1
BU İçezen / Okan Yılmaz
Saplantı, düşünceyi engelleyen bir şifadır, diyor Adam Philips. Bir kaçış. Demek ki, düşünce akıcı bir sürece işaret eder. Benim yaşadığım tıkanıklığın kaygı sebepli olması, kaygının bir saplantı, bir kaçınma olduğunu gösterir. Demek ki sosyalleşmekten, hayata kapılmaktan uzak durmam ve bu debisi yüksek hayatın içinde organize (sağlıklı) bir benlik ile direnmekten kaçınmam, en nihayetinde bir düşünce akışı yakalamaktan uzak tutuyor beni.
2
Hayal Alıştırmaları V / Serkan Üstündağ
3
Bir Müddet Daha / Selim Sevim
6
Satılık Ev / Efe Elmastaş
8
Entropiana İle Maceralarımız I / Emre Akaltın
10
Tuvalet İç Dizaynı / Erkan Katırcı
12
Kim O / Emre Emrem
14
Bir Yoksuzluk / Adem Fatih Kılıç
16
İkindi / Muhammet Ali Yılmaz Urba / Mert Can Fırat
18 21
Magma / Uğur Küçükdağ
22
Z / Damla Koruk
23
Yırtıcılar / Emre Varışlı
24
İç Sesim ve Balad / Fatih Dalcı
25
Gecenin Gözlerindeki / Aslan Kocaman
28
Pul Pul Dökülen Kuru Bir Ömrün Derdini İzah Çabası / Fahri Küçük
29
İçinden En Güzel Bile’nin Geçtiği / Can Küçükoğlu
Kara Sinek / Kürşad Uğurlu
Burada Çatılmış Dağınıklık / Erkan Karakiraz Kör Mikser / Alper Pek
Bu Şiir İstihza Değil İnkisardır / Evren Günberi Kalemin Bedenleri / Ayça İşbilen
33 34
Ayak İzleri Taşınsın Okyanusuna / Örsan Gürkan Aplak İnönü Parkı / Hanifi Yiğittekin
32
30
36 37
38
41
China Blue - Bizce de Yaşasın / Besna Ağın
Horace and Pete (2016 - ) Izdırap Zinciri / Engin Onuk Konuşmalar / Can Küçükoğlu & Alper Pek
42
46 48
3
ey yo! uzun ve aksak aylaklık sona erdi, kopya KOPMA temasıyla nefes almaya devam ediyor. bu sayıda yine bir görsel karnaval yaşıyoruz, kopma için ön kapakta Hande İşler’in, arka kapakta da İlayda Atlas’ın nefis çizimleri var. içerideki ara sayfalarda ise Elif Eren, Umut Naderi, İnsel Kanca, Can Karatek, Zeliha Aksoylar ve Hande Yolcu’nun görsel eserleriyle karşılacaksınız. Bize yazın, bize çizin.
kopyafanzin@gmail.com kopyafanzin.com twitter.com/kopyafanzin facebook.com/kopyafanzin
İçezen Okan Yılmaz gırtlağımdan yukarı yükselir ki ötüşü
2
anne, dün gece serçemi bütünüyle yedim bilinci sonsuza asık ben tüm hayır deme gücümle yumurtalarını kırdım çöllerimde biraz ıslağım taze kanıyla gölüm suskun yeşili nilüferi sonsuz gecelerden gelen bana bakıp gülümsedi çocuğum en azından beraber bitirdik nasıl yanaşacaksa vaat edilen kumlara bir serçe beni yarın ve sonraki yarın yiyecek
HAYAL ALIŞTIRMAL ARI V
Serkan Üstündağ
“A
ğzını açabildiği kadar açmış ve avazı çıktığı kadar bağıran bu adam kim?” diye sordu çocuk, az ilerideki tepede bulunan ve can çekişen adamı işaret ederken. “Ah” dedi dedesi ve öksürdükten sonra anlını sıvazlarken “nasıl anlatayım sana bunu çocuğum? Bir doğuma benzeteyim desem, önce doğumu anlatmam gerek. ‘Bu adam hem doğuyor hem de doğuruyor’ desem, bu iki eylemin nasıl aynı anda gerçekleştiğini soracaksın... Düşüncelerin insandan doğmadığını ve aslında hep var olan ve hep var olacak şeyler olduğunu, bizler ise sadece vakti geldiğinde bir kısmını algılayabildiğimizi anlatsam, bu sefer de bizim kim olduğumuzu anlatmam gerekecek... Kim olduğumuzu anlatsam, bu sefer de nereden geldiğimizi açıklamam gerekmez mi?” diyerek yanıtladı sorusunu. Çocuk kahkahalara boğuldu. Yerlerde yuvarlandı ve nefes alması düzelince ayağa dikilerek, “iyi de ben bu adamın ne yaptığını sormadım ki... Ben ‘bu adam kim’ diye sormuştum” dedi. Dede bir müddet gülümsedi, torununu dikkatli dinlemediği ve sorulan soruya başka bir soruyla yanıt vermesi, komik sayılabilecek bir hataydı. “Bu adam, algıladığı bilgileri görsel, işitsel ya da başka bir yolla bir başkasına tam olarak aktaramamış bir kişi. Bilgi böylesine tehlikelidir işte... Eğer iyi bir algılayıcıysan ve algıladıklarını aktaramazsan, sonun böyle olur! Bu yüzden, dinlemeyi öğrenmeden önce anlatmayı öğrenmen gerekir. Bak sen ne güzel oyuncaklarına hikayeler anlatıyorsun ya, o hikayeleri anlatmayı hiç bırakma. Mesela üst katta keman çalan arkadaşını bir düşün. Onun da keman çalmayı bırakmaması lazım...” Çocuk dedesine bir anda sinirlendi ve olduğu yerde zıplayarak “o benim arkadaşım değil! Keman çalmasını da bilmiyor zaten” diye bağırmaya başladı. Dedesi çocuğu durdurarak “onu sevmemenin nedeni, sen hikayeni anlatırken seni dinlememesi olabilir mi? Ona kızmaman lazım, çünkü o esnada, o da kendi hikayesini dinliyor ve kendine özgü diliyle bu hikayeyi aktarıyor. Çok farklı şeyler çaldığı için ‘keman çalmayı bilmiyor’ diyorsun, fakat o birçok kişiden daha güzel çalıyor” Dedesi çocuğa elini uzattı ve torununu güvence altına aldığına emin olduğu esnada, tepede çığlıklar atan adama doğru ilerlediler. Adam, sanki bu ikilinin kendisine yaklaştığını hissediyor gibiydi çünkü dede ve torun yaklaştıkça, adam daha az çığlık atar oldu. Bir süre sonra tamamen kendisine yaklaşmış olan ikiliyi selamladı adam ve “ikram edeceğim binlerce yıllık delilikten başka
3
4
bir şeyim yok. Kabul ederseniz, ikinize de biraz bu delilikten sunayım” dedi. Dede, elini sol göğsüne koyarak “ben bu ömrümde yeterince delilik tattım. Torunuma biraz sunmanı talep edersem, kabalık yapmış olmam umarım” dedi. “Bence algıladıklarını aktaracak bir yol bulmalısın” diye sözün arasına karıştı çocuk. Dede ve adam bir müddet gülüştüler. Sonra adam çocuğun kafasını okşayarak “doğru söz söyledin delikanlı. Fakat, duvarlara aktarmak yetmiyor. Ben şehirlerde büyüdüm. Konforlu kutuların içerisinde uyudum, yemek yedim, dünyada olan biteni takip ettim, müzikle uğraştım, sohbet ettim ve nicelerini gerçekleştirdim... Tüm bu yaptıklarıma rağmen, bir kutu içerisinde yaşamımı devam ettirmek istemediğime karar verdim. Vücuduma öyle bir alışkanlık yerleşmiş ki, dışarıda uyumak yanlış bir şeymiş gibi geliyordu bana. Ben bu tepeye haftada en az iki kere geliyorum. Toprak bana dokunuyor, ben toprağa. Rüzgar dolaşıyor etrafımda. O yapay gürültüden uzaklaşıyorum ve bu yaptığım şeye nefes almak adını veriyorum. Daha demin bağırdığımı duymuş olmalısın... Hayatımda yolunda gitmeyen herhangi bir şey yok. Acı çektiğim için bağırmıyorum. Alışmak için bağırıyorum. Fakat sessizlik beni benden alıyor. Şu an, burada yaşadığımı unutuyorum bazen... Bağırdığım zamanlarda ise bedenimin nerede olduğunu kolaylıkla hatırlayabiliyorum... Sen hiç bağırmıyor musun? Veya ne zamanlar bağırıyorsun?” dedi adam. Çocuk bir müddet düşündükten sonra gülümsedi ve “haklısın” dedi, “ben de sessizliği sevmiyorum. Ama ben sessiz olunca değil, kimsenin beni anlamadığı zamanlarda bağırıyorum”. Çocuğun bu cevabına dedesi gülümsedi ve “işte arkadaşımızın bahsettiği sessizlik de bu. Kimse seni anlamadığı zamanlarda, sen nerede olduğundan şüphe ediyorsun. ‘İnsanlar beni görmüyor, beni duymuyor fakat ben buradayım işte! Tam olarak burada’ diyorsun. Her insanda biraz şüphe vardır bu konuda. Gerçekten burada mıyım yoksa değil miyim diyerek bağırırlar... Şu an, ikiniz birbirinizle bağırmadan, gayet kısık bir ses tonuyla konuşabiliyorsunuz ya, bunun sebebi, birbirinizden emin olmanız... Gün gelecek ve herkes birbirinden emin olacak... Neyse, meşgul etmeyelim insanları, vedalaş yeni arkadaşınla da eve dönelim” dedi. O esnada çocuğun annesi panik olmuş bir şekilde çocuğa doğru hızla yaklaşarak kolundan yakaladı ve “oğlum neden böyle sağa-sola kaçıyorsun? Bak baban bir daha bizi pikniğe getirmez” dedi. Çocuk etrafına baktığında ne dedesini gördü ne de o adamı. Zaten rahmetli olan dedesiyle ufak bir gezintiye çıkma fikrini annesine söyleseydi, izin alamayacağından adı gibi emindi. İzin almadan hareket etmek güzeldi fakat annesinin kolunu acıtacak şekilde sıkması ise bu durumun yanlış ya da tehlikeli olduğunun habercisiydi. Çocuk yerde duran kelebeği gösterdi ve “buraya gelmem onun suçuydu. Onun canını acıtsana” dedi annesine. Annesi, panikle yaptığı bu hareketin, çocuğunun canını acıttığından haberi bile yoktu. Çocuğun kolunu bırakarak
bırakarak yanağına bir öpücük kondurdu ve “sen büyüyünce ne olacaksın, güzel gözlüm? Şu laflara bak hele. Sanki büyümüş de küçülmüş” dedi ve ekledi; “dedesi kılıklı”.
