1
BU
gölge, karga, zihin, varoluş, ışık, soyut, tütsü, arayış, bulanıklık, başka, deniz, çocukluk, gizem, voleybol, mahalle, ellerim, herkes, huzursuzluk, duvar, baskı, aşk, kargaşa, insan, yürümek, ben, bilmiyorum, kavramlar, daha, bulut, uyku, an, değişken, sonsuz, bakış açısı, yol, huzur, müzik, rüzgar, heyecan, çorap, ateş, kış, bot, mont, irish pub, ahşap, dostluk, cheers!
Mecalsiz / Erkan Karakiraz
2
Hayal Alıştırmaları VI / Serkan Üstündağ
3
Gölgesiz ve Gölgesi Yılların / Selim Sevim
6
Boşluk / Deniz Fırat
9
Amcası da Manyaktı / Efe Elmastaş
11
Hubertus’tan William’a: Bir Mektup, Bir Çağrı / Jalisa İpek Bayraktar
13
Bir Evsizin Ev Hali / Erkan Katırcı
17
Bir Asansör Gibiyim / Arda Özgüven
19
Toprak / Ebubekir Elmastaş
20
Adam - / Anıl Yaşagör
21
22
And Kids, That’s How I Met Your Büyükdede - / Nilay Yardımcı Çelik Elli Düşün Gömülü Günlüğünü Bulana / Fahri Küçük
Kadın Kadındır / Ezman Anuşavan
29 31
Silüetilonga / Fatih Dalcı
32
İkonatapar / Kerem Advan
33
Boğum / Okan Yılmaz
34
Öğrenmek İsteyenlerin Sözlüğü / Uğur Küçükdağ
35
Gece Tiradı / Mert Can Fırat
36
Bir Suskun Dilek / Emre Akaltın
37
Yıkımdöküm - 1 / Alper Pek
38
Bir Gölge Olarak Kendime Benim de Âşık Olmayışım / Can Küçükoğlu Güneşli Pazarlar / Belce Örü
Travma-Rayı / Adem Fatih Kılıç
40 41
Büyüleyici Doğanın İnsan Manzarası: Salt of Earth / Emre Emrem
42
45
3
kopya fanzin, G ölge temasını if t i harl a sunar. GÖLGE için ön kapakta İlayda Atlas’layız, arka kapakta da Hande İşler yine bizi yalnız bırakmadı. aramıza yeni katılan çizer dostlarımız var! iç sayfalarda Elif Eren, Pınar Dönmez, Nurbanu Kılıçer, Mert Yeloğlu, Can Karatek ve Hande Yolcu ile görsellemeye devam ediyoruz. kal, takipte kal. Bize yazın, bize çizin. kopyafanzin@gmail.com kopyafanzin.com twitter.com/kopyafanzin facebook.com/kopyafanzin
Mecalsiz Erkan Karakiraz
2
uykunun en kış hâliyle selâmladım, bal ile kestim KOVANın tadını. dimağ söyledi, yalnız seni. mecali yoktu başka’nın kendinden dışarı çıkmaya. kayıtsızdı, şurupsuydu; hareketsizdi işgalleri, upuzun uzandı bekleyişimin üzerine. taşlarla söyleştim (taşlara sordum, inatçı doğaya, yatağından soğumuş derenin kurbağa larvalarına: küçülmüş müydü, buruşmuş muydu, rastlantısız mıydı tutkum?). kor soğudu, eridi, yitti. görünmezliğin en görünür hâli miydi? iki taş sektirdim yırtarak deri elbisesini suyun. suyla VAR oldum, suyla bölündüm. bıraktım -acıkmıştımtuttuğum dümeni –açıklarda kayboldum
HAYAL ALIŞTIRMAL ARI VI
Serkan Üstündağ
Sol kolundan tutan herif o kadar yukarı doğru bastırıyordu ki kolunun çıkacağından korkmaya başladı, yerde yatan ve altı kişi tarafından zorla tutulan bu iri yarı adam. Bir diğeri kelepçeyi sağ bileğine henüz geçirmişti ve arkadaşının yardımıyla, hemen, sol bileğine de takmayı başardı. Kafasına bastıran adam ayağını gevşetmiyor, boynuna tasma gibi bağlanmış urganı çekiştiren diğerine “Bıraksam ısırır mı?” diye soruyordu. Bu esnada, diğer iki kişi ise adamın ayaklarını çapraz köşelerde bulunan demir kazıklara bağlıyorlardı. Yerde yatmakta olan adam etrafına baktığında karanlık silüetlerden başka bir şey seçemiyordu. Başına geleceklerden az çok haberdardı fakat kendisinin kimler tarafından cezalandırılacağı hakkında en ufak bir bilgi sahibi değildi. Boynuna bağlanan urgan da sağlam bir şekilde karşıdaki kazığa bağlandıktan sonra, adamı tamamen bıraktılar. Adamın başında dolaşmakta olan gölgelerden bir tanesi “Yazık, insanın bu hatıraları unutamaması kötü olmalı.” dedi. Konuşmasında buz gibi bir soğukluk vardı. Adamın gözlerinden birkaç damla süzülürken, kalın bir zincirin sırtında patladığını hissetti. Bu darbe, adamın kemiklerinde kırılma oluşmasına sebebiyet vermese dahi birkaçını kırabilecek kuvvetteydi. Gölgelerden bir diğeri, kendinden geçmiş bir ses tonuyla “Cenneti ve cehennemi neden ölümden sonrasına saklarlar anlamam! Biz buradayız işte! Yanı başınızda!” diye haykırarak bir tencere dolusu kızgın yağı adamın baldırlarına döktü. Kızgın yağ dökülürken bir diğer gölge elindeki irili ufaklı cam parçalarını gelişigüzel bir şekilde adama fırlatmaktaydı. Adamın hemen başının yanında dikilen gölge, adamın diline irice bir kanca saplayarak dışarı doğru çekiştirirken aynı zamanda da çenesine tekmeler atmaya başladı: “Bu dil var ya bu dil! Kopartılacak! Başka yolu yok bunun!” O an için arkasına getirilen canlının ne olduğundan emin değildi fakat bu hırıltıların bir kurda ait olabileceğini düşündüğü esnada, o canlının, haşlanmış/ yanmış bacaklarına geçirdiği dişlerini hissetmeye başladı. Bacaklarını oynatmaya çalıştıkça ayak bileklerinin kesildiğini de fark etmiş oldu.
3
“Ne çok günah işlemiş bu beden!” diye haykırdı bir tanesi, bir diğeri “Hatalardan kaçabileceğini mi düşündün, iradesiz herif!” diye haykırdı. O esnada, bir orak aracılığı ile koluna darbeler almaya başladı. Gölgelerden bir diğeri ise adamın koluna tuz serpiyordu. Arkasında bulunan ve bacaklarını kemiren canlı her neyse, bir el ateş sesinden sonra iniltilerini yükselttikten sonra tamamen sessizliğe bürünmüştü ki gölgelerden bir tanesi adamın kulağına eğilerek fısıldadı: “Bir daha sevdiklerinin kalbini kırmak yok, tamam mı?” Neredeyse kopmakta olan dilini o büyük kancayı kaldırmak için bile kullanamazken, etrafındakilere hiçbir savunma yapamayacağını bilen adam, kafasını sallamaya başlamıştı ki gölgelerden bir tanesi elindeki çekiçle adamın kafasına vurmaya başladı. Beyninin içerisinde oluşan tok sesler ve sonrasındaki tınılar sebebiyle, adam neredeyse aklını yitirmek üzereydi.
4
Yatağını havuza çevirecek kadar terlemiş olan adam büyük bir panikle uyandı ve gecenin alaca karanlığında saatini kontrol etmek için cep telefonuna hamle yaptı. Onlarca mesaj gelmişti kendisine. İhanetin izlerini taşıyan, insanları hiçe sayan, kendinden başkasının duygularını önemsemeyerek nice hayatın içerisine dalmış bu adamın telefonu hiç boş kalmazdı zaten. Saat 03:45 olarak gözüküyordu ekranda. İnsanlar için geç olabilecek bir saatti ancak ardı arkası kesilmeyen kabuslarından kurtulmak için gayet uygun bir saatti bu. “İnsanların birden fazla dünyaya sıkıştırıldığı şu hayat denen düzende, cenneti alışkanlık hâline getirmek için bu kadar cehenneme maruz kalması pek aptalca!” diye haykırdı adam. O esnada karşı binadaki pencereden içerisi aydınlandı ve bir gölgenin kendisini izlediğini fark etti. Telefonu elinden bırakmayarak hızla oturma odasına geçti. Türlü içki şişelerinin üzerine basmadan ilerledi ve sonunda oturabileceği bir yer edindi. “Bundan sonra insanları üzmek yok... Hele ki kendi zevklerim için bir başkasını üzmek asla yok…” diye söyleniyordu, telefonuna gelen mesajları yanıtlarken. Üniversite çağındaki bir adamdan beklenmeyecek şekilde tövbelerine başladı mesajlarında -insanoğlu genelde yaşlanarak öleceğini ve tövbe için her zaman fırsatı olacağını düşünür, ergenlik döneminde. “Ben ne böyle din gördüm ne de ahlak bilgisi. İnsanın zihni bunlara bin kat daha ağır basıyor. Nasıl bir dinamiktir bu kendisini sürekli onarıyor? Ruhumuz da bedenimiz gibi, yaralarını hızla kapatıyor, canımızı yakarak! Bundan sonra yükseklerde dolaşmak yok bize! Denge ne ise, nerede olmak gerekirse, orada olacağız…” diye söylenmeye devam etti. O kadar yüksek
sesle konuşuyordu ki alt komşusu aşağıdan tabana vurmaya başlamıştı. Adam kendine birkaç tokat attıktan sonra yüzünü sıvazladı ve sokağa bakmak için pencereye yöneldi. Perdeyi açtığında, karşı penceredeki gölgenin hâlâ kendisini izlediğini fark etti...
5
GÖLGESİZ VE GÖLGESİ YILL ARIN
Selim Sevim
- -
Peki tam olarak ne kadar vereceksiniz? Sen ne kadar istersin?
Her şey bir anda olmuştu. Sabah bir ilan görmüş, şaşırmış ve işletmek için aramıştı. İlanda, “Gölgesini satmak isteyen kişilerle görüşmek istiyorum. Numaram şudur, beni arayın.” yazıyordu. İşi gücü olmadığı için aradı ve sesini değiştirerek çok güzel bir gölgesi olduğunu, hatta dikkatli bakılırsa Haluk Bilginer’i andırdığını, çok talibi olduğunu fakat iyi bir fiyata elden çıkarabileceğini söyledi. Karşıdaki insan gayet soğukkanlı bir biçimde yüz bin liraları telaffuz edince telefonu elinden düşürdü. Sonra tekrar aldı. Karşı tarafın “Alo? Orada mısınız?” sözlerini ikiye böldü ve aralarına bir kuple kabul bıraktı. Yarın, öğlen 12.00 ve Taksim. Bunları duymuş olması bile mucizeydi.
