştuk adeta. Hiçbir şey söylemeden içeri gitti. O içerideyken evi süzdüm. Çocukluğumuzu özlemiştim, gözlerim doldu. Angelo bir şişe uzo ile geri dönmüştü. İkimiz de sabaha kadar içtik ve sohbet ettik. Bana daha önce kimseye söylemediği bir sırrını söyledi. Meğerse, Sokratis gerçek dedesi değilmiş. Onu evlat edinmiş. Angelo’nun babası kumar düşkünü bir adammış ve yanlış kişilere borçlanmış. Bir gece, bir kamyon dolusu adam gelmiş. Evlerini ateşe vermiş. Angelo 7 yaşındayken her şeyini yitirmiş. Ayağa kalktı ve titreyen elleriyle gömleğini çıkardı. Sırtının tam ortasında büyük bir yanık izi vardı. “Bak, Tanrının Mahlası.” dedi. Yarasını öptüm. Tekrardan giyindiğinde son bardakları doldurdum. Koca yürekli, sessiz adam Sokratis’in şerefine kadeh kaldırdık. Sarmaş dolaş uzandık divana, ona buzuki çalmasını söyledim. O tıngırdattı, ben sigara içtim.

13


Gün aydınlanırken balkona çıktık. O sessizlikte, ikimiz de ortak bir his yakalayıp ona sarılmaya çalışıyorduk. Cevapların arayışındaydık. Bir anda sessizliği bozdu: “Sanırım hiçbir zaman mutlu olamadım Firuze. Beni mutlu eden her şey bir serap gibiydi. Fark ettim ki aklımda tıpkı bir anıt gibi dimdik duran her şey beni parçalayan şeylerdi. Kalan her şey silik ve anlamsız.” Ona dikkatlice baktım. Ne kadar güzel bir erkek olduğuna, ne kadar kırılgan ama güçlü olduğuna baktım. Elini tuttum ve öptüm. Ona her şeyin iyi olacağını söylemek istiyordum. Söylemedim. Atina’ya geri döneceğinden bahsetti. Kapıdan çıkarken elime bir mektup tutuşturdu. “Bunu elden vermek istemiştim, lütfen iyi bir insan olmadığına karar kıldığında aç.” dedi.

14

Angelo’dan bir daha haber alamadım. Yıllar geçti, evlendim. Bir kızım oldu. Geçen yıl kocam bir sinir krizi esnasında bana tokat attı. Ben de onu defalarca aldattım. Kızımı da aldı ve gitti. Dün kendime ikisini de özlemediğimi itiraf ettim. İçinde bulunduğum durum özlememi gerektiriyordu ama özlemiyordum. Onları özlemediğim gerçeğini evde ellerimi ovuşturarak, dünyanın en keyifli sırrı gibi zikrediyordum. Kendimi kötü biri gibi hissettim. Aklıma mektup geldi. Kasadan Angelo’nun emanetini aldım. Mektubun üzerinde silik harflerle “Olmayan Kıyılar Manifestosu” yazıyordu: “İçine düştüğümüz dünya bizi, insanın kültürel olarak daha iyiye ulaşabileceğine inandırmaktadır. Bu büyük bir yanılgıdır. Çeşitli sıfatların bizi biz yaptığına inanıyoruz. Oysa bizler akıp giden hayata yalnızca tanıklık etmekteyiz. Tarih, insana dair kalıntıların kolayca yok edilebileceğini veya değiştirilebileceğini defalarca göstermiştir. Tüm bu siliklikte bizleri ebedi kılacak bir sıfat var mıdır? İnsana, Tanrının Yeryüzündeki Görüntüsü demek bizi ebedi kılacak mıdır? Yağmur ormanlarını katletmek, bir insanın canına kıymak, devasa binalar inşa etmek ya da Mars’a koloni kurmak bizi ebedi kılacak mıdır? Ebediyeti yazgımız olarak kabul etmeyip kendimizi Olmayan Kıyılar’da konuşlamak farklı bir seçenektir. Olmayan Kıyılar’da ebediyet kaygısı yoktur. Çünkü basitçe, yoktur. Burada nihilist bir yaklaşımdan fazlasına ulaşmaya çalışıyorum. Nihilizmde özlem geçersizdir. Olmayan Kıyılar Sakini olmak özlemeyi gerektirir. Almanız gereken tek sorumluluk budur. Özleyeceksiniz; en tatlı sevgililerinizi, parayı, ailenizi, nefret ettiklerinizi, korkularınızı, düşmanlarınızı, tanrınızı...”


ÇÖP KUTUSUNA SEL AM DUR AN ADAM Erkan Katırcı

“Dün akşamüzeri, üst komşum çatıya çıktı. İki elinde de büyük yapay kanatlar vardı. Şizofrenliğe meyyal haller olduğunu biliyordum fakat bu kadar delireceğini tahmin etmemiştim. Ben atladı, atlayacak diye beklerken bağırdı ‘Kanatlarının olması, uçmak zorunda olduğunu göstermez.’ Ardından yineledi: ‘Kanatlarının olması, uçmak zorunda olduğunu göstermez.’ Ellerimde yiyecek ve içecek dolu poşetler, ağzımda sigarayla donakaldım. Ardından hızla gelen araba beni havaya kaldırıp soğuk betona yapıştırdı. Arabanın beni havaya kaldırdığı anda sigaram yere düşmüştü ve sigaramı göremiyordum. Bunun için sinirlendim ve arabalının arkasından bir buket küfür yolladım. Sonrasında yerinden çıkan sol omzumu yerine takıp, yamulmuş sağ ayak bileğimi de düzelttikten sonra ayağa kalktım. Ve aldığım dağılmış ürünleri toplamaya başladım. Sona kalmış, yarısı sağlam olan patlak makarna paketini de poşete koyarken üst komşum kendini aşağı bıraktı. Yere çakılmış haline baktıktan sonra eve girip kendime cigara sardım. Ama sen bu olanlara inanmayacak ve hayal ürünü ya da rüya olduğunu düşüneceksin değil mi?” diye sordum boğaza bakan bankta yanıma oturmuş kadına. “Evet. Fakat gözlerinin olması, görebildiğin anlamına gelmez” dedi kör kadın. Bir iç çektim. O kadar güzel görünüyordu ki görebildiğim tek şeyin o olmasını isterdim. Yanağına bir buse kondurup ayağa kalktığımda “nereye?” diye sordu. Daim olan gülümsemesine karşılık ufak bir tebessümde bulunup “uçmaya” dedim. Ve her zaman yaptığımı yaptım. Yürüdüm.

15


16


SUSKUN Çağatay Üge Ne korkuyorsun öyleyse? İnsan da ağaca benzer. Ne denli yükseğe ve ışığa çıkmak isterse, o denli yaman kök salar yere, aşağılara, karanlığa, derinliğe -kötülüğe.