5
Fotoğraf: Emre Akaltın
BİR MÜDDE T DAHA
S 6
Selim Sevim
iz nasıl düşünürsünüz bilmem. Ben ne zaman güzel bir kadın görsem, Tanrı güzelliğin formülünü biliyor diye düşünüyorum. Biliyor ve bu formül üzerinden üretiyor bütün güzel kadınları. Bize de, yani bütün insanlığa, bu formülün gücünü takdir edebilecek, yani güzeli anlayabilecek, gördüğü zaman “Bu kadın güzel, net güzel.” diyebilecek bir şey vermiş. Bir gen, DNA ya da yapı taşı. Gülten’e gelince... O güzelliği bir dokunuşla kaçıran kadındı. Belki çenesi biraz daha incelse, çizgi gibi olan dudakları biraz daha dolgunlaşsa, gözleri biraz daha büyüse ya da renkli olsa... Bilemiyorum. Bildiğim bir şey varsa böyle kadınlar her daim azap verir insana. Aynaya baktıklarını düşünürsünüz, yüzlerinde eksik olan o dokunuşu aradıklarını saatlerce. Fakat ne çare, bulamazlar. Ben bunları düşünürken, karşımda oturan Gülten söylediği cümleye tepki vermemi bekliyordu. Ameliyat olacakmış. Estetik ameliyatı. Burnuna baktım. Kısa çöpü çekmiş olmanın hüznüyle doluydu. Halbuki sorun onda olmayabilirdi. Bunu Gülten de biliyordu. Ama o seçilmişti. Bir kader mahkumu. Demir parmaklıkların ardında düşündüm onu, titreyen kanatlarıyla ölümü beklerken. Sonra yavaşça yaklaştım parmaklıklara ve derin bir nefes çektim. Çünkü ben ona tövbe etmesini salık vermek için gönderilen din adamıydım. — İşin günah boyutunu kafana takıyorsan, o konuda yapacak bir şey yok. Günah. Fakat kafanı kurcalıyorsa sürekli olarak, yapmak istiyorsan, yapman daha iyi bence. Yoksa ömrün boyunca acabalar ile yaşayacaksın. Gülten çay bardağını eline aldı. İçmedi. Sanki ondan destek alıyor gibiydi. Onun en çok bu hallerini seviyordum. Ne kadar ilkel de olsa, ihtiyaç halinde olan kadın erkeğe cazip geliyordu. Ona sarılmak istedim. Sandalyeden hızla kalkarken kucağımdaki kitabı düşürdüm. Sonra da kitabı alayım derken kafamı masaya vurdum. Başımı ovalarken ona baktım. Gülüyordu. Ben de vazgeçtim sarılmaktan. Ertesi gün, ani bir kararla bıçak altına yattı Gülten. Elimde çiçekle odasına gittiğimde burnundaki sargıyı çıkarıyordu doktor. Bu ritüeli kapı eşiğinden, bütün ayrıntılarıyla izlemek istemiştim. Gülten’in gözündeki meraklı parıltı, doktorun yüzündeki eserinden emin yaratıcı ifadesini tutuşturmuş, tanrılara kurban edilen burnun bereket ve mutluluk getireceğine olan inancı had safhaya ulaştırmıştı. Ama tanrılar henüz son sözü söylememişti. Gülten aynada yeni yüzünün yansımasına büyük bir hayranlıkla bakarken, burnu yerini yadırgadı ve yere düşerek ayaklarıma kadar yuvarlandı. Bu olay o kadar doğal ve nev-i şahsına münhasır bir şekilde gerçekleşmişti ki, burnun konuşacağını şünmüştüm. “Al götür beni, at cebine götür. Bunların arasında işim yok benim.”
Beni bu gündüz düşünden Gülten’in çığlığı uyandırdı. Gecekonduların arasında yükselen bir gökdelen kadar kibirli olan burun, yerini hiç kabullenmedi. Birkaç operasyondan sonra umudunu kaybeden Gülten de bu işin peşini bıraktı. Burnunun yerindeki düzlük, ölümüne kadar ona eşlik etti. Sadece bir olay var ki, o uzun bir müddet aklımdan silinmedi. Üçüncü ameliyattan sonra, Gülten uzun bir süre depresyona girdi. İnsan içine çıkmadı. Doktorlardan hocalara, hocalardan eş dost akraba kim varsa onlara koşan ailesi perişan olduysa da Gülten’in başını evden dışarı çıkartamadı. Ben hem onun bu makus talihine üzüldüğümden, hem de onu biraz da ben yüreklendirdiğim için pişman olduğumdan onunla görüşmek istememiştim. Fakat mukadderat. Bir gün benim adımı söylemiş ailesine. Haberini alınca çaresiz gittim. Kapıdan içeri girdiğimde, perdeleri kapalı odanın ortasında bağdaş kurmuş bir şeyler yazıyordu. Başını kaldırdı ve güldü. Ben oldukça bakımsız bir yüz beklerken, ağır bir makyaj ve parfüm kokusuyla karşılanmıştım. Yanına oturdum. Uzun bir müddet başka başka meselelerden konuştuk. Bakışlarım her seferinde yüzünün ortasındaki boşluğa kayıyor, önce bunu farketmesinden korkarak hızla başka yerlere bakıyor, sonra da bu telaşlı halimi anlayıp da içerlemesin diye telefonumu çıkarıp ona bakıyordum. Konuşacağımız konular bitince bir ölüm sessizliği başladı. Ben annesinin getirdiği kısır ve böreği bir kaçış yurdu olarak bellemiş, son derece leziz olmasına rağmen bu yiyecekleri idareli kullanmaya çalışıyordum. Fakat Gülten er ya da geç, top ve tanklarıyla yurdumu istila edecekti. — Burnumla alakalı bir şey demedin? Aklımdan “Hangi burun?” ya da “Kendisi burada olmadığı için hakkında konuşmak gıybet olmaz mı?” gibi türlü türlü münasebetsiz şakalar geçiyordu. Fakat kendimi tuttum. O da bana yardım etti ve suskunluğumun göze batmasına engel oldu. — Belki sana çok saçma gelecek ama ben bunun bir ceza olduğunu düşünüyorum. Allah adeta bana “Benim yarattığım burnu beğenmezsen, ben de onu senden alırım.” dedi bence. Allah’ı kızdırdım ben. Gözleri dolmuştu. O an yine ona sarılmak istedim. Fakat önceki tecrübemden bunun onu güldürmeyeceğini biliyordum. Bilerek ters bir adım attım ve yerdeki deftere takılarak karşıdaki duvara doğru sıçradım. Duvara çarpıp düştüğümde gülüyordu. Yanaklarından akan yaşlar, gülen gözleri ve o muayyen düzlük ile birlikte üç ayrı duyguyu tek bir çehrede birleştirmişti. — Ne kadar sakarsın ya... Bir kadın karşınızda gülerken aklınızdan çok fazla şey geçer. Formüller, tanrılar ve daha birçok şey. Fakat bunların hiçbiri sizi bir yere götürmez. Sizi bir yere götürebilecek olan tek şey gülüştür. Gülüş, zihnin otobanlarında emniyet şeridini kullanabilen tek araçtır. Hele de bir kadın şoför kullanıyorsa.
