1
U B
sayıda
Başlarken olabilecek en alakasız noktadan uçları birleştirmeye ve yürürken solgun tıkırtıların aydınlattığı yollarda, dur.
Sonraki, Bölmek Ve Tok / Batuhan Boz
2
Şipşak / Nilay Yardımcı
4
Göründüğüm Kadar Güçlü Değilim / Betül Aydın
6
Hayal Alıştırmaları / Serkan Üstündağ
8
Gündüz Düşleri / Cem Akça Şipşak Nilay Yardımcı Zidane /Liverpool’ da Oynasaydı Hayat Çok Güzel Olurdu / Emre Emrem
10
Soğuk / Deniz Baran
14
Kiğilı’dan Başkasına Minnet Eylemem / Selim Sevim
16
İhtiyar Delikanlı / Funda Balcı
19
İzlenim I / Emre Akaltın
25
İthaf ’a Yaklaşım I / Alper Pek
26
Bahtiyar / Cansu Sena
28
Öldüremediğim Erkekler / Betül Aydın
29
Dokuztat / Kayra Uzuntaş
30
Babaannemin Ev Yapımı Yoğurdu Kapitalizmi Nasıl Yenecek? / Kardelen Berfin Kobyaoğlu
32
The Big Blue (1988) : Yukarı Çıkmak İçin İyi Bir Sebep / Besna Ağın
36
Züğürt Ağa Üzerine Bir Analiz / Hasan Berk Akkoç
39 42
Beyül Aydın
The Newsroom (2012): Don Kişot Sendromu / Engin Onuk
12
BİR DERDİMİZ VAR DİNLEYİN! Zamanın Ruhu’ndan memnun değiliz. Elimizi attığımız her şey daha önce buharlaşmış, bozulmuş ya da manipüle edilmiş... İçinde yaşadığımız özgürlük çağı kopyanın kopyasının kopyasının kopyasını üretmekten başka bir şey sunmuyor. Bunu biliyorsunuz, bildiğinizi biliyoruz. Gördüğümüz dokunduğumuz duyduğumuz hatta tattığımız ne varsa basit ve iyi ambalajlanmış bir kopya! Hakiki bilgi nerede? Hakiki duygu nerede? Kaçacak yer arıyoruz, kaçabileceğiniz bir alan oluşturmak istiyoruz. Siz bu fanzini eline alan insanlar! Sizinle çok iyi anlaşabileceğimizi tahmin ediyoruz. Eğer siz bu çağrıya kulak vermezseniz ıssız adaya düşüp voleybol topuna kaş göz çizen adamdan pek farkımız kalmayacak. Sadece kendi lakırdılarımızı dinleyeceğiz... Gelin yalnızca gelin ve tartışalım Not: Bizim A2 ehliyetimiz var, o sebeple güzel günlere süreceğimiz motorlarda emin ellerde olacağınızı garanti ederiz.
Aylık edebiyat sanat fanzini, torna tezgahı ve unlu mamüller vitrini. Yazılarınızı ve görsel işlerinizi kopyafanzin@gmail.com adresine gönderebilirsiniz. Katkıda bulunan tezgahtarlar: Alper Pek, Emre Emrem, Selim Sevim, Emre Akaltın, Batuhan Boz, Hasan Berk Akkoç. kopyafanzin.wordpress.com twitter.com/kopyafanzin facebook.com/kopyafanzin instagram.com/kopyafanzin
SONRAKİ, BÖLMEK VE TOK Batuhan Boz 1. bağımlıları bekleyecek miyiz, beklemeyecek miyiz karşılıksız olduğumu nasıl öğrendim 2. yanıp sönen et tehlikesi çekilen zincir, tümsek teker ve soğutucu gece olması bilince çok yakın 3. bana öyle geliyor, susuzluk da dokunulmazlıktır yıkılmaya da takılıp kaldı
2
4. teşvik inleme kür o halde yanılsamadan ibaret olmamalı birbirinizi küçümsemek zorundasınız 5. ne günlerce sürdü ne de yükümlü, günlerin kaynak ahlakı okuduğu yükle suçu bolluğa taşıyan suçtan haberi olmayan ilham için 6. sanıyorum ki en baştan eserin değerini belirlemeyiz cehaletteki değerini, sonra konuşamaz olur 7. töre küçücük bir küreymiş ve yollar zamanında tastamam ucuza satılmış efendim ölüme hep siz sahip çıktınız biz yalnızca organlarımızı biledik efendim 8. çok kez gördüm o bakışı üstelik o kadar zayıflamasa da dünya o bakış sizi iyi edecek 9. ahmak ahmak çok sonra tebeşirlenir çok sonra çürütür sözcük içi itaate yalvarır
3
10. yeni isimsiz kıvamını çelişkisiz ayrı tutarak demek ki mümkün sonsuza dek mutlu yaşaması 11. ağzı kuruyor olmalı salgısı ve bileşik keyfiliği git gide kuruyor olmalı aynı düzleştirici sağanakları (kilitleyen) aynı sanıyorum hadım olmadaki hadım çocuk 12. ödül tutanak revize tokat fay devşirmek plazma kuşak hurda et sonunda tok sonunda ceza
4
5
Göründüğüm Kadar Güçlü Değilim
Betül Aydın
D
6
emek ki güçlü görünmenin ne manaya geldiğini biliyorsun Mehtap. Hem bilmesen nasıl güçlü görünmenin işaretlerini oynayabilirsin ki. Yine de “sana teslim olmadığıma bakma, bir anlık boşluğuma gelse her şey alt üst olabilir” yollu bir itiraftır bu. Demek ki bu Güç’e dair kavrayış, onun şekline dairdir. Yoksa gücün esamesi okunmazdı. Ama yine de kişi ne yaparak güçlü göründüğünü bildiğinden “güçlü” olmanın ne menem bir şey olduğuna dair bir yol açılmıştır. Peki sana teslim olursam neden kendimi bir güçlülük-güçsüzlük zemininde ele alacağımı düşünüyorum? Bu bir korku zeminidir. Bir şeylerden emin olamama zeminidir. Neyle karşılaşacağını bilememe... Etkin değil de edilgin bir rolün üstlenilmesidir. “Evet peşinden geleceğim ama daha çok sen istediğinden dolayı” denilen bir noktadayız. Ama yine de süreci yönlendirebileceğimi sanmıyorum. Olur da bir şeyler yolunda gitmezse işi daha çok senin eline bırakmış durumdayım. Ancak, buradan “istek”e bakabiliyorum. Bana karşı uyanmış isteğe bakabiliyorum. Bu son derece etkileyici. Beni böyle istiyor olman beni etkiliyor. Seni pek tanıdığım söylenemez; ama isteğin… senden daha çok isteğinle ilgiliyim, beni istemenle. İsteğinin gücü nispetinde kendime inanıyorum. İsteğin ortadan kalkınca yine geride istenilmeyen olarak kalacağım, inancım sarsılacak, gözümdeki değer düşecek. Benim ne istediğim çok direnemiyor karşında. Bakma, şu anda sana yok diyorsam sadece senin isteğini sınıyorum. Ben istekle ilgiliyim, beni isteyen istekle. İşte burada isteği geri çeviriyor olma noktasında sen sanabilirsin ki “güçlü”yüm. Ama bunun anlamı, bu gücün tek anlamı “isteği geri çevirme”den kaynaklanmıyor. Bu daha çok sanki sana bakıyorum, seni biliyorum ve bildiğim bu şeyi istemiyorum şeklinde cereyan ettiği için ben “güçlü” olarak çıkıyorum ortaya. Ve tam manasıyla “ne istediğimi biliyorum” gibi göründüğümden “güçlü” görünüyorum. Oysa böyle bir şey yok; ne istediğimi bilmeye dair bir şeye pek sahip değilim. Ve isteğin ısrarla beni istiyor ve sanıyorum bu istek -yani şimdilik emin olduğum şey- güçlü bir isteği istediğimdir.
Başıma ne gelecek bilmiyorum ama bu karşı karşıya kaldığım şey; kendimi bir isteğe bırakıyor olmam beni tedirgin ediyor. Tam olarak neyi sevdiğime dair bir fikrim yok. Seni sevdiğimi de söyleyemem ama isteğini seviyorum. Bağlanmıyorum sana, bağımlı hale geliyorum.
7 Fotoğraf: Elif Eren
Hayal Alıştırmaları I
“Y 8
Serkan Üstündağ
alnızların anlatacak ne çok şeyi vardır bilir misin?” dedi ve cevabını beklemeden ekledi: “Yalnız kalanın taşmaları vardır. Onlar konuşmaz, taşar... Dolu haline ne eklenmişse o kadar taşar. Aslında bu taşmalar onlardan hiçbir şey eksiltmez, aksine katar. Şaşma bu hale, taştıkça dolar ve sonra tekrardan taşar...” Karşısındaki akvaryumdan başını dışarı çıkarmıştı en sevdiği arkadaşı. Bu sohbetlerde hep iki birey ve iki fikir vardı. Balıkların konuşmadıklarından eminsek, bu diyalog sadece insanoğlu tarafından türetiliyordu. Ortam oldukça loş olduğu ve her iki ses de birbirinin aynısı olduğu için, kimin ne zaman söz aldığı belli olmuyordu. “Bu taşmalar yaşansın diye mi yalnızlığı seçer canlılar?” diye sordu bir tanesi. Diğeri ise beklemeden yanıtını verdi: “Taşmalar için emek harcanmaz. Kendi içinin hacmini bilmeyenler, onu doldurmak için ne diye çaba harcasınlar ki? Ama madem yalnızlık seçiminin nedenini sordun, bir düşünelim...” “Düşünmeye ne gerek var!” diye bağırdı, bir bardak düştü ya da sürahi... Camdan bir şeyler düştü ve bir camın kırıldığı zaman çıkan ses yankılanırken konuşmasına devam etti “Kuduz bir köpeği düşün, hastalığının farkına varınca sahibinden nasıl da kaçar. Sığınır yalnızlığına ki başkalarına zarar vermesin!” Ortamın ıslanmış olmasına aldırmadan diğeri yanıtladı: “Öyle mi? Peki, kurtlar da kudurduğu için mi yalnız kalırlar? Başkalarına zarar vermemek için mi yırtıcılar?” Bir süre sessizlik oldu, “Çok sıcak” dedi bir tanesi “nefes alamıyorum...” Diğeri “Çok zaman oldu kendi türümden başkasıyla muhabbete girmeyeli” dedi ve ekledi “dedin ya yalnızlar taşar diye, şu an ben de taşmış durumdayım. Fakat sakın ha yardım eli uzatma bana. Benim bu göçümün asıl sebebi ne yalnızlığım ne de bedenim... Vakti geldi gidiyorum, güzelce sohbetimize devam edelim...” Belirli bir süre daha sessizlik oldu. Odada bulunan tek pencere açıktı ve uzunca bir zamandan sonra ilk defa serin bir hava kütlesi odanın duvarlarını yalayarak ortama rahatlık kattı. Tabii ki bu şekilde düşünen odanın içindeki bireylerden sadece bir tanesiydi, diğeri ise can çekişmekteydi.
