1
U B
sayıda
kum bilgece soyununca, dar lakaplı iskeletler, -bakan solmuşbayat kokularıyla sürüyüp, vitray hurda arızalı ebrar modalarının yapılarında, saçılması için tekleşenler. İyi Pazarlar Odin / Betül Aydın
2
Arda Kalan Yalnızlığım / Özge Gökdaş
3
Hayal Alıştırmaları - II / Serkan Üstündağ
6
Suna Lor’a Mektuplar / Emre Emrem
8
Calbert Amus’un Fazla Trajedik İntiharı / Erkan Katırcı
9
Cenneti Bir Puanla Kaçırmak / Nilay Yardımcı
10
Son An / Alper Pek
13
Müjgan Teyze / Rıfat Payalı
15
Anlamlandırma / Kübra Demirtaş
17
Su / Deniz Baran
19
Uzakların ve Uzamların Argosu / Selim Marmara
20
Buğulu Camlar, Sesler Buğulu / Emre Akaltın
22
Duvardaki Resim / Birol Bayraktaroğlu
24
Toz Adam / Eran Erarslan
25
Toz / Batuhan Boz
27
Okkalı Virgül / Ayça İşbilen
29
Akşam ve Beni Tekliğe Alıştıran Yataklar / Mehmet D. Meşe
30
İthafa Yaklaşım - II / Alper Pek
32
Dalgakıran / Harun Furkan Karagülle
34
Friedrich Hölderlin - Şiir ve Tragedya Kuramı / Batuhan Boz
36
Bloodline (2015-) Protagonist Antagonist Belirsizliğinde Bir Aile Dramı / Engin Onuk
39
Kibar Feyzo Üzerine Bir Analiz / Hasan Berk Akkoç
42
Kopya Dörtledi! Temmuz’dan bu yana yaşıyoruz. Temmuz’dan bu yana, yazmaya, okumaya, paylaşmaya, çoğalmaya, tanımaya devam ediyoruz. Temmuz’dan bu yana, Kopya 1, 2, 3 çıktı, yeni fanzinler doğdu, eski topraklar nefes almaya devam etti, aramızdan ayrılanlar oldu... Hepsine selam olsun! Bu sayımızı; uzun cümlelerle intihar mektuplarını taçlandıranlara , alışveriş listelerini okul sıralarına yazanlara, öğrenilmiş çaresizlikle deneysel prova kaçıklarına, korkunç gece’de salgınla beraber kaos sarmalının adını defalarca sayıklayanlara artık dayanamayanlara, hala anlam arayanlara, bir türlü kopamayanlara, ve en çok da ruhlardan biriyle bütünleşemeyenlere ithaf ediyoruz.
Aylık edebiyat sanat fanzini, torna tezgahı ve unlu mamüller vitrini. Yazılarınızı ve görsel işlerinizi kopyafanzin@gmail.com adresine gönderebilirsiniz. Katkıda bulunan tezgahtarlar: Alper Pek, Emre Emrem, Selim Sevim, Emre Akaltın, Batuhan Boz, Anıl Yaşagör kopyafanzin.com twitter.com/kopyafanzin facebook.com/kopyafanzin instagram.com/kopyafanzin
İyi Pazarlar Odin Betül Aydın -varlığım hiç tanrılı pagan varlığına hiç olsunBalkanbalkan’da bir Godin vardı, Hiç durulmadan deli devrik yaşadı. Öfkesi bir büyük lokma olmadı, Savaşı ve kindarlığı kendince taşladı.
2
Daha az ölürdü belki, Daha az kendi eliyle mesela, Annesi öldürdü Godin’i. Annesi kara kumaşlar içinde, Yaşlı güzel çingene kadın, annesi. Sonra birdenbire duydum ki, Yüce Odin dağlarımızda geziyormuş, Kurdu besleyip kuşu öpüyor, Ağaçları tanrısal meyvelerle donatıyormuş. Bir adım geriye çekilerek seslendim Odin’e: Başıbozuk gezen bu Godin senin üvey arkadaşın bile olamaz. Sesimin yankısı ayağımın ucuna düştü. Kartal, yine de uçuşuyla haber getirdi. Gagasında bir çam dalıyla kondu ayakucuma, Bakışından çivi yazısı cümleler okudum: Gezdim dolaştım canhâneleri, Viran ettim bahçeleri, evleri. Sordum Odin Ruhu için benliği, O benlikte bilmem kimler yoğumuş.
Arda Kalan Yalnızlığım Özge Gökdaş
K
ardeşimin titremelerine uyandığım gecelerden biriydi. Yine nöbet geçiriyor, ilacına uzanmaya çalışıyordu. Bu debelenmeyi ve imkânsızlığı anlamaya vakit vermeden masanın üstünde kartonu soyulmuş halde duran ilaca doğru koştum. Suyu doldurmakla vakit kaybetmek istemedim ve derhal ilaca yumuldum. Yanımda hızlıca nefes alıp veren bu canlının sakinleşene kadar başucunda bekledim. Terlerinin yastığa düşüşünü izlerken gecenin sessizliğine kulak veriyordum, oysa karanlıktan oldum olası nefret ederim. Fakat o gün farklı bir renk vardı gökyüzünde. Ne simsiyah ne de gri. Farklı bir tona bürünmüştü yüce tablo. Kardeşimin sakinleşip uykuya dalmasının ardından kapıda asılı duran ceketime doğru yöneldim, elim iç cebimde duran Winston sigarayı yokluyordu. - İşte... Buradasın! Balkonun kapısını yavaşça açmaya çalışırken gözüm yerde serili duran yataktan ayrılmıyordu. Küçüklüğümden beri yorganın üstünde dalgalanan nefesleri görmeden rahat nefes alamıyorum. Yine öyle oldu. Yorganın içinde dalgalanan nefesleri görüp rahatça dışarı atabildim kendimi. Gökyüzü alabildiğine mordu. Ne bir bulut kestirebiliyor, ne de havada bir dalgalanma görebiliyordum. Gökyüzü benim gibi dinginleşmiş, kendi benliğinde kaybolmuştu. 13 yaşından beri sigara içiyorum, 13 yaşından beri çığlıklarımı dumanlarla üflüyorum. Askerden geldikten sonra daha da içer, içtikçe rahatlar oldum. Tüm bunları düşünürken sigaramın parmaklarımı yaktığını hissettim, hay allah yine bitmiş. Gözüme o saatten sonra uyku girmedi. Ufak bir sandalyede güneşi selamladım. İnsanların birbiriyle konuşmadan, içinde bulundukları telaşa bir kez daha şahit oldum. Ne üzücü bir durum! Kimse yanında yürüyen insanla konuşmuyor, herkes işine ulaşmaya çalışıyordu. Bu meşguliyet oldum olası canımı yakmıştı zaten. Oysa ben çalışmıyordum. Kardeşimi evde tek başına bırakıp kendimi derin makinaların işleyişine veremiyordum. Tüm geçimim elimde duran peçeteler. Halkın diliyle sesleneyim bayım! - Ben bir sokak satıcısıyım.
3
4
Kardeşimle sokakların köşe başlarında oturup peçete satarım. Ailem sadece kardeşimdir. He bir de ölen babamdan kalma derme çatma evim. Evet, evim benim ailem! Kimse yokken derdimi ona anlatır yine onunla anlaşırım. Duvarlarıma sinen sigara dumanlarımda saklıdır öfkem. Bu ailem olması için en büyük sebep zaten. Kendimi bildim bileli bekliyorum. Hayatın ne zaman sona ereceğini büyük bir heyecanla bekliyorum. Kardeşimin ne zaman iyileşeceğine dair en ufak bir umut ışığı yokken yine bekleyenlerden oluyorum. Gün yavaş yavaş kendini gösterdiğinde dolapta kalan yiyeceklerden kardeşime kahvaltılık bir şeyler hazırladım. Gecenin aksine oldukça iyi görünüyordu. Bir dilim peynir ve üç parça zeytinle karnını doyurduğu yalanından sonra poşetlerde duran peçeteleri avuçlayıp yola koyulduk. Aslında yapacağımız şey belliydi, dünden hazır boşluğumuza oturup akşama kadar oturmak... Ne giden sevgili arkasından dert yakmaya mecalimiz vardı, ne de cebimizde kırılan telefonumuza ağlamaya... Sadece oturuyorduk. Yaz kış demeden bacaklarımıza giren kramplara çözüm üreterek oturuyorduk. Saat 8 olmuştu. Köşe başında beliren öğrenciler okula yetişme telaşı içinde koşarken, bize acıyan gözlerle bakmayı ihmal etmemişlerdi. Kardeşimin yüzünde ise sadece umut kırıntıları vardı. Onu böyle görmek içimi tarifsiz acılarla dolduruyordu. Beklemeliyim. Sebebini bilmiyorum ama beklemelisin diyordu içimdeki ses, haykırarak. Her saatin ayrı bir önemi var bizim için. Saatin 12’yi gösterdiği zamanlarda sokaklar yemek yemeğe giden işçilerle doluşur. Hızlı adımlarla yürümelerine rağmen önümüze metal para atmayı ihmal etmezler. Aynı şekilde saat 5 civarında birbirlerine çay içmeye giden ev hanımlarının acı dolu gözlerle önümüze fırlattıkları üç beş kuruşta önemli bizim için. Her saati ezbere biliyoruz ve her saatin önemine muhtaç kalıyoruz. Hava karardığında ise önümüzde duran metal paraları avuçlayıp eve doğru yöneliyoruz. Saat geç olmadan buzdolabında kalan ürünlerle akşam yemeği üretmeye çalışıyorum ve her seferinde en büyük lokmayı kardeşime yedirip yatağına yatırıyorum. Onun rahatça verdiği nefeslerin ritmini izleyip yanına doğru kıvrılıyorum ve saatin belirsiz olduğu gecenin kör bir vaktinde yerde serili duran yatağımdan sıçrıyorum.
Kardeşim nöbet geçiriyor...
Düşünmeye vakit bile vermeden ilacına doğru yöneliyorum ve bir tane çıkarıp ter içinde kalmış kardeşime veriyorum. Yavaş yavaş sakinleşiyor, nefes alış verişleri tek bir ritimde karar kılıyor, rahatlıyorum. Ardından kapının arkasında asılı duran ceketime doğru yöneliyorum. Aradığımı bulup balkona emin adımlarla ilerlerken gözüm yine kardeşimin yattığı yorganda oluyor.
Mutlu oluyorum. Gökyüzü dünün aksine oldukça siyah duruyor. Fakat sakinliğini hala koruyordu. Sigaramı yavaş adımlarla yaktım. Ciğerlerim öfke kusuyor, sakin durmaya çalışıyordum. Sahi neydi hayat? Her gün bir sonraki gün hakkında yaşanacaklara emin hükümler vermek miydi? Ya da bir sonraki saat neler olacağını kestirmek mi? Her zaman durup bir şeylerin değişmesini mi beklemek? Yoksa gidenlerin neden gittiğini sorgulamak mıydı? Neydi hayat? Karanlığın en koyu olduğu bu gecede tüm bunları sorgularken hissizliğim hakkında yanılgıya düştüğümü fark ettim. Serin olan o karanlıkta elimi bir şeylerin yaktığını hissettim: - Lanet olsun, sigaram bitmiş.
5
Hayal Alıştırmaları ıı
Serkan Üstündağ
“Z
6
aten insanı bir leşe benzeten bu sıcaklarda uyumaya çalışmak bir işkence iken, nereden geldi bu sivrisinek?” diye düşündü ve yastığını başının üstüne çekti. Sivrisinek durmak bilmiyordu ve hemen koluna kon arak kanından yudumlamaya başlamıştı. Genç, kolunu bir ileri bir de geri salladığı esnada sivrisinek havalandı ve duvara kondu. Öyle bir yere konmuştu ki, genç başındaki yastığı kaldırınca sivrisinek ile burun buruna gelmişti. Sivrisinek kanatlarını biraz oynattıktan sonra gence seslendi: - Yapabileceğin bu kadar mı? Bu mu yani? Oğlum sen benim yemeğimsin be! Biraz daha zorla beni de içtiğim kandan zevk alayım! - Hayret, insanoğlundan başka hangi varlık yemeğiyle oynarmış ki... İçeceksen kanımı iç ve usulca uzaklaş artık. - Saçmalama! Şu dünyaya gelmişim, eğlenmeden gitmem! Hatta senin kanını da içmiyorum artık. Bu gece buralarda uçmaktan başka bir şey yapmayacağım! - Bela mısın be? Her canlının bir yaratılış amacı vardır, seninki de kan içmek, durma da iç ve git işte! - Bak sen şu ufaklığa hele... Hayatın anlamını çözmüş de bana akıl veriyor. Hadi diyelim ki benim amacım kan içmek, neden hızlıca amacımı tamamlayayım ki? Eğlenmek insana mı mahsus? İnsan dediğin canlı, hür iradenin sahip olduğu formlardan sadece bir tanesi değil mi? Ben de hür bir iradeyim ve benim de eğlenmeye hakkım var... - Ne hür iradesi? Kafayı yemişsin sen. Asalaksın sen, düşünemezsin, işini gör ve git buradan! - Sen öyle san! Peki neden yaklaşık iki saattir içerideki odada bulunan ailene değil de sana geliyorum? Bu da mı tesadüf? - Belki daha tatlıyımdır... - Dürüst olmak gerekirse, hepinizin tadı bok gibi... Hayatta kalmak için kanınızı içiyoruz ve hayattayken de eğlenmeye çalışıyoruz. Nasıl ki bizler sizin yüzünüzden lanetlendik, bizler de sizin lanetiniz olacağız!
Sivrisinek bir anda uçmaya başladı ve pencereden dışarı doğru çıktı. Genç çocuğun bedeni artık sadece sıcak ile savaşıyordu. Uyumaya öylesine yaklaşmıştı ki, yüzünde bir tebessüm bile belirmişti. Gözleri artık tamamen kapanmış ve tatlı rüyasını görmeye başlamıştı ki yirmi ya da otuz adet sivrisinek bir anda pencereden içeri girip hepsi de gelişigüzel şekilde tavana konumlandılar. Bir süre sessizlik ve bir süre sinek vızıltısı... Bir süre sessizlik ve bir süre vızıltı... Bir sessizlik, sessizlik, sensizlik, gözyaşı, terlik, katliam, uykusuzluk, katliama devam, sen, ben, sıcak, vızıltı, ter, yorgunluk, kendinde şey, yükseliş, fırtına, düşüş ve kavga bitti. “Ah be çocuk” dedi sivrisinek ve ekledi: “Acaba sen sivrisinek olsaydın ve ben insan olsaydım, böylesine konuşturur muydum seni karşımda?”