7
SATILIK E V
8
Efe Elmastaş Dıdıdıdıııı dırı dırı dırııııı Dıdıdıdıııı dırı dırı dırııııı
Bıçağı bırakıp hızlı adımlarla çalan telefona yürüdü. Arayan numara rehbere kayıtlı değildi. Heyecanla cevapladı. - Alo - Merhabalar efendim, şu satılık daire için aramıştım da. Hani şu marketin üstü… Karşıdaki sesi beğenmişti. Saçını düzeltip elini beline koydu. Adam sanki karşısında duruyordu. - Evet tabii… Siz nerede oturuyorsunuz? - Eee ben Yıldız mahallesinde ikamet ediyorum. - Ne işle uğraşıyorsunuz? - Hanımefendi evin fiyatını soracaktım. - Tamam soracaksın ama, ev sana uygun mu onu anlamaya çalışıyorum. - Anlamadım! Uzun uzun evini tarif etti. Odalarını, kaçar metrekare olduklarını, renklerini hatta prizlerin sayısını… Adam şaşkındı. - Affedersiniz ama bana lütfen emlakçı olmadığınızı söyleyin, eğer öyleyse bir kıyamet alametisiniz. Kadın kahkahalarla güldü. Adamın tatlı sesi, yaklaşımı tam istediği gibiydi. Derin bir nefes aldı. - Evi görmek istemez misiniz? - Öncelikle fiyatını bilsem daha iyi olacak sanırım. - Fiyatı bir şekilde hallederiz. Üç aşağı beş yukarı anlaşırız. İsminiz nedir? - Levent Karşılıklı bir sessizlik sonrasında adam devam etti. - Eğer müsaitseniz akşam evi görmeye gelebilirim. Malumunuz çalıştığım için ancak akşam müsaidim. Kadın telefonu kapattığı gibi etrafı toplamaya başladı. Marketten güzel bir şarap, kasaptan ise biftek aldı. En beğendiği şamdamlarını çıkartıp masaya koydu. Balon kadehlerini sildi. Akşam saat yedide zil çaldı, koşar adım kapıyı açtı. İkisi de birbirini süzerek selamladılar. Adam içeri girdi, kadın odaları gezdirirken heyecanlıydı. Parmağında yüzük olup olmadığına baktı. Göremedi. - Siz, yatırım amacıyla mı istiyorsunuz? - Hayır, kendimiz oturmayı düşünüyoruz. Eşim ve bir kızım var.
- Ne güzel. Adamı ısrarla yemeğe davet etti ama olmadı. Ayaküstü çocukluğundan bahsetti, kendinden, geçmişinden... Hem şarabı da açmış iki kadeh yuvarlamıştı, rahattı. Adamın tükenen sabrı umurunda değildi, kendini yaşıyordu. Anlattıkça anlatıyordu, neden çalışmadığını, yalnızlığını, gecelerini... En sonunda bıçak kemiğe dayandı, adam sert bir tonda sordu; - Ya hanımefendi, ne istiyorsunuz bu eve? Yaşaran gözlerle cevap verdi; - Birini arıyorum ama bulamıyorum. Adam kapıyı çarpıp çıktı. Giderken bildiği ne kadar küfür varsa saydırdı. Her giden bir çizik atıyordu kadının kalbine. Saçma olan kendisiydi, şaraba devam etti. Biten şişeyi koynuna alıp kendinden geçti. Sabah olduğunda başı ağrıyordu. Dünün sersemliğini atabilmek için bir sade kahve yaptı kendine. Pencerenin kenarına otururken telefon çaldı. -Merhaba, bu satılık ev için aramıştım. Sesini beğenmemişti. - Bugün satılık değil beyefendi, başka zaman arayın.
9
ENTROPİANA İLE analize açık
MACER AL ARIMIZ I
İ 10
Emre Akaltın
nsan ve uzuvları, yerlere saçılmış kağıtlar arasından doğru kağıdı bulmaya çalışıyor. Kendinde değil insan, kağıtların kimi buruşturulup atılmış, kimisi olduğu gibi duruyor. A4’le A5’ler; bazıları parlak yüzeyli, odaya giren yaz güneşinin altında ışıldıyor. Kafam çok kötü, insan da zaten benim. Doğru kağıdı bulmam lazım ki doktoruma gösterebileyim açlık kan şekeri düzeyimi. Doktor da görmeli ki bundan sonra her gün 1000 mg Diaformin versin. Dağılsın hücrelerimde, insülin direncim azalsın, ŞEKERİM DÜŞSÜN. Latife, hepsi latife, efendim. Şekerim falan yok benim. Garson koymamış çayın yanına, masada da sadece küllük var. Oturuyorum tek başıma, saat sabahın körü. Yeni açılmış bu büfe, denize karşı duruyorum. Oturmak ile durmak arasındaki farkı siz bilmezsiniz. Hayır, bilemezsiniz katiyen. Ama uzuvlarım bilir. Geçen gün kamburu çıkmış bir hanımefendiyle, Entropiana ile –ilerde eşim olabilir kendisi- burada çay içiyorduk gene. Bu sefer akşamüzeriydi. Bana ne kadar çirkin olduğumu söyledi, ‘’kim bilir ayakların ne kadar çirkindir hele, birbirine girmiş kargaburga tırnak ve o tırnakları üzerinde taşıyan parmaklar…’’. Buna hiç alınmadım, ne de olsa evlenince aynı evde yaşayacaktık. Biraz durdum, tıs sesi ile birlikte hafif bir nefes verip saçlarına sarıldım. Sarı, ama yer yer kırlaşmış saçları vardı. Çalısüpürgesine benziyordu, koparabildiklerimi kopardım. Hırrrr dedi, dedi ama artık iş işten geçmişti, hesabı ödeyip kalktık. Vapurda martıları izliyorduk, yan tarafta oturmuş. Aklıma martı beyazlığından mıdır nedir babamla ettiğim para kavgası geldi. Biraz keyfim kaçtıysa da bunu eşime yansıtmamaya çalıştım. O sırada ağzımdan çıkmıştı yine de ‘’insanlar topraktan çıkarırlar…’’. Yapacak bir şey yoktu. O da uzuvlara takmıştı, ben de. Hayır, dedim, lütfen bu sefer ayak tırnaklarımdan söz etme. Vapurdan indik ve yürüdük Karaköy’de. Yolda bir anda ateş bastı beni, sanki ay üzerinde dolaşıyormuş gibi hissettim ve yere düştüm. Nefesim hızlanmıştı, Entropiciğim haykırdı: ‘’yardım ediiin!’’.
Ayıldım. Bir hastane odasındaydım. Solunum maskesi vardı suratımda. Entropiana yanımda oturuyordu. Sırtının tüm tümsekliğiyle üzerime bükülmüş bana bakıyordu. Gözlerimi açtığımı görünce çok sevindi ve ‘’çok şükür, Yokluk!’’ dedi. Doktor girdi odaya, şeker komasına girmişim. Neden diye sorunca doktora, bir an duraksadı. – Doğru kağıdı bulamadınız odanızda, dedi. Doğru kağıdı bulmuş olsaydınız bu kadar zaman harcamaz, hemen bir doktora görünürdünüz. Çünkü sizin bünyeniz açlık şekerini bile kaldırmazken o kadar şekerli çay içmişsiniz. Ona diyemedim tabii, masada şeker yoktu diye. Efendim, hepimizin hayatı bir masaya bağlıdır, diyemedim. Öyle ki hepimiz masaların başında çalışırız, masaların başındakiler maaşımızı verirler, yok, hiç, diyemedim. *** Şeker ilacına başlayalı altı gün oluyor. Canım çok sıkkın, hava sıcak. Entropiana ile buluşmam bir saat sonra. Onu öldüreceğim. Artık şekerim yükselmemeli. Affet beni heyhat, Entropiana’yı bıçaklayarak hayatına son vereli bi’ altı gün daha oldu. Havalar bir türlü serinlemedi, ilacı da bırakamadım. Affet beni.
Bu ‘iş’, düşüncelerini dönüştürememiş ve bu sebeple toplum tarafından anlaşılamamış tüm şizofrenlere adanmıştır. Açıksözlü olmak gerekirse, yaşadığım acı olaylar benim de dünya görüşümü oldukça etkiledi. Bir başka sayıda, bu ‘Maceraların’ daha anlaşılır ve daha ‘sanatsalını’ okumanız dileğiyle, öfkem kendime. Sevgiyle…
11
TUVALE T İÇ DİZ AYNI
-H
Erkan Katırcı
iç beynini sıçmak istediğin oldu mu ağbi? Çek sifonu Marquez, sıkıldım bu topraklardan.
