1
U B Fobya 101 / Kerem Advan
ve kalben hiddetle kumara kapılmış on helezon, ve sihirsel kadifesi tüm harcına denk, yaşatılmış Zen döşeli kod’a, gamma alıp da telaşeye bitiştirilmiş bayattan yarı girdap, ve bu hissel bile olsa, hissiz şey, ama kaçık ümit, deli dolu bir esrime işteeh, sarıl! Zen cebinde erirken ben de gerinde deliyim!
2
Yeşillik / Kübra Demirtaş
3
Hayal Alıştırmaları - IV / Serkan Üstündağ
5
Tanımadığım Kum Saatime Birazcık Klorak Daha / Kürşad Uğurlu
8
Neresinden Tutsan Elinde Kalan Hikaye / Dicle Gülşahin
Misafir / Pelin Güloğlu
9 10
Biz de Üç Kişiydik / Adem Fatih Kılıç
11
Seni Ölü Görünce Çok Üzülüyorum / Selim Sevim
12
Gelin Başı / Ömer Aykut
15
Uzakta / Sedat Temir
18
Sıcak/ Tümer Yıldırım
19
Umursamazadams 1 / Fatih Dalcı
21
Neresindensin Ömrün / Aslan Kocaman
22
Ne Bilem / Fahri Küçük
23
Müjgan / Serkan Yıldız
24
Kısık Sesle Mantolama / İbrahim İşbilir
26
Kendimizi Boğduk / Can Karatek
28
İkiye Bölündüm. Acıdım. / Erkan Karakiraz Vehim / Uğur Küçükdağ Ahlak Bilgisi / Emre Varışlı Fantatis / Efe Tuşder İyi Heceler/ Ayça İşbilen
32 33
34
35
İthafa Yaklaşım - IV / Alper Pek
36
The Piano (1993): Tutkudan Tutkuyla / Besna Ağın
38
Wayward Pines (2015 - ) Bir İnsanlığı Kurtarma Öyküsü Daha / Engin Onuk
42
46
Aylık veya aylak edebiyat sanat fanzini, torna tezgahı ve unlu mamüller vitrini.Yazılarınızı ve görsel işlerinizi kopyafanzin@gmail.com adresine gönderebilirsiniz. Biz burada birkaç kişiyiz, birkaç kişiye daha da yerimiz var, sığışırız. Bu ayki güzel kapak İlayda Atlas’tan. Zeliha Aksoylar ve Umut Naderi de illüstrasyonlarıyla şenlendirdi fanzini. Ve yine Elif Eren’den analog bir davet var. kopyafanzin.com twitter.com/kopyafanzin facebook.com/kopyafanzin instagram.com/kopyafanzin
Fobya 101 Kerem Advan
2
hatırla ben oldum olası bir kamarot öyle zayıftım ki bir anatomi sınıfına yakışırdım mutlaka botinlerimi yere vurarak iliklerdim reglan paltomu masumdum ve biliyordum vezüv’ün eteklerinde dedin ki sen güzel nastasya bu kaçıncı ikaz eli kulağında tövbekarlar uyanırken iğnesini dökmüş kovan arıları gibi dokunsalar ağlayacaktım biriciğim tek perdeli ölümler oynuyordum dilsiz haritalarda sert bir erkektim iniş için alçalıyorduk çavuşum bu suistimale nasıl izin verdiniz ama kadrolu bir romantikti per se benim için büyük onun için küçük bir vasiyetti nerede olsa tanırdım saçlarını fare makasıyla keserdi ne atina ulakları ne de bir ortaçağ meclisi kurmakla yükümlüydü duygusal açıdan bizi hep böyle düşünmüştüm zaten ben nükleer baharımı arıyordum o yasal bir kimya için savaştı hür iradesiyle pes ediyordu bir tetiği çekmek mi minörden onun becereceği iş değildi
Yeşillik Kübra Demirtaş
Y
azmaya asla bir defterin ilk sayfasından başlayamadım. Çünkü annem öyle demişti. İlk sayfa hep boş bırakılır. Bu yüzden mi hayatımın ilk kısmı bu kadar boş geçti bilmiyorum. Ama bunların birbirinden o kadar da alakasız olduğunu sanmıyorum. Nedense hep başkalarını dinlemek eğilimindeyimdir. Bu yüzden hata yapmaktan korkarım. İlk adımı benim yerime başkaları atmış, tepeyi hep ilk başkaları görmüş, varış çizgisine ilk onlar ulaşmıştır. Gariptir, bunu da sorgulamadım. Talimatlara uygun davranmak için vardır kullanım kılavuzları çünkü. Çizgiyi hiç geçmedim, sesimi hiç yükseltmedim. Bir noktayı bir sefer geçtiğinizde orası artık hep geçilmiştir, bir daha başka bir ilk olmaz. Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz yani. Kısaca ondan sonra bir daha sesimi çıkartamadım. Geçen geçmişti. Yeni bir şeye başlamaktansa, olanı sürdürmek en iyisiydi. Bu arada eşya da şeyin çoğuluydu. Söylenen her şeyi, hiç dinlemediğim gereksiz şarkıları ezberlediğim gibi, ezberledim. Bunu niye yaptığımı bile bilmiyorum. Yirmili yaşlarımın favori cümlesi ‘bilmiyorum’dur. Hiçbir şey bildiğimi sanmıyorum. Her akşam olduğu gibi yine kendime söz verdim. Bundan sonra bu olmayacaktım. Sessiz. Hayır sessiz olacaktım. Susacaktım. En çok özlediğim şey susmakken hep konuştum. Hiç durmadım. Yolda gördüklerimi anlattım, yaşadıklarımı ya da yaşamadıklarımı, sarılarak uyuduklarımı, kolumdan tutanları, çıkarken kapıyı kapatmayanları. Herkesin beni anlayamaması gibi ben de kendimi anlamıyorum. Devamı merak uyandıran bir sayfadansa betona saplanmış kırık soda şişesi tadında yaşıyorum. Bunu kendime neden yapıyorum? İlerlemekten korkup yerimde zıplıyorum, zıplarsan neşelisindir. Kimse zıplayan birine mutsuzsun diyemez, ama ilerleyemiyorsun da demez. Çok gerçekçi olur çünkü. Ve insanlar gerçeklerden nefret ederler. Sizi umursamayı bıraktığımı sanıyordum. Görünen o ki başarısız olmuşum. Her şeyin aksine üzerinde konuşmaya değmez. Biliyorum ki yarın uyandığımda her şeyi unutmuş olacağım, ölene kadar neşeli bir çekirge gibi zıplayıp duracağım. O yüzden bir hayalle ısınmaya ihtiyacım var. Bir vücudun küçük geldiği ruhum bu odada küçüklüğünden
3
4
hareketle kayboluyor. Bu yüzden yarın odama dönerken yılbaşı temalı bir mum alacağım. Önce yakmaya değip değmediğini uzunca düşünüp uygun yönde karar verebilirsem masamın alev alma tehlikesini göze alıp yakacağım. Bu oldukça risksiz ama ihtiyatlı insanların diğerlerine yüklediği çılgınca ritüelleri aşıp da o mumu yakmayı başarınca ısınabileceğimi sanıyorum. Isınmak her şeyi çözecek mi derseniz yine bilmiyorum diyeceğim. Ama ışık odama yayılınca içim daha dolu olur belki. O zaman kopmuş ipleri savrulan bu deli insan bir yere tutunabilecek. Ayrıca uyuyup zihnimin fişini çekmektense en azından kendime karşı dürüst olacağım. En baştan başlayacağım. Niye neden diye tekrar tekrar soracağım. Cevaplayamayacağım sorularda baştan başlayıp sınavı erken terk etmemeye çalışacağım. Fazla endişelenmeyin. Fazlaca ileri gitmem. Niye diye sorarsanız, korkuyorum derim. Önce sorular sorarım sonra cevaplamam. Sorular acımasız, cevaplar yetersiz olur çünkü. Korkumun bulamadıklarımı bulmaya çalışmamda ilk engel olduğunu anlayabildiğimde elimle klasik sinek kovalama hareketimi yaparım. Böylece rahatsızlığımdan uzaklaşmaya çalışırım. Hani insan unutma eğilimindeydi ya onunla ilgili olarak. Benden önce her şeyi söylemişler, her şeyi anlatmışlar ya, bana bir şey kalmamış , o zaman ben de olan ve olmayan şeylerin korkunçluğunu seçiyorum. Rahatsız edici olan, istemediklerinizi seçiyorum. Kenarı kırık bardağı, ezilmiş zavallı çiçeği, tek eşi kalmış terliği seçiyorum. Terk ettiklerinizi seçiyorum. Beni üzdüğünüz her şey, hiçbir şeyi sevmemenizden kaynaklanıyor, biliyorum. Sizin için en iyisini dilemekten fazlası elimden gelmez biliyorum. Ama sizin için en iyisini istemek de istemiyorum. Çünkü bunu da anlamıyorsunuz. Gözleriniz kapalı yaşadığınız hayatınız, sessizlikten rahatsız olduğunda açtığınız aygıt kadar boş çünkü. Sizden benim için bir şey yapmanızı da isteyemem doğrusu. Zira benim kendime yapamadığımı sizden beklemek rüyaları tersine görmek gibi bir şey olur. Ki siz zaten sizden bir şey istenilmesinden hiç hazzetmesiniz. Ama hala içimde kalan son bir istek var. Dokunmanızdan korktuğum bir şey. Ellerinizi sürdüğünüz her şey öldü çünkü. Sizden bir şey beklemiyorum ama lütfen, lütfen muma dokunmayın. Hoşçakalın.