Friedrich NİETZSCHE

G

ünümüzün modern yapılarına uygun, büyük bir yapı belirdi Tahir’in karşısında. Bu yapı üç yıldır çalıştığı devlet dairesiydi. Buraya kadar nasıl gelmiş ve hangi yollardan geçmişti? Hafızasını şöyle bir yokladı. Son gördüğü şeyin, oturduğu derme çatma ev olduğu geçti düşlerinden. Her sabah, aynı sokaklardan, aynı binaların arasından ve aynı insanların önünden geçmenin verdiği göz aşinalığının da bir neticesi olabilirdi bu. Yüzünde oluşan şaşkın ifadenin yerine, ciddi ve kibirli bir ifade takındı. Oturduğu evden yürüyerek iş yerine varması, taş çatlasa on dakikasını alıyordu. Bugün, düşüncelerinin de verdiği ağırlığın etkisiyle, on beş dakika gibi bir sürede varmıştı. Saat 08.05’i gösteriyordu. Aklındaki belirsizliklerden müsaade istedi. Kapısından içeri girenleri yutan bir canavar görünümüne sahip olan işyerinin; güç ve iktidar kokan iğrenç havasını ve bu havayı ciğerlerinde hissetmenin vereceği kalp çarpıntısını, bu sabah daha içeri girmeden duyumsadı. Geniş ve gösterişli kapının önünde biriken memur topluluğunun hızla içeri süzüldüğünü gördü. Memurlardaki aceleci tavrı görünce, nedendir bilinmez, adımlarını daha bir yavaşlattı. Daireye girerken bu kapıdan kaç defa geçtiğini ve daha kaç defa geçeceğini düşündü. Göğsündeki çarpıntı hızlandı, midesindeki safranın boğazına kadar geldiğini hissetti. Büyük bir sokak görünümüne sahip, yüksek tavanlı koridorun tam ortasındaydı Tahir. Koridorun her iki yanına konumlanan büyük merdivenlerden, sol yanında kalan merdivenlere doğru ilerledi. Ağır ve kararsız adımlarla merdivenleri çıkarak odasının yolunu tuttu. Uzun bir yolculuğun ardından (ona öyle gelmişti), nihayet, odasının bulunduğu geniş koridora gelmişti. Koridor sakin gibiydi. Memurların çoğu odalarına geçmiş, ilkokul çocuklarını andıran hareketleri ve yüzlerindeki kurnaz gülümsemeleriyle masalarında oturuyorlardı. Tahir, ardına dek açık kapının

17


bulunduğu odaya girdi. Düşünceli halinde hiçbir değişiklik yoktu. Birkaç adım ilerledi ve hareketsiz bakışlarını köşede bulunan dağınık masasına doğru dikti. Duyulur duyulmaz bir ses tonuyla: “günaydın” dedi. Hemen ardından kalabalık arasından cılız sesler yükseldi. Oda içerisinde bulunan memurların, Tahir’e, “günaydın” bağışlamış gibi bir tavırları vardı. Tahir, masasına doğru ilerlerken aklına gelen ilk düşünce; arkasında kalan genç memurlardan erkek olanının, onun selamına karşılık verip vermediği oldu. Fakat bu şüphenin çözümsüzlüğünü, yerine oturunca fark etti. Oturur oturmaz, her sabah yaşanan bu karşılıklı selamların, çoğu zaman onda yarattığı salt pişmanlığı ve hemen ardından gelen derin öfkeyi tekrar duyumsadı kendinde. Yavaşça arkasına yaslandı. Çatık kaşlarının altındaki donuk gözlerini oda içerisinde gezdirdi.

18

Mesainin başlamasından bu yana daha on dakika gibi bir süre geçmesine rağmen, odadaki genç yaşlı tüm memurların çalışma azmi görülmeye değerdi. İşyerinde daha iki ayları bile dolmayan iki genç memur, Tahir’in odasında bulunan fotokopi makinesinin başında bekliyorlardı. Bu genç memurlardan bayan olanı, elindeki evrakları sabırsızca kontrol ediyor ve bu esnada diğerinin işini bitirmesini bekliyordu. Odada, genç memurlar hariç başka biri daha vardı; Mehmet Bey. Memuriyette otuz yılı arkasında bırakmanın verdiği zaferle odadakiler ve genç memurlar üzerinde, her daim, farklı bir etkisinin olduğuna inanan Mehmet Bey, mesleğinin değeriyle ilgili konuşmayı çok sever, geçmiş yıllarda ondan bir şeyler öğrenen memurlardan ve onların bulunduğu şimdiki konumlarından söz açıldığında, hayırsızlıklarına ince bir sitem yollamayı ihmal etmezdi. Genellikle genç memurlara bunları tekrar tekrar anlatmaya bayılırdı. Şu an odada da böyle bir fırsat bulmuşken, elindeki işlere yoğunlaşma zorunluluğu Mehmet Bey için şanssız bir durum olarak açıklanabilirdi. Sabah müdür beyin odasının önünden geçerken, içeriye davet edilmişti. Ayaküstü sohbet sırasında elindeki işlerin önemini vurgulayan kısa bir konuşma geçmişti aralarında. Ancak bazı işlerin ciddiyetini, böyle ayaküstü geçiştirme huyu da yoktu. Müdür beyin amacı açıktı. Mehmet Bey, müdür beyin yanından ayrılır ayrılmaz; her sabah ihmal etmediği çayını söylemeyi bile unutmuş, masasındaki evrakları incelemeye koyulmuştu. Hummalı bir çalışma içerisine gireceği, hal ve hareketlerinden açıkça okunuyordu. Oda içerisindeki genç yaşlı tüm memurlar gözle görünür bir gerginlikte ellerindeki işlerini yetiştirmeye çalışıyorlardı. Onları uzaktan izleyen biri, birbirlerini