6
- Şey ben bu işin piyasasını bilmiyorum. Yani ne kadara satılıyor normalde? - Ben de bilmiyorum. Oradan bakıldığında günaşırı gölge alıyor gibi mi görünüyorum? - Estağfurullah. - Bak... Bunun ne kadar zor bir şey olduğunu bilemezsin. O yüzden paradan önce, gölgesiz yaşamanın nasıl bir şey olacağını düşün. - Parasız yaşamak da zor. - Haklısın. Adamın bakışları sıklıkla gölgesine kayıyordu. Önce taciz ediliyormuş gibi hissediyordu, sonra bu düşünce ona çok saçma geliyordu. - Bir fotoğrafını çekebilir miyim? - Tabii. Nasıl durayım? Böyle iyi mi? - Senin değil. Gölgenin. - Hee. - Ayağa kalkıp şu tarafta durursan, gölgen böyle düşer. Ben de rahatlıkla çekebilirim. - Peki. Gölgesine yönelen kameraya baktı. O an sadece gölgesi ve adam vardı sanki. Kendisi lüzumsuzdu. Oradan uzaklaşmak istedi. Kendisini kirlenmiş hissediyordu. Gölgesini bırakıp uzaklaşmak... Adama cebinde ne kadar olduğunu
sormak, o parayı almak ve gölgesini bırakıp uzaklaşmak. Güzel bir veda konuşması da yapardı. “Siz insanlar hep anlamsız şeylerin peşinde koşuyorsunuz. Halbuki hayat böyle bir şey değil ki. Yaşamak böyle bir şey değil. Ama yazık... Bu sözler bile senin için hiçbir anlam ifade etmiyor değil mi? Al o zaman. Sen bunu istiyorsun. Bu renksiz, sadece yaptıklarını tekrar eden ve karanlıkta yok olan şeyi. Al senin olsun o zaman.” - - - -
Nasıl oldu fotoğraf? Çok güzel. Çok güzel... O halde alacak mısınız? Evet. Yüz bin yeter mi?
Gölgesine baktı. Bu aptal şeyin yüz bin edeceğini hiç düşünmemişti. Kendisi beş kuruş etmezken, onun bu kadar para etmesi kanına dokunuyordu. - Fazla. Elli bin yeter. - Olur mu canım? Su üzerinde yüz bin eder bu gölge. Gölgesi gülüyor gibi geldi ona. Dalga geçiyordu onunla. Bütün bunlar bir kabus olmalıydı. - -
Otuz binden yukarı satmam. Yüz binde ısrarcıyım.
Adama baktı. Çok ciddiydi. Çaresiz kabul etti. Yüz bin. İnsan yüz bin ile ne yapar? Belki bir ya da birkaç hayalini gerçekleştirir. O da öyle yaptı. Bir ev aldı ve kiraya verdi. Böylece işsizliğini bir ömür sürdürebilecekti. Zaman geçti. Belki yirmi yıl. Yine bir yaz günü, bir vapurda karşılaştı onunla. Gölgesini alan adam. Gölgesine yüz bin veren o tuhaf adam. Birbirlerinden habersiz bir süre denizi izledikten sonra, güneşin aralarına dahil olmasıyla aynı anda kavradılar durumu. Bir süre sessiz, birbirlerine baktılar. Yaklaşık yirmi yıl evvelinde yaşanan sahnenin aynısıydı bu. Tek fark yer değiştiren gölgeydi. - Pişman oldun mu? - Ben mi? - Evet. Gerçi sormama bile gerek yok. Yüzünden belli oluyor. Sana demiştim oysa ki, yüz bin lira için gölgeni satma demiştim. Sense aceleyle karar verdin. - Olmadım ya, niye olayım ki? Biraz üşüttüm herhalde, klimanın altında kalmışım üzerinize afiyet. O yüzden solgun görünüyordur yüzüm. Ev aldım kiraya verdim, onu sattım dükkan aldım filan. Güzel oldu yani bayağı. Allah razı olsun sizden,
7
hayatıma piyango gibi girdiniz. Adamın yüzünden türlü duygular geçti. Öfkeyle pişmanlık arasında bir yerde gülerek durdurdu onları. - Yalan söylüyorsun. Gözlerin ele veriyor seni. Çünkü güneşli günlerde kendini eve tıktığın, ışıklı mekanlardan kaçıp karanlığa sığındığın o anları görebiliyorum gözlerinde. Hafızandan silmeye çalışsan da, ben görebiliyorum. - Valla söylemiyorum ya. Benim keyfim yerinde şükür. Gelmişlerdi. “Zamanında yüz bin lirasını aldığım adam sonuçta, ayıp mı ettim acaba?” diye düşünerek teşekkür çeşnili bir elveda ile kalktı ve kapıya doğru yöneldi. Tam koridora varacaktı ki bir gürültüyle kendinden geçti. Arkasını döndüğünde koca adamın kendini yere attığını, tepine tepine ağladığını gördü. Haline acıdı. Fakat yapabileceği bir şey yoktu. Gitmeliydi. Onu orada bırakıp gitmeliydi. Ne yapabilirdi ki onun için?
8
- İğrenç bir şey. - Ne? - Sordun söylüyorum işte. İğrenç bir şey. Gölgesiz yaşamak, gerçekten dünyadaki en iğrenç şey. Herkes seninle dalga geçiyor, “Şuna bak, adamın gölgesi yok resmen.” diyorlar, elleriyle seni gösteriyorlar. Soğuk sesi onu ele verir sanmıştı ama sandığı gibi olmadı. Adamın ilgisini çekmişti. Sümüğünü koluna silerek konuştu gölgenin yirmi yıllık sahibi: - Utanıyorsun değil mi? Çok utanıyorsun. Güneş ortaya bir yalanını çıkarmış da bütün insanlık bunu öğrenmişçesine utanıyorsun. - Evet. - Şimdi imkanın olsa milyonlar vermek istersin geri almak için değil mi? - Evet. - Fakat alamazsın. Vermem sana. Benim gölgem o. Koşarak çıktı adam vapurdan. Gölge de peşinden. İçini yokladı. Gerçekten ömründe bir an olsun pişmanlık duymamış mıydı bu satıştan ötürü? Güldü. Kerim abinin sözleri gelmişti aklına. “Çocuklarla birlikte üç gölge de burada var. Aklında olsun koçum, biri daha ister filan. Yengene hiç sormuyorum, başımın etini yer sonra, altınlarım yetmedi, gölgemi bile sattın da bilmem ne diye. Ama aklında olsun bak, tamam mı koçum?”
BOŞLUK Deniz Fırat Boşluğun içinde yuvarlanmalar, çocuk gibi yuvarlanıp durmak. İçeride bir şeyler var etmeye çalışmak. Gözlerinin ufak oyunlar oynaması sana biraz şansın varsa. Belli bir yere kadar eğlenceli bile gelebilir ama malum karanlık tehlikeli! Bir bekleyiş sürüyor ne zamandır. Bekleyişin ardında olan belirsizlikler kaplıyor sanki bir duman gibi etrafı. Karanlığın içinde karar vermek, seçim yapmak o kadar zor ki. Karşında ne olduğunu bilmezken üstelik. Elini kaldırdığında görememek nasıl bir duygu? Sesin yayılmadığı bir ortamda kendi iç sesini dinlemeye başlarsın. Orada durumlar çok karışık. Zihin koca bir ağ olmuş adeta. Uğultulu bir ortam içi. Cevap bekleyen bir yığın soru bekliyor karanlıkta. Bir yandan bir ses duymak istiyorsun ama bir yandan da çıkacak bir sesten korkar gibi oluyorsun. Belirsizlikler artık kendini umut yitimine bırakıyor. Görmediğin bir yere uzanmaya çalışıyorsun resmen. İçini bilinmeyen hisler kaplıyor. Karşında biri var mı? Varsa katilin mi kurtarıcın mı? Yoksa sadece biri mi? O boşluk tam da böyle bir şey işte! Boşluğun içinden bir ışık salvosu geçer oldu sanki. Birden insanlar belirdi parıldayan ışıkların arasında. Halbuki ne kadar da kalabalıkmış burası! Gökkuşağı renkleri gibi ama sırası daha farklı. Bu ışık salvosu çok şey anlatıyor aslında. Beliren insanlar, fısıldaşmalar, coşkulu haykırışlar! Sanki bir zaferi ilan eder gibi bağırıyor insanlar. Bu insanlar ne kadar da tanıdık. Yüzler belirginleşince fark ediyorsun. Boşluk aydınlanırken, ayağını bastığın yer de belirginleşiyor. Bir melodi çınlamaya başlıyor sanki. Ritmi kulağa çok hoş geliyor. Her şeyi getiren o ışık salvosuydu. Daha önce neredeydin!? Gerçi hoş gelmiş. En azından gelmiş. Ya etraf aydınlanmasaydı? Bu sorular da işin klasiğidir. Hemen iyi olan bir şeyin ortasında, kötü durumu düşünme hali. Işık parıltısından dolayı tanıdık yüzler görüp, el kaldırmaya bile başlıyorsun. Karşında öylece seni bekliyor. Yılların hasreti varmış gibi özlemle bakıyorsun önce. Sonra mı? Sonrası iyilik ve güzellik. Hiç olmadığı kadar sahici hem de. O ışıklar belirmeden önce zihnini dolduran tüm sorular bir cevap buluyor sanki. Tüm karmaşa çözülür gibi oluyor. İşler bu sefer yolunda mı dersiniz?
9
Doğan günün şafağında huzura uyanmak. Aradığımız bu aslında. O huzur, herkes için değişken olsa da varsa bir yolu onu kat etmek gerek. Ama önce o yolu bulmak gerek. Bir ışık salvosu göstersin bize yolu. Göstersin o tanıdık yüzleri. Çözsün o karışık soruları. Dinletsin o zafer senfonisini.
10
AMC ASI DA MANYAK TI Efe Elmastaş Taksim gecenin devamı / Saat 00:15 - - - -
Sadeliğin avucuna saydığım safran kelimeler var. Birader ne saçmalıyorsun, kelimenin safranı mı olur? Çizgilerin üzerinde eriyip gidiyorsa olur. Hayda! Döndük başa!
Bu adamı uzun zamandır tanırım, aynı mahallenin çocuklarıydık. Aynı bardaktan su içmişliğimiz, aynı kaba işemişliğimiz... Türünden laflarla sizi baymak istemem. Parçalara bölünüp rezerve edilmiş hayatlarımızda, elinizdeki fanzini alıp okuyorsanız zaten değerlisinizdir. Bahsi geçen arkadaşa (adı bende saklı) orta sonda bir şeyler oldu ve kendi kendine konuşmaya başladı. Ama öyle gündelik şeyler değil, edebiyatla ilgili kafiyeli sözler… Çok kitap okuduğunu bilirdik ama böylesi olur şey değildi. Yanında oturan Leyla, önce bizimkinin kendine yazıldığını düşündü ama hayır, çocuğun öyle bir girişimi yoktu. Zaten Leyla da böyle laflardan anlamazdı. - Hayırdır kardeşim, şair mi oldun Leyla’ya sürtüne sürtüne? - Yoo hayır, ben onunla ilgilenmiyorum? - Ee, kimle ilgileniyorsun o zaman? Böyle şairane cümleler falan? Şekspir mi oldun başımıza? - Yok ben… Ben gölgeme söylüyorum bunları. - Lan sınıfın içinde gölge mi var ibne? Yoksa Duygu Hocaya mı aşık oldun lan? Ama haklısın kardeşim, karı taş gibi. - Karı mı? - Hasiktir git be, senle mi uğraşıcam! Yukarıda geçen diyaloğumuzdan kısa bir süre sonra durumu sınıf öğretmenine söyledim, o da rehberlik hocasına sevk etti. Ara ara derslere girmemeye başladı, sonrasında da okuldan ayrıldı. Komşu dedikodularından duyduğum kadarıyla annesi işi gücü bırakmış, o psikolog senin bu psikolog benim dolaşıyorlardı. En sonunda bizim şairi özel, yatılı bir okula göndermişlerdi. Kimi oranın tımarhane olduğunu söylüyordu, ben bilmiyordum, bilmek de istemiyordum. İçine cin kaçtığını
11
söylüyorlardı, bulaşıcı olmasından korkmuştum, babanem öyle diyordu. Ara ara Leyla’nın kapısının önünden geçiyordum. Isırılan birinin gün ve gün sokaktaki köpeği izlemesi gibi onu izliyordum. “Onda olmazsa bende de olmaz.” diyordum, ne de olsa çocuğun yanında oturuyordu. Babam “Onun amcası da manyak zaten!” diyordu. Manyaklık genetik miydi, onu da bilmiyordum. İstanbul’a taşındıklarında, mahallece gizli bir rahatlama yaşamıştık. Sanki üzerimizden bir lanet kalkmıştı. Hayat yolunda akıp gidiyordu. Okullar bitti, herkes bir yere dağıldı. Ama o, hep aklımın bir köşesinde kaldı. Bir gün İstanbul’da karşılaştım bununla. Hem de öyle alelade bir yerde, durakta. Görür görmez tanıdım, içimde tuhaf bir eziklik vardı. Bir çeşit çocukluk mirası gibi… En nihayetinde benimle konuştuktan sonra olan olmuştu, ben söylemiştim öğretmenlere. Kısa zaman sonra da gitmişti; bir yanım sorumluluk histerisi...