Çırpınışları esnasında laminant yüzeyde çıkardığı sesler oldukça tok ve ürkünçtü. Ritimsiz gürültüler hep şüphe uyandırır ve dans edemeyen ruh huzursuzlanır. “Bana bak!” dedi birisi “bence hiç kimse yalnız değil. Bedenen yalnızdır, ruhen yalnızdır ve benzeri eleştiriler sunulabilir fakat hiç kimse yalnız değil!” Bu esnada serinliğe olan özlemini gidermiş ve tebessüm ederken, karşısındaki bu tebessümü görmüyordu. “Ne demek yalnız değil? Herkes yalnız bence bu dünyada. Kendisine eş seçen ne büyük hüzün taşır. Daha bir yalnız kalır şu dünyada...” diye cevaplarken, sesinde bir gariplik vardı. Yüzündeki tebessüme karşın, sesi oldukça titrekti ve her an ağlayabilirdi. “Yok ya! Herkes yalnızmış. Kızım gözlerini aç artık, bugün bir balıktan yarın bir köpeğe, ertesi gün bir ağaca, belki ateşe belki de güneşe, rüzgâra ve bulutlara, daha kimlere ve nelere taşacaksın farkında değil misin? Bütün bu söylediklerimi iyi düşün! Taştın ve bu taşman sana katacak, daha çok taşacaksın. Şimdi gidiyorum ben, sana da bu ‘Yalan Yalnızlık’ hediyem olsun. Eminim ki ilk dert ortağın olarak beni yaratmadın, sonuncu da ben değilim. Fakat artık kendi isteğinle yarat dert ortaklarını, kendiliğinden türemeye başlarlarsa cehenneme çevirirler bu hayatı!” O tok ve ürkünç olan çırpınma sesleri dindi. Pencereden içeri, uzaklardan gelen insan sesleri dalgalandı kulaklarında. Ellerini fark etti sonra, son on dakikadır saçlarını örüp bozuyordu sanırım. Tekli koltuğun üzerinde bağdaş kurmuştu, ayaklarını uzattı yere doğru ve canı yandı. Batma hissini bir sızı aldı. Ayağındaki acıyan kısım yere denk gelmeyecek şekilde ayağa kalktı ve ışığı açtı. Kavanoz tipi akvaryumu kırılmıştı. Tek dostu yere yatmıştı. En azından bedeni yerde yatıyordu, daha demin “şimdi gidiyorum ben” dememiş miydi? İşte o an anlamıştı. Yalanı, yalnızlığı ve taşmayı. Anladığını hissediyordu fakat anladığından emin olmak için kime danışacaktı? Ses yok. Ritim yok. Hareket yok. Derken, pencerenin önüne konan güvercin seslendi: “Bırak o üç kağıtçıyı! Seninle dalga geçiyordu...” Fotoğraf: Emre Akaltın
9
Gündüz Düşleri
D 10
Cem Akça
üşünüyorum ve gülüyorum kendi kendime. Dışarıda yağmur yağıyor, masada kahvem. Pencere pervazında kötülük çiçekleri ve ben, içinde bir ben daha barındıran ben. Yağmur damlaları hınçla cama vururken uzaklara dalıp gittiğimin bilincine varıyorum. Ne düşündüğümü unutuyorum, kitabı almak için uzanıyorum fakat birden, ellerimi çekmecede unuttuğum, bir yağmur damlası hıncıyla hatırlatıyor kendini ve kalkmaya üşendiğim için tekrar sallanan sandalyeme kuruluyorum. Bir süre daha pencereden dışarıya dalıyorum; derken pencereye sekip ses çıkartan ve yağmur damlası olmadığından şüphe duymadığım bir şey beni hayata tekrar döndürüyor. Gidip çekmeceden ellerimi aldıktan sonra hafiften çeviriyorum pencere kolunu, kitabı pervazda unuttuğumdan yere düşüyor, eğilip alıyorum ve üç kere öpüp alnıma koyuyorum derken; kalkarken pencerenin sivri köşesi intikamını alıyor kafamdan. Az önce taktığım ellerimle kanama olup olmadığına bakıyorum. Önemli bir şey olmadığına kanaat getiriyorum ve dışarıdan gelen sese odaklanıyorum: ‘’Hadi büyükbaba, hepimiz seni bekliyoruz, bak, bulutun çişi bitmek üzere, çabuk ol.’’ Ardından henüz ergenliğe yeni girdiği belli olan bir erkek çocuğunun sesiyle dışarı bakmam bir oluyor: ‘’Ellerini takmayı unutma moruk.’’ Benim duymadığımı düşünerekten kendi aralarında gülüşüyorlar ve ben de oyuna katılıyor, kafamı çocukların göremeyeceği şekilde içeri çektikten sonra zaten kalın olan sesimi daha da kalınlaştırıp henüz savaştan yeni ayrılmış bir çavuş edasıyla: ‘’Beni beklemeyin yapmam gereken birkaç şey daha var.’’ deyip olanca yağmurun pervazı ıslatmasına yol açan pencereyi kapatıyorum. Sesimle oynamak konusunda usta olduğum kadar yalan söylemek konusunda çaylak olmam beni üzüyor desem yalan olmaz. Kim usta bir yalancı olmak istemez? Ne zaman yalan söylesem, söylediğim gibi ağzımı çıkarıp henüz suyunu sabah yenilediğim kabına özenle yerleştiriyorum. İnsan konuşamayınca haliyle yalan da söyleyemiyor. Fakat söylenen bütün yalanları olanca çıplaklığıyla duyuyorum ve bütün bunları düşünmek insanı yoruyor ve ben yorulmayı hiç sevmem.
Çıkarıp beynimi çöpe atıyorum. Uşağımdan yenisini hazırlamasını istemek için zili çalıyorum. Biraz sonra uşak geliyor fakat konuşamıyorum. Önce, ağzımı çıkardığımı hatırlamadığım şaşırıyorum, sonra da beynim olmadan bunları nasıl düşünebildiğime. Ve ardından, uşağa elimle her zamankinden işareti yapıp gözlerimi kapatıyorum. Hayat böyle daha güzel çocuklar.
11 Fotoğraf: Elif Eren
12
Tebessüm ‘’Elinden tutayım mı,’’ dedi. Naifçe gülümsedim, mutluydum. ‘’Tutma,’’ dedim.
Görsel:Alper Pek
Emre Akaltın
13
Soğuk
Deniz Baran
B
ir yatak hiç bu kadar soğuk olmamıştı. Adeta kuzey kutbuna bir davetiyeydi bedenimi kaplayan saçak buz donukluğundaki kollarının arasından verdiği her nefes. Nasıl oluyordu da 2 kişi -30 derece ediyordu kavrayamıyordu. Mantığa ters bir matematikten başka bir şey değildi. Onu buzdan kalesine önüne kırmızı halı serercesine davet eden bu adamın halısına adımını attığı an parmak uçları donmaya başlamıştı aslında. O, ayakları buz kalıbına dönüşene kadar inat ve ısrarla halı yolundan içeri girmeyi seçmişti. Bu nemli yaz gecesi eritmeye yetmiyordu donmuş bedenini.
14
Usulca sarmaşık gibi gövdesini kilit altına almış saçak buzunu üzerinden çekti, doğruldu. Oraya ne zaman gitse herhangi bir eşyanın tek bir milim bile yerinden oynatılması yasak olan bir cinayet mahalline adım atmış gibi olurdu. Haftanın yedi gününün üç öğününde ne yediğini, ne giydiğini, bir yerini kestiğinde ne kadar kanadığını, kaç sinek öldürdüğünü tespit etmek için dedektif tutmaya gerek yoktu bu kardan adamın. Bir ölüyü diriltmeye çabaladığının yeni farkına varıyordu. Uğruna herkesi karşına aldığı, avukatı kesilip her bir boş vermişliği için dipsiz bir kuyu uzunluğunda mazeret listeleri yaptığı bu adam kabullenmişti hiçleşmeyi. Aydınlığı paylaşmaları mümkün değildi, ancak karanlığa şahit olabilirlerdi birlikte; iç soldurucu, ruh öldürücü bir karanlık. Vicdanı çorap söküğü gibi sonu gelmekte duygularına çelme takıyordu. Arkasına bakmadan çıkması gereken evden bir türlü çıkamıyordu. Ciğerlerini ağzından çıkarırcasına içtiği sigaranın dibi gelmişti ve dudağının yanacağını bile bile içmeye devam ediyordu.Belki de girdiği bataklıktan çıkabilmek için ilk gördüğü yılana sarılmaktan korkuyordu. Dışarı adımını attığı an stabil mutsuzluğunun yerini dengesiz tehlikelerin alması muhtemeldi. Araftı bu, içeride donarak taşlaşabilir, dışarıda kendi ateşinin içinde kavrulabilirdi. Yerinde yeller esen güven, yalnızca kendine olandı. Kendini kendinden koruyordu bu buzdan inde. Donmak hissizdi, sinsiydi, yıpratıcılığı yakalanmanın eşiğine gelmiş bir hırsız gibi yavaşlayan kalp atışlarının arkasına gizlenmişti. Bir yangında atılabilecek çığlıkların vo-
lümünü karşılayamayacak kadar sessiz, durağandı. Kulağa konforlu geliyordu fakat hesaba katmadığı şey, kurtulma ihtimalinin düşüklüğüydü. Bir miktar daha fazla beyin hücresi kaybına mal olabilirdi, ani ve travmatik bir deneyim yaşatabilirdi ateşin koynuna atlamak ama diri olurdu, taşlaşmamış, karlar altında kalmamış farkındalığı sayesinde kurtulabilirdi o kıvılcımların pençelerinden. Ayağa kaktı, yatağın yanındaki komodinden çığlık atan iskelet maskesini yavaşça yüzüne taktı. Evdeki en yaşam barındıran öğeydi, en azından duygularını ifade ediyordu. Yatakta fetüs pozisyonunda yatan travma kazanını seyretti uzun bir süre. Öyle soyutlanmıştı, öyle vazgeçmişti ki o an uyanıp maskeyle göz göze gelse gözünü dahi kırpacak refleksi kalmamıştı. Bu açıdan daha da netti, başına her ne geldiyse fetüsken gelmişti, bağlanması zordu hayata, göbek bağının kesildiği yerde unutulmuştu yaşam güdüsü. Acıyamazdı artık bu doğmamış bebeğe, barınamazdı bu dünyada henüz doğmamış biriyle. Üzerine eğilip alnından öpüp başından okşadığı an anladı onu oracıkta donmaya sürükleyenin kendi hayatını dahi tehlikeye atacak kadar kör ve güçlü bir cankurtaranlık güdüsünden başka bir şey olmadığını. Maskeyi yattığı yastığa koydu, donmakta olan parmak uçlarında sokak kapısının yolunu tuttu. Adı gibi emindi o buz kalkanının içinde çığlık atan plastik bir iskeletten farkı olmadığına.
15
Fotoğraf: Emre Akaltın
Kiğılı’dan Başkasına Minnet Eylemem
Selim Sevim
16
Ö
ylece oturuyorduk. Üzgündük. Hayır ben üzgünüm tamam da, Salih niye üzgün? Hatta neredeyse Salih benden daha üzgün. Acaba bana söylemediği bir şey mi var? “Ulan olan bana oldu, sen niye üzülüyon?” demek istedim ama içinden ne çıkacağını bilmediğim bir kutuyu açmaya niyetim yok. Anlamsız sessizliğimizi Salih bozdu: “Buldum ortağam, o kızın ilgisini nasıl çekeceğimizi buldum.” O kadar eminim ki saçma sapan bir şey bulduğuna. O yüzden hiç umrumda değil. Ama gözlerindeki o ifade yok mu? O pırıltı. Yoksa Salih de mi seviyor lan bu kızı? Yani şimdi düşününce ciddi saçma geldi, kızın biri benimle ilgilenmedi diye niye karalar bağladı ki bu çocuk? Rol de yapıyor olabilir. O zaman samimiyetsiz bir şerefsiz midir bizim Salih? Yok lan, samimiyet Salih gibi adamların olmazsa olmazıdır. “Ne buldun kardeşim? Anlat hele.” Salih kendinden emin odadan çıktı ve beyaz bir tahtayla girdi. “Oha tahtayı nerden buldun lan?” diye sormamı bekledi ama sormadım. Annesi babası öğretmen çünkü, özel ders mözel ders filan. Ben sormayınca aptal aptal sırıttı, istifimi bozmadım. Gülüşünün yavaşça dağıldığı suratına bakarak bu anın tadını çıkardım. Sonra Salih yıllardır bu günü beklediğini gösterircesine bir heyecanla biri kel, biri uzun saçlı iki Cin Ali ve iki tane ok çizdi. Oklardan biri kalbe, diğeri de dolar işaretine gidiyordu. Salih en sonunda Cin Ali’leri el ele tutuşturdu. Homofobik biri olmasam da, Salih’ten işkillendim. “Anladın mı?” dedi. “Neyi?” dedim. “Sen kıza gidip zenginmişsin ayağı çekeceksin. Kız senle ilgilenecek. Sonra da birlikte mutlu olacaksınız.”
Uzun saçlı Cin Ali kızmış. Salih’in resim kabiliyetine sövmek istesem de, küfürlerimi asıl suçluya, yani kendime yönelttim. Sonuçta Salih diye bir arkadaşım vardı. “Nasıl fikir ortağam?” dedi. “Çok iyi.” dedim. Sevindi. İçerden gidip Kiğılı marka bir poşet getirdi. “Bu niçin?” dedim. “Zengin görünmek için.” dedi. Zor günler için saklıyormuş ve artık zamanı gelmiş. Poşetin içine birkaç kitap ve t-shirt koydu dolu gözüksün diye. Sarıldı bana ve “Uğurlar olsun kardeşim, git ve o kızı almadan gelme.” dedi. O kadar mağrurdu ki bunu söylerken, büsbütün olaya yabancılaştım. Salih’e sormam gereken bütün soruları şimdi kendime soruyordum. Belli ki LYS’den sonra dağılmıştı ve kendine gelmek için beni kullanmıştı. Ona kızmadım, benim başarımla birlikte kendini işe yarar hissedecekti. Salih gerçek bir şerefsizdi belki, bu doğruydu ama samimiydi en azından. Kulaklığımda Ahmet Aslan’dan “Minnet Eylemem” ile yokuşu tırmanmaya başladım. Otobüs durağına kadar bana eşlik etsin istedim. Olmadı. Köşeden mahallenin piçi Serkan çıktı bir anda. O birkaç salise içinde kaçmayı bile düşündüm ve sağa doğru meylettim. Fakat Serkan hızlı bir piç olarak tanınırdı. Vazgeçtim. “Ooo Kığılı filan ne iş lan?” dedi ve çantayı incelemeye koyuldu. “Kiğılı lan Kığılı değil, Allah’ın fakiri” dedim ama duymadı. Işık görmüş pervane böceği gibi etrafımda dönüyordu. Serkan’a iki iddia kuponu borcum vardı, 6 lira. Seni zengin edicem diye kandırıp bir 5 lira, bir de bir lira almıştım. İkisinde de yatınca daha da vermemişti zaten. Ama şimdi Kiğılı... Açıklayabilirdim. Her şeyi anlatabilirdim. Fakat gururuma yediremedim. Poşeti kendime çekip “Son kupondan voleyi vurdum oğlum. Verseydin para.” dedim. Durdu ve çok kısa bir aralık düşündü. Ceplerini yokladı ve 4 lira uzattı bana. 4 madeni para ve açık bir avuç. Almadım. Tuzak olabilirdi. “Nabıyon lan?” dedim. “Al” dedi. “Ben senin değerini bilememişim. Bir sonraki kupon için.” Paraları aldım. Kuru bir eyvallah ile veda ettim Serkan’a. Gerek bile yoktu. Kiğılı her şeye kadirdi çünkü. Kiğılı her şeydi. Sokağın ortasında durdum birden. Kararsızlık ıslak bir atlet gibi bedenime yapışmıştı. Kıza artistlik yapıp iddia bayiine mi gitsem? Çok da güzel maçlar var. Ama yok lan, bunca emek, Salih’in fedakarlığı. Seçim yapmak zorundaydım. Ama ikisinden birini kaybetmek çok ağırdı. Bir sokak üstte kız, bir sokak altta iddia bayii. Cebimdeki madeni paralarla oynarken insanın birden fazla seçeneği olmasının ne kadar acayip bir şey olduğunu düşündüm. Bir kumar oynamaya karar verdim. Kızın sokağından geçecektim,
17
18
oradaysa yanına gidecektim, yoksa iddia bayiine. Ben değil o kaybederdi. Zengindim, Kiğılı poşetim vardı, gençtim. Bütün kızlar bana hasta olabilirdi. Sokakta yoktu ya da o kadar hızlı geçtim ki ne olduğunu bile tam olarak göremedim. Kalbim hızlı hızlı atıyordu, kızı iddia bayinde görsem bile umrumda değildi artık. Mehmet abi bu sefer hiçbir şey demedi. Ne yaşımla alakalı aptal aptal şakalar ne de seni babana söylicem geyiği. Sadece hayran hayran poşetime baktı. Matrix’i çözen Neo gibiydim, alayınızın aklını alırım lan diye bağırmak istiyordum poşeti sallayarak, ama gerek yoktu. Zenginliğin kısıtlayan bir yanı da vardı kuşkusuz. Otobüse bindim. Hem zengin hem iyi biri olmanın mümkün olduğunu göstermek için yaşlı bir teyzeye yer verdim. Dua etsin diye bekledim ama etmedi. Canı sağ olsun. Sonra bir ara aklım kupona gitti. Genk maçına üst mü oynamıştım heyecanla? Ulan bir bakayım deyip poşeti karıştırınca herkes bir anda dönüp bana baktı. O kadar heyecanlandım ki poşetteki kuponu çıkarıp karizmamı bozmak istemedim. Onun yerine kitaplardan birini çıkardım, insanların ilgisi dağılana kadar aynı cümleyi okudum ve tekrar poşete koydum.
