aralÄąk 2015
1
U B
sayıda
düşleyince ebegümeci diyenler ya da fevri çehrenin yağmurlu fularında Jung’çu şarlatanlar, yarma şahidi ve katı muziple, fal bakıcılarının marabalarıyla, solakların romansı naat yalanları. Benim Ağzım Konuşmayı Bekliyor / Emre Varışlı
2
Köşedeki Evin Balkonu / Kübra Demirtaş
3
Hayal Alıştırmaları - III / Serkan Üstündağ
5
Suna Lor’a Mektuplar - II / Emre Emrem
8
İnsana İnanmayan Tanrı / Erkan Katırcı
9
Sessizlik / Pelin Güloğlu
11
Sana Yazmasın Ben Arayayım / Selim Sevim
12
Bumerang / Deniz Baran
13
Eller ve Devlet / Özden Çağrı Özçelik
15
‘Çağdaş’ Bir Meditasyon / Emre Akaltın
18
Milli Güvenlik / Şahin Ay
20
Fark Etmeyen Adam / Anıl Yaşagör
25
Bölmek ve Tok - III / Batuhan Boz
30
Kendinde Çoğalan Yakıcı / Erkan Karakiraz
32
Hasat Mevsimi / Numan Çakır
33
Kum Saatinin İçinde Çöl Mü Büyütürler/ Betül Aydın
34
Bir Tatlı Huzur Almaya Geldik Geppetto’dan / Ayça İşbilen
35
Gereklilik / Uğur Küçükdağ
36
İthafa Yaklaşım - III / Alper Pek
38
Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak (2002): Kabuklardan Fikirler/ Besna Ağın The Affair (2014-): Entrika Sarmalında Karakter Dönüşümü / Engin Onuk
42 46
Aylık edebiyat sanat fanzini, torna tezgahı ve unlu mamüller vitrini. Yazılarınızı ve görsel işlerinizi kopyafanzin@gmail.com adresine gönderebilirsiniz. Katkıda bulunan tezgahtarlar: Alper Pek, Emre Emrem, Selim Sevim, Emre Akaltın, Batuhan Boz, Anıl Yaşagör kopyafanzin.com twitter.com/kopyafanzin facebook.com/kopyafanzin instagram.com/kopyafanzin
Benim Ağzım Konuşmayı Bekliyor
O adamların ağzını gördüm, ezici çoğunluğun yönetmen gözlerini sana çay suyu koyduran hayat - bana kahve yaptırdı ve ceketimi alıp yolu bulmak zorunda kaldım
2
Birine mektup açacağı ile saldırdım hiç önemli ve önemsiz biri değildi en az benim kadar insan olmayı seviyordu aramızdaki tek fark onun parası vardı ben bilet kuyruğuna girdim o dünya haritasını masaya açıp yeni bir kaos buldu - yeni bir kitap satın aldı buralarda kitap satın alıyorlar Ben senin biyolojik sevgilinim - içim biyolojiyle dolu bu yüzden karıştırmak istiyorum barsaklarını yoksa ne işim olur benim sevişmekle benim akşamcı dostlarım beni beklerken benim akşamcı dostlarım ağzıma verirken, kelimeleri Sonra birinin hakkariye asker gittiğini öğrendim o an mucizevi bitkilere olan ilgim yok oldu sağlığım benim ah sağlığım benim o gece, o afişleri nasıl yapıştırdıklarını gördüm duvarlara, korkunçtu ah şimdi senin yanında olmak yoktu
Köşedeki Evin Balkonu Kübra Demirtaş
O
rayla ilgili bir hikaye. Hani hep olmak istediğiniz yer. İçten içe sizi ele geçiren,yaşamaya biraz da onun sayesinde katlandığınız yer. Sevgi dolu, kucaklayıcı, insanı dışlamayan, olduğun gibi kabul gördüğün yer. Zeytin ağaçlarının, sıcak esen rüzgarın, havadaki tatlı tuzun, çocuk gürültülerinin kavgaya dönüşmediği, gözünü kapatıp kulaklarınla değil içinle dinlediğinde bisikletin teker sesinin geldiği yer; bir sahil kasabasında köşedeki evin balkonu. Sıcak, yorucu bir günün akşamında yürüyüşe çıkıyoruz, yollar sağa sola kıvrılırken, bir köşede onlara rastlıyoruz, o tatlı çift. Sıkılgan, dingin Egeli bir adam, muhtemelen onun bir yerlerden emekli cânım karısı. Her akşam o balkonda oturuyorlar. İnsan o tarafa bakınca sanıyor ki pikapta Şarkılar Seni Söyler çalıyor, masada bir kadeh rakı var, eski bir çocuk kısa bir pantolonla balkon kapısından fırlayacak, tam da o sırada tuşları dönerli telefon çalacak. Tabii ki öyle olmuyor. Amca ve teyze balkonda sakince oturuyorlar. Birinin bir eli dışarı sarkmış diğeri korkuluklara çenesini dayamış. Bazen yoldakilere laf atıyorlar. Eğer hayatın uçup gittiğini fark etmeyecek kadar hayalperestseniz onlara cevap veriyorsunuz, öyle değil de ‘iki günlük tatile geldim işim gücüm var’cılardansanız hızlıca uzaklaşıyorsunuz. Sorun yok, çünkü siz ne kadar zamanın hızlı aktığını düşünseniz de bazı anlarda aslında oldukça duruyor. Biraz bekleyince, yavaştan ve de inceden bir aşk hikayesi başlıyor. Amca bıçkın delikanlı yine, teyze kibar nazenin bir genç kız oluveriyor. Karşılarına kara büyücüler, derin dalgalar, çılgın korsanlar çıkıyor. Aynı hikayelerin farklı versiyonları; olay aynı, tatlar farklı. Her gerçek masalda olduğu gibi mutlu sonla bitiyor neyse ki. Bakıyorum amca teyzeyle balkonda oturuyor. Muhabbet bitmez tabii ama ailenin telaşlı ve az meraklı üyeleri seni çekiştiriyor, görünürden kaybolana kadar el sallayıp uzaklaşıyorsun. Sonra diğer sene, kime anlatıldığı çoktan unutulmuş aşk hikayesi tekrardan anlatılıyor. Amca hala bıçkın, teyze hala nazlı. Çok iyi bildiğin bir hikayeyi hiç bilmiyormuşcasına dinleyip tekrar gülümsüyorsun. Sen aynı ayaklarla daha büyük adımlar atarken, bu sahne her yıl tekrarlanıyor. Sonra her şeyin hep aynı kalamayacağı yıl var ya… O geliyor. Her yıl sararıp solup atılan kenarı fırfırlı masa örtüsünün bir yanı dolmamacasına boşalmış.
3
Teyze eskisi gibi gülmüyor. Gülüyor aslında ama bir başka. Elleri ağlıyor dudakları gülerken. Daha fazla durmak istiyorsun o balkonun altında. Amca içeriden çıkmalı çünkü. Sen olmasan da o hayatın öyle süreceğinden o kadar eminsin ki. Öyle olmadı bu sefer. Boğazında ne ileri ne geri giden o yaratık biraz daha idare edemeyecek kadar azıttığında ağzını geveleyip hemen uzaklaşmak istiyorsun. Burası çok acı. Hevesle beklediğin gibi değil, acıtıyor. Sonraki yıl tersine yürüyorsun gittiğin yolu belki hiçbir şey değişmemiştir de ben aldanmışımdır diye. Ne yazık, ne acınası. Teyze yine yalnız. İçine konuk edildiğin hayat kendilerinden de çalınmış. Evde ıslıklı bir rüzgar esiyor olmalı. Fazla halılar duvara diklenmiş. Huzursuz edici. Bir yanın orada kalmak isterken ruhunun iğne deliğinden geçtiğini hissetmek. Sanki bütün dünya göğsünü eziyormuş gibi. Farz et ki hiç yaşanmadı bu kırık hikayeler, her yana saçılmış. Sen de gideceksin ki çok iyi biliyorsun zaten. Az zaman. Çok az.
4
Diğer yıl, öteki, birbirini takip eden, öncekinin ardını izleyen, o yılın üstünden iki tanesi daha geçti diyorsun. O günden sonra iki yıl daha geçtin buradan. Yaklaştıkça adımların hızlanıyor, o köşeyi dönüyorsun ilk sefermiş gibi. Bu yıl, hiç açılmayan o tahta panjurlardan iki yıldır ilk defa bir şarkı yükseliyor; aşk gibi, sevda gibi, huysuz ve tatlı kadın…
Hayal Alıştırmaları ııı
Serkan Üstündağ
G
ecenin karanlığı çökmüştü ve sağanak yağmurun ezgileriyle birlikte oturuyordu genç adam. Bedeni genç ve ruhu oldukça yaşlanmış birisi denilebilirdi fakat bu sağanak yağmur çocukluğunu da geri getirmişti. Bütün oyuncak askerlerini masanın üzerinde nizami düzene sokmuş ve onlara vereceği ilk emri düşünüyordu, ta ki şimşek çakana dek. Gök gürültüsünden çok korkan bu adam, yağmurun ezgisini dinlemek için camı açık bırakmıştı ve eğer cam açıkken gök gürültüsü duyulursa yine o garip hisse kapılacağını düşündü bir anda. Cama doğru yönelerek tam hareket edecekti ki en soldaki asker ona sesledi “Dur!” ve ekledi: “Camı bu sefer kapatma ufaklık! Bırak aksın tüm ses dalgaları bu odadan içeri ve sarsın bedenini! Tüm cesaretini bizleri savaşa sokmak için toplamadın ya... Biraz büyümenin vakti gelmedi mi sence?” Genç adam korkulu gözlerle masaya geri döndü ve tüm askerleri süzdü. Hiçbir hareket yoktu. Sadece bir yerlerden konuşma sesleri gelmişti ki masaya doğru haykırdı “Hanginiz seslendi bana? Çabuk bir adım öne çıksın!” Genç adamın bu komutuna hiçbir asker karşılık vermedi. Biraz sessizlik oldu ve en soldaki asker tekrar konuşmaya başladı: “Bendim efendim! Bu tırsak askerlerden bir farkım olsun da beni yaratana bir öğüt vereyim istedim! Gariptir sizinle konuşmak, özellikle de beni duyduğunuzu bilmek, iliklerime kadar korkutuyor beni. Fakat vaktiniz varsa sizlere birkaç soru sormak isterim... Öncelikle, bizlere neden kişilik verdiniz? Bizleri düşünmeye sevk etme amacınız nedir? Otonom bir hayat senaryosu oluşturarak, devinim türevlerine bağlı hayatlara sokamaz mıydınız bizi? Amaç yenilik mi? Yeniyi mi arıyorsunuz? Dünden farklı olanı, yarının şablonunu ve anın katarsisini üzerinize çekmenin amacı nedir? Bizler, şu masanın üzerindeki askerler, hep bunu merak ettik. Hem biz neden askeriz ki? Birbirimizi mi keseceğiz?
5
Sonrasında ise aklımız iyice karışmakta. Yani, sizi her zaman hissedebilecek miyiz? Hislerin de akıl gibi bir amacı var mıdır? Örneğin sevgi... Size yönlendirdiğimiz bu duyguyu eğer aramızda, birbirimize yönlendirirsek yanlış bir şey yapmış olur muyuz? Ya da korku! Yani, sizden değil de birbirimizden korksak, çok mu ileri gitmiş oluruz? Kısaca, aklımızı ve hislerimizi size mi yönlendirelim yoksa birbirimize mi? Her akşam aynanın karşısında dans etmeniz hem aklın hem de hislerin birleşimi olsa gerek... Bizden beklediğiniz ibadet bu mu? Bu masanın üzerinde bizler birbirimizi mi yönetmeliyiz yoksa münferit yönetim sizde mi? Birbirimize “değer” kavramını aşılayarak, bu “değer”ler için birer birim seçelim mi? Bu sayede siz insanlar gibi bizler de kıyas yapabiliriz. Sahip olduğumuz hayat üzerine önerileriniz var mı? Yolumuzu bulamıyoruz da... Tavsiye ettiğiniz bir yön var mı?