hayatlarında ilk defa gördüklerini bile düşünebilirdi. Tahir, anlamsızca genç memurların bulunduğu tarafa doğru bakıyor, yalnız yüzündeki ifadeden kesinlikle aklında onlarla ilgili bir düşünce geçmediği okunuyordu. Dalgın bakışları memurlardan biri ile çakışsa, kendisini inanılmaz bir sıkıntı haline sokabilirdi. Bakışlarının genç memurlara rahatsızlık verdiğinden şüphelenseydi, onlara detaylı bir açıklama yapmayı düşünme cesareti bile gösterebilirdi o an. Genç memurlar onun bu anlamsız bakışlarına anlam yüklemekte geç kalmayabilirlerdi. Tahir, böyle rahatsız edici bir durum içerisinde yanlışlıkla da olsa bulunmak istemezdi. Genç memurlarla hiç ama hiç iletişime geçmese de neler hissettiklerini anlamakta zorluk çekmiyordu. İnsanların neler istediklerine ve hissettiklerine dair yeterince fikri olan Tahir, onların isteklerinin değişme hızını anlamakta güçlük çekiyordu. Onlar, ulaştıkları mevkilere anında yüz çevirenlerdi, en azından buradaki durum da bundan farksız değildi. Bulundukları mevkilerin onların yaşamdan isteklerine göre sağladığı faydalara, anında yüz çeviriyorlar, daha fazlası için yine yıkıp dökmeye ve kendileri hariç her şeyi, herkesi, hor görmeye olağanca kayıtsızlıklarıyla devam ediyorlardı. Üç yıl önce Tahir ile birlikte işe giren memurlar, şimdilerde seçkin yerlerin bir adım gerisinde duruyor ve bir adım daha atmak için amirlerinin gözlerinin içine bakmaya doyamıyorlardı. Hatta daire içinde yaşanan bu durum doğal bir hal almıştı. Aslına bakılırsa, doğal bir hal alması durumun en doğal olanıydı. İnsanlık var oldukça ve insan bu düzen içinde kendine bir yer aradıkça, bahsedilen bu doğal durumların, onlara ilgi çekici gelmemesi gibi bir olasılık söz konusu değildir. Fakat onlar öyle bir haldeler ki bu doğal durumların peşinden salyalarını akıtırcasına giderken, bir yandan da bu doğal durumları rezilce bir kalıp içine sokmayı ve bundan iğreniyormuş gibi yapmayı becerebiliyorlar. Tahir kıpırdanan memurların farkına vardı. Bakışlarını özgürleştirdi ve başka bir tarafa doğru yöneltti. Ellerindeki işleri bitiren memurlar hızla odadan çıktı. Onun donuk bakışlarının genç memurların parlak zekalarında parıldatacağı ilk düşünce; içinde bulundukları doğal durumun samimiyetsizliği olacaktı kuşkusuz. Günümüzde halen varlığını sürdürebilen, sözlü eylemde bulunmaktan kaçınan ancak bakışlarının yarattığı gerçeklik payının diğer insanların ruhlarında derin bir iz bıraktığı kişiler vardır. Bu bakışlar gerçeğin ne olduğu konusunda hiçbir fikri olmayan insanı anlık da olsa derin bir kaygı çukuruna atabilir. Çevrelerinde gördükleri ve ideoloji olarak benimsedikleri hayatlardan bambaşka bir hayatı tercih etmiş birinin bakışı etkisiyle oluşan endişe duygusu, onların düştüğü bu çukuru

19


daha bir açıklıkla gözler önüne serebilir. Gerçek hakkında konuşmak onlar üzerinde böyle bir etki bırakmazken, bakışların etkisi daha sinir bozucu ve sahicidir. İtiraz etme, geveleme hatta ve hatta küfür etme şansları yoktur. Bu açıklanamaz bir durumdur onlar için. Rahatsız edici saldırıyı yapan kişinin bulunduğu konum, onların amaçlarına yönelik bir tehlike arz etmez. Etkinin gücü de buradadır. Tehlike arz etmemesinde saklı olmasıdır. Etseydi eğer, bu bakışlar sıradan bir bakıştan farksız sayılamazdı.

20

Memurlar arasında yaşanan bu doğal durumların doğurduğu konuşmalar, bazen öyle kışkırtıcı bir hal alıyordu ki Tahir’in bu gibi bakışlarda bulunmaması için ortada hiçbir sebep kalmıyordu. Bakışlarının insanlar üzerindeki ilk etkilerini gözlemlediği an, durumun eğlenceli bir hal aldığı tartışılmaz bir gerçekti. Ancak, garip bir durum daha vardı ki o da; memurların içten içe ona karşı besledikleri haklılık payıydı. Ağızlar kapandığı an bakışlar kendini ele veriyordu. Kimselere anlatamadıkları, hatta kendilerine bile açmaya korktukları bu haklılık, onların benliklerinde salt bir nefretten başka hiçbir şeye dönüşemezdi. Şimşek gibi çakan gözlerde, gerçek gün gibi ortadaydı. Peki ya onun bu nefreti kaldıracak gücü var mıydı? Hayır, yoktu! Henüz çok toy olan ruhu, güçsüzdü. Tahir’i derin öfkelerin eşiğine getiren de bu güçsüzlüğün onda yarattığı tutsaklıktı. Tutsaklıktan kurtulmak için ne yapmalıydı? Yüklenmek mi deve gibi tüm ağırlıkları? Yoksa özgürlüğü yakalamak için aslan mı kesilmek? Yitirmek mi dünyayı? Yoksa en baştan başlamak ve yeni bir dünya mı kazanmak? Günümüzün modern yapılarına uygun, büyük bir yapı belirdi Tahir’in karşısında. Bu yapı dört yıldır çalıştığı devlet dairesiydi…


İSME T GELİNCE BENİ Bİ AR ASIN Ömer Aykut

O

damdaki cam hafif aralık. Beyaz boyalı ahşap çerçevenin köşesine yakasını kaptıran tül perde, cılız esen bir temmuz sabahı rüzgarı ile şişip sönüyor. Radyo açık. Super fm cingılı ve ardından Özcan Deniz’in Hadi Hadi Meleğim isimli şarkısı eşliğinde halının üzerinde kıvrak hareketlerle dans ediyorum. Dudaklarımı içe doğru kıvırıp kollarımı dirsekten kırıyor omuzlarımı senkronize bir şekilde aşağı yukarı oynatıyorum. Birden ablam kapıyı açıyor. Tam da şarkının nakaratında. Hemen toparlanıp kitaplığımdaki ansiklopedilere göz atıyormuş gibi yapıyor, havada kalan elimle çenemi sıvazlıyorum. Ablamın sesi keyifsiz: -Napıyorsun sen? Pop-arabesk eşliğinde ansiklopedi inceliyorum diyemiyorum. -Ne napıyorum ya! Bir şey yapmıyorum. Ne var? -Dans mı ediyordun sen? -Ya ne alakası var ya! -Kapat şunu iki dakika salak mısın nesin? Barzo musun oğlum sen? Ablam teybi kapatıp çekyata oturuyor. Bana iş görüşmesi ayarlamış. Çalıştığı firmanın iş yaptığı başka bir firma kamyonet şoförü arıyormuş. -Saat ikide seni bekliyorlar, git kahvaltı mı yapıyorsun ne yiyeceksen ye hazırlan çık sen de. Kesin gelecek dedim. Seni bekliyor adamlar. Şu odanı da az havalandır ter kokmuş içerisi ahır gibi. Çoraplarını da sepete at; çıkarıp bırakıyorsun burada, annem kızıyor. Hadi! Güneşin iyiden iyiye kendini gösterdiği vakitler… Ilık bir duş alıp hazırlanıyorum. Buz rengi kotum ve kırmızı lacivert kısa kollu kareli gömleğimi giyiyor, lavabonun üstündeki aynanın karşısında boynumu hafif eğerek saçlarımı geriye doğru