İhtiyar Delikanlı
“H
Funda Balcı
ep bir devedikeni olduğunu düşünürken aslında incecik bir papatya olduğunu fark ettin mi? Ya da kendini bir papatya sanırken, aslında bir devedikeni olduğunu hissettin mi? Bunu düşündüğün oldu mu hiç daha önce? Bundan çok daha önce? Hiç “Bu ben değilim.” dediğin oldu mu kendi kendine? Dediğin, ama reddettiğin; fark ettiğin, ama inanmadığın oldu mu hiç?” Başkalarının aşkları, başkalarının dertleri, başkalarının üzüntüleri ve hatta sevinçleri arasında kendini kaybettiğini kabul etmişti çok uzun bir reddedişin ardından. Sonu gelmeyeceğini düşündüğü o reddedişin, gerçekliğe yenildiğini fark ettiği zaman anlamıştı sonsuzluk diye bir şey olmayacağını. Belki çok yaşamışlığı yoktu, ama yaşanmışlıkları boldu. Yenilgisinin en kötü tarafı da buydu zaten. O kadar yıl boyunca aslında başka birinin hayatını yaşadığını anlamasıydı. Kendisinden başka, kendisinden uzak, kendisinden bağımsız... Aslında olmadığı ne varsa olduğuna inanmış, sevmediği ne varsa sevdiğini düşünmüş ve hatta istemediği her şeyi çok büyük şevklerle gerçekleştirmişti. Paramparça hissediyordu. İçi cam kırıklarıyla dolu ve her nefes alışında canına parça parça batıyormuş gibi acıyordu bir yerleri. Odada oturuyordu adam. Etrafı Edith Piaf’ın o hoş sesi sarmıştı. “Hayır, hiçbir şeyden üzgün değilim. Ne bana yapılan iyilikten ne kötülükten. Hepsi aynı şey.” diyordu kaldırım serçesi. Masada duran kahve fincanına gitti eli. Birkaç yudum kahve içti. Baş ağrısı biraz diner gibi olmuştu. Derin bir nefes aldı, arkasına yaslandı. Başını pencereden tarafa çevirip dışarıyı izlemeye başladı. İzlemeye değer bir şey yoktu ama gökyüzüne bakmak kesin bir ihtiyaçtı sancılı yüreği için o an. Bir şeyler mırıldanmaya başladı bakışları gökyüzüne sabitlenmiş bir şekilde. Uzaktan bakan biri için, adamın kendi kendine konuştuğunu söylemesi mümkündü. Oysa o konuşmuyor, yakarıyordu. Başını mavi göğe kaldırıp yakarmak, bir şeyler anlatmak alışkanlık haline gelmişti onda. Aradan biraz zaman geçti. Anlattıklarına bir cevap bekledi, ama alabildiği tek karşılık insanı cehennemin en derin çukurlarına atacak kadar büyük bir sessizlik oldu. Sessizlikten nefret ederdi. Sessizlik onu çıldırtırdı. Bu sadece yakarışlarının ardından dinlediği sessizlik değildi. Kendi sessizliğinden de nefret ediyordu adam. İçinde hiç susmak bilmeyen bir şeyler vardı ama bu bitmek bilmez gürültüye rağmen sessizliğin derin boşluğunu en acılı şekillerde duyuyordu benliğinde. Belki onu çıldırtan
19
20
şey de buydu. Dinleyip durduğu o tek ses, hissettiği yalnızlığın ve kendi sessizliğinin çığlıklarından ibaretti belki de. Kahvesinden birkaç yudum daha aldı. Bakışları son bir umutla gökyüzüne sabitlendi. Uzun uzun bekledi. Sonu gelmeyecek bir bekleyişti bu. Tüm hayatı boyunca beklemişti. Bir karşılık, bir işaretti istediği. Belki yüzüne vuracak bir esinti, belki o an başlayacak bir yağmur… Ne yazık ki hiçbir zaman gelmesi gerektiği an gelmemişti o esintiler ve yağmurlar. Şu an istediği tek şey, ihtiyacı olduğunda gökyüzüne elini uzatıp yardım alabileceğine inanabilmekti. Ama bu elinden alınalı çok uzun zaman olmuştu. Asırlar geçmişçesine eski, daha dün olmuşçasına taze… Babasının ölümüyle elinden alınmıştı bu hak onun. Tanrı küçük bir çocuğa verdiği sözü bile tutamamıştı. Her zaman yanında olacağına inandığı, onun için Tanrı ile pazarlığa oturduğu babası ellerinden kayıp gitmişti. Daha küçük bir çocukken, çok sevdiği Tanrı onu yarı yolda bırakmış ve o günden sonra onunla asla konuşmamıştı. Elinden ne geliyorsa yapmıştı Tanrı ile konuşmak için babası öldükten sonra. Kendisini toprağa bile gömmüş, babası gibi ölmeyi denemişti. Hem onu tekrar görebilmek hem de Tanrı’ya kendisine neden küstüğünü sormak için. Ama olmamıştı. Tanrı yanında istemiyordu belli ki onu. Bu yüzden her seferinde kurtuluyordu ölümden. Çektiği tüm acılar, katlanmak zorunda olduğu tüm bu sessizliklerin sebebi Tanrı’nın yüzünü ondan çevirmesiydi. “Tanrı ile konuşuyorum. Konuşuyorum; ama gökyüzü bomboş.” diye yazan o güzel kadın geldi aklına. Kendini dışarı attı can havliyle. Daha fazla kalmak istemiyordu dört duvar arasında. Tıkılıp kaldığı beden onun için yeterince büyük bir hapishaneydi zaten. Derin bir nefes aldı açık havada. Günlerden Cumartesi idi. Hava biraz rüzgarlı; ama sıcaktı. Dün akşam gelmişti bu pansiyona. Kumsala doğru yürümeye başladı. Dalgaların sesini dinlemeyi seviyordu. Kıyıya oturdu. Denizi izledi biraz. Aniden gülmeye başladı adam. Bir akşam önce, öğrencilerine okuduğu bir kitaptan bahsederken içinde patlak veren kaçma isteğine engel olamamıştı. Cümlesini bitirmeden çantasını almış, paltosunu bile giymeden çıkıvermişti sınıftan. Garip bir ruh hali içindeydi. Gece, soğukta yol alırken neden paltosunu bırakıp bu evrak çantasını yanında getirdiğini düşünmüştü başı otobüsün camına yaslanmış bir şekilde. Sabah, pansiyonun yumuşacık, tertemiz yatağında gözlerini açtığında aklında hala evrak çantası vardı. Kalkıp kahvaltısını ettikten sonra odada biraz müzik dinlemiş, bir fincan kahve içmiş ve kendini dışarıda bulmuştu. Ayaklarını denize uzatmış bir şekilde, anın tadını çıkarırken hem de… Hayat burada daha güzeldi sanki. Zaman daha yavaş geçiyordu. Günler
ve geceler daha uzun, güneş daha parlak, ay daha doğurgandı. Yıldızlar daha çoktu sanki. Deniz daha güzel kokuyordu. Gökyüzü, mavinin en güzel renkleriyle bezeliydi. Hiçbir şey yapmasa da olurdu burada insan. Sadece oturup çayını içebilirdi mesela. Bir de sigara yakardı. Elinde belki bir kitap… Fonda alaturka bir müzik… Hiçbir zaman alaturka bir insan olmamıştı halbuki. Garip bir ruh hali içindeydi. Bunu kaçıncı kez düşünüyordu kim bilir… Saniyeler dakikaları, dakikalar saatleri kovaladı. Günü gece etti, geceyi sabah. Güneş’i batırdı, Ay’ı çıkardı. Ay’ı uyuttu, Güneş’in doğuşuna şahit oldu tekrar. Böyle geçirdi koskoca bir hafta sonunu. Pazar öğleden sonra, zamanın bu denli hızlı geçtiğini fark etmek dehşete düşürdü adamı. Yelkovan ve akrebin derin bir uykuya yattığı, zamanın akmayı unuttuğu bir yer olduğunu düşünmüştü buranın oysa. Ya da öyle olmasını istemişti çaresizce. Kendisi, çantası ve sessizliğinden başka bir şey getirmediği bu yerden hafif bir burukluk ve kırıklıkla ayrılırken düşünüyordu adam. Yapayalnız kalmamış olsaydı eğer kalan sayılı senelerini burada geçirmeyi isterdi muhtemelen. Bırakırdı öğretmenliği, bırakırdı mutsuz olmayı. Ama dönmeliydi bıraktığı yere. Bu yalnızlıkla çok geçmez buralarda da ölürdü o. Kaçtığı yerde evlatları saydığı öğrencileri vardı en azından. Yine de… Garip bir ruh hali, garip bir ikilem… Gitmenin en kötü tarafı herhalde terk ettiğin yere geri dönmekti. Döneceğini bile bile gidiyordu insan. Hayatındakilerden, yaptıklarından, yaşadıklarından kaçıyordu; ama aynı hızla geri dönüyordu bütün kaçtıklarına. İki gün önce bırakmıştı bu şehri ardında. İki saat önceyse kucağını açmış onu beklerken bulmuştu İstanbul’u. İskelede ilerledi. Kalabalığı yararak vapura bindi. Açık alana doğru yürüdü yavaşça. Denize ve rüzgara doyamamıştı daha. Rastgele bir yere oturdu. Gözlerini kapadı ve gerginliğini atmaya çalıştı üzerinden. Darmadağın bir haldeydi. Üzerindeki kıyafetlerden başka bir giyeceği yoktu gittiği yerde. Ceketinin ve pantolonunun ütüsü bozulmuş, beyaz gömleğinin kol ve yaka kısmı kirlenmişti. Zaten çok yeni olmayan takım elbisesi, bu haldeyken olduğundan daha eski görünüyordu. Yüzünde iki günlük bir sakal vardı. Yine de bunların hiçbirini önemsemiyordu. Gerginliğinin sebebi kaçtıklarına geri dönmüş olmasıydı. Eve varıp sıcak bir duş alsa belki daha rahat hissedecekti. Ansızın bir çift gözün bakışlarını üzerinde hissetti. Kravatını gevşetti, gözlerini üzerindeki bakışların sahibine sabitledi. Kumral uzun saçlı, beyaz tenli genç bir kızdı karşısında oturan. Muhtemelen bu pejmürde adamın ne acılar yaşadığını düşünüyordu üzülerek. Başını yana eğdi, gülümseyerek genç kıza seslendi. “Gel kızım, gel. Gel de biraz sohbet et bu ihtiyarla.” Yirmi dakikalık bir yol vardı
21
22