7
Suna Lor’a Mektuplar ı
Emre Emrem
Sevgili Suna, Bugün uyandım. Pazartesi. Kahvaltıda ne olur. Beyaz peynir olur, biraz zeytin olur. Yumurta vardır, kararı zordur. Gazete olur. O gazete önce ikiye sonra yine ikiye katlanmıştır. İsmi tam okunmaz, katlanan kısma denk gelen harflerden tahmin edilir. Bal bazen örtüye damlar. Kuşlar uçar. Mavi vardır. Öpüyorum ellerini Mithat Mi
8
Sevgili Suna, Çatı akıyor. Neden akıyor diye düşünmeden kovaları diziyorum. Acele karar vermek ıslanmayı önlüyormuş, öyle dedi komşular. Bir de dediler ki akşamları horluyormuşum. Ev sahibi geldi dün. Ayak üstü lafladık. Konular konuştuğun kişilere göre hep aynı şeyin etrafında açılıyor. Kapı arasından ev sahibimle bizi izleyen kedim “kira” diye miyavlıyor. Bir bahane bulmalıyım. Telefonum çalmış gibi yapıyorum, sen arıyorsun. “Tamam Osman amca ben o işi halledicem, sonra konuşalım mı.” Alo. Tutuyorum ellerinden Mithat Mi Sevgili Suna, Salon biraz ufalmış gibi geldi bugün. Bu ayki kirayı geciktirdiğim için olmalı. Halı hala aynı renk ama perdeler biraz soluk. Koltuğun üzerindeki yastık yere düşmüş. Televizyonda bir değişiklik yok ama kumandayı bulamıyorum. Çalışma masasının da bir ayağı kısa, altına bir şey sıkıştırmam lazım. Kağıt olur. Sunta da olur. Ama suntayı kim bulacak şimdi. Bu evde makarna olur, sosis olur, pirinç olur, bozuk süt ve bayat ekmek olur. Kitap olur. Nota vardır. Aslında şu kumandayı bulsam masanın ayağına sıkıştırabilirim. Masada fotoğrafın duruyor. Gülüşünü başka şekilde açıklayamıyorum. Öpüyorum Mithat Mi Sevgili Suna, Dolabı açtım. Adam ekşi ekşi kokuyordu. Uygarlık tarihine bakacak olursak aslında bu normal. İnsanlar çok uzun süredir dünyada, artık ekşimiş olmalılar. Öp beni Mithat Mi
Calbert Amus’un Fazla Trajedik İntiharı Erkan Katırcı
C
albert Amus, kahve molasından evine dönerken düşüncelerine takıldı ve yere saçıldı. Anarşizmin diş izlerine rastladığımız bir akşamüstü gibi huzur buldu geceden. Kaldırım taşlarının ağırlığı altında ezilen zihniyetini bir köşeye bırakıp sessizce ayağa kalktı. Gecenin elleri gündüzü boğazlarken etrafına bakındı ve yoluna devam etti. Bir kadının sorguya çekilmiş saçlarını koklamak için kerhaneye gitmeye karar verdi. Yıldızlardan habersiz o ara sokağa girerken tedirgin hayallere daldı. Farklılığın farkına varılmadığı o kapıdan girmenin bir fark yaratacağını düşünmüş olmalı ki umrunda olmanın umrunda bile olmadı. Sırat köprüsünün hayal gücü gibi içeri girdiğinde yıkılan hayallerini yerden toplamak için yere eğildi. Tam o an da göz göze geldiği bir fahişeyle evlenmek istedi. Sırtlan kürkünü sırtına yamalayıp gülümsemesini takındı. Yanına gitme cesaretini avucunda toplayıp adım atarken kadının bir kadına gebe olduğunu anladı. Her şey gibi acıya boyun eğmesini söyleyen kulak arkası sigarasını dinledi. Cılızca yanan çakmağının sessizliğini ne kadar dinlemek istese de kulakları sigarasına köle olmuştu bile. Suya düşüp kalbine ateş olan hayallerini pencereden aşağı sarkıttı ve buket buket küfürlerden sonra elini bıraktı. Calbert, kirpiklerinde uyuyan Tanrı’yı ne kadar uyandırmak istemese de Tanrı günah geçirmezdi. Hiç konuşmadan akan tuzlu su birikintileri yanaklarına delta olmuştu. Calbert yine ağladı, yine yenildi, yine anladı. Güneşten kaşıkla süt içtiği ertesi sabah intihar etme fikrini benimsedi. Fakat bu taptaze bir ölümün beşiğine oturmak gibi olmalıydı onun için. Ne yenilmiş gibi acılara ne kazanmış gibi ölümü. Tek istediği salkım saçak bir düşünceydi. 400 yıllık derisinden soyunmak için odasına çekildiği o akşam kapı çaldı. “İşte yaşamım geldi” diye mırıldandığı anda kapının ardından iki kelime yükseldi: - Oda servisi. Calbert iki günde üçüncü kez yaşadığı hayal kırıklığıyla ipi boynuna doladı. Ona çocukluğunu hatırlatan sandalyenin üstüne çıktı. Yavaş çekimde dünyanın yok oluşunu izlerken kendini öldürdü. Umut dolu son sözü bir çift göğsüne baş olur gibiydi. “Ah bir de yaşamayı öğrenebilsem.”
9
Cenneti Bir Puanla Kaçırmak Nilay Yardımcı
H 10
er şey, sıcak olması beklenirken soğuk olan bir bayram sabahı kardeşimin bayram namazına gitmek istemesiyle başladı. Kesinlikle bana tepki olarak doğduğuna inandığım dini ritüellere fazlasıyla bağlı olan kardeşimin bu isteği bizi hiç şaşırtmamış, hacı komşumuzu ise fazlasıyla sevindirmişti. Üniversiteye başladığımdan beri mideme sadece bayramdan bayrama 2 çeşitten fazla kahvaltılık girdiğinden dolayı bayram sabahları benim için fazlasıyla önemlidir. O sabah gençlik yıllarındaki haline hayran olduğum Tarık Akan gençleşip kapıya gelse açmam, çekilişten hayalini kurduğum yeşil Vosvos çıksa ve teslim etmeye gelseler almam, rektör çıkıp “al bu diploman seni erkenden mezun ettik artık memleketine geri dönebilirsin yavrucuğum” dese ilgilenmem. Sadece envai çeşit kahvaltılığın bulunduğu masa ve bir demlik çayımla baş başa kalmak isterim, bu bana hep küçük ve gerçekleşmesi için hiçbir engel çıkamayacak bir istek gibi gelirdi, ta ki bu bayrama kadar. Babamla annemin, sevgilerini de katarak hazırladıkları kahvaltı sofrasına gözlerimden kalpler çıkarak oturuyordum ki kardeşim bayram namazından nefes nefese geldi. Kardeşimi koşarak eve getiren şey kahvaltı olamazdı zira kendisi kahvaltıdan nefret ederdi. Yine de neden koşarak geldiğini merak etmedim çünkü kahvaltı tüm muhteşemliğiyle karşımda duruyordu ama tabi ki ana yüreği dayanmadı ve kardeşime neden koşarak geldiğini sordu. “Ablama çok kötü şeyler olacak!” diye bağırmaya başladı, büyük ihtimalle yine oturduğum semtle ilgili kötü bir haber okuyup korkmuştu. Evime yedi (evet beş değil yedi) dakikalık mesafede olan marketin soyulduğunu ve bir kişinin hayatını kaybettiğini benden önce öğrenebilme yeteneğine sahip olduğundan bu ihtimal bana fazlasıyla kuvvetli geliyordu. Tabi ki ana yüreği yine dayanmadı ve biricik kızına neler olabileceğini sordu. Kardeşim bu sefer de “Ablam cennete gidemeyecek!” diye bağırmaya başladı. Camiinin duvarında bayram dolayısıyla tam liste cennete girecekleri ilan etme ihtimalleri olmadığını düşünerek yine kahvaltıya odaklanmaya çalışacaktım ki, kardeşim artık ana yüreğinin dayanamayıp sormasını beklemeden anlatmaya başladı. “Camiideki görevli amca namazdan sonra isimlerle ilgili konuştu ve isminde ay veya güneş geçenlerin cennete giremeyeceğini söyledi. Neyse ki göbek adı olanlar öteki tarafta kendisini göbek adıyla tanıtıp cennete girebilecekmiş! Ablamın göbek adı var mı?!” Annem ve babam elimizde sadece “Nilay” var dercesine birbirine baktı, benimse gözüm hala kahvaltıdaydı, sucukların yağı donmadan yenmeliydi. Ama kardeşim durmuyordu, annemle
babamı bana Nilay ismini koydukları için ağır bir şekilde eleştirdi. Biricik ablası onlar yüzünden cennete giremeyecekti. Bir kahvaltıya bir kardeşime bakarken olaya müdahale etmem gerektiğini fark edip “Gerçekten bir sorun yok artık kahvaltıya gelir misin?!” dedim. Benim için fazlasıyla yeterli bir müdahaleydi ama kardeşim bana dine uygun göbek adı bulma konusunda ısrarlıydı. “Bu saatten sonra göbek adı konmaz, anneyle çocuğun bağı kesilirken konuyormuş o.” “Göbek adı olanların göbeği ileride özerklik ilan edip vücuttan ayrılabiliyormuş o yüzden sakıncalıymış” tarzında bir sürü şey sallasam da kardeşimi ikna edemedim. O isim hemen konulacaktı ve sucukların yağı donmuştu. Annemse salladığım şeylerden dolayı bana kızıyor çocuğa bilimsel olarak açıkla diyordu, ana yüreği yine dayanmıyordu. Artık kahvaltının değil göbeğimin derdine düşmem gerektiğine karar verip kardeşime son kez açıklamaya çalıştım “Ben gerçekten öteki tarafta kimseyi kandırmak istemiyorum, sorarlarsa ismim Nilay derim, zaten Allah’ın da kıyamet gününe kadar uyuyacak hali yok görüyordur ne olduğunu”. Kardeşim cennete gideceğinden emin bir şekilde “Öteki tarafta da birlikte olalım istiyorum” dedi, o an “Cennete gideceğin varsa da bu kahvaltıyı bana zehir ettiğin için gidemeyeceksin süt oğlan!!” diye bağırmamak için kendimi zor tuttum. Zaten sucukların yağı gerçekten donmuştu artık her şey için çok geçti. Sonuç odaklı tavrımdan taviz vermemeye çalışarak “Göbek adı nasıl konuluyor peki bir fikrin var mı?” diye sordum, 10 gün önce doğan kuzenimizden bahsederek “Onun ismini koyarken senin göbek adını da koyarlar olmaz mı?” dedi. Artık gerçekten bıkmıştım, nasıl olsa kuzenimin ismi koyulduğunda ben çok uzaklarda 2 çeşitli kahvaltılarıma geri dönerim diye düşünerek “Tamam olur” dedim. Son bir kez sucukları yokladım belki yanlış görmüşümdür diye ama gerçekten donmuşlardı. Göbeğimden de kahvaltımdan da vazgeçtikten sonra bu sabah o amcayı dinleyenleri düşündüm. Hadi kardeşim küçüktü, inanması bir nebze normal sayılabilirdi peki yetişkin diye tabir ettiklerimizin kaçı bunlardan etkilenip ömrünün geri kalanını isminde ay- güneş geçenleri yürüyen cehennem odunu olarak görerek geçirecekti? Bayram kahvaltısının üzüntüsü geride kalırken, olayın saçmalığı İstanbul’a döndüğümde herkese anlattığım komik bir anı olarak kalmıştı. Ben anlatırken beklediğim gibi insanlar gülüyordu ama sonrasında konuşulanlar aslında durumun ne kadar tüyler ürpertici olduğunu anlamamı sağladı. Bir arkadaşım ismi Kuran’da geçmiyor diye dinine düşkün(!) arkadaşları tarafından dışlanmıştı, bir diğeri ismi yabancılara konulan isimleri andırıyor diye arkadaşları ailesinin Türk olduğuna inanmamış, uzun bir süre dalga geçmişti. Üstelik arkadaşlarım örneklerle çoğaltılabilecek bu olayları yaşarken kardeşim kadar küçük de değildi. Birden aklıma babası “yüz kızartan suçlar”dan birini işlediği için dışlanan arkadaşım, çocuğuna bakma sorumluluğunu yerine getirmeyen baba yüzün-
11
den çocuğuna tek başına bakmak zorunda kalan ve ayıplanan komşu teyzem geldi. “Koşulları değiştirme şansı olunmaması” dışlanmanın acımasızlığını göze sokmaktan başka bir işe de yaramıyordu zira değiştirme şansı olunsa dahi böyle yaşamayı seçenlerin dışlanmasını asla haklı çıkarmazdı. “İnsanlar alemi”nde durum böyleyken her insanın farklı şekilde tanımladığı, bazen tercihen de tanımlamadığı tanrıya kendisiyle aynı özelikleri bahşetmesi bakıldığında gayet normaldi. Kendini geliştirmekten yoksun insanların kazanmak için uğraşmadığı özellikleriyle övünüp geri kalanları dışlaması da.. Sanırım benim kendimce anlamlandırıp öyle olmasını dilediğim tanrı ismimdeki “ay”a değil, ailemin ismimi koyarkenki heyecanına odaklanırdı. Ya da beni “cennet”le ödüllendirip “cehennem”le cezalandırmak istese ismime, cinsiyetime, dinime, ırkıma değil kaç insanın hayatına dokunabildiğimi dikkate alırdı.
