1
BU SAYIDA Çat
2
Hayal Alıştırmaları - 8 / Serkan Üstündağ
3
Tanınmayan Bir Şairin On Dakikası
5
Kanibalizm
7
Sapak Demişken
8 11
Burkulan Sağaltım Sapağı Her Şey Kedidendi
14
Yazık
28
Kalk Antuan, Christmas Geldi
29
Leylim Lal Müstakbel Diasporal Devinimimiz
30
32
33
Susmalı mı Sustalı mı
34
Ne Ala
39
7Tepe 7Renk!
40
Youtube’un Ekonomi Politiği: İzlenme ve Panoptik Arzu
42
Biliyorum - Bilmiyorum
3
Çat
Bir düğün ezgisinden farklı adın Kırmızı kuşaklarla sarılmış belinden Bir tutam kan keseceği düşecek diye Beklenen beyaz çarşaflara sarınıyorsun Halbuki ÇAT! diye vuruversek şu teamülü Alnının ÇATından Kaç tane östrojen taneciği Plaketler yaptırıp yollayacak kadınlığa
2
Bir düğün ezgisinden farklı adın, Kadın, Başkaldırılarımız sessiz diye Zeval oluyor görünmez barış elçilerimiz Elçiye zeval olmaz diyorlar, yalan Her bir toplumsal norm gibi ÇATırdıyor orta yerinden bu yılan En çok ÇATallı sesinden efsunlu kadınların İsyan hikayeleri dinlerken hayal ediyoruz Yeniden kurduğumuz bu ÇATıları Gözü mor kalbi kırmızı ÇATıları ÇATılardan sarkan fanilalı çocuklarla Kadın, Bir düğün ezgisinden farklı adın
H AYA L A L I Ş T I R M A L A R I - 8
“Caddelerde yürürken içim ne kadar daralıyorsa, anayollardan ayrılan şu sapaklara koştuğumda o kadar genişliyor yüreğim.” dedi adam, kadının koluna girmiş ve ağır adımlarla ilerlerken. Kadın da anlamadığını belli etmek istercesine kaşlarını kaldırdı ve kocaman gözlerini adamın bakışlarına dikti. Adam kısa bir süreliğine tebessüm ettikten sonra karşılarında bulunan kalabalığı işaret ederek: “Şunların hareketlerine bir baksana. Hepsinde eminim ki farklı bir hikaye vardır... Ama bu kalabalığın hikayeleri bana değmiyor. Bırak temas etmeyi, ben aralarından geçerken, resmen beni yıkmaya, ezmeye ve hatta yok etmeye çalışıyor. Ancak, şu caddelerden kurtulup, tek başıma kaldığım bir yola girdiğimde, benim hikayelerim beden buluyor ve arzularım şahlanıyor. İşte orada yaşamak istiyorum.” dedi... Kadın saatini kontrol etti ve hâlâ boş vaktinin olduğunu görünce tebessüm ederek “Haydi, şuradan sapalım. Bakalım nasıl hikayeler varmış orada...” dedi. Adamı çekiştirerek belli belirsiz bir toprak yola soktu. Etraflarında yarım kalmış inşaatlardan, hırlayıp koşturan köpeklerden, yerli yersiz bitmiş çiçeklerden başka bir şey yoktu... En önemlisi, insan yoktu. Adam, belirli bir müddet düşündükten sonra kadının kolundan çıktı ve üç dört adım kadar uzaklaşarak kadına döndü. “Bak” dedi, “şu an burada hiç kimse paramız için bize tatlı bir ses tonuyla cümleler kurmayacak ve ihtiyacımız olmayan hizmetler sunmaya çalışmayacak. Hiç kimse, bize üstümüz çamurla kaplanmış olsa ya da elbiselerimiz eskise bile, aşağılayıcı bir gözle bakmayacak. Karnımız aç diye acımayacak, tok diye kıskanmayacak. Küfür etsek ayıplamayacak, dua etsek ortak çıkmayacak. Hayallere dalsak, o sığ muhabbetleri ile bizleri kendi dünyalarına çekmeye çalışmayacak. Kendilerini övemeyecekler ya da seni, sende kaybetmeye çalışamayacaklar. Olmadığın birisiymişsin gibi yargılayamayacaklar. Şu an burada, en çirkin sesimizle şarkı söylesek hissedeceğimiz şey utanç değil, sevinç olacak. İşte bu yüzden, sessizliğimizde hayat taşırız bizler.”
3
sevinç olacak. İşte bu yüzden, sessizliğimizde hayat taşırız bizler.” Adam, gerçekten de baştan sona detone olan sesiyle şarkı söylemeye ve aynı zamanda da inanılmaz derecede kuralsız ve şekilsiz hareketlerde bulunarak dans etmeye başladı. Öylesine içten gülümsüyordu ki her ressamın yüzlerimizde aradığı o “an”ı taşıyordu gülümsemesinde. Adam gözlerini kapatarak, kendini hem söylediği şarkıya hem de dansına öylesine kaptırdı ki, dünya batsa umurunda olmayacaktı. Mekanik bir ses işitir gibi oldu adam. Sağ bacağının kasığına yakın olan kısımdan katlanılmaz bir acı hissederek yere yığıldı. Derin nefesler alırken kendisini öylesine çok sıkıyordu ki, çığlık atamıyordu. Buz gibi soğuk terler, gözyaşı pınarlarına dahil olup, toprak yolu besliyordu, tıpkı bacağından süzülen kanlar gibi.
4
Kadın, silahını çantasına geri koyduktan sonra yerde kıvranan adama usulca yaklaştı. Yerden bir avuç toprak ve biraz da taş aldıktan sonra adamın ağzına zorla doldurdu ve bir iki adım geri çekilerek öksürüklere boğulan adamı seyretti. “En çok da bunu seviyorum” dedi kadın, “ahlak duvarlarına sıkıştırmış olduğumuz şu zihnimizin çocukça oyunlarına daha ne kadar sırt çevirebiliriz, bilmiyorum ki…” Adamın kollarını kırarken ayrı, göğüs uçlarına iğneler saplarken ayrı ve dişlerini sökmeye çalışırken ise ayrı bir zevk aldı. Aynı adamı, aynı yerde ve aynı şekilde kaçıncı kez bu işkencelere maruz bıraktığını bilmiyordu fakat bir türlü doyamıyordu. Böyle ruhsuz bir herifin, daha da fazlasını hak ettiğine emindi. Kadın omzunda bir el hissedince irkildi ve tiz bir ses çıkartarak hemen arkasını döndü. “Kusuruma bakmayın, bacım. Burada yol yoktur. Köpekler var burada, tek başınıza dolaşmayın.” dedi arkasındaki kişi. Aynı o ruhsuz herif gibi. Sanki onun iyiliğini istiyormuş da yardımcı olacakmış gibi... Tek bir kelime etmeden, koşar adımlarıyla uzaklaştı kadın. Şu, bedeni genç fakat ruhu yaşlı olan kadınlar kadar sert vuruyordu adımlarını. Kadının derdi; kaldırım taşlarını değil, öfkesini dövmekti...
TA N I N M AYA N B I R Ş A I R I N ON DAKIK ASI Yeni bir şiir yazdım, al oku bakalım, dedi. Elleri titreyerek içinde mavi kafakağıdının olduğu, kurşun kalemle yazılmış sayfaların arasında uzun uzun aradı son şiirini. Bulduğu sayfayı hiç çekinmeden koparıp ayaktakine uzattı. “Aslında makamlı yazmıştım ama şimdi hatırlamıyorum.” diyip önündeki kadayıftan bir çatal daha aldı. Ne çok şikayet ediyor bu insanlar, artık hepsinden bıkmış. Sorsan hepsi hasta, yok yok yalnızlık hasta etti bunları. Dükkanın sahibi bir gün gelip hepsine çiğköfte dağıtmayı önerince pek sevindi. Çiğköfte için değil, ziyaret edilecekleri için... İlk okuduğu şiir nasıldı acaba... Okulda öğretmenlerin ezberlettiği Cumhuriyet şiiri mi, yoksa mayıs ayında anneye yazılmış şiirlerden miydi? Annelik eski bir kavram, peki o zamanlar anneler günü var mıydı? Ya da hiç okula gitmedi de babaannesinin sabah akşam sıraladığı dizelerle mi büyüdü? Hayatta kalma mücadelesinin yanına nasıl oldu da bir şiir merakı eklendi, Maslow karşı çıkmaz mıydı buna? “Karnımız doyunca aşk başlayacak” diyordu birileri, güzel birileri. O hengâmede bir kadına gönlünü vermiş miydi? Kurşun kaleminden sayfalara dökülen kelimelerde sevgilisinin güzelliğini anlatıyor muydu peki? Kaç hükümet, kaç cumhurbaşkanı geçirmiş belli değil; onlara laf uzatıyor muydu gençler haksızca öldürüldüğünde? Şiiri içinden okudu ayaktaki, kimi zaman araya girip “Bak orda şey dedim, saçlarının kokusunu unutamadım dedim, orası çok güzel” dediğini duydum yalnız. Buraya sık sık geldiği belliydi, dükkan sahibinin de ona tatlının yanında çay ikram ettiği. Çayını bitirip evine gidecekmiş, Darülaceze’ye. Aklımda bu yaşlı şairin hayatına yönelik bir sürü olasılıkla ayranımın son kısmını içip kuru soğuğun yanına eklenmiş yağmurun altına girdim. Karnım doydu, artık aşk başlayabilir.