6
Lütfen tüm bu soruları yanıtlayın fakat arkanızdaki camı kapatmayın. Sanatçı ruhu denilen şey de bu olsa gerek... Huzura ulaşan sakin ritimlere bulaşmış gök gürültüleri var. Çoğu insan penceresini derhal kapatır. Fakat siz kapatmayın... Bizlere karakter verdiniz ve öykünüzü yaşatın...” Genç adam duydukları karşısında afallamıştı. Şimşeğin o kadar yakında gerçekleşmesine rağmen gök gürültüsünün henüz duyulmamış olması daha da ürkütücüydü. Askerin soruları o kadar açık ve netti ki, her birini saatlerce cevaplamak istiyordu. Üzerine denemeler yazmak, şarkılar bestelemek, tablolarını renklerle coşturmak ve şiirlere kapılmak en güzel cevap olacaktı. Fakat ufak bir sorun vardı, genç adam hâlâ, şiddetle, gerçekleşecek olan gök gürültüsünü düşünüyordu. Hatta kendisini öylesine sıkıyordu ki, en sevdiği müzik olan sağanak yağmur sesini bile duyamıyordu. “Soruların cevapları? Yağmurun enfes ezgisi? Gök gürültüsü?” Genç adam tam da bunları düşünürken masadaki asker seslendi: “bağırın efendim!” Genç adam bir anda afallasa da hemen toparlandı ve askere sordu: “ne dedin sen?” “Bağırın efendim! Tam da gök gürültüsünü duymaya başladığınız esnada bağırmaya başlayın! Biz askerlerin bağırma sebeplerinden bir tanesi de budur. Yer gök inlesin, bağırmaya devam ederiz. Kendi sesimize sığınırız. Tek duyduğumuz kendi sesimiz olsa yeterlidir. Savaşımıza devam ederiz!”
Genç adam bu öneri karşısında hafifçe gözlerini kıstı ve gülümsedi. Ayağa kalktı ve camın kenarına geçti. Sağ eliyle pencereyi tuttu ve başını pencereden dışarı çıkardı. Bir müddet bekledi fakat yine de bir gök gürültüsü duyulmadı. Genç adam masaya geri döndü ve konuşan askere doğru eğilerek fısıldadı: “Belki de bugün gök gürüldemek istemiyordur?” Asker bu sorunun karşısında biraz bekledi fakat yine kendinden emin bir şekilde konuşmaya başladı: “Efendim! Gök gürültüsünü ne zaman duyacağınızı bilseydiniz, kendinizi buna karşı hazırlıklı hissetseydiniz, hiçbir korkunuz olmazdı. Şu an yaptığınız hareket, belirsizliğe karşı düşüncesizce kafa tutmaktı. Kendinizi her daim hazır hissetmek için, her zaman bağırmalısınız. İşte o zaman gök gürültüleri size tatlı bir ıslık gibi gelecek. Şimdi lütfen, bizlere öğüt vermeyecekseniz dahi öykümüzü başlatabilir misiniz?”
7
Suna Lor’a Mektuplar II
Emre Emrem
Sevgili Suna, Odada çıt çıkmıyor. Öyle bir halı aldım ki görmeliydin. Yere bir şey düşürünce hiç ses çıkmıyor. Dün yere bardak düştü, kitap düştü, çatal düştü, nota düştü, uykum vardı. Oda halı gibi sessiz.
8
Bir de papağanım var artık, bak görsen çok severdin. Geveze Lori. O konuşuyor ben dinliyorum. Hep o konuşuyor. Ben de konuşuyorum aslında. Ama az. Yani daha az. Ona göre az. Beni duymuyor galiba. Emin değilim. Emin olsam hep ben konuşurum. Kuşların kulakları nerede bir bulsam daha çok konuşacağım. Geceleri Lori’yi salona taşıyorum. Normalde burada, odamda duruyor. Bazen uykumda sıçrayıp halıya düşüyorum. Seni halı gibi özledim ben. Mithat Mi Sevgili Suna, Geveze Lori bugün yeni bir cümle kurdu. Normalde şöyle şeyler diyor: 1-Babacım benim bacak acıdı bacak benim babacım. 2-Cam açık dışarı çık çık cama çık. 3-Cumaları çok canım sıkılır. 4-Bu kuş tüyü, bu kuş tüyü. -Tüylü de diyor olabilir, tam anlamıyorum. 5- Çip çip var kafamda çip. 6-Seni sevmiyor. 7-Seni sevmiyor. 8-Seni sevmiyor. Bugün yeni olarak şöyle dedi: İyi salatalık tez kokar. Sevgili Suna, Renklerin sonuna harfler ekliyorum. Daha güzel oluyor. Şimdi hepsinden bahsetmeyeceğim. Sarıl. Mithat Mi Sevgili Suna, Kullandığım bazı kısaltmalar: -Çarş. Perş. Cum. Paz. Pazart. Sabahları kullandığım bazı kısaltmalar: -Günayd. Bu hafta salı hızlı geçti. Mithat Mi
İnsana İnanmayan Tanrı Erkan Katırcı
9
F
ransız Kafka ölüm döşeğindeki motosikletinden indiğinde sanki gökyüzüne uzandığını hissetti. Tanrı’nın neden sol göğsünde barındığını çözüm süreciyle açıklamaya çalışsa da ağır dili onu ele veriyordu. Göğsünün ağrısını beynine yansıtmadığı sürece huzurlu olabilirdi. Fakat her geçen gün hızla ilerleyen tren göğsünün üstünden acımasızca geçiyor gibiydi. Sağlığını ne kadar siktir etse de sonunu düşünmek onu çıldırtacaktı. Fransız, -ölümü düşündüğü her an için- mum yaktığı gecesinden dışarı çıktı. Bu gece onun için bir fark yaratmalıydı. Bu gece ölüme çelme takmalıydı. Gürültü eşliğinde kapıdan çıkarken neler olabileceğini kafasında kurmaya başladı. Bunu ne yaparsa yapsın durduramıyordu. Beynindeki senaryolar -her ne kadar yapımcıyla anlaşsa da- ona binbir türlü acı yaşatıyordu. Sağlığını çatı katına atıp bara gitme kararı aldı. Kapıdan içeri girdiği anda garson kadına delice aşık oldu. Bu sakin ve sessiz bir aşk değildi. Gürültülü ve huzursuz bir aşktı. Şimşek hızında telaşlarını çöp kutusuna atıp bir anda saçlarını sevmeye başladı kadının. Sonra göğüslerini… Kalçalarını… En son bakabildiği yer olduğu için en sonunda gözlerini sevdi kadının. Kadın şaşkındı, gergindi. Güvensizlik hissi tırnaklarına kadar kemiriyordu kadını.
Parmak uçlarında yaşadıkları bu aşk, Fransız Kafka’nın sonu olacaktı. Fakat kadın yeniden doğacaktı. Ama bu doğasına uygun bir doğum değil, nitekim sezaryen olacaktı. Bu ameliyatı ancak ve ancak Fransız yapabilirdi. Çünkü o sol göğsüne yatırdığı Tanrı’nın yok edici değil onarıcı olduğuna inanmaya başlamıştı. Kadının gözlerinden içeri daldığı o gece bir sonun başlangıcı olacaktı. Fransız, güzel sevmişti kadını. Gürültülü ama içten. Ceketini koluna asmak istediği anda kadın onu durdurdu. Ve dudaklarına ölümcül bir zehir kondurdu. Hayatta kalma içgüdüsü Fransız’ı alt üst etse de zehre boyun eğdi. Kadından gelen ölümü kabul etti ve kucakladı. Kadın, sonradan keşke dememek için gözyaşlarını o anda döktü. Fransız Kafka, o yatakta, o çarşafın üstünde, o kadının kolları arasında huzurlu bir ölüme çekildi.
10
Kadın gözyaşları dindiğinde yeni bir dünyaya açılan kapıdan dışarı çıktı. Nereye gideceğini bilmediği halde ruhu onu yeşertecek gibiydi. Yollarda hata olmadığını biliyordu. Hata seçimlerdeydi. Ettiği küfürler, endişeli bakışları, sinirli tavırları onu karnındaki kız çocuğuna götürdü. Kadın, kalbini kürtaj ettirse de kız çocuğuna bakışsız bir yol çizdi. Osho’nun şu sözlerini bir kez daha hatırladı: ‘‘Çünkü hayat olması gerektiği gibi değil olduğu gibidir.’’
Sessizlik Pelin Güloğlu Bir dakika sessizlik. Tam bir dakika susmayı vadediyorum. Ne hakkımsa susmayı vadetmek. Türkiye’nin en iyi okullarında ağarttım saçlarımı. Yeter mi bir kelime daha söylememek için? Yetmez. Ne hakkımsa susup sessizliği dinlemek? Şimdi, yine kahvemi yudumlamalıyım. Daha az önce genç bir kız otobüse binerken ansızın tacize uğruyor, bir kadın yine çocuklarının gözü önünde kocasından dayak yiyor. Başka bir kadın sokak ortasında sessiz sedasız kayıp gidiyor. Biraz önce üç el silah bir canan’a mal oluyor. Daha dün bir TRT sanatçısının ölümüne yol açan şahıs, şimdilerde mahkemede çok sevmek indiriminden yararlanıyor. Acınası mı bilmiyorum. Tek yapmam gereken şeyin kahve içmek olduğunun farkındayım. Ama yine de bir dakika sessizliği vadediyorum. Düz çizgi çizemeyen bir insanım ben. Şimdi ne tarafa çizgi çeksem diğer taraftan bozguna uğratılıyorum. Ne yapacağımı bilmiyorum. Ne tarafa gideceğim? Bilinmez. Yönümü bulamıyorum. Bu kadar hengâmenin içinde sağım solum belirsiz. Konuşsam, bir el silah sesi duyar gibi oluyorum. Alnımın ortasına sıkılmış bir mermi, al kanlar içinde yatıyorum gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde.
Bir dakika sessizlik. Bir dakika daha sessizlik. Sadece susabiliyorum işte. Hepsi bu.
Özgecan Aslan, Değer Deniz ve diğer tüm kadınlara…
11
Sana Yazmasın Ben Arayayım
R
Selim Sevim
üyamda bir taksideyim. Günlük hayatımda taksiye binmem. Yani olağandışı durumlar olması lazım. Mesela araba çarpacak bana ya da birine, ambulansı beklemek yerine taksiyle gideceğiz. İyi bir örnek olmadı ama anlaşıldığımı sanıyorum. Hayır, cimriliğimden değil, taksiye verilen parayı çok anlamsız buluyorum. Bu yüzden de taksiye binmek uçmak ya da binaların üzerinden zıplamak gibi bir şey benim için.