12
“İnsanlar tanrıcılık oynamaya başlamadığı sürece, herkesin tanrısı kendine” tarzı klişe cümlelerle İstanbul’a geldiğimde ilk işim insanları bu düşüncelerimle peşimden sürükleyecek bir örgüt kurmak ve Taksim’de eylem yapmak olmadı tabi ki. Zaten artık ismimden dolayı cennete girme şansım da yoktu en azından bu geçici dünyanın tüm zevklerini tatmayı hak ettiğimi düşünerek en yakın markete girip sucuk aldım ve yağı donmadan mideme indirdim! Benim için büyük, insanlık için küçük bir adımdı ve tüm pişkinliğimle söylüyorum ki asla pişman değilim.
Son An
Alper Pek
İşte şimdi dibe vurdum diye düşündüm, her şey tükenmişti çünkü. Son maceramda rahmetli kevaşemle -dibinde kırıntıları kalmış- son birkaç parça gururumu da ayaklar altına alıp, çılgınlar gibi tepindikten sonra, gurursuzca, arsızca sürtüyordum Moda sokaklarında. Of ulan of! O kadar mutsuzdum, o kadar şanssızdım ki Moda’da sürtebilmek için Söğütlüçeşme Cehennemi’nden Moda’ya uzun ve tempolu adımlar atmak zorundaydım. Her neyse. İnsanları tanımak işe yarar bazen. Bu işte kullanacağım insanları tanıyor olmam da hem şans hem şanssızlıktı benim için, ama bilemezdim, önceden bilemezdim… Kalburüstü bir tabanca alabilmek için gerekli olan tüm bağlantıları sağlamıştım; arkadaşımın arkadaşının nının nınısı… Üç yüz liraya hallolacakmış ‘benim iş’, rahat olaymışım. Ha unuttum sahi, neden sürtüyordum gurursuzca? Şöyle ki; milletten birer ikişer lira söke söke üç yüzü tamamlamaya çalışıyordum, cebimde bebek gibi 27 lira, 35 kuruş vardı bile! Hey yavrum be, akşama kadar biterdi bu iş! Güzel olacak güzel diye geçirdim içimden. Tuhaf bir şekilde çok keyifliydim, bir de sigara mı çözseydim acaba birilerinden… Akşam olmuştu, 7.35’de hazırdı param, hatta üstüne altı buçuk liram daha kalmıştı. Onunla da birinci sınıf kalitede kağıt ve en siyahından tükenmez kalem çaktım. Başladım. Sevgili ‘geride bıraktıklarım’... Cık, olmadı bu. Sevgili ailem, dostlarım, arkadaşlarım… Hayır hayır hayır! Ne bu böyle be, resmi mektup yazar gibi; oldu olacak sevgili devlet büyüklerim diye başlasaydım!? Olmaz, şu an rahatlamam lazım. Heyecan değil, miskinlik lazım bana… Ayrıca elimde zaten tek bir kağıt vardı, dikkatli kullanmalıydım. ‘‘Bu mektubu bulacak olan kişi(ler) ve diğerleri… Arkamdan düşünecekleriniz zerre sikimde olmayacak. Zaten yaşarken haddinden fazla, hepinizin söylediklerini ciddiye aldım, kafa ayarımı bozdum. O yüzden şu andan itibaren sikim taşağıma denk, götüm trampet çalıyor felsefesindeyim. Ben bu mektubu niye yazıyorum, onu da açıklayayım: arkamdan ‘yok şöyle depresifti, yok böyle intihar meraklısıydı, yok efendim her şeyi kötüye yorardı vik vik vik’ diye konuşmayın diye… Değilim ulan! Değilim arkadaş! Bendeniz malumunuz, bipolarlıktan muzdarip, kötü ve kötümser yanları hep size denk gelmiş masum bir bireyim. Mutlu yanlarımı, iyimser günlerimi görmemiş olmanız benim suçum değil, o yüzden açık açık yazıyorum; arkamdan ötmeyin öyle böyle. Anlamını bile bilmediğiniz kelimelerin kafanızı kırdığı odalarda, bir o yana bir bu yana salınırken asit kavanozlarda; kıvrak gövdeleriniz ve vücutlarınıza ağır gelen ruhunuzla miskinleşmeye devam edin! Hadi hoşça kalın, osuruktan teyyareler sizin olsun…’’
13
Üçüncü noktadan sonra mecburen durdum. Mektubum bitmişti çünkü. Derin bir nefes aldım. Kalemi kağıdın üzerine bıraktım. Şimdi saatler tabancayı eline al diyordu. Aldım, evet hatırladığım gibiydi, oldukça ağırdı. Yedi yaşındaydım, kahretsin, sünnet oluyordum; dayım elime gerçek bir silah tutuşturmuştu, içinde mermi yoktu gerçi. Elinde dursun biraz, oyalan, alıştır elini demişti bana. Sıska bileklerim, ağırlığına dayanamayıp çözülmüştü, düşürmüştüm tabancayı, tam da sağ ayağımın üzerine. Harikaydı, pipimin ağrısı yetmezmiş gibi bir de ayak parmaklarımdan birisi -herhangi birisi- kırılmıştı. Neyse. Bu sefer elimden düşmedi ancak zorladı yine de bir an. Odamın ışığını kapattım, koridorunkini açık bıraktım. -Henüz odada mum yakacak denli iflah olmaz bir abartılı romantik olmamıştım. O biçim filmlerdeki gibi, silahı yavaşça doğrulttum, şakağıma doğru yaklaştırdım Odanın içi loş ışıkla aydınlanıyordu. Yapacak mıydım? Evet, yapacaktım, yapmalıydım. Derin bir nefes daha aldım. Emin miydim peki? Evet ya, emindim, emindim. Tamam… Ulan yoksa… Eeeh! Sıktı bu be! Nasıl olur da altı üstü bir tetiği çekemi-durdum, ger-
14
çekten durdum. Ne yapıyordum ben? Yazdıklarım tekrar aklıma geldi, bütün o sitemlerim, arkada kalıp bu mektubu okuyacak olan insanlar… Depresif değildim, intihar meraklısı değildim, kötümser değildim, ölmeye niyetim yoktu. Peki ama neden yapıyordum bunu, beni buna biri mi itmişti? Hayır. Sebebi var mıydı? Hatırladığım kadarıyla yoktu. Hangi güç beni bütün gün sokaklarda eşek gibi dolaştırıp milletten para toplatmıştı, silah alabilmek için; ben hangi akla hizmet bilinçsizce, bütün bunları sorgulamadan, sanki tüm bir ömür boyu düşünmüşçesine kararlı bir şekilde gerçekleştirebildim? Hayır, hayır, hayır! Yanlış giden bir şeyler va- yordum diye düşünürken, tetiği çekmişim. Son anda
duyduğum pişmanlıkla beraber, düşünmeye ancak bu kadar süre bulmuş olmalıydım.
Müjgan Teyze
A
Rıfat Payalı
partmanın kapısından dışarıya adımımı atar atmaz yine aynı pencerenin kenarında gördüm Müjgan Teyze’yi. Müjgan Teyze. On beş aydır yaşadığım bu yerde ismini bildiğim nadir komşularımdan. Ev sahibi Ali Bey, muhtar azası Aydın Ağabey, Mülkiyeli Yusuf bir de Müjgan Teyze. İsmini çok telaffuz etmemin nedeni, belki de hakkında pek fazla bir şey bilmiyor oluşumdur. Cildi kırışmış, yaşı yetmişin üstünde, saçları beyaz, kulağı hafif sağır, yüzü güleç. Biz insanlar yaşlandıkça daha az gülümseriz. Belki bahsettiğimiz hayat şartları belki tefe tüfe dengesizliği belki enflasyon belki savaş belki yoksulluk belki yorgunluk sebebidir bunun. Müjgan Teyze’nin bütün bu sebepleri yenmiş gibi bir hali var. Ne zaman çıksam o sokağa, ne zaman baksa bana o aynı pencereden, yüzünde hep bir tebessüm ki o tebessüm gençliğimden utandırır beni. Son beş altı aydır alışkanlığımızdır birbirimize el sallayıp hayata devam etmek. Ben yürürüm o gün nereye gideceksem o kalır gerimde. Sahi o kalır da ne yapar? Kalkmaz mı koltuğundan hiç? Kalktığını bilirim. Havalar ne zaman ısınsa bu hep soğuk kalan şehirde, aynı duvarın ters tarafına geçer. Balkonundaki sandalyesini mi özler yoksa gençliğini mi? Bunun cevabını kendisi bilir elbet. Gözü hep dışarılarda Müjgan Teyze’nin. Yoksa ne zaman penceresine baksam göz göze gelmemizi nasıl açıklayabilirim ki? Neden gözler hep sokağı? Birini mi bekliyor? Ya da herhangi birini mi bekliyor? Bir de oğlu var beraber yaşadığı. Levent Bey. Eğitimciymiş öyle duydum. Kime ne eğittiğine dair bir bilgim yok. Onunla ilişkimiz bir adım daha ileride. O benim adımı bilmez ben onunkini bilir gördüğümde “İyi günler.” der yoluma bakarım. Neden dilerim ki gününün iyi olmasını, bana ne katar onun gününün iyi olması? Kötü geçerse günü ben benliğimden ne kaybederim? Ya da ben dediğimde iyi geçer mi günü? Levent Bey sürekli içer. Genelde viski içer, istisnası rakıdır. Aynı odada Müjgan Teyze’nin koltuğuna beş adım mesafede bir masası var başka bir pencerenin kenarında. Balkona çıkıp bakarım bazen karşılıklı otururlar. Konuştuklarına denk gelmedim ama Levent Bey’i başka sandalyede de hiç görmedim. Sürekli aynı sandalyeden annesine bakarak oturur. O görmez dışarıları pek, annesini görür. Müjgan Teyze’nin Alzheimer olduğunu duydum bir de. Unutmuş çoğu şeyi ondan çıkmazmış sokağa. Gençliğinde çok varlıklılarmış da çok güzelmiş de sonradan bu hale gelmiş. Bu pencere kenarına çekilmiş. Belki de unuttuğunu hatırladıkça mutlu oluyordur kötü günleri, kaybettiklerini. Düşünüyorum, gerimde koca bir hayat kalmış işte o zaman her şeyi hatırlamak istemem. Peki, Müjgan Teyze neleri unutmuş? Neyi hala hatırlar?
15
16
Aklımın içinde bu sorular cevaplarını kovalarken ben yine elimi salladım, gülümsedim ve yürüdüm. Hava soğuk, Müjgan Teyze içeride kaldı. Aklımda kaldı. Müjgan Teyze ne düşünür ben onu düşünürken? Aradan birkaç saat geçti gece çöktü. Evin yolunu tuttum tekrar. Sokağın sessizliğinde bir cam sesi geldi kulağıma. Kırılmayan ama sertçe vurulan bir camın sesini duydum. Sonra sesin geldiği yere baktım bir kadın elindeki şişeyi sağa sola vuruyor. Ona doğru yürüyordum, ona yürümüyordum evim onun olduğu yerdeydi ben de o tarafa yürüyordum. O neden benim üstüme doğru yürüyordu? Bunu da bilmiyorum. Beni gördüğünde şişeyi bıraktı bir kenara, yürümeye devam etti. Başı yere eğik, duruşu biraz mağrur, yüzü ya sinirli ya hüzünlü. Hüzünle siniri bir tutarım ben. Biri yoksa öteki de yoktur. Varlıkları birbirleriyle gelir bende. Yine anlamadım o yüzden sinirli mi hüzünlü mü olduğunu. Aramızda dört adım mesafe kaldığında “İyi akşamlar.” dedim sesimde bir titremeyle. Yanlış anlaşılmaktan korkuyordum. Sadece iyi olsun istedim akşamı. Bana bir şey katmayacağını biliyordum ama kötü giden ne ise düzelsin istedim. İlk defa tanımadığım bir insan için bu kadar içten bir istek duyuyordum. Ezilen insanları az çok tanırım, onlara olan dileklerim sayılmaz. Yüzüne bakıyordum. Başını kaldırdı ve yüzüme baktı birer adım daha atarken karşılıklı. Tam yan yana geldiğimizde “İyi akşamlar.” dedi. Sinir ve hüzün vardı sesinde. Cümlesi bittiğinde arkamda kalmıştı. Ben de arkama bakmadan yoluma devam ettim. O baktı mı? Onu da bilmiyorum. Sinir ve hüzün vardı sesinde. Sinir ve hüznü aynı gören, aynı yaşayan birinin daha olduğunu öğrendiğimi düşünerek eve kadar gelmişim. Müjgan Teyze’yi gördüğümde fark ettim nerede olduğumu. Yine aynı pencerede, yine aynı gülümseme yüzünde, yine eli havadaydı. Kadını düşünmeyi bırakmadan gülümsedim, anahtarı bulup kapımı açtım ve evime girdim. Aklımda sorular… Neden sinirli? Neden hüzünlü? Şişe de meyveli soda şişesiydi benim favorim olandan. Bana ne kadar benziyor? Neden o kadar benziyor? O kadın kim? Sahi o kadın kim? Müjgan Teyze kimi bekliyor?