21


tarıyorum. Şakaklarımdaki saçları da ellerimle arkaya doğru … Karabağlar dolmuşunda, arka koltukta ardına kadar açık camdan püfür püfür esen rüzgar, nefesimi kesiyor. Gözlerimi kısıyorum. İneceğim durağa yaklaşırken sigaramı ağzıma koyup dolmuş iyice yavaşlayınca -ama daha tam durmadankendimi yola bırakıyorum. Hafif sendeleyip yürümeye başlıyor, daha ilk adımımda avuçlarımı siper ettiğim kibritimle sigaramı yakıyorum. Normalde kaldırımda yürüyen, karşıdan karşıya geçen güzel kızlara çapkın bakışlar atmayı severim ama bugün içimden gelmiyor. Buralar benim bilmediğim yerler. Bir telefon kulübesine girip ablamın sarı bir kağıda yazdığı telefon numarısını çeviriyorum. Sigarayı tuttuğum elimle kağıdı tutmaya devam ediyorum. Sanki ne konuşacağım da o orada yazılıymış gibi bakıyorum sarı kağıda. Çalıyor…

22

-Eser Ambalaj’a hoşgeldiniz. Aradığınız kişinin dahili numarasını biliyorsanız tuşlayınız. Bilmiyorsanız operatöre bağlanmak için lütfen bekleyin. Biraz müzik çalıyor. Sonra telesekreter kaydını seslendiren kadın bu sefer kendisi açıyor telefonu. -Eser Ambalaj buyrun. Adresi daha açık öğreniyorum kadından. Yürüyorum. Galvanizci Yaşar, yandaki duvara, daha önce dükkanın tabelasını yaparken kullandığı kırmızı dış cephe boyasıyla “ Buraya çöp atanı sikerim.” yazıyor. Son harflerine yetişiyorum. Sığdıramayacağını anlayınca son harfleri sıkış tepiş iliştiriyor. Eser Ambalaj’ı buluyorum. Aluminyum doğrama kapısını ittirip açınca tavana asılı vantilatörün içerde devir daim ettiği tutkal ve halıfleks karışımı koku burnuma çarpıyor. Aluminyum doğramayla çevrili başka bir bölmenin içinde sarı saçlarıyla Filiz Hanım’ı görüyorum. Tam ben girince telefon çalıyor. İşaret parmağıyla “Bir saniye” işareti yapıyor bana ve telefonu açıyor. -Eser Ambalaj buyrun… Hahaha, Önder Abi sen misin? Turgay şimdi çıktı


kamyoneti alacak... Deponun anahtarı… Valla bilmiyorum; burada yok, almıştır herhalde… Tamam, gel hadi. Telefonu kapatıp samimiyetsiz bir gülümsemeyle tokalaşıyor benimle. Konferans modunda Coşkun Bey’in dahilisini çevirirken bir şey içip içmeyeceğimi soruyor. Cevap vermeme kalmadan açıyor Coşkun Bey. -Efendim? (Filiz Hanım konferans modunu kapatıp ahizeyi alıyor burada.) -Ömer Bey geldi, beklesin mi?... Tamam. Biraz bekleyeceğim. Diyafondan çay söyleniyor. Filiz Hanım, masasının üstündeki düşük kalorili baget krakerlerinden bir tane alıp pakedi bana çeviriyor, ikram ediyor. Naziklik olsun diye alıyorum. Nazikçe… Yerken kırıntılar dökülüyor masaya. Bir elimle, fırça gibi, kırıntıları süpürürken diğer elimi de faraş gibi yapıp masaya dayıyorum. Kırıntıları topluyorum elimde. Sarı bıyıklı, ayrık dişli çaycı geliyor. Önüme çayı bırakırken Filiz Hanım’a ufak tefek iltifatlarda bulunuyor. “Alemsin Rıza Abi.” diye savuşturuyor Filiz Hanım iltifatları ve masadan kalkıp başka bir alüminyum doğramalı bölmeye giriyor. Kısa bir sessizlik ve ardından Filiz Hanım’ın içeriden yükselen kahkahaları. Beklerken, az önce telefonda Filiz Hanım’ı güldüren Önder Abi geliyor. Masanın üstünde bir şeyler arıyor. “Nereye koydu bu deli kız?” diye söyleniyor sessizce. Derken Filiz Hanım çıkageliyor. Beraber arıyorlar deponun anahtarlarını. Önder Abi en son ceplerini tekrar yokluyor ve hafif bir gülümseme takınıyor. İki eli göğsünde, şaşkın şaşkın boşluğa bakıp gömlek cebinden çıkarıyor anahtarı. “Yaşlandık.” diyor. “Sen de yaşlandıysan…” diye cevaplıyor Filiz Hanım. Bu sefer o güldürüyor Önder Abi’yi. Vantilatör, Önder Abi’nin şen kahkahalarını tüm aluminyum bölmelere dağıtıyor. Coşkun Bey beni bekliyormuş. İçeri giriyorum.

23


24


25


26


H ı ya r İdil Elvin Çavuş

herkes evine gittiyse çıkarın fanilaları fani sayıyorum ve limon kabuğu memelerden dökülüp yerde sürüklenen sinir ucu ile klişe katsayımı tanrıyı oynamak ne haddimize biz ancak aynadan dökülen yılanlı pul derilerin içine uydurulan kafiyeli göz ve nefesler ve yönlerle kafayı bozmuş esrik turistlerden hallice her zaman kıbleye bakar cesetler ve her zaman kıbleye döner nefesler kıblede bir hayır olsa gerek yoksa nedendir kalbimizin merkezine almak birilerini yönlerle kafayı bozmuş tanrı bozuntuları gibi

27


S a r ı E sra r Beste Naz Karaca

I.

28

Sedir ağaçlarının eteklerinde Asılı kalan umutlarıma Yanarım da yanarım Terütaze umutlarıma

Gök mavi mi sarı mı Güneş soğuk mu sıcak mı? Sedir korkuyor Hayra alamet değil bu nidalar.

İpek çaputlar asılı Sedir ağaçlarının gölgesini Bilir misiniz siz Ne demek öpmek o ipekleri

Yumup gözlerini geceye Bir olan karanlığı kırklayarak Temizliyor güçlü gövdesini Sedir korkuyor.

Anlamak yetmiyor ya geceyi Çökmek gerek yanına Derdini dinlemek gerek sedirin Ahval sormaktır, bunu iyi bilin

II.