Hayal Alıştırmaları ıv
Serkan Üstündağ
A
raba o virajlı dağ yolundan geçememiş ve yatay doğrultuda taklalar atarak uçurumdan aşağı doğru düşmeye devam etmekteydi. Şehirler arası yolculuk yapan bir otobüs ise 20 metre kadar ilerisinde uçurumdan aşağı dümdüz bir şekilde, büyük bir hızla düşmekteydi... Defalarca takla atan araba sonunda 4 tekerinin üzerinde durmuştu. Otobüs ise burun kısmının üstüne çakılmış ve dik bir şekilde durabilmişti. Arabayı kullanan şoför o esnada gözlerini açabilmişti. Hemen ilerisinde dikili duran otobüsü görebiliyordu. Hatta içerisinden gelen çığlıkları da gayet iyi duyabiliyordu, ta ki otobüs patlayana dek... Otobüs patladıktan sonra şoförün kulakları inanılmaz bir şekilde çınlamaya başladı. Yaklaşık olarak iki saniye sonra arabasının etrafına şarapnel parçaları yağmaya başladı ve dördüncü saniyeden sonra ise arabanın ön camında kısa süreli bir kan/organ yağmuru yaşandı. Şoför kulaklarındaki o huzursuzluk verici çınlamalara rağmen, beyninin tam orta yerinde kudurmuş bir adamın haykırışlarını duyabiliyordu. İçeriden gelen bu nefret dolu ses sürekli aynı şeyi haykırıyordu: “Balayına giden insanlar ölmemeli! Tam da yeni bir hayata başlayacaktın, be geri zekalı!” Şoförün kulak çınlaması geçtiği ilk anda karısını kontrol etme isteği geldi fakat dönüp de yüzüne bakmaya cesaret edemedi. “Özür dilerim...” diyebilmişti o kısık titrek sesiyle ve bir süre beklemişti. “Aşkım?” diyerek yinelemişti kontrolünü fakat hiçbir cevap gelmiyordu. En sonunda büyük bir gayret harcayarak yüzünü karısına doğru çevirdi. Otoban kenarında bulunan korkuluğun, karısının sağ kulağı civarlarından girerek beynini deşmiş olması ve her yerinin kanla kaplı olması şoförün kendisini tutamayarak ağlamasına sebep oldu. Dün var olanın bugün yok olduğunu ilk defa bu deneyimle tüm kılcal damarlarına kadar hissediyordu. O esnaya kadar vücudunda hiçbir şey hissedemeyen şoförün, ağlarken her yeri ağrımaya, yanmaya, kavrulmaya ve hatta sanki bıçaklanmaya başlamıştı. Tam da o esnada karısı şoföre seslendi “Önemli değil. Bazı durumlarda özür dilemek yersiz oluyor, sonuç olarak nalları diktim. Farkındasın değil mi? Öldüm
5
6
Farkındasın değil mi? Öldüm ben!” Şoförün içinde kavrulan tüm o ağır acılar bir anda yok olmuş ve yerini büyük bir korkuya bırakmıştı. Söyleyecek bir şey bulamamıştı. Karısının cansız bedeni hemen yanındaki koltukta duruyordu fakat bir şekilde kendisiyle konuşabiliyordu. Adam ne yapacağını bilemez haldeyken karısı tekrardan söze girdi: “Ah kuzum, ah! Ben sana bunları kaç kez anlattım bilmiyorum ki! Şimdi son kez anlatıyorum ve lütfen bu sefer beni anlamaya çalış! Dalıp gidiyorsun, ‘ne düşünüyorsun’ diye sorduğumda ise ‘hiç’ diye cevap veriyorsun. Yapma bunu artık. Bir derdin varsa anlat! Bu dikkatsizliğin yüzünden kaç kişi göçüp gitti bu hayattan? Bu bir hastalık değil. Bu bir yaradılış özelliği de değil. Biraz daha dikkatli olmalısın! Bak gördün mü, arabaya doğru şekilde komutları veremediğin için, dikkatli olmadığın için, bu haldeyiz. Sen mutfakta parmağını kestiğin gün de söylemiştim bunu sana. Senin kullanamadığın şey bu araba değil, o bıçak değildi ve düşünebileceğin o inorganik malzemelerden hiçbiri de değil. Sen bedenini kullanamıyorsun! Biliyorum, nasıl kullanacağını kimse sana anlatmıyor ve hayat bir şekilde devam ediyor. Şu bedenine bir baksana! Komutları veren sensin, beynin ise komutları gerçekleştirecek olan aracın. Sen daha bu organik aracını kullanamazken, neden bu arabayı kullanmaya çalıştın ki? Daha da derinden inceleyelim mi bu durumu? Bir beyne sahipsin ve birden fazla kullanıcıya sahip olan bu beden, eğer sen dikkat etmezsen, her zaman zarar görecektir. Duyguların var ya hani, şu görmezden gelmeye çalıştığın şeyler, senin başına bela olacaktır. Hiçbir zaman istediğin duyguyu hissedemez hale geleceksin. Belki sana bipolar, depresif, panik ataklı vb. sıfatlar yükleyecekler. Dikkatsizliğin devam ederse, onlar haklı olacak. Ama bunların hiçbirine gerek yok. Sen orada olduğunu bil ve bu bedenin asıl yöneticisinin sen olduğunu iyice aklına sok! Geri çekilme bu kadar, yönetimi tam anlamıyla ele geçir! Ben senin gözlerine bakmaya doyamadığımı söylerken gözlerini övmüyordum, bunu bil yeter. Belki de o muhteşem kişiliğinin artık yönetimi ele geçirmesiyle birlikte çok daha başarılı bir hayata sahip olacaksın... Fakat sensiz geçireceğim süre midemi de bulandırmakta... Şimdi söyleyeceklerimi dikkatli dinle ve kararını verdikten sonra dilediğini yap... Arabanın yakıt tankı yarılmış durumda. Şu an her yanın benzin kaplı. Çantam da çakmak var. Arabayı çalıştırmayı deneyerek ve çakmağı da çakarak,
yıllar boyunca içinde taşıyacağın vicdan alevini, burada yakacağın alevle şimdiden bitirebilirsin. Tabii ki istersen... Şunu da belirtmem gerekir ki, ben çoktan öldüm. Son on dakikadır kendi kendine konuşuyorsun ve karının sesini benzeterek konuşman da vicdanının bir yaptırımı. Bu arabadan sağ çıkarsan, inan ki, bir an bile yakanı bırakmayacağım. Böyle büyük bir hatanın cezasız kalacağını mı düşünüyorsun? Ya bu bedenin kontrolünü tamamen bana bırak ya da şu çakmağı çak! Biz cehennemleri böyle yaratıyoruz, ufaklık...”
7
Tanımadığım Kum Saatime Birazcık Klorak Daha
Kürşad Uğurlu
K 8
arşımda oturuyor işte, dağın bu görünen yüzünden ayrı düşmüş gibi ilkin, ellerinde uzun saçlarını kestiği makaslarından tutun da, gönlünün alacasına sevdaları kucaklıyor. Karşımda işte, insan karşımda duran. Kadın güzelliği ilkin, başımın ucunda durup, göz kapaklarımda parlayan. Mumun yanan ışığı, bitimindeki kor yalancı zebranın, zebaninin ateş dolu bakışlarında hayal ettiğim bir gece yarısı kâbusundaki gibi, ellerimde ve kucaklarımda kalan yine mi koca bir yalan? Dengesi şaşmış, delirmiş, kafayı yemiş bir sarhoş gibi yanımda bağıran, gecenin sonunda hüngür hüngür ağlayan, ağlatan, insan ki bu, bu vaktinde gecenin, bol virgülü suya banıp, tekel sigarasını ilk bisiklete bindiği günkü hevesle yakan. Eriyen mumun dumanı alnında durdu ilkin, “İlkim koyacağım kızımın adını!” dedi kadının biri. Yaşlı mıydı gözleri? Elbet tabii. Tablanın bir ucunda unuttuğum sigaram gibi, unuttuğum onca yaşanmış şey gibi, geriye dönüp acıyla baktığım zaman sigarama, o pişmanlık, o üzülme hissi; atı alan Üsküdar’ı geçti. Zamanın çoğunda başımı omzuna koyduklarım, ellerimi avuç içlerine yuva yaptığım leblebi taneleri gibi, ağzımı sulandıran bir gece yarısı, kışın ayazında tek başıma oturup, bilmediğim kentin, bilmediğim yine bir semtinde söylediğim sözcükleri gibi ilkin, öteden daha öte yok. Özlem mi bu, yalnızlık mı en ağır karpuzun tezgâhın ortasında kalıp satılamayışı, yahut bilmediğim bir eski sözcük mü kulaklarımda asılı duran? Kendi kendime sorduğum sorular mı, çok düşünmek mi insanı kaleler içinde yıkan? Çıkan aydınlığa şafak, dizgin dolu atlarını elbet, hayınlığına sayan. En sevdiğin şairlerin yattığı mezarları dahi bilmek, var oluşun şafağında yavrucum, denize karşı ekmekler kesmek isterdim seninle. Kül tabakalarını boşaltmak tabii, mumun bitiğinden gemiler yapmak istersen. Kendi kendime konuştuğum gibi gecelerde, şimdi olduğu gibi, terasında değil de evin, olmayan balkonunda, gelmeyen kışın, hissetmediğim ayazında öpmeliydim seni. Kimsin yavrucum sen? İnsan bu; Altmış iki gecedir evin dökük duvarlarına sitem edip, bir bardak suyu kendine çok gören. Mum mu, “Tını” kadını aklıma getiren? Hangi kor, Klorakın içinde eriyip giden? Kimsin sen?
Neresinden Tutsan Elinde Kalan Hikaye Dicle Gülşahin
9
B
üyük Londra Oteli’nden dünyaya doğru hiç uçmadım ben, oysa çok isterdim. Hiçbir zaman Büyük Londra Oteli kadar da İstanbullu olamadım üstelik.
İstanbul’dan dünyaya uzanan köprüler var. Bir yerinde muhakkak Balkanlar’a, oradan da Almanya’ya uğruyor. -Hiç görmediğim- Kreuzberg’i delip geçtikten sonra okyanuslara dökülüyor. Okyanusların betona çıktığı yerde de son buluyor. Uzaklarda hep trenlerin uğultusu var. -Demir ağlarla örülü coğrafyalarda eski rejimden kalma yaşlı bir tren olmak varmış aslındaBen o köprüden bir kere yürüdüm gibi bir şey. Üç gün boyunca misafir edildiğim taş bir evin kendi kozmopolitliğinde zahiri bir seyahate bile çıkmış olabilirim. Asaleti arttıkça simetrisi bozulan mimarilerin beni kendime bıraktığı günlerdi. Duvar kadar bir dünya haritasında, güzel film çeken insanların olmayan imzalarını hatırlıyorum. -Bir de herhangi bir dostluk ihtimalinin beyin kabuğuma verdiği heyecan uyuşmasınıArtık hissetmediğim cinsten.
Misafir Pelin Güloğlu “Sözde ben insan olmaya geldim. Anamın karnından üryan geldim, dosta dostu hatırlatmak için geldim. Bu dünyada misafirim ey dost, yalanı dolandan ayırmaya geldim.” Hepimiz, bu dünyada misafiriz. Kimimiz aç, kimimiz tok; kimimiz pamuktan beyaz, kimimiz kömürden kara. Kimimizin eli paradan kirleniyor, kimimizin cebi delik, metelik işlemiyor. Hepimiz bu dünyadan göçüp gideceksek şayet, nedir bu kavga, kargaşa ortamının nedeni?
10
“Maraş Katliamı, 19 Aralık ve 26 Aralıkta Kahramanmaraş’ta gerçekleşen Alevilere yönelik katliam.” Bu şekilde tanımlamış bilindik bir siber ansiklopedik kaynak. İnsan olamadığımızın en bariz kanıtıdır bu, güzel ülkemin iç sancısıdır; kanayan yarasıdır. Bu iki gün, bilindik rakamlarla konuşmak gerekirse tamı tamına 105 Alevi vatandaşımız hayatını kaybetti, 200’e yakın Alevi evi yakılıp yıkıldı, 100’e yakın iş yeri talan edildi. Neyin uğruna peki? Hala anlayamıyorum. Sorun tam olarak neydi? Bu evleri yakıp yıkanlar yine bizlerdik, bu dünyada misafir olan bizler. Bunu umursamadan onlarca “can”ı katlettik. Geçen bu hususla ilgili izlediğim bir belgeselde bir kadın babasının ölümünü anlatırken gözyaşlarına boğulduğu sırada onunla empati kurmaya çalıştım. Ne kadar kötü bir olaymış yaşanılan! Bir sabah kalkıyorsunuz ve artık aileniz ortada yok. Ne yapardınız? Alevi’si , Sünni’si, Çerkez’i, Süryani’si, Türk’ü, Laz’ı , siyahı beyazı büyüğü küçüğü. Bunların hiçbir önemi yok, olmamalı. Ben Alevi, Sünni değilim. Çerkez değilim. Süryani değilim. Türk değilim. Kürt değilim.Laz değilim. Siyahi değilim. Kadın ya da adam da değilim. Bunlar senin kafanın içinde şekillenebilir ancak. Ben misafirim ve sözde ben insan olmaya geldim.