12
Rüyamda bir taksideyim. Konuşmuyoruz şoförle. Normalde sessizlik beni rahatsız etmez ama bu sefer dayanılacak gibi değil. Nedenini bilmiyorum. Birkaç konu açmaya çalışıyorum, memleket nere ya da evli misiniz gibi. O meseleyi siyasete getiriyor. Bir çıkış yolu arıyorum ve çareyi radyo kanalını değiştirmesini rica etmekte buluyorum. Sonra da bir senaryo yazıyorum, çalan şarkı eski sevgilimle birlikte en sevdiğimiz şarkıymış, o beni aldatmış filan. Siyaseti unutuyoruz, bu iyi. “Ayıptır sorması” kalıbıyla başlayan onlarca soru soruyor eski ilişkime dair ve ben iyi bir senarist değilim, bu kötü. Neyse ki her kötü senarist gibi kendi gerçeklerimden yoğun bir şekilde faydalanıyorum. Meliha diyorum, ismi Meliha’ydı. Bir sessizlik oluyor yine. Ulan müzik çalsa tam bir dizi sahnesi. Gülesim geliyor. Sağıma doğru bakarak yüzümü gizliyorum. Kötü senaristliğime kötü oyunculuk da ekleniyor. Sonra başka bir radyo kanalında yine aynı şarkıya rastlıyoruz. Taksici radyoyu kapatıyor çocukça bir çabuklukla. “Mezarlık” diyor ve yanından geçtiğimiz kabirleri gösteriyor. Ben neyi kastettiğini anlamıyorum. Nezaket bazı insanlara gerçekten hiç yakışmıyor. Rüyamda bir taksideyim. Hitchcock filmlerindeki araba içi çekimleri bilir misin? Hani yolları kurguda koydukları için estetik durmaz. Pencereden baktığımda öyle görüyorum yolları. Boyuna gidiyoruz. Hem hiç gitmiyoruz, hem de hep aynı yerden geçiyoruz gibi. İnmek istemiyorum. Böyle gitmek istiyorum sürekli. Sanki Zeus’a bir puştluk yapmışım da, o da ceza olarak sonsuza kadar bir taksinin içinde gitmemi istemiş. Gözüm sürekli artan taksimetrede, bir yandan “Ulan ben bunu nasıl ödeyeceğim?” stresi, öte yandan bitmeyen taksici sohbeti. Bir dağın başından taş yuvarlamaktan ya da ciğerimi kemiren kartaldan iyi bence. Ceza dediğin böyle olacak. Bence yani. Rüyamda bir taksideyim. Eskiden olsa sen de o takside olurdun. Sonra uyanınca sana anlatırdım ve sen “Bıktım bu romantik tavırlarından. Galiba seni terk edicem.” derdin. Terk ettin. Şimdi bununla alakalı ne yazsam yine ben romantik olacağım. Yazmıyorum bir şey.
Bumerang
G
Deniz Baran
özlerimi açtım. Ait olmadığıma emin olduğum bu odaya sığınmışlığım, tavanla kalıplaşıp bir olmuş ölü sinekten farksız oluşumun trajikomikliğini gizleyemiyordu. Hayır, ne üzgündüm ne de pişman. Labirentte mahsur kalan kurban dahi kurtulma refleksinin limiti dolunca yelkenlerini indirip yön kaybı Oscar’ını gözlemez miydi? ‘‘Shhhhh’’ efektleri eşliğinde kapı açıldı. Tedirgin gülümsemesi ve bir buçuk litrelik su şişesiyle rehin alınmışcasına izleniyordum, ilkelliği törpülenmiş bir tarzan tarafından. Stockholm Sendromu mu? Üzgünüm, maalesef bit büyüklüğündeki bir odada hiçliğin küllerinden doğacak bir aşk hikayesi değil bu. Hansel ve Gretel’in ekmek kırıntıları, geri dönme umuduyla değil de cadıyla aralarına barikat kurmak için serpiştiriliyordu. Ormanıyla medeniyetim arasındaki ağaç rollercoaster’ını aşma zamanıydı. Kırıntılar çoğalıyor, çoğaldıkça patika eriyor, eridikçe sessizleşiyorduk. Tepemizde masalın sonuna yaklaştığımızın ve uyku vaktinin geldiğinin muhbiri olan bir ‘’shhhh’’ bulutu vardı. Kaldırım taşlarının göz kırpmasıyla derin bir ‘’oh’’ çektim, bu mini masal kendine biçildiği satırları çoktan aşmıştı. Gözlerimi kapadım. Bilinçaltıma bir tutam peri tozu kaçmış olacak ki rüyamın giriş jeneriği biter bitmez ekranda beliren karakter, Herkül’ün ta kendisiydi. Çölleri, denizleri aştığı gibi kanatlarını açmış salınıyordu. Yıldıramazdı hiçbir engel onu istediğine erişmekten, kıramazdı enerjisini hiçbir lazer güvenlik çiti. Oksijen tüpü etkili kanat altlarına bataklıktan çıkarcasına tutunmamla uçuşa geçtik. Başladık karıncalaşmış endişe kulübelerinin üstüne kuyruk izleri çekmeye. O da nesi? Bulutların arasından yol yaparken kuşun ne işi vardı burada? Yolunu şaşırmış olmalıydı zava- demeye kalmadan bağırsaklarının mürekkebiyle üzerimi süsledi. Filtrelenememiştim Herkül’ün kanatları tarafından, korunamamıştım ölüm rengine boyanmaktan. Ilıklığını yitiren rüzgar da en az benim kadar şaşkındı. Üşüyordum, uyanmak istiyordum, uyanamıyordum. Tek bir yaprak kımıltısıyla kanatlar ısı geçirmez kundak, bedenim kilitlerini yummuş bir fetüs oldu. Ateş, ateş sökebilirdi yere değemeyen vücudumu düğümünden, uyanamayan bilincimi karabasanlardan. Bulutların arasından yatağımı bulmalıydım. Yatağımı bulmalıydım ki uyuyan güzelin prensi kılıcıyla sarmaşıkları aşsın ve beni bu kabustan uyandırsın. Önce uçuşan saçları göründü, sonra endişeli gözleri. ‘’Ben hiçbir yere gitmemiştim’’ diye fısıldadı baygınlık
13
havuzuma. Değildim ben tek tutsağı bu hikayenin, günler, aylar geçirmişti orman labirentinde eriyen bir mumun dibi kadar kalan umuduyla mücadele verirken. Ses telleri kulak zarımı okşadıkça çözüldüm, çözüldükçe ısındım. Göz kapağı aralayan öpücüğümle el ele gelen gerçeklik rüyayı söndürmüştü. Paraşütün bir rolü kalmamıştı artık bu yere inme serüveninde, hangi yöne savrulurlarsa savrunsunlar onlar bumerang gibi dönüp yine ve yine toprağa basacak, dururken uçacak, gözleri kapalıyken seyredeceklerdi.
14
Eller ve Devlet
T
Özden Çağrı Özçelik
ren raylarının üzerinde oturuyorlardı. Tepedeki Güneş’e bakılırsa Tanrı’nın yeryüzündekilerden hıncını alır gibi bir hali vardı. Ancak onların bu sıcaktan ne etkilenecek halleri ne de bundan yakınacak güçleri vardı. Güneşin yakıcılığından kararmış ve derileri soyulmuş burunlarından ter akıp bir ip gibi toprağa düşüyordu ve toprakta türlü şekiller oluşturuyordu. Yakup’un ter damlaları birleşip bir Antik Yunan tablosu haline geldiğinde, Salim’inkiler çoktan bir sokak lambası şeklini almış oluyordu. Konuşmuyorlardı. Ellerindeki kurumuş, içinde ağırlaşmış sarımsak kokusu barındıran tatsız tuzsuz bir ekmeği kemiriyorlardı. Şantiye şefi bugün onların midesi için bunu layık görmüştü. Onların şu anki yaşamlarında mideleri için seçim yapma şansları pek fazla yoktu. Ne bulurlarsa yemeleri gerekiyordu, çünkü yaşamak için bunu yapmak zorundaydılar. Ölmek için fazlaca borçları ve sormaları gereken hesapları vardı. Karınlarını doyurmak için yedikleri şeyleri bitirdikten sonra dinlenmeleri için bir on beş dakikaları daha bulunuyordu. Bu arada her gün olduğu gibi zamanı şaşmadan uzaktan küçük Mustafa göründü. Elindeki termosu kaldırmakta güçlük çekişi orada bulunan işçilerin gün boyunca güldükleri tek şeydi. Mustafa, çocuk denecek yaşta fakat bakışları koskoca bir ömrü içinde barındıran bir yaratıktı. Görevi öğle yemeğinden sonra işçilere su dağıtmak ve uyarına gelirse onlardan bir sigara aşırmaktı. Babası anasını bir cinnet anında doğramış, sonrası anası mezara babası kodese, Mustafa mahallelinin eline… “Evet, ağabeyler buz gibi, içeni güzelleştiren Cleopatra’nın banyo yaptığı gül kokulu su geldi! İçeni âlim içmeyeni Salim Ağabey gibi yapıyor.” “Ulan hergele kim öğretiyor sana bu lafları, hem kimmiş bu Cleopatra mıdır nedir?” dedi Salim. “Hayat öğretiyor be Salim Ağabey bir de şu şantiye müdürü var ya Mühendis Attila işte o.” dedi gülerek. “Cleopatra dediği karı var ya ağabey, mahalledeki Semra Abla gibiymiş. Bizim mühendis de ona vurgun illa bana yap diyip duruyor. Ama ben dedim ki o iş bir kutu cıgaraya bakar. O da söz verdi alacağım almazsam anam ölsün dedi. O zaman iş kolay dedim.” Konuşurken bir yandan da su doldurup uzattı Yakup’a. Bu arada oradaki işçiler Mustafa ile eğlenmeye devam ediyorlardı. Mustafa bir anda Yakup’a dönüp:
15
“Yahu Yakup Ağabey sen de hiç konuşmuyorsun. Ajan gibi adamsın vesselam. Arada konuş da yevmiyeni kesmesinler, burada olduğunu bilsinler ağabey.” dedi. Mustafa’nın bu sözleri üzerine işçiler arasında bir kahkaha daha koptu. Zaman dolduğunda acı bir düdük çaldı uzaktan. Bu, ekmek kemirmeye devam etmeyi istiyorsanız kalkıp işinize bakın demekti. Yakup sağ eliyle sildi alnındaki teri ve terinden ıslanmış olan elini parçalanmış kapkara eldiveninin içine geçirip gökyüzüne bakıp sol elinin olmamasını gerekçe göstererek Tanrıyla gün ortası hesaplaşmasını tamamlayıp döndü işine.
16
Akşamın bugün de kolay olmayacağı belliydi. Yakup, tek elinin iş görmesi nedeniyle herhangi bir iş makinesi kullanamıyordu; bu durum ise onu hamallık yapmaya mecbur bırakıyordu. Bundan yakınmaya yetecek kadar ne yüksek sesi ne de sol eli vardı. Yakup, diğer işçilerin kendisine tek kol, çolak gibi lakaplar takmalarından ve genellikle ayak işlerini görmesi için onu kullanmalarından gocunmuyordu. Sessiz ve kendisine emredilen şekilde işleri yerine getirmeye çalışıyordu. Böyle durumlarda her ne kadar Salim yardıma koşsa da çoğu zaman işini bırakıp Yakup’a yardımcı olamıyordu. Salim ve Yakup arasındaki ilişki tüm işçilerin dikkatini çekiyordu ama kimse bunu sorgulamıyordu. İşçiler zaten hiçbir şeyi sorgulamıyorlardı. Kendilerine biçilen hayatın içinde debelenip duruyorlardı. Salim’in ona duyduğu saygıya kaynak olarak yakın arkadaş olmaları ve Yakup’un Salim’den yaşça büyük olması gösterilip durum geçiştiriliyordu. Her ne olursa olsun hiçbir işçinin arasında olmayan yardımlaşma ve sevgi onların arasında gün ışığı kadar ortadaydı. Kısacası Salim, Yakup’un yaşam yolundaki sol yumruğu olup direnişinin sembolü haline geliyordu. Bugünü de bitirip şantiyeden ayrılmak için hazırlanırlarken yüzlerinde küçük bir tebessüm oluşmuştu. Onlar evlerine doğru yürümeye başlarken Güneş de günlük mesaisini tamamlayıp günden payını alarak başka diyarlara yol almaya başlamıştı. Salim yine mahcup gözlerle Yakup’a bakıp: “Hocam kusura bakmıyorsunuz değil mi?” dedi. “Neden kusura bakayım ki Salim, beni bu halimle başka neresi hangi işe kabul eder ki hem ne olursa olsun insanın üretmesi gerekmiyor mu?” “Siz yeterince üretmediniz mi hocam, bakın artık tükenmeye bile başladınız. Gelin çalışmayın benim kazandığım ikimize de yeter. Her akşam bir tas çorba değil mi bize lazım olan? Bunu da karşılayacak kadar yevmiyem var zaten. İçim el vermiyor mürekkep yalamış adamın demir tozu yutmasına.”