5
6
KANİBALİZM
Dünya tarihi üzerinde kanibalizme, yani yamyamlığa, yani canlıların kendi türünü yemesine, sıkça rastlanılmıştır. İnsanlar, tavuklar, balıklar gibi. Sebepleri illa ki vardır elbet. Ben insan eti yiyen insanların üzerine düşünmek istiyorum. İki çeşit yamyamlığın olduğunu söylüyor uzmanlar. İçedönük yamyamlık ve dışadönük yamyamlık. İçedönük yamyamlıkta aile içindeki bireylerin –kopmuş el kol bacakları ölen kişinin cesedini bağırsaklarını yeme durumudur.– Dışadönük yamyamlıkta ise aile, akraba üyeleri değil; düşmanlar yenilmektedir. 17-18 hatta 19.yüzyıla kadar bu iki yamyamlıktan da bahsedebiliriz. Dönemimizde ise yamyamlığın kelime anlamı olarak bir gerçekliği ya yok ya da yok denecek kadar az diyebilirim. Ama hatırlatmak istediğim bir nokta var –kanibalizmin– gerçekliğinden çıkıp daha derin anlamlarına bakacak olursak sanırım tarih üzerinde hiç olmadığı kadar kanibal ve yamyam bir toplumla hatta dünya ile karşı karşıyayız. Zamanında balerin olmak isteyen ama ailesi yüzünden öğretmen olan bir annenin kızına balerinliği dayatması ve sonunda kızın intihar etmesi kanibalizmin en çarpıcı örneğidir. Anne ona “ait olan” bir türü kendi istekleri doğrultusunda zamanla öldürmüştür. 18. yüzyılda kızını yiyen bir anneden farkı ne ? Eşcinsel bir çocuğun babasından çekinmesi ya da direkt olarak babasının baskılarından dolayı daha fazla dayanamayıp kendini öldürmesi ya da isteklerini bir kenara atıp –onların– istediği gibi yaşaması, ölmesi içedönük yamyamlık değil de nedir? İçinde bulunduğumuz toplumun, yani bizim, kendimize yaptığımız baskılar da dışadönük yamyamlıkla aynı şey değil midir? Çocukluğundan beri duyduğun “komşular ne der” cümlesinin, komşunun seni 19.yy’da düşman belleyip yemesinden ne gibi bir farkı vardır? Cevap vermek gerekirse –bence– koca bir HİÇ. İnsanlar kanibalizmle ilgili bir şeyler okuduğunda ya da duyduğunda izlediğinde iğrenir ve bunu iğrenç bulurlar. Ama tüm bunları düşündükten sonra ilkel zamanlardaki şeylerin iğrenç değil olması gerektiği için olduğunu düşünüyorum. Fakat zamanımızda gerçekleşen bu kanibal eylemler bence tam anlamıyla iğrençliktir. Ve bunun bir sonu da yok gibi durmaktadır... Tarihin gördüğü en büyük yamyamlarız ve birbirimizi yemekten başka hiçbir bok yapmıyoruz.
7
S A PA K D E M I Ş K E N koynumuzda yılan değil yol beslemişiz anacığım. hepsi de saptıkça sapmış hani. iyi yollara, kötü yollara, tek çift dört yollara. çıbansız kentlere yürümüşler. fikirleri petekten süzme bala benzeyen insanlar yürümüş de yürümüş üstümüzde. “çok yol var çok çocuk” güne çıkamayan gecelerin bol diyezli kurnazlıklarıyla çekiliyorum bu kumar masasından. mecalim kalmadı varımı yoğumu dökmeye. dostmuş, suymuş ateşmiş. kimse izin vermiyor yek ve yekhâne yanıp yakılmaya. niçin?
8
dünyada yasak imiş tüm çizgiler. düzlükler, ovalar gerçek olamazmış. insan yalan mıymış neymiş? herkes nasıl aynı mırılganlıkta dön de bak. kuş diyorlar, gök diyorlar. toplamak istiyorum bu saçmalığı, bir halıyı toplar gibi çatıdaki terastan. ve yine bu saçmalığın muharriri olarak bir tasma takıp tüm sözcüklerin hecebaşlarına, ulamalarını emretmek.. fakat hayalimin güzelliği sarmamalı belinizi! beliniz, sapıyor efendim koynunuzda beslediğiniz yollardan ağrı.
9
10
B U R K U L A N S A Ğ A LT I M S A PA Ğ I
İ
lk defa bir sabah bu kadar uyandım. Odanın kapısındaki demir gözlem deliği aralandı. İçerisi kolaçan edildi. Rezil bir yamyam gibi çiğ ete, çiğ insan etine rastlanmayınca yerlerde, duvarlar alışılmış şeklinde görülünce, eh ben de ne yazık ki canlı bulununca, kapının ağır kilitleri de açıldı. Gözlerimi geri kapatmaya, bunu bir rüya sanmaya, rüyayı gerçekten ayırmaya çok korktuğum için, üst camdan sarkan sardunyalardan dökülen çiçek tanelerini sayıp bu anın geçmesi için yalvardım bir yüceye. Çok yalvarınca haz aldım. Haz alınca yücenin kendim olduğunu sezdim. İyi halt ettim! Artık her şeyi sezmeliydim! Şimdi günah yazmalar, sevaplanmalar, çarpmalar, kutsamalar, 5 vakitler, çanlar... Hepsi benden sorulacaktı. Hayır, alınlarına yazdıklarımı okumazsa insanlar, o zaman alınırdım. Neyse, ne kadar yüce olduğumu ben ve içimdeki cesedim hariç kimse bilmemeliydi. Cesedim, az önce fani olarak can veren bendim. Artık fani değildim de ayıptır söylemesi. Neyse, normal rolü kesmeliydim. Eski evin sokağında tanıdığım bir zampara bu işleri çok iyi kıvırırdı, aynı sokağın sonundaki orospusuyla. Sahiden, neyse. Kapı demirini aralayanlar beni bahçeye çıkardı. Gün aydığı sıra düşünmeye, düşlemeye ve üşümeye korkarken yan masadaki çocuğun kendine «sarı ışık» diye açıkladığı güneş, yüzümdeki açık yaralardan damarlarıma sızdı. Bu yaraları yüzüm kaşınırken, yüzümü yerdeki taşların üstüne yatıp kaşırken açtım. Anlatsam inanmazsın; elim, kolum, ben, kaybolduk. Dur bak, anlatsam anlayacaksın: Hastane bahçesindeyiz. Kolları olmayan plastik sandalyeler var. Bir ayağı diğerinden mutlaka kısa olan muazzam kirli, beyaz masalar. “Kirliyse beyaz olduğunu ne biliyorsun?” Hah! Soruya bak, bazen herkesin birbirine, bilhassa kendine “bana ne?” demesi gerek. Bir şeyleri sezdiğim için buradayım, biliyorum. Turunçgillerden olan mandalinanın siyah olduğunu ilk ben sezip bahçemdeki karadeliğe fırlatmaya çalıştığımda yan komşu ne kadar güzel sezebildiğimi fark edip sürekli beyaz önlük giyen birtakım insana haber verdi. Gelip beni aldılar. Aynı beyaz önlüklüler, kollarımı kullanmama engel olan beyaz bir gömlek giydirdi. Kollarım olmadan ne kadar mutlu olduğumu sezdim. Tek sorun; yüzümü kaşıyamadığım için bu görev taşlara düştü, sonra ben de taşlara düştüm. Dünyada ilk defa kolları olmadan var olmanın, olanca gücüyle yaşamaya eğilim yarattığını ben sezdim. Yüce bir kişiyim. İnsanlık için ne kadar zordu, bütününden aynı anda yabancılaşmam. Küçük, parmaklıklarla kapalı penceremin altında oluşan hava akımı; yerinde hissetmediğim kollarımı, ellerimi, sıkı sıkı sarılmış gölgemi mutlu etti her sabah. Başkalaşım bu. Tarih boyu düşünerek poz verip önce kendi sıyıran sonra heykeltıraşı tırlattıran tüm filozofların başkalaşım sapağı. Bir başka biçimde; ne tamamen hiçlikte ne boş bir levha gibi baştan yazarak kendimi, elim kolum kimseye
11
ulaşmadan varlığımı sezebildiğim bir başkalaşım. İşte yine her şeyi sezdiğim ama hiçbirini açıklayamadığım bir günde, kollarım bağlı şekilde, duvarları ısırmadığım için ödül olarak bahçede oturduğum bir sabaha karşı zamanı, omzundan itibaren kolu kesilen bir çocuğun, kolu olmayan sandalyede oturuşunu izledim. Anlamadın değil mi? Sen bir de yaparken görsen, daha az zor değil dinlemekten.
12
Yanaklarım yere sarktı. Ayaklarım sandalyeden havalandı. Kollarım sabit. Kendimin bile hazmedemeyeceği bir arzu duyuyordum o çocuk olmaya. Onun kafasının içinde, insan adı verilen canlı şeyin yaşamaya dair yücelttiği kör inadını yemek istiyordum. İnsan, büyük bir ağrı. Ben artık insan değilim ya, rahat rahat atıp tutuyorum tabii. Çocuk, kendini harap ettiği hastane bahçesinde isyan eder gibi derin bir nefes çekip sert biçimde ağzına dolan tüm tükürüğü yutarken vücuduna sızdım. Bütün canlıların olanca gücüyle karşı koyduğu, varlığını elinden alabilecek tüm tehlikeli dış unsurları yarattığım küçük gedikte barındırmak istedim. Artık dünyanın uyuşukluğuna karşı tüm bireysel devrimler benim safımdaydı. Fakat içinden yetişemedim dışarı. Omuzları güçlü değildi. İçinde biraz çiğnenip yutulmuş sakız ve elma çöpleri vardı. Vasat hikayeleri yoktu, yaşı daha küçüktü. Hoş, dokuzu da müsait, on üçü de ama onda yoktu. Sürprizli kahvaltı masaları sevinci yoktu. Kalbi çürük kokuyordu. Suçlu yoktu içinde. Bir başına biraz. Küslük yoktu. Bir de kolu yoktu. Bir çocuğun elinden tutmak yerine bir çocuğun parmak uçlarında akan kanda dolaştım. Bir çocuğun kanayan dizi olmak yerine, koşup düşerken açtığı yaraları iyileştirmek için beyaz önlüklülerin trombosit dediği şey olarak içerden yarayı sardım. Bilmediğim bir ülkeye yolculuk gibi baştan keşfettiğim, her zerrede “Artık insanlar beni ne yapsınlar” dedim, içeriden bağırdım “diyin ki beyaz giyinen herkese, işi çıktı birazdan gelir” Ben içerden bağırmaya başlanınca içi gıdıklanan çocuk, beş çocuk gücünde hapşırınca içinden sıçradım az önceki yerime. Başkalaşım sapağımın nasıl kaçılmaz bir kader olduğunu kabul etmenin zamanı geldiğinde kendime anlatacak lafım da kalmamıştı. Yüce olmanın bile para etmediği zamandayız. Artık ağzıma ne gelirse söyleyebilirdim, bir çocuğun içinden geliyordum ya güya... Kolsuz bir çocuğun içinden, kolsuzluğa övgüler dizen dilimle, kolsuz bir sandalyeye düşünce, kimseye danışmadan, herkese, her şeyi yapmanın meşruluğunu yaşarsınız. Benim gibi yani. Hiçbir kanunda yazmadığı için vicdan da yapamazsınız. Tüm yolların kesildiği, kapılarınsa bırakın kapanmayı kat kat kilit vurulduğu, gölgelerin dar ağacında sallandırıldığı, ruhların falakaya yatırıldığı dünyada kime ne sorup da öyle hareket etseydim? Yok, bilincimi kaybetmedim. Bilincim, beni kaybetti. Ben kapandım. Bilincim açık. Çocuk yanımda. Cesedim içimde kaldı. Sustuğum yerler bahçede. Kimsenin eli kolu uzun değil, hiçbir yere uzanmıyor. Şimdilik çok üzgünüm. Kıvrılan bulutlar güneşten haraç kesercesine önünü kapatınca hava biraz kararıp ay dedenin kalan kısmı belirginleşiyor diye göğe teşekkür etmem gerektiğini sezdim. Göğe kadar zıplıyorum. Çocukluk üstüme başıma bulaştı.