Anlamlandırma
Kübra Demirtaş
N
e olduğunu nasıl olduğunu ya da ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum. Gözlerimi açtığımda buradaydım. Öyle bir anda açtım ki, o an ondan sonrasını görmeye başlayacağımı biliyordum. Bundan öncesini hatırladığımda aklımda sadece dakikalar var, yüzler, bu anı unutmamalıyım diye kendimi zorladığım çok da bir anlam taşımayan kaldırım taşlarına bakışım, sonra bazı sözler, insanların yüzüme karşı adımı söyleme şekli. Film karesi diye bir şey var ya, tam olarak öyle işte. Arkam dönük, birisi sesleniyor, Kübra, kızım kollarını kavuşturma kısmetin kapanır, rüzgar suratıma vuruyor, sen ne yaparsan yap, kim olursan ol perdeyi kader kapatır, bir çocuğun boğazına sarılmışım, dedem beni omzuna almış uyurken eve taşıyor, rüzgardan altıncı yaş günü pastamı üfleyemiyorum, hava çok sıcak atletle sokaktayım, düşmanın kim olursa olsun küçük görme kızım, sana kek yaptım, genel kültür ansiklopedileri üst üste çiçek kurutuyorum, sobada hamsi pişiriyor ananem, ellerimi ıslatıp sobaya damlatıyorum, cıss diye bir ses çıkıyor, bir bayram günü hepimiz grip olmuşuz, aynı kaşıktan teyzem suyu ekmeğe emdirilmiş kuru fasulye içiriyor üçümüze, ilk bisikletim, korkunç bir rüya görmüşüm, sınıf öğretmenim elimden tutmuş eve götürürken düşüyorum, çorabım yırtılıyor, salıncakta sallanırken kardeşime tekme atıyorum, ayakkabılarımı çıkarmış parkta kuma basıyorum, terlemiş elle demire tutunmanın tuhaf kokusu, sonra çocukluğuma dair kokular, tülbent kokusu, kum kokusu, çocuk teri kokusu, dedemin sigarayla karışık harika sımsıcak kokusu, ananemin yaptığı patatesli tavuk yemeği, ıslanmış odun kokusu. Hem saniyelik hem ömürlük şeyler. Bugün bu olmamı sağlayan şey, benden çok onlar. Hayatı çocukluğumda algılama biçimim. Bence bu iş böyle, tüm zamanlar çocukluktan oluşuyor. Yetişkin hayatımızın çok büyük bir bölümü küçükken çözemediğiniz soruları anlamlandırmakla alakalı. Ne kadar büyüdüğünse bu sorulara verdiğin cevaplarla ters orantılı. Gözümü açtığımda bir yer sofrasında oturuyorum. Önümde mütevazı sofraların ayrılmaz ikilisi çay ve çekirdek. Televizyon denen boş gürültüye saçlarıma örgüler katmak için yarışan küçük kızların sesleri karışıyor. İnsanlarla olan ilişkilerimi düşünüyorum. İçtenlikten uzak canımlar, birbirinden haz etmeyen milyon tane insan, aman yapmayalım diye düşünüp ve eleştirip iki saniye sonra canlandırılan yanlış üstüne yanlışlar, birbirimizi kandırmaktan öte gitmeyen asık suratlarımız, parlak ekrandan gözümüzü ayırmayıp sanal bir dünyada ben de buradayım mesajını paylaşmaya çalışmamız. El ele tutuşup her şeyi yenebilecekken, karamsar yazılarımızla karanlığa katkıda bulunmaya devam etmek pek iyi gelmiyor bana. İki saniye daha sonra ben de yazacağım
17
tekrar karanlık yazılar. Bu dünya dokuz milyar için çok küçük. Aman nereye gitsem, acaba bana bakıyor mu, nefes alamıyorum, çıkış nerede, kaç gibi kalkarsınız, kendimden utanmıyorum. Gözümü açtım, ama o kadar çok açtım ki sanki yüz yıl uykudan sonra ilk defa açarmış gibi net. Gülüyoruz, tanıdığımız insanlarla ilgili masum konuşmalar yapıyoruz. Birimiz çayı döktü, anne bezle temizlemeye gelirken küçük kız ablasını ısırdı, ablası yalandan ağlamaya başladı, bir dakika sonra tekrar gülecek, numara yapmadığını sanmamızı istiyor, büyük kız yavru kediyi eve getirdi karmaşadan faydalanıp, babası şu yavruyu ellemeyin demedim mi derken onu alıp kendisi sevmeye başladı. Hiç kalkmamacasına yerde oturuyordum, çayın kalanını içtim, masanın uzak tarafına bıraktım bardağımı yenisinin doldurulması için, hem gülümsedim hem bunları düşündüm. Ne olursa olsun burası yaşamaya değer bir yer dedim. Gözlerimi kapattım. İşte, hayat böyle geçerdi. Hem de güzel geçerdi.
18
Su
Deniz Baran
‘‘W
e will be landing shortly, please fasten your seatbelts.’’ Kurtuluyordu nihayet. ‘’Su gibi git, su gibi gel sevgili Su.’’ esprisinden dahi bayat hissettirmişti yay gibi zıplayan çocukla, jöle gibi yayılmış uyuyan devin arasında sandviç olmak. Uçaktan iner inmez saat farkı mağduru olup iniş saatini bir saat geç haber verdiğini fark etti. Kendini doğru Duty Free’ye attı. Bir parfüm, bir çanta, bir makyaj seti, bir parfüm daha… Eli kolu bir hayli dolacaktı karşılanana kadar. ‘’Nasıl olsa babam taşır.’’ cümlesi beyninde dolaşmaya başladığı an siren sesleri duyar gibi oldu. On iki yaş pijamalarının içinde kurumaya bıraktığı kendini yeni bulmuştu daha. Babasının 3 sene boyunca kalmaya zorladığı Katolik yurdundan yeni sıyrılmış, İngiltere’de üvey annesine karşı koymayan ürkek külkedisi yaşantısının ölüm çanları yankılarını bile tamamlamamıştı. Eve dönmenin güç kıran sinsi toksikliği üşenmemiş, havaalanına kadar sürünüp solutmuştu kendini. O 18 yıl boyunca dört katlı villalarında bir eli yağda bir eli balda bir hayat sürmemişti. Tufaya getirmek ince iştir. Kim derinliğinin ve karanlığının çıplak gözle görülebildiği bir çukura çivileme atlamaya gönüllü olur ki? Lüks hayatları tam da distopyalarını ütopya illüzyonuyla sıkıca kaplamak üzere dizayn edilmişti. Bir günde üç ülke gezebilen özgür ruhun uçağının izi silinmeden şoförsüz adım atamayan bir Rapunzel’e dönüşmesi düpedüz hapisti, ne lüksü? Suratsız kasiyere baktı, kollarındaki materyalizm yığınına baktı, suratsız kasiyere baktı, titreyen kollarına baktı. Bekleyemezdi, daha fazla bekleyemezdi alınmayı. Üçüncü boyutunu korumak uğruna koşar adımlarla uzaklaştı bu dokunsa yıkılacak plastik kuleler topluluğundan. Sıçraya sıçraya koşturuyordu mayışık mayışık gün yüzüne çıkmakta olan bavulların arasından her bir hücresini kaplamış pastel bir bulantıyla. Trajikomik esintisiyle bu tablo, dayısının ona 8 yaşındayken yatak masalı olarak ailesine kavuşma yolcuğundaki Usame Bin Ladin’in kanalizasyondan yüzerek kaçışını anlatması gibiydi; güçlü mesaj, yanlış yer, yanlış zaman. Üç yüz dolarlık Givenchy çantalarının kurbanlık koyun gibi dizildiği mağaza vitrininde sekmekteki yansımasıyla göz göze gelmesiyle kahkahalara boğulması bir oldu. Taşın da, kağıdın da, makasın da vardı bir azraili. Su ise çabasızca süzülerek kayıplara karıştırabilirdi tüm materyalleri kendi dalgalarıyla haşır neşirken. Katkı maddesiz tek bir nefesi yeterliydi, yetecekti, yetmek zorundaydı okyanus çukurlarını bir bir aşmaya.
19
Uzakların ve Uzamların Argosu Selim Marmara
“B 20
enle benim aramdaki farkı görebiliyor musun?” Bu dünya her şeyi öğrenmekle zamanın tükeneceği bir cehennem. Klasik cümleler, sigara dumanları ve kırmızı bir ışık altında yazmıyorum bunları, o kadar şanslı değil bedenim. Pejmürde bir halim de yok üstelik, okyanusun yanıbaşında bir barın alkol ve ter kokusundan oluşmuş perdesine dayalı sırtım. Ne kadar çirkinlik varsa yanıbaşımda, bunu bilerek, isteyerek ve seçerek yaşıyorum şimdi. Her nefesi diğerine paylaşırcasına, ama ne eksik ne fazla, almam gereken kadar soluktan bahsediyorum, kimsenin hakkını ziyan etmeden. Evet, her iç çekişimin ziyandan ibaret oluşunu size anlatmam için uzun bir ömür ve yeterince beyaz sayfa olabilir elimde. Hikayeler anlatmaya gelmedim size küçük hanım, bu hikayeleri yaşayın istiyorum. Ne kadar acımasız kalırsa gözleriniz o kadar düzelteceğim kendimi ve bu sıradan halimden vazgeçeceğim belki. İşte o zaman evlenebiliriz, elinizi cennetin bir bekçisine kur yaparcasına tutarım o zaman, beyaz bir gelinlik de giyersiniz, adettir, bense kırmızı bir damat olma hayalindeyim, neyse ki renklerin milliyetçisi değilim ancak bunca uçuşan hayat varken önümüzde, kırmızıdan başka ne renk kalır elimizde. Aşk mı dediniz, o bir tercihten öteye geçememişti son toplantımızda. Evet ben o gizli konseylerden birine üyeyim ve hangi duyguların moda olacağını seçiyoruz o mevsim. Her dönemin başı dünyanın dört bir yanından gelen dört bin kişiyiz ve o kadar kalabalık ki sevgilimi bulsanız onu kaybettiğimi unutmuş olurum çoktan. Bu zekice hesaplanmış yüzyıllık konsey, moda duyguları belirler o mevsim dilimi için. Hangi yarım kürenin mevsimi diye sormayın lütfen. Bu ince ayrıntıları sekreteryamız halledecektir nasıl olsa. Bu mevsimi mi sordunuz, elbette unutkanlık! Ama o bir duygu değil diyebilirsiniz, elbette, biz öyle düşünmenizi istedik de ondan! Neyse hanımefendi diye başımı kaldırdım ki gitmişsiniz, siz kadınlar ne kadar da yalandan uzak ama ona isteklisiniz ve günlük genelleme kontenjanı dolan ben, artık barı terk edebilirim. Sokakta bir allahın hayvanı kalmamış, bu evsizler ne tat alır kedi köpekten anlamam, hayır gaddar ve hayvan sevmeyen biri değilim, severim onları, hatta bir iki tanesinin başını bile okşamışımdır. Pek sayın devletimiz yasaklamış olsa da ama bu kadarı fazla değil mi sizce de, tüm bu yalnız sokak hali? Yağmurun ağırlığı falan da yok, oldukça açık ve bunaltmayan bir serinlik var havada, her şeyin bu kadar yolunda olmasında bir yolsuzluk var, birileri iş çeviriyor diye hissetmeliyim belki ama hayır, hiçbirimiz bir polisiye romanına sıkışmadık henüz. Ne dersiniz bayan bu gece bir şansımız olabilir mi? Sanmıyorum
dedim kendime, uzaktan bakan herkes nasıl da çapkın dese bile, onu sevdiğimi söylemeden sevişmedim kimseyle, düşünsenize, duygu-seçici kurul üyesiyim; bana yakışır mı duygudan yoksun bir sevişme! Neyse ki bir bayan bile yoktu durakta ve otobüsün geliş süresi sigaranın izmaritiyle buluşan dudağımın acısına denkti, işte o asılı kalan dumanı dağıtan kapı açılışı, okyanus kıyısındaki bir şehre göre pek gürültülüydü bu otobüsler, üstelik yeni ve şahane derecede elektrikli! Sizlere maval okumayacağım, bu dürüst yansımanın kim olduğunu bilmiyorum. Yani beyaz bir buğuya saklanan, ardında şehrin dans ettiği bu dürüst yansıma kim hiçbir fikrim yok. Bu sabah seçtiğim kıyafetlerden biri burnumu ve dudaklarımın yapısını değiştirmiş olmalı, günümüz sentetik ipliklerinin alerjik sonucu. Ne dersiniz bayan, tekstilin ülkemizdeki gidişatı ne olacak? Hadi belki siyaset ilginizi çekerdi, ucundan bir iki adam eleştirir, geçmişten örnekler verir, ideallerimizden bahsederdik. Ülkeyi kurtarmak sizi ikna etmekten zor olamaz ya? Çocuğunuz nasıl bir dünyada büyüsün isterdiniz? Ekstra boy olsun mu? Hayır bayan acımasız değilim, sadece bir düş barındırıyorum, yoğun bakımdaki yatağımdan doğrulamayacağım için hiç gitmediğim bir şehirde kendimi oynuyorum. Okyanus kenarındaki ülkeleri say deseniz, verdiğiniz morfin buna izin vermeyecek ve bayan sizin bir hemşire olmanız da umurumda değil, beyaz önlüğünüzü titreten yüreğinizle şansımı denemek istiyorum, bugünlük bu kadar yetmedi mi? Söyler misiniz bayan, bir doz da olsa gerçekliğin sırası gelmedi mi?