Daha fazla konuşmadılar. Zaten bu onların günlük rutin diyaloglarıydı ve hiçbir zaman bir sonuca bağlanmazdı. Bu nedenle sürdürme ihtiyacı duymadan kafaları önde yürümeye devam ettiler. Tam eve girecekken bugün için, hatta geçmiş günler için bir şeyler söylemek gerektiğini düşündü Yakup. Salim’in omzuna koyarak elini: “Sen olmasan bazı şeyler yolunda gitmeyecekti Salim. Bak benim yüzümden evinden barkından, karından oldun. Bırak gideyim. Artık yeterince berbat etmedim mi hayatını?” dedi. “Hocam bunları artık konuşmasak, hem sizinle alakası yok bazı şeylerin. Bu hayatta olması gereken şeyler oluyor bazen. Kadere ne yazılmışsa onu yaşıyoruz. Hem ne demişler şeriatin kestiği parmak acımazmış.” “Şeriatin kestiği parmak acımıyor da devletin kestiği el çok acıyor be Salim…”
17
“Çağdaş’’ Bir Meditasyon
Emre Akaltın
Meditation: early 13c., “discourse on a subject,” from L. meditationem (nom. meditatio), from meditatus, pp. of meditari “to meditate, to think over, consider,”
18
H
işşt, sakın ses çıkarma. Her yeri kutsal mekanın haline getirebilirsin. Kendinle kal. Budist tapınağında olmana gerek yok. Mum? Olmasa da olur. Sen sadece odanın içini süz gözlerinle, sokağın pencerenden içeri gelen tınılarını işitebildiğin kadar işit. Kahveyse kahve, sigaraysa sigara, her neyse tüketmekten zevk aldığın onları kullanmaya devam et. Ama çıt çıkarma. Kendinle kal. Büyük ritüeller gerekmiyor. Sadece masa ve sandalye. Ve sen. Zihnin, tüm evrenle bütünleşiyor. Sakın yadsıma. Avcı toplayıcı gri adamlardan, memesini yavrusuna açmış sarı sarı ışıyan kadınlara kadar. Böyle bir düzlemde yer alıyor zihnin. Hareket halinde her an. Şu anki sosyal gerçekliğini, yaşadığın mahalleyi, ülkeyi unut. Sadece masa ve sandalye. Ya da şu anda olduğu gibi sehpa ve kanepe. Dur. Sen durduğunda muhtemelen iki şey meydana gelir: ya sokaktasındır ve hayat sana rağmen –ya da bilincinle birlikte– akmaya devam eder ya da evindesindir ve bilincin pencerenden sokağa doğru akmaya başlar. Şu anda evindesin. Gece. Kahveni içtin, bitti. Bir sigara daha yakmayacaksın bir süre için. Müzik çalmıyor, mum yok. Sarı bir çalışma lambası yanıyor; odada başka herhangi bir ışık yok. Kontrol ediyorsun telefonun sessizde mi diye, sessiz konumuna alıyorsun sakince. Yadırganacak bir şey yok. Birazdan dışarı çıkacağız ve sen gördüklerini buraya yazacaksın. Sesinin tonuna bakmadan, ifadelerini yargılamadan yürümeye devam edeceksin. Adımını attığında demir kapıdasın. Bir süre, her defasında açıldığı tarafı şaşırdığın demir çit kapı. Tek dokunuşla açıyorsun onu ve apartmandan uzaklaşmaya, sokağın yukarı uzanan yokuşunu çıkmaya başlıyorsun. Etrafta çöp birikintileri var, sokakta hiçbir konteynır yok. Kediler var, renklerini
seçemiyorsun, sokakta hiçbir lamba yanmıyor. Tedirgin olma, yukarıdaki otobüs durağına kadar sana eşlik edeceğim. Mahalle terk edilmiş gibi, az ilerideki gecekondu görünümündeki evden dumanlar yükseliyor. Yaklaşıyor ve dumanın kokusunu alıyorsun. Odun. Çam ağaçları görünmeye başlıyor sol tarafta. Kozalaklar çocukluğundan imajlar sunuyor zihnine. Nefes alıyorsun. Caddeye vardın. Şimdi metal direkleri olan durağı görüyorsun, camekanlı ve ıssız. Otobüslerin geliş saatlerini gösteren ekran çalışmıyor. Karanlık. Nefes alıyorsun. … Üzerime bir titreklik geldi ve yürümeye devam ettim cadde boyunca. Nefes aldım, verdim. Arabalar gördüm, caddenin karşısındaki görkemli yapıyı, kapıları kapalı esnaf dükkanlarını. Siyasi parti reklamları gördüm. Boyumu aşan noktalarda bayrakları, terk edilmiş paçavralar, sallanıyordu rüzgarda. Soğuk oldu. Issızlaştı etraf, ben yürümeyi sürdürdükçe. Daha fazla devam edemedim ve oturduğum apartmana gerisingeri... Özne ben miydim o düşünen? Yanımda bana komut veren kimdi? Peki ya bu düşünümün ve ansızın sonlanan akışın nesnesi neydi?
19
Milli Güvenlik
Şahin Ay
20
Y
ıllar önce zorunlu olmayan bir göçe tâbi tutulduk. Sebze halinde çalışan babam bir arkadaşının tavsiyesi ile askeriyenin lojmanında kapıcı olabilmek için otuz basamaklı mülakatı geçip kapıcı olmaya hak kazanmıştı. Ardından üç binadan sorumlu olduğunu ve C bloğun -1. katında bulunan iki odalı evde kalacağımızı öğrenmişti. İki gün sonra bir traktörün yarısını ancak dolduran eşyamızla beraber yola koyulduk. Ben, iki ablam, annem ve babam traktörün römorkuna bindik ve bir süre sonra yeni mekanımızın kapısına vardık. Askeriyenin girişinde yaklaşık yüz elli saat kadar eşyalarımız tek tek arandı. Arama işlemi bitti. Oturacağımız eve çıktık. Pardon, oturacağımız eve indik. Eşyaları yerleştirdik. Karanlık hayatımız başlamıştı. Birtakım şeylere alışmam zaman aldı. Önceleri fırına hamur götürüp, akşam güneş batarken leğeni almaya giderdim. Burada “çarşı ekmeği” yemeye başladık. Ekmekler Hayat Fırını’ndan geliyordu. Kantinde bırakılıyor, ardından görevliler gelip alıyorlardı. Dağıttıktan sonra fazla kalırsa eğer tekrar kantine götürüyorlardı. Ekmeği babam dağıtıyordu. Bazen babam ekmeği bana ve ablama dağıttırıyordu. Bir süre sonra lojman sakinleri sayesinde bu dertten de kurtuldum. Kirli ellerimle ekmeğe dokunduğum için rahatsız olanlar olmuş. Ayrıca tozlu elbiselerim iştah kapatıyormuş. Babamı uyarmışlar. Babam akşam eve gelince durumu anlattı. Biraz da fırça attı. Önemsemedim.
Okula başladım. Sınıftan birçok arkadaşımı lojmandan tanıyordum. Okul elbette ki sıkıcıydı. Kapıcı çocuğu olmanın inanılmaz avantajları vardı. Herkesten aidat parası alınırdı. Benden alınmazdı. Her hafta bir kişi, öğretmen masasının örtüsünü yıkamaya götürürdü. Sıra bana gelince, öğretmen örtüyü direkt sınıf listesinde benden sonrakine verirdi. Milli Eğitim tarafından öğrencilere dağıtılması için ayakkabı ve çanta gönderilirdi; öğretmen öncelikle bana verirdi. Yerli malı haftasında öğretmenimiz herkese ayrı ayrı sipariş verirdi. Benden hiç söz etmezdi. Ben de ısrarla parmağımı kaldırıp “Öğretmenim ben?” derdim. Öğretmen en sonunda dayanamayıp “Sen de helva getir.” derdi. Üç yıl üst üste helva götürdüm; ne öğretmenim ne de arkadaşlarım hiç ama hiç yemediler. İlk sene götürdüğüm helvanın markasından dolayı kimsenin yemek istemediğini düşündüm. Bundan dolayı da babama ikinci sene başka bir marka aldırdım. Sonuç değişmeyince üçüncü sene boyuttan kaynaklı bir sıkıntı olabileceğini düşündüm. En büyük boyu aldım, aynı zamanda fıstıklıydı. Sonuç değişmedi. İşin ilginç tarafı ben de Derya’nın getirdiği pastaları helvaya tercih ediyordum. Helvayı her eve getirdiğimde markası ve boyutu ne olursa olsun o gece biterdi. Babam “Okulda niye yemediniz?” dediğinde: “Herkes helva getirmişti baba bu fazla kaldı. Öğretmen de bana sen eve götür dedi.” yalanını söylerdim. Babamın üzülmesini istemediğim için değil, ablalarımın ağız tadıyla yiyebilmeleri için böyle derdim. Babamın üzülmesi çoğu zaman umurumda değildi, bazen üzülmeyi hak ediyordu çünkü; o kadar çok sigara içiyordu ki evin her tarafı sigara kokuyordu. Bu sigara kokusu da benim önlüğüme siniyordu. Bu koku yüzünden Derya benimle oturmak istemiyordu, her gün ağlıyor ve öğretmene şikâyet ediyordu. Öğretmen ilk başlarda benim içtiğimden şüphelendi daha sonra şüphesinden vazgeçti. Derya’nın annesi okula geldi. O pencere tarafındaki ilk sıraya geçti, ben de duvar tarafındaki son sıraya geçtim. Birkaç gün boyunca okulda hiç kimseyle konuşmadım, resim defteri almadım, sınıf nöbetçisi olduğum gün hiç sınıfta durmadım. Bu böyle olmayacaktı, depresif halimden hem ben sıkılmıştım hem de sınıf başkanı Canan sıkılmıştı. Tahtaya yazacak isim bulamıyordu. Bu da onu yeterince geriyordu. Futbola geri dönmeye karar verdim. Teneffüste belki Derya bizi izler de yanımdan kalkmanın ne kadar da saçma bir şey olduğunu anlar ve tekrar yanıma gelir diye umdum. Maçlarımız oldukça sıradandı. Sınıftaki tüm erkekler iki takıma ayrılırdık. Okulun bir ucuna kalelerden birini, diğer ucuna kalelerden diğerini çöp kutularıyla belirlerdik. Ardından yaklaşık beş yüz öğrenci aynı anda bahçede olduğunda maça başlardık. Meyve suyu kutusuna basmak penaltı demekti. Yapılan faul karşısında faule maruz kalan ağlarsa eğer, sahanın neresinde olursa olsun, yine penaltıydı.