Sedir ağacı bakar, Ben bakarım. Biri göğün yıldızıdır, Diğeri deryanın. Neylesin meyli gece İster parıldasın derya, İster boşalsın darıdünyaya Gök söylemez tek hece. Nisan yağmuru değil, Doluya tutuldu rüyalar. Bu uzak, bu nisan Geçmiyor sevdan.

Eli baltalı dört dev Girdiler ormana Bu orman yeşil orman Dokunamaz vicdanı olan III. Sedir kırık, noksan Sediri kırdılar, azalttılar Sedirden aldılar, koparttılar Sedir; bu orman. imdat orman,,


E r ke nhuşu Okan Yılmaz

kendi müzminliğimde iyiydim böyle iyiydim böyle … solgun seksle geldin yoksun sevgiden kahırlarım üstüne oysa fezadan sana tekmelenen benim yazgım değil … vurulacaklar listesinde bir zenci de olabilirdin şimdi yaşıyor musun böyle genelin mi ahlaksız okul yolu eğlencelerin mi yitik söylesene sevgilim erkenhuşularını yendin mi … o ezgi seni bağlar bana muhtaçsın bana muhtaçsın bana muhtaçsın …

29


30


D e ğd i r me d e n Erkan Karakiraz camları döven kırışık gölgeler yanıltır algımı SÖZCÜKLERLE dilinden kuşların kaçışında. ağır olmaya ağırdan almaya öğretilen ölümler korkmaz benden uzun nisan mayıs günleri. bazıları kayıp, oluşan kıyılarda. müthiş sert kışlar ardından KAVRAMAYA uğraştığım bilinmezlik. güzün kızkardeşi: hırçın küstah kıpkırmızı bir göğü öpüyor dudaklarını değdirmeden akmaya devam eder zamanla yarışmayan ırmak aynı ben değilsem de penceresinden konuşur sesiyle dillerini anlayayım derken daha da kayboluyorum. sevmez dışarı çıkmayı deneyim kimi zaman korkmaz özden nardan süzülen kıvamlı yoksuluklardır söndürdüğüm yabanda bahçede yaşayan rüzgâr ipeksi ısırıklarla seviyor tenimi kötülük etmez buralarda yalnızlığa silinir süratlidir şubat. oysa ağustos ne çok şeker toplar. biriken bu değil miydi yeni gelenlerle sırası gelince YELTENDİĞİM sözcükler çözülüveren. insanlıktan uzak maviliği yutkunur ışıltıyla -sim saçar

31


Üç Belagat Evren Günberi I. güneş doğudan, sen dört bir yandan doğuyorsun ilk adımı söyleyip, ilk adımı bana atıyorsun uzaklardan gelebilsen, gelecek uzun sürer sen görmezden geliyorsun bir yanım hep yanık kokusu neden her yangına gözyaşınla müdahale ediyorsun ben anadolu’nun bozkırı, sen taşranın mazbut insanları her yangından ilk olarak gözlerini kaçırıyorsun

32

sen, memleketin en verimli toprakları ben mayınlı arazileriyim yeryüzünün sana sarılmak için var olsa da yaraları sarılsın diye bekliyor etrafa saçılan tüm eklemlerim II. son sigaramın dumanında ve hatta burnumda tütüyorsun bu gece bacası tüten her ocağa bir tas yemek oluyorsun sen yoksan, iki yakası bir araya gelmiyor koca şehrin sen yoksan, bir boğaz eksiliyor bu gece III. aşkın başımdan aşkın, derdim ondan aklım sende, sen bir karış havadasın seni seyre dalıp boğulmak için çok çabalamışsam ikinci şansı hak ediyor muyum? ilk tetiği çektiğinde gözlerim kapalı çıkmamışsa...


Prote z/Prote s t Kerem Advan

oburluktan güzelim bu yalanlar hep oburluktan açar bir çiçek en kritik yerinde telaşın uslanmaz oğul neptün vişne rakısı içer de günöte sürmeler kusar alacalı sen kızılay değilsin ki çok geç kalıyorsun evet arkadaşım vaziyet kontrol cinci hocaların elinde harcanaksın düşman menzil tanımaz al beni koynuna arizona’dan çıkarken kırk bin amerikan dolarını cepledim pisi pisine bir sosyopatsın sen yat kalk dua et uzun lafın kısası ben değil nirvana bana ulaşıyor beyaz atlı prensiniz olmayı reddediyorum, kabullenemiyorum o adamlara bulaşılmaz oğlum hurra çığlıkları eşliğinde büyük günahlar ustasıdır süte floresan katıp içirir yamakasi veya modern çağda bir vertigo denemesi diyor baba tarafı cerrahpaşalı eli maşalı abim neo devrimciler cirit atarken makam arabalarında sen kimsin nesin kabusum ol kına yakalım çalışmak özgürleştirir dr x. şahidimsin aman yarabbi bir christmas ertesi hızır gibi yetişirim sahneye çıkış sırasına göre vurup kıskandığım bütün insanları duvarıma asarım bilinçli bir tüketici gibi pişmiş soğan kokusun siner odalara öyle bir susamışlık ki olimpik havuzlar yetişmiyor ah kolaylık yapıverin be usta iyi dinleyin bir çapanoğlu var bu işte amma hamur açarım kazaklar örerim ben sana canımcım ne darboğazlardan geçtik hiç olmadı cıvatası gevşek bir romanstan bahsedilir yine solo takılacağız anlaşılan beklemeyin artık sabaha iş var “bir intihara alışmak ve yıldızlar” adında oryantiring çalışması aklımda böylesi hepimiz için en doğrusu aylardır içim içimi yiyor uyanıyorum ve feragat ediyorum bütün haklarımdan yeniden ikmale kalıyor umutlarımız.

33


K arnımda Feci Ağrıyla İstiridye İthaf istiridye istedim de sordun mu hiç histeri misin sen diye yani allah affetsin patavatsız girişi, yine de leşleşen koku, ince bi korku aşk ederken keşke sönse midem diyor, bahsedince, senden ince yalpalıyor. ağzında bazı zaman bi sanrı duyuyorum, ağından inince, inime girince neden hep yakıcı

34

sanılırsa dökülüş mideme bi garip güzelleme yanılır sadık gülüşüm, güz ellerinde ahım var ve alo! burası belki bedbaht hattı ah hatta adı ve eti pek bayattı derince kaygı, bininci kaydı aldı battı üstünkörü üstün başın, çoğu zaman da berbattı bahsettim birkaç kez suç ve ceza, seks ve kavga keza milim milim dilimledim, ince görüşü benimsedim bu defa değil bana şiir, bayınca ciklet atmaya adeta bayağı piyasayı doğruyor jilet ulema sesimin eski kesikliğini astım kriziyle aştım bi krizantemdim, aşırı açtım! yavaşla, gördüm! elim dilime binince pek yavaştım alıştım yap boz usülü dizilmeye, üzülmemeye günbegün inmelere, düşmelere, ah karamsar, of adeta genç bi sansar! değil değil, ismime nazım aklıma hasım, oldukça çokça ve takıntıma yasın, tuttukça aksa tutuksa boş bakışlarım -gitmesin aslı boşa, kurum sardıkça başa beşer beşer bela, durma yarın durdukça yaşa yeşil bi kafa dumanla.