21
Buğulu Camlar, Sesler Buğulu Emre Akaltın
A 22
rabanın camına vuruyordu yağmur damlaları. Önce tık tık, tıkır tıkırtıkır; sonra patır kütür küt küt ve tok... Araba önce bir hızlandı, sonra kavşağa doğru yavaşladı ve durdu. Sonbahar şehirde yeni görülmüş, belirtilerini serin esen rüzgarda sergilemeye başlamıştı. Hayır, şimdi size sararıp düşen yaprağın hüzünlü öyküsünü anlatmayacağım. Kafamda yankı bulan bu sinyal tik takını kimin tetiklediğini sorgulamak şu anda benim için daha mühim. Babamdı herhalde sol elinin tak diye tek bir hareketiyle sinyali tetikleyen. Ama, ya ses? Güz mü acaba beni arka koltukta tek başıma bırakan bu tik taklarla? Gerilmeye başlamıştım, hava gri bir parlaklıkta yüzüyordu akşam karanlığında. Görülecek bir dolunay kalmamıştı. Duyduğum iki ses vardı patır kütür küt küt tok ve tik tak tik tak tik tak... Ama ilki yavaştan silikleşmeye başlamıştı ve bu beni çok endişelendiriyordu. Gözümü sağımdaki pencereye çevirdim. Babamın of çekmesiyle aynı anda nefesini cama vermiş olmalıyım ki çıkan buhar bu senkronizasyonla daha bir estetik göründü bana. Camlara yapışan insan nefesinin buharı hiçbir zaman dokunamadığım, beni tiksindiren bir şey olmuştur. Bunu küçükken okul servisinden hatırlıyorum. Şoförün yanında oturduğumda, adam camdaki buharı silmemi isterdi bazen ve ben de mecburiyetten ceketimin koluyla ekşi bir suratla silerdim. Arkada diğer çocuklar muhtemelen pencere kenarındaki gözlüklü çocuğa küfürler yazıyorlardı buhara harfler kazıyarak. Hatırladığım başka sisli anılar da var. Mesela uykulu bir halde okula giderken, camda gezinen damlaları takip edip birleşmeleri ve ayrılmaları, hatta bazen çok çok büyüyüp örgütlenmelerinden alınan haz... Araba kırmızı ışıkta duruyordu. Kavşaktaydık. Verdiğimiz sinyalin hangi yön için olduğunu bile kestiremiyordum. Nerede olduğumuz hakkında hiçbir fikrim yoktu ve camlar buğudan tabakalaşmış bir opaklığa sahipti. Artık gökte ay olsa bile onu görmemi engelleyen bulutlar değildi yalnız. Camdaki buğu... Ha bir de ses, ses hâlâ arabadaydı. Merak ediyorum bu tik tak dışarıdan da duyuluyor muydu hiç? Işık yeşile dönmüş olacak ki harekete geçti babamın seri ayakları. Araba da sözünü dinledi ve sinyali sola vermiş olduğumuzu gösterdi. Yağmur şiddetini artırıyor gibiydi. Babam kendi camını açtı ve içeriye taptaze bir hava akın etti. Cama doğru uzandım ben de arkadan. Mehtabı aradı tekrar gözüm. Bizi takip ederdi geceleri yollarda ya, işte o da tatlı bir histi. Babam homur-
dandı ve yerime oturmamı söyledi. Araba hızlandı, hızlandıkça hızlandı. Düz bir yoldaydık ve ben hâlâ nereye gitmekte olduğumuzu bilmiyordum. Ya da ben hâlâ nereye gitmekte olduğumuzu bilmiyordum. Ya da biliyordum da unutmuştum. Sinyaller kafamda yanmaya, sesleri kulaklarımda çınlamaya başlamıştı tekrardan; lakin araba dümdüz devam ediyordu yoluna. Babam bir daha elini tak ettirmemişti ki. Korkmaya başlamıştım. Araba daha da hızlanıyordu. Bayılacakmışım gibi hissediyordum. Midem bulanmaya başlamıştı. Okul servisinde ortalığa kusuşum geldi aklıma. Kim bilir kaçıncı sınıf öğrencisiydim o zaman. Tam kapının, şoförün elini attığı bir kol vasıtasıyla mekanik bir tetiklenmeyle açılan o tok kapının önüne çıkartmıştım içimdekileri. Ne olduğunu anlamadım, arka koltukta bu anımsamalar içinde debelenirken anlamama da kalmadı. Bir ses geldi. Sonra birkaç ani ses daha. Tik tak kesilmişti. Gözlerim karardı. Gerisini hatırlamıyorum. Bir sonbahar akşamıdır ancak, mevsimin sonbahar olmasının hiçbir anlam taşımadığı.
23
Duvardaki Resim
EV
24
Birol Bayraktaroğlu
imizin salonunun duvarında Eski Mısır hiyerogliflerine benzer bir resim var. Bu resmin neden orada olduğuna dair hiçbir fikrim yok, üstelik evde Eski Mısır’a özel bir ilgi besleyen birisi de yok. Her tarafı tıka basa eşya dolu olan salonun krem rengi duvarının tam ortasında bırakılan bir boşluk herkesin gözüne çirkin görüneceği için bu resim oraya konmuş sanırım. Resim yıllardır aynı yerde durmasına rağmen eve ilk kez gelen bir misafirin uyarısıyla onun yamuk olduğunu fark ediyorum. Misafir simetri hastası olduğunu anlatıp resmi düzeltmek istiyor; fakat bu sefer de çerçeve onu rahatsız ediyor. Çünkü resim çerçeve içerisine yamuk yerleştirilmiş. “Bu durumda ya resim ya da çerçeve yamuk kalacak.” diyorum misafire. Bu sefer resmin yamukluğunu boş verip çerçevenin düzgün olmasının yeterli olacağını söyleyerek çerçeveyi düzeltiyor. Misafir bir süre oturup sohbet ettikten sonra gidiyor. Ardından resmi incelemek için duvara yaklaştığımda başımı yana eğerek onun yamukluğuna uyum sağlıyorum. Çerçevenin düzgünlüğünü bozmamak adına yaptığım bu şaklabanlık beni düşündürüyor; ama yine de ben kendime bu konuda bir simetri hastası kadar hassas olamayacağımı telkin ediyorum. “Ben ondan daha mı iyi bileceğim?” diyorum içimden. Eğer ben o resmi çerçeveden çıkarıp aynı yere düzelterek yerleştirirsem bu kez yıllardır gözleri onu yamuk görmeye alışmış olan aile büyüklerimi rahatsız etmiş olacağım ve böylelikle daha da kötüsü ben beni var edenlere gizlice karşı gelmiş olacağım, istediğim bu da değil. O andan itibaren ya içi yamuk resimli ya da dışı yamuk çerçeveli olacak bir nesneye uyum sağlamam gerektiğini anlıyorum. Ne zaman evin salonuna gitsem kendimi tedirgin hissediyorum. Aklıma devlet dairesinde, okulda veya hastane benzeri bir yerde olduğum fikri geliyor. Orada benim için olduğunu zannettiğim; ama benden tamamen uzakta olan, el süremediğim ve boyun eğmem gereken bir nesne var bundan böyle. Ertesi gün, eve başka bir misafir geliyor. Hazırladığım çayı içerken gözünün ara ara resme iliştiğini yakalıyorum. “Sizi de mi rahatsız etti?” diyorum misafire. “Neden etsin ki? Ben Eski Mısır’a çok meraklıyım.” deyip birden resme doğru hareketleniyor. Ben tam resmin yamukluğundan söz açmak üzereyken, çerçeveyi elleriyle tutup yerinden kaldırmış halde, kendi evinin salonunda böyle bir resmin ne kadar güzel duracağından bahsetmeye başlıyor. Az önce aklımdan geçenleri boş verip misafire resmin bizim için çok değerli olduğunu söylüyorum istemsizce. Kendimi beni tedirgin eden nesnenin bekçiliğini yaparken buluyorum. Misafir yanlış bir şey yapmış olduğunu hissederek, resmi
duvara asmak yerine halının üstüne usulca bırakıp kalktığı koltuğa yeniden oturuyor. Bir süre daha sohbet ettikten sonra çerçeveyi tuttuğu için tozlanan elleriyle tokalaşarak onu yolcu ediyorum. Salona çay bardaklarını toplamak için geri döndüğümde açığa çıkan duvardaki boşluğun aslında hiç de kötü görünmediğini anlıyorum; yine de biraz daha yaklaştığımda yıllardır aynı yerde duran resmin gittikçe rengi kararan duvarda bıraktığı izi fark ediyorum. Bir yandan “Keşke duvarın tam ortasındaki boşluk öylece, olduğu gibi, daha önce hiç dokunulmadan kalmış olsaydı.” diye düşünürken diğer yandan da o resmi duvarın tam ortasındaki her zamanki yerine asmam gerektiğini kavrıyorum tozlanan ellerimle.
Toz Adam Eran Erarslan
Ş
imdi, eğri oturup doğru konuşalım, ben biraz deliyim. Deliliğin tanımını bildiğimden veyahut yaşlı bir amcanın delilik üzerine yazdığı o tozla kaplı kitabı okuduğumdan değil. Hoş, sorarlar; amca neden yaşlı? Kitap neden tozlu? Bilmiyorum. Her neyse ne, okumadım işte. Sırf bu yüzden çok değil de az deli olduğumu iddia ediyorum. Hani, alçakgönüllülük falan… Annem öğretmişti. (-mişti) Bir de aramızda kalsın, kitaplara da, kitap okuyanlara da, bu gereksiz kağıt israfını teşvik eden yazarlara da biraz gıcığım. O naçizane kitabı evin olabilecek en kuytu köşesine koymamın sebebi de budur hani. Bir de size tavsiyem, eğer çocukluğunuzda nefes alma probleminiz veyahut toza alerjiniz vardıysa, evinize kütüphane yaptırmayın. Özellikle içinde kitap olmadığında kendisi çok toz tutmakla ünlüdür. Ha, bana kalsa hiç yaptırmayın ama olur da yaptırırsanız bilin ki elimde iki kavanoz dolusu toz var. Hani kitap koyarsanız diye dedim. (Yaşlı amcalar tozu pek seviyor, ölü olanlardan bahsetmiyorum bile.)
25
26
Toz
Batuhan Boz
tavan ozon zamir teçhiz obur zelzele teneke oran zemberek onarım ziyafet tutuk olay zımpara terapi urgan zıvana testis zehir oyun tabla zıt optimum tığ zımba ok tik temkin ortalama zapt tıpa oluk zargana tuş otonom zoka tekel oryantal zoom oluş tamir zincir tat zar oylum trompet zarafet zerrin okur zikir oy tatava zemin öp tipik telepat toy optik zifaf orijin turnike zamk olağan taşeron zerk oya tılsım zayiat ongun tütün züppe odak tutam zarf omur takva zabıta orak telaş zafer taşıt oğlan zula tanık onur zavallı zayıf oda takas zevzek onay tabu tarif o ziyan tuhaf o zavallı terk o zoraki tan oktav zan oturum zil talan ortalık zevk taht opera zihin teşhir onur zarar taban
27
28
Okkalı Virgül
Ayça İşbilen
inanıyorum, dünya çok eğlenceli bir yer olacak. ama; agorafobinin, “burası agora mezbahanesi”nden ortaya çıkabileceğini düşündükçe de, durumun pek parlak olmadığını anlıyor ve inancımı kırıyorum. eğlenceli olursa şayet, çekip gitmek, belki; hatrı sayılır bir eylem olabilir. belki de silkilmek üzere olan bir yakanın ucunda durabilir… ama; tahta bir bavulun hüznünü yaşayan ruhla gidersen, mutlaka yolluk al ve bir insan hazırla -bol içli-ve ben yalnız- sevinç tevs’i dinliyor olacağım, tüm alt metinler karışık... öyle ya “ ama arkadaşlar iyidir” diyor mahsun süpertitiz. o’nu dinleyecek olursak durum harika, ama, arkadaş zekai özger de iyidir hanımefendiler ve beyefendiler. o’nu dinleyecek olursak da; (zeki müren’i sevelim) ah.. kahrolsun tüm absürd kıyaslar… o zaman sıradaki parça, içini yeni açan dinleyicilerimiz için gelsin: evanthia reboutsika / carousel… aslında polyglot olmamıza gerek yok, pek âlâ anlayabiliriz, dünyanın sessizliğini öğrenebilirsek, ezgileri ve carousel’i… tanrım! o da ne? gözlerime inanamıyorum, gördüklerim bir afterimaj ol-ma-lı! atına binmiş bir karınca, -son karesi gibi red kit’in adetagitmelisin zaten, sevmiyorum seni. git ve bir quadratura ol. biliyorsun, dünya bir yanılsama.. ama, ama; siz yine de ağustos böceklerini çok yanlış anlıyorsunuz, ve fevk’alalade’ bir şekilde, karıncaların da ekmeğiyle oynuyorsunuz...
29
Akşam ve Beni Tekliğe Alıştıran Yataklar
Mehmet D. Meşe
30
elbet bulunacak daima korkulacak bir şey bastonlar yürümekten başka işlerde kullanıldıkça nabzım 120’yi bulacak rüyamda gördükçe bir soprano’yu “hırsız var! hırsız var!” diye bağırarak soyulacağım ki gidip “bak hiçbir şeyim kalmadı” diyebileyim henüz soyunmamış bir kadına “bak sanrın daha parlak bıraktığın leylaktan” sana bırakıyorum henüz soyunmamış bir kadın sökülüp çıkarılıp atılacak yanlarımı onları çam ağaçlarına bölüştür uykunda bir satır ne kadar yaralayabilir ki bir insanı lütfen anla zümrütler değersiz çağımda mızraklar öldürmeye yetmiyor henüz kesilmemiş bir göbek kordonum var boynumda yeniden evlenmemizi yasaklayan bir din inecek ama ben hiçbir zaman raskolnik olamayacağım, asla işte sürgün işte kadırga işte girit işte benim karakol duvarlarına omurgamı bırakışım beni mahpusum diye terk etmiş olduğunu abimi benim değil depremin vurduğunu rahiplerden hariç kimseye anlatamıyorum bu çılgınlığım bu vahşetim yakın durur bu küfrüm bu okum beni tabi biri vurur haramiler gelir bezlerim tükürük dolu yumruklarım sıkı benim gibiler akdeniz’de boğulsa ne olur eğeri sıkı bir attan inip artık sessiz eşlik ederek marşlara yürüyorum kalan son tepeye iki gram dahi kalmadığından ciğerim duymamak için kulaklarını kesen düşmanlarım benden bir daha doğurmasın diye kesemde sakladığım bir anam var tutsaklığımı ilan ediyorum ve gece belki de sübut bulmadığından alnım yarılmakta
başka derdi kalmayınca halkın değil hayır tanrının cemre şubat aylarından başka ahlaksızlığa göz yummaz yüzüm senin yüzünden böyle henüz hırpalanmamış bir yansız seni yansın diye değil seni o ıslak iklimlerin baygın hazları boşalsın diye bacaklarından bir gemi seni yansın diye değil ben giyotine mültezim tabelalarda kellem asılı çıksın rotasından çıplak bir kızıllığın seni yansın diye değil seni bağışlanacak bir organım dahi yok diye nuhluğuma mesken olmaya gelsin imkansız bir kuş uçuyorum dahası ne çatlasın ay çatlasın gök çatlasın merkür sevgim çatlasın tıfıl bir alet süzsün bari kefenlerden cesetleri karıncalar doluşmuş ambarlara yılanlar deri değiştirir ustalar iklimleri işler düşmüş bir tay gibi mutsuzum hududunda kırılmış olsun hiçsizliğim kalsın aklında beni vuracaklar bilge sırf seni omzuma almak istediğim için vuracaklar sunaklar boynumu bekler katlim farz tüm mezheplerde sırtımın tamamını görmeden ölmeyeceğim ama söz memelerini boynuma asmadan
31
İthafa Yaklaşım II
32
Alper Pek
taş kesilen fularlara methiyeler düzüp puro dumanında zevkten yitenler mum yakanlar hikayelerini ibretlik kisvesinde ebleklikle sunan fotoromancılar, halden anlamayanlar, zamir meraklıları, gölgede bayılanlar, günahların faturasını kovalara kesenler, bulutları siyah çekenler pespaye elmalarla mest olan avanaklar ve gözaltı haberlerinde mosmor olanlar, tadına bakılması imkansız kabuslarla kara basanlar, ateş yutanlar dolunay yaklaşırken acayipleşenler, solumayı unutup bahane sunanlar karıncayiyenlerin gözünde dimdik gölgeler, saatleri eriyenler, utanç ile söktükleri dişlerden kuleler dikenler, smokin çekenler, patır kütür paf küf çekenler, arkaya bakmayanlar, arkada kalmayanlar, arkada sallananlar, arkada araklayanlar, şiirleri romanlara, romanları şarkılara, şarkıları anılara dönüştürenler, yolsuz yolcular eylem şiarcıları, kalem işçileri, devrim şairlerinin büyüsüne kapılıp kaypaklaşanlar, nisan yağmurları, nisan sancıları, nisan falcıları, nisan yirmibirleri ve karakuru karizmalarıyla nefes kesenler, bir insan sesine muhtaç kalanlar, yalnız takılanlar, kelimelere yön veremeyenler, rüzgarda dağılanlar, saçlarını tutanlar eteklerinde kayışdağının eteklerini kıstıranlar, ağustos sıcağında beyinleri nadasa vurmuşların koyu kalın hırkalara muhtaç kalmış meczup hallerine gülenler, salaş tişörtlerde kendilerini heba edip farenjitte ithisas yapan budalalara şefkat çakanlar, bok püsür otoriteleri, deneyim sonucu oluşmuşlar, karanlığa daha fazla katran bandırarak keten toplayanlar, güzelliğe iğrençlikle, düzene yokoluşla, saate gözakıyla, solgun sözlere çığlıklarla, dokunuşa ruhaltı karmaşasıyla karşılık verenler, mürekkep testinde başarıya ulaşanlar başarırlar altıncı denemede, en ufak harf kenarını bile dağıtmayanlar, kabuslar kabuslar kabuslar kabuslar kabuslar kabuslar kabuslar kabuslar ve tek bildiği bu olanlar, zavallılar.