Biz de Üç Kişiydik Adem Fatih Kılıç Nazlıcan, ben ve Tanrı. Bizim en umarsız olanımız Nazlıcan’dı. Öyle bir gülerdi ki, utanırdım O’nun karşısında gülmekten. Ben takıntılı bir adamım ve çok sigara içtiğimden tütün içmemin daha iyi olacağını söylerdi Nazlıcan. Tanrı bu konulara sessiz kalırdı. Fakat ben Tanrı’ya minnettardım. Nazlıcan’ı yaratmıştı, beni de O’nun içinde olduğu bir dünyaya yollamıştı. Ben 96’nın sonunda inip bir süre Nazlıcan’ı beklemiş, 2014’de rastlamıştım O’na. Bunları Tanrı yazmıştı. Alttan kalan derslerimi verecek gibi olurdum, Nazlıcan bana kızgın baksa bile. Bana bakması yeterliydi. Kötü hissedemiyordum. Yıllardır ciğerimde barındırdığım bu hüzne karşı duruyordum. Nazlıcan bizim en kahramanımızdı. Rakı içince sesi muazzam bir hâl alırdı ama, Tanrı buna aldırış etmezdi. Çünkü biz üç kişiydik: Nazlıcan, ben ve Tanrı. Nazlıcan farklı bir kahve içer, telefonuyla uğraşır ve söylediklerine bir tepki vermezsem beni, suratını masaya dökerek cezalandırırdı. Siz hiç eksi beş derecede bankta sabahladınız mı? Belki beni de anlardınız. Tanrı bunlara gülerdi, hepsini biliyordu. Ben Nazlıcan’ın gönlünü almaya çalışırdım o sıralar. İçimde sokak köpekleri üşürdü o suratını dökünce. Toplamak için ağzıma geleni söylerdim de, dindiremezdim kızıl öfkesini. O saatlerde Ahmet Kaya cennette bizden bahsederdi, benim yüzümde parklarda, bahçelerde temiz ebeveynler ve yüzü gülen çocuklar dolaşırdı. Caddeye çıktık ellerimiz ceplerimizde, caddeye çıktık şeytanlarını kaçırdı sokağın Nazlıcan. Daldık bu yalın ve yalnız şehrin piç kalan sokaklarına. Benim takıntılarım ve kahkahalarım dirildi Nazlıcan saplantılarıma çatarken kaşlarını. ‘’Dileme özür!’’ dedi. ‘’Ama Nazlıcan.’’ dedim. Aması yoktu. Nazlıcan’ı üzmemeliydim, içimdeki his kıvancın dozunun yükseleceğini bildiriyordu sevda saati haber bültenlerinde. Ben bir sigara yakıyor, Nazlıcan’ın beni istememiş gibi duran mimiklerinden haz duyuyordum. Tanrı bizi görüyordu, Ben ayırmıyordum gözlerimi Nazlıcan’dan. Nazlıcan, uzaklara dalıyordu. Dört kişiyiz artık: Nazlıcan, ben, Tanrı ve umudum.
11
Seni Ölü Görünce Çok Üzülüyorum
T
Selim Sevim
elefon geldiğinde film izliyordum. Bağımsız bir Avrupa filmi, Dagur Kari’den. Voksne Mennesker.
Amcamdı. “Babanı kaybettik. Başımız sağ olsun.” dedi. “Güngören merkez camii.” dedi. “İkindi.” dedi. Bir şeyler daha dedi de, hatırlamıyorum tam. Aramakla aramamak arasında tereddüt etmiş de, bilmem ne. Ulan benim babam ölmüş, senin derdine bak. Bilgisayarın sağ alt köşesindeki saat 13:15’i gösteriyordu. Önce Google’a “İkindi ezanı kaçta okunuyor?” yazdım, sonra da filmin kaç dakikası kaldığına baktım. Sonuç beni üzdü. Filmi bitirmem imkansızdı. Giyinip çıktım.
12
Abdest almayı unuttuğumu yolda fark ettim. Çünkü kafamı kurcalayan çok önemli bir şey vardı: Sübhaneke içinde okunacak olan celle senaük. Bir türlü öğrenememiştim. Çocukluktan beri “Bu bilgiler hayatımızın neresinde lazım olacak ki?” klişesini şiar edinmiş bir talebe olduğumdan, biri öldüğü vakit kafama kazınacak olan bu bilginin zamanının gelmesini de usul usul beklemiştim. Şimdi zamanı gelmişti. Babam ölmüştü. “Benim babam öldü.” Söylemesi tuhaftı, herhalde büyük ikramiyeyi kazanan insanlar da zengin olduklarını söylediklerinde böyle bir hisse kapılıyorlar. Telefonumdan baktım, birkaç kez de tekrar ettim, artık hafızama girmiş olmalıydı. Sonra da gecikmiş bir merak duygusuyla anlamına bakmak istedim ama gelmiştim. Mütereddit bir halde avluya girdim. Birkaç yaşlı amca dışında kimse yoktu. “Erken mi geldim acaba?” diye düşündüm. Halbuki nefret ederim bir yere erken gitmekten. Yaşlı amcaların yanına seyirttim hemen. Bir tanesi benden önce davranıp tebrik etti, bu yaşta camiye gelmeyi huy edinmem takdir edilesi bir durummuş. Gururum okşandı, amcayı bozmadım. “Estağfurullah amcacım, siz büyüklerimizden gördüklerimizi tatbik ediyoruz.” dedim. Güldüler. Nerede okuduğumu, ne iş yaptığımı filan sordular. Laf lafı açtı, ezan okundu. O an beynimden vurulmuşa döndüm. “Benim babam ölmüştü.” dedim. Tuhaf tuhaf yüzüme baktılar. “Merkez camii burası değil miydi?” dedim. “Hayır o iki sokak aşağıda kaldı.” dedi biri. “Orası da camii, burası da. Ne fark eder ki?” dedi öbürü. Cevap veremeden koşarak çıktım camiiden. Nefes nefese kaldığımda, tabutu arabaya koyuyorlardı. Babam muhtemelen dedemin ve babaannemin yanına defnedilecekti. Yani bizim evin arkasındaki
mezarlığa. Koşarak sokağa çıktım. Bir taksi çevirdim. “Bakırköy tarafına gideceğim, yalnız biraz acele olursa sevinirim.” dedim. “Hayırdır?” dedi. “Babamın defni var da” diyemedim. “Özel bir mesele” dedim. Bu cevabım hiç yoktan bir gerginlik yarattı. Halbuki o soru sormasa hiçbir sıkıntı olmayacaktı. Bunu ona da anlatmak istedim. Tam söze girecektim ki Neşet Ertaş çalmaya başladı. Üstad “hata benim günah benim suç benim” dedikçe ben kendimden geçtim. Sonunda dayanamadım, “Özel bir mesele dediğim için özür dilerim abi. Beni affet.” dedim. Gülümsedi. “Lafı olmaz yiğenim.” dedi. Babamı kaybetmiştim belki ama bir amca, bir dayı kazanmıştım o an. Sedat Abi’yi... Mezarlığa geldik. Boştu. Bu seferki boşluk erken geldiğimi gösteriyordu. Taksimetrede yazan parayı toparlamaya çalışırken Sedat Abi mezarlığa neden geldiğimi sordu. O ana kadar hissetmediğim bir şey hissettim. “N’oluyor ulan” demeye kalmadı, gözlerim doldu, sesim titredi. “Babam öldü abi.” dedim. Sedat Abi kızdı: “Böyle şaka mı olur lan? İt herif!” dedi. “Valla doğru abi. İnanmıyorsan bekle, birazdan gelecekler.” dedim. Bekledik. Gelen giden olmadı. “Abi taksimetreyi durdur istersen, gelirler birazdan.” dedim. “O artık taksimetre değil. Yalanmetre. Senin yalanmetren” dedi Sedat Abi. Üzüldüm. Oracıkta dayılıktan reddettim onu, bana inanmayan dayım yoktu benim. Çok geçmedi, babamın tabutunu taşıyan cenaze arabası ile üç farklı araba geldi. Biri amcamın arabasıydı. “N’oldu abi inanmamıştın?” dedim zaferimi kutlayan sesimle. “Yiğenim sen ciddi misin?” dedi Sedat Abi. “Ne sandın? Sana ne zaman yalan söyledim abi?” dedim ve indim arabadan. Babamın tabutunu taşıyan amcama koştum. Amcam ve yanındaki iki oğlu beni görünce şaşırmıştı. “Amca yeri ve zamanı değil de, 20 liran var mı? Ben taksiyle geldim de...” dedim. Şaşkınlıkları iki kat artmıştı. Tabuttaki yerini yanında yürüyen bir başka adama bırakıp ceplerini yokladı. “ Oğlum senin evin şurada değil miydi?” dedi. “Taşındım amca.” dedim. Kabul edersiniz ki utandım yanlış camiiye gittim demekten. Amcamdan 10 lira çıktı. Koşarak Sedat Abiye gidecektim ki o benden önce gelmiş ve tabutu taşıyanlara dahil olmuş. Yine gözlerim doldu. Sedat Dayım benim… Tabut mezara sokulurken amcamın gözleri beni aradı. Toprak atmam için. Bense yedi kat yabancı gibi uzaktan izliyordum olanı biteni. Her şey çok ilginç geliyordu. Daha doğrusu tuhaf. Ölüm tuhaftı, öleni gömmek tuhaftı, öleni gömüp yaşamaya devam etmek hepsinden tuhaftı. Şükür ki Yasemin beni bu entel sayıklamalarımdan uyandırdı. “Bitti mi okulun?” dedi. “Gelecek sene.” dedim. “Baban diploma aldığını görmeyi çok
13
isterdi.” dedi. “Azıcık para verseydi görürdü. Okul taksitlerini ödemek için çalışırken uzattım okulu.” dedim. Herhalde hayatım boyunca verdiğim en güzel cevap bu olabilir. Bir de beni terk eden bir kıza “Depremlerden sonra enkaz gezen politikacılar gibi sen de bıraktığın enkazı görmek için geri geleceksin.” demiştim. Ama bu Yasemin’e söylediğim söz ile baş edemez. Sedat Abi eve bırakmak istedi, yürüdüm. Kapıyı çaldım, annem açtı. Gözlerindeki kızarıklığı görünce öğrendiğini anladım. Sarıldı bana. Bir süre öyle kaldık. Çok saçma göründüğümüze emindim. Bu yüzden saçma bir soru sordum. ”Yemek var mı?” Duymazdan geldi. “Gittin mi?” dedi. “Yok.” dedim. “O da orada mıydı?” dedi. “Görmedim.” dedim. “Neden bana haber vermedin?” dedi. “Nasılsa öğrenirdin. Benden duy istemedim.” dedim. Sustu. Sormak istediği yüzlerce soru vardı. Hiçbirinin cevabı yoktu. “Ben yatıcam.” dedim. “Kerahat vakti yatılmaz.” dedi. “İyi.” dedim. Odama geçtim, güneş batana kadar bekledim ve sonra yattım.