21
22
Faul yapılan kişi Cevdet Yarbay’ın oğlu Mert ise faulün cezası üç penaltıydı. Nöbetçi öğretmen gelip bağırana kadar maç devam ederdi. Maçlarla ilgili bir detay ise ders vakitlerinde de oyunun sonucuna etki edebilirdik. Öğretmenden, tuvalete gitmek için izin isteyip karşı takımın kalesine istediğimiz kadar gol atabilirdik. Sınıfa gelir bunu herkese ilan eder ve diğer teneffüs kaldığımız yerden devam ederdik. Birbirimize güvenimiz tamdı. Rakip takımdan biri tuvalet için izin istemiş ve izni almayı başarmışsa eğer, bir şekilde bizim takımdan da birinin izin alıp aşağı inmesi gerekiyordu. İkisi aşağıda bir süre oynayıp tekrardan sınıfa geri dönüyorlardı. O anlarda hiçbir erkek dersi dinlemiyor sadece maçtan gelecek skora odaklanıyorlardı. Bazen o kadar çok heyecanlanıyordum ki Ümit Aktan’ı aramak istiyordum. ‘‘Ümit Abi bizim maç ile ilgili dakika skor bilgisi sana ulaştı mı?’’ diye. Kapı çalınıp ikisi beraber içeri girdiğinde heyecandan kalbim duracakmış gibi oluyordu. Bir gün Ev Ekonomisi dersinde öğretmenin masasına üşüşmüş, kartonlardan ev yapmayı öğreniyorduk. Makas, yapıştırıcı, karton, renkli bir karton daha, bir tane daha… Evin çatısı için mimar arkadaşlar fikir beyan ediyordu. Ben de masanın diğer tarafında olan Derya’ya bakıyordum. Bütün derslerdeki üstün gayretini bu derste de gösteriyor, kartondan evin ekonomisine katkıda bulunabileceğini umuyordu. İleri görüşlüymüş, bunun farkına daha sonra vardım. Herkesten farklı olarak el işi kağıtlarından pencere yapma düşüncesi öğretmen tarafından dahiyane bulunmuş ve büyük takdir toplamıştı. Herkes ev muhabbetine dalmışken Cevdet Yarbay’ın oğlu Mert kaos ortamından yararlandı ve tuvalet izni istedi. Öğretmen kafasıyla onayladı. Oturduğu zaman göbeği dört kat olan Mert inanılmaz bir şekilde fırladı. Ekonomi gündeminin verdiği ciddiyetten dolayı bir süre daha kartonları yapıştıran öğretmeni büyük bir özveriyle dinledim. Dubleks ev yapmak isteyenlere, tripleks ev yapmak isteyenler karşı çıkıyorlardı. Hepsi de numara yapıyordu. Bu sohbeti yapanların hepsi birbirine benzer evlerde oturuyorlardı. Bizden biraz daha fazla gökyüzüne yakın oturanların hayal dünyalarının bu kadar geniş olması ürperticiydi. Sınıfı komple yapıştırıcı kokusu kaplamıştı. Uyuşmaya başlamıştık. Rehavet çökmüştü. Öğretmen ceketinin kollarını kıvırdı, masanın etrafından geriye doğru açılmamızı söyledi. Üç saniyeliğine geri çekildik ama sonra tekrardan herkes masaya yanaştı. Öğretmen kravatını gevşetti. Derya’nın gözleri kısılmıştı. Sınıf başkanı gözlüğünü çıkarmıştı. On beş kişi içinden öğretmen beni gözüne kestirdi ve ardından: “Pencereleri aç da sınıf biraz havalansın.” dedi. Pencereleri açmak büyük bir sorumluluktu ve bunun üstesinden ancak ben gelirdim. Usulca ilk pencereye yöneldim. Yüz on iki derecelik bir açıyla kolumu açtım ve pencerenin kolunu çevirdim. Aynı şeyi ikinci pencere için de
yaptım ve üçüncü pencerenin perdesinin altından kolunu çevirmeye çalıştım ama kolu bir türlü yerinden oynatamadım. Bir daha denedim, yine olmadı. Perdenin altından kafamı çıkardım. Derya’nın halen öğretmenin yanında olduğunu görünce pencereyi açamadığımı söylemekten vazgeçtim. Gururuma yediremedim. Tekrar pencere koluna asıldım. Kol çok sertti, çeviremiyordum bir türlü. Tüm gücümü toplamak için kafamı kaldırdım, konsantre olmaya çalışıyordum. 1988 Seul Olimpiyatlarında 1 milyon dolar ödenerek Türkiye adına yarıştırılan Naim bile başarmayı bu kadar istememişti. Asıldım kola. Hayatta bazı anlar vardır; gerçekleşme süresinde yaşananlar bir iki saniyeden ibarettir. Ama daha sonra düşündüğünüz detaylar kafanızı günlerce meşgul eder. İşte benim de pencere koluna son asıldığım an yaşadığım da tam bu türdendi. Günlerce kafamı meşgul etmesini istemiyordum. Öğretmenin kafasının muhtemel güzelliğinden yararlanan ve izin isteyen Mert bahçeye inmiş ve bizim kaleyi gol yağmuruna tutuyordu. Beynimden vurulmuşa döndüm. Nasıl bu kadar saf olabilirdim? O sinirle pencereyi açtıktan sonra sırama geçtim. Öğretmen her zamanki gibi teşekkür etmedi. İçeriye temiz hava girdikçe yapıştırıcı kokusu da çıkmaya başlıyordu. Kendimi toparlamalıydım. Takım arkadaşlarımla durumu paylaşmam durumunda bir kaos oluşabilirdi ve takımım için yararlı olamayabilirdim. Acilen öğretmenden tuvalet izni almalıydım. İzni aldığım takdirde Cevdet Yarbay’ın oğlu Mert’i durdurabilirdim. Takımım için terimin son damlasına kadar mücadelemi sürdürür, hatta birkaç gol bile atabilirdim. Tekrar öğretmen masasının etrafındaki kalabalığa karıştım. Öğretmen hararetli bir biçimde karton kesmenin inceliklerini anlatıyordu. Lafa girip izin istemek için fırsat kolluyordum ama öğretmen bir türlü lafını tamamlamıyordu. Mert her biri jeneriklik gollerini sıralamaya devam ediyordu. Tam söze girmeye karar vermiştim ki Derya oradan atıldı ve “Öğretmenim ellerime yapıştırıcı bulaştı da tuvalete gidebilir miyim?” dedi. Öğretmen: “Git kızım” dedi. Of yapma be Derya. Sırası mıydı şimdi. Zamanlaması berbattı Derya’nın. Ama yapacak bir şey yoktu. Ben de bir şekilde izin istemeliydim çünkü durum çok vahimdi. “Öğretmenim ben de tuvalete gidebilir miyim”? diye sordum. Öğretmen şöyle bir yüzünü kaldırdı bana sertçe baktı ve “Geç yerine ne tuvaleti, dakika başı tuvalet tuvalet!” dedi. Kafamı pencereye doğru uzattım. Mert gollere devam ediyordu. Bir yolunu bulmalıydım ve aşağı uçmalıydım. Zaman daralıyordu. Kartondan evin, dekorasyonu yapılıyordu. Kapıya yakın bir yere doğru yöneldim. Derya geldiği anda kapıyı kapatmasına müsaade etmeden aradan fırlayacaktım. Yapacak başka bir şey yoktu. Evet kabul ediyorum bu ülkede sanatın ve sporun değeri yok. Derya da yeteri kadar takdir görmüyor ama her şeye rağmen mücadele etmek gerekiyordu. Kapıya yakın bir yerde hiçbir şey yapmadan sap gibi durunca dikkatleri üzerime çekebilirdim. Sırama doğru yürüdüm. Kalemimi ve açacağımı alıp çöpün
23
24
başına geçtim. Kalem açma numarası her zaman işe yarardı. Kalemi açmaya başladım. Derya gelmek bilmiyordu. Yapıştırıcı ellerini kilitlemiş olabilir miydi acaba? Kalemimin boyu küçülmeye devam ediyordu. Ağırdan almalıydım çünkü bu kalemi ablamdan zorla almıştım. Ben kalemi açacağın içinde tersten çevirmeye başladım. Kapı bir türlü açılmıyordu. Derya’nın oyalandığı her saniye bizden gidiyordu. İçimden ona kadar saymaya karar verdim. Derya o zamana kadar gelirse gelir, yoksa kapıyı kendim açar ve kaçarım diye karar verdim. Çünkü aslan burcuydum. Liderlik vasıflarımdan dolayı bu riski almak zorundaydım. Saymayı tamamladım ama Derya’dan ses yoktu. Öğretmene baktım; ev ekonomisine katkı sunmaya devam ediyordu. Sınıf başkanını kolladım; dünyayla alakası kalmamış bir haldeydi. Hızlı bir hamle ile kapıyı açtım ve sınıftan çıktım. Kapıyı da sessiz bir biçimde kapattım. Beni kimsenin görüp görmemesi umurumda değildi; çünkü Mert aşağıda bizi resmen dağıtıyordu. Merdivenleri üçer üçer indim ve kendimi bahçeye attım. Gördüğüm manzara içimi iki kat fazla acıttı. Mert golleri atarken Derya da bir amigo edasıyla onu alkışlıyordu. Son sürat koşmaya başladım. Mert bir gol daha attı. Derya yine alkışladı. Mert, Derya’ya asker selamı verdi. Derya kendinden geçti. Mert bir kez daha gol atacaktı ki son anda kademeye girdim. İkisi de beni görünce şaşırdılar. Topu ayağıma aldım ve hücuma çıktım. Rüzgarı da arkama almamın verdiği avantaj ile Mert’i geçtim. Karşı kaleye doğru topla beraber bir depar attım ve nihayet rakip kaleye ulaşmıştım. Şık bir biçimde topu alt doksana gönderdim. Mert yetişememişti benim süratime. Derya da bizim kalenin yanından pozisyonu izlemişti. Benden de asker selamı bekledi. Daha çok beklerdi. Gol sevincimi içimden yaşarken Mert geldi yanıma. Nefes nefese kalmıştı. “Kaç kaç oldu Mert?” diye skoru sordum. “98-3” dedi. “Hadi ya o kadar fark oldu mu”? “Oldu tabii, inanmazsan Derya’ya sor.” dedi. “Kaç ribaund aldın peki şişko?” “Hı?” “Yok bir şey Mert.” Yapacak tek bir şey kalmıştı: Savunma. Bazen eğitim yapan askerlerin seslerini duyardım. Sürekli taarruz derlerdi. Askerlikleri bittiği zaman ise onlara aldığım sigaranın parasını bile vermezlerdi. Savunma yapılmadan bu fark erimezdi ve Derya bir daha geri gelmezdi. Ayrıca averajımızı düzeltmemiz de daha sonraki maçlar için bize ayrı bir moral kaynağı olacaktı. Hızlıca orta sahaya doğru koşmaya başladım. Top Mert’teydi.
