Yapım ekibinden ilk ölen kurgucu olacak. Kendini henüz hasta hissetmiyor ve şimdi sahada da değil. Zaten oraya yalnızca bir kez, çekimler başlamadan önce gitmişti. Hem ormana bir göz atmak hem de görüntülerini kurgulayacağı insanlarla tanışıp el sıkışmak için: semptomsuz aktarım. Döneli bir haftadan fazla oldu, şimdi kurgu stüdyosunda tek başına oturuyor, gayet de iyi hissediyor kendini. Üzerindeki tişörtte, KAHVE GİRER DEHA ÇIKAR yazıyor. Klavyede bir tuşa basıyor, küçük çalışma yerini neredeyse tamamıyla dolduran otuz iki inçlik ekranda görüntüler beliriyor. Açılış fragmanı. Önce yapraklar kaplıyor ekranı; meşeyle akçaağaç, ardından tam da başvuru formunda belirttiği gibi “kahverengi” tenli bir kadının görüntüleri geliyor. Kadının, teni gibi gözleri de koyu ve turuncu renkli spor atletine sığmayan kocaman göğüsleri var. Her biri tek tek, özenle yerleştirilmiş gibi duran bukleli siyah saçları kafasında bir kütle halinde duruyor. Ondan sonra panoramik bir dağ manzarası çıkıyor; ülkenin kuzeydoğusunun gurur kaynağı, yaz ortasında bile yemyeşil, ışıl ışıl dağlar. Ardından bir tavşan beliriyor ekranda, her an fırlayıp gitmeye hazır. O bir tarlanın içinde seke seke kaybolduktan sonra kazınmış kafası güneşin altında mika gibi parlayan beyaz, genç bir adam çıkıyor. Bir de yakın çekim görüyoruz onu; keskin, mavi gözleriyle sertçe bakıyor. Sonra üstünde ekose gömlek olan, Ko5
Alexandra Oliva
reli, ufak tefek bir kadın çıkıyor. Bir dizinin üstüne çökmüş, elinde bir bıçak, yere bakıyor. Onun arkasında, panter karası yüzünde bir haftalık kirli sakalıyla uzun boylu, kel kafalı bir adam beliriyor. Kamera zum yapıyor. Kadın bir tavşanın derisini yüzmekte. Ardından kara tenli adamın görüntüsü çıkıyor yine ama bu kez kirli sakal yok. Objektife kilitlenmiş koyu renk gözleri sakin ve kendinden emin. Bakışları kazanmaya geldim diyor. Sonra bir nehir. Ardından, bütün cephesi nokta nokta likenlerle kaplanmış, boz bir kayalık, daha sonra beyaz bir adam daha ama bunun saçları kızıl. Kayalığa yapışmış halde duruyor ama kare öyle ayarlanmış ki, onu asılı kaldığı yere bağlayan ipin görüntüsü solduğu için incecik bir çizgi gibi kaybolmuş kayalıkta. Bir sonraki resim açık tenli, sarışın bir kadına ait. Kahverengi çerçeveli, kare şeklindeki gözlüklerinin ardında ışıl ışıl bir çift yeşil göz. Kurgucu resmi dondurup bekliyor. Bu kadının gülümseyişinde ve kameradan uzaklara attığı bakışında hoşuna giden bir şey var. Diğerlerinden daha sahici birine benziyor. Belki de daha iyi rol kestiğinden ama olsun, kurgucunun hoşuna gidiyor, rol kesmeyi o da biliyor sonuçta. Yapım ekibinden çekimler gelmeye başlayalı on gün oldu ve kurgucu bu kadını favorisi belledi bile. Hayvansever sarışın, hevesli öğrenci. Durup kadının o doğal tebessümünü incelemeye koyuluyor biraz daha. Elinde, kesip yapıştırabileceği o kadar çok açı var ki… Seçmek ona kalsaydı tabii. Stüdyonun kapısı açılıyor. İçeri uzun boylu, beyaz bir adam giriyor. Saha dışı yapımcısı. Gelip başında dikilirken kurgucu kaskatı kesiliyor. “Zoo*’yu bu kez nereye koydun bakayım?” diye soruyor yapımcı. * Sam adlı yarışmacı yaban hayat barınağı ve rehabilitasyon merkezinde çalıştığından yapım ekibi İngilizcede hayvanat bahçesi anlamına gelen “zoo” kelimesini, kendisine lakap olarak takmıştır. (e. n.)