on dördünde, ayın son dördününde parklarda uyuma hayaliyle diş bileyenler, on yedi yerinden bıçaklananlar hala yaşayanlar on yedisinde evden kaçmaya güzellemeler dizenler, on dokuz saate kuyruk kıstıranlar hala koşanlar on dokuzunda aşık olanlar, aşık olmayı düşleyenler, aşık olmaktan başka hiçbir haltı aşamayanlar hala üçlü takılanlar hala okuyanlar hala titremeyenler hala paranoya karnavalına gitmeyenler hala sokulanlar hala fitne fesat hala hale ala diyenler. sıkıntılı ikiyüzlülüklerle sürdürülen gündüz kuşakları, kabuğu kendine benzeyenlere tiksinti tasmalarıyla sürgün edenler, kütük fetişistleri, dansla hükmetmeye değil köleliğini yasallaştırmaya koşanlar, amaçsızlığa övgüler dizenler, alışkanlık haline getirenler, ellilik kovalayanlar, metalaşanlar, otobüslere sağ kapaklar atanlar, gözlüklerin ardında dünya turuna çıkanlar, bomboş odalarda oturup dört duvara beş beleş hikaye düzenler, ebeveyn kaygısıyla sigara yakanlar, sol lobu ihya edenler, fikirlere katalizör olarak bırakılan birkaç gram bademi ayaklarının altında ezip sunakların masumiyetini terletenler, asit, kolaj ve mide ağrısıyla yanıp tutuşanlar, cehennemi övenlerin en boktan çukurunda, cehennemi övenlerin en boktan kurabiyelerinin tozunu burun temizlemek için hizalayanlar, bomboş gözlerle bakanlar, objektifliği terk edenler, katatoni ile kakafoni isteyenler, kokaini kahveye bulayanlar birçok ayini mahvetmeye bayılanlar her yeri dövenler, her yeri dönenler, yer yer sönenler, kördüğümle ve tariz kovalayanla sakalları şer kokan terle kutsanmış monşer!
33
Dalgakıran
Selin Şahpazoğlu
Harun Furkan Karagülle
34
israf olmasın j’aimelerimiz kapım açıktır sana matiz de olsan beni bilirsin ağzımdan hangi laf çıkmaz alışılmadık sözler edersem tıka kulaklarını küçük ellerin yeterse tavşan kulaklarına devrimin uğramadığı kentlerde sevdalar kupa arabalarında geçer külhanbeyleri sıralarlar martavalları tâk tâk tâk ve tâk! alışılmadık sözler duyarsan tıka kulaklarını bazı kentlerin vadilerinde balkabakları yetişir sen sakız kabaklarını hiç mi hiç sevmezsin o kentlerde şiirlere bir güzel fırça çekerler elini kolunu sallayarak giremezsin bakkala ve çıkamazsın koltuklarında kestanefişekleriyle bazı kentlerin rıhtımları çabuk paslanır ağır kentlere devrimler de gelmez aşklar da daha otuzunda insan yaşlanır seni öyle bir rıhtıma götüreceğim birtakım sesler duyarsan aç kulaklarını bunlar vapur düdükleridir sevdaları haykıran bazı kentler nâr bahçesi bazıları gülistandır aradaki en büyük fark şirin bir dalgakırandır
35
Friedrich Hölderlin Şiir ve Tragedya Kuramı Batuhan Boz
“Ş
iire anlamını veren uğraşın yalnızca, saf olandan çıkılıp keşfedilecek şeye doğru bir gidiş ve bu şeyden saflığa bir dönüş olduğu açığa çıkmalıdır.”
36
“Şiirsel yaşam, eğer saf şiirsel yaşam olarak değerlendirilirse, içeriği bakımından, uyumluluğun gücü ve zamansal eksiklik yüzünden uyumlu olan karşıtına bağlı olur. Bu bakımdan şiirsel yaşam, kendisiyle tamamen birdir ve kendi çabasının temelinde değil, yalnızca üsluplar değiştiği zaman kendisine karşıt olur. Bazen daha esnek ya da katı, daha hızlı ya da yavaş, daha rahat ya da gergin, daha kararsız ya da hedefinden emin olması rastlantısaldır. Şiirsel yaşam, genel olarak yaşam düşüncesine ve birliğin yoksulluğuna dayanan şiirsel düşünmenin temelini atan ve bizzat yaşamı belirleyen bir şey olarak düşünülür ve uğraşına idealist-karakteristik bir tutumla başlar. O artık, uyumlu olan karşıta doğrudan bağlı değildir. Bizzat belirli bir üslup olarak bulunur ve tutumların değişmesiyle ilerler. Bir sonraki tutum, bir önceki tarafından belirlenir. Böylece şiirsel yaşam, tutumunun içeriğine, yani tutumunu kavrayan organlara göre hareket ederek yine kendi tutumuna karşı bir tavır takınır. Bunun sonucunda da hem daha bireysel hem de daha evrensel olur. Böylece çeşitli tutumlar, yalnızca saf olanın kendi karşıtını bulduğu yerde, yani bizzat çaba göstermede, genel olarak yaşamda birbirine bağlanır. Bu bakımdan saf şiirsel yaşam artık bulunamaz, çünkü her değişen tutumda tikel biçimde doğrudan kendi karşıtına bağlıdır ve bu nedenle artık saf değildir. Bütüne bakınca, çabalama yasasına göre, şiirsel yaşam ancak çabalayan bir şey olarak var olur.” “Şiirsel tinin uğraşısıyla ilgili olan her şey özgürlük içinde olmalıdır. Ancak böylece, uygun bir dünya ve içinde var olduğu dünyaya doğal olarak ait olan bir içgüdü yaratabilir. Kendisiyle ilgili her şeyin özgürlük içinde olması gerektiğinden, kendi bireyselliğini yine kendi sağlamalıdır. Ama şiirsel tin dünyayı kendi kendisine ve kendinde bilemez, bu yüzden dışsal bir nesne gereklidir. Bu, kendisi bir karakter edinebileceği, edinmeye kendisini hazır edeceği bir nesne olmalıdır. Bunun ardından belirlenen konuyla beraber karakter seçildikten sonra, saf tekillik ve diğer karakterler özgürlük içinde tanımlanır ve sabitlenir.”
“Her bireye ayrı verilen heyecan duyma derecesi, her bireyin kendine özgü aklı başındalık derecesine göre düşük ya da yüksek ateşte yanar. Ölçülülüğün seni terk ettiği yer, heyecan duymanın sınırıdır. Büyük şair ne kadar kendinin dışına çıkarsa çıksın, kendini koyvermez. İnsan derinlere olduğu gibi, yükseklere de düşebilir. Derinlere düşmeyi esnek tin, yükseklere düşmeyi ölçülü aklı başındalığın yerçekimi engeller. Eğer duygu, sahici, sıcak, berrak ve güçlü ise bu, şairin en doğru ölçülülük ve aklı başındalık durumudur. Bu durum, tinin dizgini ve mahmuzudur. Sıcaklığıyla tini harekete geçirir, inceliği, sahiciliği ve berraklığıyla, kendini kaybetmemesi için tine bir sınır çizer ve onu durdurur; aynı anda hem anlayış hem de istençtir. Ama çok hisli ve kırılgan olduğunda, ölümcül bir hale gelir, için için kemiren bir kurt olur. Diğer yandan tin kendini sınırlarsa, engellenişi korkarak hisseden duygu heyecanlanır ve berraklığını kaybeder, tini de anlaşılmaz bir tedirginlikle başıboşluğa sürükler; eğer tin özgürse ve kendini hemen kuralın ve modelin dışına çıkarırsa, duygu, daha önce nasıl sınırlandırılmaktan korkuyorsa, bu kez de kendini kaybetmekten korkar; böylece donakalıp boğuk bir hale gelir ve tini yorarak onu alçaltır, gereksiz bir şüpheyle kendini harap etmesine neden olur. Duygu böylesine hastalandığında, şairin elinden gelen tek şey, tanıdığı bu duygudan hiçbir şekilde korkmamak ve bir biçimde daha dikkatli ilerleyip olabildiği en basit yoldan aklını kullanarak, sınırlandırıcı ya da özgürleştirici olabilen duyguya yön vermektir. Kendine bu şekilde tekrar tekrar yardım etmek durumunda olan şair, duygu doğal kesinliğini ve tutarlığını verir. Genel olarak şair, aklında bulunan bütünlüğe tekil anların içinden ulaşmamayı ve böylece geçici bir eksikliği sürekli taşımayı alışkanlık edinmelidir. Şairin alacağı keyif, sonunda yapıtın bütünlüğünün esas tonuna erişilene dek konunun gerektirdiği ölçüde ve tarzda bir andan diğer ana geçmek olmalıdır. Ama kendini yalnızca zayıftan güçlüye doğru yükseleceği bir kreşendoda aşabileceğini kesinlikle düşünmemelidir, çünkü bir şekilde sahici olmaz ve boşlukta asılı kalır. Önemden kaybettiği yerde hafiflikten kazandığını, sessiz ve duyarlı olanın da şiddetin ve heyecanın yerine güzelce doldurduğunu hissetmelidir; böylece şair, yapıtının gidişatında, bir öncekini neredeyse aşan bir tonu ayrıca zorunlu olarak vermek durumunda kalmaz. Yapıttaki egemen ton, bütünlük, yalnızca başka türlü başka türlü değil de böyle biçimlendirildiği için hakimdir.
37
Yalnızca bu en doğru doğruluktur. Sistemin bütünlüğü içinde kendi zamanı ve konumuna getirildiğinden, burada yanılgı bile doğruluğa dönüşür. Bu doğruluk, hem kendini hem de geceyi aydınlatan ışıktır. Bu, sanat yapıtının bütününde doğru zamanda doğru yerde dile getirildiği için, şiirsel olmayanın da şiirsel olduğu en yüksek şiirselliktir. Ama bu amaç için gerekli olan şey, hızlı kavramadır. Yoksa eğer üzerinde ürkekçe oyalanırsan, konuda ne olacağını ve konudan neyi yapıp neyi yapmayacağını bilmezsen, onu nasıl doğru yerde kullanabilirsin? İnsanın, tekil olanı, ait olduğu bütünlüğün yerine koyması sonsuz bir keyif, göksel bir sevinçtir; bu nedenle, kavrayış olmadan, sürekli organize edilen bir duygulanım olmadan yetkinlik olmaz, yaşam olmaz.” Parçalar, Notos Kitap’tan Mehmet Barış Albayrak çevirisiyle çıkan Friedrich Hölderlin, Şiir ve Tragedya Kuramı adlı kitaptan alınmıştır.