Birçoğunuzun ağladığı, birçoğumuzun kahkahayı bastığı saçmalarıyla hayatın içinde bas bas bağıran tüm beyazlıklarda, tüm yetilerimle kavgalıyım. Sesim, dilim, kokularım, burnum, gördüklerim, kör gözlerim ve bedenim, inanılmayı bekliyor. Arındım insan olmaktan. En büyük kavşağı dünya kara yollarının. Dikenli bir sapak. Sarılmaktan korkanların sarsıldığı bir sapak. Cesedime güneş güldü. Çocuk, dünya hallerinde birkaç kez tökezledi. Hiçbir şey eskisi gibi gitmedi.
13
HER ŞEY KEDIDENDI
o gün, uzun bir aradan sonra ilk defa işporta tezgahı açacaktım. bu kez sadece fanzinlerden oluşacaktı tezgah. birkaç da kendi kitabım. uyanınca ilk işim arşivdeki fanzinlerin en sevdiklerimden birkaç kopya basmak oldu, yazıcıda kalan mürekkeple. eski tip bir yazıcım vardı ve toneri çok ucuza doluyor, tek dolumda 2000 sayfa kadar bir şey basıyordu. üç dört saatimi aldı fanzinleri basmak. ardından evden çıktım.
14
akşamüstü dört gibi tezgahtaydım. siyah bezimi, eski evimin perdesi olan bezimi serdim ve tek tek sıraladım üzerine fanzinleri. tam bu sırada çıkıp geldi vak vak. adının vak vak olduğunu söylemişti. kafası bir kediyi andırıyordu ve insan bedenine sahipti. onu ilk gördüğümde apalladım aslında. “kolay gelsin ihtiyar, oturabilir miyim” demişti arkamdan, ben eğilmiş, fanzinleri istiflerken. işportadayken, tanımadığım insanların eğlenceme salça olmasından hazzetmiyordum, özellikle çok konuşuyorlarsa. günümün içine ediyorlardı resmen. içimden “sıçtık” dedim. arkamı döndüğümle apallamam bir oldu. insan bedenli bir kediyi çağrıştırıyordu. “tabii oturabilirsin” dedim. ilacımı bırakalı altı ay olmuştu. halüsinasyonların baş göstermesi kaçınılmazdı. ama bu kadar gerçeğini ilk kez görüyordum. “adın ne” diye sordu, “girdap” dedim, “ya senin?” “vak vak demen yeterli. sigara?” çıkarıp paketini uzattı. hiç değilse sigara içiyordu. bir ayrım gözetmiyorum ama sigara içen insanlarla daha iyi anlaştığım bir gerçek. aldım sigarasından. kendiminkini yaktıktan sonra çakmağı ona uzattım. “seni daha önce de gördüm buralarda” dedi, “geçmiş yıllarda.” “evet daha önceleri de açıyordum tezgah” dedim. “parasız kalınca mı yapıyorsun bu işi.” diye sordu. “parayla ilgisi yok” dedim, “terapi gibi düşünebiliriz.” “anlıyorum” dedi, “beleşe ver öyleyse” çattık diye düşündüm, genelde halüsinasyonlarımla iyi anlaşırdım, sonuçta kendi kendine konuşmak gibi bir şeydi bu. “beleşe veremem” dedim, “maalesef artık sadece
parayla satın aldıkları şeylere değer veriyor insanlar. iki, üç lira bir şey zaten fiyatları.” “ucuzmuş.” “öyle.” “şarap içer misin?” “birazdan bira alıcam kendime” dedim. fazla yakınlık kurmak istemiyordum. “sen bilirsin” dedi, şişesinden bir litrelik bir şişe çıkardı. şişenin gerçek olmadığını bilmesem ben de içerdim elbette. ama, işte, bu, yanı başımdaki, kedi kafalı herif, günümün ve belki de kalan günlerimin içine edileceğinin habercisiydi. ilaçları bırakmakla iyi mi etmiştim, bilmiyorum. ama onlarla da yaşanmıyordu. bir çıkmaza saplanmıştım, ya ilaçlarla ve ölü bir bedenle devam edecek ya da onları bırakıp biraz tuhaf varlıklarla ve paranoyalarla birlikte yaşamaya başlayacaktım. “ben bira almaya gidiyorum.” dedim vak vak’a. iki yanımda da başka işportacılar vardı ve beni daha önce de kendi kendime konuşurken görmüş olmalılardı. ama yoldan geçen insanlara durumu açıklayamazdım. hiç olmazsa önümdeki birayla durumu dengelerdim. “sarhoş işte, kendi kendine konuşuyor…” der, geçip giderlerdi. “tamam” dedi, “paran varsa bana da alır mısın?” “yok.” dedim, kesin ve hızlıca söylendi bu. ki gerçekten yoktu, tezgahtan para gelirse getirecektim alkolün devamını. “tamam” dedi. “sonra ben sana ısmarlarım. şarabım bitince yani.” işimiz vardı bu vak vakla. gidip biramı aldım, geldim, tezgahın başına oturdum. ilk yudumdan sonra, bir sigara sardım kendime. o da kendine yaktı bir tane, kendi paketinden. “şu kitaplar ne?” dedi, benim kitaplarımı göstererek. “benim” dedim. “sen mi yazdın?” dedi “evet.” “hiç yazar tipi yok sende…” “değilim zaten.” “ama kitabın var. kitabın varsa, yazarsın demektir.” “öyleyimdir o zaman. boş verelim.” “onlar kaç para” “onlar on beş.” dedim. “çokmuş.” dedi. “maliyetini düşersek kalanla bi şişe bira içeceğim işte. çok mu şey istiyorum. kitabımı okuyacak kişiden bir bira sadece.”
15
“öyle düşününce haklısın.” dedi. bu sırada tezgaha bir kadın yaklaştı. 20’li yaşlarında. fanzinler ne kadar, diye sordu. kalınlığına göre bir, iki, üç lira, dedim. ikinci kitabıma göz gezdirdi. elini alıp sayfalarını çevirdi. rastgele okuyup, okudukça kahkahalarla gülmeye başladı. oysa ben, berbat acı çektiğim dönemlerde yazmıştım onu. her gün, intihar etmekle hayatta kalmak arasına kurduğum salıncakta salladığım dönemlerde. okudukça kahkahalarla gülüyordu. “bu ne kadar?” diye sordu ardından. “on beş” dedim. “tamam, dönüşte alıcam.” dedi ve gitti.
16
kadın gittikten sonra vak vak’a dönüp, “dönmeyecek” dedim. “almayacak.” “neden öyle düşünüyorsun” dedi, “dönücem dedi ya. hem kahkahalarla gülerek okudu bak.” “belki alaya aldığı için gülüyordur.” dedim. “sanmam” dedi, “dönecek, göreceksin.” “ufacık bir şey için bile umut etmeyi bırakalı yıllar oldu” dedim. “dönüp dönmeyeceği üzerine düşünecek değilim. dönerse bi bira daha içerim demektir. hepsi bu.” “yeni bir okuyucu kazanacak olmakla ilgilenmiyor musun?” dedi vak vak. “hayır” dedim, “yeteri kadar var. belki bir elin parmaklarını geçmez ama, yeterli.” “ben kitap okumam. okuyacak olsam alırdım.” dedi. “hiçbir şey okumam.” “en iyisini yapıyorsun” dedim, “ben de okumuyorum. okumayı bırakalı yıllar oldu. çok fazla çöp var piyasada, arada iyi şeylere de denk gelmek güçleşiyor böylece. bazen fanzinlerde ya da ufak dergilerde karşıma çıkıyor iyi yazarlar, onlar da bir süre sonra yazmaya devam etmekten vazgeçiyorlar. pes ediyorlardır belki de kim bilir.” “sen iyi yazıyor musun?” diye sordu bana vak vak, ama bunu bilinçli olarak, benim ukala ukala konuşmam sonrası söylediğini hissediyordum. “bilmiyorum” dedim, “kimileri iyi diyor, kimileri boktan. ne önemi var. ben keyif alıyorum ya işte. yeterli.” bu sırada, önümdeki biramdan bana sormadan bir yudum aldı. bu yakınlık hoşuma gitmiyordu. dediğim gibi, genelde halüsinasyonlarımla iyi anlaşırım, ama bu kedi kafada beni iten bir şey vardı. sırf onu görmemek için ilaçlarıma geri dönebilirdim. hatta yanımda olsaydı şimdiden içmiştim bile bir tane. bu sırada, ilk biram, tuborg gold, bitmeye yakınlaşmışken, 16-17 yaşlarında bir genç geldi tezgaha. “merhaba girdap abi, internetten gördüm, fanzin alıcam ben” dedi. evden çıkmadan önce,
internetten duyuru geçmiştim, bugün tezgah açacağıma dair. bazen işe yarardı. bugün o günlerden biriydi. ayağa kalktım, ve “bak, seç.” dedim. “on liraya ne kadar olur?” dedi “istediğin kadar olur.” dedim. hepsinden birer tane alsam olur mu deseydi, evet diyecektim. ama o sadece altı tane seçti. “istediğin kadar alabilirsin” diye yineledim sözümü.” “diğerleri var” dedi, “nerden buldun” dedim, doksanlarda çıkan birkaç iyi fanzindi söz konusu olan. “geçen sene senden almıştım” dedi. pot kırmıştım.. “tamam öyleyse” dedim. “kolay gelsin” diyerek yoluna devam etti, ben de gittiği yönde, peşinden, bakkala yollandım. biramı alıp geri döndüm. vak vak ayaktaydı. “dört tane fanzin sattım” dedi. “parası yokmuş. sen bedava olur demiştin değil mi?” fanzinleri inceledim. gerçekten de dört tanesi eksikti. ilginç olansa, vak vak’ı benim dışımda kimsenin göremeyecek olması gerçeğiydi. nasıl satmış olabilirdi ki. ya da o dört tanesi nereye gitmişti. az önceki çocuk on tane almıştı muhtemelen. beynim bana oyun oynasın diye eksik saymıştım. bir sigara sardım, o da kendine bir sigara çıkarıp yaktı. o gün kaydadeğer başka bir şey olmadı. başka satış yapamadım, böylece başka bira da alamadım. vak vak da ısmarlamadı. bir halüsinasyon olduğunu düşünürsek ısmarlaması komik olurdu. akşam ilacımı içtim ki, tekrar vak vak’la karşılaşmayayım. gerçi bu ilaçlar ilk seferde etkili olmazdı. olmadı da zaten. ertesi gün cumaydı. oysa bir gün önce, nerdeyse hiç iş yapmayınca, bu soğuk aralık ayında, bir daha tezgah açmıcam demiştim. akşamüstü ise, kendimi evden çıkarken buldum. işportacanın tövbesi hafta sonunu görene kadarmış, diye bir söz vardır. tam bezimi sermiş, fanzinleri çantadan çıkartıyordum ki vak vak yine geldi. “selam adamım, bugün de burdasın ha?” oysa dün ona, yarın açmayacağım demiştim. “evet” dedim. “beni mi bekliyordun sen?” “şansımı deneyeyim dedim” vak vak’tan nasıl kurtulacağımı bilmiyordum. hiç değilse benimle eve kadar gelmemişti dün. bu da olabilirdi. ve tezgahı henüz yeni açıyordum ki biriyle konuştuğunu gördüm vak vak’ın. konuştuğu da başka bir halüsinasyondu muhtemelen. boku yedik
17
diye düşündüm. “bir lira, iki lira, üç lira” dedi herife vak vak, “çok güzel şeyler var abi. ben okudum. sen de oku. pişman olmazsın.”