12
O da beni tanıdı, sarıldık birbirimize. Mahalleden falan bahsettik, arkadaşlardan… Edebiyat öğretmeni olmuş meğer bir de kitap yazmış. Ben hala işsizdim. Zaten bu nedenle İstanbul’a gelmiştim. Tuttu kolumdan, Çiçek Pasajı’na gittik. Bir dolu sipariş söyledi, bir de Tekirdağ 70’lik. Aklımda hep o soru vardı. Gölge yaşıyor muydu? Ona hala şiirler okuyor muydu? Saat ilerledikçe, keyifle de çakır olunca kendimde o cesareti buldum. Bir anda öyle çıkıverdi ağzımdan. Bana uzun uzun baktı ve gülümsedi: -Gölgeler ölmez dostum, sadece sessizleşir.
HUBER TUS’ TAN WILLIAM’A: BİR MEK TUP, BİR Ç AĞRI Jalisa İpek Bayraktar
Dün yüzüme gözüme atılan buz gibi su ile uyandım. Derbeder halimle sokak köpeklerini andırıyordum. Az sonra kendime geldiğimde ise hala damarlarımda oynaşan afyonu hissedebiliyordum. Karşımdaki yüzü tanımak için gözlerimi açmaya zorladım. Tabii ki Meczup Teyze’ydi, hemen doğruldum. Batakhane son yıllardaki en uğrak noktamdı. Malum, eve afyon almaya gücüm yetmiyordu artık. Meczup Teyze’ye teşekkür ettim; o ve suratıma attığı sular olmasa, işe her gün geç kalıyor olurdum. Onu hırpani kıyafetlerinden kurtarmak istiyorum. Biraz daha para biriktirip ona güzel bir entari alacaktım. İşe doğru yürürken onu düşündüm. Afyon batakhanesinde tuvalet temizliyor ve karşılığında yatacak bir yer ve günlük yarım ekmek ile su alıyordu. Duyduğuma göre Lübnanlıymış, sevdiği herkes ölünce buraya göç etmiş ya da ettirilmiş. Ne yaşamlar var ! (Lütfen hala hayattaysa onu bul ve ona bir şeyler al.) Dükkana geldiğimde her zamanki gibi ilk olarak önlüğümü geçirdim ve elimi yüzümü yıkadım. Bir gürültü duydum, dükkana iri yarı iki adam girdi. Beni yaka paça aldılar, arabaya bindirdiler. Başıma ne geldiğini anlamıştım. Biliyorsun William, hep doktor olmak istemiştim ama aşık oldum; ikisinde de çuvalladım. Aişe seninle mutlu, farkındayım. Lütfen onu hep öyle tut. Günzburg’da bir cam ustasının yanında işe girdim. İşim, hayatımla alakalı sevdiğim yegane şeylerdendi. Başlarda, ışığın davranışlarını izlemek beni tatmin ediyordu, ancak sonradan bir tür takıntıya dönüştü. Her neyse anlatmak istediğim şey takıntılarımla alakalı değil. Bu mektup uyarı amaçlı. Çıldırdığımı düşünüyorlar ve beni bir daha gün yüzü göremeyeceğim yerlere kapatmak istiyorlar. Bana kafirden betersin, çünkü pagansın diyorlar. Tozum yeni varlıklara karışana dek kendimden tek kuruş feragat etmeyeceğim William! Hayatımda bir kadın var, yeni bir Tanrı, bir yaratık, her şeyin annesi ve yok edicisi. O alımlı gece yaratığı ile girdiğim bahis, antik aşkın enfes bir tasviriydi. Teni alabildiğine gümüşiydi, ay ışığında mavi damarları parlıyordu. Gözlerine baktığımda ise karanlığa, tatlı bir akıntıya koyuluyordum. Sözleri yüzyıllar önce unutulmuş bir ninni gibi, gırtlağımdan akıtılan 3 yudum şarap gibi. Bu narin ama kudretli işveye kapılmamak elde değildi. Onunla seviştiğimde ölümlü olduğumu iliklerime kadar hissettim. Bu tarifsiz dişil tabiat benliğimi tutsağı etti. Ay’ın sadık hizmetkarıyım artık. Her şey 1 yıl kadar önce başladı. Yine Meczup Teyze tarafından uyandırıldım, batakhaneden fırladım ve işe gittim. Yeni siparişlerle
13
14
uğraşırken uyuyakalmıştım. İşin öbür güne kesin yetişmesi gerekiyordu. O yüzden bir şeyler yedikten sonra gece çalışmaya karar verdim. Gizemli kent Venedik’ten özel bir cam gelmişti. Kutular arasından onu çekip çıkardım Kocaman, pürüzsüz, adeta sihirli... Pencerenin kenarında tütünümü sarıyordum. Camı pervaza dayamıştım. Işığın bir numaralı kuralı: Saydam cisim gölge oluşturmaz. Kafamı çevirdiğimde şaşkınlığıma hakim olamadım. Tütünümü kontrol ettim, başka bir şey değildi, düz tütündü. Gözlerimi ovuşturdum ve bir daha baktım. Evet, yanlış görmüyordum. Ay ışığının vurduğu camın ardında bir gölge oluşuyordu. Hem de sıradan bir gölge değil, bir siluet, bir kadın. Tüm kıvrımlarıyla, dökümlü kıyafetleri ve uzun dolgun saçları ile bir kadın. Kafasını bana doğru çevirdi, bana doğru hareket etmeye başladı. Her ne kadar görmesem de, gözlerinin benimkilerle buluştuğunu hissettiğim an dizlerimin üstüne çöktüm ve bildiğim tüm duaları okumaya başladım. Sağ tarafımdaki duvarda hayatımın değişmesini izliyordum. Benim dizlerinin üstüne çökmüş gölgem, o ilahi figürün karşısında titriyordu. Zarif parmaklarının bana uzandığını ve okşadığını gördüm. Beni ayağa kaldırdı, yakınlaştı ve fısıldadı. Bana söylediği cümleler bu son günümde hala zihnimde yankılanıyor: “Unutun! En gözde aşklarınızı, en sevdiğiniz tepeleri, öldürmek isteyip öldüremediklerinizi, sağ kalmasını dilediğiniz sevdiklerinizi. Unutun! Yapma cennetlerinizi, aydınlıkta aradığınız şifaları, hepsini gecede bulacaksınız. Unutun! Bu sapkın çağı, soytarı tanrılarınızı. Mızraklarınızı, oklarınızı ve tüfeklerinizi. Eskinin uyanmasının vaktidir. Vakit, gece vaktidir. O gece, gölgelerimiz ay kaybolana dek sevişti. Artık sıradan bir gözlükçü kalfası değildim, geri dönüşü yoktu, kutsanmıştım. Çok geçmeden etrafımdaki insanlar bendeki değişimi anladı ve hoşlarına gitmedi. Biliyorsun ki farklılıkları seven tipler değiliz. Bana kafir, pagan, it dediler; bir işe yaramadı. Beni görünce kaldırım değiştirdiler. En sonunda akıl ettiler ki eğer deli derlerse beni öldürmeden yok edebilirler, deli dediler. Ne zaman bu kadar merhametsiz olduk? Söylesene William, dünya ne ile döner? İnsan denen mahlukat, üzerinde oynaşmasa döner mi bu dünya, geçer mi bu zaman? Ay Tanrıçası bana öğretiyor, elimden tutup zamandan zamana taşıyor. Gördükçe fani gözlerim, içim ağlıyor. Doğayı bize düşmanca gösteren tüm gözler oyulmalı. Bir yerde hata yapmışız William. Büyük bir hata.
Geçen gün yolda karısını döven bir adam gördüm. Acımasızca vuruyordu, kadın ise artık vurmaması için sahte ama bildiği tek tanrıya dua ediyordu. Halbuki bu kadın, gece uyurken kocasının gırtlağını deşebilir, hakkıdır ama sonrasında “yasa” denilen başka bir sapkın tanrı onu bulur ve cezalandırır. Neden? Çünkü vahşiydi, itaat etmiyordu. Asıl tanrıları birer iblise çevirmişiz. Tozlu kitaplara koyup uzaklara kaldırmışız. Şimdi ise acısını çekiyoruz. Var oluş acısı, yeni bir kavram, şu entellektüel dediğimiz adamların uydurması. Doğayı küçük görmeye başlayıp ardımızda bıraktığımızda, “medenileşmeye” çalıştığımızda şu Varoluş Acısını’nı kendimize musallat ettik. Vakit yaklaşıyor, Aişe’yi tembihle. Gecenin Tanrıçası ve onun yaratıkları bu “Aydınlanma Çağı” denen soytarılığı yerle bir edecek ve karanlıktan tekrar doğacak. Gece yaratıkları kendini kurban etmeye başladı bile; kurtlar, tilkiler, fareler ve daha fazlası kendilerini uçurumlardan aşağı bırakıyor. Dizlerinin üstünde, gözyaşları ile annelerine kavuşma heyecanı içerisindeler. Aziz dostum, bugün beni kapatıyorlar. Deli değilim, orada durmaya da niyetim yok. Ben de kendimi, Tanrıçamın bu tatlı çağrısına bırakacağım. Aşkınlık Uyumu diye bir şey duymuş muydun hiç? Ne şiirsel bir tezatlık! Ne vahşi bir yanaşma! Umarım gününüz geldiğinde siz de tadarsınız. Kim bilir, belki bir gece sizi ziyaret ederim. Şimdilik, hoşçakalın. -Günzburg 1803
15
16
BİR E VSİZİN E V HALİ Erkan Katırcı Uyandım, sahil kenarında. Yanı başımda bir ateş yakılmıştı. Sanki ölmüşüm de cesedimi yakıyorlarmış gibi hissettim. Ateşin diğer tarafında gitar çalan bir kadın vardı. Gitar teline her vurduğunda beynimdeki elektro sinyaller sert ve acımasız bir şekilde haykırıyordu. Kadını tanımıyordum, nerede olduğum hakkında da en ufak bir fikre sahip değildim. Ruh halimi kontrol etmek için içime seslendim. Durgundu, cevap vermedi. Tam iki dakikadır uyanıktım ve kadın hala şarkıyı söylemeye başlamamıştı. Şarkı sözlerini arar gibi uzaklara bakmış sadece ezgilere komut veriyordu. Bir yanım “umursama” derken öteki yanım “meraktan ölüyorum, sor ona” dedi. Lafa girmeden önce doğruldum ve öksürerek boğazımı temizledim: “Bu şarkının sözleri yok mu?” “Bazı sözler, belirli kişiler içindir.” dedi kadın. İşte o anda yüzü dikkatimi çekti. Sol gözünden ağzının sol tarafına kadar bir yara izi vardı. Ve daha da önemlisi, kadının suratındaki ifade o kadar acıydı ki bu zamana dek gülümsediğini bile düşünmüyordum. Onunla aramda sadece alevler içerisinde bir teneke duruyordu. Fakat yanına gitmek istemiyordum. Ona duyduğum arzunun sönmesinden korktuğum için ayağa bile kalkmıyordum. Ki zaten, yüzünde de hiç davetkar bir ifade görememiştim. “Peki, sigaran var mı?” dedim. Kendinden emin bir şekilde lafa girdi: “Daha iyisi var.” Ardından gitarı yere bırakıp sağ cebinden bir tabaka çıkarttı. Tabakanın içinde biraz ot ve kağıt vardı. Bir eliyle tabakayı tutarken diğer eliyle otu kağıda koyup sardı ve -tükürükle işi bitirmek için- ustaca yalayıp yapıştırdı. Bunu tek eliyle yapması beni etkilemişti. Sardığı otu bana uzattı. Ve ayağa kalkıp denize doğru yürüdü. İki kayanın arasına elini soktu ve göremediğim bir şey çıkartıp ceketinin içine sakladı. Döndüğünde ceketine sakladığı birayı çıkartıp “Daha da iyisi var” dedi ve yerine oturdu. Ben çakmağımı çıkartıp otu yakarken o da birayı açtı. Yanımda alevler içerisinde bir teneke vardı. Onun yanında da yaralı bir kadın.