14
Rüyamda babamı gördüm. Okul taksidini yatırıyordu bir ATM’ye. Ben de Sedat Abi’den aldığım arabayla taksiciliğe başlamışım. Yanaştım yanına, korna çaldım. Duymadı bu. Birkaç kez daha çaldım, yine tepki vermedi. İndim taksiden, yanına gittim. “Hayırdır?” dedim. “Özel bir mesele.” dedi. “Bırak şimdi özeli. Ne iş?” dedim. “Okul paranı yatırıyorum. Senin diploma aldığını görmek istiyorum” dedi. Aldım parayı elinden, yere savurdum. “Senin parana ihtiyacım yok. Bak taksiye çıkıyorum ben.” dedim. Acıyla baktı bana. “Böyle hayatta kazanamazsın o parayı.” dedi. “Olsun.” dedim. “İyi ne halin varsa gör.” dedi ve arkasını dönüp uzaklaştı. “Bak böyle gidiyorsun ama sonra rüyama girip dua istersen okumam he. Yemin ederim okumam bak!” diye bağırdım arkasından. Eliyle “çok da umrumda” gibi bir işaret yaptı ve sonra kahkaha attı. “Sanki okumayı biliyorsun da.” Birden uyandım. Ter içindeydim. Babam haklıydı. Harbiden bilmiyordum. İnterneti açtım, Yasin suresine baktım. Çok uzundu. “Allah gecinden versin, hayırlı ömürler ihsan etsin, annem ölünce de bunu okumayı öğrenirim.” dedim. Bir bardak su içtim, tekrar yattım.
Gelin Başı Ömer Aykut Çocukken ara sıra bize misafirliğe gelen bir akrabamız vardı: Mürsel Amca. Her geldiğinde bana kesik başparmak şakası yapardı. Sonra da gülerek yüzümde dehşet ifadesi arardı. Ben de boş boş Mürsel Amca’nın suratına bakardım...
Nevin Gökfidanlar. Sarı boyalı saçlarının dibi gelmiş, 45-50 dakika önce saç kurutma makinesiyle yaptığı kahkülün, çektiği yarı dalgalı fönün sıcaklığı baki kalmış kafasında. Üzerindeki parmak arası oyuklarının rahatça seçilebildiği mercimek köftelerini dizdiği tabağı, meşe ağacından yapılmış dev yemek masasına bırakırken başımı okşuyor. “Sen niye hiç konuşmuyorsun bakayım?” diyor. Yüzüne bakıp gülümsüyorum. Mutfağa dönerken anneme sesleniyor: “Nebahat senin oğlan ne kadar uslu böyle. Benimki koltuklardan inmezdi bu yaşta.” Gizem ve Yağmur’la oynamam için arka odaya gönderiliyorum. Karşı cinsten birinin özel hayatına ilk doğrudan müdahalem olarak kayıtlara geçiyor bu tarih. Beni içlerine almaları için göstermem gerekecek çabanın bilincine uyanıp kapılarını aralıyorum. Allah benim belamı versin. Kapıyı çalmadan girdim. Orospular kapıyı çalıp girmeye izin istemem için beni tekrar dışarı çıkarttılar. Kapıyı çaldım. İçeri buyur ettiler, tanıştık. Tanışırken yaşın da söylenmesinin farz olduğu zamanlar. Yağmur sekiz buçuk yaşında, kalın mor külotlu çorabının üstüne giydiği gri pileli eteği ve üzerine giydiği Ay Takımı çizgi filminin efsanevi karakteri Prenses Missy’li tişörtüyle merhaba diyor bana. Gizem ise kırmızı keten pantolonu ve lacivert yakalı, pembe papatya desenli beyaz bluzuyla selamlıyor beni. O da dokuz buçuk yaşında. Ben sekiz yaşındayım. Altıma kahverengi kadife pantolonumu giymişim ama üstümde ne var hatırlamıyorum. Yağmur sohbet etme heveslisi,ağzından tükürükler saça saça dış dünyasına anlatmaya çalışan epik bir genç kız adayı. Gizem konuşmamızdan rahatsız olup kitaplığına yöneliyor. Rafa dizdiği kitaplarının önündeki biblo ve kalemlikleri tek tek indirip bir kitap seçiyor. Biraz önce indirdiği biblo ve kalemlikleri tekrar rafa sıralıyor. Seçtiği kitap hepinizin tahmin ettiği gibi Ömer Seyfettin.Neyse ki Ömer Seyfettin öyküleri ve Yalvaç Ural mizahı ile küçük yaşta kütleli bir edebi travma atlatan bir nesil artık birbirleriyle Jean Genet ve Sade rafları önünde karşılaşıyor. Otobüste Erman Çağlar’ın satırlarına gülüyorlar. Gizem yatağına oturup kitabını okumaya başlıyor. Yağmur bana tatlı tatlı sorular soruyor. Yağmur’un bu denli içten ve kucaklayıcı yaklaşımı başta beni
15
utandırsa da çabucak alışıyorum samimiyetine. Gizem’in annesi misafirler gelecek diye iyice kaloriferi köklemiş olacak, sıcağın vurmasıyla burnumun içinde kaskatı kesilmiş sümüklerim çözülüyor. Artık koku almaya başlıyorum. İlk aldığım koku kendi ayak kokum. Sekiz yaşında bir çocuk olmama rağmen ayak kokum yetişkin bir erkeğinkileri aratmıyor. Gizem bir ara Yağmur‘u odanın dışına konuşmaya çağırıyor. Ayak kokumu konuştuklarına adım gibi eminim. İçeri girdiklerinde benimle ilgili olmadığını söylüyorlar. İnanmak istiyorum. Kapı çalıyor. Apartman boşluğundan gelen kahkahalar Gizem’in odasından bile duyuluyor. Ev kalabalıklaşıyor.
16
Gizem’in annesi içeride yenen tatlı tuzlu kuru pasta, ıspanaklı börek ve keklerden hepimize birer tabak yapmış getiriyor. Elimize de birer bardak Fanta veriliyor. Gizem asitli içecek içmediği için ona vişne suyu. Bir beş dakika sonra da annem beni kontrole geliyor. Her şey yolunda. İsim Şehir Hayvan oynamamızı öneriyor. Kakaolu, içi kırmızı jöleli tırtıklı kurabiyelerimden birini atıyor ağzına ve çıkıyor. İsim Şehir Hayvan oynamaya başlıyoruz “N” harfi geliyor. Nijerya Kaplanı yazıyorum. Gizem ve Yağmur itiraz ediyor. Nijerya Kaplanı diye bir hayvan olup olmadığını teyit için salona gidiyoruz hep beraber. Misafirlerin çoğu ile mutabıkız. Konseyden Nijerya Kaplanıma onay çıkıyor. Bu karar mantık süzgecimizi genişletiyor. Üçümüz saçma sapan şehir ve hayvan isimlerini birbirimize söyleyip gülüyoruz. Gülmekten çenelerimiz uyuşuyor. Yere yüzüstü uzanıp dirseklerimi halıflekse, avuçlarımı yanaklarıma dayayıp soluklanırken annem bir kez daha giriyor içeriye. Gidiyormuşuz. O yaşta öpüşüp vedalaşmak diye bir şey yok. Hiçbir şey demeden çıkıyorum odadan. Ayakkabılarımın cırt cırtlarını yapıştırıp annemin arkadaşlarıyla vedalaşmasını bekliyorum. Kapı ardımıza kapanıyor. Merdivenlerden inerken apartman otomatı sönüyor. Işıklı ayakkabılarımla tedbiri elden bırakmadan gidip basıyorum otomat düğmesine. … Gizem Gökfidanlar Öztunç. İhtişamlı gelinliğinin göğüs oturtmasıyla desteklenen erik gibi dekoltesiyle ve görkemli gelin başıyla selamlıyor beni ve annemi. Elimizi sıkıyor. Bize ayrılan masayı gösteriyor. Oturuyoruz. Tatlı tuzlu kuru pastalar ve birer bardak fanta geliyor masamıza. Annem kakaolu, içi kırmızı jöleli tırtıklı kurabiyeden bir ısırık alıyor. İşaret parmağını ağzına götüren beyaz elbiseli küçük bir kız çocuğu sahnede boş gözlerle etrafına bakıyor ardından utanıp koşturmaya başlıyor. Amerikan kesim tıraşlı kahverengi kadife pantolon giymiş bir oğlan ardından geliyor. Kollarını iki yanda bir aşağı bir yukarı sallayarak kızın peşine takılıyor. Çocuklar pistten alınıyor. Annem ve ben sakince, tek ayağının üstünde dönerek davul çalan adamı seyrediyoruz.
Uzakta Sedat Temir Pamuk gibiydi bembeyazdı ekmek. Nâzım Hikmet (Adak, Mardin ilinin Derik ilçesine bağlı bir köydür. Bu köyde adları 20 km dışında duyulmayan insanlar yaşar.) Baba – Yapacak hiçbir şey yok. Anne – Öyle deme bir yolu bulunur. Baba – Yapılır mı ulan be, ne istersiniz bizden anlamam ki... Altı üstü kıçı kırık bir dükkân. Neyinize sığdıramadınız? Üç kuruşluk canımız var onun da kuruşunu gördüler. Anne - Deme bey, devlet büyüktür. Böyle uygun gördülerse vardır bir bildikleri. Baba – Ya kadın, sen de böyle konuşup tepemin tasını attırma hepten. Ulan bizim yaşadığımızdan bile haberleri yok. Devlet kâr etmek için yola çıktığında fark ediyor bizi. Çimento benim, kiremit benim. Bırakmıyorlar ekmeğimizi kazanalım. Anne - ….. Baba – Yahu ben tek kendi ekmeğimi düşünüyor da değilim. Hadi o dükkânı kapattın iki gün sonra Bervan, Ramiz gelir kapıya dayanır. Bu adamlar kendini tıraş etmeyi bilmez. Abi derler, sen de olmasan halimiz duman olur. Usturayı elimde görünce jiletin parlaklığı yüzlerine vurur. Şimdi bizim halimiz duman… Anne – Ne diyeyim bey... Baba – Hadi sen o dükkânı kapattın. Köy halkı ütüsünü, süpürgesini tamire nereye götürecek? Evde hallolmaz ki bu tür işler. Onca malzeme nereye konur? Yeni alınmış gibi gıcır gıcır verirdim malı sahibine. Bizim dükkân tam bu iş için uygundu; onu da elimizden aldılar.
17
Anne – Kızım getir bakayım şu tabakları, kir tutacak yıkayalım güzelcene. Baba – Asıl mesele bu da değil. Ya bu köyün herifleri nerde toplanıp iki çift laf edecek? Bizim Sabri’yi geçenlerde sıkıştırıp tehdit etmişler. Köyden birileriymiş amma tanıyamamış, akşam zifirinde. Meseleyi tam anlatmadı, yapmıştır bir puştluk. Konuşmadı, konuşmadı ama kararlıydık bugün yarın anlatırdı, iyi gittikti üstüne. Şimdi toplan ki sohbet edesin, nerde… Kız Çocuk – Al anne, sen yıkayadur ben gelirim birazdan. Ha anne babam içeride kendi kendine ne konuşuyor? Anne – Sus kız, duyacak şimdi. Kafası bozuk zaten. Kız Çocuk – Aman duyarsa duysun.