18
konuştuğu herif kırklı yaşlarda, top sakallı, kel kafalı bir elemandı. “bir bakalım…” dedi. fanzinleri inceliyordu. üzerimde hiç para yoktu. gerçekliği test etmek için bir şans doğdu. eğer fanzin alırsa, o parayla bira alamazdım. çünkü para gerçek olamazdı. vak vak gerçek biri ile konuşuyor olamazdı. yine de bir şüphe belirdi içimde. ne yazık ki, adam inceledi inceledi, sonra uğrarım deyip gitti. sonra uğrarım diyenlere güvenmezdim. geçiştirmek için söylenmiş bir sözdü bu. yıllar içinde işporta aça aça, öğrenmiştim kimin gerçekten alıcı, kimin bakıcı olduğunu. ona göre davranıyordum insanlara. bir şeyler alacak biri olduğunu hissedersem karşımdakinin, ayağa kalkar, laf satar, bir şeyler anlatırdım. hiçbir şey almayacağına inandığım biriyse karşımdaki, yerimden bile kalkmazdım ki çoğunlukla da haklı çıkardım bu konuda. bu sırada yoldan vak vak’a benzeyen, aynı kedi kafalı biri geçti. “bak” dedim vak vaka, “arkadaşın geçiyor.” “arkadaşım mı? hani nerde? sen nerden tanıyorsun arkadaşımı?” “bak” dedim, “kafası aynı senin gibi.” “nasıl, kimin?” “şu geçen, yürüyor bak” “yüzünü görmedim” dedi. “kafası aynı seninki gibiydi” dedim, “sahi kafana noldu senin?” “nolmuş kafama?” “kedi kafası var ya sende.” “yoo değil” dedi. “benimle dalga geçme.” “dalga geçmiyorum” dedim. “hem sen gerçek değilsin.” “ne demek bu” dedi, “nasıl gerçek değilim?” “kedi kafan var.” “hayır yok!” “tamam peki, öyle olsun.” dedim. “fazla zorlamayacağım.” “ne istiyorsun benden?” dedi, “neden dalga geçiyorsun kafamla?” “unut gitsin.” dedim.
bir süre sessizce oturduk. beş sigara süresi kadar boşluk. o da benim gibi peş peşe yakıyordu sigarayı. bir süre sonra yoldan bir kedi kafa daha geçti. ses çıkarmadım. ilacımı yanıma almıştım bu kez. bir tane yuttum. susuz. bir saat kadar sonra, ilk satışımı yaptım. beş fanzin on kağıt. aslında gelen paranın bir kısmını ayırmam gerekiyordu ki tekrar fanzin çoğaltabileyim. sonrakinden ayırayım dedim. gidip bir şişe bira aldım. geri döndüğümde, vak vak yine biriyle konuşuyordu. ben yanlarına gelene kadar, konuşmaları bitti, adam iki fanzini eline almış, vak vak’a bozuk paraları uzatıyordu ki, vak vak beni işaret etti, “tezgahın sahibi o.” diyerek. “kolay gelsin” dedi, “aldım ben bunları. bütün bozuklukları veriyorum. fazla vardır orada. üstü kalsın.” “teşekkür ederim.” dedim. dönüp fanzinleri saydım. iki tane eksilmişti. cebimdeki bozuklukları baktım. yedi lira vardı. biram bitince, bu bozukluklarla bir bira daha alacaktım. tabii gerçekse paralar. kaybolmazlarsa. sonuçta satışı yapan vak vak’tı. bu sırada tezgaha biri daha yanaştı. kedi kafası vardı onda da. “iyice hapı yutmuşuz desene…” dedim kendi kendime. “noldu?” dedi vak vak. “hiç” dedim, “giderek çoğalıyorsunuz.” “gene saçmalamaya başladın sen. kaçıncı biran bu.” “ilk.” “başka içme o zaman.” kedi kafalı adam, hiç ses çıkarmadan fanzinleri inceliyordu. kitaba takıldı sonra gözü. ilk kitabıma. ilk sayfasını açıp okumaya başladı. birkaç dakika sonra, vak vak’a dönüp, “ne kadar bu?” dedi, “on beş” dedi vak vak. “arkadaş yazmış. çok iyi kitaptır. ben okudum. sevdim.” okumamıştı. hatta hiçbir şey okumadığını söylemişti bana. kedi kafalı adama yalan söylüyordu. bir iyilik için söylenmiş olsa da yalan, yalandı. ve işportamda yalan işitmek istemiyordum. “alıyorum ben bunu o halde.” dedi, kedi kafalı. yirmi lira uzattı. cebimdeki bozukluklardan beş lira geri verdim. şimdi de halüsinasyondan yirmi liram vardı. bakalım bu parayla bira alabilecek miydim. üstelik kitap da kedi kafayla birlikte gitmişti. biram bitince, kedi kafa, “ben bakkala gidiyorum, sana da bira alayım” dedi. “yok, ben alırım.” dedim. “sana da ısmarlayayım…”
19
işe yaramıştı. bakkal yalandan olma yirmiliğim karşılığı iki bira vermişti. üstüne de para üstü. irkilmiştim bu sırada. kedi kafa gerçekti. kedi kafalar gerçekti. peki kafaları neden böyleydi? tek ben mi onları bu şekilde görüyordum, yoksa birisi bana bir şaka mı hazırlamıştı? biraları ve para üstünü alıp tezgaha geri döndüm.
20
“hadi yırttın” dedim vak vak’a, “gerçekmişsin.” “çok içme bence” dedi, “sana yaramıyor. gerçeğim elbette.” “ama kafan kedi kafası şeklinde görünüyor bana adamım.” “sen uyuşturucu falan mı kullanıyorsun” dedi, “ne kedi kafası.” “valla billa, kafan aynı bir kedinin kafasına benziyor. benzemekle kalmıyor tıpatıp kedi kafası.” “sana benle dalga geçmemen gerektiğini söylemiştim değil mi?” dedi vak vak, “arkadaş olabileceğimizi sanıyordum.” “dalga geçmiyorum moruk” dedim, “gerçek bu.” “pazartesi hemen bi psikiyatriste git bence” dedi, “normal değil bu, tabii benimle taşak geçmiyorsan.” “geçmiyorum” dedim, “gidicem.” o gün başka satış yapamadım. ama kedi kafalı birçok insan gördüm. günlerden cumartesi olmuştu ve evden çıkıp çıkmamak konusunda tereddüt yaşıyordum. ama evde olsam bu düşüncelerle daha çok kafayı yemem olasıydı. hafta sonu olmasa doğrudan gidip doktoruma gözükürdüm. ilacın dozajını arttırmıştım. akşamüstü gidip tezgahı açtım ve vak vak yanımda bitti. “hey adamım bugün ne var ne yok, hala kedi kafalı mıyım?” “evet öylesin, üstelik otobüste de de birçok kedi kafa vardı.” “durum vahim desene.” “öyle.” o gün işler iyi gitti. nerdeyse fanzinlerin tamamını erittim ve paranın çoğunu da biraya verdim. vak vak’a da ısmarladım bir iki tane. o da bana ısmarladı. hatta, “tütün içme, bende para var.” diyip iki paket sigara aldı. chesterfield mavi. her neyse, saat ona geliyordu. tezgahı toplamaya hazırlanıyordum, “bara gidelim mi?” dedi, “biralar benden.” “olmaz” dedim, “yeterince içtim, eve gitmeliyim.”
“bir iki bira içeriz. bende kalırsın. biralar da benden.” aslında sevmemiştim vak vak’ı. beni iten bir şey vardı ve bu emin olun kedi kafalı oluşu değildi. severim kedileri. ama muhabbeti sarmamıştı. fazla yakınlık kurmaya çabalıyordu ve ben bundan hoşlanmıyordum. fazla yakınlık kurmazdım insanlarla, çok fazla da konuşmazdım. neden bilmiyorum ama vak vak’ın teklifini kabul ettim. tezgahı toplayıp dinazor’a gittik. neyse ki gördüğüm kafalar kedi kafasıydı. başka bir hayvan kafası olsaydı daha katlanılmaz olurdu, kesin. barda kedi kafalı birçok insan vardı. bir kısmı da normaldi. iki ellilik söyledi vak vak. ve canının çok sıkıldığından, pek arkadaşı olmadığından yakındı. babası ölünce kendisine sağlam bir miras kalmıştı. dört ev, büyükçe bir arazi, kaç dönüm olduğunu söylemedi, ben de sormadım. o da hepsini satıp parayı bankaya atmıştı. para bitene kadar takılıp sonra intihar etmeyi planlıyordu. emindi kendinden. sözcükler o kadar inandırıcı bir şekilde çıkıyordu ki ağzından, palavra sıktığını düşünemiyordunuz. onu yolundan çevirmeye çalışacak değildim. ya da kendimin bile inanmadığı, hayatın kutsallığı üzerine gevelemeyecektim ona. bu samimi olmazdı. on ikiye doğru bardan çıktık. hala çantamda satmadığım birkaç fanzin vardı. “gel biraz dolaşalım” dedi vak vak, “kitaplarını çıkar, satarız belki.” “yok olmaz” dedim “insanları rahatsız etmeyelim. ben kaldırımda sessizce beklemeyi tercih ediyorum.” “olur mu” dedi, “daha çok kişiye ulaşmak istemez misin?” “isterim elbette” dedim, “ama bunun için çaba sarf etmeyi bırakalı yıllar oldu. sadece yazar, yayınlarım ben. beni de okuyun, diye yırtınmam. beklerim. gerçekten okuyacak kişiler, yıllar sonra da olsa keşfedecektir. su akar yolunu bulur.” “tamam, öyleyse eve…” dedi. “eve.” dedim. alsancak’ın arka sokaklarından birindeydi vak vak’ın evi. birinci kat. temizdi. bekar bir adama göre oldukça da derli topluydu. sadece salonun ortasında bir ip vardı. intihar etmek için hazırlanmış. düğümlenmiş bir ip. dekor olmadığı aşikardı. yapacaktı bunu. bitirecekti kendi işini. sadece parasının bitmesini bekliyordu. neden beklediğini bilmiyorum. neden ertelediğini. ama yapacağından emindim. öyle bir izlenim vermişti bana. şimdi salonun ortasındaki ipi de görünce resim tamamlanmıştı.