Fark Etmeyen Adam
Anıl Yaşagör
Bu bir kararsızlık hikayesi değildir. 2010’lu yıllarda ben, adı pek de önemli olmayan bir kahvehanede, garson olarak çalışmaya devam ediyordum. Ocakçı, makineleşmişçesine çay tabaklarına yerleştiriyor bardakları. Akıllı telefonumdan, Galaksi serisi ile Elma’ların kıyasıya kıyaslandığı yazıyı incelemeyi bırakıp kapıyorum tepsiyi. Her gün on iki numaralı masaya oturan Osman Abi, Ali Efendi’ye, Çipras’ın iktidara geldiği takdirde yapacağı işleri anlatıyor. Osman Abi, gazetelerin dış politika haberleri bölümünden mezun bir siyasi ilişkiler uzmanıdır, Ali Efendi ise boyacıdır. Kim ne anlatırsa susar, dinler Ali Efendi. Arada bir onaylama anlamında kafa sallar, o kadar. Bu sebeple lakabı ‘efendi’dir. Efendi olmak büyük meziyettir, öyle der Osman Abi ama kahvehaneye Ali Efendi’den başka efendinin uğradığı görülmemiştir. Osman Abi neden şeker getirmediğimi sorunca şekersiz iç abi, ne fark eder diyorum. İki haftadır, yıllar önce iki yumurtadan fazlasını yasaklayan uzmanların uyarıları üzerine, çayı şekersiz içiyorum. Arada pek de bir fark göremeyince şekersiz içmeye devam ettim. Ancak Osman Abi bana kalmayan işler listesini genişletmeyi tercih ediyor, üç şeker istiyor; ne eksik ne fazla. Osman Abi’nin kendini büyükelçi sanmasına alışkın olduğum için ses etmiyorum emrivaki tavrına, getiriyorum üç şekeri. Oysa sadece alışma meselesi, şekersiz içse de aynı çay. Ocağın yanındaki tabureme oturup yazıyı incelemeye devam ediyorum. Cebindeki telefonun üstünde Üç Yıldız yazmasıyla arkasında ısırılmış elma olması arasındaki farkı anlamaya çalışıyorum. Bütün yazıyı baştan sona ikinciye okuduğum ve binlerce özellik sayıldığı halde ben, tek bir fark bile göremiyorum. Ocakçıya diyorum ki hiçbir fark yok. Ocakçı, makineleşmiş ses tonuyla az önce okuduğum haberi baştan sona ezberden okuyor, Elma’yı galip ilan ediyor. Zaten diğerinin hiçbir özelliğinin olmadığını, tüm teknolojisinin Elma’dan yürütme olduğunu, mekanik beden diliyle bana anlatıyor. Son olarak daha fazla bilgi için Elma Severler Cemiyeti’nin internet sayfasını incelememi tavsiye ediyor. Cevap vermemi beklemeden “bip” sesi ile işine geri dönüyor. Oysa bana öyle geliyor ki bu iki markayı kullanan insanlar birbirleriyle telefonlarını değiştirseler üçüncü günün sonunda herkes bir farkın olmadığını anlayacak, telefon sonuçta. Sadece alışma meselesi.
25
Robotik Patron, bu akşam işi olduğu için erken çıkacağını, beni eve bırakamayacağını söylüyor. Hattını Kırmızıcell’den Mavicell’e taşıyacakmış. Önündeki gazeteden son kez Mavicell’in fırsatlarını incelerken “Sence iyi yapıyor muyum?” diye Ocakçı’ya soruyor. Ben boş bulunup “aynı otun laciverti Patron” diyorum. Cevabın Ocakçı’dan geldiğini sanıyor, ceza olarak bu akşam beni eve bırakma külfetini Ocakçı’ya yüklüyor. Bankadan çektiği kredi ile bir elini 30 yıllığına kahvehaneye kelepçeleyen Ocakçı diğer eliyle tuttuğu kumandayla komut verince dikkatlice biniyorum arabaya; biliyorum ocakçının en iyi arkadaşıdır araba. Daha önce beni eve bıraktığında, çok para verdim, güzel makine dediğini anımsıyorum. Gözüm ön camdaki çıkmayacak lekeye kayıyor, buruk bir gülümseme suratıma yayılıyor. Ocakçının üç ay -acı acı- küfretmesine sebep olan bu leke bizim evin olduğu sokakta top oynayan çocukların marifetidir. Top cama çarpmadan önce nasıl bir çamura düştüyse -sanıyorum Kurbağalı Dere muadili bir çamurdu- camdan lekesi bir türlü çıkmadı. Leke, yalnızca ocakçının küfürlerini değil, o gün düşen jetonun bana yaşattığı çaresizliği de hatırlatıyor:
26
Ocakçının beni eve bıraktığı, bizim sokağa arabayla girdiğim ilk gün, ilk defa sokakta oynayan çocuklar grubunda değil de oyunu bölen mekanik cisim tarafında olduğumu fark edince gözlerim yaşarmış, görüşüm bulanıklaşmıştı. Bütün bir çocukluk boyunca -ki o sokakta geçmiş ne güzel çocuklukturevden çok sahiplendiğim sokağımıza, oyun alanımıza giren arabalara sinir olmuşumdur. Benim için hiçbir zaman arabanın markası, şekli yahut içinde oturan önem taşımamıştı; araba, daima oyunu saygısızca bölen bir cisim olmuştu. Sokakta oyun oynayan çocuklardan olmak değil de araba olmak o gün fark etmişti. Çünkü kendimi bariz şekilde çocukların yanında hissediyordum, asıl yerim orasıydı; orada olmalıydım, bu aptal mekanik cismin içinde değil! Ama aynı zamanda biliyordum ki artık çok geçti, mekanik kollar beni sarmıştı, o çok sevdiğim sokağa, oyun arkadaşlarımın oyununu acımasızca ve ağır ağır bölerek, bir hapishanenin içinde giriyordum ve anahtarı yapılmamıştı bile. Hayatın en afili golü. O gece evde, yatakta uzanırken, bütün vücudum adem elmamdan ibaret gibiydi; sadece orasını hissediyordum. Bütün kişisel tarihim, isteklerim ve nefretlerim, çaresizliğim orada düğümlenmişti. Ocakçı’nın mekanik sesi beni geri getiriyor: “Senin derdin büyüyememek.” diyor. “O lekenin olduğu gün de çocuklara küfrettim diye bana ne çok kızmıştın, oysa ben haklıydım, patron bile bana hak vermişti!” Ocakçı’ya çocukken sokakta top oynayıp oynamadığını soruyorum, “çocukken ne yaptığım artık fark etmez, koskaca adam olduk! Ama ne fark eder biliyor musun? Osman Abi’ye istediği şekeri götürmek fark eder, patronun sorduğu soruya istediği gibi cevap vermek
fark eder. Yoksa telefonunu daha iyisiyle değiştirmek istediğinde cebinde yeterli parayı bulamazsın!” Ocakçı’ya yeni modelle eski model arasındaki farkı bilmediğimi söylerken girmekte olduğumuz sokakta oyun oynayan çocukları göstererek, onların yanında olmak isterdim, diyorum. Ocakçı’nın kahkaha atarak benimle dalga geçmeye giriştiği anda, çocuklardan birinin burun vurduğu top arabanın aynasına isabet ediyor. Ocakçı bir hışımla dışarı fırlayıp çocuğu yakalıyor ve çocuğun şut çektiği ayağını oracıkta kırıyor.
Kendime geldiğimde karakolda olduğumu fark ediyorum. Polis memuru bana ifademi imzalatıyor. Önümdeki kağıtta Ocakçı’ya saldırdığım yazıyor. Odadaki herkes, üstü başı dağılmış ve bilmem ne özelliğinden dolayı yedek parçasının Türkiye’de olmadığını anlatan Ocakçı’ya hak veriyor, “kaç para kim bilir o ayna” sorusu her seferinde, sanki yüz kere söyleseler anlayacakmışım gibi, bana yöneliyor. Ocakçı hırsını alamayıp çocuğun annesiyle babasını da şikayet etmek isteyince memur, çocuğun teyzesiyle beraber mahalleye yeni taşındığını söylüyor. O sırada memurlara çay bırakmakta olan adam, bana bakarak “Yoksa sen annesini tanıyor musun?” diyor, imalı imalı. Bunun üzerine odanın duvarları hunharca atılan kahkahalara teslim oluyor. Derken ben de gülmeye başlıyorum. Hem de gözlerimden yaşlar gelerek. Merakla bana dönüp “Sen neye gülüyorsun?” diye soruyorlar. “Gerçekten de tanıyorum,” diyorum “iki ay önceye kadar ailece, berabermişler. Babası işten döndükten sonra evde, arkadaşının tavsiyesi üzerine aldığı, çok pahalı Hel-ci marka televizyonundan maç izlerken annesi elektrik süpürgesinin fişini prizden sertçe çekince, sağ eliyle televizyona çarpmış. Televizyon da yere düşünce ekran tuzla buz olmuş. Adam o sinirle önce karısını tokatlamış, sonra masadaki sürahiyi kadının eline boca etmiş. Eline geçirdiği plastik eldivenle kadının sol elini yakalayıp prize sokmuş. Mahkemede hakim, neden özellikle sol elini soktuğunu sorunca, adam da o eliyle devirdi televizyonu demiş. Adam televizyonu o kadar para verdiği halde kadının hangi eliyle devirdiğini fark etmemiş bile, HA HA HA anlıyor musun Ocakçı? Oysa sen, çok pahalı aynayı kıran şutun hangi ayaktan çıktığını fark ettin, HA HA HA ve onu kırdın Ocakçı, KİH KİH, sen çocuğa annesinin mahrum kaldığı adaleti sağladın, HA HA HA!”
27
Bunun üzerine Ocakçı benim sabahtan beri bir garip olduğumu, herhalde kötü bir gün geçirmekte olduğumu polislere anlatıp şikayetini geri çekiyor. Karakoldan çıkar çıkmaz ilk işim Üç Yıldız’la Elma’nın karşılaştırıldığı yazıyı tekrar okumak oluyor. Tüm farkları açıkça gördüğümü anlayınca mekanik mekanik sırıtıyorum. Ancak bunları fark ederek toplumdan onay görebileceğimi ve adil olabileceğimi biliyorum. Biliyorum çünkü, o çocuğun babası tavsiye üzerine değil de özelliklerin farkında olarak alsaydı televizyonu HAH HA, şimdi hapishanede olmayacaktı. Hakime Hel-ci marka televizyonun özelliklerini anlatınca hakim de ona hak verecekti, tıpkı malının özelliklerini bildiği için polislerden onay olan Ocakçı gibi. Aradaki tek fark buydu değil mi? HAHAHA! Malın özelliğinin farkında olmak, o zaman haklısın KİH KİH! Yoksa neden Hel-ci marka televizyonla başka markaların farkını bilmeyen adam hapishanede olsun ki? İçimdeki birçok şeyi fark edemediğime dair hissiyatı, alışma meselesi, diyerek bastırıyorum. Başka türlü nasıl yaşayahaha HAHA HA HA HA!
28
29
Bölmek ve Tok - 3 Batuhan Boz 1. teslimiyetin boynunu kırıyorsun bir şekilde tatla bilemiyorsun sana tam da istediğin gibi bakmıyorlar mı 2. doyurmak ve söylev dert değil mi yoksa ben kurtulamadım mı 3. yüz metalin, yüz betonun yükseldiği başka ne tattığım, sözcüğe coşkusunu engelleyip dönüşür kalbi ayıran, kalbi ağzına oyuncak yapıp, kalbi ölümü koruyan
30
4. söyle kaydediliyor muyum kaydediliyor muyuz söylemim kapsıyor mu dışarıyı hayır, ben işlemem dışarıyı hayır, asla çalışır olmayacağım anadilde 5. başka başka kim kalıntılarımı buza çevirecek ters sanki kazanılmışlığa tutunup olgunlaşan ne de çok eksildi hayat 6. düzenek, şiir işi çivi, görüş birliği akıntısı baş edilmeli 7. nedenlerin mümkün arayışla bir tutulduğu çağa ağzı sulanan onarılması gayet efendilikle gölge ben ona sırt çeviriyorum dayattığı renge 8. biri bana ölen çocuk! görmediğim pencereye bulanmak niye yazdığımdır ne yazdığım değil
9. muazzam yaşamak, değil mi dönüp rezalete vuran ve inanır mısınız kaçmayan rezalet ve muazzam değil mi 10. kurban mı anlamamak işte yaşantı seslere çarpar 11. tövbe! sahnemdeki ve saçlarımdaki budur 12. neye sebep olursa olsun acıdığını yazacağım yenilerek affedilebilecek şeyler şiirdedir
31
Kendinde Çoğalan Yakıcı Erkan Karakiraz duyu: bir ihtimal, ... onarmalıyım; sürgün verircesine sakın ola! kuramlaşmamış kalsın. ilk kez filizleniyor olmak
32
tenha diğeri proto derunî hemen ve yerinde cisimlerin devinimlerinin dış yüzümden ayırdığı tanecikler aşağı yukarı yol açan: sürüp gitmelere
Hasat Mevsimi Numan Çakır Bir ayrılık yârin göğüs çatlağını özler Kalbi vurdukça parçalanan Ortasından kadın Küçük Mezopotamya’dır elleri Verimli, hüzünlü ve kan gövdesi Kadının gözlerinde uçurtmalar Gözbebeklerinde kundak dolusu çocuklar Köy köy buğday büyür uyluk kemiğinde Sırtında nadas tarlaları Üzerini sürer ayrılık tırpanıyla Vuslat çoğaltır bolluğu Ne hasretlik şeydir gözlerinin yokluğu Bu gidişinin hasat mevsimidir Topluyorum ölü çocukluğumu Üzerimde yamalı urbam
33
Kum Saatinin İçinde Çöl mü Büyütürler
34
boynumdaki tasmayı dikenli tellere kaptırdığım günden beri yakam daralttı boynumu niye ele güne karşı köşe kapmaca olayım ben benim ben, ben olandır. başka ne? reşit olmadan yaşlanmayacağım ısrar etmeyin ölmeyeceğim bu düğümü çözmeyeceğim kaburgamdan. su kaynadı buzullarda toprak kaçırdım heyelandan mezarlığı ağıttan ben kurtarmadım sıkı ruhum gevşediğinde yaşıyor olacağım ya kopartın kemerleri çözün dilsizimin dilini kalemi de üç kör ebe edin taş düşsün başımıza: ebabil. elma düşsün başınıza: masal. biraz da siz anlatın neden dişlediniz elmamızı kaç kere kim oldunuz hem hiç kimseyken hem nasıl bu kadar çok oldunuz ama bakın yerden kalkan tozdan artarak yok oldunuz.