önünde. Bunca zamana neler sığmazdı ki? İkiletmeden gelip oturdu yanına genç kız. Meraklı biriydi. İyiye işaretti bu. Adının Aylin olduğunu öğrendiği genç kıza anlatmaya başladı hikayesini. “Gel bak, gel. Sana bir hikaye anlatayım.” dedi acı bir şekilde gülümseyerek. Derin bir nefes aldı önce. Anlatmaya başladı. “Öğretmen emeklisiyim ben kızım.” dedi düz bir ses tonuyla. “Babamı erken yaşta kaybettim. Daha çocuktum bir annem, bir ablamla kaldığımda. Hasta bir annem vardı, kırılgan ve narin yapılı bir de kız kardeşim. Hem çalışıp hem okuyabileceğim bir yaşa kadar annem baktı bize. Sonrasında o görevi ben üstlendim. Babasını çok özleyen bir çocuktum ben. Hem baba hasreti çekip hem onun yokluğunu telafi etmeye çalışmak çok zordu. Daha kendi içimdeki boşluğa bile merhem olamıyordum hem.” Duraksadı biraz. Gözleri doldu yine. Baba özlemi çekmenin yaşı olmuyordu demek ki. Devam etti kırık bir sesle. “Dediğim gibi kızım, hem çalıştım hem okulumu bitirdim. Öğretmen oldum.” dedi gülümseyerek. Sesini alçalttı sonra. Bir sır verir gibi eğildi genç kıza doğru. “Öğretmen olmayı hiç istemiyordum oysa. Pilot olmayı isterdim ben. Şimdi saçma geliyor ama küçük yaşta sevdiği birini kaybedince insan, hep yıldızlara gittiğini düşünüyor onun. Ne fark eder gerçi saçma gelse de? Kocadım artık, hala pilot olmak istiyorum.” Cümleleri arasına ufak boşluklar koyuyordu nefes alabilmek için. “Ne diyordum? Hah, öğretmen oldum. Öğretmenlik kutsal iş. Böyle dediğime bakma. Ben veremedim hakkını işte. Neyse. Askere gittik geldik, evlendik sonrasında. İyi bir karım vardı. Aşk meşk hak getire ama evlilik hayatı güzeldi. Mutlu olduğum bir yer vardı en azından. Hiç çocuğumuz olmadı benim yüzümden; ama bir sürü evladım vardı senin gibi. Her sene yüzleri ve isimleri değişen bir sürü çocuk büyüttüm ömrüm boyunca.” Sustu birden yine. Birkaç dakika konuşmadı hiç. Yere sabitlediği bakışlarını kaldırdığında gözlerinin ıslandığını gördü genç kız. “Figen… Can şenliğim, hayat arkadaşım… Birkaç sene önce ellerimle gömdüm onu da. Annemden hemen sonra uçtu gitti. Herkes öldü bir ben ölemedim anlayacağın kızım. Hayat devam ediyor. Unutuyorsun. Unutmuyorsun da alışıyorsun kolun kanadın kırık yaşamaya.” Bir çay istedi vapurun ortasında dolanan genç çocuktan. Çay tabağının kenarındaki iki şekeri attı çayın içine. Yavaş yavaş karıştırdı çayını. Bir yudum aldıktan sonra sürdürdü konuşmasını. “Babam öldü, annem öldü, karım öldü. Çoluğum çocuğum yok. Bir ablam vardı o da evlendi, memleketin bir ucunda. Yalnızım anlayacağın. Kitap okurum, sigara içerim bol bol. Edebiyat öğretmeniyim ben bu arada. Edebiyatçının sigara içeni makbuldür. Hiç tüttürmeyen edebiyatçı olur muymuş?” Bir yudum daha aldı çayından. “Çay içerim bir de çokça. Yal-
nızlığa iyi gelir çay. Bir de rakı. İçin ısınsın istersen çay içersin, yansın istersen rakı.” Duraksadı birden. “Sen içme tabii. Ne sigara iç ne rakı evladım. Bizden geçti artık. Ölsek de bir kalsak da.” Sessiz bir anlaşma vardı sanki aralarında. Kız hiç konuşmuyor, adamsa hiç susmuyordu. Kız dinliyor, adam anlatıyordu. Adam gülümseyince kız da gülümsüyor, araya sessizlik girince ikisi de başlarını önüne eğiyordu. “ ‘Emeklisin madem ne halt etmeye çalışıyorsun?’ ” diye soracaksın bana şimdi.” diye atıldı birden adam. “İyi geliyorsunuz bana. Öğretmenlik değil, ama her sene değişen isimleriniz ve yüzlerinizle size eşlik etmek iyi geliyor insana. Hala pilot olabilirmiş gibi hissettiriyorsunuz mesela kızım.” Başını salladı kız. Gülümsedi tekrar. “Geçen Cuma, iki gün önce işte. Okuldan kaçtım. Atladım otobüsün tekine. Deniz kenarına bir yere gittim. Ne iyi geldi bir bilsen. Bıraksam her şeyi bağ bahçe mi yapsam diye düşünmedim değil. Ama o domatesleri yedirecek birini bulamayınca ne yapayım bağı bahçeyi? Değil mi?” Çayından son bir yudum alıp yanına bıraktı adam. Saatine baktı. “Orada daha yavaş geçiyordu zaman. Bak burada ağzım, yüzüm diyene kadar geçivermiş yirmi dakika.” Derin bir iç geçirdi. “Yalnız kaldık yalnız. Yapayalnız. Yalnızken ağlamaya bile korkuyor insan. Ağlamayı bırak ölmeye, hatta yaşamaya bile korkuyor; ama ne yaparsın? Devam edersin. Devam edelim biz de yaşamaya. Ne kadar ömür biçtiyse kader bakalım. Yukarıdaki bizimle ne zaman barışır, ne zaman konuşası gelir bilinmez. Belli olmuyor sağı solu.” dedi göbeğini hafifçe hoplatarak. Anons yapıldı; vapur, iskeleye yanaştı. Usulca kalktı genç kızın yanından adam. Çantasını aldı hafif hafif yürümeye başladı. Birden arkasını dönüp, “Sev evladım sev. Kendini sev, insanları sev ama en çok hayatı sev. Her şeyin kazası var şu ömürde, geçen zamanın kazası yok.” dedi. İçinde kalan tüm umut kırıntılarıyla kıza son bir kez gülümsedi ve gözden kayboldu. İstediği hiçbir şeyi yapamamış, hiçbir şeye kavuşamamıştı adam o yaşına kadar. Belki birçok insanın yaşadığı gibi bir hayat yaşamış ama mutsuzluğunun sebebini bir tek o kavrayabilmişti. İndi vapurdan. Kalabalığa karıştı yine. Kayda değer hiçbir şey olmamıştı adamın hayatında o zamana kadar. Hiçbir şey olmamıştı ve olmamaya da devam etmişti.
23
24
Åžiirler
Fotoğraf: İnsel Kanca
Bulunmayan birini buldum geçen sokakta. Adam bulunmamakta kararlı, ‘’Burada değilim, hiç burada değilim,’’ diye tutturmuş yürüyordu. Doğru söylediğinden emin olamadım ve merakıma yenilip önünü kesmeyi düşündüm. Kararsızlığım beni çılgına çevirmek üzereydi, sonbahar yaklaşıyordu. Bir yaprağı mı takip edecektim ağacından düşerken, yoksa güneşi mi arayacaktım dolunay karanlığında. Birinciyi tercih ettim ve koşarak adama yaklaştım, tam omuzuna dokunacaktım ki, biraz daha ivme kazanıp önüne çıktım. Gördüğüm şey bana ayı dolunayı, şafağı ve geceki karabasanı unutturdu: Yeşil bir hissizlik onu almış götürmüştü. Şimdi yerinde esen yel kim bilir kaçıncı yaprağı koparmıştı dalından? Şimdi, yukarıdan tarlaları ve onların çizgilerini görüyorsun. Bir ekiliyor, bir biçiliyor. Sonra dımdızlak… Üşüyorsun. Hasat. Görüyorsun değil mi, bütün kulübeleri ve onların çatılarını? Kat çıkıyorlar; zelzele oluyor, Sonra dümdüz… Eziliyorsun. Yıkım. Elbette seyrindesin gökdelenlerin yükselişinin -inşa edenler o yükseklikten görünmüyor lakinOnları oralara dikenler artık toprağın altında. Farkındasın değişimin. Seninle yürüyoruz bir patikada -ister samanyolunda ister gölgesinde çamlarınayağına bir şey takılıyor, sendeliyorsun bir an için ve bakıyoruz o çürümüş ağaç gövdesine ama bu sefer görmediğini biliyorum: Geçen tüm yüzyıllardan beri değişmeyen uyarısını kederin.
25
İthaf’a Yaklaşım I
26
kalem ucu yemekten vücudunda kandan çok kurşun dolaşanlar alerjisi olmana rağmen kedi dolu evlerde alternatif intihar metodu üretenler galatanın ara sokaklarında titreyenler, bıldırcın yumurtasından parayı kıranlar her akşam yediden yetmiş yediye herhangi bir kattan atlayanlar, çarpılanlar düzenli sevişenler ve bilinçli kaybedenler ve okur yazarlar ve biçer döverler ve çatıp çatlatanlar ve palas pandıras ve Kadıköy! ilk gördüğünde ben burada kaybolurum lan, diyenler kaynak yapanlar, sinyalciler, emek hırsızları, kitap hırsızları, zaman hırsızları… o çok sevdiği döküntü sokaklarda yıkıntı pozlar veren sorunlu veletler esanslı çuvalları bedenlerinden çekip atıp ruhlarına geçirenler beyinlerini -formaldehitte değil- asit kavanozlarda bekletenler yağ tulumu fikirlerini ve sıska sarsak parmaklarını başkalarına yöneltmekten dahi erinip tüm okları kendilerine çevirip neon tabela karnavalları gereğince ego tramplenlerinde sekip utanmadan, yediği tüm haltların dahi kusursuz olduğunu iddia edenler karanlığa bir nefes daha bırakanlar, nefsi müdafaada bir dünya markası olmaktan çok, -hangi- birliğini tamamlayamamış anakara parçalarını temsil edenler,
Alper Pek
çatı çatırtılarını katbekat arttıranlar, frekanslarla hiç sorunu olmayanlar, koşucular, yollular, koşuyolu müdavimleri, aşağı imza atmayı pek sevenler, uçurtmayı vurmayalım derken kuş vurmaya çıkanlar ve kiremit yemeyi karakter meselesi haline getirenler, boş beleş bira şişelerini beş nahoş kira klişelerine sunanlar, kafiye sapkınları, kafiye sapıkları, kafiye budalaları, kafiye müdavimleri, kafiye müptelaları, kafiyemanlar, kafiye satıcıları, kafiye bakıcıları, kafiye tutucuları, kafiye yobazları, kafiye varoşları, kafiye romanları, kafiye elitistleri, kafiye ve kaybolmadı işte! akvaryumdan balık yürütenler, çırpınanlar, çırpındıranlar, üzenler, yastığın altında nefessiz kalıp iktidarlarının sarsıntısını güçlendirenler, çarpıntılar, tıkırtılar ve bunu aşk melodisi sananlar, boğulmalar, oğul çalar, kasetçalar. düpedüz gidenler, köşe başlarında bulanlar, köşe taşlarında duranlar, köse kaşlarını yağlayanlar, yaşlananlar, aybaşlarına güzelleme yazan budalalar, mevsim geçişlerinde kafayı yiyenler, eylülden bu zamana kaos kaybını ayıbını örtmede kullananlar, kuklalar, sırıtırken kapananlar, yalan yılları, yılan yolları, patikalar, perukalar ve geceyarılarında durmaksızın sevişmek yerine adaptörlerin önünde bale yapanlar, uyduruk lambalarla bezenmiş paspal noel ağaçlarına dönüşenler, dönüşemeyenler ve hamamböceklerine… fraktallardan indiğinde, affedersin burası kaçıncı boyut.
27
Bahtiyar
28
Cansu Sena
Dünya tersine dönüyor denildiği anda, Zamanın kum saati gibi yukarı aktığını sanmam yanılgısı. Çimlere oturduğumda; bağdaş kurmanın verdiği cesaret bu. Büyük cümleler içindeki küçük harflerin yalnızlığı. Bilinmeyen sancılar çekmecesi gibi bir şey bu. Gönlümün bir küçük anarşistliği ve kelepçeli elleri. Kollarımda pek görülmeyen yaraların, Yerini ezbere bilme stabilliği bu. Kendimi nereye sakladığımı bilmiyorum. Neden kapattım bilmiyorum ki Zaten bu tuğlalar içten bizi, dıştan yine bizi yıkar. Yani sorup dursam kendime; arada birkaçını deşip bir pencere açabilir misin, diye? Bilmiyorum ki bilmemek bu. Ama yine de sana bütün bu kozmik olayların fiziki açıklamasını yapma isteği, Fazla hayal kurmam ve onları sabah matinesinde oynatmam, Yine de en yakın yükseklikten atlayıp yaşama düşüncesi Ve bunun da fiziki açıklaması, Hayat teoremleri, ispatlı duygular çuvalı… Bu biraz da hissedilebilen şeylerin tanısı ya da sanrısı. Bilmiyorum ki bilmemek bu. Ama biraz da Ankesörlü telefondan arayıp da: “Seni yalnız bir değil birçok kez biriktirmek istiyorum.” deme hevesi. Küçük bir kısım da: Cam kenarında hayal ettiğim yaşlı bi’ adamın profili. Babasından kalan piposuyla; borç hesaplamaları, su faturaları, bilumum artan kirası. Adı bahtiyar olsun derim ben ve o sıra kendini yangın merdivenlerinden sallandırmaya gider. İsminin verdiği tezatlıkla: “Bak sen şu işe” derim ben, “iyi adamdı” Çünkü hiç var olmamıştı.