17
Kadını tanımıyordum, bu sahili, bu kayalıkları, bu denizi tanımıyordum. Tanıdık gelen tek şey alevler içerisindeki tenekeydi. Ot ve bira eşliğinde kadının, sözü olmayan bir şarkı çalışını izliyordum. Garip bir huzur gelip oturdu yanıma. “Merhaba orospu çocuğu!” deyip kaçtı ardından. “Adın ne?” diye sordum kadına. Gülümsedi. Dünya üzerinde gülümsenecek milyonlarca şey olabilir. Ve bu somurtkan kadın, bu soruma gülümsedi. Küba’yı ambargodan kurtarmış gibi sevindim. Sonra kadın tabakasını cebine koyup yarım birayı da alıp ayağa kalktı. Ve hiç arkasına bakmadan yürümeye başladı. “Nereye?” diye bağırdım, hiç oralı olmadı. “Bari birayı bıraksaydın!”
18
Uykuma geri dönmek için hazırlandım. Yanımda alevler içerisinde bir teneke vardı. Onun yanında kimse yoktu. Artık tenekeyi tanıyordum. Ne de olsa bazı sözler, belirli kişiler içindir.
BİR ASANSÖR GİBİYİM Arda Özgüven
Bir asansör gibiyim, hava boşluğunda asılı kalan… Halatlarım biraz eski, biraz fazla doluyum ama yine de bu doluluk boşalana kadar sesimi çıkaramıyorum, bir asansör gibi… Ev sahibim olan apartmanın katlarında insanlar kalıyor, onlarca çocuk sesleri kafamda. Üç numaradaki aile kavga ediyor yine bilmem neyden dolayı. Hemen sağ taraftaki ihtiyar adam yine arabasını yanlış yere park ediyor, kesin. Zaten hep öyle yapmıştı. Bir asansör gibiyim, onlarca insanın kullandığı. Kullandırıyorum kendimi bir asansör boşluğunda. Halatlarla tutundum dünyaya, halatların kopması ise an meselesi. Halatların sesleri dolanıyor kulağımda, çocukların sesine karıştıktan hemen sonra. Kendi sesimi duyamayacak kadar doluyum bugün; bir çocuk iniyor içimden, bir ihtiyar çıkıyor benimle yukarıya… İtinayla dizilmiş domino taşları misali merdivenlerle çevrili etrafım. Bir merdivene acıyorum bu dünyada, bir de beni tutan halatlara… İnsanların yükselmek için uğraştığı ama kolayca inebildiği ilk yer belki de merdiven. Kimi gökkuşağıyla boyalı, kimi sadece gri… Halatları eskiyen bir asansör gibiyim bugün; boşluğum fazla, düşüşüm hızlı… Düşersem dağılacak her saniye, kum saatindeki kum taneleri gibi… Biliyorum, düşüyorum… Hissetmiyorum.
19
TOPR AK Ebubekir Elmastaş On iki yaşında, güneş yanığı kaburga kemiklerinden sayı saymayı öğrenebilir bir ilkokul öğrencisi. Sol eli battaniyenin dışına çıkmış, dudağında hafif bir tebessüm gördüğü rüyadan ötürü. Bir anne sıcaklığı yanaklarında ve daha da büyüyen bir çift dudak. Saat sabahın güneş vakitleri. Pencereden içeri giren güneş gün yüzüne çıkartıyor havada uçuşan toz tanelerini. Etraf dağınık ve Meçhul’ün aklı kadar yorgun.
20
Kapının gıcırtısı Meçhul’ün uykusunu ikiye böler gibi. Üzerinde gri bir atleti ve altında beyaz içliğiyle içeri çocuğun babası girdi. Yuvarlak yüzlü , orta boylu ama zayıf bir adam. Geceden kaldığı her halinden belliydi. Çocuğun yatağına doğru yavaşça ilerlerken düşmemek için duvara tutunarak yürüyordu. - Uyansana velet! diye bağırdı adam, fakat çocuk uyumaya devam etti. Adam odanın ortasında duran süpürgeye uzandı ve sapıyla Meçhul’ün küçücük eline serçe vurdu. Acıyla uyanan Meçhul ne yapması gerektiğini biliyordu. Mutfağa gidip kahvaltı masasını hazırladı. Babasına seslendi. Biraz bekledi ve boya takımını alıp dışarı çıktı. Vakit bir sonraki sabah. Adam yine umursamadan kapıyı açtı ve kapının gıcırtısına bir ağız dolusu küfürler savurdu. Meçhul’ün yatağına doğru ve her zamankinden fazla içtiği için çok daha yavaş lerliyordu. Dün geceden açık kalan pencere içeriye kuş seslerinin doluşmasına izin verdi. Meçhul’ün yatağının önüne eğildi. Birkaç saniye duraksayıp masanın üzerindeki bir bardak suyu aldı ve hiç acımadan çocuğun yüzüne sertçe fırlattı. Çocuk korkuyla uyandı ve uaynır uyanmaz acı bir şekilde yutkundu. Mutfağa gitti. Dolap mutfağın sol tarafında duruyordu ve tezgahta yıkanmamış bulaşıklar. Kapının hemen arkasında ağzına kadar dolu iğrenç çöp kutusu. Çocuk dolabın kapısını açtı ve içinden beyaz peynir, kavun ve tuzlu zeytin çıkartıp kahvaltı masasını kurdu. Babasına seslendi ve adam geldikten sonra Meçhul ekmek teknesini sırtlanıp yorgun adımlarla dışarı çıktı.
Günlerden soğuk bir gün. Meçhul battaniyesinin içine tamamen girmiş ve yüzünde yine tatlı bir tebessüm. Sanki hiç bu kadar güzel uyumamıştı. Bugünün ne kapının gıcırtısı ne de kuş sesleri. Aniden adam Meçhul’ün omzundan tuttuğu gibi kanepeden aşağı attı. Meçhul’ün alnı topraktan bardağa çarptı ve babasının hakaretleriyle mutfağa gitti. Bugün mutfağın penceresine bir kumru konmuştu ve gözlerinde Meçhul’ün sureti. Meçhul bardağa çarpan alnını tutmuş ve yüzünde kırk iki yılın acısı. Yorgun elleri, boyalı tırnaklarıyla dolabın kapısını açtı. Kahvaltılıkları güç bela masaya dizdi. Babasına seslendi ama babasından yana bir hareket etmedi. Korkak adımlarla babasına doğru yaklaştı. Korkuyordu çünkü bugün daha bir çocuktu. Güneş yanığı elmacık kemikleriyle babasına yaklaştı. Tekrardan seslendi ama yine bir hareketlilik yoktu. Uyudu diye düşündü. Odanın ortasında duran süpürgeyi eline aldı ve ürkek bir şekilde babasını dürttü. Tepki yoktu. Sert bir şekilde babasının eline vurdu. Korktu hem de iliklerine kadar ama yine de bir tepki yoktu Bu kez koşar adımlarla mutfağa gitti. Alnını çarptığı bardağa musluktan su doldurdu ve elindeki bardağa birkaç saniye baktı. Cesaret dedi içinden, bardağın içindeki suyu babasının yüzüne fırlattı. Uyumaya devam edince suyun bile uyandıramayacağı kadar dün gece çok içmiş! diye düşündü. Meçhul’ün yüzünde güzel kokunun izleri. Babasına biraz daha yaklaştı. Küçücük bedeni korkudan titriyordu. Daha da yaklaştı ve zayıf elleriyle babasının ellerini kavradı. Onu koltuktan aşağı zar zor attı. Ne yaptıysa boş, çünkü adamın dudakları morardıkça morardı. Meçhul kahvaltı masasından bir tane tuzlu zeytini ağzına atıp ekmek teknesini sırtlandı.
21
ADAM Anıl Yaşagör Gece, sessizdir çoğu zaman. İnsanlar ve hayvanlar uykuya çekilir, ama hepsi değil. Kimi rüya aleminde, kimi düş; kimiyse ayakta düşüncededir. Gece, düşünmek için hem seçkin hem ızdıraplı bir zaman aralığı. Dikkatini dağıtacaklar kaybolur, kaçacak yer kalmaz; insan kendine hapsolur.
22
Adam, gece eline baktı. Eli pürüzsüz, kırışmamış. “Babam 84’te emekli oldu.” Adam gitti, perdeyi çekti ki ay ışığı odaya dolsun. Ve bir kez daha eline baktı; belki biraz koyu ama sanki kusursuz. “Kimin nişanı önce olacak?” Adam kalktı, aynaya baktı. Yüz hatlarını incelemeye çalıştı. Baba? Sahi, onun babası neredeydi? Yahut bir nişan? Hiç evlenmek istememiş miydi? Adam her gece sokağa çıkar, ışıkların altında gezinen insanların yanlarından geçerken kulağına çalınanlara kafa yorar ve varlığını sorgulardı. Babasını hatırlamaya çalıştı. Bir yaz günü, havada yağmur sıcağı, kara sinekler insanlara saldırırken, tüm sokağı dolduran kaba bir ses, babasının öldüğünü ilan etmemiş miydi? İyi de cenazeyi hatırlamıyordu, ölmüş olamazdı. Peki ya bir aşık? Hiç mi aşık olmamıştı? Bir gece sokakta gördüğü yuvarlak yüzlü kızı hatırladı, sonra lisede yanına oturmayı cesaret edemediği çılgın kızı, sonra meyhanede gördüğü rakısını sek içen kızı. Hangisine aşık olmuştu? Hiçbiri gözünde canlanmıyordu, demek ki aşık da olmamıştı. Sonra annesinin sesini hatırlamaya çalıştı. Ama kalın bir ses çınladı kulağında, ona uyanmasını haykıran bir ses. Arkadan hıçkırık sesleri de geliyordu ama kalın ses onu sarsıyor, onu istemediği, boğulacağı bir dünyaya çekmeye çalışıyordu. Sonra kardeşi geldi gözünün önüne. Küçük, kız kardeşi. Çok severdi adamı, adam da onu. Onun suratının her ifadesi hala gözünün önündeydi, sesi kulağında. Ama yüzünde endişeli bir ifade ile, abi diyordu adama. Abi, kabullen artık. Abi, bir seçim yap. Abi, yoluna devam et. Adam şöyle bir durup geriye baktı, ne babasının cenazesine gidebilmişti, ne elini tutmasına izin veren kızlardan birinin parmağına yüzük takabilmiş ne de annesinin başka bir adamla onları terk etmesine engel olabilmişti. Adam kız kardeşine baktı. Kız kardeşi endişeliydi. Döndü, aynaya baktı, elleri buruş buruştu. Başını eğdi, göğsü ezildi. Kapağı kapalı yanan plastik şişe gibi inledi. Adam, kardeşine hayır dedi. Başını çevirdi. Gündüz oldu, adam kayboldu. Elleri sanki bebek eliydi.