12
- Ne diyorsun amına koyayım ya. Ulan seninle de doğru düzgün içilmiyor! Yengen evden kovdu diyorum sen beynini sıçmak diyorsun. Ağzına sıçtırma şimdi! - Tamam ağbi ya. Ne kızıyorsun ki. Felsefe yapalım dedik içiyoruz burda. Sahi ağbi neden yaşıyoruz biz? - Birader rica ediyorum siktir git. Yine kovuldum masadan. Bu şiirsel ve sanat dolu hayatımı çekemiyor insanlar. Ne zaman bir masadan kovulsam içimi bir karamsarlık sarar. Ve ne zaman içimi karamsarlık sarsa tanımadığım insanlarla konuşmaya çalışırım. Çıktım meyhaneden, hava suratsız. Geceyi taciz etmişler gibi suskun sokak. Üsküdar sahile yürümeye karar verdim. Geceye bulaşan şehrin ışıkları beni de taciz etmeye başladı. Gözlerim kısıldı, Red Kit’ten hallice. Gölgeme baktım, sikecekmiş gibi bir havaya girdi. Ulan insan gölgesinden bile tepki görür mü be! Ara sokaklar kafamda Gaspar Noe filmi çevirmeme neden oldu. Tarantino ‘kes ulan donsuz piç’ diyerek çıktı bir evin kapısından. Yine kafam saçlarımdan daha karışık bir hale girdi. Beynimde Bulutsuzluk Özlemi çalıyor. ‘Sözlerimi geri alamam’daki haklılığın elinden tuttum. İşte sokak lambasının altında bir çocuk! Üstünde yırtık bir palto yok, derste çalışmıyor. Mahmut Hoca da onu kolundan tutup yatılı okula yerleştirmeyecek. Münir Özkul ölmüş müydü? Ne fark eder ki bir gün o da ölecek. Çocuk takım elbise giymiş, sigara içiyor kaldırımda. Kulaklarımı iyice açıp düğün var mı diye etrafı dinlemeye çalıştım. Fakat hiçbir yerde Ankara havası çalmıyordu. Peki bu resmi çocuğun da derdi neydi? “Hava saçlarımı yoluyor. Odama fazla eşya koymamaya çalıştım bugün. Derdini dinlemek isterim.” dedim. Çocuk kafasını kaldırıp bana baktı. Yüzünden beni anlamadığını anladım. “Ne istiyorsun birader?” diye çıkıştı bana. Bu hayatta herkes, birilerinden bir şeyler ister zaten. Karşılıksız yapılan her hareketten rahatsız olur insanlar. Çünkü siktik insanlığı. “Sadece konuşmak istiyorum.” dedim. Umutsuz bir kafa salladı. “Siktir git!” İnsanlar bu kelime grubuna bağımlı olmuş durumda sanırım. Ama güzel laf olduğunu düşünerek üstünde fazla düşünmedim. ‘Ötekileştirilmek’ alnıma işlenmiş bir çivi yazısı gibi.
İntihar etmeye karar verdim. Anlaşılamıyorum. Anlaşılamadıkça anlayamıyorum. Üsküdar sahile geldiğimde insanların telaşlı yürüyüşlerine maruz kaldım. Sahil kıyısında dururken yüzme bilmediğim aklıma geldi. Ve kendimi denizin sahipsiz karanlığına bırakmayı düşündüm. Ölmek istemek en temel haktır bana göre. Bana göre, ben bana göre değilim. Kendimi bu rezil hayattan kurtarmak adına denize bıraktığım sırada uyandım. Gözümü açtığımda onlarca kafa gördüm. Hepsi bana bakıyor fakat hiçbiri müdahale etmiyordu. Her yerim ağrıyordu. Sağ bacağımda karşı konulamaz bir acı vardı. Sanırım sağ bacağım, birkaç kaburgam ve burnum kırılmıştı. Hiçbir şey hatırlayamıyordum. Sanırım orospu çocuğunun teki arabasıyla üstümden geçmişti. Sonra bir ses uydum sağ tarafımdan. “Ulan o kadar içilir mi? Hadi içtin diyelim, yolun ortasına atlanır mı salak herif!”
13
K İM O
B 14
Emre Emrem
azı kapılar kulaklarımda vuruluyor Mithat, diyorum kendi kendime. Kalk hemen aç. Sonra suratımdaki eşofman buruşukluğu geliyor hemen aklıma. Diyorum Mithat, napıyorsun! Otur oturduğun yerde. Gelen her kimse, bekler bekler gider. Ama bazen çok merak ediyorum. Parmak uçlarımda sessizce yürüyüp kapıya kadar gidiyorum, delikten kimin geldiğine bakıyorum. Daha az ses çıksın, içerde olduğum anlaşılmasın diye de tabanı tahta terliklerimi çıkarıyorum böyle zamanlarda. Terliklerin çok ses yapıyor Mithat diyorum. Napalım? Çıkaralım Mithat, çıkaralım. Böyle bazı şeyleri çıkaralım. Tabanı tahta terlikleri çıkaralım, ellerimizi uzattığımızda kolu kısalan ceketleri çıkaralım, sürekli çözülen ayakkabı bağcıklarını çıkaralım, kahve fincanlarının üzerindeki biçimsiz işlemeleri çıkaralım, kitap ayraçlarını kitap aralarından çıkarıp, kaldığımız yeri aklımızda tutalım. Hatta sadece bu konuda akılcı olsak yeter aslında. Ayraçların kitaplarla aramıza giren şeyler olduklarını unutma Mithat. Bu seni alçakça bir rehavete sürükleyebilir, buna güvenmeyelim. Güveni de hayatımızdan çıkaralım, güvensizliği de çıkaralım. Bu fiili mümkünse her dilden çıkaralım. Almanlar da birbirlerine güvenemesin, İtalyanlar da, Afrikalılar bile. Uluslar arası güven diye bir konu olmasın, ticareti yapılmasın, okullarda okutulmasın. Yazıyor musun bunları Mithat! Yazıyorum ama yetişemiyorum. Nerede kaldın? Ayraç’ın “A” sındayım. Hangi A’sında Mithat, Ayraç’ta iki tane A var. İkinci A’dayım. Yaz o zaman Mithat, Ç’yi de yaz, karışmasın. Ayraç Herkes herkesle karışıyor Mithat, sen en son kiminle karıştın. Kapı çalıyor, gidip bir bakayım ben. Boş ver çalar çalar gider. Açsan da gider. Şimdiye kadar hiçbir misafirin gitmediği görülmemiştir, alış buna. Hiç olmazsa delikten bir bakayım. OTUR! Şşşt. Bağırma bana, tamam oturuyorum. Madem açmayacağız bari ses çıkarmayalım da bunu bilerek yaptığımız anlaşılmasın. Ayıp olur. Ayıp nedir Mithat? Ayıp çok ayıp bir şeydir. Tüm canlılar yapar bunu. Ayıp yapan en yaygın canlı insandır. İnsanlar günlük dilde buna bazen ‘ayıp etmek’ de derler. Oysa ki İ.Ö. on ikinci yüzyılda yapılan ilk ayıp Karanlık tarafından yapılmıştır. Bu öyle bir ayıptır ki üç yüzyıl kadar sürmüştür. Sonra neyse ki İ.Ö. dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında, Homeros iki tane destan yazarak karanlığa meydan okumuştur. Saçmalıyorsun şu an Mithat, Homeros’la ne ilgisi var. Bir de zaten canlı demedin mi, karanlık canlı falan değildir. Tamam, düzeltiyorum; varlık. Her varlık ayıp yapar. Hem zaten burada tarihten bahsediyoruz. Tarih her zaman saçmalar.
O tarihe dönüp bakan tarihçiler de saçmalar. O döneme “karanlık çağ” ismini verebilecek kadar saçmalarlar hem de. Onlar da çok ayıp etmiş Mithatcım. İşte bu yüzden de insanlar nerede bir ayıp görseler gözlerini kapatıp, ışıkları söndürür, karanlığa gömülmek ister. Çok konuştun Mithat. Evet çok konuştum, toparlayayım. Ayıp; İ.Ö. on ikinci ve dokuzuncu yüzyıllar arasında karanlık tarafından icat edilen, başta insan olmak üzere tüm canlılarda etkisini gösteren, gerçek olanın bilgisine tahammül edememe durumudur. Kim O? Şşşt Mithat, ses çıkarma! Öyle anlaşmadık mı? Bugün de gelen gelene. Buna bakalım ha! Buna bakalım mı nolur? Gerçek falan diyorsun Mithat. Sen gerçek dedikçe benim boyum kısalıyor. İyi hadi aç, belki Suna’dır bu sefer gelen. Evet gerçek falan diyorum, ben gerçek dedikçe Suna gelmiyor. Demeyelim öyle. Yatıyorum ben.