Öldüremediğim Erkekler
Betül Aydın
galiba yeni bir şey oluyorsun sen betül, kozasını kemirerek kemik atarak köpeğe. köşe başında başın dönüyor, sonra hemen dönüyorsun inine, mağara serinliğinde seslene seslene; -alper’den yirmi lira borç aldım.bunu can’a uzattım can yemedi, sakalına uzattım sakalı yedi. ruh bir kadın şuh bir kadına geçerken işte tereddüt ederse aklına neler geleceğini biliyor olun ne olur; artık büyütmüyor yere çakılan narasını. hemen üstünden atlıyor ipin. ip boğazına ilmek ayakları çarçabuk toparlanıyor, dıştan içe doğru uzuyor tırnakları. biraz daha bekliyor kendi ensesinde. lakırdıysa lakırdı ne yani ebegümeçleri. can’ın tabakası benim çivi bir adamım, onun bileği benim iki çay kaşığı gözüm, burada tökezliyor işte sözüm. eşya’dan öteye gidemeyen kayığı, resmine sürüyorum kahverengi haneler çiziyorum; su içmeler tükürmeler artan tuzu. en canından katil süsü veriyorum elmacıklarıma, öyle belirgin oluyorlar bıçak uçlarında. bacak uçlarında sonra dizin konan başla bükülüşü kendine gelişi. kendinden gidişi gibi bitmeyen cümleler, eksiltili bir aşk arabası... öldür gözündeki tabancayı, yine sonra kalk bana de; bakanım. bakarsın bak, bak bana. bana bak ellerim iki ayrılık iki birleşik kelime; cangözümde.
29
Dokuztat Kayra Uzuntaş
30
Telaffuzu imkansız bir cümle gibisin. Çincesin belki biraz bana. Kafamdaki teorilerden hangisi yakışıyor sana? Bilmiyorum. Bilemiyor olmaktan infilak ediyor zihnim. İçimdeki gitme isteği akıyor damarlarımda kan yerine. Merdivenlerden iniyor kalbim koşarak. Saniyelere ihtiyacımız olacak. Tut onları. Jamaika, Jamaika ! Hadi dans et benimle.
31
Babaannemin Ev Yapımı Yoğurdu Kapitalizmi Nasıl Yenecek?
B
32
elki de ben şanslı bir kesimin son halkasıyım. Benden sonrakiler benim büyüdüğüm şekilde büyüyemeyecek, benim gördüğüm gerçeği göremeyecekler. Ben köy yüzü görmüş bir çocuktum. Önce, babaannemle köyün girişindeki mezarlığa uğrar, çiçekleri sulardık, babaannemin duasını bitirmesini beklerken mezarlıkta gezinirdim, çiçeklere taşlara dokunurdum. Beni küçükken köyde köpekler kovaladığı için ağaca çıkıp saatlerce korkudan inemediğim oldu. Kazlar da kovalamıştı. Çeşmeden su taşıyayım derken kayıp düşmüştüm. Kiraz bahçesine gittiğimizde o kadar çok kiraz yemiştim ki ağaç tepesinde, karnım ağrımıştı. Şu sıralar köy, doğa güzellemelerini herkes yapıyor. Sosyal medyaya katılan her emekli amca teyze, bahçesindeki çiçeğin böceğin resmini koyuyor. Nedir yani? Gerçekten, doğayla ilgili bu kadar yüceltilmesi, kutsanması gereken şey ne? İşte ben de senelerce böyle düşündüm. Büyüdükten ve köyle ilgili anılarım silinip gittikten sonra, babaannemin inek beslemesinden, doğduğum yerden utanır olmuştum. Zaten anneannemlerin bir
Kardelen Berfin Kobyaoğlu
sürü meyve ağacı ve çiçek yetiştirdiği evini de birileri satın almış yerine apartman yapmıştı. Babaannemin evde kendi yoğurdunu yaptığı zamanları çok iyi hatırlıyorum. Onun yaptığını beğenmez gider marketten yoğurt alırdık. Babaannem de “Tabii sizin aldığınız yoğurt ekşi olmaz! Onların içine ekşimemesi için neler neler katıyorlar!” derdi. Bunu evde ilk kez kendi yoğurdumu yapmaya giriştiğimde hatırladım. Balkonumdaysa babaannemin bahçesinden aldığım ortanca fidesi büyüyor. Doğayı unuttuğumuzda, bu dünyaya ne için geldiğimizi anlayamaz hale geliriz. Yaşamın anlamına dair bir kadim bilgi varsa eğer, buna bir tek Dünya’nın söylediklerine kulak verilerek erişilebilir. Dünya bize yıllardır aynı şeyi söylüyor aslında “Yaşadığın hayat, olması gereken değil. Artık senin yaşamanı mümkün kılan şartları sana vermekte zorlanıyorum çünkü çok fazla şey istiyorsun!” Peki bunu niye duyamaz olduk? Neden köyde yetişen ben bile köyü küçük görür olmuştum? Neden büyük şehirlerde yaşamak, başarılı olmak, çok para kazanmak, babaannemin yaşayış şeklinden daha üstün görülüyordu?
Tam da bu soruları sorduğum sırada Gezi patlak verdi. Recep Tayyip Erdoğan’a, baskıcı rejime ciddi biçimde ilk karşı çıkanın ekolojik hareket olması tesadüf müydü? 1850’li yılların sonunda, havadaki karbondioksit miktarının artmasının atmosferde ısınmaya yol açacağına, bunun da canlıların yaşamasını mümkün kılan şartları yok edeceğine dikkat çekilmeye başlanmıştı. Bu ses ancak 1950’li yıllarda duyulur oldu. Peki, aradaki 100 senede neden bir sessizlik oldu? O arada insanlık Sanayi Devrimi’ni tüm hızıyla yaşamayı deneyimliyordu. 1861’de ilk petrol rafinerisi kuruldu, 1885’te benzinle çalışan ilk otomobil üretildi, 1908’de çamaşır makinesi, 1926’daysa ilk televizyon icat edildi. Nur topu gibi bir New World Order’ımız oldu. 1990’lara geldiğimizde, Amerikan televizyonları “NASA bugün küresel ısınmanın gerçek olduğunu onayladı.” gibi haberler yapmaya başladı. Hâlbuki bu gerçek, 1800’lü yıllarda zaten ortaya konmuştu. 90’lı yıllarla beraber devlet erkleri sanki bu konularla çok ilgililermiş, bir şey yapmaya gerçekten de niyetlilermiş gibi Birleşmiş Milletler’in şemsiyesi altında bolca zirve düzenlediler, gittiler geldiler. Ancak bugün, 2015 senesine geldiğimizde devletleri resmi olarak daha az karbondioksit salınımı yapmaya iten hiçbir antlaşma yok. Amerika, Çin’den sonra en fazla karbondioksit salı-
nımı yapan ülke olmasına rağmen, henüz Kyoto’yu bile imzalamamış durumda. Aralık 2015’te Paris’te Birleşmiş Milletler’in düzenleyeceği konferansla bir araya gelecek ülkelerin bağlayıcı anlaşmalara tabi tutulması bekleniyor. Avrupa’da Almanya güneş enerjisine geçişte radikal adımlar attı, Fransa’daysa yeni yapılan çatılarda ya yeşil bitki yetiştirilmesi ya da güneş enerjisi panelleri kullanılması şartı getirildi. Fransa ayrıca marketlere satılmayan gıdaları çöpe atmayı yasakladı. Peki, dünya biraz da zoraki bir biçimde uyanışa geçmişken, Türkiye’de ne oluyor? Neden Özal’ın başlattığı “karayolları devrimi” bugün memleketimin en kuytudaki yaylalarına bile elini atmış durumda? Çünkü biz Sanayi Devrimi’ni geç yaşamış bir milletiz. Dolayısıyla bize geç gelen televizyonun, çamaşır makinesinin, hazır yoğurdun, arabanın, telefonun “bir halt” olduğunu düşünmeye devam ediyoruz. Henüz daha “gelişmekte olan” ülke olmaktan çıkıp “muasır medeniyetler” mertebesine erişmemişiz, destur! O yüzdendir işte bu “Birkaç ağaç için...” muhabbeti, “Turizm gelişecek turizm!” muhabbeti. Daha da devam eder. Devam etmesi için de kullandığı tek bir şey vardır aslında. Hayır! Petrol, kömür falan değil. Bugün kullandığımız birçok doğal kaynağın önümüzdeki 100 yıl içinde tükeneceğinin tahmin edildiğini unutma-
33
34
yalım. Ama tükenmeyecek tek bir şey var: insanın utancı, sevilmeme ve eksiklik korkusu. Eğer bu utanç ve korkuların sesini yeterince yükseltirseniz, insan yeryüzünün ona söylediklerini duyamaz. İnsan fakir gözükmekten korkar, çirkin gözükmekten korkar, saçma gözükmekten korkar. Yaptığımız her seçim de bundan ibarettir aslında: “olmak” ve “gözükmek” arasındaki seçim… Genellikle nasıl gözükeceğimizden çok korktuğumuz için, “olmak”la ilgili her şeyi bir kenara bırakırız. Kabul edildiği şekilde giyinir, kabul gören eşyalara sahip olmaya çalışır, toplumumuzun bize izin verdiği kadar da fikrimizi belirtiriz. Hatta çoğu zaman belirtmeyiz bile, “Aman nasıl gözükürüm!” endişesiyle. Erdemli olmayı ve Dünya’yı kurtaracak şekilde yaşamayı bütün bunlara feda ederiz. Sistem bunu düşünmemizi istemez, sistem her zaman kim olduğumuzdan çok nasıl gözüktüğümüze odaklamak ister bizi. Bunun için de önümüze bazı rol modeller koyar ve “Bakın, olması gereken budur.” der. Hâlbuki o zamana kadar olduğumuz halimizden de şikâyetçi değildik. Instagram, çok yakın bir tarihe kadar emziren annelerin fotoğraflarını kaldırıyordu. Rupi Kaur, Instagram’a tamamıyla giyinik ama pijamasında adet kanının olduğu bir kadın fotoğrafı koyunca, Instagram onu da kaldırdı. Tombul bir kadın, bikinili fotoğrafını ko-
yunca Instagram onu da kaldırdı. Bunları sorun edinmiş bir sosyal medya aracı, Kim Kardashian’ın çırılçıplak vücudunu neden sorun etmez? Rupi Kaur’un fotoğrafının kaldırılmasıyla ilgili söylediklerini hatırlayalım: “Her ay, insanlığın varoluşunu devam ettirmek için kanarım. Birçok medeniyette adet kanı kutsal sayılır. Ama bizim toplumumuzda insanlar adet kanını lanetlerken, kadının vücudunun pornografikleştirilmesiyle, küçük görülmesiyle ilgili hiçbir sıkıntı yaşamazlar. Sanki adet olmak, nefes almak kadar doğal bir süreç değilmiş gibi.” İşte sorun tam da bu aslında. Doğa’nın bize söylediklerinin sesini kısmak demek, doğal olan her şeyin de sesinin kısılması demek. Bu dünya, insanoğlunun tüketmesi ve tahakküm altına alması için yaratılmadı. Eğer öyle olsaydı bile yine de amacına ulaşmamış olacaktı. Çünkü bu dünya insanoğlunun değil, insanlığın sadece minicik bir parçasını oluşturan zengin, beyaz tenli, Batılı ve erkek cinsiyetindeki kitlenin tükettiği bir gezegen. Çoğunluk onlar değil. Ama onların yaptıklarının acısını onlar dışındaki bütün çoğunluk çekmekte. Peki ya bizim rol modellerimiz değişseydi ne olurdu? Bir anda milyonlarca kadın adet kanı bulaşmış kıyafetleriyle fotoğraflarını paylaşsalardı sosyal medyada? Bir anda bütün o yapay idealler-
den sıyrılıp olduğumuz insan olmaya ve öyle gözükmekten de korkmamaya karar verseydik? Ya sadece tek bir çift ayakkabımız, iki üç parça kıyafetimiz olsaydı? Ya alışveriş merkezlerine gitmeyi bırakıp parklarda piknikler yapmaya başlasaydık? Ya farklı olduğu sebep gösterilerek ezilenlerin yanında olsaydık? Ya etrafımızdaki insanlar bizim sosyo-ekonomik düzeyimizdeki korunaklı alanımızdan seçilmişler değil de gerçekten bütün insanlıktan oluşsaydı? Ya köylüye, parası olmadığı halde kendi kendine yetebilene “cahil” demeseydik, ya biz de kendi gıdamızı yetiştirip paraya tamah etmeseydik? Sistem bunların gerçekleşmemesi için bu kadar uğraşıyorsa ve korkuyorsa, çözüm o kadar burada yatıyor demektir. Nasıl bir bilinç değişimi olurdu düşünsenize! İnsan kendini her şeyiyle kabul edip sevdiği zaman, kendi doğasıyla barışmış demektir. Belki o zaman diğer insanlarla da barışabilir. Bunun diğer adımıysa Doğa’yla barışmak demektir. Yani diyorum ki Babaannem’in ev yapımı yoğurdu kapitalizmi yenecek tek şey olabilir. Ben de şimdi o yoğurttan yapıyor ve size armağan ediyorum. Siz de o yoğurdu alıp bir başkasına veriyorsunuz daha güzel. O bir başkası yok mu yanındakine veriyor. Derken yoğurt elden ele...