Betül Aydın
dudak büktük atınızı bağladığınız kancaya direndik atınıza heybemizden verdik size arpa buğday verdik. arpanız fazla geldi olsun biz de en azından bununla bir yerlere geldik konukladık bir çam dibinde güneş battı. ama ay doğdu. uzaklarda uzayan saçlarınıza yakından yağar kar. bekleyin, iki saklambaç arası uyduracağım sizi.
Bir Tatlı Huzur Almaya Geldik Geppetto’dan
Ayça İşbilen
içine kakafonilerin karışması engellenen bir çocuk korosunun erişim gücünü, doktor kontrolüne sunmadan hissedebilmekti tüm büyük harflerin amacı... kime söylense bu; o kişi, hızlı programda çalıştırıyordu düşlerini. sorumluluk değil bu, zorunluluk ise hiç değil... yalnızca alışkanlık olabilseydi belki küçülebilirdi harfler ve anlatmaya yetebilirdi bizleri... zamanı içinde taşıyanlarla sırtında taşıyanları izledim bir süre. sanki; pollyanna ile quasimodo bir savaştaydı. bu savaştan muzaffer çıkacak olan tek bir kahraman göremezken, tekrar tekrar dinliyorum: “sevgi çiçekleri”ni, “bir dünya bırakın”ı... nihayetinde görüyorum ki; her iki taraf da zebun... sütle ezilmiş ve süt dişler ile parçalanmayı beklerken bisküviler, esin değerini fısıldadı tüm büyük kulaklara. kim daha düşlüyse o, en güçlüdür! bilmiyorum; belki kelimelerin, biraz da aşınmaya ihtiyacı var. susmanın diz çökmüş hâli, dönüşebilsin isterim en çok... -bıkmadan usanmadandönüşsün ve kendine bir diz yarasında yer bulabilsin...
35
Gereklilik Uğur Küçükdağ Harfler ortada duruyor Nokta ve saire istemiyor Çok tedirgin bir ünlem Ortalarından geçiyor Arkalarından hareket yapıyor Sanki Sanki şeye benziyor Abcdefg Öf.
36
Bir şey oluyor İzle Izlemen gerekiyor Ya da konuş Ama hayır, üç maymun 3 maymuncuk Ama açılmıyor kapılar Anahtara lüzum yok boş ver Vermen gerekiyor. Bir harf gördüm Görmem gerekiyor Yatayım ben artık Yatmam gerekiyor Herkez uyuyor Hayır Herkes yanlış yazıldı diye oluyor böyle şeyler.
Ormanın dışında bir ev var Olması gerekiyor Ormanın içini çalmışlar Götürmüşler Katakulli Üç kağıt Dolap Döngü Merkür Mars Jüpiter Ve Güneş Kafasının döndüğünü biliyor mu Ay Ay ay ay… Böyle güzel oluyor Biraz müzikle var ya Anamı babama tekrar satıyorum Anasını satıyorum Vay anasını Yaşadıklarımın yanında yaşanmamış duruyorum
Durmam gerekiyor Biri gelince yüzüm düşüyor Kalkması gerekiyor Biri gelince etraf batıyor Toparlamak gerekiyor Tek kişilik tuvalet yapmışlarsa eve Benim ne suçum var Korkma sifonu çektim Çarşafları değiştirdim Küllükleri döktüm Kenardaki pislikleri süpürdüm Asfalt karton ve hatta şişeler Evet evet şişeler Lingo lingo şişeler Şişeler şişeler Şişeleri kestt.
Ben evimi dedim ya ormanın dışında bir yere taşıdım Çaldım Tekrar çal o zaman Sam! Böyle çalınmaz yahu E ne yapsın Böyle yazanlar yüzünden olmuş Bakayım Bakmam gerekiyor Tusunami böyle yazılmaz Yazılmaması gerekiyor Ama nasip bu kısmet Burada ne yazıyorsa o Her şe/r/y/de bir hayır olması gerekiyor Viforven-netta Fazla maske varsa ben de geleyim Gelmem gerekiyor Maske var mı maske Maske ver valla geleceğim O bombayı tek mi patlatacaksın sen başına. Peki sustum Susmam gerekiyor Bir şey söylemiyorum…
37
İthafa Yaklaşım III
38
Alper Pek
taçlandıranlar uzun cümlelerle intihar mektuplarını ve alışveriş listelerini sonuna ekleyenler öğrenilmiş çaresizlikle deneysel prova kaçıkları, korkunç gece salgınla beraber defalarca sayıklarken adımı kaos sarmalı, sayıkla adımı yüce kaos sarmalı! dayanamayanlar benimle, anlam arayanlar benimle, kopamayanlar benimle, rahatlatanlar ve yatıştırıcılar benimle! … ruhlardan biriyle bütünleşemeyenler, yuhalarlar kiriyle tüm leş yiyenleri. yerli yersiz öfke krizlerine girenler, kalp atışından şüphe duyanlar, anlamsızlığın girdabında kafalarını parçalayıp ona buna sataşmadan duramayanlar, gıdım gıdım deliliğe koşanlar, flu fotoğraflarda fillere çayırlar düzenler, kaygı kontrolünde saygı peşinde ağlamayı unutanlar, zamanla korkaklığa da alışanlar, alt tarafı salt arafı görmeye gidenler, sanatsa sanat, bayat mayat diyenler nöbet geçirenlerle beraber uçarsa uçsun, bırak şu doğaüstü yavşaklığını söylemcileri ve ustalara saygı kuşağında paça temizleyenler, kire övgü, suça övgü, ölümsüzlüğe döngü, dönüşememek kötü. varoluşun anlamını sözlüklerde ararken hayalkırıklığından gözü dönenler, çakmak kıpırtısını zeka parıltısı sananlar, büyük cümlelerle ava çıkanlar, dönemeyenler, döndüremeyenler, dönüş yolunda kaybolup gidenler norm dışında alternatif hayat sanrısıyla çığlık çığlığa kıkırdayanlar, sinir yolları harap olanlar.
kapanışın gizemli melekleriyle, kirlenen hikayeler, killenen hediyeler, yıllanan dişler, alenen dişleyenlerle! yollanan ard düşümleri, yollarda çekilen kısa tripler –mi– kurtaracak tepelerin kesik başlarını! ve feleğin fraktal çemberlerinde kafayı yiyenler, analjeziklerle meşk çiğliği tadanlar, beterinden saklananlar, meth’i benzi atmış halde yollara sulananlar, sikik çiçek şairleri, avurtlarından içeri avuntu dolduranlar, altı senelik göllerde, altı sentetik çukurlarla kaplı duranlar kaplıcalarda, nikotinlerinin yaralarını somurtarak, kille, kirle, tozla, otla, pislikle kapamaya çalışanlar, devrilen raflar üst üste, üst üste, üst üste, YETER! ruhsuz omurgalarının hasta nidalarıyla ayakta duramayanlar, diş bileyenler, his belleyenler, belleğin belkemiğinde fıtık şüphesiyle kahrolup gaz sancısı çekenler, bir kez daha isteyenler, bir kez daha diyenler, bir kez daha bitenler, bir kez daha yıkılış, bir kez daha dağılış, bir kez daha sttk ve boz alsın selamımı!
39
40
41
Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak (2002): Kabuklardan Fikirler Besna Ağın
S 42
(“Kabuğunu çatlatmaya çalışan”lara…) “Kendimi anlatıyorum. İçinizde ben de varım. Benim de anlatacak bir hikâyem var, diyorum. Şimdi beni dinleyin, gibi bir duygu. Şimdi söz bende. Şimdi ben kendimi anlatıyorum demek gibi sinema.” Ahmet Uluçay
inemacılar vardır, tutku kelimesinin hakkını veren. Tutkularını bazen yaşamın bile önüne geçiren. Ahmet, Anadolu’nun küçük, izole bir köyünde yaşar. Köye bir sinema makinesi (gımıldak) gelir. 50 yılı aşkın bir süre geçer. 2011 yılında genç bir kız sinema okumaya karar verir. “Protesto” diye bir film izlemiştir, içinde uyanan duyguları tarif edecek sözcükler bulamaz. İzlediği şeyin ne olduğunu anlamak ateşiyle yanıp tutuşuyordur; o her neyse, onu bulup hayatının merkezine koyacaktır. Köyde yaşayan Ahmet’in en büyük düşlerinden biri yaptığı resimlerin kımıldamasıdır. Nitekim kımıldatır da o resimleri. Düşü gerçek olur, gerçeğin içindeki düşle birlikte. Ahmet sevdiği kadına kendini sinemayla kanıtlamak ister. Genç kız da bildiği herkese yetenekli olduğunu kanıtlayacaktır sinemayla. Çünkü kendini bildiğinden beri içinde bir şeyler yanar ve aklı hep susuzdur. Yıllar geçer, bir tek kişiye kendini kanıtlamak için bile olsa sinema yapmaya değer, der Ahmet, aralıksız filmler yapmaktadır. Genç kız ise şimdi herkesten vazgeçmiş, kendini kendine kanıtlamaya çalışır. Ahmet eline geçirdiği eski püskü kamerayla canhıraş film çekmeye çalışır, genç kızın etrafında ise istemediği kadar imkân ve insan vardır. Ahmet’in tutkusu ne kadar hayalse, kızın hayali o kadar gerçektir, elinin altında, gözünün önündedir. Fakat genç kız bu kadar çok imkân karşısında kendi imkânsızlıklarını yaratıp havlu atar. Ahmet ise daha yeni başlıyordur; daha fazla imkânsızlık daha çok film demektir onun için. Derdi olmayan sinema yapamaz, doğrudur. Derdin derinliği ise asıl ölçüdür belki de. Belli ki Ahmet Uluçay’ın dertleri ona kendi hayatını arka plana atarcasına film çektirecek kadar sağlamdır. Sağlam dert de sağlamdır, insanı sağlam yıkar.