6
Son
“Avcı’nın arkasına,” diyor kurgucu. “Kovboy’un önüne.” Yapımcı başını düşünceli düşünceli salladıktan sonra bir adım geri çekilip ekrana bakıyor. Mavi, gıcır gıcır bir gömlek, benekli sarı bir kravat vekot pantolon giymiş. Kurgucu da en az yapımcı kadar beyaz tenli ama güneşe çıkınca kararan cinsten. Kurgucunun soyağacı biraz karmaşık. Ezelden beri, etnik kökeni sorulduğunda hangi kutucuğu işaretleyeceğini bilememiş, her seferinde mecburen beyazı seçmiş. “Havacı ne âlemde? Bayrağı ekledin mi?” diye soruyor yapımcı. Kurgucu sandalyesinde dönüp ona bir bakış atıyor. Arkadan vuran bilgisayarın ışığı siyah saçlarının etrafında pürüzlü bir hale şeklini alıyor. “O konuda ciddi miydin gerçekten?” diye soruyor nihayet. “Kesinlikle,” diye karşılık veriyor yapımcı. “En sona kimi koydun bu arada?” “Yine Marangoz Bebek var, ama…” “Yine o olmasın.” Kurgucu tam, iyi de ne zamandır bunun için uğraşıyorum, diyecek oluyor, son anda vazgeçip susuyor. Dünden beri açılış fragmanının üzerinde çalışmış, üstüne üstlük daha hafta finaline başlamamış bile. Onu uzun bir günün beklediği belli oldu. Uzun bir gece hatta. Sinirle geri dönüyor ekranına. “Ben de Bankacı ya da Siyahi Doktor’la bitiririm diye düşünüyordum,” diyor. “Bankacı’yı yap,” diyor yapımcı. “Sen güven bana.” Bir anlık duraksamanın ardından, “Dünkü çekimleri gördün mü bu arada?” diye soruyor. Haftada üç bölüm, sıfır stok. Canlı yayınlasalar daha iyi. Bu 7
Alexandra Oliva
böyle gitmez diye geçiriyor kurgucu içinden. “İlk yarım saatine falan bakabildim.” Yapımcı kahkahayı patlatıyor. Monitörün ışığında dişleri sarı sarı görünüyor. “Maden bulduk, maden,” diyor. “Garson Kız, Zoo, dur bakayım, bir de kim vardı…” Bir süre durup düşünüyor, hatırlayınca parmaklarını şıklatıyor. “Hah, Kovboy. Görev’i zaten zamanında bitiremediler, bir de üstüne…” –havada parmaklarıyla tırnak işareti yaparak– “‘cesedi’ görünce kafayı yedi Garson Kız. Nefes nefese kaldı, ağlamaya başladı. Sonra Zoo da çileden çıktı.” Kurgucu oturduğu yerde huzursuzca kıpırdanıyor. “Yarışmayı mı bıraktı yoksa?” diye soruyor. Düş kırıklığından yüzü yanıyor şimdi. Oysaki Zoo’nun zaferini kurgulamayı dört gözle bekliyordu. Zafer olması da şart değildi; finalde mağrur bir yenilgi de yeterdi. Avcı’yı tek başına alt etmesi mümkün görünmüyordu zaten. Havacı’nın önceki gün burkulan bileği işlerini zora sokmuştu. Avcı ise alabildiğine güçlü, becerikli ve istikrarlı gidiyordu. Kazanması kaçınılmaz görünüyordu ama bir kurgucu olarak onun görevi de Avcı’nın zaferini garanti değilmiş gibi göstermekti ve bunun için Zoo’yu kullanmayı planlıyordu. İkisini birlikte kurgulamayı, zıtlıklardan sanat yaratmayı seviyordu. “Hayır, bırakmadı,” diyor yapımcı, kurgucunun omzuna şaplağı indirirken. “Ama çok fenaydı çok.” Kurgucu bir an Zoo’nun ekrandaki nahif görüntüsüne, o yeşil gözlerdeki sevecenliğe bakakalıyor. İşlerin bu noktaya gelmesi hiç hoşuna gitmiyor. Bunu ona konduramıyor. “Kadın, Garson Kız’a bağırdı,” diye devam ediyor yapımcı anlatmaya, “işte, kaybetmemizin sebebi sensin de, bir de üstüne 8