21
ertesi sabah uyandığımda, öğlene doğru uyanmıştım. değişen bir şey olmamıştı. hala aynı kedi kafaydı vak vak. ama bu kez sesi de miyavlama şeklinde çıkıyordu. “ne dediğini anlamıyorum moruk.” “miyav miyav.” “sadece miyavlama şeklinde geliyor sesin.” “miyav miyav.” “dostum duyamıyorum sadece miyavlama.”
22
sonra kağıda yazdı. evden çıkana kadar kağıda yazarak anlaştı benimle. gidip tezgahımızı açtık. fanzinler ve kitaplar azalmıştı, üstelik yerine yenisini koyacak parayı da biraya kaptırmıştım. “muhtemelen bugün son günüm.” dedim vak vak’a. vak vak, telefonun notlar kısmına, “neden öyle düşünüyorsun?” diye yazdı. “fanzinler bitiyor” dedim, “param yok.” tekrar telefonuna, “bende var” diye yazdı, “veririm sana, çoğaltırsın.” “yok olmaz” dedim, “üstelik bu halde.” “olsun” diye yazdı, “veririm ben sana…” o gün de akşama kadar içip, bu kez çoğunu vak vak ısmarlamıştı, muhabbet ettik, ve gelen kedi kafalarla o anlaştı, -çünkü diğer kedi kafaların da sadece miyavlamasını duyuyor ve ne dediklerini anlamıyordum- insan kafalarla ben. akşamı ettik ve tekrar onda tezgahı kapatıp dinazora gittik. yine o telefona yazdı, ben konuştum. ve etrafımda gördüğüm kedi kafaların sayısı giderek artıyordu. ertesi gün uyandığımda kendi kafamda bir tuhaflık hissettim. kedi bıyıklarım dikkatimi çekti ilk önce. ardından kulaklarım. koşarak aynaya baktım. benim de bir kedi kafam vardı artık. vak vak benden önce uyanmıştı. ve bir şeyler söyledi, daha doğrusu miyavladı. ben de miyavladım. normal konuşamıyordum. konuşmak isteyince sadece miyavlama çıkıyordu ağzımdan. şimdi iyice sıçtık, diye düşündüm. psikiyatriste gitmekten vazgeçtim. bu şekilde kesin tımarhaneye kapatılırdım ve oraya tekrar girmek istemiyordum. ilacı boşverdim ve vak vak’ın evine taşındım. onunla sürekli yazarak anlaştık. çünkü ikimiz de konuşmak istediğimizde sadece miyavlamalar duyuluyordu. tabii bu bana öyle geliyordu. onda bir sorun yoktu. diğer insanlarla rahatlıkla iletişim kurabiliyordu vak vak. diğer insanlar da birbiriyle. sorun bendeydi ve vak vak dışında herhangi birine anlatılamayacak kadar büyük bir sorundu. vak vak’ınsa hiç arkadaşı yoktu, kimse onu sevmiyordu, nedenini
bilmiyorum, ve vak vak’ın parası bitene kadar onunla beraber yaşadık. sürekli işporta tezgahı açıp, her gün kafayı çekerek. zamanla işaret dilini de öğrendik. insanlar benim sağır dilsiz olduğumu düşündü. ama tek duyabildiğim şey, sadece miyavlamalardı. üstelik artık tek bir insan kafalı insan göremiyordum. herkes kedi kafaya dönüşmüştü. ve bugün, vak vak’ın son parasıyla son kez alkol aldık. bu süreç içinde odaya bir idam ipi daha eklendi. benim için. vak vak’la beraber intihar edecektik. ikna etmişti beni. zaten ben de yaşamaya pek meyilli değildim. kimseye anlatamazdım derdimi. beni iyileştirmeye, tedavi etmeye çalışırlardı ve dediğim gibi, tekrar akıl hastanesine kapatılmak istemiyordum. bu öyküyü size bırakıyorum. inanırsınız inanmazsınız bu size kalmış. birazdan vak vak’la beraber sandalyelere çıkacağız. hoşçakalın… ya da miyav miyav.
23
24
25
26
27 C BLOK, 2015 yılında Emre Emrem ve Taylan Yılmaz tarafından oluşturulan “banaUyar” adlı bağımsız tiyatro-müzik-film-yayın topluluğunun müzik ayağıdır. Şimdiye kadar Emre Emrem tarafından yazılan ve yönetilen “Dümdüz Oldu Tam Şuram”(2015) ve “5 Bar Taburesi”(2016) isimli iki müzikli oyuna eşlik eden C BLOK, şu anki üyeleriyle müzik üretimine devam etmektedir. Gypsy Jazz, Swing temelli melodik müzik yapan, şarkı sözlerini ekibin tiyatro-film-yayın alanlarında yaptığı üretimlerle ilişkilendiren C BLOK, disiplinler arası bir müzikal duruş taşımaktadır. JoyTürk Akustik ve Bip Akustik performansları YouTube/Ekip banaUyar ve Bip Akustik kanallarında yayında.
Ya zı k / Ç e v ir i Şiir
Geçen ömürden geriye ne kaldı diye söylendim. Bitap gönlüm titredi ve sadece “yazık” kaldı dedim.
Kalbime seslendim: Aşktan bir şey kaldı mı? Ve dedi: Evet, ama sadece “yazık” kaldı.
28
Evet, gidici ben ve ömrümden geriye ne kaldı? Ki Acaba “yazık”tan başka bir şey geriye kaldı mı?
Gece gündüz, aylar ve yıllar geride kaldı. Ve her şey “yazık”a yerini bıraktı.
Her gece gündüz bir efsun ile geldi. Her yıl ve ay da bir “yazık” ile geçti.
Gelenler için “hasret, hasret” dedim. Gidenler için de “yazık, yazık” dedim.
K a l k Ant ua n, C h r i s tm a s G e l d i
fakat ne hoş sürpriz hiç yoktan atlayamam ki üstünüze arkadaşça yaklaşırım kalp ki soyulur kendinden emin ve sitemkar zorlaması yok ikinci nöbete çıkacak birbirimizi kandırmayalım anlaşabiliriz türlü sevimsizlikler yaşadık sonuçta müthiş insanlar olmaya karar verdiniz saygı duyarım orası bana dokunmaz hırslarınız gerçekçi ama esnek değil oy benim canım zindanlarım ucuz yoldan eğriyi doğruyu konuşacaksak çok mutluyuz kafamız rahat bana ne zaman açılmayı planlıyorsun, birinci nikah illa burnumuz mu sürtülsün şuna çalış, bana anlatma derdini bi gıdım yorulacaksın el mecbur kuzum demedin ki nerede yaşıyorsun evin ışık falan alıyor mu yalnızsın ve utanıyorsun ispatı çok açık ciddiyim artık o balon patladı ama sen gammaz mısın hâlâ kapılara dadanıyorsun?
29
Leylim Lal
30
İçinden bir kuşun içinden geçmesi geçsin Sevgilim ve gece pencerede durduğu Âli hiç durmadan saz çalarken şarap kadar fedakar dizlerini özledim Haşa ki bu uyku dedikleri bize allah bilinmek istemeden önce yasaklanmış Birdenbire gündüzle geceye tost olmak için geldik bu neyin sessizliği ona her yerde dokunduğunun mu? Canlandırıyor ve başka bir mesleği nasıl olur Turuncunun parmakları o tırnaklarını parmakları sanmayın Halil göçer isminin anlamını öğrensin için parçacıkları Seviyorum çok değil her anın canı kadar Bana felsefe yapma sevgi kual yaparak gerçekleniyor Çocuklar ölüyordu çocuklar ölüyor lütfen! araya yaşayamayacağını sıkıştırmayan şair olmaz mı olsun Yaşaaa katanca kurulan cümlenin terziliğine bak bir de: benim adı adı koyulamamış olan kardeşim var artık tek çocuğum demiyorum çok kutluyum
Hem kaynadığı gözüküyor hem kaynıyorum diyor işte sanadır şükür Yazılmış bütün kitaplara hitaben bilgi aranmama ilmiyle gülümşeniyor Sütlü türk kahvesi sordurdu seyyah da kim oluyormuş gözlerini kapamayanla astral canan bile olunur Bizde yardım yok cinsiyet yok cem bebeği kurul dur Dudağıma kafessizlik okulu okudu okumun canına “bakasana” diye bir yoga pozu var ellerimle uçuyorum sandım anlamı kuşmuş rengi hayal ettiğimiz rengi olsun mu bir de dersin sonunda içimden bastığı notayla bir doğan kuşlarla kaplı onu kaplayan kuşların ağzından çıkan çiçekler böyle böyle bir piyanist uydurdum başı yoktu başı olmayan bir şey olmuş oldu suç mu yooooo hoca varsın yanlışlıkla vardır sansın ayıplamıyoruz ayıplamak yo ayıplamak yo yok ayıp mayıp manyak biziz çünkü niye paylaşılsın kusur
31
Müstak bel Diasp oral Devinimimiz aş engelleri, önüne çıkan hepsini bir bir geç aş kaderini kelav yazmadı ki bir bir seç-eme ki ben senin yaşındayken böylesine iyi havalarda yerle gök arasında mekik dokuduğum yaşlardı velhasıl, uzay şekilleri ve gök cisimleri cezbederdi benliğimi, kendiliğinden esaret altına almış. motorcular tarafından kaçırılmış, holding sahibi değil tabi, onun kızı olurdum olsa olsa.
32
düz yazı ve gerçek hayat bolca suratına çarpar, bir kravatlıysan hayatın boyuna kravatın gibi sıkar. dar pantolonlar içinde bırakırsın bütün otuzlu yaşlarını, kaçamak yaptığın otel odalarında seni basan ahlak polisiyim ben. eski şiirlerimin hepsini yakmadım, seni yakarım son provada pek hatalıydın, hepinizi yakarım. yer beğenin bu haritadan, ben despotum biraz da hantal, azıcık hamalım ve biraz da berduş. bu son duş, son soğuk duş, kokuş kokuş oluş, anaakımdan iniyoruz, yere çakılıyoruz, bu serbest düşüş, üniversite son sınıfı tekrar ediyoruz. lise son edebiyatına geri dönüyoruz, ortasından giriyoruz. bizler birer motorcuyuz, bmxlerin ön tekerlerini kaldırıyoruz. son model modern şarkılar eşliğinde akla hayale gelmeyecek, akla mantığa sığmayan, okunmayan, okunmayacak adına eser dahi diyemeyeceğimiz bu yazın ürünlerini piyasaya süreceğimiz günden çok korkuyoruz.