18
Baba – Ulan ah ulan! Cemil sallana sallana gelir kapıya. Rakı ticaretimiz son buldu, nasıl derim, benden âlâ rakı erbabı mı var ona? Gelsinler ki benden öğrensinler rakı yapmayı, rakı sofrası kurmayı. Bu adam laftan anlamazın tekidir Züleyha. Kapımızda kıvranır, sabahlar da ses edilmez bunun gibilere. Ona ne derim ben? Erkek Çocuk – Baba, akıllı telefonum bozuldu. Hiçbir şey yapamıyorum. Her şey gitti. Baba – Her şey gitti oğlum. Kız Çocuk – Ya anne. Anne – Sus kız, sus! Köpek – Hav.
Sıcak Tümer Yıldırım
Şakaklarıma başkalarının cümleleri birikmiş. Kafam tıklım tıklım, adım atacak yer kalmamış kendime. Parmak uçlarımda yürüyorum kafamın dehlizlerinde. Parmak uçlarım alnımın iki yanında dönüp duruyor, birikmiş sesleri dağıtmak için. Seslerin ağrısı gözlerime vuruyor. Ne çok konuşuyor insanlar ve ne çok insan var etrafta. Dalga dalga geliyor dünya üzerime. Görmüyor, dokunmuyor, tatmıyor da insan duyuyor işte… Şakaklarım, gözlerim ağırlaştı iyice. Ağır adımlarla lavabonun başına gidiyorum, soğuk bir avuç suyu çarpıyorum yüzüme sertçe. Beton gibi boş bakıyorum aynada duran görüntüme. Topraktan vücuda geldiğime bin şahit ister. İki şahit ipe götürmeye yeter insanı. İnsanın gördüğüne inanması, ölmekten daha zor bazen… Bir avuç daha su çalıyorum yüzüme, bu sefer sakince. Sırt çevirip aynaya yürümeye başlıyorum. Burnumun ucundan akan suyun yerde bıraktığı ize bakıyorum. Yüzümden düşenlerin parçalara ayrılmasına alıştığımdandır, üzerine basıp geçiyorum. Yavaş adımlarımla zaman çalıp hayattan, yapacak şeyi olanlara vermek istiyorum, Robin Hood gibi. Derin bir nefes alıyorum; beynime daha çok oksijen gitsin ve yansın aklımdaki her şey diye. Uzanıp hakkını vererek hissediyorum yok olan yaşanmışlıkların sıcaklığını. Sıcak, ümit veriyor insana, sıcak, sessizleştiriyor, sıcak, ağrıları dindiriyor. Alnımda geçmişin ateşi, dumanı başımı döndürüyor. Ayılıyorum, ayağa kalkıyorum tutunarak. Açıp perdeleri, şafağın sökmesini izliyorum kafam uçsuz bucaksız. Şakaklarımda kraterleri eski birikintilerin. Yeni yağmurlara hazırım artık.
19
20
Umursamazadams - 1 Fatih Dalcı
bir akşama fazlasıyla anlam yüklemekteyim makara bantların miyadı çoktan doldu şimdi baktım da perdeler sararmış “susayan dudaklar yalan konuşmaz” demezdi annem bilakis, öğüt verirdi o. yağmurun dinmesini bekliyorum, kuşlarla kullar, trenler ve kar taneleri telaşlı elbet bilmediğim bir anlamı vardır bunun da. sana bulaşıklar biriktiriyorum, gelir de yıkarsın yine eskisi gibi diye ya da sadece kendimi avutuyorum yıllardır taş sektirmeyi beceremiyorum “merhabalar, elvedaları tetikler” demezdi annem bilakis, öğüt verirdi o. yolculuk yapmıyorum hayli zamandır bilirsin beni yol tutar zaten beni yol tutardı, annem ağzıma torba. bu doğmamış dona mektup biçmek, olmamış sevgilim umursamaksız hamurumdan kalan tortu kahveye gereğinden fazla anlam yüklemesin artık insanlar modern zaman alışkanlıkları, onu da bozdu. ho.
21
Neresindensin Ömrün Aslan Kocaman karanlığa gömülmüş ellerin kocaman bi çığ olmuş yüzünde mavisinde ırak gecenin neresindensin ömrün yalnızlık
22
bilinmez ahvalin sorgusu meçhule döner uzun bi türküdesin belli bir coğrafya ismi olarak neresindensin ömrün yalnızlık uzun uzadıya söyler kendini bu suskunluk söylemekten aşikâr sözleriyle kanatlanan bi kuş çılgınlığı olarak her şeyin özlemiyle neresindensin ömrün yalnızlık bi halk oluyoruz yaşamın hecesinde dünyayı bölüşüyoruz bizi bölenlere inat iyice belliyorum seni bi akıl olarak yalnızlık her şeyin sokaklaştığı kalabalık gözlerim kadar yalnızlık
Ne Bilem Fahri Küçük Eriyen buzul dağları sandım Tabiat diz çökmüş ne bilem Devrilen ağaçtır sandım Tabiat saç dökmüş ne bilem Kopan topraktır sandım Tabiat kan kusmuş ne bilem Yanan ormandır sandım Tabiat zatürreymiş ne bilem Yıkan depremdir sandım Tabiat iç çekmiş ne bilem Yutan çığ-kardır sandım Tabiat ten dökmüş ne bilem Toprak kurudu Güneş zalımdır sandım Tabiat tükenmiş ne bilem Sel oldu mu Yağana aldandım Tabiat ağlarmış ne bilem Pusula yeter bilirdim Gözler şaşırmış ne bilem İnsan eşreftir sandım Şerefler ölmüş Şerefeler kalmış Ne bilem.
23
Müjgan Serkan Yıldız
24
Bir acıya kiracı giriyorum savruk bir şubat ikindisinde Müttefik seçiliyorum her gri sonbahar yalnızlığına Ve terekesi kalıyor bana uçurum kenarına terk edilmiş bir aşkın... Hayatı üniformalı ciddiyeti ve zorundalığıyla yaşayıp Rugan ayakkabılarıyla geçerken en uzak patikalardan bir nergise selam vermemiş adamlar hayalden saymıyorken gerçekleşmesi mümkün olan düşleri Sen gözyaşı çukurlarına dinamit eken bir filme özenip tenini başka bir tende farklılaştırırken Yani başka biri olma sevdana geçmişini silmekten başlarken Ve zaman dile gelip Biz olan sen ve ben ile aktığı için utandığını söylerken Sokaklarında kayboluyorum senin yeni bir yol bulabilmek için sana... Ben bu kadar arsız mıydım Müjgan? Bu kadar aciz? Sana yetemeyen en zayıf yerimden terk etmen miydi zayıflık? Ya da terk edebiliyor olmanın kendisi mi güçlülük? Hatırlat da idam edelim Yusuf acılarımı meydanların en tehlikelerinde Senin bu Züleyha yetinmezliğini yargılayalım sandalyelerinde papatyalar unutulmuş mahkeme salonlarında Frenleri boşalmış bir araba gibi savrulmaktan yoruldum Unutulmayan acı yok Müjgan Anlamıyorsun! Asıl mesele acıtılmış olmakta. Beni sevmeyişinin hırçın nehrinde bir tahta parçasına tutunmuş savruluyor gönlünün en durgun girintisinde can verebilmeyi hayal ediyorum şimdilerde Ama unutulmak büyük ve hırçın akıntılara sahip Yorgunum Müjgan! İşte demem o ki Dalında çiçekleriyle övünen bir ilkbahar yağmuruyla gelsen ya Dinse bu vahşi var olma savaşı Cansever okuruz seninle Mesela o bize der ki; ‘İnsan yaşadığı yere benzer’
Bu şehir bu kadar kalabalıkken bizim ona benzeşemeyen yalnızlığımızı hangi şiirinde yazacaksın diye sorardık ona. Ah! Bizim değil benim diyecektim Benim bir gövde bulmuş yalnızlığım Sen artık kalabalık tarafta olmayı seçtin Müjgan Sahi vefasızlığına bile şiirler yazılıyor olması gülümsetiyor mu o çocuk yüzünü Her sevişlerin, sahiplenişlerin mülksüz mültecisi oluşum ne hissettiriyor sana? Uykusuzum Müjgan ve ağır... Sigaramdan bir nefes çekip üflüyorum boşluğa küfreder gibi Yıldızlar göğsüme düşüyor sanki Yıldızlar sönüyor göğsümde Bak en sevdiğin Asterion Can çekişiyor cılız kaburgamda Yorgunum Müjgan ve yenilmiş...
25
Kısık Sesle Mantolama İbrahim İşbilir
26
Kalanımızın hayrı Tuzlu bir bardak suyu diktikten sonraki Göğe dikilen gözlerin Münacaat tavrı, Paslanmış bir güzelleme Hülya seyirlerinden kalan Kurtar bizi düştüğümüz neşterlerden Al en gençken yanına leylâk kokularıyla Bir vak’a kadar sıkılgan olmaktansa Bir tedbir nidâlarıyla sar bedenimi Sırtımıza vurulduğu andan itibaren Suyun fışkırışı dışarı, genzi yaka yaka Rabbin sevdiği kullardanız belki de derken Şükür manifestosu kalanımızın hayrıdır Aydınlık ve gözleri ceylan... Kısık bir feryadın icabı; Ancak Kadersizlik ve karanlık müdâvimliğidir... * İnsanın ahlakî bir mahluk olduğundan beridir Zararsız bir acayiplik serisi buna gebedir Muamma kalan ise bir insanı tanımak Anlaşmak o ustura mahremiyetinden Suskunluğun parçalanmış oyuncaklarından
Bıçakların ağzı kadem kadem törpüleyişi Gaipten bile gelemeyen hileli hayaller Tükenişliğin emrindeki bir hiçlik... Hepsi bu etik suskunluğun Yuva yapmış gıcırdayan suntalarının Anlaşılmak istenişleriye alakalıdır... Dünyanın en mutsuzları da konuşmaz mı? Bilmem der geçilir, ama bence Bozuk bir plaktan gık çıkmaz Bozuk bir kaseti badi parmağıyla İyileştirmeye benzemez hiçbiri İnsanın kadrine ulaşamadan Sesini soluğunu kesmek de işte Bu şeklin bir tortusudur... Bir karanfilin suya muhtaç kalışını Bir papatya temini Mahzun bir gülün debdebesini Duyamayız. İstemeyiz duymak da Her busenin vedası da işte böyledir Ellerimizle parçalayamadıklarımızdan Ömrümüz sorumlu değildir Bu cinayet sahneleri Oldum olası tehditkâr, Kalbin susuşunun tesiri hep... O yolun sancısı Bahar gelmeli artık ezgileri Kapının önünde mırıldayan kedi İnançsızlıklardan gelen hezimet Konuşamadığımız karanlıkların titreyişidir...