and k ids, that ’s how i met your BÜYÜK DEDE
Nilay Yardımcı
Bir kasaba düşünün, her yol dedemin gittiği kahveye ya da camiye çıkıyor. Bir de 24 yaşına gelmiş ve yılda 1 haftasını dedesine mükemmel yeni nesil bireyi oynayarak geçirmek zorunda olan Ali Yiğit’i –beni– düşünün. Biliyorum, tamamen gözünüzde canlanması için dedemden de bahsetmem gerek ama sanıyorum ki yazının sonunda bile -52 sayfa bana ayrılsa dahi- dedemden tam olarak bahsetmeyi başaramam. Herkesin hayatında yanına gittiği vakit değersiz, yetersiz hissettiği biri var mıdır bilmiyorum ama ben ne zaman dedemin yanına gitsem –yılda bir defa, bir hafta– böyle hissederdim. Bu hissin dedemin hayatına sığdırdığı müthiş başarılardan ya da benim sorumsuzun teki olmamdan kaynaklandığını düşünmenizi istemem. Genel olarak herhangi bir “dede-torun”dan farklı değiliz, ta ki dedemin sonsuz güveni başlayana kadar. “Selim iki dersten kalmış bu dönem.” “Ali Yiğit asla kalmaz.” –Ali Yiğit, 24 yaşında, okulu 2 sene uzadı.– “Duygu sigara içiyormuş.” “Ali Yiğit asla içmez.” –Ali Yiğit, 24 yaşında, 10 yıldır sigara içiyor.– “Mustafa ailesinin verdiği 3 aylık kirayı sevgilisine harcamış.” “Ali Yiğit asla harcamaz.” –Ali Yiğit, 24 yaşında, sevgilisi yok?!– Ah be dede, 6 tane torunun varken neden ben? Bak benim sakallarım var, Selim’in sakalları daha çıkmadı, Duygu ve Bengi’nin ise olağan akışa göre hiç çıkmayacak, sence de daha masum değiller mi? Yılda yüzlerce öğrenci mühendislik fakültesini kazanırken ne diye benim makine mühendisliği bölümünü kazanmamı 2 yıl boyunca anlattın ki? Gurur duyulacak şeyler yapmasam da herhangi bir öğrenci gibi derslere giriyor -derslerden kalıyor -sigara içiyor -bazen sigara bırakma kararı alıyor -sonra yeniden başlıyor- arkadaşlarımla içiyorum. Aa sahi ailede içkili bir dedikodu dönmemiş olacak ki dedem hiç “Ali Yiğit alkol almaz.” demedi. Sanırım az
23
önce dedemin sonsuz güveninin “bug”ını buldum.
24
Mükemmel yeni nesil bireyi oynayışımın 4. günü, geriye kaldı 3 gün, ama benim artık gerçekten sigaraya ihtiyacım var. Bu sefer hazırlıklı geldim, namaz saatlerini not alarak, dedem camideyken herhangi bir yerde içer, eve dönerim. Saat 23.45. Dedem 3 saat önce kahveye gidiyorum, diye çıktı, oyunu bırakıp namaza gitmiş midir ki? Dedem kahvedeyse camide mi içsem? Denize açılıp bir tane yaksam? Evet, bu küçük kasabada skandal yaratacak mükemmel fikirler. En iyisi biraz dolaşayım, belki biri tanrı misafiri olduğumu düşünür ve bana sigara içmem için evini açar –ah, okulu sırf bu dede ziyaretlerine katılmamak için zamanında bitirmeliydim.– Evden fazlasıyla uzaklaştım, kasaba koşullarına göre 15 dakika kadar. Sadece 5 dakikaya ihtiyacım var ve bu müstakil evlerden oluşan sokak uygun gibi gözüküyor. Saat 00.05. Nüfusu emeklilerin oluşturduğunu düşünürsek hepiniz uyuyor olmalısınız. Evet, sonunda sigaramı yaktım. Yine çok çılgınım! Müzik mi dinlesem? –keşke kahve de olsaydı, sıcaklık 35 derece civarı ama, kahve?– Umarım kapısına oturduğum her kimse beni şu 5 dakika içinde kovalamaz. Zaten tahminen 3 dakikam kaldı. Evet, sadece 3. Hıh, düşünürken 2 oldu. Vee bir kapı açıldı –bu gece tek çılgın olan ben değilim demek ki.– Neyse ki aramızda iki ev daha var, ve ben 1 dakika içinde sigaramı söndüreceğim. Tontiş toplu bir kadın, ve bir adam, öptüler birbirlerini, ne tatlılar, benim de son saniyelerim. Üçümüz de çılgın ve tatlıyız. İtiraf etmem gerekirse ben biraz buruk ayrılacağım bu sokaktan, son dakikalarımı sizi düşünerek harcadım ihtiyar çift. Kadın kapıyı kapattı, adam arkasını döndü, ben sigaramı söndürdüm. Dede. Dedem. Dedem?! –bir sigara daha için yeniden 5 dakikaya ihtiyacım var.– Bana baktı mı ki? –yılda bir hafta mükemmeli oynamak dedeme de zor gelmiş olmalı.– Kaç yıl olmuştu babaannemle evleneli? –40 mı?– Neden duygusal tarafına odaklanmak yerine eve gidip 10 yıldır sigara içtiğimi, bir oturuşta 8 sosisli yediğimi, birayı sevdiğimi, okulu 2 yıl uzattığımı anlatmak istiyorum? –Sinan Çetin’le Film Gibi programındayız, fonda Gülpembe çalıyor, kapı açılıyor, gerçek dedem stüdyoya giriyor, hani az önce tontiş kadınının öptüğü– Sanırım mükemmeli oynadığım 1 haftaların sonuna geldik, ilk defa dede evinde gerçek Ali Yiğit olarak uyuyabileceğim –oo çılgın gece yeni başlıyormuş.– Yazıya başlarken herkesin hayatında yanına gittiği vakit değersiz, yetersiz hissetiği biri var mıydı bilmiyorum ama varsa da artık bu kaidenin istisna kısmındayım. Benim için artık öyle biri yok, ehe –ne garip, hala olayın babaannemli duygusal tarafına odaklanamıyorum.– -zaten bunları yazan kişi de ne dinlerken ne de yazarken olayın duygusal tarafına odaklanamamıştı-
25
26
27
28
Çeli k E l l i D üşün G ö m ü l ü Günl üğünü B u l a n a Fahri Küçük
Beyninden felç edilip dünyanın kiler yanlarında ölümü beklemeye bırakılmış milyonlarca insan… Serin bir yaz akşamının derin karanlığında hala uçsuz kudretini görebiliyor gelincik insan soyunun Henüz ısıramadığı binlerin gözlerinde Bi’ polis çevirmesini daha iyi notla geçmeye çalışır gibi bir spazmı daha savuşturmaya çabalarken kalbim Gülünç inancından alır bütün kuvvetini Zapt edilecektir tanrılığına tam inanmış güneş ve idam sehpasına çıkacak elbet Dişleri kan kurusu gelincikler Kaderimizde bu zulmün değildir ömrü ebet Denize bandırılmış çeltik tarlalarının sahte dinginliği gibi Kurşunsuz, tecavüzsüz, gürültüsüz ölmeyi başarabilen nadir günler (lazımdır) Elleriyle kırmızı senaryolar yazan etsemiş gelinciğin bir o kadar da gözleriyle en aciz vakitlerine çeltik atması için Ölü toprağın altında diriliğinden bir haber insanın Ki kırmızı etli kara ömürlü mor beyinli insanın kayıp silahı Mavi hülyalarıdır Birliği, inancı, mücadeleyi harmanladığı kaçıncı yüzyılda düşürdüğü meçhul askeri ‘Çelik Elli Düş’ün gömülü günlüğünü bulabilmek için insanın Tarlalardan kente sadece av için dönen gelincik zoraki giydirdiği makine beden sökülüp atılmasın diye Kaoslar yaratarak keşmekeş kılar hayatını Beyni felç, dili lal, gözü ama, kulağı ahraz insanın
29
Çünkü bilir ki kalbe inmiyor hiçbir zehir Hiçbir zehir soğutamıyor ılıcak kalbi Dirilir toprağın yedi kat altında yatan ölü bile geldi mi vakti Yapay serinlikler üflenmiş, sahte dinginliğinin hapsinde, cesedi kara, ruhu mavi milyonlarca insan…
30
K a d ı n K a d ı nd ı r Ezman Anuşavan Yaşanması gereken acılar vardır, Söylenmesi gerekn sözcükler... Islanması gereken dudaklar vardır -kuru-, Yanaşması beklenen vapurlar Ve ardından bakılacak... Yıkılması gereken duvarlar vardır, Sonra altlarından çıkarılacak kediler Ve kedi cesetleri... “Hadi itiraf et!” dedi Acı dudaklar, ardından yıkıldı. “Bana aşıksın di mi?” Aşkın tanımı yapılmaya çalışıldı Kedilere bakılarak. Korku dolu sokaklarda Sırf malt olduğu için biralar Sarhoş olduk. Sapık mıyız biz öpüşelim? Sapık mıyız biz, öpüşelim! Öpüşleri bölen “o”lar Yeniden öpüşler, gözyaşları ve öpüşler... Yeter! Tamam, yeter! Ruhla savaşını Düşünce kazandı. Issız dağlara düştü Zavallı ruhlar, Kediler ve kedi cesetleri... Une femme est une femme…
31
Silüetilonga Fatih Dalcı çelimsiz çocukları tank bilir beyefendiler gülerler, misterlar da tabii kurumsallaşan yalanları diline yakıştırmıyorum dediğimde kızma sevgilim, özgün ol kırım’ı feth etmeliyiz bu gidişte
32
salyası balyaya akan yosmaları bank bilir beyefendiler gülerler, misterlar da tabii pencere önlerinde birleşip putlar yakmalıyız ki kalkınma planlarımıza makul zeminler doğsun kudüs Allah’ın izniyle akşama bizimdir şaraba meyyali hayyam bilir beyefendiler gülerler, misterlar da tabii temmuzlar, sen ve ben iki heceli bu saatten sonra ben de iki hececiyim sevgilim yine de onmuyor avuçlarının kulaklarıma çalınan türküsü beyefendiler yerin dibine batsın, misterler de tabii artık bizi toprak da paklamaz.