Biliyorum - Bilmiyorum cevabı net sorular sormayın bana diyorum bilmiyorum düşünüyorum biliyorum sonradan bilmediklerimi görüyorum gördüklerimin -her zamangördüğüm gibi olmadığını biliyorum biliyorum yanılıyorum yanılıyorum biliyorum olmayanları biliyorum varmış gibi yapılanları taptıklarınızı görüyorum merak etmeyin (olmadığını biliyorum) dilinizi duyuyorum merak etmeyin (olmadığını biliyorum) sizi görüyorum hiç şüpheniz olmasın (olmadığınızı biliyorum) beni görüyorsunuz veya görmüyorsunuz bilmiyorum (olmadığımı, olmayacağımı, olmuyor olduğumu biliyorum)
33
Susmalı mı Sustalı mı bilakis size küskünüm, misalen de düşkün algım açık ve derdim pek kaşınıyorum günden güne ve göründükçe alışıyorum, sen beni dürtükledikçe yani zorlama kağıt kalem oyunu, ilüzyon çokça sufi taklidi, tükenmiş derviş tribi görüyorum her yeni gün yepyeni bi düzmece ama diyorlar, o biraz üşütükçe
34
üşüttükçe anlıyorum kağıdımda yazanla, göğsümden geçeni el açmadıkça koku avuçlarımda gizli. olmak için çökeceksin ve çok içeceksin dediler, dedim yalan en sonunda derde çöküp çöküp yediler, ben de yedim yok yalan beride dert üstüne dert sarılı çok defterle söz kaptım buraya mecaz; köz aldım, buz oldum, keza saldım aşka koşan her şey kafama üşüştü ve gitti anlam kaçarken yine aynı ulu-deli deliksel girdaba daldım ne tek bir çizgi oldu bana ne bir nefs izdihamımı söndürdü hışımla kaçtım, yarıda kaldım, sarardım da bi nefes daha aldım histerik story, bu yaşam içinde öl mutlaka kimi zaman güç bela, sorsan hepsi de müptela moruk bak şimdi, bi bunaltı belirdi, bir başına girdi delirdi önce semirtti de üstüne çıkıp damla damla kemirdi. yuh sana! uslanma ve vur bi daha, ussal safsata, sinir harbi ve kahkaha ah, yazarken patladılar çatlaklarından her biri gömüldükçe kudurarak, dinlerinde ve düşlerinde, çiçekleri ve zehirleriyle, görece körken pers dilinde kraken, ayalarında ummanın çığlıkları ve çekmek dualarında şevklerini yok sayıp dişler bilemek son durağa yaklaşmak, erken sona hazırlanmak
serap yollarına hacı binbir haşerelerle, acuzeler misyonerler ve patlak yollarına tütün belaları barış -masalıyla zehir denilmediyse nehirlerinde boğulanlar gerilerinde soyunanlar, taklit için can veren budalalar inlerinde cennet, cennet! diye inlerken cenin fikirler, ak gözüyle tek dişli oral esneklik ve yalnızca humma, sövgüsüz bilincimden, birleştirmeden anca numaralar. inişlerinde hapları sakallarında saklanırken naçar meleklerin, bu keleklerin tümünün hisli cenazelerinde oturup içeceğim.
35
36
37
38
Ne Ala en çok birbirine benziyor bilakis asla aynı bakıyor değil-iz. öyle ya. ‘insan’ insana benzer. işgüzar hayat, mutlu değilim ve ne münasebet. bu arada, daedalus, oğlunun aptal oluşu senin suçun değil. insan olamayışım da bu döngüye taban tabana zıt gidiyor. tek amaç. insan. fakat bir yerlerde afrika’lı çocuklar ölüyor diyen zirzopu bir fıçıya sokup fazla çalkalamadan bira diye servis etmek gerek! el kaldırıyorum öğretmene en doğru cevabı ben verecekmişim gibi ben de açım! bir yıldız -ki ta o kadar uzakta aklım da, şaşmaz olgu hiçliğe otostop, yollar bedava! bedava yaşıyorum dedim ya, zaten ukala tavır ve saçmasapan martavallar ala! insanları sevme ve onlara tekrarla: benim sorunum ‘-lar’larla. helezon saçlarla ya da fazla görünemeyecek kadar gri tüylü tuvalet terliği edasıyla dur biraz! daha sona varamadık. gitmek elzem varmaktan ziyadesiyle sevap-sa bir poster ve bir demet krizantem uzatıyorum ve havada duruyor dimdik sfenks edasıyla. imikeçrey. defterler dolusu defterler dök ayak uçlarına -ki zaten her şey ucundan kanar bir şehirlerarası otobüse binmiş sinek kararlılığında
geleceğimdir uzay. herkes bana çabuk ol derken ben olamıyorum olmayı savulun! kesilecek ne varsa ben keserim ya da yan masa: ‘hayattan bıktım!’ beni tam yapın. yapıbozumdan geriye kalan iki-üç kelimeden ibaret söyler. bir ev, bir araba, maaş kartı ve cep telefonuyla mülkiyet bir sırt çantasıyla kaçış planım, rota feza. güzel güzellikler zırvadan ibaret ve güzel olan tek şey 33 dakika müzik, 76 parça yap-boz, 7 akorlu bir parça 136 sayfa pessoa. döngü, başa! koca bir boşlukta, teleskopla distopya dikizi koskoca bir strateji oyununda haritanın henüz aydınlanmış bölgeleri birkaç yıldız. ve adeta hiç kimsenin haberi yok hayattan ve hayattan! ağzımı açıp, kafamı yutup, kendimi midemden başka bir şeyim kalmayana kadar sindirmek, onu tuvalete düşürmek ve sifonu çekmek. hayata çelme takıp onu yerde tekmelemektir erdemli olan. ivedilikle oturduğum yerden henüz yuttuğum lokma mideme ulaşamadan kalktım. ve koş! ‘hiçolmayansokağı’na. boşluk gezegeninin hiçlik kıtasında nafile ülkenin yeşil şehri, kalimera! geciktim.
39
7 TEPE 7RENK ile mini - röp or taj! - 7tepe7renk nasıl oluştu, nasıl süreçlerden geçtiniz?
40
Bu düşünce aklımda üniversiteye girerken vardı. Türkiye’nin ikinci, İstanbul’un ise kurulan ilk özel üniversitesinde herhangi bir LGBTİ+ topluluğu olmaması beni üzmüştü. Üniversite seçimimi etkileyebilecek bir sorundu hatta benim için. (Daha sonradan, birçok arkadaşımız için de öyle olduğunu gördük.) Bunun için bir şeyler yapabilirim diye düşündüm ve fakülteye geçtiğim dönemin yazında Facebook grubu kurarak 7tepe7renk için ilk adımı atmış oldum. 2016 Pride’dan sonra, başta kendi imkanlarımla Yeditepe’de bulunan LGBTİ+ bireylerini bir araya getirmek için açılan bir sayfadan ibaretti ama daha fazlasını, daha da büyümesini diliyordum. Öyle de oldu. Hemen hemen aynı dönemlerde birbirimizden habersiz bir şekilde Gizem de Twitter’da yeditepelgbt ismiyle bir hesap açmıştı, daha tanışmıyorduk. Okulumuzda gerçekleşen bir taciz durumu olmuştu. Twitter’da 7tepe7sene adlı bir hesap, okulumuzda öğrenci olan ve birlikte olan iki kadının fotoğraflarını paylaşıp homofobik söylemlerde bulunmuştu. Bunu gördüğümde bu homofobik davranışı ifşa etmek için Twitter’dan yeditepelgbt hesabıyla da iletişime geçtim. Bu sayede Gizem ile tanışmış olduk. Ortak bir isim ile gitmemiz gerektiği konusunda hemfikirdik ve böylelikle adımlarımız daha da hızlandı. Daha sonrasında Facebook’ta oluşturduğum gruptan 7tepe7renk ile ilgili bilgi almak için Devrim mesaj attı ve bu sayede Devrim ile tanıştık. Bir topluluk oluşturmak için daha önceden atılan adımlar hakkında bizi bilgilendirdi ve biz de aynı yanlışları bir daha yapmamak üzere adımlarımızı sağlamlaştırdık. Devrim, yüksek lisans öğrencisi olduğu için Yeditepe Üniversitesi’nde prosedürlerin nasıl işlediğini bizden daha iyi biliyordu ve yönetime önemli katkıları oldu. Okulun açılmasına yakın bir whatsapp grubu oluşturduk ve toplulukta daha aktif, yapacağımız etkinliklere katılmaya gönüllü bireylere yer verdik. Okulun açılmasıyla beraber, ilk olarak tanışma toplantısı yaptık. Katılımcıların bu topluluktan neler beklediğini, kendi beklentilerimizi konuşarak hedeflerimizi ortaklaştırdık. İlk toplantımızda on beş kişi civarındaydık. Hepimiz birbirimizle tanışmaktan ve böyle bir oluşumun içinde bulunmaktan mutluyduk. Attığım adımın yeşerdiğini hissediyordum. Ardından diğer atölyelerimiz geldi. Sırasıyla açılma atölyesi, film gösterimi (Milk), Queer teori üzerine makele okuma, cinsellik atölyesi, lubunca kelimelerden oluşturulmuş tabunun oynandığı oyun atölyesi, flört şiddetini tartıştığımız flörtümsü atölye, cinsel kimlik ve yönelim atölyesi, sinemada ve TV’de LGBTİ+ atölyesi, feminizm ve transfemizm atölyesi yaptık. Finallerimize birlikte çalışmak için toplandık ve fobisiz bir yıl çekilişi yapıp birbirimize hediyeler verdik. Yaşadığınız zorluklar var mıydı? Varsa nasıl zorluklarla karşılaştınız? Elbette oldu. İnsanın olduğu yerde zorluk olmaması mümkün değil. Diğer üniversite topluluklarının deneyimlerinden de yola çıkarak topluluğun partner bulmak için amaçlaşmasından tedirgindik. Bu amaçla gelen ve etkinliklerimizde sıkıntı yaşatan birkaç olay deneyimledik. Bunun dışında, başta bu heyecanla gelip aradığını bulamayan insanlardan ötürü hayal kırıklığına uğradığımız oldu.