Yorgun muyuz kim bilir? Sobelenmeden yaşamaya çalışırken Sesler kesilir, Soluklar kör topal olur. Biraz sonra adımlar bizi rüzgâr Üzer yıpranmışlıklarımızı Hiç susmaz fırsat vermez bahsetmemize Kendine dahi yetemeyen Anlamsız tavrını sınayıp uğuldar Sevinçle kovalatır bizi bize... Dilde bir lâl ü ebkem ezberdir Lanete düşmüş bir yürek Büzüşerek devam eder bu teraneye Hiç umursamaz aslında Dönün bakın aynaya siz de öylesiniz. Kafasını vurup ekmeğini alsan; kâfir Ama hadi söyleseneye gelince; meczup Ki ne zamanın içinden; sevdakâr. Ehemmiyetsiz bir gülümseyişin içinden Biliniz, oralıyız En suskun mahalleli feryadıyla Hepimiz o semtin delikanlılık kitabıyız Yine susmuşluk hâlimiz ayna yorgunluklarındandır... Acılara su katıp Tatlılardan ısrarkâr bir riyâKarnı acıkan bir yavrunun Bahar lisânına inanamayışımızdır Pişkinlik ise efendilerin oburluğundandır Perişanlık sillesi solgun bir yüzün harbidir “Perişan Hallerim” derken Erlerin en Taş Garibi Görmeden gidiliş faslı bitmez soluksuzca. Bir fısıltıya bile mahrum bırakan
Zafersiz bir kaderin mecburiyetine Sıkışıp kalınmak da böyledir... Katığımıza sunulan bu olmamalı dedikçe Soğuk yemiş sebzeler düşer sofraya meşkten Gayrı gönül sözlerinden Söylendikçe tıkanan kulaklar Susuşların mühim vaktidir, çekiyorum gülümseyin haydi!... * Hissiyle barışık En saygın kahırdaş Binaların metruk senaryolarına dâhil Pis kokuların yancıları da çöpçülerdir; Naraların en kibarsızlığı, içine dönüş mümkünlüğü Kadersiz rayihalar bütünlüğüdür... Hangi hikayeleri temizliyorlar Kaç buruk umudu uğurluyorlar Kim bilir kaçıncı boş şişe... Huzursuzluğa naftalin süren bir inatla Misk-i anber kavuştağı, Neresinden tutuyorlar yaşamı Belki de en mutlu insanlardır “Gamsız susak Fütursuz sitemkâr” Onlara da vurmuş nazlı nazlı bakarlar Sevdaya yakın Tarantino bakışlarla Temizlik imandan gelir ey kelâm-ı kibar Onlar da sustu ve damıttı kahrı kalbe Kocamışlığın tabir-i caizidir... * Kahrolası susuşlar Kanla yapılan gargara gibi Emziğine küsen bebe gibi... Âh u vâh zindanlarından Zemheri bir vakittir…
27
Kendimizi Boğduk Can Karatek
28
eşşeğini süreçten kurtardı eşşek kendini boğamadı. çeşmenin önünde küflü kaya. oturayım ben şuraya. çıkmıştı kaldırıma kıçı. gene ayakkabılar önümde geziyor. ıslaktı yer. yaktım sigara. bekledi eşşeğinin rızasını. telefon takası dönüyordu karşımda. üç kişinin izlendiği fikrine kapıldığına inanmaya başladım. yaklaşan ayakkabılar geçiyordu neyse ki. eşşeği bağırdı. küflü kayadan inişiydi. eşşeğini süreçten kurtardı. bir kişinin hiç eşşek görmediğini düşünerek bana bakışına dayandım. telefonum çaldı. böylece eşşeğime bakanı rahatsız etmiştim. sanki bu çeşmenin başında bir bağırtı yükseldi mi neydi bilemiyorum. gittim çeşmenin başında eşşeğimi süreçten kurtardım. bir kişinin bir kişiyi takip ettiği fikrine kapıldığımdan bekliyordum. bankanın önündeydim kaldırımda. ayakkabılar geçiyordu. telefonum ne çalıyordu ne bi şey. kimseyi görmek istemiyordum. takip edilmemiştiysem nedendi bu. bu gitgide yerleşen metal kafa kafama. bak gene benziyordum başkasına. ama tanıyan tanıyor işte. şehrin ortasında bana yaklaşıyordu biri. görünebilirdim. eşşeğimin rızası olmadan çeşmenin başından gitmek de neydi. bekliyorum galiba bir yeni metal kafa. yaklaşmıştı bir korkunç dost. ne bekliyorsun bu ara? dedi. hıhı. olamazdı. kendimi burada bulmak istemezdim. eşşeğimi gösterdim. gelmiyor dedim. biliyor musun. dedi. dost. korkuttun. gelir. sanmıyordum. yalnızca gitsene sen. git. ben süreçten kurtulacaktım. eşşeğim gelecekti. sen gidecektin. ne sen beni gördün dostum. ne ben konuşmak zorunda kaldım. yalnızca bir işim vardı ve anlarsın ya.
aylardan kasım. gitmeliydin. konuşmaya başladı dost. dostum. bak. yumruğumu sürttürdüm suratına. öteki yumruğumu da öteki suratına. bastırdım iki yumruğumu birden. eşşeğim anırdı. eşşeğimi süreçten kurtardım. eşşeğimi bekledim. eşşek anırdı. eşşeğimi süreçten kurtarmadım. eşşek de beni tabi. ne telefonum çaldı. ne de izleniyorduk. oh. boğulduk ve fena değildi burada bu iş. eşşek ve ben. ilginçti yani. kendimizi boğduk. ben bundan hoşlanmıştım.
29
Batuhan Boz 1. teslimiyetin boynunu kırıyorsun bir şekilde tatla bilemiyorsun sana tam da istediğin gibi bakmıyorlar mı 2. doyurmak ve söylev dert değil mi yoksa ben kurtulamadım mı 3. yüz metalin, yüz betonun yükseldiği başka ne tattığım, sözcüğe coşkusunu engelleyip dönüşür kalbi ayıran, kalbi ağzına oyuncak yapıp, kalbi ölümü koruyan
30
4. söyle kaydediliyor muyum kaydediliyor muyuz söylemim kapsıyor mu dışarıyı hayır, ben işlemem dışarıyı hayır, asla çalışır olmayacağım anadilde 5. başka başka kim kalıntılarımı buza çevirecek ters sanki kazanılmışlığa tutunup olgunlaşan ne de çok eksildi hayat 6. düzenek, şiir işi çivi, görüş birliği akıntısı baş edilmeli 7. nedenlerin mümkün arayışla bir tutulduğu çağa ağzı sulanan onarılması gayet efendilikle gölge ben ona sırt çeviriyorum dayattığı renge 8. biri bana ölen çocuk! görmediğim pencereye bulanmak niye yazdığımdır ne yazdığım değil
9. muazzam yaşamak, değil mi dönüp rezalete vuran ve inanır mısınız kaçmayan rezalet ve muazzam değil mi 10. kurban mı anlamamak işte yaşantı seslere çarpar 11. tövbe! sahnemdeki ve saçlarımdaki budur 12. neye sebep olursa olsun acıdığını yazacağım yenilerek affedilebilecek şeyler şiirdedir
31
İkiye Bölündüm. Acıdım. Erkan Karakiraz
32
anlar mıyım sahi –bir tepeye dikerseniz gözünüzü– miğfer mi kalkan mı KIYINIZIN güzelliği? içimi temizlesin için ÜSTünüzü örterim karşılıksız nesnelerle. tente kalırım aşırdıklarım yettiğince. sırtlan emzirircesine ünlerim sesinizde ok-tümcelerden! milyon ölçü susarım ezile çiğnene gökten. neremi dağladı eşyanın tanrısı –kinci barbar– ardı sıra dillenen çadırlarımız yamaç aşağı. dedikleri: sürgünlüğümüzden göçebeliğimiz. böyle yasası –ikiye bölündüm. acıdım.– izdüşümü yapıldığından değil. dedikleri: kara delikleri yerlemlerimizin ve sütü incirin gövdemizde ılıttığımız. katkısı rüzgârın gevezeleştirir ALTÜST olmuş denizi. geldiğim bozkırda ateşe vermek beyhude. iyi ki bazı y.a.n.g.ı.n.l.a.r okşamak için. üstünden atlar alevlerin, bir YOL bulurum geriye giden. çeker çıkarırım kayığı içinde gizli tahta parçasının. kimi saklanır doruğunda kimi yamacında. içini oyar kimi. bense eteklerinden çekiştiririm dağın. benim yurdum her yer. devletim: kendimim
Vehim Uğur Küçükdağ
Dokun ve kirlen. Parmaklarımın arasındaki cemalin Bir yığın perden. Aç ve gör. Aklımdaki fikrin Bir cüzzam şüphen. Sus ve dinlen Yüreğimdeki tıkırtın Bir dünya bestem.
33
Ahlak Bilgisi Emre Varışlı
34
dünyanın ortasında eşya. sürtünme enerjisinden doğan tanrıcı ve tanrıcılığı düşündüm ve kitap inmesini, kitap felcini, kitapsal doğa olaylarını ben küçük bir sultan iken boğazıma sarılan el sokakta oynar iken, ağaçlar karanlık fabrikaları zorlar iken ben bir konserve yedim hazırlandım çıktım bir partiye davetliydim yetişkin vergisini veren bir mümin mühim konulardan bahsettim ve aktım, hesap sordum ve tam o sırada fotoğrafım çekildi artık bir ikondum , üstüme gerçek bir kürk aldım, kalabalığı yararak ilerledim, musa’lık yapmama gerek kalmadı .. ayağıma dallar budaklar takıldı ayağımda cesetler - ünlü ölüler - gazeteye çıkmış ünlüler rüzgar çeşitlerini bilseydim eğer, o sırada esen rüzgarın adını söyleyebilirdim size… size dediğime bakmayın > her şey tek’tir düşündüğünde leopara bakıp leopar dediğinde, yanılıyorsun. DÜNYA BOMBASI - DÜNYA MARKETİ - DÜNYA ISLAHEVİ beynindeki türkçe videoları anlatıyorsun: dağların serin tarafını, silah söküp takma seslerini, silahlarını temizleyenleri, dünyanın ortasında eşya, kamera doğuran bir erkeği. dünyanın ortasında dil dünyanın ortasında bando takımı.
Fantatis Efe Tuşder
1. ve bir at dört ayağı ak alınmaz hiçbir yere uçuşurken mavi meyva sinekleri mor şahının üstünde 2. ama gece hala öyledir ki yine de gelir at kimilerine 3. ve bu kimileri bazen şanslı ve isteklidir çürümeye
4. doygunluk, zorunluluk, ve beslenecek tüm bu sonsuzluk 5. yoktur uçucu yaratıklar bu gecede yine de gelir at ulaşıncaya kadar korkaklığımıza 6. ve biz o kadar çok korkarız ki oluruz biz.
35
İyi Heceler Ayça İşbilen
36
ben bir neandertal’e a-şık o-la-bi-li-rim efendim, -sanırım böyle söyleyince daha etkili oluyor.gülşen bubikoğlu da yabanı sevmemiş miydi? hem hayvan sevemeyen insan sevemez zırvalığına da bir son vermiş olurum efendim. aah ah benim biricik neandertal’im seni ne zaman görsem bir tuzağın içindesin. ama biliyor musun sevgili neandertal’im seni tuzaktan sevmek aşkların en ürküncü. sen böyle giderken, seni yangın merdiveninden- kedi merdiveninden izledim. senden sonra da ben bir çokomel kağıdından kağıt kesiği oluşturdum. bir aksülamelden de tren yolculuğu. -fonda tarkan/dön bebeğimşimdi bunları söylerken ben, ağlarken sesi çatallaşan , çatal bıçağı kullanamayan, şemşiye diyen, tatakhanede uyuyamayan küçük bir kız çocuğuyum. anaokulunun ahşap merdivenlerinde oturup alınmayı bekleyen kahküllüyüm.