35
The Big Blue (1988): Yukarı Çıkmak İçin İyi Bir Sebep “Deniz dünyadaki bütün lekeyi ve acıyı temizler.” Euripides
Besna Ağın
“Çünkü sevdikçe beni sen, kendini tanıdın.” Edip Cansever
J 36
ohanna, Jacques’a dalmanın nasıl bir duygu olduğunu sorduğunda Jacques, kaymadan düşmek gibi hissettirdiğini söyler. “En zoru da dipte olmak; çünkü yukarı çıkmak için iyi bir sebebe ihtiyacın var ve ben bunu bulmakta zorlanıyorum.” New York’ta bir sigorta şirketinde çalışan, aşkı için kendini kovdurup, Yunanistan’a, Jacques’ın yanına gelen Johanna şöyle der: “Derdimiz aynıymış. Çünkü ben de senin yanında kalmak için bir neden bulmakta zorlanıyorum.” Özgürlük nedir? Deniz midir özgürlük, cinsiyetlerin midir? Kendine yeter mi? Derinlik Sarhoşluğu, özgürlüğün, denizin, aşkın bir arada nasıl barınıp birbirini nasıl yıkabileceği ve yeniden doğurabileceğini anlatan, bütün duyuları aynı anda uyarmayı başaran bir başyapıt. Peru’dayken, Johanna ilk görüşte âşık olur Jacques’a; onun ruhunu kendi içinde hisseder. Jacques’ın ne kadar derine dalabileceğinin ölçüldüğü bir deney sonrası eline geçen kalp atışlarının olduğu kâğıtları alıp New York’taki evine götürür. Ne yapıp edip geri dönücek, sevdiği adamı bulacaktır; daha önce böyle birini tanımamıştır. New York’un korkunç kaosu ile şehrin bulanıklığı onu büyüden, aşktan ve gerçek anlamda yaşamaktan alıkoymuş olsa da Jacques’ın yunusları andıran gülümsemesi aklından çıkmaz. Adeta yeniden doğmuş gibi kendini Sicilya’da bulur. Aşk mıdır Johanna’yı Sicilya’ya sürükleyen? Yoksa büyük şehirlerdeki -kimimizin alışık olduğu- değersizlik ve boğulma hissinden kaçıp denize ulaşma, özgürlüğe ve kendimize yol alma isteği mi? Şair doğru söylüyor; sevdikçe kendimizi daha iyi tanıdık. Bu genç, ‘dünyanın merkezinde’ yaşayan sigortacı kadın, kaybettiği kendisini Jacques’da bulacağına inandı içten içe; Jacques’ın kendisini hiçbir zaman bulamadığını ve o arayışta olmadığını hesaplayamadan.
Ve bir erkekten çok bir yunustur Jacques. Onlar kadar duyarlı, zekidir aynı zamanda. Belki de Johanna’yı Jacques’a tutkuyla âşık eden, bir erkeğin en saf, en güzel halini görmüş olmasıdır. İnsanın en güzel, en anlamlı olduğu anlardan biri de yaptığı işe her şeyden soyutlanarak konsantre olduğu halidir çoğu zaman. Geride kalanlar silikleşir, yanında duran sevgili, seninle konuşan insanlar, uçuşan martılar… İki adamın, denizi kadınlardan bile çok sevişine, denize hayatın kendisinden bile daha çok değer verişlerine tanık oluruz. Her ne kadar verdikleri değerin anlamı farklı olsa da denizin de hayatın bir parçası olduğunu fark etmemeleri, kadınla, denizle, hayatla ve aşkla bir bütünlük yaratmayı unutmuş olmaları Enzo’nun ölümüne, Jacques’ın da mental anlamda derinlik sarhoşluğunda boğulmasına yol açar. Yönetmenin de filmin sonunu Jacques’ı yunuslarla kavuşturup, az önce hamile olduğunu öğrendiği Johanna’yı yukarıda bıraktırmasının sebebi budur adeta. Âşık olduğu kadın ve doğacak çocuğu yukarı çıkmak için yeterince iyi sebepler midir? Bu sorunun cevabı da seyirciye bırakılır. Johanna, Jacques’ı kazanmaya çalışır, kendisini dinlemesi için (!) denize atladığında ondan beklentilerini söyler: birlikte bir hayat, araba, ev, bebekler… Bir hayat kurmak ister, birlikte yaşlanacakları uzun bir hayat. Jacques ise öylesine özgürdür ki, her şeyden kopuk ama evrenin merkezine bir o kadar da yakındır. Johanna’ya âşıktır fakat ne kadar özgür olabilir ki bir kadın ve erkeğin aşkı, denize duyulan sevdanın yanında? Filmdeki Enzo Molinari karakteri, Jacques’ın tam tersi bir portre çizer. Günümüz insanının başarıyı kazanmakla eşdeğer görmesi ve kendine özgürlük yanılsaması içinde bir kısır döngü yaratması, Enzo’nun deniz ile dalmak arasında kurduğu ilişkiye benzer. Jacques, Enzo için hem hayran olduğu kadim bir dost, hem de dünya şampiyonu olmakla arasındaki tek engeldir. Bilinçaltı Enzo’yu kandırmayı başarır ve asıl kazancın dostluk olduğunu göremez. Kazanmak kelimesine yüklenen yanlış anlamlar onu da ele geçirir. Enzo ise bu hırsını canıyla öder. Enzo’yu denizin almış olmasına anlam veremez Jacques ve gecenin bir yarısı dalmak için hazırlanır. Soğuk, karanlık bir akşamdır ve Enzo’nun ölümünden henüz birkaç saat geçmiştir. Jacques’ın bu saatler içerisinde odasında gördüğü rüya ise filmin en etkili sahnelerinden biri. Tavandan deniz dolmaya başlar odanın içine, deniz ters dönmüştür sanki. Gök deniz olmuştur, varoluş da denize hapsedilmiştir. Jacques ile deniz ilişkisini en yoğun hissettiğimiz andır, birbirlerinin iliklerine işlemiş iki su. Johanna peşinden gider Jacques’ın, onu durdurmaya çalışır.
37
38
Jacques: —Gidip görmeliyim. —Neyi göreceksin? Görülecek bir şey yok! Orası kapkaranlık. Soğuk. Yapayalnız olacaksın. Bense buradayım. Gerçek olan benim! Yaşayan benim. Johanna ağlamaya başlar. Jacques tepkisizdir. —Seni seviyorum Jacques. Hamileyim. Beni duydun mu? Jacques dalış için hazırdır. Kafasını sallar, sevdiği kadının elini tutar. Johanna anlamıştır, onu bırakmaktan başka şansı yoktur. Sevdiği adamı yalnızca özgür bırakırsa, o yine sevdiği adam olarak kalacaktır. —Git. Git ve gör aşkım. Luc Besson balıkgözü lensleriyle, canlı-mavi renklerle ve Akdeniz pırıltısıyla bizi sürekli filme davet eder. Jacques ve Enzo gibi paletlerimizi ıslatırken, kendimizi dalmaya hazır hissetmeye başlarız. Besson, filmi yaparken uzun süre ara vermek zorunda kalmış çünkü tıkanmış. Filmdeki Jacques’a esin kaynağı olan gerçek Jacques Mayol, Besson’u birlikte dalmaya ikna etmiş. Ancak bundan sonra ne anlatmak istediğimi buldum, diyor Besson. “Anlatmak değil, hissettirmek istiyorum, denizin uçsuz bucaksızlığını ve gerçekliğini.” Eric Serra’nın harika film müziklerini de unutmamak gerek. Besson, Leon ve Angela filmlerindeki müzik zevkini burada da konuşturmuş. Filmle böylesine bütünleşen, müziği her dinlediğinizde kendinizi okyanusun derinliklerinde ya da Sicilya’da, mükemmel güneşin altında yunuslar ve Jacques’la hissettirmek ustaca bir aklın yapabileceği iş. Yunanistan, 1965… Küçük bir Fransız çocuk, Jacques, Yunanistan’ın deniz kokulu büyülü sokaklarında koşturur, arkadaşları denizde parlak bir şey gördüklerini söylediklerinde bir yunus görmeyi bekleyen ve heyecandan ağzı kalbinde atan Jacques denize koşar; sanki biraz daha hızlanmazsa deniz ondan kaçacakmışçasına. Oysa su hiç kaçmaz, hep Jacques’la kalır. Sicilya’da, Yunanistan’da, Peru’da ve rüyalarında… Aynı anda bunca saf, masum ve özgür olabilirmiş bir insan. Belki de sadece Jacques böyle olabilir. Çünkü Enzo’nun dediği gibi: “O bir insan değil, farklı bir dünyadan.” Ve belki de gerçekten dünyada Sicilya’dan daha güzel bir yer yoktur.
The Newsroom (2012): Don Kişot Sendromu
Engin Onuk
Don Kişot, okuduğu şövalye hikayelerinden sonra dünyayı değiştirmek üzere galeyana gelip şizofrenik bir şekilde kendini şövalye ilan eden bir karakterin öyküsüydü. Benzer bir şekilde, The Newsroom’un yaratıcısı Aaron Sorkin Don Kişot sendromundan muzdarip gibi gözüküyor. Don Kişot benzetmesi Charlie Skinner, Will McAvoy, MacKenzie McHale başta olmak üzere bütün ACN ailesini kapsarken geniş ölçekte Amerikan kimliğini temsil ediyor. Neyin ahlaki olarak doğru olduğunu öngören, neyin haber değeri taşıyıp taşımadığına en doğru şekilde karar verebilen, her şeyin en iyisini mutlak surette bilen bir Amerikan kimliğinden bahsediyoruz. Hatalara ve zorluklara rağmen, her şeyin üstesinden olabilecek en iyi şekilde gelebilen bir yapılanmaya sahip ACN kadrosu. Yarattığı karakterlerden çok kendisinin Don Kişot’luğa soyunduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz Aaron Sorkin’in, karakterler bunun bir yansıması sadece. Sorkin’in yarattığı The Newsroom baş karakterlerinin tamamı kendilerine biçilen yüce misyonla tanımlanıyor. Bu misyonu kavramak çok da zor değil: ABD’yi tekrar eskisi gibi dünyanın en iyi ülkesi haline getirmek. Eski “mükemmel” ABD’nın tekrar yaratılmasının medya ayağı olarak News Night’a bel bağlanıyor. Elitizimle yoğurulmuş, başka insanlara medeniyet öğretmeyi kendine görev bilen, başını Will McAvoy ve MacKenzie McHale’in çektiği kendini beğenmiş karakterler izliyoruz Newsroom’da. Magazinel herhangi bir anlam taşıma ihtimali bulunan bir olay (tecavüz haberi dahil) The Newsroom dünyasında tam anlamıyla bir tabu, çöp ya da tehlikeli haber kategorisine atılıyorlar hemen. İnternete ve getirdiği yeniliklere çok büyük bir şüpheyle yaklaşılıyor. Occupy Wall Street hareketi canlı yayında aşağılanıyor. Siyasi olmayan, kamuoyunda yeterince önem arz etmeyen ve gerçeklere dayanmayan (önem ve gerçeklik derecesine karar verenler tabii ki baş karakterler) hiçbir olay The Newsroom’da haber değeri taşımıyor. Aaron Sorkin, medyanın dışından biri olarak medyaya işini öğretmeye sofistike bir senaryo örgüsü içinde, basite indirgenmiş karakterlerle birlikte kalkışıyor.