Maket Uçak Yalım Aydın dünyevi hırslarım uğruna kullanmadım paramı en iyi şiirimi yazmadım henüz daha düşüp kalkmadığım kişiler için suçlayamazsın beni türkiye’de dört mevsim ben gibi hüzünlüyken hem de caddelerinde gri kaldırım taşları, az biraz asfalt yol boyu süpermarket ve küçük esnaf dükkanları ortasına ağaç dikilmiş pek muhterem geçiş yolu geçmişken yolu, arkana dönüp bakmana sebebiyet verir üç tane nargileci saydım tam buraya istasyondan beri yalan söylüyorsun diyenlere güzergahım cevap verir futbol şampiyonlarının vazgeçilmez gazete eki ve dünya gözüyle kaldıramadığım şampiyonluk kupaları, mahalle aralarında kazandığım gayrıresmi şampiyonluklarla üç satır yazımın yayımlandığı birkaç fanzin, lila rengi sandalyesinde oturmuş bana bakan bir güzel kız, penceresinin önünde şiirler yazan aynı güzel kız, geçtiğim geçiş yolundan üç nargileci gören ev de onun yolu geçince arkama dönmeme sebep olan da odur, tüm bu dizeleri bana yazdıran da.

35


Foto Gürk an’ın Rek lam Sözleri Fahri Küçük Ömrü kadarız toprağa ilk değen kar tanesinin Yıllar tükenir, yönler değişir, yeşiller sararır Gün eder mumlar geceyi, fotoğraflar maziyi Denize karışana değin değil mi hırçın aşkı nehirlerin Köprü geçilir, dağlar aşılır, yol biter Güncemin şahidi kararmış gül yaprağı Ömrümün şahidi sararmış fotoğraf kağıtları

36

Kaç diyara anlatır kederimizi duman duman Arası tütün parmaklarımız Her birini bir başka coğrafya alır dostlarının Can suyunu yanlış anlamış mayın tarlası gibi Canlarımızı söker damla damla fotoğraf kareleri Bir mülteci kavuşmuştur vatanına Ne vakit sala okunsa Her birini bir başka toprak alır sevdiklerinin Serin bir kabristan uğultusu çöker albüme Dünya hapis, kabir hasret, vuslat belirsiz Fotoğraflar bir filmden arta kalan neşesi silik birer kesit Kor söner, köz ufalanır, kül uçar, aşk biter Ana karnında bir ölüdür batmayacak gün Ne kalbinde kalırım ne de bırakırım kalbimde seni Mecnun’un yağamadığı çöle değiliz çise bile Kalpler kurur Yıllar yıllar önce… diye başlayan bir cümle fotoğraflar kalır Kara yorgan ağırca kapatır yüzünü günün Nezaketten habersiz nezaret gibidir tabutun sefası Elleri kesik kefen biçare kalır Korumaz yegane dokuz kurtlu kuru tahta Etim butum deriz de pare pare onlarda Gün gelir beden kalmaz Antik hayatlardan kazınan Pembe hatıralarda yıkanmış flu fotoğraflar kalır.


Batışın Yanıldığı Yerlerde Yarım K alan Doğuş İnsanları Selma Cengiz karşımda duran varlık, şahitliğin gerekli sedasız kuşlara dönüyorum, uzaklara... bahtını yaşatıp; naaşın ile gelebilmektir yola hoyrat bir belanın içine düşme! -yanılmak, uzatır saçlarını -titreme! seda yükseliyor, şimdi duyabilirsin sesler seni batışa götürüyor “ölüm, bilinçli bir kavmin besinidir” yedikçe tükenmeyen bu ihtişam da nedir? temelsiz bir ağaçtan doğan bizler değiliz anlatılsa duyulmayacak, kıvrımlar çok dar anlatamıyorum, doğuş -sizi de kandırır tuzaklar yok! -içine düşen çok, batış burada yaşar “sızlarım, yarım kalan her şeye, bir kuş getirin”

37


38


Yüreğimin Peygamberi - Devir Adem Fatih Kılıç Herkes bu kadar kör bana Ben fazlayım olduğumdan Yüküm, artığım, ağlak çöpüm Nasıl çoğum onlara bu kadar hiçken Doğum günün bugün senin Sahildeyim, Atakum, sahildeyim Harici hafızasıyım herkesin Konuştuğum kadının bahanesiyim Bir boka yaramazı ailemin Ulu orta bırakma beni Omurgamı ulu orta bölme İnsanlar bilmez bakıyorlar Ağlayamıyorum kimsesizliğime Suratımı tekmeleyen denize Kimsesiz karşı koyamıyorum Atakum, sahildeyim Ne içtiğim çok yalan, habersiz gel Şairsin sen de bana Geri vermeyeceğim de Benim! Bana Yazdığın acı içinde Yazdığın şiirler Üstünü çizdiğin o gençlik benim de! Kimsesiyim ben herkesin Biletin adedini ikile Her şeyimsin sen benim de Bahanelerim değil mesela Gözyaşlarımın celladısın de bana Bir saniye kahraman olayım Şaka de bana, deme veya Bağır şu denize vurmasın yüzüme Söz de bana Birlikte çıkacağız de Azraillerle kaynadığın o tencereden

39


Susuyorsan; Kirpiklerimi kes Saçlarımı kes Biletimi kes Bileğimi kes Köpeklere ver kemiklerimi Ciğerlerimi yak Kavanoza doldur Anneme yolla Annem küllerimi çok okşasın Küllerim şefkatsiz, kül yalnız Ya da beni dağıt ve bütün olmamı Bekle benden Herkes olmazsın sen, biliyorum Bazen herkes, Herkes adayıdır hâlbuki

40

Kemiklerimi kır ve birleştir Bu yapboz Doğum günü hediyem olsun sana Ciğerlerimi löseve bağışla Belki matematiği çözülür kanserin Kazım ölmez bir kez daha Ben kimse miyim? Çığlıkla cevapla! Kimse miyim?! Bakire değilim Ben kimse miyim? Bağır Hançer gibi Bıçak gibi bağır! Karnım bin çukur Karnım senin açtığın deşiğe bin şükür! Mutlu değildir herkes Olmak zorunda değildir Herkes değildir olmak zorunda İnsanlar çok gaddar Kesme ışığımı diyorum Deniz şakağımı tekmeliyor Ağlayamıyorum Bağır ona aşmasın haddini Aşındırmasın gözlerimi Bağır! Ya gel, Ya da en morfinsiz kaybedeni kalayım bu çağın.