38
Bloodlıne (2015 -) Protagonist Antagonist Belirsizliğinde Bir Aile Dramı Engin Onuk
39 Türkiye’ye henüz ulaşmamış bir medya sağlayıcısı olarak Netflix, televizyon yapımlarının yerini alabilecek, orijinal işler ortaya koymaya devam ediyor. Netflix’in yayına sürdüğü House of Cards, Hemlock Grove, Orange is the New Black ve Marco Polo gibi dizilerinden ardından Bloodline, 2015’in Mart ayında aynı diğer bütün Netflix dizileri gibi ilk sezonunun bütün bölümleriyle bir günde yayınlandı. Dizi senenin beğenilen dizilerinden biri olarak ön plana çıktı ve genellikle olumlu eleştiriler aldı. 2016’nın ilk aylarında 2. sezonuyla devam edeceği kesinleşen Bloodline, son zamanlarda çiğliğe doğru amansızca sürüklenen dizi sektörüne hayat veren, yenilikçi Netflix yapımlarından
bir diğeri olarak göze çarpıyor. Dizi şu ana kadar gördüğü ilgi ve aldığı olumlu eleştirilerden fazlasını bile hak ediyor diyebiliriz. Zira hala 2015’te yayına giren başka dizilere kıyasla tanınmamış, keşfedilmemiş bir dizi olarak kalmayı sürdürüyor. Bunun tahmin edilebilir sebeplerinden biri dizi bölümlerinin epey uzun olması ve senaryonun yavaş yavaş sindirerek ilerlemesi olabilir. Ancak birkaç bölüm sabredildiğinde dizinin bu sabrın karşılığını fazlasıyla verdiğini, diziye kolayca kaptırıldığını söylemek gerek. Florida Keys’te kendi otellerini işleten Rayburn ailesinin dramını konu alan dizinin daha ilk bölümden sezon sonu için devamlı olarak spoiler niteliğinde flash forward görüntüler vermeyi ter-
40
cih etmesi irdelenmesi gereken ilginç bir metot. Diziye sezon sonunda ne olacağını net bir şekilde öğrenerek başlamak, diziyi bir anlamda izleyicinin beklentisinden ve baskısından özgürleştiriyor. Bloodline, izleyiciyi sezon sonunda ne olacağını değil, o noktaya nasıl gelineceğine dair süreci merak ettirmeye uğraşıyor. Bu, bir diğer anlamda da dizinin senarist ve yapımcılarının aldığı riskin büyüklüğünü ortaya koyuyor; çünkü sürecin sürükleyici olmaması, altının gerektiği şekilde doldurulamaması durumunda felaket, katlanılmaz bir yapım çıkabilirdi ortaya. Ancak öyle olmadı. Bloodline, her detayıyla çok sistematik bir şekilde tasarlanmış, herhangi bir boşluğa fırsat tanımayan ortalamanın kat be kat üzerinde bir yapım olmakla kalmıyor, aynı zamanda bir sonraki sezon için beklentileri maksimuma yükseltiyor. Protagonist ve Antagonist İkilemi Bloodline’da geçmişte yaşanan travmaların etkisinden kurtulamamış, baştan sona bütün üyeleriyle sorunlu olan Rayburn ailesininin yavaş yavaş felakete doğru sürüklenişini izliyoruz. Rayburnler güneyli bir ailenin tipik özelliklerine sahipler; birbirlerine fazlasıyla bağlılar, sürekli çeşitli seremoniler vesilesiyle toplanıyorlar, partiler düzenliyorlar ve kendi yaşadıkları çevrede sevilip saygı görüyorlar. Her şey yolunda gidiyor gibi gözükürken ailenin yüz karası olarak görülen en büyük kardeş Danny’nin eve dönmeye karar vermesiyle bütün işin seyri değişmeye başlıyor. Özellikle kardeşleri
John, Meg, Kevin olmak üzere annesi Sally ve babası Robert da kesinlikle aileden biri olarak görmüyor Danny’i. Bunun sebep olduğu şüphecilik ve suçluluk duygusu arasında Danny’i zorla da olsa ailenin içine tekrar almaya çalışıyorlar. Bu noktada, çizilen Danny karakterine daha yakından bakmak gerekiyor. Dizinin yarattığı “kötü” bir karakter var mı emin olamıyoruz. Dizi başladığında Danny’i potansiyel “kötü” karakter olarak izliyoruz ama sezon sonu geldiğinde kafalar karışıyor. Dizi boyunca manipülatif kimliği, kaba ve düşüncesiz davranışları, uyuşturucu ticaretine girmesi haricinde herhangi kötü bir tarafını direkt olarak görmüyoruz Danny’nin. Vahşi değil, çizgiyi aşan herhangi bir davranışı olmuyor. Tehditkar ve dengesiz bir karakteri var; ama Danny’i antagonist olarak tanımlamamız için yeterli somut malzeme vermiyor dizi bize. Danny’nin ölümünün ardından geriye kalan Rayburn kardeşler; en başta Danny’i öldüren John, sonra buna alet olan Kevin ve Meg olmak üzere Danny’den daha kötü karakterler olarak öne çıktığı yorumuna rahatlıkla varılabilir aslında. Danny meşru müdafaayla Wayne Lowry’nin adamı Ralph Lawler’u öldürüyor ama bu Rayburn kardeşlerin kendi öz kardeşlerinin cinayetini sistematik bir şekilde örtmesiyle bir tutulabilir mi? Hiç sanmıyorum. Hem Danny’nin Ralph’i öldürdüğünü doğrudan görmüyoruz bile, varılan kaçınılmaz çıkarım bu oluyor. Danny’nin kötülüğünün
direkt olarak gösterilmemesinin dizi boyunca geliştirilmiş bilinçli bir tercih olduğu net bir şekilde görülüyor. Öte yandan, Danny’nin işi getirdiği boyut gerçekten sabırları ve sinirleri zorlayacak bir boyuta varıyor. Kardeşi Sarah’nın ölümüne istemeden sebep olduğu zamana korkutucu derecede benzeyen bir senaryoyu John’un kızı Jane’i tekneyle denize çıkararak oluşturması, John’un gözünde alenen bir tehdit niteliği taşıyor. Danny daha önce Meg’i de sevgilisine onu aldattığını söylemekle tehdit etmişti zaten. O yüzden Rayburn kardeşlerin mevcut hayatlarını korumak adına Meg’in hukuk ve John’un güvenlik bilgilerinden de faydalanarak Danny’nin cinayetini polislerin önüne kendi tezgâhladıkları senaryoyu atarak örtbas etmeleri anlaşılabilir mi? Sanmıyorum ama yine de insan bir düşünmeden edemiyor. Çünkü ailenin direği olarak öne çıkan John Rayburn, tipik bir protagonistin özelliklerine sahip olmakla birlikte sezon sonunun gelmesiyle bir antagonistin de özelliklerini paylaştığı anlaşılıyor. Dolayısıyla kafalar yine karışıyor. Protagonist ve antagonist kavramlarının çok kesin çizgilerle çizilemediği, karakter yazımının odak noktası olduğu bir dizi olarak Bloodline, gelecek sezonlarda nasıl bir seyir izleyecek meraklandırıyor. Kyle Chandler ve Ben Mendelsohn’ın muhteşem performansları gerçekten izlemeye değer nitelikte, hayranlık uyandırıyor. Olaylardan çok durumlara, karakter gelişimine, olaylar arasındaki bağlantıya
önem veren Bloodline, 2015’in en öne çıkan, izlemeye değer yapımlarından biri dersek abartmış olmayız.
41
Kibar Feyzo Üzerine Bir Analiz Hasan Berk Akkoç
K
ibar Feyzo; odağına, Türkiye coğrafyasında hala görülen feodal örgütlenmenin eleştirisini oturtmuş 1978 yapımı bir Atıf Yılmaz filmidir. Yapım; çevre ve merkez arasında köprü kurarak, paylaşılan sorunlar üzerinde ortaklık yaratmış, bir bakıma kentliye de köylüye de kendi hikâyesini anlatmıştır. Bu sebepten filmin sorunsallaştırdığı ağalık rejimi imgesi köylü -ya da taşradaki izleyici için- yazıldığı gibi okunsa da kentli seyirci açısından Patron imgesine dönüşen bir doğaya sahiptir. Kibar Feyzo’nun başarısının bir sebebi de iki nokta arasında hassas bir denge kurabilmiş olmasında aranmalıdır.
42
Film; anlatı olarak Feyzo karakterine hayat veren Kemal Sunal’ın, işlediği cinayet sonrası görülen davada, hâkime savunma yapması olarak şekillendirilmiştir. Açılışla birlikte Feyzo, savunmasını yapmak için ayağa kalkar ve doğrudan kameraya bakarak seyirciye seslenir -burada Hâkim ve Seyirci yer değiştirmiştir, Feyzo, Hâkim’e değil seyircinin vicdanına seslenmekte, orada kendini aklamaya çalışmaktadır- başkarakter, kendini içinde bulunduğu duruma sürükleyen olayları doğrusal geriye dönüşlerle samimi bir şekilde anlatır. Kamera yer yer, salonda bulunan ve Feyzo’nun hikâyesindeki önemli kişileri -eşi Gülo (Müjde Ar), annesi Sakine Kadın (Adile Naşit), Hacı Hüso (İhsan Yüce) gibi- göstererek yaşanan trajedinin toplumsallığı hakkında bağdaşım kurulmasını sağlar. Ayrıca film boyunca araya giren kız ve erkek koroları, Feyzo ve Gülo’nun hikâyesinde, halkın görüşünü temsil edecek şekilde atışır. Kibar Feyzo filmi, temel olarak iktidar olgusunu sorunsallaştırır. Söz gelimi köylülerin Maho Ağa’ya (Şener Şen) ayaklanması bunun doğrudan bir göstergesiyken; Feyzo’nun eşi Gülo’nun başlık parasının taksitlerini ödeyebilmek için İstanbul’a gidip çalışmak zorunda olması ve kayınpederinin her ödeme günü kadını, Feyzo’dan “geri almakla” tehdit etmesi, kadın bedeni üzerinde kurulan erkek iktidarın dolaylı görünümüdür. Tüm bunların yanında eser, sistemin buyruğuna uymakta -anlatının bir mahkemede hâkime savunma şeklinde olması gibi- onu aşındırmaya çalışmamaktadır. Yani film, düzenin nasıl değişeceği üzerine fikir yürütmez, Maho -ya da başka bir Ağa- özelinde düşünür. Bu sebepten köylünün ayaklanması duygusal bir patlama olmaktan öteye geçememiş, Maho’dan sonra gelen Ağa’nın rejimi gideni aratmıştır. Söz gelimi benzer bir atmosferde geçen Yaşar Kemal’in İnce Memed romanlarının ilkinde Memed, zorba Abdi Ağa’yı
öldürür ama jandarmaya teslim olmaz. Dağa kaçarak isyanını her kitapta genişleterek sürdürür. Sembolik bağlamda da olsa Memed karakteri genel iktidara boyun eğmezken Feyzo eğmektedir. İktidar, üretim araçlarına sahip sınıfın ona sahip olmayanlar üzerinde kurduğu çift taraflı bir ilişkidir. Şöyle ki Maho Ağa, filmde kurgulanmış köyün -ve beş tane daha köyü vardır- tek sahibidir. Fakat köylüler olmadan Ağa’nın sahipliğinin bir anlamı yoktur. Ağa kendini tebaasına, tebaası kendini Ağa’ya göre tanımlar. Biri olmadan “öteki” yaşamını sürdüremez. Köylü ve Ağa arasında simbiyotik bir ilişki vardır. Ayrıca iş gücünü sağlamak için onların var oluşları gereklidir ve aynı zamanda üretimi aksatmayacak kadar bir kısmı hayatta kalmalıdır. Bu sebepten ötürüdür ki Feyzo’nun ifadesiyle Maho Ağa’nın tarlalarında ekip biçilen her üründen, üç pay kendisi bir pay köylüler alır. Köylünün aldığı bir pay onun yalnızca hayatını idame ettirmesine yetebilmektedir. Fakat bu durum sanki Ağa’nın lütfuymuş gibi sunulur. Maho’nun deyişine göre “kendisi hep vermekte ve hiç almamaktadır.” Köylü üzerine kurduğu iktidar, gelenek tarafından meşrulaştırıldığından ve doğal görüldüğünden sorgulanmaz. Tam bu noktada Foucault’un tabiriyle mekanik olarak üretilen iktidar gözlenmeye başlar. Düşünüre göre “mahkûmu iyi davranmaya, deliyi sakin olmaya, işçiyi çalışmaya, okul çocuğunu düzenli olmaya, hastayı tedavi olmaya zorlamak için güç kullanmaya gerek kalmayan” bir ilişki biçimi gelişmektedir. Köylü, büyük ihtimalle Maho’nun öncülü ağalar tarafından titizlikle çarpıtılmış bir atmosfere doğduklarından, makinenin dişlilerini bozacak bilince hiç sahip olmamışlar, onlar tarafından ezilip sindirilmişlerdir. Bu süregiden sistemin doğal addedilmesinin de tarihsel geçerliliğini de sağlamaktadır. Zaman içerisinde önce mülksüzleştirilen sonra bir lütufmuş gibi kiralık topraklarda ve satılık köylerde yaşamak zorunda bırakılan halk için bu çarpıklığı devam ettiren gelenek -ki ideoloji diyebiliriz- kendi kendini üretecek seviyededir. Bu biraz da ona razı olan ve sisteme uyum sağlamış köylü sayesinde ayakta durur. Sonuç itibariyle köylü üzerinde kurulan disiplin, onların otomatik olarak Ağa’nın istediği gibi yaşaması temelinde kurulmuştur. Bu istek ekonomik alanda Ağa adına verimli çalışacak bir işçi olmakken, sembolik anlamda onun iktidarına boyun eğmek, üstünlüğünü kabul etmek demektir. Fakat film, bu düzenin bozuluşunun hikâyesini anlatır. Trajikomik bir devrim denemesiyle sonuçlanacak olaylar sosyo-ekonomik sebeplerden başlar.
43
Kahrolası Başlık Parası! Feyzo ve Bilo (İlyas Salman) Hacı Hüso’nun kızı Gülo’ya taliptir. Filmin giriş sahnesinde askerden dönerken köy yolunda karşılaşmış gösterilen ikilinin dostça başlayan sohbetleri konunun hatırlanmasıyla kesilir ve Hacı Hüso’ya, bu talipliği ilk kimin söyleyeceği şeklinde bir yarışma başlar. Gülo merkezli bu yarış, filmin üçüncül kişisi Bilo’yla Feyzo arasındaki çatışmanın temel sebebi olacaktır. Ayrıca ilk başta esas düşman Bilo gibi gözükse de Maho Ağa’nın devreye girişiyle arka plana düşecek, esas düşman yardakçı şeklinde konumlandırılacaktır.