15
BİR YOK SUZLUK
B 16
Adem Fatih Kılıç
eni öldürmen aslında, beni özgür bırakmandır sevgilim. Gitmen, beni tutsak değil mahcup eder. Şimdi biz birbirimizi sevmeye yeltenmeseydik aylar önceden, hiç girmemiş olacaktık ya bunca yükün altına. Keşke, dünyanın tüylerini yıpratan kedileri anımsatmasaydı gözlerin. Bu, beni zora sokar. Bu, senden gelirse beni elbette tıkandırır sevgilim yalnızlığımla çıktığım koşuda. Hiç kahve içmemeliydik o gün sahil kenarındaki AVM’nin kapitalizm zirvesi katında. Denizi ve seni hakikatle yoğurup izlemeseydim, veda açılmayacaktı başımıza kış günü. Akşam vakti olacak şey mi şimdi bu? Sol kolumdaki mor izlerden öptükçe sen, dudaklarının her teması bomba imhasıyken.’’ Kalkıştığımız yük, bizi yukarıya çekmeli.’’ derdi Çaycı Aziz Abi. Ne haklıydı, hakkımız olmayana yeltenmemizin aslında bizi buhrana kafa tutma sırasına dizdiğinin farkına varamadığımızdan bahsederken. Bahse girerim, her birliktelik iktidarın duble yol yapmasına sebep açacak. Her birliktelik, eli karnında koşan kanlı çocuklar doğuracak. Pusu, asla tek başına değildir. Mutlu olduk ya biz seninle, işte! Otobanlar kazalarla dolar, en sevdiğimiz hayvanlar ölür. Yüzümüz güldü ya içeriden gönderilen faksla… İşte! Evimiz ruhlarla dolar, rüyalarımız ve akşam yemeklerimizin zihni. Huzurevlerinden huzursuz çıkarılan yalnız ve yaşlı bir ceset olmamamız için hiçbir sebep kalmaz. Biz mutlu olduk ya, o papatya sevgilim. Sulasan da, açmaz! Tutmamam gerekirdi o gün elinden, bizden otogarlarda mecburi uzaklaşan sevdiklerimiz gibi kaçmalıydın benden. Şüpheli patlayıcı dolu çanta gibi uzaklaşmalıydın, cinayet mahalli telaşıyla sıyrılmalıydın, hükümet mitingi güvenliğiyle uzaklaşmalıydın. Beni keskin nişancılarla, keskin virajlara fırlatıp kaçmalıydın. Annem, böyle bir adama dönüşeceğimi bilseydi öyle yapardı. Sen, annem olamazsın benim bu yüzden kaçman daha legal. Bu yüzden beni terk etmen senin için aslında bir kutsal kitap habercisidir. Öyle olur, beni terk edenler mutlu olur. Tanrı’nın imtihan aracıyım kusura bakma, seninle tanışmaya geldiğimde kıçıma reklam yapıştırmalıydım. Resmi bir plaka olmalıydı gözlerimde.
Yoksa? Seni kandırmış mı oldum? Su içer misin?
Su içmek sağlığa yararlıdır. Hücrelere besin ve oksijen taşır, atıkları uzaklaştırır. Böbreklerin toksit maddelerden temizlenmesine yardımcı olur, vücut sıcaklığının düzenlenmesinde rol alır… Bana gelince, ben zararlıyım sevgilim. Karşısına kapitalist bir firma şube açınca saçlarını kurcalarken iflasa sürüklenen esnaf tarafından asılan “KAPATIYORUZ!’’ benim işte!
Beni öldürmen aslında, beni özgür bırakmandır sevgilim. Beni öldürmen, neresinden bakarsan bak; bir meleğin kendi özgürlüğünü meşru kılmasıdır!
17
İK İNDİ Muhammet Ali Yılmaz gözlerin gökyüzü Sokağın başına geliyorum. Sokak zifiri karanlık. Sanki elektrik dağıtım şirketini biri aramış da “Bu gece saat 11 buçukta likörlü çikolata mahallesi 452. sokakta bir ayrılık gerçekleşecek; sokak lambalarını yakmazsanız daha uygun olur.” demiş ve hatta “Tabii ki efendim, ne demek.” cevabını almış gibi.
18
Sigaramı yakmak için 3.79 sn duraksıyorum ve çakmağı sol elimde tutarak yürümeye başlıyorum. Yürürken koyarım artık cebime çakmağı diye düşünüyorum. Bu ufacık sorunu bu kadar büyütmemin nedeni galiba her zaman yaptığım gibi büyük sorunlardan kaçmak için küçük sorunları dert edinmem. Neyse, kendimle ilgili tüm özelimi anlatacak değilim. On altıncı evin önünde duruyorum. Siyah panjurlu bir ev. Siyah panjur mu olur amınakoyim, hatta böyle bi mahallede panjur ne arar lan, diye düşünmekten kendimi alamıyorum ama evde siyah panjur var ve bahçe duvarının üzerinde saydığım kadarıyla 11 tane kara kedi var. Tanrım her şey buranın lanetli bir ev olduğunu belirtir nitelikte. Yoksa, yoksa maalesef ki evin üstünde de siyah bir bulut var, her yerde yıldızlar var ama bu evin üzerinde siyah bir bulut. Amerikan filmlerinde olsa benim gibi bir adam bu evin bahçesinden merakına yenik düşerek içeri girer, sonra eve girer ve arkasından kapı kapanır, ardından da olaylar gelişir işte ruhlar falan filan… Ama ben evin duvarına dayanarak az önce yaktığım sigarayla yeni sigaramı yakıyorum malum zaten kafamda kırk tane sorun var bir de bi Amerikan filmi macerası çekemem. Gerçi onlarda da adam hep kurtuluyor, bi dakka lan girse... neyse ya siktir et.
Küçükken Orhan Veli’nin İstanbula hakim bir tepedeki evinde ‘’istanbulu dinlerken’’ öldüğünü düşünürdüm fakat sonradan gerçeği öğrendim ve gerçeği öğrendiğimde ağlamadım, lan niye ağlayayım tövbeestağfurullah... Lan konuşsanıza biriniz amınakoyim desenize ileride bu çocuk çok para kazanır, iyi bir ailesi olur, mutlu olur, desenize lan bu çocuğun iyi bir arabası olur, tatilde Side’ye gider, desenize oğlum, sen de lan bari Cladio? Sokak bitiyor Zaman bitiyor Hikaye bitiyor Sigaram bitiyor... ‘’Güzel bir ayrılık yaşandı, teşekkürler.’’ Telefonu alıyor elektrik müdürlüğü, tanrı tarafından ve ‘’Ne demek efendim, görevimiz.’’ cevabı veriliyor.
Konuştuklarım duyulmuyor artık Yazdıklarım okunmuyor artık Gördüklerim görünmüyor artık Ve vazgeçmek bir fiilden başka bir anlama gelmiyor artık.
gözlerin karanlık
19
20
Urba Mert Can Fırat
bilinmeyen ve gidilmeyen kadın kaburgalarına. halbuki öksüz vakitte giyilmeyen acılar kabuk bağlanılan yara altlarında ana hasretinin bilindik inanç ile urbamın iç cebinden yere yakın ikliminde soba alaşımı sıcaklığında hüma böyle bilindi ve böyle susuldu böyle de deflenir gece siperinde göğsün dil ve damak kesikleri yan odada sübyan koğuşlarında salıncaktır elleri dövülen soyacaklarında yırtık ritüelinde sperm tarlalarına düşen orak böyle bilindi ve böyle defol böyle de susulur gece siperinde göğsün.
Fotoğraf: Elif Eren
21
Magma Uğur Küçükdağ İçimdeki öfkeye ulaşamadım henüz Daha magma, daha içerisi Ben için Biraz daha ben için Aynada yalan söyleyen gülümsemem için Geçip günlerden, saatlerden, dakikalardan, mini mini saniyelerden Bir kuş konuyor mu pencereye Sorsam ona Neredeyiz?
22
Kapı açılsa birden kazara Düşsem öfkeye giden duble yollara, yaralansam Her şeyi doğru yapma uğraşımdan Hiç bir şey kalmasa Bariyerlere vura düşe kaybetsem canını Sabırlı olmanın. İçimdeki öfkeye ulaşamadım henüz Hiç haber yok Ama ilerliyorum gibi bir şey. Değişik Tuhaf Ayakkabı topuğunun eskiyip eskimediğini anlayamaz gibi Tırnaklarını kesme vakti geldi mi diye düşünmek Belki dolapta duran sütün bozulmaya yüz tutup Içilmeye inat edildiği gibi Gerçekten var mı Orada tüm katılar sıvı mı Bütün kırılganlar esnek Sıcak mı? Bilmiyorum...
Z Damla Koruk Ortalama bir ömür kaç intihar görür Hariciyken kendisi Ve hatırlarken hepsini Trenler ve ipler Yetememenin acısı çöküyor bileklerime Bileklerimi öpüyorum Bulandığım çamurdan aşkımın kaidesi çıkarılacak Bilmesem öpmezdim Çelişkilerden bir demet var saçlarımda Saçlarımı bırakıyorum Bakışları tatlı bir kaşıntı veriyor ve tüm çelişkiler Düş! Bırakmasam uzamazdı Yabancı bir dilin yerli bir kabileye en büyük işkencesi Uyursam geçer ümidi. Halbuki gözlerimde güpegündüz Aciz göz bebekleri uyutuluyor Uyumasaydı geçmezdi İçimdeki denize günaydın deyin Kirpiğime kirpiğime gelsin tuzu Parmak uçlarımdaki sarıyla takım olamaz teniniz, Ciğerlerim kendinden emin Kendi siparişim üzerine gelen bir fırtına Oysa introsunu hepimiz sevmiştik Şimdi kıyısında dönen o karanlık girdap benim Lütfen yürüyüp geçin.