İçişleri Batanı Ayça İşbilen güzel bir zerk ediş planlıyorum, tüm terk edişlerime dikey geçiş. terk ederken de bir mektup... fakat; mektuba ağır geliyor sözlerim, nakliyat şirketiyle anlaşmalıyım diyorum her beş adımda bir kilo eklenen sözlerim için... ve selam etmeyi seviyorum çocuklara, dahası; iskarpinlerle birlikte dünyanın da tozunu alan çocuklara müteşekkir oluyorum bir şeylerin eksildiği hissini verseler de bana. acıtıyor tüm bunlar... sonra, apostrof uğruyor sızılarıma, satır başlarıyla doğranıyor sancılarım. ah benim sevgili s’ulu şakalarım... tekrar tekrar öldürüyor güldürürken. bu durum çok s’ağır. uyarı için bir el dokunuyor omzuma: -seni bir daha buralarda dolanırken görmeyeyim! oysaki buralarda değil, buralara dolanıyorum. -sarmaşıkla ziyan ikizi olmam muhtemelne yazık ki bunların hiçbirinin ama hiçbirinin benimle bir s’ilgisi yok, her şey zaten çoktan silinmiş. henüz kâtibinden satılık değilken de kalemler, imzamı atamıyorum hüzünlerime. ikinci el mutluluklar da ekleniyor, yetmezmiş gibi bir de... altyazılı bir filmmiş yaşadıklarım. -hüzünlerime ve mutluluklarıma yabancıyımbir ziyafete göre; kıt kanaat geçiniyormuş yeryüzünün tüm notları. geçer dediğim tüm acılarım, geçer dediğim tüm notlarım. en kıtipiyoz yerlerinden gülüyorlar bana. susmayı da iyi biliyorum ama. biliyor musun; hiçbir şey görüldüğü gibi değil, çok daha fazlası…

41


hayata da rakursi uygulanmaz; kısaltırsan, hakkını yersin anılarının... parantez içine atma bu yüzden acılarını. -beni biraz yanlış bırakınlouis armstrong’u da unutmuyorum bu arada, benim caz aşkım, geceleri aydınlatıyorsun sesinle. ki, sabaha karşı etkili şampuanlarımla direnirdim geceye. kepenklere karşı formül bulamazken hayat, kendim desteliyorum bestelerimi; istiflediğim hüzünlerim gibi... artık tüm hüzünlerim kürdilihicazkârdan bir nağme; sözlerim, hacı ârif bey’e bir nazire...

42


43


De’hay of Eleven Can Küçükoğlu

44

elimdeki y Anıkları dağ kullanarak yazdım teknefesoloji bu küçük şeyleri bitti sanıp söndürüyo sonraları önceleri oluyor sonra tümörleri yoksa tırnak etkileriyle dövme yapardık kesmeyelim o zaman eski veda fontlarını birdaimleyelim uğur böceğimin sarı öldüğünü söylemiş miydim üç iyileşti şimdi üç birde iyileşti sıradaki şarkı namaste sessizliği çalışıyor be dokun uyumunuza da okun bir mataraya sığdırak geçtigin baş teslim olmadan evvel göhere sırabilir azal canal cana al anacım çokun! dal nefesi edin bak bu edimi keşkeden zorla almalıyız laylay oma bele diye geldi yarını götürdü bugün kal var elimizde rumiye varacak kadar aracak ömür senin yük seleyen ağaçlarının taa diğer ağaçları içine devirmesi onları korkutur sen gözlerin kapalı saçlarını bağışlayana dönüp buradaymışsın gibi yapmayacağım dersin açtığım bu kaçıncı siyah bilmiyorum ben gelmeden gitmiş ya da ben gelmek için gitmesini beklemiştir ona bir kitabı okuyordu sandığım için bir kitap hediye edecektim edemedim hediyesi buymuş can getirdi can götürsün can getirsin pembe yerine siyah oldu ama gökkuşağı da yenilmezleşebilir japonyada öyle değil bilmiyorsunuz halledicem korku bana rahmiyle gelse secde eder dualarıma göstericem saat dokuzda dokuzuncu ayda iki ve birin adıyla ilk sıfırımı güz kuşağı oyarak ovaladım harbedicem


ve bahar hikmetin geleceğini söyledi hikmete ben baharın evim olan evine yerleşicem ilkin ilki aşık uşaklarına varma vizesi al vardı almadık alamazdık verdilergil gül görül kahin atın güzelliği bu koşarak alıyor ve durunca görüyor ne indirmiş indirdikleri rabbinin derdinden öyle olur böyle olur değil düşün ve iye düşün iyeliği de hakikatidir zaten özne ne kadar bir olursa olsun bileğen her şeye kendisini vermesi haktır zor, açılan bir sirkeydi farkettik ve bu giden kıssa bize dengeyi verdi bize denge izi bize bize bize dengeyizi verdi olmuştur yetişir mi yetişir ama bu geç kalmanın aksi değildi o olunca görüşmemize hacet kalmayacak ben bendim bendirimin ben olmasına biraz daha var piran hazır pacha mama i’m coming and i will give your home to you ikinci yeni değil yeni biçem değil yeni diril öptüm (iki iki yan yana gelince üç bire yerini verdiği için teşekkür edecek öğürmeden b’öğrenelim iyi midir iyidir çıktık çiyalı)

45


Sense8 (2015 - ): Siyah Beyaz Kurgusal Bir Evrende İdeal Bir Sos yal Düzen Arayışı Engin Onuk