İ konat a p a r Kerem Advan ben hiç kusur etmedim ilgi ve alakada elini alnıma götürdüm son defa törpülerken saatleri gün gelince unutulurmuş ekşın men’ler de rüya evine kavuşamadan barbi’nin biz kuşlara taş atardık meneviş perdelerin arasından soruyorum coleridge ki uykusunda yol gösterir denizcilere tanır mı baldırı çıplakları ve keats neden her akşam poplin kumaşlar örter bülbül kafeslere o ağaçlar sürgün verdi ışığımı çaldın benim ama küsmüyordum içi dışı bir istanbul buyurun gidelim inanıyorsanız eğer topluca feragat etmeliyiz borçlarımızdan celladın koynunda en yakışıklı kadavra benim olsun bu sefer tam on ikiden vurdunuz rangers 2.10 krasnodar 1.40 direnecek halim mi var yaşasın hunky dory van kedisi değil tekerleme ağzımda şimdi randımansız bir aşk hikayesi ne beklentiler içindeydim amortilere seviniyordum kısacası ihtiyaç sahibiydim mesela şişmandım ama yüzüm güzeldi sana siz diyordum patroniçem bıyıklı seviyor übermensch’ini katiyen gonzalo buna izin veremem bu mesaj kendi kendini yok edecek alışık olmayan bilmez meydan larousse kavgasında tez elden uğurluyoruz onları yeniden öğreneceğim ben de lcd ekranlarda bir mississipi kaç ss’yle yazılır sevmek de nairobi’de pekâlâ yasalara tabidir olmadık yerde bulunca seni eski harflerden bir güneş son emri indireceğim göklerden onlar inci parmaklarıyla yüzümdeki teri silerler geri dönmemek üzere bir doğum seçebilirim kendime takvimlerden yahut mürdüm eriği diyetine başlarım sonra neme lazım başınıza dert olurum
33
Boğum Okan Yılmaz
34
geliyorum avuç içlerinden geçerek aynada buğu nefesin yüzüme krem oysa sen … sesim sesim sesim vardı sana eğilmezden evvel kanatlarım kırpık omuzlar desen ağrılı kırılmış kenar süslerine basa basa yürüyorum ve çizgiler gecik uçmak isteyenler hapis dağların dumanı örtülü oysa sen … içindeki çığlık beni diriltti vurdu göğsüme o kükreyen gece sonra seni iniledim oysa sen … sen inkâra meyyal ölmek istediğimi … sen unutmaya hazır düşerken balkonuna tutunduğumu
Öğrenmek İsteyenlerin Sözlüğü Uğur Küçükdağ Böyle başladı her şey… A. Bir, tek Sen olsa gerek. a. Bir, Herhangi bir İşte ben. Abandon. Kendini kaptırmak Rüzgara sırtımı verip sana doğru. Abash. Utandırmak Her yanım rüzgarda açılmış, Sarılıp kapatmamak. Abate. Azaltmak. Kendimden. Abbretive. Kısaltmak, Benden kaçtığın yolları. Abdicate. Çekilmek, Tacını ve tahtını bırakmak Abduck. Zorla almak. Sana bırakmıştım zaten.
Aberration. Hata, kusur Benim bir takım hareketlerim. Abet. Yardım etmek Benim bir takım kaybolmalarıma. Abhor. Hor görmek Senin bir takım göz devirmelerin. Abide. Dayanmak, katlanmak Her ne yaptıysan. Abject. Sefil, ümitsiz Ne söylediysen bana artık. O nasıl, Nasıl bir dil öyle? Abolish. Bozmak… Acaba, Bütün dillerin sözlükleri böyle acıyla mı başlar?
35
G ece T iradı Mert Can Fırat
36
gece isinden batık odada abluka altında uyumak kahreden ve dost görünen göğüs yataklarına hasret olmadan kalabilmek diri ve kuşlar boyu inanabilmek acıya yaftasında daha güzel olacağını ummak hayatın ne diz boyu yalnızlık ne aciz duygu seli oysa bu kent; yanı başında baba olma hayali kuran bedenin çarpık analarda kavrulma hali.
Bir Suskun Dilek Emre Akaltın Gördüğün değil o. Sandığın kadar masum değil. Ama sen bunu kendi gerçekliğin haline getirmişsin. Yüzeyden kaçıp durmuşsun. İnandığın, senin derin ve dehşet verici sularının en dip noktasından baktığında gördüğün olmuş. Ama güneşin bile o noktaya değebilecek gücü yoktur. Sen buradan gördüklerinin yüzeyden aşağı inene dek hiçbir değişikliğe uğramadığını mı düşünüyorsun? Şimdi, yüzeye çıkman gerektiğini görüyorsun. Bu kadar yolu o güçsüz kolların ve beceriksiz bacakların ile çırpınarak o kadar çabuk kat edebileceğini mi düşündün? Ne kadar geç kaldık O son dalganın geldiği Gelip konduğu kıyıya Dilersen konuşur seninle Anlarsın dinlersen Çok hırpalamadık mı yollarda Elimizdeki sopaları Tek darbe mümkün değildir O kayaçlara İşlesin Bizi tepeye çıkaran Sudan aşınmış Yollar -Hiç var mı sahi-
37
Yık ımdöküm - 1 Alper Pek
38
derdim başağımın enayi deyimlerinin yılgınlıkla kırılışına, hastalık kılcallıkla başlıktan kederliliğine bencil uşakların kafasında kördüğüm yolları, çizik yaralarıyla nal yalarken peçenin matizinde, yaldızlı drama, ileti cinnetsel, yağ için kanıp buluşan kelek naralı şen kayzer, yoksunluk birkaç evre ve tahta sözlerle, keneflerin üstünde süzülen kucak süsü, dolmayan acz ödevlerinin kova üstü yararlılığında yüksüne yoğrulup cigara içerken bazı kahredenler, yaraların cinnetinde zehirleri yapışık duranlar, baygınlaşmış aciz katı tadlarında ve karaltılarında adı anılmayanın yalaşaduran meraklarını sezenler, arkan yas! ve biley kuşağı erojenliği yarasından, çatlak ibaresiz koagülatif sözlerle yılgın sevişmeyi evrenkentlerinden çekip doğu’ya sürenler, saka gemilerden ellilik ve yaraksızlığa sürdükleri etilenleri sefer tası üzerindeki şen selelerde sezinledikleri sekmeyi silenler kafasını körpe setlerde yararak ve vahşeti kubardan dinleyerek takatsiz yodalar’la son çömlek çekenler sapık kafasındaki mary jane ile yaradana dönerken, kardiyodan ileri yıkılanlar macun-ot ellerde, satış! diyenler ya da faraday elinde tene benzin çekenler, kalım ya da heceden heceye sevdalarını bi tarafa çıkaranlar kışlarla ve iyi susturucularla, bulandıran sabunlarla, bal kahve ve tik ve sessiz yataklarla.
39
penceren blues’ların içselsiz kursak akları ve ‘kan ada’! ve ısırsın tutuşlarına doğru doğrayan yaradaki kamanın bereketsiz somyasını yalımlayan saklı kavşağı keşişlerin pivot kara kişniği, farka keçe, meşin, yalvaç, yazarlık sedaları, batı shot’larında arap karası, sayfaları yeni olduğunda yıktıkları şevk dizelerinde, mahali dük kanlarının çirkefliğinde yaratık kasıkları, dibi sanıp döven neo-apostrof-nlar, sunuş ve bay barok lee’nin sarp kıçının görece yararlılığındaki ala cin kükremesi, ebrar dölünün yan eti ve saklı gücü kaşığın zerzevat kızçesi kasığının diş sarartıcı çatlaklığında, avazları kara serçe ve hasetli deyimleri görsellenmiş sessizliğe uğunmuş valide, tayların ve cacık keşlerinin gurultusu, sarasında titre yürek!
Bir G ölge Olarak Kendime Benim de  şık Olmayışım Can Küçükoğlu ayrılığımı ağzımın sundurmasından alıp oturduğum yerlerdeki yüzüme söndürdüm aklımla yarınca arası numune uçkurlarda acıklama yapmıyorum, sen bana iyilimsin burada bir üst çıkarmalık durulup keşke bunu sana benden daha neşeli biri söyleseydi dedim saçların bir küfre giremeyecek kadar düzgündür
40
ayrılığımı ağzımın tapışımından alıp oturmaya çok çöldüğüm yüzlere püskülttün böylece aklım oldu ve uçkuruma düzenli sporla birlikte sabit bir kölelik düşüyle tükründüm sen bana iyilimsin bunu körebeyleme insansız uçakları düşününce ağlayamayışım benim olmaları sözlerimi sızarlamayabilir olsun saçların bir küfre giremeyecek kadar düzgündür ayrılığımın biyolojik ceddine özellikle gürsellikten geçmeyişine bin şükür sana dayanıyordum sen bana iyilimsin bana deli ya da taklidi diyorlar olsun bir daha görüşmeyiz dünyanın sonu değilim ben burada tam bu anda sana saçların bir küfre giremeyecek kadar düzgündür diyecekken whatsapptan bana aşık olmadığını söyledin sen bana iyilimsin sana katılıyorum selametle
Güneşli Paz arlar Belce Örü Bir beyaz minibüs yanaştı otoparka minibüsten mutsuz bir kadın umursamaz bir adam aptal ve mutlu iki çocuk indi. çocuklar alışveriş merkezine koşarken anne çantasına sıkı sıkı sarıldı. baba ise arabanın park fişini aldı cüzdanını ve anahtarı ceketinin içine sıkıştırdı. -ki ellerini pantolonun cebine yerleştirecektigururla camda son kez kendi yansımasına baktı. tüm aile alışveriş merkezinin döner kapısında umutla geleceklerine ve birbirlerine gülümsediler. zaman durdu, kapı döndü ve herkes dağıldı. böylece güneşli sıradan bir pazar günü daha kendisinden beklendiği gibi sonlandı.
41
Travma - Rayı Adem Fatih Kılıç
42
Sevgili sevgisizlik dayatılan okur, Sana bunları yırtık dilimli dilim, yamalı kellemle Samsun’da bir kafeden yazıyorum. Sevdiğim kadına, sevdiğim şiir kitabını hediye ettiğim coğrafyanın çukur kalbinde, ihmal edilen soğuk tahta ilmihalinden. Şimdi evinde uçmaya müsait bir ayna bul ve karşısında kıvrıl, kıvrımlı acizlik seni uyuşturucu barındırdığın melankoline saç kazıyan tabelayla iletecek mi? Yoksa sofrandaki anason kokusu gaddarlığıyla gönderdiğin mesajlar gibi İLETİLEMEYECEK(!) mi? Sus ve konuş. Ve titreme, titremek ya aşktan, ya ölümden. Kımıldayan psikolojin olsun lütfen. Şimdi bu sayfayı öp ve ona onu sevdiğini söyle. Şimdi gözünü bileyen kişiye seni seviyorum de, legal veya illegal olabilir. Sana yazdıklarımı karşındaki meczup aynaya yürüt derhal emin adımlarla ılımlı! Aynaya yansıyan gölgenin korkak gözlerine bak cümleleri yinelerken, hadi! -dünyaya geldiğim saniyeden çok daha şiddetli ağlıyorum. -çok sevdiğim insanlar bana gelmek istemiyor. -dünya bir lağım çukuru ve biz kokuşmuş fareleriyiz onun. -melankoli, ruhun pornosudur. -bir kent, caddede onu görüyorsam tahammül edilebilir. -hiçbir eylemden zevk almıyorum çünkü; ONLARI TÜKETTİM. -ben acizim. Ben acizim. Ben acizim. Ben acizim. Ben acizim. Ben acizim. -bir patlayıcı anı, bir kör kurşun kadar rastlantıyla küflenebilir ömrüm. -ölüm hep cebimde. ÖLÜM HEP CEBİMDE. Ölüm hep cebimde. -inanmaya muhtacım. -ana rahminden toprak çukuruna kadar evrende tek başımayım. -gölgem ışıklı dükkanlar gecesinde soğuk betona yansır, işte mezarımın sureti! -yüreğimin peygamberine vahiy indiremiyorum artık(!)
-(şimdi bağırarak/üçdefa) TEK BAŞIMA, YAŞANILIR BİR DÜNYA KURACAK GÜCÜM VAR! -sevilmesem de –aklına teğet geçen rüzgar olsam da –seni seviyorum/iki kelimedir! ÖLÜM ANLIK! Şimdi sevgili sevgisizliğin diktatörlüğünde kaynayan okur, Kendin için, bugün herkese gülümse, dün dahil. Ve aciz ruhunda barınan gücü kuşan. Benim için bir sigara yak, defterine jilet ve melek çiz. Seni sen yapan hiçbir şeyin üzerine kusma! (seni bekliyorum, hafıza darbesi ilk sarılma kadar aylak ve tenha izmarit akşamlarında!)