23
Yır tıcılar Emre Varışlı
24
yeni şeyler, seni haklı çıkartacak ya da akıp gideceksin hayatın ölü gözlerce uzun sürmesi, uzun uzun gitmenin terbiyesi ve sonra beyaz ekranlar ve sonra dünyayı duymak için Ses sistemleri Rock Mikail’den bir parça güzellik isteyeceksin ama o seni siste ve kıyafetlerinde bırakacak Yeni şeyler, seni haklı çıkartacak ya da akıp gideceksin orada orada kendine geri dönmek isteyenler – çok çalışarak hayatlarına büyük bir Ne? almak istiyorlar, bir yırtıcı gibi uzun uzun ve Göz olmadan yok etmek isteyeceksin istediğim gürültü nerede istediğim gürültü nerede istediğim gürültü nerede – yaşamımın yırtıcıları nerede yeni şeyler, seni haklı çıkartacak ya da akıp gideceksin
İç Sesim ve Balad Fatih Dalcı
dokuzuncu caddede durmuştu saatler şehre bulaşıcı bir hastalık gibi yayılmış öfke firara eşgüdümlü kalender cinayetlerin hırıltılı naralarını işitiyorum çünkü sessiz her yer dokuzuncu caddede durmuştu saatler darmadağınım dökük sevişmeler kuşağı demin bitti, şaraplar ve kırmızılar da güneşin ne taraftan doğacağıyla ilgili bahislere tutuştuk zebercetle, neyzenle ve mahzarla çünkü ölüme teşneydi her yer dokuzuncu caddede durmuştu saatler duvarların lisanı çözüldü artık aklımsa son kertede evi terketmek üzre tarifsiz eşitsizlik bir kan bandosunun gürürültüsüne eş bir kurşun lekesinin büyüklüğü siyaha anlam katmayı seven fahişelerin ayak izleri ters âmâların amalarını kesmiyor kulaklarım yine kıpkırmızı her yer dokuzuncu caddede durmuştu saatler insanların yüzlerinde kaldırımlar görüyorum öyle deliymişim gibi bakmayın bana sahici söylüyorum betondan sütunlar devriliyor üzerime netameli gece, sukunetin esrarını bıçak açmıyor farazi bir hamasetin pençesindeyim üstüm başım kan, ter dokuzuncu caddede durmuştu saatler
25
26
27
G ecenin G özlerindek i Aslan Kocaman
28
kuşatıldı vakti ömrün bir masala büründü göz çocuksu bir özlem içinde sigaralarda öğütlendi yaralar kanamalar hep bi yaşam buldu benzi soluk bir resim gibi benimle buldum beni bir yalnızlık sorgusunda dağılan ve kırılan bir aynanın yüzüne benzeyen… ve ışığın kapatılmasıyla genişledi kulaklardan boşalan isyan karanlıkta bir ten buldu bir mum alevinde söndü ve geceye büründü, gözler, bir kere daha yıldızlara sürüldü: sözler birbiri ardına çığlık sözler bir şehir kadar yalnızlık sözler bir çağ kadar çocuk sözler amansız bir tufan gibi suskunluk -kör bir uykuya teslim oldu birileri, az önce kalanlar da bir morg sırasına uyanır gibiher şey olası bir gün içinde bir gecenin seyrine bir vakti sığdırır gibi ömre yaşandı yaşandı ah ile bir resmin suretinde karanfile boyandı
Pul Pu l D ök ül e n Kur u Bi r Ö m rü n D e rd i ni İ za h Ça b a s ı Fahri Küçük Anlayabilmen için yaklaşılabilir olduğumu sarı küpe mi takmalıdır kulağıma belediye görevlileri Kuru bir kıştan geçiyoruz; ağaçların kalbi dibine düştü Ben her kuşluk vakti kendimi idam ediyorum, Saathane meydanında Bir gözüm açık ölüyorum; buruk kışın kuru kalabalığında var mısın? Üç beyaz tavşana, üç kaç gri vakte kadar, üç mozaik niyet çektirdim Üşensem üşürdüm. Kuzeyin çocukları donardı ve dahi güneye kış otağ kurardı Beşer metre arayla betona vurulmuş şu çıplak ağaçlar suratıma tükürür gün boyu her gece Dallarını insana inat aşka yaraşır bir inançla uzatıyorlar, bir yaprakçık dokunabilmek için sevgiliye Prangalar aciz Sıska bir merhaba için Caizdirini bekliyorsan vaizin, faiziyle kanırt damarlarımı, akıt kanımdaki siyah seni Ve damıt veresiye çektiğim, üstü karalı içi karanlık yıllanmış sızıları Vicdanını hareket ettirmezse elde ettiğin yakıt şayet Peşin peşin dizeceğim kurşuna içimdeki seni o vakit etmeden tek kelime şikayet Kuru bir ömürden geçiyorum; dibine düştü kalbim Ezme onu merhamet et; sana gebe kalbim Kalbim zulmün zehrim kabrim Bilmiyorsun peygamberi olduğunu, tek kişilik bu aciz kavmin
29
İçinden En Güzel Bile’nin G eç tiği Can Küçükoğlu
30
duyusuz nefesler alıyorum nail seni bir yalan olarak şapkayabilmek için mecburum donmaya ki akmayışa sığınayım sanki bir akşam tamamen olmuş, o kadar adın hariç kırmadığım boşluk kalmadı ne güzel bilmiyorum ama sızılmıyor da yokluğuna duyusuz nefesler alıyorum nail düpedüz kıpırdamadan sevgili galiba sevgi de ayaklarından yorulurmuş her yerde her yerde dileksiz kalp atışları kısırlaştırılmış mucizeler parkındayız de -ya da çocuk bile olduktan sonra daha ne olmayı beklediniz ki ne güzel bilmiyorum ama yok diyemiyorum da yokluğuna
duyusuz nefesler alıyorum gülümsetecek bir şekille veremiyorum geriye somutluğumu öyle utanıyorum ki çıkmaktan ne kapıya ne de kapıya bakana bakabiliyorum biz nerede biz çekilirken yarısı yanan bir fotoğrafta sanki sen gözüken taraftaki isim ve yokluğuma bakarak harcıyorsun sessizliğini güzelin son noktası.
31
K ara Sinek Kürşad Uğurlu
32
Tekli koltuk hüznü, hassas kantar içimdeki acının adı Tepkimeye mi denir adı İşte ona hazırlanmış sancısıyla duası Bir imamın ellerinden kopmuş yeni yetme çocuk gelinler gibi ben de Duvağımı kaldırdığımda işte Yaşadığım şaşkınlık kocama karşı İçimdeki acı gitmek Yok olmak uzun ovalarda Sonra yok olmadan kuytuda Yeniden doğum Rüya Derya Uzağa gitme Söyleyecek çok şey var daha Bu ovanın Bir kara sineğin adını bilim adamlarına sorduğu gibi Mandıranın bu ucundan güzel Duvağı kalktığında “sanrı” Bu acı güzel, bu acı güzel İçine kazı tırnaklarınla Tükür
Sarıl annene gitmeden Bu duvak tüfek Daya alnına Sesini çıkarma Bu kara sineğin adı kara sinek Havada uçarken yakala Avuçlarınla. Bir şarkı çal Islıklarınla Annene sarıl Tükür sonra Silahı daya alnına Tetiğe basmadan öylece yaşa yüzyıllarca O korkuyla Harmanla özünü savanda Suyunu sık, canını yak amansızca Ve sevdimi bir kediyi mahalle kenarında Korkma canını yakar diye Uzat ellerini apansızca Dur Tükür kendine Bu son şansın sonunda Doya doya kahrol yüzyıllarca.
Bura d a Çat ı l m ı ş D a ğı n ı k l ı k Erkan Karakiraz
var. birazı yenip yutulabilir çoğu mesafeli devreye sokulan antagonist yumuşatıyor ruhu –Okşamalar gölgeleri yudumlayan buza kesmiş ölü shakespeareler (göğsün çalısında yumuşacık bir g) suyun gözleri onarmaya açılır kasıklarımızı hail karakiraz! elinde sivri nesneler çoğalıyor çirkince (pek dilim varmadı demeye –evvelce okşanmış kabzasını kavrayınca) hikâyenin kesildiği duyuluyor suskunlukta testi ağızları boşalıveren gözleri düş’ün
Fotoğraf: Elif Eren
33
Kör Mik ser Alper Pek uykudan kıskanmak seni oda dediğimiz evdir zaten.