“Eyvah! Dönüşü olmayan bir yola girdim. Bundan sonra film yapmalıyım.” der Ahmet. Genç kız, dönüşü olmayan o yola bir türlü giremez; kendi ölümü çok hızlı, doğumu ise yavaş kalır. Ahmet’in sarılacak bir şeyi yoktur, umudu yoktur ve film yapar. İntihar eder gibi film yapar. Bunu beceremezse kendi içinde saygısını yitireceğini düşünür. Allah yardım etmiştir de iflas etmiştir, “yoksa sinema yoluna giremezdim” der. Genç kız intihar eder gibi film yapmaz. Genç kız intihar eder gibi yapmaya hazır değildir henüz hiçbir şeyi. Önce öğrenecektir. İnsan birkaç kez ölür de gerçekten yaşar sonra, bunu içselleştirmek için hala fazla gençtir. Bütün olanaksızlıklara karşı en ilkel koşullar altında sinema yapmak arzusu bedenini, ruhunu delice ve dâhice sarmıştır Ahmet’in. Tavşanlı’nın ve Kütahya’nın yumuşak tutuculuğu ile de yetişen bu yetenek, din, sanat, sinema, cinsellik, arkadaşlık etkilerini hiçbir ideoloji saplantısına düşmeden büyük bir gerçekçilikle vermesini bilir. Türkiye sinemasının en farklı ve bakış açısı sağlam filmlerinden birini yapacaktır kısa filmlerini takiben. Çabaları istediği sonucu verecektir. Babasının deyimiyle “Beyoğlu berduşu” Ahmet Uluçay kısa filmleri yaptığı tek uzun metraj kadar doyurucu, Türkiye’nin ender yetenekli yönetmenlerinden biri. “Lumiere kardeşler sinemayı icat etmeseydi mutlaka o bizim köyde icat olurdu. Kesinlikle buna inanıyorum.” Karşımızda buna inanan bir adam varken, bizim ona inanmamamız zor. “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”, Anadolu’nun herhangi bir köyünde sanatla, sinemayla uğraşmak isteyen bir insanın çektiği sancıları konu alırken, aynı zamanda sinema yapmanın ne demek olduğunu da sorgulatıyor bize; Anadolu’yu tanıyoruz, Türkiye’yi, insanlarını… Büyükşehirleri değil, batılılaşmış insanı, asimile olmuş kimlikleri değil, bizzat yerinde, kendi insanımızı tanıyoruz. Evrenselliğin yerelliğe (ulusala, yöreye ve özellikle kişiye) bağlı olarak geliştiğinin büyük örneği olan bu film, yerel ve biyografik ögeleri harmanlayıp evrenselliğe tamamlamış. Bu yerelliği evrenselliğe taşıması ise filmi her izlendiğinde samimi ve sıcak kılacak sebeplerden biri. “Köylülerin” çektikleri bu sancılar, dünyanın herhangi bir yerinde, film yapmaya çalışan ve imkânı
43
olmayanların acıları. Ana kahramanlarımız Recep ve Mehmet, kendi küçük dünyalarından daha fazlasını almanın tek yolunu yeni bakış açıları keşfederek bulacaklarını anlıyorlar. İstedikleri para değil, ev, araba, mal mülk hiç değil; yeteneklerini var etmek ve üretmek istiyorlar. Sinema yaparlarsa, Nihal’i unutacağını söylüyor Mehmet, Recep’e; çünkü film yapmanın ne denli iyileştirici ve yeniden yaratıcı bir süreç olduğunu bilinçaltıyla seziyor. Filmin senaristi ve yönetmeni Ahmet Uluçay bu çalışmasında çocukluğunun kendi kişiliğine damgasını vuran dönemini sinema tutkusuyla birlikte vermiş. Çocukluğunda âşık olurcasına bağlandığı sinema tutkusu yaşamı boyunca onunla birlikte, bu aynı zamanda kendi yaşamının da vazgeçilmez dengeleyicisi olmuş.
44
Ana kahramanımız Recep’in çocuk ateizmi ve totemizmiyle karışık dini iletişimlerini, kendi sinema amacıyla bağlantılı olarak verişi ve köyün dâhisiyle delisinin aşağının en sıfır noktasında nasıl buluşarak ve sürünerek ama onurluca geldiğini de aynı gerçekçilikle ve alçakgönüllüce vermesi büyük bir başarı. Bu, yaşanmadan anlaşılamayacak kadar büyük bir kazanç. Ve pek tabii bu güç yönetmenin yaşamından geliyor. Nasıl yaşadıysa öyle film çeken yönetmen, gerçekliği filmiyle bir hale getiriyor. Sahnelerin gerçekçi olması için çaba sarf etmesine gerek olmadığının farkında; gördüğü ve yaşadığı ne varsa sinema suyuna batırıp bir filme dönüştürmesinin kâfi olduğunu seziyor ve sahnelere, imgelere aktarıyor. Fazla müzik kullanımı, kadraj ve kurgu hataları gibi detayları görmezden geliyoruz bu sefer, çünkü karşımızda bakış açısı olan bir yönetmen var ve elindeki konuyla nasıl bir film çekmesi gerektiğini yüreğiyle biliyor. İlk uzun filmin günahı olmazmış. Ve sevgili Giovanni Scognamillo’ya Ahmet Uluçay’ı sorduğumda aldığım cevap şaşırtmadı beni; “Farklı bir yönetmen, kişilikli bir film fakat hâsılatı yok. Bilirsin, film hâsılat da demektir.” Bakış açısı olan, doyurucu hikâyeli, anlamlı bir konuya sahip bu film, hasılat ve popülarite ihtiyacına yenik düşmeyip Türkiye Sineması’nda derin bir iz bıraktı. Kendi fikrini, Uluçay’ın deyimiyle “önce bir fikri” en yalın ve direkt haliyle seyirciye aktardı. Bizler hala bu fikrin peşindeyiz; keza sinema da bir kaçış olmasa gerek. İnsanın kendisine ve hayatına anlam katma çabasındaki en gerçek, en donanımlı ve bütünleyici sanatsal, ciddi keyif; keyfin ciddiyeti de
kişilikli duruşunda gizli. Bu duruşu da konu oluşturuyor. Eserlerde konunun bitmediğine, bakış açısının tükendiğine günbegün şahit oluyoruz. En azından bunu çözdük, belki “fikir” de o kadar uzakta değildir. “Bir fikir, bir çekiç, bir testere yeter. Bir fikir, önce bir fikir…”
45
The Affair (2014 -): Entrika Sarmalında Karakter Dönüşümü Engin Onuk
46
S
howtime dizilerinden olan The Affair, 1. sezonun ardından 2. sezonuyla hız kesmeden devam ediyor. 1. sezon ile 2. sezonu karşılaştırmak gerekirse bazı detaylarda farklılıklar olduğu göze çarpıyor; fakat The Affair’in 2. sezonda performans olarak çok fazla değiştiği söylenemez. Hala beklentileri karşılamakla beraber, dizinin basit bir entrika sarmalına dönüşme ihtimali, dizinin kalitesine gölge düşürebilir. The Affair’in ilk sezonunda hatırlanılacağı üzere, karakterlerin kendi ağızlarından hikayelerine tanık oluyorduk. Bütün bölümler “part I: Alison ve part II: Noah” gibi ikiye ayrılıyor; hemen hemen aynı olayları, iki tarafın da anlatımlarından oluşan iki farklı bakış açısını izliyorduk. Noah’ın ve Alison’ın polise verdikleri ifadelerden oluşan bu anlatımlar Scotty Lockhart’ın ölümünü soruşturan polisin aldıığı ifadeler bitince, sonlanmış oldu. 2.sezonda da bölümler aynı şekilde ikiye ayrılmaya devam ediyor; ama birinci ağızdan anlatımların artık olmadığını görüyoruz; çünkü polis ifadesi yok. 1. sezondaki anlatımın temelinin daha sağlam bir zemine oturduğunu itiraf etmek gerek. 2. sezonda hala Noah, Helen, Alison ve Cole’un senaryonun gidişatından dolayı
zaten farklılaşmış olan hayatlarını onların bakış açılarından dinlememizin ne gibi bir anlamı var, söylemek zor. Senaristler 1. sezon 10. bölümden itibaren polis ifadelerini sonlandırarak maalesef otomatikman zorlama bir yola girmiş oldu. Senaryoyu geriye sarmak mümkün olmadığından, bu anlatımın böyle süreceğini öngörebiliriz. The Affair’in en önemli ve dikkat çekici yanı, karakter değişimini senaryonun merkezine koyması. Noah’ın Helen ve ailesinin gölgesinde yaşadığı sıkıcı ve bunaltıcı hayattan, ikinci kitabını yazma serüveni sayesinde sıyrılarak kendi hayatını kurma sürecine tanık olurken tek değişenin Noah’ın karakteri olmayacağını net bir şekilde görüyoruz. Boşanma sürecinde annesinin boyunduruğu altında yaşamaya devam etmeyi reddettmesi, Helen’ın karakterinin de radikal bir şekilde değişeceğini gösteriyor. Alison için de durum farklı değil. Oğlu Gabriel’in ölümünden sonra abartılı seks düşkünlüğünün farkına varıyor, arasının her zaman bozuk olduğu annesiyle ilişkisini düzeltiyor. The Affair’in kaos teorisini arka planda işlediğini, diziye biraz yakından bakacak olursak rahatlıkla görebiliriz. Dizinin açılış müziği olan Fiona Apple’a ait Container’ın sözleri bunun sinyallerini net bir şekilde veriyor zaten. Onun haricinde, dizideki bütün karakterlerin seçimlerinin birbirine bağlı olduğu anlaşılıyor. Gabriel’in kaybının verdiği acı olmasa, Alison, Noah’la birlikte olmak istemeyecekti. Noah, ezik ve güçsüz hissettiği bir evliliğe sahip olmasa, Alison’la birlikte olmak istemeyecekti. Aynı zamanda Noah, Montauk’ta Alison’la karşılaşmasaydı, ikinci kitabını bitirip başarıya ulaşamayacaktı. Hayatında Alison olmasa kendi ayakları üzerinde duran bir adam haline gelemeyecekti. Boşanmasalardı, Helen annesinden nefret ettiğini anlayamayacktı ve annesinin çizdiği yolda yürümeye devam edecekti. Aynı şekilde Helen’ın annesi Margaret ve babası Bruce Butler’ın evlilikleri de pamuk ipliğine yani Noah ve Helen’ın evliliklerine bağlıymış. Bir başka deyişle, Gabriel’in yıllar önce kuru boğulmadan yaşamını yitirmesi; Butler, Solloway ve Lockhart evliliklerini bitirmekle kalmayıp Noah’ın büyük başarı elde edecek 2. kitabı “Descent” için ilham kaynağı sağlamış oldu. Dizide gerçekleşen her şeyin bu şekilde, zincirleme olarak birbirine bağlı olması, karakterlere verilen ekstra önemden kaynaklanıyor. Entrikalarla dolu, Yalan Rüzgarı’na dönüşme ihtimali çok da uzak olmayan senaryo örgüsünün yanında The Affair’i muadillerinden farklı yapan ölçüt, karakterlerin iç yolculuklarının son derece ön plana çıkarılarak anlatılmasında yatıyor. Karakter değişiminin odak noktası yapılması gerçekleşen zincirleme olayları doğurması bakımından The Affair’i farklı bir noktaya taşıyor. Çünkü genelde
47
entrika sarmalına bulaşmış yapımlar, karakterlerin gelişimiyle ilgilenmez, olayları ön plana çıkararak dramatik bir anlatım inşa ederler. 2. sezonun yarısına gelindiği bu noktada The Affair’in 12 bölümlük 2. sezon serüveninin nereye varacağını 20 Aralık’a kadar merakla bekemeye devam edeceğiz. Dizinin olası ileriki sezonlarında entrika dozajının kaçırılıp kaçırılmaması, karakter gelişimine verilen önemin senaryonun gidişatı içersinde kaybolup gitmesiyle doğru orantılı olduğunu söylemek gerek.
48
49
50