41 Yakın ve uzak dönem hedeflerinizden bahsedebilir misiniz? Bu topluluğu oluştururken ilk hedefimiz, dayanışmaktı. Kimliğimiz ve yönelimimiz gereği çeşitli yerlerde şiddete ve tacize çok sık maruz kalıyoruz. Bunu okul içinde de yaşadığımız oluyor. Buna karşılık birlik olmak amacı güdüyoruz. Aynı zamanda aynı hayat tarzını ve bakış açısını paylaştığımız insanlarla birlikte olmaktan mutluluk duyuyoruz. Bu en öz amacımız. Sadece LGBTİ+ odaklı değiliz; kadın, hayvan ve çocuk hakları üzerine de atölyeler düzenleyip düşüncelerimizi tartışarak bu konular üzerinde payımıza düşeni yapmaya çalışıyoruz. Sokak hayvanları için beslenme yardımı, evsiz insanlar için ihtiyaç yardımı, hapishanedeki çocuklar için oyuncak temini gibi çalışmalarımız oldu. Bunların hepsi topluluğun içinde bulunan arkadaşlarımızın gönüllü olarak yürüttükleri çalışmalardı. Onlar bize kendi çalışmalarını iletti; biz de topluluk olarak elimizden geleni yapmaya çalıştık. Bununla birlikte kulüpleşmek istiyoruz, Hormonlu Domates ödüllerinde en etkin topluluk ödülünü almak istiyoruz. (gülüşmeler) Topluluk içerisinde heteroseksüel bireyler kendilerini nasıl hissediyor? Topluluğun yaklaşımı nedir? Birbirimizden çok farklı renkleriz ve bu sadece LGBTİ+ merkezli değil. Çeşitli görüş ve düşünceleri bir arada bulunduruyoruz. Bu çeşitliliğin bir araya gelip özgürce konuşabildiği alanlar kolay bulunmuyor. Heteroseksüel arkadaşlarımız da bu çeşitlilikte bir renk olmaktan ve her şeyi tartışıp konuşabilmekten memnun görünüyorlar bu sebeple.
YouTube’un Ekonomi Politiği: İzlenme ve Panoptik Ar zu Giriş Sosyal bilimler, modernizm içerisinde kabul görerek bir disiplin olarak yerini kimi aşamalardan geçerek oluşturmuş, sonunda modernliğin sosyal sonuçlarıyla ilgilenen bir alanda kendisini kabul ettirmiştir (Gulbenkian Komisyonu, 2014). Günümüzde, modernliğin sosyal sonuçlarının, küresel çapta, neoliberal politikalar ve teknoloji destekli ilerlediğini görmekteyiz. Bu sınır ötesi sermaye ve kültür ilişkilerinin, Harvey’nin sözünü ettiği gibi, beraberinde nasıl bir “yaratıcı yıkım” getireceği konusu ise muğlaklığını sürdürmektedir (Harvey, David, 2015).
42
Teknik olanakların ilerlemesi, üretimin ve dağıtımın biçimini ve sınırlarını da yeniden yapılandırmıştır. Sosyal medya üzerinden sağlanan paylaşım ve yayıncılık koşulları her türlü görsel işitsel üretimin küresel boyutta izler kitleyle etkileşime girmesine olanak tanımaktadır. Bu bağlamda YouTube, görsel işitsel her materyalin rahatlıkla yayınlanabildiği ve buluştuğu hedef kitleye yönelik ölçümlerin tespit edilebildiği bir sosyal medya olarak karşımıza çıkmaktadır. Weberci bir tanımlamayla sosyal olmanın karşılıklı sembolik etkileşimi kapsayan davranış tutumu, YoutTube üzerinden, videoların altına yapılan yorumlarla sağlanmış olabilmektedir (Fuchs, 2016). Müziğini, filmini ya da müzik klibini, herhangi bir performansı, dans gösterisini vb. çekip yayınlayan kişi/kişiler, video altına yapılan yorumlar ile geri dönüş almaktadır. Bu yönden, iletişimin tek tarafı sosyal medya imkanlarıyla aşılmış görünmektedir. Diğer taraftan Tönnies ve Marx tarafından öne atılan işbirliği içinde olan bir topluluğun üretim yapma olgusu da aynı kanaldan yayınlanabilmektedir (Fuchs, 2016). Herhangi bir YouTube kanalında bir ürün ortaya koyacak kişilerden oluşan topluluğun, birliktelik hissi ve karşılıklı bağımlılıklarının olduğu düşüncesinden yola çıkarsak, bir araya gelen bu topluluğun, Tönnies’nin ifadesiyle cemiyet yapısı içerisinde oluştuğunu söyleyebiliriz. Aynı zamanda bu işbirliğinin örgütlenme yapısı da Marx’ın bahsettiği türden bir sosyal olma yaklaşımını kapamaktadır (Fuchs, 2016). Öyleyse sosyal birliğini ve ilişkilerini bu yapıda kuran bir YouTube kanalının amacı nedir? İzleyiciye ulaşma hakkındaki verileri kolaylıkla takip edebilen kanal sahibi, ister istemez kendisini küresel çapta kültürel ve ekonomik bir sermaye payedarı konumuna getirmektedir. Bu konumun kültürel kısmı ürettiği görsel ve işitsel içeriklerin sınırötesi bir izler kitleyle etkileşime geçmesi olarak görünürken, ekonomik kısmı YouTube’un izlenmeler üzerinden yayıncılara bölüştürdüğü maddi kazançtır, ki bu durum yapılan üretimi oldukça neoliberal ilişkiler çemberine çekmektedir. Her google mail adresine sahip internet kullanıcısının YouTube üzerinden kanal açarak yayın yapma hakkını veren bu sistemdeki neoliberal izleri Harvey’nin ilgili teorisinde görmekteyiz:
“…Bu teori, insan refahını arttırmanın en iyi yolunun güçlü özel mülkiyet hakları, serbest piyasalar ve serbest ticaretin temel alındığı bir kurumsal çerçeve içinde bireysel girişim, beceri ve hürriyetlerini serbest bırakmak olduğunu iddia eder.” (Harvey, David, 2016, s.10)
Bireysel girişim ve becerinin karşılığını bu çalışmanın ilgili bağlamında YouTube kanalı yayıncısının yaptığı görsel/işitsel iş olarak tanımlayabiliriz. Bu tanımı daha alt katmanda ifade edersek, Harvey’nin tanımına karşılık gelen örnek “Postmodern Jukebox” kanalında müzik performans klipleri paylaşan ekip olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla serbest piyasaları ve serbest ticareti temel alan kurumsal kimlik YouTube medyasının neoliberal çerçevesinin olduğunu iddia edebiliriz. Postmodern Jukebox kanalı, YouTube’a izleyici kazandırdığından ve kurumun reklam anlaşmalarını hatırı sayılır bir tüketici kitlesiyle buluşturduğundan dolayı kazanç sağlamayı hak eden bir kanaldır. Bu anlamda 2.347.955 abonesiyle karşımıza çıkan Postmodern Jukebox YouTube kanalını, küresel ve endüstriyel bir “müzik kutusu” olarak tanımlayabiliriz. Kanalın bu bağlamdaki endüstriyel olma özelliği ise sosyal medyanın sunduğu uluslararası yeni bir üretim tüketim ilişkileri sistemi içerisinde oluşmaktadır. Youtuber Olmak ve İzlenme Sosyal medyanın sosyallik vaad etmesiyle paralel ilerleyen bir yeni medya kavramı olan Youtuber’lık, üretimi ve tüketimi aynı platformda gerçekleştiren bir sosyal medya kullanıcısının nicelik yönünden başarısını gösteren bir kelime olarak kullanılmaya başlanmıştır. Belirli bir yayın periyodunda, YouTube’a içerik üreten ve fazla takipçiye ulaşan kişi/kişileri tanımlayan Youtuber kavramının, YouTube sermaye birikimine katkısı oldukça fazladır. Abone sayısının çok olmasıyla reklamların ulaştığı tüketici sayısı arasında kurulan bağlantı, sosyal medya yayıncılığını da, ana akım yayın kuruluşlarında olduğu gibi, sermaye ilişkilerine hizmet eden bir noktaya konumlandırır. Öbür yandan, sosyal medya hesapları üzerinden yayın kanallarıyla yapılan etkileşim, bu tüketim yönlendirmesinin planlı yapılmasına da yardımcı olmaktadır. Bu anlamda YouTube’un içinde üretim yapan kanallara abone olan kişilerin, hedefli reklamcılık üzerinden bir artı değere hizmet ettiğini söyleyebiliriz (Fuchs, 2016). Sonuçta iki taraflı işleyen bir kazanç mekanizması karşımıza çıkmaktadır. Neoliberal bir yapılanmanın bireysel girişimcileri ve onlara bu imkanı sunan kurumsal çerçevedeki sosyal medya platformu; YouTube. Bir Youtuber’ın nicel ölçütler üzerinden edindiği başarı, hem ürettiği içeriğin daha fazla kişiye ulaşmasını sağlayarak kendisine bir ün kazandırmakta, hem de YouTube tarafından, hizmet ettiği sosyal medya sermaye birikimine katkısından dolayı maddi karşılıkla ödüllendirilmektedir. Kendisini böyle bir üretim-tüketim ilişkisi içerisinde bulan hesap kullanıcısında ise, sözü edilen iki taraflı kazanç durumunun oluşturduğu bir izleme-izlenme pratiğinin gelişmekte olduğunu söyleyebiliriz. Bu yönden, Weber’in karşılıklı etkileşime dayanan sosyal olma yaklaşımı, Tönnies ve Marx’ın işbirliği içerisinde olan bir topluluğun emeği kavramları YouTube üzerinde karşılık bulmaktadır. İzlenmeye yönelik ölçümlerin kullanıcılarda panoptik bir arzu yarattığını söylememiz mümkün. Bilinçli olarak izlenilmeye ve hakkında edinilen veriler üzerinden yönlendirilmeye
43
istekli bir sosyal medya kullanıcı profilinin oluştuğu görülmektedir. Burada bahsedilen panoptik arzunun Gandy’nin bahsettiği şekilde bireyleri ölçümlere göre kategorileştiren ve sınıflara ayıran, ardından bu hedef doğrultusunda bir reklamcılık mekanizması geliştiren işleyişe karşı olan arzudur. İşleyişin sonucunda ise bu arzudan asıl karı elde eden taraf ise sermaye sahibi olarak karşımıza çıkan YouTube kurumunun kendisi olmaktadır. YouTube’un sermayeyi ve yayın yapma olanaklarının tekniğini elinde bulunduran iktidar kimliği, disiplin amaçlı bu gözetim sistemine karşı doğal yoldan bir rıza ve arzu geliştirmiştir (Fuchs, 2016). Google mail adresine sahip her kullanıcı, YouTube içerisinde içerik üretir ve üretilen içeriklerle etkileşime geçebilir yetkilere sahiptir. Diğer yandan aynı kullanıcı, Google üzerinden sahip olduğu başka hesaplardaki hareketlilik dökümünü YouTube’un panoptik denetim sistemi bekçilerinin de gözetimine sunar (Foucault, 2015). Dolayısıyla izlenme, sosyal medya tarafından kazanılan bir ün ya da YouTube’un kendisine sağladığı maddi kazanç amaçları içerisinde yayın yapan her kullanıcı, kendisini panoptik arzuya sahip bir sosyal medya metasına dönüştürmüş olmaktadır. Bu noktadaki metalaşma, YouTube’un sermaye ilişkileri üzerinden şekillendirdiği hedeflenmiş reklamcılık olgusundadır. Bu bağlamlarda YouTube’dan yayın yapan her kullanıcının abone sayısına bağlı olarak değişen metalaşma durumu söz konusudur.