34
yalvarır mıyım çatıları terslerken kara kuru böcek gezmesin tepemde söylemek istedim ve söyledim işte belleğin belkemiğinde sallanıyor bacaklarım, ister misiniz, neyi ister misiniz tohumlarımı bekleyerek mi büyümemi yorumlarımı tekleyerek mi sö-sö-söylememi. ağzı yüzüm sezi sızı, bi baksana izi kaldı mı? kinime sopa, dilimde baharat kimi de delirir işte leb denince kimi delirtir, aheste bi işkence kimine yaşamak hiç bitmez, göründü karası, kara dediği gençlik yarası kara noktası büyük belası, dert dediği de ayna bulantısı. bu tariz bi morluk hatırası, dörtlük müptelası, biteriz be moruk, ne ki safsatası? gölde belki gölge, söz desen de biliyorum bende bir iki algı, söz desem de biliyorum, denerim. deneyim, elemim. aslında sakınmak, bezdirmek moda dediğimiz, nedir zaten?
değilmiş eklemlerimin dağılmış parçaları ciddi bi mesele, değişmiş teklemelerimin mayışmış heceleri bitti bu ses ile, sesle boğuştum! boş be koşuşturmalarım loş koğuşlarda, yasla değiştim! koş ve usturalarımı tırmalarım, özbeöz sırtıma tırmanırım; tınlarım turnaların leş keşliğinde, eşliğinde. yani zaten bitiş hep birazdandır, bu da yaşamaksa, yaşamın lirik hizasındandır, odaya gam aksa, yaşımın eli hep birasındadır. kör anahtardır, kutupsuz ütopyada mıknatıs ve beton satmak, bira nah vardır, hitapsız bu kopyada sakladım ben bi ton ahmak. ve bitirirsem de bulun beni, vurun beni, bu durumda bi durun da gömün beni.
35
Ayak İzleri Taşınsın Ok yanusuna Örsan Gürkan Aplak
36
tekir ile bekir’in mamaları yetmiyordu mart ayı gelmiş gibi her ayımız düşünsene tekir benmişim, ben miymişim tekir? bekir’in de sesine bakılırsa bir kartal yakın telefon direklerine bağlarım kötü sesimi kanatlarını yolarım senin, seni kartal! iyi mi, şimdi kendimi utanmadan bekir sayarım nerden olacak içimdeki dağ yankılarından duydum siz yine de bağırmayın, zaten aldırmışım kulaklarımı! aslında fazıl hüsnü çocuklarından ve pembe terliklerimden birer kötülük isterdim. yüzüyor gibi vücudumun bir yanı, yalan deme! bir de televizyon programlarında yılbaşı kutlamaya zamanım olsa korkum kalmaz yaşamaktan, oh ne rahat. hih hih boş ver gitsin kim kanatlarıyla tokatlamış ki gökyüzünü? ne zaman çıplak dolaşılırmış denizde değil, gökyüzünde? nerde benim okyanus tabanlı mavi sözcüklerim? küçük cadı cadı söyle bana, benden güzeli var mı bu rüyada? hani dememiş miydin.
Bu Şiir İstihz a Değil İnk isardır Evren Günberi aşk rüstik fakat ben skeptiğim anlamayacağın aşk zordur ve Düzce bir ildir konumuz ne aşk, ne de sen konumuz bir Kaplanoğlu üçlemesi konumuz, ilkbahar, yaz, Özcan Alper ve kış uykusu konumuz bunlar da değil cenaze araçları neden kırmızı ışıkta geçmez konumuz bu ne çok konu var değil? mesela sabır sinmek değil, mücadele etmek şükür hakkın senin, bir bütün ekmek korkumuz bu bütün korkulara selam Sabir’e selam, selam Buhayrad Selam Pardayan, Zülkarneyn’e selam hepimizi öldüremezler ya Habil’in ruhuna el fatiha! . . . (alıntı) yol sürer bezm-i elest’ten hab-ı gaflete zerefşan mıdır bad-ı saba, hercümerç midir nas diliniz zehrimar, eliniz ateş-i suzan taassuptan şeydaya dar olur dar-ı cihan (şeks pir sultan mehmed)
37
İnönü Park ı Hanifi Yiğittekin
38
İnönü Parkı’nda transparan bir akşam üstü. Üzerimde kahverengi bir ceket, içine sıkıştırılmış lacivert kazak ve tasarım harikası dizleri yamalı kadife bir pantolonla, göğsümdeki kafese hapsettiğim kelebek. Gülbahçesi’nden bağımsız bir çiçek demeti yaptırmışım seni beklerken. Saçlarım Marijuana icadı yapıştırılmış kenevir yapraklarıyla bir çiftliden ibaret, bıyık uçlarım paslı barakalardan hallice ve önümde duran kalpli şekerler var birlikte bölüşeceğimiz. Havaya taze bir buluşmanın kokusu sinmiş, bulutlar çok şımarık bu akşam. Yıldızlara göz kırpıyorum seni beklerken. Gökyüzü hep, masmavi... İnönü Parkı’nda saatler gece yarısına intikal etmiş. Üzerimde bayramlıktan bozma buruşuk giysiler. Uykuya olan direncim sapasağlam, kalbim paramparça. Parmak uçlarımın uyuşukluğuyla Küçükoba Mezarlığı’ndan ellerime doğan cesetler. Önümde, cehenneme sipariş edilmiş küreklerce ateşler... Yağmur yağmış, nazlı. Diz kapaklarım donmuş. Yıldızsız bir gecede İnönü’yü anıyorum, rahmetlik. Seni beklerken bize geç kalıyoruz ve anlıyorum ki bizi bekletmek; kainatın temeline döşenmiş dinamitleri ateşlemek oluyor.
Sonra hepsi geçiyor... İnönü’nde bir sabah, sabahın avcunda bir park, parkın ortasında bir bank, bankın üzerinde bir adam; “Günaydın” diyor, bir tinerci “günaydın seyyah.” İnönü kış, İnönü soğuk, kupkuru İnönü. İsmet duyarsa çok ağlar... İnönü Parkı’nda bir ömür geçmiş, ben hep seni beklemişim, sen hiç gelmemişsin...
39
40
K alemin Bedenleri Ayça İşbilen ellerim kirli kirli oturdum sofraya Clementine. ellerimin kiri, oyunumun kiriydi... oyun oynamaktan geliyorum dedim, -kurbağalara bakmak gibi bir şeydioysa sayamadığım birçok ayak, koşa koşa çıkmıştı merdivenlerden. beni, çağırmaya gelmişlerdi... (şiirimi intihal ediyorum Clementine çöz boğazındaki ipi.) oyunumun kiri, temizler mi insanlığın görüntü kalitesini? ya da canlandırabilir mi senin renklerini? yoksa, benim mi ellerimi yıkamam gerekli? ben, sorularımın yanıtlarını beklerken gel Clementine. otur şöyle... sana tost, bir de kivi ısmarlayayım. maksat; “soundtrack”siz kalmasın çocukluk... öyle ya, “bize yol gösterecekti” Clementine. biliyor musun? yollar kapalı Clementine... kanla karışık yağmurlar, karlar var burada. yollar kaygan... park halinde yaşamlar çarpıyor çamurdan pastalarımıza. ben yine de yıkamayacağım ellerimi, çamurumuzun biraz da onlara bulaşması adına... beni mavi kabarcığın içine al Clementine! “bu çok tehlikeli olsa da...”
41
China Blue Bizce De Yaşasın Besna Ağın
M 42
isha X. Peled’in 2005 yapımı “China Blue”, küreselleşme üçlemesi olarak yarattığı belgesellerden ikincisi. Çin’de 130 milyondan fazla insanın –çoğunlukla genç kadınlar- çalışmak için köylerinden şehirlere göç etmek zorunda kalmalarını anlatan bu belgesel için Peled, bir kot fabrikasını kullanmayı seçmiş. Dünyadaki en ucuz işçi gücü havuzunu oluşturan Çinli işçiler, çoğu zaman aylarca haftanın 7 günü, günde ortalama 17 saat gözleri açık halde uyur hale gelene dek çalışıyorlar.Eğer fazla sipariş varsa bir ayda 500-600 yuan (60-70 dolar) kazanıyorlar. Dev batı ülkeleri o ay daha az sipariş vermişse ise 200-300 yuan. Maaşlarından kesilen öğle yemeğimsilerini yiyecekleri yerleri olmasını beklemek, günde 17 saatten az çalışmalarını beklemek gibi bir şey. Çoğu kız Küçük Jasmine’den daha küçük, 14 yaşındaki bu genç kızlar çalışabilmek için sahte kimlikler çıkarıyorlar. Küçük Jasmine Lee’nin ailesini geride bırakıp, 2 gün ve 2 gece süren bir tren yolculuğu sonrası hapishanesi olacak olan fabrikaya işçi olarak girmesiyle başlayan belgesel, iktidar ve sömürü ilişkilerini, kaligrafi yapan ince ruhlu ahlaksız canavar fabrika yöneticisini, işçilerin duygu durumlarını (en azından kalanını) vc diğer birçok gerçek vahşeti olduğu gibi yansıtmayı başarıyor . China Blue filmine (İngilizce altyazılı) Youtube’da ulaşabiliyorsunuz. İzlemeye başlamadan önce ise karşınıza bir kot firma devinin reklamı çıkıyor. Yine iki “dev” ünlü oyuncunun başrollerinde olduğu bu reklamdan sonra belgeseli izlemek sizi farklı derinliklere çekiyor, mavinin anlamlarını farklılaştıran. Küçük Jasmine’in fabrikanın ortasında “biz ne yaşıyoruz böyle ya!” diye bağırdığını, patronu da gelip ona “hayatı” diye cevap verdiği bir sahne canlanıyor gözünüzün önünde. Sonra düşünmeye başlıyorsunuz. E hayat güzelmiş.