44
Hacı Hüso’nun oğlu Zülfo (Erdal Özyağcılar) üzerinde durulması gereken bir yan kişidir. Sürekli evlenmek isteyen adamın geleceği; babası tarafından, Gülo’nun yüksek bir fiyattan “satılmasına” bağlanmış olduğundan Hüso’nun tam boyunduruğu altındadır. Bu bakımdan Zülfo, Gülo’ya kim daha çok para verecekse ondan yanadır. Fakat Feyzo’dan kentte başlık parasının kalktığını öğrenmesiyle beraber taraf değiştirerek ileride büyüyecek kalkışma hareketine dâhil olur. Hikâyede Feyzo’nun yaşadığı zorluğun ilk kaynağı ise kayınpederi Hacı Hüso’dur -bu daha sonra Maho Ağa’nın saldığı sürgünlerle pekişecektir- Hüso, kızını açık arttırma olarak “bir mal gibi” en yüksek fiyattan satmak ister. Bu sebeple daha önce köyde görülmüş bir uygulama olmamasına rağmen hem Feyzo’yu hem Bilo’yu, Gülo’yu istemeye çağırır. Köylünün uyarılarına rağmen -başlık parası piyasasını yükselmesinden ötürü kızlar evlenemeyecektir- Hüso, Gülo için on bin peşin olmak üzere yirmi bin lira ister. Haliyle açık arttırma sonuçsuz kalır. Ama Feyzo çıkışta annesini ekarte ederek on bin peşin geri kalanı da beş eşit taksitle altı aylık vadelerle ödemeyi kabul ederek Hacı Hüso’yu razı eder. Ödenecek taksitler üzerine senet yaptırılması ve müstakbel kayınpederin, Maho Ağa’nın borca kefil olmasını istemesi de tam bir kara mizah örneğidir. Öyle ki “senetler ödenene kadar malın mülkiyeti babasına kullanma hakkı ise kocasına aittir.” Burada Feyzo’nun Gülo’ya olan aşkıyla alakalı bir parantez açmak istiyorum. Feyzo’nun annesi Sakine, Gülo’ya verilecek başlık parası yerine tarlaya öküz alınması konusunda ısrarcıdır -oğlu bu inadı Mecnun taklidi yaparak kıracaktır- fakat Feyzo parayla başlık parasını ödeme konusunda şöyle der: “Öküzü alırsak kimin tarlasını süreceğiz? Maho Ağa’nın. Mahsulatın 3 payı onun 1 payı bizim. Ama Gülo’yu alırsak o toptan bizim. Ömür boyu sür Allah sür. Dokuz ayda bir mahsulat verir.”
Feyzo’nun aşkının duygusal boyutu ekonomik beklentileriyle kol kola girmiştir. Romantik bir âşık değildir. Düşünüşü feodal sistemin ataerkil yapısını devam ettirir. Ona göre kadın, sürülecek bir tarladır, Gülo gelecek iş güç kaynağını doğuracaktır. Düğün sahnesi Feyzo’nun hikâyesini etkileyen iki güçlüğün -Gülo’nun borcu ve Maho Ağa’nın gazabı-kendisini vurmasıyla sonuçlandığından önemlidir. Bu sahnede Maho Ağa, Feyzo’nun düğününü ziyarete gelir. Bilo ağanın yanına giderek, düğünün ortasında kafasında fötr şapkayla oynayan Feyzo’yu gösterir -Maho’nun da başında fötr şapka vardır- Feyzo’nun kendisine özendiğini söyler. O şapkayı maraba kesimi de takarsa düzen bozulmaz mıdır? Bu, iktidarın görünümleriyle ilgili olarak üzerinde durulması gereken bir ayrıntıdır. Nesnelere yüklenen sınıfsal anlamlar tarih boyunca görülmüştür. Söz gelimi 1223 yılında Venedik’te kraliyet ailesinden başka hiç kimsenin inci takmayacağına dair bir kanun çıkarılmıştır. Öyle ki sahte inci takan dahi şehirden sürülüyordu. İngiltere’de ise kraliyet kökeninden olmayanların inci takması yasaktı. 3. Edward döneminde fahişeleri saygın kadınlardan ayırmak için kürk giyilmesi yasaklanmıştı. Örneklerin etkili bir okumayla fazlasıyla çoğaltılabileceği bu durum; iktidarın, giyim kuşam üzerindeki kontrol çabasının bir tezahürü olarak anlaşılmalıdır. Maho Ağa’nın köyünde iktidar, onun görünümüyle var oluştuğundan -yani bindiği attan oturduğu eve, giydiği şapkadan ceket ve pantolonuna, bıyığını nasıl kestiğinden, saçını hangi yöne taradığına kadar- Maho Ağa’nın sahip olduğu her şey, esasında İktidar’ın görünümleri anlamına gelmektedir. Bu sebepten yaratılmış sembolik güçten payını alan nesneler, Ağa’dan daha aşağıda biri tarafından takılamaz/kullanılamaz. Ağa fötr şapka takıyorsa köylü kasket takmalıdır! Aksi halde Maho Ağa’da saklı bulunan ve onun tabiriyle “kimseye nasip etmediği” iktidar tecavüze uğramış olur! Düğün sahnesine tekrar dönülürse Feyzo, başındaki fötr şapkadan dolayı -önce Maho Ağa’nın ardından yardakçısı Bilo’nun ayaklarında itinayla ezildikten sonra- köyünden kovulur. Bu kovuluş sonrası Feyzo’nun yolu Gülo’nun taksitlerinin de ödenmesi gerektiğinden İstanbul’a doğru olur. Feyzo’nun Kovuluşları Feyzo’nun büyükşehirle ilişkisi, filmin kilit noktalarından birini oluşturur. Toplamda üç kere köyünden kovulan adam çevreden merkeze her gidişinde kent uzamından etkilenerek geri döner. İlk dönüşü sonrası Gülo’nun başlık parasını tamamlayabilmek için şehirde gördüğü umumi tuvaleti -Feyzo’nun kafasında
45
tuvaletin paralı olabileceğine dair bir kategori bile yoktur- köy merkezine kurar. Bu deneme Maho Ağa’nın ünlü “Ağa’nın bokunun üzerine bok olur mu?” repliğiyle bilinen gazabına uğrayarak yıktırmasıyla son bulur... Oysa Feyzo, tuvaletin herkese parayla Ağasına ise ücretsiz olduğunu söylemiştir. Fakat Ağa’nın kullarının kullandığı umumi bir tuvalette onlara benzer bir şekilde taharet alacak olması düşüncesi dahi Maho için katlanılamayacak bir şeydir. Aynı fötr şapka sembolünde olduğu gibi yine iktidarın ne denli kıskançça tanımlandığını göstermesi bakımından önemli olan sahne, sembolik gücün toplandığı şemaya vücut dışkısının dahi yeri geldiğinde eklenebildiğini, Ağa-Maraba ilişkisinde sanal sınırlarının nasıl aşağılayıcı bir piramit şeklinde kurgulandığını imlemektedir. Geleneğin koruyuculuğu altında nesneler ve ritüellerle kazanılmış bu mesafenin bir santim dahi kısalmaması gerekmektedir.
46
İkinci kez kovulan Feyzo yine büyükşehire döner ve “ne iş olsa yapmaya başlar” Altı ay boyunca kentte kalır, para biriktirir. En sonunda köyüne döndüğünde Gülo’nun 2000 lira olan taksitinin ancak 1500 lirasını kazanabilmiştir. Hacı Hüso’ya kalan beş yüz lira karşılığında ahırdaki ineği veren Feyzo, bu sefer de annesi tarafından cezalandırılarak tarlada “öküz gibi” çift sürmek zorunda kalır. Talihsiz adamın üçüncü ve son kovuluşu ise tarlada çift sürdüğü sırada Maho Ağa ve Ankara’dan gelmiş resmi bir görevliyle karşılaşması yüzünden olur. Maho Ağa’nın ağalığını övdüğü bir sırada görevliye gerçekleri saf bir şekilde anlatan Feyzo, adam gittikten sonra herkesin gözü önünde falakaya yatırılır. Ağa’nın Feyzo’ya bedensel şiddet uygulayışı, bu sahneyle başlar daha sonra defalarca tekrarlanır. Maho, kendisinden daha büyük bir iktidar karşısında itibarının düşürülmesinin hıncını işkence yolu ile çıkarmaya başlar. Ayrıca dövülen Feyzo köyden de kovulmuştur. Yani Ağa, daha önce sadece sürgün ettiği adamın üzerinde acı çektirmenin dayanılmaz hafifliğini de -bizzat dövmüştür- tatbik eder. Ağalık makamını Feyzo’nun yüksek sesle sorgulayışı bu dakikadan sonra gelişir. Kente göçen adam burada dönemin sol söyleminden etkilenir. Sol parti ve sendikaların organize ettiği grev, miting gibi toplumsal olayların içinde yer alır -katılımcı değil işçi olarak- işin en komik tarafı Feyzo’nun etkilenişinin önemli bir bölümü silmek için ev sahiplerinden para aldığı duvar yazılarından kaynaklanmasıdır. Yarım yamalak aydınlanmış bir köylü olarak Feyzo, köyündeki iç karartıcı durumdan kurtulabilmek için duyduğu ve onun işine gelen düşünceleri kendine uyarlamıştır. Sonuç itibariyle köyünden sürgün edilmiş bir adam için “Ağalık düzeni yıkılacak” sloganı çok şey ifade etmektedir. Feyzo’nun zihninde ağalık rejiminin despotik yapısına dair zaten var olan kıvıl-
cım, duvar yazılarındaki devrimci arzularla kör topal birleşmiş fakat esas alev, silicilik yaparken karşılaştığı gelinle damat yüzünden harlanmıştır. Artık kentte gelinlerin başlık parası olmadığını kadınların ve erkeklerin özgür şekilde istediklerine vardıklarını öğrenen Feyzo, köyünde süregiden sistemi değiştirmek için son kez ve gizlice yurduna geri döner. O ve eşi Gülo, köyde başlık parası yüzünden evlenemeyen gençleri örgütlemeye başlar. Kentte özgürlük vardır köyde neden olmasındır? Köyün duvarlarına ağalık ve başlık parası karşıtı sloganlar yazılır. Başlık parasından dili yananlar -evlenemeyen genç kadın ve erkeklerayaklanır. Gülo, Feyzo ve Zülfo hareketin önde gelenlerdendir ayrıca Sakine Kadın da onlara katılmıştır -çünkü başlık parası kalkmış olsaydı öküz alabilirdi- Burada oluşan toplumsal ittifak, başlık parasının yarattığı ekonomik zafiyet üzerinden kurulmuştur. Ayaklananlar kadının mal gibi alınıp satılmasına karşıdır fakat ilk önceliklerinin bu olduğu kuşkuludur. Maho Ağa’nın Karikatürleştirilmesi Maho Ağa, ödeyemediği borçlarından ötürü Gülo’ya el koyar ve ikisini de tarlada çalışmaya zorlar. Bu sırada Bilo onun köy içindeki en büyük yardakçısıdır. Feyzo’nun bu durum canına tak eder. Gülo’nun başlık parasını ödemek için tekrar İstanbul’a gitmesi gerekmektedir fakat “yüreğindeki ağa korkusunu” atamadığından önce kendini Ağa’ya kovdurması gerektiğine inanır. Feyzo’nun kovulmak için dahi Ağa’nın olurunu almak istemesi esasında, müesses nizamın köylülerce ne denli içselleştirildiğinin göstergesidir. Feyzo bir gece köyden gizlice kaçıp gidebilir fakat kendini Maho Ağa üzerinden tanımlayışı yüzünden -çünkü başka bir varoluş bilmemiştir- meşru bir sürgünü bütünlüğü açısından yeğlemektedir. Bu sebepten kendini Ağa’ya kovdurtmaya çalışacaktır… Feyzo’nun olabilecek her şekilde Maho Ağa’nın iktidarını küçük düşürme çabalarını kasti olarak Ağa düşüncesine ait büyünün bozulması için gösterildiğini düşünüyorum. Söz gelimi Feyzo, Maho Ağa’nın özellikle şapkasına oturur -ki ilk sürgün sebebi düğünde onu takmasıdır- ya da havuzuna işer. Kanımca senaryoya böyle bir yol verilmesinin sebebi dokunulmaz ağa imgesini parçalayarak seyircinin güleceği bir katharsis yaratmaktır. Zira bu durum hem Feyzo hem izleyici için gereklidir çünkü kovulmak için bile ağanın olurunu isteyen bir adam, zihnindeki kategoriden ancak bu şekilde kurtulabilirdi. Ayrıca taşralı izleyici için Ağa, kentli izleyici için Patron ve benzeri iktidar odağı; kralın, Tanrı’nın çocuğu olmadığını hatırlatmak onu gökyüzünden yere indirmek, korkunun dozu oranında bir mizah aracılığıyla gerçekleştirilmiştir. Bu vesileyle Maho Ağa karikatürleştirilmiş, korkulacak bir şey olmaktan çıkarılmıştır. Ağa hakkında “faşo” başlık parası hakkında “bu düzen yıkılacak!” diyen Feyzo, belki
47
de filmin sonunda silahını Maho’ya doğrultabilmeyi bu sayede -zihinsel prangalarından kurtularak- başarabilmiştir. Gerçi mahkeme salonunda kendinin de ifade ettiği gibi bu cinayet bir işe yaramış mıdır? Hayır. Tıpkı İnce Memed’in her kitabında Abdi Ağa’yı mumla aratan yeni bir zorbanın terör estirmesi gibi başka bir ağa başa gelmiştir. Feyzo bu konuda yorum yapmıyor ama Memed’in konu hakkında “bu düzen devam ettikçe ne Abdi Ağa’lar biter ne İnce Memed’ler” deyişini hatırlıyorum. Sonuç olarak sorun geri kalmış bir çevre ülkenin, daha da geri kalmış bir çevresinde -Johan Galtung’un deyişiyle Çevre’nin Çevresi- süregiden sömürme pratikleri ve bunun nasıl ayakta kaldığıdır. Feyzo’nun filmin sonunda hâkim/seyirciye sorduğu gibi suçun kimde olduğu sorusunun cevabı bu minvalde aranmalıdır.
48
Filmin son sahnesinde Feyzo ve köylüler yürüyerek köyü terk etmeye başlarlar. Maho Ağa ve adamları -Bilo ve Hacı Hüso dâhil- gidenlerin yolunu keser ve uzaklaşmalarına izin vermez. Ağa elebaşı olarak iki adamına Feyzo’yu yakalattırır. Adam korumaların silahını alıp önce kendine -bu sırada Maho, kendini vurmasını söyler- sonra Maho Ağa’ya tutar ve öldürür. Her şey çarçabuk ve kolayca bitiverir. Sonuç olarak Kibar Feyzo, Türk sinemasında benzeri çok az görülen eleştirel bir güldürü filmidir. Senaryosu özgün ve Türkiye coğrafyasına aittir. Bu toprakların hikâyesini bu topraklara anlamıştır. Feodalizmden kadın sorununa kadar birçok yaraya dokunan eser, temel olarak iktidar olgusunu sorunsallaştırmış, bunun mizahi bir portresini çizmiştir.
49
50