39
40
The Newsroom eskiye olan özlemin bir dışa vurumu olarak özetlenebilir. Tamamen hayal ürünü, idealize edilmiş bir eski ABD özlemi diziye baştan sona yön veriyor. ABD’nin eskiden daha iyi bir durumda olduğu, günümüzde yozlaşmaya yüz tuttuğu varsayımı gülünç olmaktan öteye geçemiyor. Tüm dış politika rezilliklerinin medya yardımıyla yapıldığı, siyahilerin temel haklarını kölelik kalktıktan sonra bile 1960’ların ortalarına kadar kazanamadığı bir politik düzende geçmişe duyulan özlemi anlamak epey zor. Aslına bakarsanız, ABD, iç politikada eşcinsel evliliğin eyalet düzeyinde yasallaşması, kadın haklarının ilerlemesi, siyahilerin temel hak kazanımları gibi konularda insan hakları açısından geçmişe nazaran çok daha elle tutulur bir yerde. Dış politikaya bakmak çok gerekli değil sanırım, anti-komünist müdaheleciliğin yerini anti-terörist müdahelecilik almış durumda. Hangi geçmiş özleniyor o zaman? Charlie Skinner ve MacKenzie MacHale’in News Night’ı yeniden tasarlamadan önce üzerinde anlaştığı önemli bir kural var: rating kaygısı olmadan, kitle yayıncılığı yapmadan, sadece gazetecilik için gazetecilik yapmak. Ancak, 2 yaşındaki bebeğini öldürmekle suçlanan Casey Anthony’nin davasını gündemine almamasından dolayı News Night’ın rating’lerinin düşmesiyle patron Reese Lansing’in News Night yöneticilerini azarlaması şaşırtıcı bir şekilde sonuç veriyor. Skinner sözünü tutamıyor ve rating’lerin haber içeriğini belirlemesine hoyratça izin veriyor, Casey Anthony News Night gündemine alınıyor. Daha sonra, Will McAvoy sunduğu haber programında Tea Party hareketine Amerikan Taliban’ı demesi çok tepki topladığından dolayı patron Charlie Skinner, yola çıktığı misyondan yine saparak Will’i 9/11 yıl dönümünde 1 kereliğine sunuculuktan alıyor ve yerine Elliot ile Sloan’u getiriyor. Will’in tavrı ve retoriği de buna bağlı olarak değişiyor. Eskisi gibi korkusuz ve girişken davranmayı bırakıyor, konuklara zorlayıcı sorular sormayı kesiyor; daha ılımlı bir üslup benimsiyor. Kısacası 3 sezon boyunca rating kaygısının, patron tarafından editoryal müdahalelerin News Night’ı yönlendirdiğini defalarca görüyoruz. Edinilen misyon o kadar idealist ve hayalperest bir konumda ki, Aaron Sorkin yarattığı bu hayali dünyada bile işin içinden çıkmayı becerememiş. Medya ve politikaya yeni bir bakış açısı getirme kaygısı diziye hakimken yeni ve daha önce düşünülmemiş hiçbir şey işlenmiyor. Mevcut siyasi gündemdeki demokrat, cumhuriyetçi kavgasına bariz bir şekilde demokratların bakış açısından yaklaşılıyor. Will McAvoy eski bir cumhuriyetçi olarak, Cumhuriyetçileri ve muhafazakar Tea Party hareketinin önde gelen isimlerini onları küçük düşürüp aşağılamak adına programına konuk ediyor. Tarafsızlık adına Obama hükümetini silah kontrolünü
sağlamamakla eleştirirken asıl hedef önde gelen cumhuriyetçi politikacı ve gazetecelerin Obama’nın halkın elinden silah taşıma hakkını alma planı olduğu iddiasını çürütmekten ibaret. Ortada tarafsızlık yine yok, bunlar 150 yıla dayanan iki partili Amerikan politik sistemi içinde sıkışıp kalmış geleneksel retoriği devam ettirmekten başka hiçbir işlev görmüyor. Dizide ilgi çekici ve önemli bir ayrıntı var: Tek bir sevişme sahnesi bile yok. Duygusal ilişkilerin çok seviyeli bir şekilde işlenmesine özellikle dikkat edilmiş. Sadece işten ibaret bir hayat portresi var. Will’in MacKenzie ile, Don’ın Sloan ile, Jim’in de Maggie ile ilişkisine tanık oluyoruz ama bu kesinlikle işin önüne geçmiyor. Kadının toplumdaki rolünün çok sınırlı ve yüzeysel olduğu bir dünyası var Sorkin’in anlaşılan. Dizideki önemli detaylardan biri de bu. Casusluk yasasından tutuklanan MacKenzie McHale değil, Will McAvoy oluyor. Zaten risk alıp kahramanlığa soyunan her seferinde nedense Will McAvoy oluyor. Medyatik olan Will; MacKenzie McHale, işin çoğunu yapmasına rağmen hiçbir zaman kamuoyu önünde görünür değil. Kadınlar sadece güzellikleriyle göz önünde olabiliyorlar, mankenlik yarışmasından çıkmışa benzeyen, ekonomi haberleri sunuculuğu yapan Sloan gibi. Genelde ACN kadrosunda gördüğümüz kadarıyla taşın altına elini koyan güçlü karakterler hep erkek: Will, Don, Neal, Jim ve Charlie. The Newsroom, sürükleyici bir dizi; hele bir de Amerikan politikası, medya gibi konular ilginizi çekiyorsa keyifle izlenecektir. Fakat propagandist yanı çok ağır basıyor, Amerikan istisnacılığı (American exceptionalism) dizinin iliklerine kadar işlemiş. Bunu müzikleri saymazsak çok göstere göstere yapmıyor, hatta izleyici olarak, karakterlerin verdiği kararlara, senaryonun gelişimine karşı çıkamayacak kadar düşünülerek tasarlanmış; ama dizinin izlediği stratejinin farkında olmak, tetikte beklemek gerekiyor. Ne de olsa günün sonunda Amerikalılar günü yine kurtarır.
41
Züğürt Ağa Üzerine Bir Analiz Hasan Berk Akkoç
42
Züğürt Ağa filmi, 12 Eylül askeri darbesinden beş, ANAP hükumetinin kurulmasından iki sene sonra 1985 yılında çekilmiştir. Eser -ve seksen sonrası Yavuz Turgul sineması- bu iki kritik kırılma noktası bağlamında incelenirse görülecektir ki darbe ve Özalcı neo-liberal politikaların yarattığı atmosfer, onun temel belirleyenidir. Basitçe dile getirilirse: 1. Askeri darbe yönetiminin esas amacı; kerameti kendinden menkul “resmi ideolojiye” uymayan her tür düşüncenin kökünün kazılmasıydı. Tüm ülke vatandaşları -özellikle politize olanlar-yola getirilmesi gereken azılı suçlular gibi görülüyor, “sakıncalı” kişiler cezaevi ve mahkemeler aracılığıyla disipline ediliyordu. Şiddetle icra edilen bu arzu, Türkiye entelenjiyası üzerinde de derin bir travma yaratmıştır. 2. Bir dünya ekonomik trendi olarak neo-liberalizm rüzgârına kapılan Türkiye, 24 Ocak Kararları’yla uluslararası sermayeye daha önce görülmemiş ölçüde eklemlenmiştir. Serbest piyasa düsturunun baş tacı edildiği bu dönemde bireycilik yüceltilmiş, gelir paylaşımındaki adaletsizlik sermaye sahibi sınıf lehine genişlemiş, Hobbes’çu anlamıyla kendinin kurdu olan “insan” büyükşehir kaldırımlarında boy göstermeye başlamıştır. Kısa yoldan zengin olma hayalinin kitleleri büyülediği bu period, “işini bilen” memurların, toprak rantı ve gecekondu mafyasının ama özellikle arabesk kültürün tüm ülkeye yayıldığı sancılı bir zaman dilimidir. Turgul sinemasının seksen önceki kodları incelendiğinde, sanatçının gelecekte şekillendireceği temaların işaretleri rahatlıkla görülür. Sultan (1978) ya da Banker Bilo (1979) gibi metinlerde görülen toplumsal değişim ve bireyin bu değişim karşısındaki konumu (1) teması, darbe sonrası yukarıda bahsedilen iki şiddetli dönüşümün de etkisiyle Züğürt Ağa (1985) Muhsin Bey (1986) ve Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni (1990) filmlerinde olgunlaşarak arada kalmış öteki adamların hikâyelerine zemin oluşturur. Zira Turgul, Züğürt Ağa’da köyünü -Haraptar- satarak kente tutunmaya çalışan bir feodalite kalıntısını, Muhsin Bey’de eski günleri özlemle anan Merkez’de yaşayan bir müzik yapımcısıyla, Çevre’den Merkez’e
gelerek onu “fethetmek” isteyen İbrahim Tatlısesvari bir arabesk müzik yorumcusunun ilişkisini, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’nde de çektiği sabun köpüğü filmler kar etmeyen bir yönetmenin yeni düzene ayak uydurmak için toplumsal sorunlara dokunan bir film yapma mücadelesini konu edinir. “Niçin Hiçbir Şey Eskisi Gibi Değil?” Züğürt Ağa filmi yukarıda bahsi geçen çevre-merkez ikiliği üzerinden okunursa kendine özgü bir kültürün taşıyıcısı olan Ağa’nın, artık kendine yaşam alanı bulamadığı için Merkez’e göçüşü görülür. Doğrudan Dönemin Ruhu’yla (Zeitgeist) bağlantılı olan durum, esasında Merkez’in oyunun kurallarını değiştirişinden -24 Ocak Kararları’yla başlayan süreç- ve yeni bir oyuna dâhil oluşundan -Neo-liberal ekonomi- kaynaklanmaktadır. Filmde Ağa’nın köyünü kötü iklim şartları ve marabalarının ihaneti yüzünden satıp terk ettiği görülmektedir fakat bu sadece dramatik bir hiledir. Anlatılan hikâye esasında sarsılmış Türkiye tarihinin bir dışavurumudur. Şartlar, Çevre’yi öylesine aşındırmıştır ki göç, köy toplumsal formasyonunun en güçlü kişilerini de içine alacak şekilde büyümüştür! Marabalarla birlikte Ağa’lar da göçmektedir… Çevre’nin Merkezi, yaşadığı yeri terk ederek Merkez’in Çevresi’ne (büyükşehir gettosu) eklemlenmeye çalışmaktadır. Yani alt metinde vurgulanan nokta; tarihsel olarak geri kalmış, ama hala yaşama şansı bulan, bir örgütlenmenin neo-liberal sistem tarafından çözülmesidir. Bilinmesi gerekir ki neo-liberal politikaların tarımsal desteği ortadan kaldırma eğiliminde olması kırsal yoksulluğu kaçınılmaz hale getirmiştir. Kırdan çıkan nüfus yeterli çalışma ve güvenlik imkânları bulamamakta, çarpık bir uyum sürecine maruz kalarak kent nüfusuna dahil olmaya çalışmaktadır. (2) Bu bağlamda film; dönemin gerçekliğini, semboller yoluyla anlatmayı tercih etmiştir. Örneğin iklimin kötü gidişi hakkında Ağa’nın çorak toprağa eğilip ona söyledikleri dikkate değerdir: “Eskiden buraları bambaşkaymış. Rahmetli dedem anlatırdı. Bir yeşil ki bildiğin gibi değil... Çok cömertmişsin, hayvanlar yemekten çatlarmış. Her taraf ekin aha bu boy… Ama ne oldu da değiştin? Birimiz bir bok yedik ama kim? Ben günahı boynuna babadan şüpheleniyorum. Yoksa garezin bana mı? Niçin hiçbir şey eskisi gibi değil?” Ağa’nın yukarıdaki sitemi, onun hikâye boyunca yaşadığı/yaşayacağı çöküntünün esas sebebidir. Adamın burnunun dibinde radikal ve kontrol edemediği bir değişim olmuştur. Atalarının titizlikle kurallarını belirlediği oyun, artık oynanmaya değer bulunmayacak bir haldedir;
43
44
yeteri kadar iştah açıcı olmayınca, önce marabalar az miktarda hasadı çalarak İstanbul’a göçer ardından Ağa da köyü satar ve oyundan çıkar. Değişimi yüzünden Ağa’yı yarı yolda bırakan Toprak, esasında artık vatandaşıyla ilgilenmeyen Devlet’e karşılık gelmektedir. Bu asr-ı saadet anlatısı, devletin kırsal üreticiden elini eteğini henüz çekmediği, üstelik feodal örgütlenişi hala önemsediği döneme tekabül eder. Fakat bu siyasal gücün hala kırsala gitmediği anlamına da gelmemektedir. Filmde de görüldüğü üzere iki siyasi parti, köylüye nüfuz etmeye çalışmaktadır. Ağa’nın partisi ve Şıh’ın (Celal Yassıtaş) partisi şeklinde özetlenebilecek mücadelede Şıh -benzeri Gogol öykülerinde görülecek türden bir kara mizah örneği sergileyerek- cennetten tapu dağıtarak köylüyü yanına çekmeyi bilir. Aslında merkezi iktidar, uyguladığı politikalarla kırdan kente göçü hızlandırmış -çünkü büyükşehirlerdeki fabrikalara niteliksiz işçi ihtiyacı vardır- yani Çevre’nin Merkezi’ni oluşturan Ağa benzeri toplumsal formasyonların elini zayıflatmıştır. Üstüne üstlük feodal örgütlenmeye verdiği tavizleri ve tarımsal yardımları da kesmeye başlayınca eskiden bambaşka olan topraklar kurumuş, hayvanlar aç kalmaya başlamış, ekinler boy vermemiştir. Kısaca Merkez, Çevre’nin yaşama imkânlarını kısıtlamış fakat parti mücadelelerinde de görüldüğü üzere onu oy deposu olarak görmekten vazgeçmemiştir. İstanbul Ağadan da mı Büyük? Ağa, İstanbul’a cebinde köyün satışından gelen hayli yüksek bir meblağ ile gelir. Adamın parasının oluşu önemlidir çünkü Merkez’de çevrilen ekonomik sermaye genellikle onun için de oynanan “oyun” sayesinde kazanılır ya da kaybedilir. Bu yalnızca oyunun kurallarını bilen/ öğrenen kişilerin dâhil olabilecekleri bir alan anlamına gelmektedir. Herhangi bir kişi ne kadar zengin olursa olsun şehir alanına, onun işleyişini bilmeden katılmaya kalkışırsa hezeyana uğrar. Ağa özelinde durum tam olarak böyle olmuştur. Geldiği Çevre’de itibarlı bir simgesel, toplumsal ve ekonomik sermayeye sahip olan adam, göçtüğü şehirde de bunu devam ettirebileceğini düşünmüş ama fena halde yanılmıştır. Adım adım sıfırı tüketişi gösterilen Ağa, önce bir market işletmeye karar verir. İlk bakışta her şey güzel gözüküyordur; dükkanın müşterisi vardır ve akılcı yönetilirse ayakta durabilecek durumdadır. Ama Ağa ve Kâhya (Can Kolukısa) marketi yürütecek kültürel sermayeye sahip olmadıkları için -ürün barkodunun nasıl okutulacağını, kasanın nasıl kullanılacağını, hatta rafların nasıl dizileceğini bile bilmezler- kısa sürede batarlar. Sonuç itibariyle Zion’a giden bir gemide zihinlerine “İşletmeye