46

The Matrix (1999), ile bir daha hiç unutmamak üzere tanıdığımız, daha sonra Cloud Atlas (2012) hariç, adlarını çok fazla işitmediğimiz Wachowski Kardeşlerin ve J. Michael Stracynski’nin yeni dizisi olan Sense8, Netflix’in gelecek vaat eden fantastik/ bilim-kurgu kategorisinde bir dizisi olarak 2016 sonlarında 2. sezonuyla devam etmesi öngörülüyor. Dizinin üzerine kurgulandığı bilimsel temele bakınca karşımıza limbik sistem çıkıyor. Limbik sistem, duyguları, davranışları, uzun-süreli hafızayı yönlendiren beynin bir bölümüne karşılık geliyor. Bu limbik sistem Thomas Lewis’in teorisine göre limbik rezonans adı verilen, derin duygusal durumların paylaşıldığı, empatik uyumun oluştuğu bir fenomeni ortaya çıkıyor. Sense 8’in kuramsal ve bilimsel kökeni, aynı zamanda ilk bölümün adı olan limbik rezonans teorisine dayanıyor. İnsan duyguları ve biyolojik psikiyatri alanındaki bu teori ne kadar bilimseldir ya da tutarlıdır ve dizi bu teorinin altını ne kadar doldurabiliyor ya da gelecekte doldurabilecek; bunlar cevapları tartışılması gereken sorular olarak 1. sezonun sonunda hala varlığını sürdürüyor. Sense8’te dünyanın dört bir yanına dağılmış 8 farklı karakterin birbirleriyle ne


zaman telepatik iletişim (limbik rezonans) haline geçtiğine baktığımızda, genellikle karakterlerin ya yalnızken, ya çok dalgınken, ya da zor bir durumdayken bu iletişim seviyesini yakaladıklarını görüyoruz. Birbirlerine sadece telepatik düzeyde değil, aynı zamanda gittikçe duygusal olarak da bağlanan bu 8 karakterin nasıl birbirleriyle bu kadar çabuk sihirli ve özel bir bağ kurduğunu, birbirlerine karşı duydukları sorgusuz sualsiz sevginin kaynağını ve bunun nereye varacağına dair pek çok ipucu olsa da, Sense 8 seyirciye net bir açıklama yapmayı tercih etmedi henüz. Bu muğlaklığın sebeplerinden biri elbette ki dizinin gizemini ve heyecanını canlı tutmak ama ileriki sezonlarda bu gizemin nasıl yönetildiği mutlak bir önem kazanacak. Fantastik bir gizem dürtüsüyle devam eden bir başka yapım olan Lost (2004) ile bu noktada kaderleri kesişecek gibi gözüküyor; yani Sense 8’in ileriki sezonlarda var olan soru işaretlerine getireceği açıklamalar ne olursa olsun, bazı kesimler hayal kırıklığına uğrarken bazıları da memnun olacak. Sense8’e yön veren fantastik/bilim-kurgu ögelerin dışında ideal bir sosyal düzen arayışı dikkati cezbediyor. Farklı sosyal kimliklerin ve meselelerin ön plana çıktığı bu ideal sosyal düzen arayışında, seçilmiş 8 kişinin kişisel özellikleri bu ışıkta idealize edilirken toplumun geneli, kurumlar ve güç sahibi olan kişiler şeytanlaştırılıyor. İdeal iyiyi temsil eden seçilmiş 8 kişinin kötücül bir toplum içindeki varlık mücadelesi ve birbirleriyle iletişim kurma çabaları aynı zamanda ideal olmaktan son derece uzakta olan bir toplumun varlığında, iyiliğin kötülük karşısında galip gelme gayretine de tekabül ediyor. Her şeyin siyah ve beyaz olduğu, gri alanların önemli olmadığı bu ideal düzende karakterlerin olası tepki ya da davranışlarından ve bu davranışların sonuçlarından, toplumun yapısına, neyin ideal, neyin kötücül olduğuna kadar; bütün detaylar sıkı, esnemesi mümkün olmayan kurallar dahilinde belirlenmiş. İdeal iyiyi temsil eden karakterlerin kimliklerinin çeşitlilik göstermesi ve bu kimliklerin spesifik olarak seyirci nezdinde olabildiğince görünür kılınması dizinin yaratmaya çalıştığı ideal bir sosyal düzeni işaret ediyor. Örnek vermek gerekirse, Meksikalı oyuncu Lito’nun işi ve özel hayatı arasında yaşadığı gelgitlere tanık oluyoruz. Lito, ünlü biri olarak, cinsel kimliğini saklayarak toplum önünde heteroseksüel biriymiş gibi davranırken sevgilisi Hernando ile ateşli ve duygusal bir ilişki yaşıyor. Bunu bir adım daha öteye taşıyan Nomi, cinsel yönelimin bir başka farklı temsilini canlandırıyor. Nomi, ailesinin tutucu ve inkarcı yaklaşımına rağmen, cinsiyet değiştirip trans olmuş biri olarak kadınlardan hoşlanıyor. Transseksüelliğin ve lezbiyenliğin birleştiği bu kadın temsili, Lito’nun homoseksüelliği üzerinden erkek temsiliyle birlikte çeşitliliğin olabildiğince idealize edilmiş bahsi geçen ideal düzenin yapı taşlarından birini oluşturuyor. Cinsel kimlik ve cinsel yönelim dışında bu idealizasyona diğer karakterlerde de rastlamak mümkün; ama farklı cinsel yönelimlerin temsiline özenli ve bilinçli bir vurgu yapılarak ön plana çıkartıyor. Mesela Hintli Kala üzerinden yapılan gelenekçilik ve yenilikçilik sorgulaması, Nomy ile Albanita, Lito ile Hernando ve Daniela ilişkisi

47


düşünülürse geri planda ve sıradan kalıyor. Ama şunu tekrarlamak gerekir ki, her bir karakterin kendi kimliksel özellikleri açısından dizide kesin olarak belirlenmiş sosyal işlevleri var.

48

Sonuç olarak Sense8, kendi yarattığı ideal düzende, özellikle cinsel kimlik ve yönelime yaptığı göz ardı edilemez vurguyla farklılık yaratsa da ilk sezondan dizi hakkında kesin bir yargıya varmak çok mümkün değil. Çok fazla karakter olduğu için takip etmeye alışmanın zaman almasının yanı sıra, dizinin üzerine kurgulandığı kavramsal temelin 1. sezonda yeterince oluşturulmamış olup gizem ögesinin daha ön planda tutulmuş olması ileriki sezonlarda diziyi daha iyi bir yere de taşıyabilir; daha kötü bir yere de. Bunun yanında, dizinin kesin çizgilerle belirlenmiş, iyiyi, kötüyü, karakterleri ve toplumu esnemesi mümkün olmayan kurallar dahilinde tanımlayan kurgusal bir evrene sahip olması heyecanını çabuk yitirmesine ya da dizinin yarattığı bu kurgusal evrende kendisiyle çelişmesine sebep olabilir. Gri alana yer vermemek, her şeyi siyah ve beyaz olarak resmetmek bir yerden sonra kabak tadı verebilir; gerçekçiliğin önüne bir set çekebilir. Fakat her şeye rağmen bu haliyle, orijinal konusu ve o konuyu ele alış biçimiyle, 2. sezon yayına girmeden önce, dizinin gelecek vaat ettiğini söylemek gerekiyor. Wachowski Kardeşler, kayda değer bir iş ortaya koymuş gibi gözüküyor.


49 C Blok şarkıları; soundcloud üzerinde “c blok”, youtube üzerinde de “Ekip banaUyar” kanalından dinlenebilir.


50


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.