-fonda murat kekilli/bu akşam ölürümbunlar birer, müşahhas düşlerimdi koparak dökülen solgun düşlerim için, şampuanımdı belki. çocukluğumun uçan süpürgesi, uçan halının tozlarını gökyüzünden yeryüzüne süpürürdü yalnızca. çünkü, sihir diye bir şey yok bi kere. ama neandertal efendim, var! hayvan sevip, insan sevemeyenler de var işte var. demek ki efendim bunların hiçbiri ölçüt değilmiş. ve biliyorum ki: yalnızca hümanist olan sudur. -fonda tarkan/kış güneşi“kıyamete kadar kapattım kalbimi.” güle güle , bana portakallı şekerler veren sütçü amca. fakat ben hiçbir zaman portakallı şekerleri sevmedim, şekerleri parktaki çocuklara verir onlardan da kabuğu soyulmuş düşler alırdım. nezaketine hayrandım sütçü amca. biliyor musun, benim neandertal’im da çok kibar bir beyefendiydi. kalbimde fosilleşmiş sevgilim, sana da güle güle...
37
İthafa Yaklaşım IV
Alper Pek
kanımda gezinen şeyler var genişlemekte burnum, alıyor nefes ve kan perileri sattığım gün, esmer leş mektebi, yazılıyorum ve seni görüyorum, ölümümden habersiz market poşetlerini romantik düğümlerinden kurtaracağım. sonra duyuyorum, uçuruluyorum ve dönüşüm nefes kesici bırak beni, bırakmam seni, crack dedi dişleri dökük deli, bu sahici.
38
kapaklanamıyorum artık diş fırçalarıyla bombalara ve yutamıyorum bu ayıp sarmaş dolaşmaları emin de değilim ne bu kelliğe çare, delirmişlere dahilim, nebula eriyiğiyle. neyse ne, artık uçuyorum işte gerisi dumandan boğulmuş biblolar mahzeninde garip tripler edinip garba dürbün çekmek darp edenler didinip darbe tribün kursun. kör bedenler silkini-ha rüyaymış… boşluk bulsam bir sokak başında hissetmeden hissetmiyorum kusura bakma demek istiyorum koku alamıyorum, nefes alamıyorum herkes ateşleniyor. şimdi ben yokluğa şiirler mi yazıyorum ya da doğumuna övgüler yazarken kıskıvrak mı yakalanıyorum yollar buzla kaplı buz lakaplı krizantem kriz anıtım olacak işte tüm bunlar, sorular tutarsa tuttu diyin, anında parçalarım, yeminler görün çokça, epi topu üç beş yonca, tehditler sanki sakinleşmişim, kıyılarında sakin bir leşmişim.
takır tukur, nedir hatır? sorsan değişim der, oysa değiştim der, zorsa eğil şimdi! yeislere ustura çekenler, işte zahiri sihir, sahirler anırır, yıkar geçerler bahçeleri geceleri, işte delilerin delilleri, ellerinde ellerim, elimizde ellilik, baktıkça düşen ne, ne baktıkça uçar bıktıkça naçar, hissiz kaçar gözü dönenlerle közü değenler, yutuverenler nesir macunlarını ve armutçukların içinde kurtçuluk sevdalarıyla kıl kökleri iltihaplananlar, bedduadan kaçarken zen bahçelerinin ağaçlarına şaha kalkmış kutsallıklarıyla abananlar, -sövgü övgü ezgi sezgi sezdi yine işte tüm tehlikeyi ve ben seni gördüm sandımher neyse. ince bıçak ve katıksız sarım sarım sarım ve sanrı. parasal rüya aslında bambaşka ama ben yine de rüyalarımı vermeyeceğim. gazete kağıtlarıyla, bayat çatı takırtılarıyla duvar delikleriyle, ahval sertlikleriyle, çuval dedikleriyle, mahvol şenlikleriyle, burayı yalnızca kağıt üstünde çözenlerle, burayı da yalnızca gökyüzünde süzülenlerle, son olarak nil yıkanmalarında körpecik köprücüklerinde, şevke kamçılanan başka, keşke aşk yıkanmalarıyla sarılsam sana.
39
40
41
The Piano (1993): Tutkudan Tutkuyla Besna Ağın
A
“Bu ne ölüm ama. Bu ne şans. Bu ne sürpriz! Arzum yaşamı seçti.” Ada McGrath
da, Yeni Zelanda kıyılarından henüz ayrılmışken, George’dan piyanosunu denize atmasını ister. Fakat önce denizi gezdirir parmaklarının arasında, doğru sıcaklıktan emin olmalıdır; piyanosu doğru sıcaklığa kaybolmalıdır.
42
Sinema tarihinin avcunun içi kadar iyi bildiği ve sürekli işlediği bir konu; altın üçgeni oluşturan iki erkek ve bir kadın. 19. yüzyıl Yeni Zelanda’sında Maoriler, taze yağmur kokuları ve çamurlar arasında iki erkek ve bir kadın. Klişeleşmiş, senaryo pelesengi olan altın üçgeni tanınmaz hale getirmek, bütünlük kurmayı becerebilen bir zekâ ister. Campion, The Piano’da Yeni Zelanda’nın kıyılarını, Maorileri, çamuru, ağaçları ve yağmuru kullanarak altın üçgeni sinema dilinin olağanüstü seviyesine çıkarıyor. Her adımda her saniyede filmi şevkle izlettirip çürüdüğünü sandığımız konuyu tanınmaz hale getiriyor. Avustralya kıyılarına uzak bir diyardan üç kişi gelir: Ada, kızı Flora ve piyano. Fırtınayla adım atarlar yeni evlerine, fırtınalı geçecek zamanlarının habercisidir hava. Onları satın atan Alisdair daha ilk karşılaşmalarında yüzeyselliğini koyar ortaya, etrafta iki dişi ve gelişigüzel dağılmış eşyalar görür sadece. Eşyaların en büyüğü olan piyano sahilde bir süre bekleyecektir, taşımak için fazla ağırdır. Kendine güvensiz, yarı-feodal Alisdair, Ada’yı gördüğü ilk an, arkadaşı George Baines’e sorar; “Ne düşünüyorsun?” Baines: “Yorgun görünüyor.” der. Alisdair ise şöyle cevap verir: “Bodur biri, orası kesin.” Alisdair gibi “demokratik” erkekler, babahanlıktan gelen yarıfeodalliklerini, toprak ve para düşkünlükleriyle birleştirir ve kadını mal olarak gören bir anlayışla kişiliklerini şekillendirir. 19. yüzyıldan çağımıza Alisdair’in uzantılarının geleceğini söyler adeta film. Etrafımız Alisdairlerle çevrili ve geçen 200 yıl içinde değişenler, olması gerekenin çeyreği kadar bile değil.
Erkek egosu öyle güçlü ve yıkıcı bir hal alabilir ki erkek kişi gerçekliği bütünüyle yitirebilir. Alisdair, Ada’nın tahta masaya oyduğu piyanoyu tutkuyla çalışına anlam veremeyip evdeki kıdemli hizmetçilerden birine bunun ne anlama gelebileceğini sorar. “Çok tuhaf, öyle değil mi? O bir piyano değil. Hiç ses çıkarmaz.” Bir yük olarak geride bıraktığı piyanonun Ada’nın her şeyi olduğunu anlayamaz; çünkü o, bu konseptle tanışık değildir. Ada’nın dilsiz oluşundan beyninin etkilenip etkilenmediğini merak etmeye başlar. Bir insanın masaya piyano çizip çalmaya çalışması ancak psikolojik bir rahatsızlık anlamına gelebilir nitekim onun için. Asıl beyni etkilenmiş olanı da tanımış oluruz bu sayede. Alisdair’in yıllar süren sevgisiz ve açgözlü halleri, beyninde belli başlı -geri döndürülmesi namümkün- etkiler yapmıştır. Velhasıl, Ada ile ilgili böyle bir kanıya ancak böylesine sığ bir karakter varabilir. Alisdair’in sığlığı ve “erkekliği”, Baines’in derinliği ve insanlığı karşısında buhar olur uçar neyse ki. Ne tam anlamıyla bir Maori ne de sömürgeci olabilen, yüzünün yarısı dövmelerle kaplı, diğer yarısı ise eskiden yaşadığı medeni hayattan kalma Baines, belki de kendini ilk kez tam anlamıyla bir şeye adar. Ada’yı istemek, onu bir erkeğin bir kadını isteyebileceği bütün donelerle istemek Baines’i bir savaşçı kılar. Ada’nın ilk tepkisi, Baines’in okumayı bilmediği ve cahilliği üzerindendir. Tersine, büyük bir sezi ve akılla Ada’yı anlayabilmenin tek yolunun piyanodan geçtiğini görür Baines. Piyanonun bir yük değil, yükü yok etmek demek olduğunu anlar; içindeki doğayı tutkulu aşkıyla birleştirir. Baines’in yaşam ve sevda tutkusu, Ada’nın piyano tutkusuyla birleşir ve birbirlerinin tutkularını tamamlarlar, kendilerinde olmayanı birbirlerinde bularak.
43
Kadınla en ilkel haliyle iletişim kurmayı beceren Baines, Ada’nın yeteneklerine değer verir. Kibarlık ve korumacılık kisvesi altında her türlü sahiplenmeyi ve yücelim yarışını ayyuka çıkarmak yerine, Ada’nın piyanosuz yaşayamayacağını anlar. Sevgi alışverişi yapmak için karşı tarafa değer vermek ve onu anlamak gerektiğini içten bilir; Ada ile arasında tamamlayıcı bir iletişim kurar. Ada piyanoyu ve hayatındaki yerini abartıp bir sansür mekanizması haline getirecekken, Baines’le yücelim ve cinselliğini dengeler. Ada da zaten Baines’in o derinliği anlamasına âşık olur bir yandan. Baines’in onu anlamasına, piyanosuna duyduğu sevgisine âşık olur. Vahşiliğine, doğallığına, onu izlemesine âşık olur. Piyanonun ona verdiği zevkin türevini Baines’de bulur. Elleri nasıl piyanoyu arzuluyorsa teni de onu öyle arzular. Bunların doğal bir akışla olması ise işin en güzel yanıdır.
44
Aralarındaki anlaşma günbegün yakınlaştırır onları. Baines hem Ada’yı görebilme, ona dokunabilme şansını yakalar hem de piyanoyu sahibiyle kavuşturur. Bu özgür ruhlu kadının ilgisini çekebilmenin tek yolunun onun en çok ilgisini çekene değer vermek olduğunu anlar. Ormanda çişini yaparken Ada’nın piyano çalışını ürkütücü bulduğunu söyleyen ve daha fazla toprak alabilmek için Ada’nın piyanosunu satan Alisdair’in aksine, uyur gezer haliyle bile piyano çalan Ada’yı, tek anlayan Baines olur. Sevgisinin gerçekliği de burada sunulur seyirciye; anlamak ve sevmek arasındaki güçlü ilişkiyle. “Mutsuzum… Çünkü ben… Seni istiyorum… Çünkü aklım sana tutuldu ve başka hiçbir şey düşünemiyor. Bu yüzden acı çekiyorum.” Erotizmi yeniden anlamaya çalıştığını söyleyen Campion, iki santimetre etle erotizmi yaratmaya çalışır tekrardan. Ada’nın ayak bileği, sırtı, gerdanı tertemiz bir erotizmle iç içedir. Cinselliğin hiçbir açıdan sırıtmadığı, anlam yaydığı değer dolu bir sevişme. Kullanılan kamera açıları ve kadrajlar cinselliğin yansıtılmak istenen boyutuna hizmet eder. Victoria dönemi kadınlarının tüm o şaşaalı ve kocaman elbiselerinin altında iç çamaşırının kasık kısmı açık olması şaşırtıcıdır. İroniktir de; çünkü erkekler bundan haberdardır. O kıyafetin sadece şişirilmiş bir balon olduğunu herkes bilir. Balon kıyafet, 19. yüzyıl şişirilmiş erkeklerine benzer. Sevgi dolu, kibar ve sofistike görünümlü erkekler en tehlikeli olanlardır; çünkü barbarlıklarını gizlerler. Şiddete meyilli erkek kendisini saklar, psikopatlığını ilmik ilmik işler. Onlar her türlü barbarlığa ve vahşete yatkın, insanlık kelimesini sorgulatan varlıklardır. Ne yapacakları kestirilemez, öfke patlamaları öngörülemez ve ellerine bir baltayı alıp bir kadının parmağını kesebilecek kadar mahlûkatlaşabilirler.