43
44
Büyüleyici Doğanın İnsan Manzarası: Salt of Ear th Emre Emrem Giriş Işık ve çizim kelimelerinden oluşan “fotoğraf ”, kelimeler dışında bir anlatım aracı sunmuş ve bu görsel anlatıların art arda getirilerek hareketlendirilmesi, bizde anlatıcının bakış açısından aktardığı haliyle bir gerçeklik temsili oluşturmaktadır. Anlatıcının kamerasını konumlandırdığı nokta, netliği yaptığı cisim, manzara ya da kişi, kamera hareketi, ışığın, sesin, müziğin kullanımı, montaj gibi tüm seçici değişkenler, gerçeğin, o gerçekliğe bakan kişi tarafından yeniden konumlandırılarak üretildiği bir zemin oluşturmaktadır. Bu durum, bir gerçeklik iddiası taşıyan belgesel türü için çeşitli tartışma konularının önünü açmıştır. Yönetmen tarafından yeniden üretilen gerçek ya da kayda alınan atmosfer, izleyicileri tek bir deneyimin sınırları içinde tutmaktadır. Bu bağlamda Wim Wenders, Salt Of The Earth belgeselinde, kendisine ana kahraman olarak bir fotoğrafçı seçerken, kendi objektifiyle Sebastio Salgado’nun fotoğraf makinesinin konumlandırdığı ve yeniden ürettiği gerçeklikleri birbiriyle kaynaştırmaktadır. Wenders, izleyiciyi belgeselinin gerçekliğinden bu noktada şüpheye düşürürken, birbirinden farklı iki gözlemcinin karar kıldıkları tek bir deneyimi şiirsel bir şekilde aktarma yoluna gitmiştir. Fotoğrafçı Sebastio Salgado’nun belgesel fotoğrafçısı olarak başladığı kariyerine, siyasal ve ekonomik çıkarların toplumların hayatlarına ölümcül etkilerini belgelerken karşılaştığı acımasız manzara sonrasında yaptığı işi sorgulamasıyla, doğanın saf kendi güzelliğini yansıtan manzara ve peyzaj fotoğrafçılığına dönerek devam ettirdiği yaşamı anlatılmaktadır. Sonuçta gelinen nokta büyüleyici doğa içerisinde karşılaşılan bütün insan manzaralarının, bu doğanın bir parçası olduğu, ya da belgeselin kendi ismiyle “bu toprağın bir tuzu” olduğu kanısı olmaktadır. Bu anlatısıyla, izleyiciye hem fotoğrafçı Salgado üzerinden, hem yönetmen Wenders üzerinden iki kere süzülerek aktarılan Salt Of The Earth belgeselindeki gerçeklik; toplumsal, bütünlükçü anlatıları, tek bir kahraman üzerinden anlatarak sorunların temelini parçalama eğilimdeki modernizm ve toplumların hayatındaki açlık, sefalet, emek sömürüsü, zorunlu göç gibi sorunlara küreselleşme içerisinde siyasal bir sistemle çözüm bulan neo-liberalizm kavramları üzerinden irdelenecektir. Beyaz adamın aydınlanmacı objektifi Orta çağ ardından gelen rönesans, sonrasındaki Aydınlanma Dönemi ve Sanayi Devrimi, günümüzün küresel bilgi akış yönünü, tarih yazımını elinde bulunduran tarafı; bir başka deyişle gerçeği yeniden şekillendiren ve bu gerçeğin batıdan doğuya dağılımını sağlayan toplumsal sınıfın mevcut durumunu yaratmıştır. 21. yüzyılda, Batı burjuvazisinin aydınlanmacı felsefesi, pozitivist çözüm yöntemi ve neo-liberal politikilarıyla örülü bir gerçek dünya ile karşı karşıyayız. Bu gerçekliği aktarabilen bir araç olan sinemanın ise, kurgusal olsun ya da olmasın, nasıl bir
45
zeminde, kim tarafından yapıldığı, gerçeklik iddiasını kaygan bir zemine oturtmaktadır. Temellerini 18. yüzyılla birlikte atan, modern dünyanın modern devlet, modern hukuk ve bireysel özgürlük düzenlemeleri, siyasal ve ekonomik alanlarda egemenlik sağlayan burjuva sınıfının yerini ve gücünü kesinleştirerek, doğal hammadeye bağlı sermayenin mülkiyet hakkını da sanayi devriminin itici gücüyle burjava sınıfına teslim etmiş, bu hakkın korunarak devam etmesi için gereken ekonomik sistem olan kapitalizmi kurarak, siyasal, toplumsal ve kültürel alanlarda bu eşitsiz sermaye dağılımını ve sınıf çatışmasını meşrulaştırmıştır.
46
Ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel bağlamların hepsini kapsayan bir kavram olarak karşımıza çıkan modernizm, sinemanın doğuşuna ev sahipliği yapmış bir paradigmadır. Bu yüzden sinemanın modernizmin bütün bu bahsedilen bağlamlarından etkilenmesi kaçınılmazdır. En başta elektiriğe bağımlı bir sanat olan sinema, yapımı için gerekli sermayesini mevcut ekonomik sistemin üzerinden karşılar. 21. yüzyıl teknik imkanlarının gelişmesiyle kamera, ışık, mikrofon gibi çekim ekipmanlarına ulaşım daha kolay olsada, filmin çekilmesinden sonraki dağıtımı ve küresel sinema endüstrisinde kendine yer bulabilmesi gibi konular, yapımcıları egemen siyasal sınıfla zorunlu bir ilişki içine sokmaktadır. Bu noktada da, seçilen konu ve bu konuyu ele alma şekilleri, egemen siyasal yapının mevcudiyetine zarar verecek şekilde olmamaktadır. Dolayısıyla söz konusu olan gerçeklik iddiası da, egemen ideolojilerin bir filmin yapım aşamalarının tümünde etkisini göstermesiyle yeniden şekillenmekte ve yansıtılmaktadır. Anlatı, beyaz, eril ve aydınlanmacı bir süzgeçe sahiptir. Bu sebeple, Alman film yapımcısı ve Dünya Sinema Kurumu (Worl Cinema Foundation) üyesi Wim Wenders tarafından çekilen “Salt Of The Earth” belgeselinin gerçekliğini böyle bir zeminde incelemek gerekecektir. Belgeselde anlatılan Brezilya doğumlu fotoğrafçı Sebastio Salgado’nun yaşam öyküsüdür. Salgado, çok uzun bir süre boyunca yöneldiği belgesel fotoğrafçılığı nedeniyle, dünyanın pek çok yerinde egemen ideolojiler doğrultusunda dışlanmış, sömürgeleşmiş, ötekileştirilmiş toplumların yaşamlarını belgeleyen, ekonomi öğrenimi görmüş, bu sayede siyasal, ekonomik, toplumsal konularda fikir edinen, filmin anlatıcısının deyimiyle “dünyanın nasıl döndüğünden haberdar” bir fotoğrafçıdır. Kamerasını konumlandırdığı yeri, kendi geçmişine ve bakış açısına göre seçen her fotoğrafçı, ya da yönetmen, gibi Salgado da, Avrupalı entelektüel bir kadrajla olanları belgeler. İzleyiciye belgenin belgesini sunan yönetmen Wim Wenders ise, filmindeki ana kahraman üzerinden şekillendirdiği anlatısını, doğa-insan karşıtlı bir ikililik ile aktarır ve sonunda görünen doğanın büyülü manzarası içerisinde var olmaya çalışan insandır. Tüm bu gerçeği, hem Salgado’nun çeşitli projelerinde çektiği fotoğraflarla, hem de kendisini iş üzerindeyken çektiği görüntülerle kanıtlayan Wenders, toplumsal hikayeleri tek bir kahraman, fotoğrafçı, üzerinden anlatır. Bu noktada modernist bir anlatıya sahip olduğunu söyleyebileceğimiz bu belgesel, açlık, sefalet, hastalık, zorunlu göç gibi sınıf çatışmasına dayalı sorunları, bir yandan bu sıkıntılarla ilgisi olmayan orta sınıf çiftçi bir aileden gelen bir fotoğrafçının perspektifinden yansıtmış, diğer taraftan da önceliği fotoğrafçının otobiyografik hayat hikayesinin aktarılmasına tanımıştır. Karşımıza, doğal kaynakların eşit olmayan dağılımının asıl nedenini gösterip ona bir çözüm yolu sunan bir kahraman yerine, bu eşitsizliği belgeleyen ve yaptığı işlerle takdir gören bir fotoğrafçı kahraman çıkmaktadır, bu yüzden Salt Of The Earth belgeselindeki gerçekliğin; modernist, bireyci, parçalı ve egemen siyasal yapılanmayla çizilmiş bir gerçeklik olduğunu söyleyebiliriz. Ancak “materyal günceldir” 1 , Sebastio Salgado bize dünyada şu an yaşayan
ya da şimdiye kadar yaşamış toplumalrın hayatlarından kareler sunar, dolayısıyla film bir belgesel niteliğindedir. Toprağın tuzunun insan olduğunu, dolayısıyla insanın bir kaplumbağadan, bir ağaçtan ya da bir çakıl taşından farksız olduğunu söyleyen film, insanların bu toprakta çektiği sıkıntıları doğallaştırırken, çözümü tabiatın eşsiz manzaralarının arasına gizler. Sebastio Salgado, çektiği acılarla ve döktüğü göz yaşlarıyla toprağa tuzunu katan insanları fotoğraflamaktan vaz geçerek manzara fotoğrafçılığına yönelir. Salgado, Kamera ve Wenders İzleyicinin yerini kamera aygıtının aldığı sinemasal anlatılarda, “izleyicinin sinema oyuncusuyla özdeşleşmesinin yolu aygıtla özdeşleşmesidir” 2 , belgesel söz konusu olduğunda, buradaki oyuncu tanımlamasını , filmdeki tüm gerçek kişiler olarak ele alabiliriz. Özdeşleşilen ise yalnızca belgeseldeki gerçek küşiler değil, aynı zamanda bu kişilerin başlarına gelen olaylardır. Ancak sinema ve fotoğraf teknik gelişmelerin yardımıyla kopyalanarak çoğaltılmakta, seyircisine bu yolla kendisini ulaştırarak yarattığı veya aktardığı atmosferin de gerçekliğini kopyalamış olur. “Salt Of The Earth” belgeselinde ise bu kopyalanma işlemi daha katmanlı olarak karşımıza çıkar. Gerçeği ilk kopyalayıp fotoğraf makinesinden bize aktaran Sebastio Salgado’dur. Sebastio Salgado’nun kamera önündeki varlığını ise belgeselin yönetmeni Wim Wenders oluşturur, kamerasından seyircinin gözüne aktarır. Eğer, odaklanılan Salgado’nun fotoğraflarındaki hayatlar ise, bu Salt Of The Earth izleyicisine, biri Salgado’nun biri Wenders’in olmak üzere, iki aygıttan, iki bakış açısından geçerek aktarılmıştır. Bu noktada gerçeğin iki kere kopyalandığından ya da iki kere yeniden üretildiğinden bahsedebiliriz. Salgado’nun fotoğrafları, konumlandırıldıkları kadraj açısından zaten tekrar üretilen bir gerçek sunmuştur, ve bu belgeselin çok müdahale edemeyeceği şekilde Salgado tarafından önceden sabitlenmiştir. Diğer taraftan, fotoğrafçı Salgado’yu ve yaptığı projeleri anlatan müdahale alanı tamamen Wim Wenders’e kalmış bir yeniden üretim alanı vardır. Bu noktada belgeselin çekim ve kurgu tekniklerine gore oluşturulan estetiği, sahne sıralaması, çekim açılarını, ışığı, müziği ve sesi nasıl kullandığı, diyaloglara yer verip vermemesi, mod ve modelleri Wim Wenders’in kontrolü ve tercihi altındadır. Wim Wenders, bunu yaparken Salgado’nun tanık olduğu ve yansıttığı gerçekliği de kendi bakış açısından geçirerek aktarır. Wenders’in kontrolü ve tercihi altındadır. Wim Wenders, bunu yaparken Salgado’nun tanık olduğu ve yansıttığı gerçekliği de kendi bakış açısından geçirerek aktarır. Film, Serra Pelada’daki altın madencilerinin altın dolu çuvalları yamaçlardan defalarca inip çıkarak taşımalarını gösteren, Salgado’nun belgesel fotoğrafçılığının orta dönemlerinde yaptığı İşçiler isimli projesinden seçilen fotoğraflarla başlar. Kendi çektiği fotoğrafların içinden yarı opak bir şekilde beliren Salgado çekim hikayesini anlatırken, aralarda girip çıkan bir anlatıcının sesini de duyarız. Anlatıcı ses, yönetmenin ve Salgado’nun kendi sesleri olarak üç farklı aktarım oluşturulmuştur ve neredeyse hiç birinde diyaloglara yer verilmez. Karşılaştığımız az sayıda diyalog, Salgado’nun oğluyla Atlantik’teki Parsları görüntülemeye çalışırlarken verilen kısa konuşmalardır. Röportajlar ise, Salgado dışında, Salgado’nun babası ve eşi Lelia ile yapılır. Salgado’nun ailesiyle olan röportajlar ve şimdiye dönüşleri gösteren görseller dışında tüm sahneler ise siyah beyazdır bu yüzden renk kullanımıyla verilen bir zaman çizgisinden söz edebiliriz. Bu bağlamda şimdi ve belgenin bir ayrımı yapılır.