43
Fotoğraf: İnsel Kanca
Duvar var liri kesen perdelerden süzüldükten sonra salonu kesen var. Hepsi benim.
44
K
ara mizahın günümüzdeki en önemli temsilcilerinden olan Louis CK, sessiz sedasız bir şekilde yarı otobiyografik yapımı Louie dizsine ara verirken yeni bir dizi çektiğinin haberini daha önceden hiç kimseye vermemişti. Louis CK’in yeni çektiği dizi, Horace and Pete, hiçbir promosyona, reklam veya tanıtıma tabi değil. Dizi direkt olarak Louis CK’in web sitesinden ücretli olarak yayınlanıyor ve çıkan yeni bölümlerin duyurusu sadece ve sadece bizzat kendisi tarafından, web sitesine üye olan takipçilere yapılıyor. Louis CK, diziyi direkt olarak kendi web sitesinden satmasıyla birlikte izleyiciyle eser arasındaki bütün kurumsal ve hiyerarşik duvarları yıkmış oluyor.
Dizi Yapımcılığına Yeni Bir Yaklaşım Dizinin ilk duyurusu ilk bölümün linkiyle birlikte gelen kutusuna düşen son derece kişisel bir mail ile yapıldı. Bu vesileyle, profesyonel ama mütevazı bir ekiple dizi formatının tanımı yeniden yapılarak bütün standart hale gelmiş prosedürler yerle bir ediliyor. Dizinin kaç sezondan, kaç bölümden oluşacağı ve dizinin senaryosu dahil, dizi hakkında daha önce belirlenmiş hiçbir detaydan söz etmek mümkün değil. Dizi bölümlerinin doldurması gereken standart bir süre de olmadığı için, bir bölüm 1 saatin üzerinde olurken bir başka bölüm sadece yarım saatin
biraz üzerinde kalabiliyor. Bunun yanı sıra, Horace and Pete dizisinin yeni bölümleri çekildiği anda yayınlanıyor. Bu demek oluyor ki, yayınlanan her yeni bölüm yayınlandığı hafta içinde çekimleri tamamlanmış oluyor. Yok edilen standart prosedürlerin yerine konan bu süreçleri ve dizinin yapısal farklılığını üst üste koyduğumuzda ortaya eşi benzeri olmayan bir seyir deneyimi çıkıyor.
Karanlık, Tiyatral Atmosfer ve Patolojik Karakterler Önceden belirtmek gerekir ki Horace and Pete, Loıie’nin aksine, kesinlikle bir komedi dizisi değil. Paul Simon’ın bestelediği dizinin jenerik müziğinden başlayıp dizini geneline yayılan karanlık havadan anlaşılabileceği üzere dizi ağır bir dram. Bu açıdan dizi kolay ve keyifli bir seyir deneyimi sunmak derdinde değil. Dizinin çoğunluğu tek bir mekanda, barda geçtiği için biraz sitcom’u andırıyor, ama içerisinde sitcom’larda olduğu kadar espri ve hiçbir gülme efekti barındırmıyor. Abartıya kaçmamakla birlikte bir tiyatro oyununu andıran sessizliklerle, boş anlarla ve doğaçlamayla zenginleştirilmiş olması da diziye sitcom’dan daha çok tiyatral bir atmosfer katıyor. Horace and Pete’s adlı, Horace ve Pete adlı iki kardeşin ve yeni kuşak Horace ve Pete kardeşlerin 100 senedir işlettikleri bir barda geçen dizi, ilk bakışta kuşaktan kuşağa aktarılan hoş bir geleneği aktarıyor gibi görünüyor. Fakat bu bar, sadece kayıp hayatlara ev sahipliği yapan, zavallı bir yaşam zincirini ifade ediyor. Barı sadece çalıştıkları bir iş yeri olarak değil, alternatifsiz bir yaşam alanı olarak kullanan 7. kuşak Horace ve Pete, barda yatıp barda kalkıyorlar. Bütün ihtiyaçlarını barın içine hapsetmiş, Horace ve Pete’in, dışardaki hayatla herhangi bir alakaları yok. Dışarıdaki dünya Horace ve Pete’i ilgilendirmiyor, daha da önemlisi ilgilendirmesi gerekmiyor. Farkında olmadan hem kendileri, hem de müşteriler için bir hapishane haline dönüşmüş bir bardan bahsediyoruz. Eski karısını onun kız kardeşiyle aldatıp hem eski karısından hem de onun kız kardeşinden iki çocuğu olan bekar Horace, akıl sağlığını bir ilaç sayesinde koruyabilen, aksi takdirde halüsinasyonlar gören Pete ve meme kanserine yakalanan karamsar ve patavatsız Horace’ın kız kardeşi Sylvia gibi başkarakterlere bakıldığında Horace and Pete’in özellikle
45
patolojik, grotesk, uyumsuz karakterlerle donatıldığı aşikar hale geliyor. Transgresyonel kurguyla flört eden bu karakter yapıları sadece başkarakterlerle sınırlı kalmıyor. Horace and Pete’s, bir bar olmanın ötesinde, kuşaklar içinde alkolikler ve uyumsuzlar için sığınağa dönüşmüş bir yer. Horace’ın vefat eden babasının son sevgilisi alkolik Marsha, istemsiz küfür etme hastalığı olan Tricia gibi sürekli müşteriler, bara gündüz erken vakitlerde gelip bütün günlerini bu barda geçirmeye alışmışlar; çünkü onlar da dışarıdaki normal hayattansa Horace and Pete’deki kasvetli havayı solumayı yeğliyorlar. Bu patolojik sarmalın tam olarak farkında olan tek bir karakterden söz etmek mümkün: Sylvia, ailenin belini doğrultabilmesi için barın satılması ve yeni bir başlangıç yapılması gerektiğini savunuyor.
46
Sylvia, barın bir virüs gibi bütün aileyi sardığını, nesilden nesile aktarılan bir ıstırap zincirinden başka bir şey ifade etmediğini söylese de, kardeşi Horace dahil olmak üzere kimse Sylvia’ya destek çıkmıyor. Slyvia, kanser olduğunu öğrendikten sonra barda yaşamaya başlamasıyla birlikte, barın lanetine kendisini teslim etmiş gibi gözüküyor. Geleneklere olan bu sıkı bağlılığın hiçbir anlam ifade etmediği bu bar, var olmaya devam ettiği sürece bir ıstırap yuvasından başka bir şey ifade etmeyeceği anlaşılıyor. Bu son derece depresif atmosferin, aşırıya kaçmayan tiyatral ve doğaçlama bir tarzla yaratılması, diziyi ayrı bir yere taşıyor. Yaratılan bu karamsar atmosfer, dizinin sahip olduğu doğallık sayesinde seyirciyi yabancılaştırmadan ilerleyebiliyor. Karşınıza bir sonraki bölümde ne çıkacağının tamamen bir sürpriz olması da dizinin yeni bölümlerinin sabırsızlıkla beklenmesi için başka bir sebep oluşturuyor. Yayınlanan 8 bölümden sonra, Horace and Pete’in eşsiz ama bir o kadar da rahatsız edici ve zor bir seyir deneyimi sunduğunu söyleyebiliriz.
47
Konuşmalar Can Küçükoğlu Alper Pek
48
C: elmas da kırılır gül gerçekten bakarsa A: parlamaz gene de artık toprak altında C: çıkmaya gerek yokmuş sudan karışmak için suya, anla A: kristal zaman, berinde devam, değiştim tamam. C: amaya takılmayınca öte beri yanımdır tamam mı A: o zaman kim bu leb denen, inimde debelenen C: nedense o isimli o ırkı azımdan da çok özlüyorum C: rüyadan sonra mı A: sansi’den sonra C: birlikte sanmışsak birlikte ayrılırız oluyor o kötü raptiye, ama şarkı tutanlardanız çok şükür yapıyorum A: elim dilim rap diye raptiye C: tii’yee çak bir dertlik A: ama şimdi celcius, iti olmuş kerberos’un, terletiyor C: olsun olmuşlar düşe düşerek silkeler cehennemlerini A: koşun komşular konuşmuşlar düş ve zemberekleri, rind’lerin cehennemini
49
FotoÄ&#x;raf: Elif Eren
50