Önceleri belki zamanla benden hoşlanmaya başlarsın diyen Alisdair, Ada’nın Baines’e yolladığı piyano tuşu üzerinde yazan “kalbim sende George” yazısına tahammül edemez; piyanosuna baltayı geçirir. Ada’yı iki kere aynı yerden sakat bırakır; piyanosunu ve sesini, parmağını ondan alır. “Sana güvenmiştim!” diye bağırır Alisdair cinnet anında. Tekrar bağırır: “Sana güvenmiştim!” Ona kendisine güvenmesi için hiçbir sebep vermeyen Ada’yı umursamadan, kendi zavallılığı içinde çırpınıp durur. “Neden sana zarar vermeye beni mecbur ediyorsun?” diye sorarak vahşeti aklamaya çalışır. Ada’nın parmağı, tüm kadınlara ödetilen bedeldir. Tiksindirici bir şekilde şöyle der: “Seni sevmek istemiştim. Kanadını kestim, hepsi bu.” Oysa piyanosuyla birlikte, dilini, sesini, ruhunu, her şeyini keser. Campion, The Piano’da sömürgeciliğin sadece İngilizler ve Maoriler arasında değil, kadın-erkek ilişkisinde de aynı zalimlikle işlendiğini ustalıkla anlatır. Kendi evinin renklerini öyle bir toplum aşamasıyla harmanlar ve konu bütünlüğü yaratır ki bütün kavramların iç içe geçtiği, fakat hepsinin de bir o kadar keskin olduğu bir dünya oluşturur. Sömürgecilik ve faşizm ikili ilişkilerle başlar, der, sonra da topraklara yayılır. Ve önce Ada’nın piyanosu gider derinlere. Suyun sıcaklığı kendisi için de piyanonunki kadar doğrudur ve şimdi denizin derinliklerine inme sırası ondadır. Fakat vazgeçmekten vazgeçer. Gerçek hayatın derinliğini okyanusa tercih edecektir. Kanadı kesilmiş olsa bile. Silence / Sessizlik There is a silence where hath been no sound / Sesin olmadığı yerde bir sessizlik vardır There is a silence where no sound may be / Sesin olamadığı yerde bir sessizlik vardır … There the true Silence is, self-conscious and alone / İşte asıl Sessizlik oradadır, yalnız ve farkında Thomas Hood
45
Wayward Pines (2015 - ) Bir İnsanlığı Kurtarma Öyküsü Daha Engin Onuk
46
P
ilot bölümünü M. Night Shyamalan’ın çektiği, reytinglere ve genel eleştirilere bakılırsa geride bıraktığımız 2015’in en çok ses getiren yeni dizilerinden birisi diyebiliriz “Wayward Pines” için. Konusunun M. Night Shyamalan ekolünü yansıttığı daha ilk bölümden anlaşılıyor. Doğaüstü olaylar serisinin oluşturduğu bir senaryo üzerine kurgulanan Wayward Pines’ın, ilk ve belki de son sözü göz önüne alındığında, anlatacak orijinal bir şeyi olduğu pek söylenemez. Beklentilerin üstünde reytinge ulaşması ve olumlu eleştiri almış olması yanıltıcı olmasın. Daha önce birçok dizide, filmde ve M. Night Shyamalan yapımlarının neredeyse tamamında gördüğümüz öğelerin harmanlandığı aksiyon, bilim-kurgu kategorileri arasında gidip gelen bir dizi çıkmış ortaya. Mat Dillon’ın başrolde olduğu Wayward Pines, gizli serviste özel ajan olarak çalışan Ethan Burke’ün iki kayıp iş arkadaşının dosyasını soruşturmak üzere Idaho eyaletinin Wayward Pines şehrine gitmesiyle başlıyor. Ama tabii ki Wayward Pines, öyle sıradan bir şehir değildir. Doğaüstü olayların cereyan ettiği, anlamsız tesadüflerin gerçekleştiği, alışılmadık bir şehirle karşı karşıyayız. Bu alışılmamışlığın fazla tanıdık olması başka bir mesele tabii. Aynı Shyamalan imzalı The Village’in normal bir köy olmaması, J.J. Abrams imzalı Lost’un normal bir ada olmaması gibi, mekânın bütün senaryonun merkezine oturup hikâyeyi yönlendirdiğine son 20 sene içerisinde defalarca olduğu gibi bir yapımda daha tanıklık ediyoruz.
Dizinin en başında insanların Idaho eyaleti sınırları içinde ancak araba kazasıyla geçiş yapabildikleri bir paralel evren gibi tanıtılıyor Wayward Pines şehri. Bütün sakinlerinin planlanmış bir kaza sonucunda bu şehirde yaşamak üzere seçildiği bu kentin kendine özgü, katı kanunları var. Bu kanunlara uyulduğunu doğrulamak için her yer (evlerden iş yerlerine kadar) mikrofonlarla dinlenip kameralarla izleniyor. Herkes sorgulamadan bu kurallara uymak zorunda; uymayanlar ölüme mahkûm ediliyor. Ya halkın önünde infaz ediliyorlar ya da şehrin yaratıcıları bir yolunu bulup o insanları öldürüyor. Bu yapay şehirde gerçekleşen her olayın, orada yaşayan her kişinin orada olması için bir sebebi olduğu dizinin başından beri izleyiciye hissettiriliyor. Bu garip yerde tanık olunan her şey bir tasarımın ürünü; tabii ki dizi, bu tasarımı açıklamak, Wayward Pines’ın arkasındaki gizli gerçeği açığa çıkarmak için 5 bölüm beklemiş. Dizinin devamlılığını sağlamak adına izleyicideki merak unsurunu canlı tutmanın artık klasikleşmiş, hatta klişeleşmiş stratejileri birebir uygulanıyor. 5. bölüme kadar sıradan bir bilim-kurgu görüntüsü veren Wayward Pines, 5. bölümle birlikte iddiasını bir seviye daha yükseğe taşıyıp bütün olan biteni post-apokaliptik bir dünyanın sonucu olarak açıklamaya kalkıyor. Bu noktada izleyiciyi ters köşeye yatırma taktiğinin dizinin hikâyesine yön veren temel etken olduğunu unutmamak gerek. İnsanlığın doğaya verdiği zararların kaçınılmaz bir sonucu olarak zamanla vahşi, zombiye benzeyen, “I am Legend” kitabı ve uyarlaması olan filmden aşina olduğumuz bir türe doğru ters evrim geçirdiği söyleniyor. İnsanlıktan geriye kalan şey, Orwell’in 1984’te anlattığı dünyayı andıran Wayward Pines, bilim adamı David Pilcher tarafından tasarlanıp uygulamaya konmuş yapay bir medeniyetin deneme sürümü. İnsanlığı kurtarmak için yaklaşık 2 bin yıl boyunca Matrix’teki insan tarlalarına benzeyen büyük kapsüller içinde uyutulan insanlar, 4028 yılında uyanıp hiçbir şeyin farkında olmadan, çıkışı olmayan Wayward Pines şehrinde yaşamaya ve yeni düzene ayak uydurmaya zorlanmışlar. Wayward Pines sakinlerinin ezici çoğunluğu gerçeği, insanlığın yok olduğunu bilmiyorlar ve artık sorgulamamayı öğrenmişler. Gerçeğin tüm çıplaklığıyla anlatıldığı tek grup, Pilcher ve etrafındakilerin birinci kuşak olarak adlandırdığı genç kuşak; bir de tabii Wayward Pines’ta şerifliğe getirilen başkarakter, Ethan Burke. Diziyi belki de en çok yüzeysel kılan etkenlerden biri de karakter gelişimi denebilir. Karakterlerin motivasyonlarına, davranışlarına hiçbir özen gösterilmediği, karakterlerin bazen abartılı, bazen anlamsız tepkilerinden
47
apaçık bir şekilde anlaşılıyor. Karakterlerin hangi karara ne sebep ile vardıkları anlaşılmıyor, kişisel dünyalarına dâhil ipucu bile verilmiyor. Hikâye o kadar ön planda ki karakterleri körü körüne hikâyeyi takip eden piyonlar olarak izliyoruz. Ethan Burke’ün nasıl bir evliliği var, eşini neden aldatmış, aile yaşantısı nasıl, işine neden bu kadar bağlı, bunlara dair hiçbir cevap alamıyoruz. Ethan’ın karısı Theresa’ya gelirsek durum iyice vahimleşiyor. Başına gelen hiçbir olaya tepki göstermeyen, kocası ve çevresindeki insanlar ne derse onu harfiyen uygulayan, iradesiz bir karakter olarak izliyoruz Theresa’yı. Ethan’ın karısı ve Ben’in annesi olmaktan başka Theresa’nın senaryoda ne gibi bir işlevi var, diziye katkısı nedir, bilmiyoruz. Daima suskun, alttan alan, donuk, evcimen bir kadın karakter olmaktan öteye geçemiyor.
48
Sonuç olarak; distopya, kıyamet, zombi gibi kurgu türlerinin tek bir potada eritilmeye çalışıldığı, bütün kategorilerin birbiriyle melezleştirildiği bir Fox dizisi olarak Wayward Pines, sürükleyici olduğu kadar yavan ve vasat bir diziden fazlası değil. Açıkçası, var olan sürükleyiciliğini bile bir dizi olarak ayakta tutması çok kolay gözükmüyor. 23 Temmuz itibarıyla yayınlanan 10 bölümle 1. sezonunu tamamlayan dizi, ilk bölümlerinden itibaren ileriki bölümlerde açıklayacağı olaylar için merak uyandırmaya çalışma gibi Amerikan dizi sektöründeki çoğu dizinin bile terk ettiği taktiklerden faydalanmasıyla basitliğini gözler önüne seriyor. Sezon finalinde yaratılan distopyanın kendini tekrarlaması çok da sürpriz olarak karşılanmamış olsa gerek. Eskiden yapılanların harman bir tekrarından ibaret olmasından dolayı çekilip çekilmeyeceği belli olmayan potansiyel bir 2. sezon, merak bile uyandırmıyor. Başta bomba etkisi yaratıp sonra iptal edilen diziler kervanına katılma ihtimali ağır basıyor. Aksi takdirde sezondan sezona savrulan, acı verici bir diziye de dönüşebilir. Zaman gösterecek.
49
50