47
Belgeselin, toplumsal ve kültürel konuları yansıtan tüm görselleri Salgado’nun fotoğraf makinesinden çıkmıştır. Endonezya yerlileri, Meksika ve Güney Amerika kabilelerindeki yaşam, Afrika’daki Sahel bölgesinde Sınır Tanımayan Doktorlar’ın kurtarmaya çalıştığı halk, 1991 yılında Kuveyt’teki petrol yangınlarını söndürme çalışmaları sırasındaki atmosfer, Yugoslavya’daki Sırp katli, Kongo, Ruanda ve Goma şehirlerindeki sefalet görüntülerini içeren Salgado’nun belgesel fotoğrafçısı kimliğini içeren ilk kısım ve gördüğü üzüntü verici yaşamlardan dolayı yaptığı işi sorgulayarak vaz geçtiği ve manzara fotoğraflarıyla birlikte doğal yaşamın güzel ve iyimser yanlarını çekmeye başladığı Sibirya görüntüleri, Cizvit yerli halkının doğayla barışık yaşamı sabit fotoğraf kareleriyle ve bahsedilen anlatıcı üçlüsünün sesiyle verilir.
48
Salgado’nun, fotoğraflarını çekerken iletişime geçtiği modern dünyanın ötekileştirdiği halklarıyla ilgili aktardığı düşüncelerinde hep bu ötekileştirme eğiliminin izlerini kendisinin de taşıdığını görmekteyiz. Flaherty’nin Nanook of the North’undaki Eskimoların gramafonla karşılaştığı sahnenin bir benzerini Salgado’nun fotoğraf makinesiyle karşılaşan Güney Amerika’nın “diğer” kabilelerinde de görmekteyiz. Salgado onları fotoğraf makinasındaki kendi tasvirlerinin farkında olup olmadıklarına göre bir çeşit medeniyet sıralamasına sokmaktadır. Fotoğraflarını çektikten sonra görüntüyü onlara gösterir, biz de onların verdiği şaşkınlık tepkilerine göre medeni ve uygar bir toplum icadı olan fotoğraf makinasından ne kadar haberdar olup olmadıklarını görürüz. Uygar toplum seviyesinde olmayıp doğal hayatla iç içe yaşayan ilkel kabilelerin fotoğraf makinasına verdikleri tepkinin bu şekildeki bir gösterimi, Flaherty’nin Eskimoları konumlandırdığı modern-ilkel karşıtlıklı yeri anımsatmaktadır. Wenders bu karşıtlığı belgeselin sonunda, Salgado’nun tamamen doğa fotoğrafçılığına yöneldiği dönemini yansıtan, fotoğraf makinasına bakarken parmağını ağzına götürüp getirerek objektiften yansımasını farkeden gorilin kendi tasvirinin farkında olmasına bağlayarak sağlamlaştırır ve seyircinin gorilin verdiği tepki ve ilkel kabilelerdeki insanların verdiği tepki arasında bağlantı kurmasını sağlayarak modern-ilkel karşıtlığının altını çizmiş olur. Sonuçta insan doğanın bir parçasıdır ve bunun izlerinin son dönem manzara fotoğrafları projesinde peşine düşen Salgado, bu düşüncesini bir iguananın pençelerini orta çağ şovelyesinin giydiği zırha benzeterek anlatır. Yaşananlar vahşi ya da güzel olsun doğa bütün yanlarıyla büyülüdür. Mod ve Modeller “Bir çok film çoklu mod ve modellerle sınıflandırılabilir” 3 Salt Of The Earth belgeselinin de birden fazla mod ve model üzerinden şekillendirildiğini görmekteyiz. Mod olarak açıklayıcı ve gözlemcinin ikisi de verilmektedir, gözlemci kısmının Salgado’nun fotoğraflarından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Wenders in anlatıcı olarak kullandığı “voice over” ise izleyiciyle doğrudan iletişime geçmesi yönünden açıklayıcı bir yöntem belirlemektedir. Voice overla yaratılan açıklayıcı modun dili Fransızcadır. Wim Wenders’in Almanya doğumlu bir yönetmen olması, diğer yandan Salgado’nun Meksika’da doğmasına rağmen, iç savaş ve dikta rejimi yıllarında Fransa’ya okumaya gitmesi ve bundan sonra 10 yıl boyunca kendi ülkesine geri dönememesi, belgeselin açıklayıcı dilinin Fransızca olmasında bir etken olabilir. Filmi belge niteliğine götüren yine Salgado ve çektiği fotoğraflardır. Fotoğraflarıyla ve belgesel boyunca fotoğraflarına getirdiği açıklamalarla Salgado, yaşanmışlığın tanıklığını görsel ve sözlü bir şekilde yapmaktadır. Olayların kendi başından geçen deneyimlere dayalı aktarılmasıysa filmi otobiyografik bir model tanımına sokmaktadır. Brezilya’da başlayan film, Endonezya yerlileri, Mixe, Tarahumara isimli müzikle ve koşuyla ilgilenen Meksika kabileleri, Ekvador, Tanzanya, Yugoslavya, ve Afrika gibi bir çok etnik kökenin yaşam koşullarını, uluslararası ekonomik ve siyasal çatışmalardan etkilenişlerini Salgado’nun fotoğrafları üzerinden belgelemesiyle de bir Görsel antropoloji/etnografi modeli özelliği taşımaktadır, Bütün bu etnografik yaşam kesitleri, Sebastio Salgado’nun otobiyografik öyküsünün alt anlatılarını oluşturur, filmde ifade edildiği şekliyle “ Salgado’nun ekonomist ve sanatçı yanının birleştiğini” gösteren ve asıl anlatı olan Salgado’nun hayatı konusunu işlemeye yardımcı unsurlardır. Belgeseldeki şiirsel anlatım ise aslında kabile hayatlarının ve savaştan kaçan “öteki” toplumların
görüntülerinin gösterildiği çoğu yerde karşımıza çıkmaktadır. Onları Salgado’nun fotoğraflarında beliren sosyal aktörler olarak tanımlarsak, Wenders tarafından kurgulanan bir şiirsel anlatımlarının da oluştuğundan bahsedebiliriz. Sebastio Salgado’nun kendisini bir fotoğrafçı olarak daha iyimser konulara yönelttiği sonraki döneminde, Wenders ve belgesel ekibiyle gittiği Endonezya’daki yerli halkın dansları ve o sırada çıkardığı seslerden oluşan görüntüler, non-diegetic olarak eklenen müzikle birleştirilerek, belgeselin sonunda da tekrar karşımıza çıkan bir leitmotif oluşturmuştur. Bir diğer şiirsel anlatımı, 1991’de Kuveyt’teki petrol yangınlarını fotoğraflamaya giden Salgado’nun seçtiği karelerde de görmekteyiz. “Dev bir tiyatroda çalışmak gibiydi” cümlesiyle kendi fotoğraflarına yaptığı yorumla, oradaki itfaiyecilerin petrol yangınlarıyla nasıl başa çıktıkları hakkında yine ara ara kendi yarı opak görüntüsü fotoğraflarının üzerine yansıtılırken izleriz. Salt Of The Earth, kullandığı belgesel modları ve modelleriyle sonu ve başını Sebastio Salgado’nun hayat hikayesine bağlayan bir anlatım oluşturmakta ve izleyicisini dünyada gerçekten var olan olayların, toplumların fotoğrafçı tanığının yaşamını sunarak ikna etme, inandırma yoluna gitmektedir. Sonuç Belgesel yapımının 21. Yüzyılda kitleler üzerindeki inandırıcılık etkisi, teknik imkanların gelişmesiyle arttırılmaktayken, bu teknik gelişmeler izleyicinin filmin gerçekliğinden daha fazla şüphe duymasına da neden olmaktadır. Sinemanın görsel bir dil olduğunu ve gösteren-gösterilen ilişkisiyle verilmek istenen her mesajı kolaylıkla kodlayabilip izleyicinin algısını şekillendirebildiği düşünüldüğünde, belgesellerin de bu görsel kodlardan uzaklaşarak sunduğu bir gerçekten söz edilemez. Walter Benjamin’in deyimiyle “sanat eserinin biricikliğini” kopyalayarak bozan, gerçeği iki katmanlı bir biçimde, yönetmen Wim Wenders ve fotoğrafçı Sebastio Salgado üzerinden aktaran Salt Of The Earth belgeselindeki gerçekliği de bütün bu sürece tabi olduğunu görebilmekteyiz. Fiziksel gerçekçilik olarak “kameranın önünde gerçekte ne olduğu” 4 izleyiciye hem Salgadonun hem Wenders’in kamerasına seçtikleri üzerinden gösterilirken, psikolojik gerçekçilik iddiasını, Salgado’nun kendisine sosyal aktör olarak seçtiği kabile halkalarının, savaştan ve açlıktan kaçmaya çalışan insanların duygularını yansıtan fotoğraf kareleriyle hissederiz. Wenders’ın bu etkileyiciliği arttıran siyah beyaz renk tercihi ve müzik kullanımı da belgeselin duygusal gerçeklikle ilişkisini kurarak seyirci üzerinde inandırıcı bir etki bırakmaktadır. Belgeselin gerçeklikle olan ilişkisi, onun bir yeniden üretim aracı olma özelliğinin üstünü örtebilmektedir. Ancak, sinemanın kitlelerle kurduğu iletişiminin, gerçek atmosferi, ya da “sanat eserinin biricikliğini” zedeleyen bir üretim aşamasından geçtiğini unutmamak gerekir. Sinema sanatı, uygarlık tarihine bakıldığında, modern döneme ait bir araç olarak karşımıza çıkar, bu sebeple varlığını sağladığı noktalar da modernleşmenin ekonomik, siyasal, kültürel ve toplumsal sonuçlarıyla iç içedir.
Minh-ha T. Trinh, Documentary Is/Not a Name, 1990. Benjamin, Walter, Pasajlar, Çev.Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yay:İstanbul, 2016. 3 Nichols, Bill, Introduction To Documentary, How can we differentiate among Documentaries? Indiana University Press. 1 2
49
50