44
Panoptik Arzu Sahibi Kanal: PostModern JukeBox Çalışmanın kendisine belirlediği YouTube kanalı “Postmodern Jukebox”, müzik üretimine ilişkin yayınlar yapmaktadır. Dolayısıyla karşımıza küresel bir yayın aracından dağıtımı yapılan bir müzik çıkmaktadır. Bu noktada YouTube kanallarından paylaşılan herhangi bir müzik, etkileşime girdiği “sosyal kitle” tarafından tüketilerek endüstriyel bir ürüne dönüşmektedir. Youtube’un birçok ülkeyi kapsayan kitlesel iletişim aracı olma özelliğiyle de bu endüstri küresel bir boyut kazanmaktadır. Bu boyutun sermaye ilişkileri tarafının getirdiği ekonomik kazançların yanında, kültürün küreselleşmesine yönelik olan kısmını da atlamamak gerekir. Müziğin kültürel alana içkin yapısı bu tartışmanın çıkış noktası olarak gösterilebilir. YouTube’dan yayılan bir müzik bir yandan endüstriyelleşirken diğer yandan da kültürel bir etkileşimi gerçekleştirmektedir. YouTube, ya da YouTube “bekçileri”, belirli dönemler içerisinde hesapladığı izlenme, abone sayısı ve buralardaki artış gibi verileri gözlemleyerek bir kanalın kendilerine ne kadar verimli olduğu sonucuna gidebilmektedir. İzleyicisi ve takipçisi fazla olan kanalın reklam alabilmesi, YouTube’un içerik üreticisiyle arasındaki sermaye ilişkisinin bir göstereni olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu reklam verme kararını oluşturan ölçümleri sıradan sosyal medya kullanıcıları da kimi sitelerden ulaşabilmekte, kanallar arasında kıyaslama yapabilmekte ve istedikleri kanalların ölçüm verilerine ulaşabilmektedir. Bu imkanı tanıyan sitelerden biri olan Socialblade. com’dan elde edilen verilere göre karşımıza günlük izlenme miktarına bağlı bir aylık ve yıllık kazanç tablosu çıkmaktadır (TABLO 1). Bu tabloya göre günlük 1 izlenmeden 4 Milyon izlenmeye kadar değişen kazanç aralığı aylık 0.56 dolardan 30.000 dolara kadar değişiklik gösterebilmektedir (Socialblade.com, 7.01.2017). Bu yüzden izlenme niceliğiyle bir YouTube kanal sahibinin kazanç miktarı doğru orantılı olmaktadır. Bu noktada oluşan panoptik arzu hem kanal sahibi hem YouTube’un sermayedarları için oldukça önemlidir.
Çalışmanın kendisine seçtiği örneklem sınırları içerisinde daha detaylı bir analiz yapacak olursak, Postmodern Jukebox kanalının da aynı ölçüm sisteminden geçtiğini görmekteyiz. Aynı internet sitesinin 28 Aralık 2016, 8 Ocak 2017 tarihleri arasında yaptığı ölçümlerde kanal sahibi Scott Bradlee’nin izlenme ölçümleri üzerinden elde ettiği kazanç görülmektedir (Tablo2). Bu süreç içinde Scott Bradlee öncelikle 2,338,263 abone sayısından 2,360,948 abone sayısına ulaşmıştır. Bu artışla doğru orantılı olarak da kazancındaki minimum pay, aynı gün aralığı içinde 148$’dan 534$’a yükselmektedir (Socialblade.com, 8.01.2017). Bu geçen gün boyunca abone sayısına bağlı olarak izlenmelerinde de bir artış ölçülmüştür. Dolayısıyla Scott Bradlee, Panoptik bir ölçümlenme sayesinde YouTube’dan kazancının arttığını kendisi de gözlemleyebilmiştir. Bu kesitten yola çıkarak, YouTube ölçümleme sisteminin bir YouTube kanalı sahibi tarafından arzulanmasının kaçınılmaz olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla YouTube’un da bahsi geçen bir kapitalist süreç tarafından özümsenme yolunda ilerlediğini, kullanıcılar ve reklam iletişimine bakarak savunmak haksız bir eleştiri olmayacaktır. Söz konusu kapitalist sürece araç olan üretim dalı müzik olduğunda da durum aynıdır; YouTube’un küreselleşmiş endüstriyel konumu bir bağlamda daha sabitlenmiş olur. 2.347.955 aboneye sahip Postmodern Jukebox kanalının, YouTube’a kazandırmış olduğu izleyici sayısı, görüldüğü üzere YouTube’a reklam geliri, kanal sahibine izlenme geliri olarak geri dönmektedir. Bu nedenle YouTube ile Postmodern Jukebox kanalı kurucusu Scott Bradlee arasında oluşan, bu çalışmada ispatlandığı gibi, bir sermaye ilişkisinden bahsetmemiz kaçınılmaz olmaktadır. Bu duruma kanalın videolarından birinin sonunda da tanık olmaktayız. Kanalın “Careless Whisper – Vintage 1930’s Jazz Wham! Cover ft.Dave Koz” isimli videosunun sonunda 1 milyon aboneye ulaştıkları için teşekkür konuşması yapan Scott Bradlee, elinde YouTube tarafından gönderilen bir hediyeyle karşımıza çıkar: “Herkese selamlar millet, ben Scott Bradlee. Size bugün Youtube tarafından gönderilen bir hediye paketini göstermek isterim.,. Açıyorum, ve içinden gümüş bir play tuşu maketi çıkıyor. Altında tebrik ederiz, 1 Milyon aboneye ulaştınız yazmakta…Teşekkür ederim YouTube, bu ödülünü kabul ediyorum… Ve ayrıca YouTube’a bu çılgın fikrimi gerçekleştirmeme imkan tanıdığı için teşekkür ediyorum, benimle birlikte çalışan ve videoları eğlenceli kılan tüm değerli müzisyen ekibime çok teşekkür ederim. Ve sana da teşekkür ediyorum izleyici, hatırlamanı isterim ki Scot Bradlee sizi seviyor. Evet az önce seviyor dedim.” (www.youtube. com, 31.12.2016, çev.Emre Emrem) Videonun sonunda tanık olduğumuz bu konuşma, YouTube ve en az 1 milyon aboneye sahip kanal sahibinin arasındaki önceki bölümlerde sözünü ettiğimiz türden bir sermaye ilişkisine örnek gösterir niteliktedir. YouTube’un Bradlee’nin kanalı tarafından kazanmış olduğu dünyanın birçok yerinden gelen izleyici kitlesi, aynı zamanda reklamlarla da etkileşime girmekte ve kullanıcıya özgü, gözlenerek hesaplanmış reklam yönlendirmeleri içinde tüketime katkıda bulunabilecek potansiyeller olarak görülmektedir.
45
SONUÇ Sosyal medya, bireysel olarak herkese birer kimlik atfederken, bu kimlikler üzerinden toplumsal ilişkiler içerisine girilmesinin önünü açmıştır. Böylelikle sosyal olma kavramına mekan tanımaz bir boyut eklenmiştir. Dolayısıyla bu ilişkilerin küresel olabilmesi bir takım ekonomi politik sonuçları da beraberinde getirmektedir. Web teknolojileriyle sosyalleşmenin sınırlar ötesine yayılması bizi diğer taraftan somut bir sosyal olma kavramından da uzaklaştırabilmektedir (Fuchs, 2016). Ancak bu türden sosyallikte toplumsal ilişki çeşitlerinden dostluk, düşmanlık, savaş, acıma, ekonomik gibi tarafların olduğunu da yadsımamak gerekir. Sosyal medyanın da bu toplumsal ilişki olasılıklarının önünü açarak daha geniş sınırlara ulaştırdığını görmekteyiz (Weber, 1995). Weber, bu bağlamda toplumsal olmayı ve ilişki kurmayı şu şekilde tanımlar: “Demek ki kavramın belirleyici bir özelliği, bireyler karşılıklı olarak birbirleri üzerinde etkinlikte bulunuyorlarken, aralarında hiç olmazsa bir ölçüde, bir ilişki kurulmasıdır.” (Weber, Max, 1995, çev.Prof.Dr.Özer Ozankaya, sy:48)
46
Bu bağlamda, çalışmada ele alınan toplumsal ilişkilerle örgütlenmiş bir sosyal medya platformu olarak karşımıza çıkan YouTube, sermaye ilişkilerine sahip olma özelliğinden dolayı ekonomik bir tanımlama altına da girer. Postmodern JukeBox kanalının YouTube ve YouTube kullanıcısıyla kurduğu ekonomik ilişki kapsamını ürettiği içerikle birleştirerek kültürel bir yöne doğru genişletmektedir. Ancak bu durumda da önem verilen kısmın içerikten bağımsız bir izlenme niceliğinden oluşması YouTube’un ekonomi politiği için üzerinde durulması gereken önemli bir noktadır. Bu yapılanma durumuna bakıldığına, reklamların ulaştığı potansiyel tüketici hesabındaki YouTube ve içeriğinin daha fazla kişiye ulaşmasını bekleyen kanal sahibi olarak ayırabileceğimiz iki ana iletişim tarafının çıkarı söz konusudur. En geniş katmanda karşımıza çıkan bu iki taraf, günümüz sosyal medya sosyalliğinin temel özneleri, bir o kadar da metalarıdır. KAYNAKÇA Gulbenkian Komisyonu, Sosyal bilimleri Açın, Sosyal Bilimlerin Yeniden Yapılandırılması Üzerine Rapor, Çev.Şirin Tekeli, Metis Yayınları, 2014. Harvey, David, Neoliberalizmin Kısa Tarihi, Çev. Aylin Onacak, Sel Yayınları, 2015. Foucault, Micheal, Hapishanenin Doğuşu, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi, 2015 Fuchs, Christian, Sosyal Medya: Eleştirel Bir Giriş, Çev. Diyar Saraçoğlu, İlker Kalaycı, Nota Bene Yayınları, 2016. Weber, Max, Toplumsal ve Ekonomik Örgütlenme Kuramı, Çev. Prof. Dr. Özer Ozankaya, İmge Kitabevi, 1995. www.socialblade.com, 07.01.2017. www.youtube.com /postmodernjukebox, 25.12.2016.
47
48
49
50