Giriş 101” gibi bir program yüklenmiyordur. Ardından marketi devreden Ağa bir kamyonet alıp pazarcılık yapmaya karar verir. Elbette bu serüven de ilki gibi toptan bir hezimetle son bulacaktır. Ağa, önceleri diğer satıcılar gibi megafonla “diğer insanları rahatsız etmemek için” çığırtkanlık yapamaz. Oysa burası İstanbul’dur ve var olduğunu göstermenin/para kazanmanın her yolu mübahtır. Ağa’nın öğrenilecekler listesi bir türlü bitmez. Mallarını satmak için bağırması gerektiğini anlayan adam -ki layıkıyla yapmaya da başlarbu sefer de bürokratik engellere takılır. Kamyoneti -bir müşteriye satış yapmak için henüz uzaklaşmışken- polis tarafından çekilir, sayısız kağıt işi ve maddi külfet başlarına kalır... İşin komik yanı, Ağa ve Kahya’nın arabalarının çalındığını düşündükleri için emniyete gitmeleridir. Kamunun, şehirde park etmeye yönelik tasarruf hakkından bihaber oldukları için, durumu algılamaları uzun sürmüştür. Ağa ve Kâhya bundan sonra seyyar olarak meyve-sebze satmaya karar verir fakat -bir kara mizah örneği olarak- zabıtadan kaçılması gerektiğini bilmediklerinden bu deneyim de acıklı bir şekilde son bulur. Turgul’un tüm film boyunca hissedilen kara mizahı, Ağa’nın camide abdest alırken parasının çalınmasıyla tavan yapar. Sanki senarist, adamın yeni düzene ayak uydurmasını engellemek için tek tek Murphy Yasalarını uyguluyordur. Üstelik alicenaplığın camide işleniyor olması kentin yiten masumiyetine ağıt gibidir. Ağa ne yapsa olmuyor, Merkez’e her tutunma çabası kati bir başarısızlıkla son buluyordur. En sonunda intihara kalkışan adam, aynı Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’ndeki Haşmet Asilkan gibi, bunu ironik bir şekilde başaramaz. Yani Turgul, Ağa’yı öldürmez ama süründürür; hatta bir eski düzen muktedirinin düştüğü acınası halden zevk aldığı bile söylenebilir. Ağa’nın da Adı Yok! Ağa’nın bir ön ismi yokmuş gibi sadece “ağa” olarak çağrılması -hikâyenin sonunda kendine “züğürt” sıfatını ekleyene kadar- ilginçtir. Söz gelimi filmin ilk yarısında “Ben karı istiyem” repliğiyle tanınan baba Abdo da (Bahri Selimhocaoğlu) bir ağadır ama ona ismiyle ünvan grubu oluşturacak şekilde seslenilir. Şahsi kanaatim bu durumun Ağa’nın sembolik düzende “ağa” kelimesinin imlediği kısır alana hapsoluşunu göstermek için özellikle yaratıldığı yönünde. Öyle ki sistemin çarkları işlerken, kan yoluyla aktarılmış ayrıcalıklı hakların taşıyıcısı olan bu sözcük, düzen iflas ettiğinde Ağa’nın sıkıştığı bir cendere işlevi kazanacaktır. Zaten filmde Ağa’nın yaşadığı en temel zorluklardan biri “ağa” etiketinin kendini aşındırmasıdır. Söz gelimi Kâhya’yı azat ettiği sah-
45
46
nede söylediği gibi o ne iş olsa yapar, karnını doyuracak bir yol bulur ama Ağa bulamaz. Filmde isimlerin bilinçli bir tercih sonucu kullanılıp kullanılmadığıyla ilgili bir diğer ayrıntı Özcan’ın da belirttiği gibi Haraptar köyünün adının mizahi bir göndermeyle oluşturulmasıdır. Yazara göre Türkiye’nin liberalleşme düzeninde yıkılan birçok değerinin yeni adı haraplık olarak belirlenmiştir. Türkiye’deki 80 sonrası hızlı dönüşüme, kuralsızlığa ayak uyduramayanların memleketinin adıdır Haraptar. (3) Bu noktada bir parantez açıp Ağa’nın dramının sadece kültürel sermayeye sahip olmayışından kaynaklanmadığını ifade etmem gerekiyor. Onun mutsuzluğunun bir sebebi de Çevre’deyken sahip olduğu simgesel sermayenin etkisinden Merkez’de bir değişim değeri olmadığı halde kurtulamayışıdır. Yani Ağa, gerçekten feodal sistem içerisinde saygı gören/hürmet edilen bir kişiyken büyükşehir içerisinde “herhangi birine” dönüşmüştür fakat o “sanki hala ağaymış” gibi davranmaya devam eder. (Oysa İstanbul’un “ağaları”, kendinin hiç sahip olmadığı ölçüde gelişmiş ekonomik, kültürel ve simgesel sermayelere sahiptir.) Örneğin adamın ailesi -ama özellikle Kâhya- ile olan ilişkisi, bu geçmiş sermayeyi illegal bir şekilde üreten merdiven altı baskı atölyelerinin haline benzer. Öyle ki her ne kadar biçare olsa da yanında ailesinden bir fert bulunduğu müddetçe “Ağa” sayılmaya devam etmektedir. Yeni oyun ve oyuncuların bulunduğu Merkez’de, Ağa’nın köyünden kaçan marabalar bile onu kendilerine denk sayar. Geçmiş oyunun hiyerarşik sıralanışı orada geçerli değildir. Ağa, köylülerin kurduğu kahvehaneyi ilk bastığında geçmişten kalan bir alışkanlıkla ona itaat ederler fakat zamanla -özellikle adamın kentte hiçbir iş tutturamayışından ötürü- ona duydukları saygıyı kaybeder hatta aşağılamaya başlarlar. Lakin köylülerin daha Ağa’yı saymaya devam ettikleri ilk zamanlarda bile evini taşımak için hamaliye parası istemeleri, O’nun uzattığı sigarayı alabilmeleri, eski taşların yeni değerlerle bambaşka bir oyunda olduğunun göstergesi gibidir. Ağa ve Kekeş Salman Züğürt Ağa filminde, esas çatışma Ağa ve sistem arasındadır. Fakat “yeni düzenin adamı” olan Kekeş Salman (Erdal Özyağcılar) bu çatışmanın görünen yüzü olarak durumun daha kuvvetli bir şekilde vurgulanmasını sağlar. Söz gelimi Turgul’un bir sonraki çalışmasında görüleceği gibi Ali Nazik-Muhsin Bey türünden doğrudan bir zıtlaşma yoktur. Ağa-Salman ikiliği daha dolaylı yoldan inşa edilmiştir. Fakat bu mücadele de eserin anlaşılmasına dair kayda değer ipuçları bırakmaktadır.
Salman; hikâyeye, ilk sahnede kurulan ziyafet sofrasına oturarak-ailesiyle uzaktan gelmiş ve aç bir şekilde gösterilerek- dâhil olur. Bir önceki köyünden hırsızlık yüzünden kovulduğu anlaşılan adam, Kâhya’nın onu gözünün hiç tutmadığını uyarısı eşliğinde huzura çıkarak Ağa’dan iş ister. Ekonomik durumu zaten iyi olmayan ve daha fazla maraba istihdam etme olanağı bulunmayan Ağa, bu dilenme esnasında Salman’ın kız kardeşi Kiraz’ı (Nilgün Nazlı) görür ve onu beğendiği için işe almaya -çizmelerinin temizliğinden sorumludur- karar verir. Kekeş, evde yerini sağlama aldıktan sonra Kiraz’ı Abdo Ağa’ya yüklü bir başlık parası karşılığında satar. Abdo’nun ölümüne sebep olacak sürecin başlatmasının haricinde, Kiraz’ın film boyunca gündemde kalacak “tartışmalı konumu” açısından da önemli bir gelişmedir bu. Zira genç kadın gerdek gecesinde dul kalacak ve Kekeş Salman tarafından türlü kereler “geri” istenecektir. Ağa’nın hanesine giren Kekeş Salman, bir nevi darbe sonrası neo-liberal ortamın oluşturduğu insan tipidir. Dolandırıcı ve hırsız biri olan Salman, en kısa yoldan zenginleşmeyi bir anda köşeyi dönmeyi arzular. Aynı atmosferin bireyselliği yüceltmesi ölçüsünde sadece kendi hesabına çalışan adam, uygun şartlarda uyanan bir virüs gibi hücre içinde -onu yok ederek- yaşam alanı yaratır. İstanbul’a gittiğinde payını almak üzere, köylülerin Ağa’nın ambarından buğdayı çalmasına aracılık eden Kekeş, kendini gerçekleştirmek için en uygun alan olan kentte ise ironik bir şekilde zengin olur. Peki, Ağa İstanbul’da neden dibe vurmuş Kekeş Salman ise başarılı olmuştur? Sonuç itibariyle her ikisi de Çevre’den Merkez’e göçmüştür ve hatta Ağa’nın İstanbul’a gittiğinde yüklü miktarda parası da bulunmaktadır. Öyleyse ibrenin Ağa’dan yana olması gerekmiyor mudur? Bu soruya verilen cevabın Turgul sinemasının diğer karakterleriyle birlikte düşünülmesi kanaatindeyim. Söz gelimi benzer şartlar altında ne Muhsin Kanadıkırık ( Muhsin Bey), ne Haşmet Asilkan (Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni ), ne Baran (Eşkıya), ne Nazım (Gönül Yarası) kentte başarılı bir tüccara dönüşebilirdi. Bu adamlar ya yeni düzene ayak uyduramadıkları/veya bunu istemedikleri için da ya geçmişe bağlı olduklarından dolayı -sebepler kapsamlı bir çalışmada ziyadesiyle arttırılabilir- “Öteki” dir. Turgul, benzer karakterlerden oluşan bir atmosfer yarattığından Züğürt Ağa’nın kentte zenginleşip Merkez’in Merkezi’ne yerleşmesinin olanak dışı olduğunu ileri sürüyorum. Zaten Ağa’nın yapısı, göçtüğü toprakların kurallarına uyum sağlamasını engelleyecek birçok öğeyi barındırır. Misalen “Ağa” olarak doğduğu için bir çeşit feodal iktidar kibrinden mustariptir. İstanbul’da perişan haldeyken dahi bundan
47
kurtulamaz. Ayrıca yeni şartlara uyum sağlayacak bir akışkanlığa sahip değildir. Çiğ köfte yoğurmak dışında hiçbir el becerisi yoktur.
48
Ağa ve Kiraz Ağa’yı klasik Yavuz Turgul karakteri haline getiren özelliklerden bir diğeri ise başından kırık bir gönül ilişkisinin geçiyor oluşudur. Kiraz’la ilişkisi bağlamında incelenirse adamın ilk gördüğü andan itibaren kadına romantik hisler beslediği kesindir. Ayrıca Ağa’nın birkaç kez meyletmesine rağmen sahip olduğu konumun gücünü kadının üzerinde tahakküm kurmak için kullanmadığı görülecektir. Aksine Ağa, kadına olan ilgisinin anlaşılmasından korkmuş, ayrıca ev halkından saydığı için namahrem olarak kabul etmiştir. İstanbul’da işler fena halde ters giderken bile Ağa’nın eşi Zana (Füsun Demirel) kadının baş göz edilmesinin durumlarını düze çıkartacağını söylediğinde -çünkü başlık parası alınacaktır- Kiraz’ın rızası olup olmadığını sorar, kestirip atmaz. Hatta Merkez’de artık sıfırı tükettiği kesinleşince kadının kendini kurtarması için zenginleşen abisi Kekeş’in yanına göndermeyi bile teklif eder… Film boyunca sürüncemede kalan ilişkileri ise son sahnede kadının Ağa’dan hoşlandığını söylemesi sayesinde başlayabilmiştir. Kiraz’ın Ağa için insanlığının güzel olduğunu söylemesinin sebebi burada aranmalıdır. Kadına göre, bu yüzden de ağalığı becerememektedir. Sonuç Züğürt Ağa; modern Türkiye tarihinin en önemli kırılmaları kabul edilebilecek 24 Ocak Kararları, 12 Eylül Darbesi ve ANAP iktidarı sonrası çekilmiş, toplumsal yapıdaki sarsıcı değişim karşısında yalpalayan bir Ağa’nın nasıl başarısız olduğunu gösteren 1985 tarihli sinema filmidir. Eserde neo-liberal politikalara eklemlenen ülkenin geçmiş dönemde iktidar sahibi birini bile artık işine gelmediği için umursamadığı anlatılır. Ağa, İstanbul’da varını yoğunu kaybetmiş bir iktidar göstergesi olan çizmelerini bile -ki filmin ilk yarısında temizliğinden sorumlu tuttuğu Kekeş Salman zengin olmuşken- satmak zorunda kalır. Adam en sonunda kendisine gönülden bağlı Kiraz’la birlikte olur ve gerçekten bildiği tek işi yapmaya başlar: çiğ köfte yoğurmak… Merkez’in eğlence mekanlarında seyyar çiğ köftecilik yaptığı gösterilen Züğürt Ağa, eski marabalarından birini sokakta görünce hızla ondan uzaklaşır. Bu, eski simgesel sermayesinin ağırlığı altında hala eziliyor olduğunun göstergesidir.
Referanslar 1. YÜKSEL, Sinem Evren, (2003), Yavuz Turgul Sineması, T.C Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Radyo Sinema Televizyon Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara. 2. ÖZTORNACI, Burak; VEZİROĞLU, Püren (2012), Küreselleşme ve Türkiye’de Kırsal Yoksulluk, 10. Ulusal Tarım Ekonomisi Kongresi, Konya. 3. ÖZCAN, Taner, “Züğürt Ağa”, http://www.teias.gov.tr/ebulten/kultursanat/zugurtaga.htm , Erişim Tarihi: 01.03.2015
49
50