Son
ağlıyorsun da falan. Muhteşemdi yani. Hemen arkasından özür diledi kızdan ama olsun. Sen de görürsün zaten.” En iyiler bile bozabilir kendini diye düşünüyor kurgucu. Programın amacı da bu zaten: Yarışmacıları bozmak. Ringe çıkan on iki yarışmacıya bunun bir hayatta kalma oyunu olduğunu, bir yarış olduğunu söylemişlerdi. Bunlar da doğru tabii ama yine de… Yarışmanın onlara bildirilen ismi bile aldatmacaydı. Sözleşmenin bir yerinde, küçük harflerle yazıyordu da. Yarışmanın adı Orman değil Karanlıkta olacaktı. “Her neyse, fragmanın güncellenmiş halinin öğlene kadar bitmesi gerekiyor,” diyor yapımcı. “Biliyorum,” diyor kurgucu. “Tamam o zaman. Ben de hatırlatmak için söylemiştim zaten.” Yapımcı parmaklarıyla tabanca yapıp kurgucuya bir el ateş ediyor, sonra da çıkmak üzere arkasını dönüyor ama sonra vazgeçip bir daha ekrana bakıyor. Görüntü enerji tasarrufu modunda hafifçe kararmış ama Zoo’nun yüzü hâlâ seçilebiliyor. “Şuna bak, nasıl da gülümsüyor,” diyor yapımcı. “Zavallı şey, onu neyin beklediğinden haberi yoktu.” Biraz acıma biraz da neşe karışımı kısa bir kahkaha atıyor, ardından da çıkıp gidiyor. Kurgucuysa bilgisayarına dönüyor, Zoo’nun gülümseyen yüzünü aydınlatmak için fareyi hareket ettiriyor, sonra yeniden işe girişiyor. Açılış fragmanını bitirdiğinde kemiklerine kadar işleyen bir yorgunluk çökecek üzerine. İlk öksürük, hafta finalini tamamladığında, yani yarın sabah gelecek. Sonra da, akşama kalmadan erken bir veri numunesine, patlamadan önceki bir işarete dönüşecek. Uzmanlar ne olup bittiğine kafa yoracaklar tabii ama anlayacak kadar zamanları olmayacak. Bu her neyse, vurmadan 9
Alexandra Oliva
önce bekleyen bir şey. Evvela arka koltukta saklanan, sonra aniden direksiyonun başına geçip arabayı dosdoğru uçuruma süren bir şey. Bu arada uzmanların çoğuna da bulaşmış durumda. Yapımcı da ölecek elbette; beş gün sonra... 400 metrekarelik evinde bir başına, zayıf düşmüş ve terk edilmiş bir halde ölecek. Ömrünün son anlarında, dili, burnundan damlayan kana gidecek istemsizce, ağzı o kadar kurumuş olacak işte. O zamana kadar açılış haftasının ilk üç bölümü de yayınlanmış olacak; hatta sonuncusunu her şeyden habersiz, flaş habermiş gibi araya girecekler. Fakat çekimler şu anda bile devam ediyor. Yapım ekibi bölgeyi boşaltmaya çalışıyor ama yarışmacılar Solo’larda ve bütün ekip de onların peşinde. Acil durum planları vardı ama böyle bir şey için değildi hiçbiri. Çocukların desen çizmek için kullandığı spiral cetveller gibi: Desenini çizmeye bir güzel başlarsın ama elin bir kayar, ortaya uçuk kaçık şekiller çıkar. Şimdi bir beceriksizlik ve panik havası hâkim. Başlangıçtaki iyi niyet gitmiş, yerine can derdi gelmiş. Kimse tam olarak ne olup bittiğini bilmiyor. Kimse nerede hata yapıldığını bilmiyor. Ama yapımcı, ölmeden önce en azından şu kadarını biliyor olacak: Ters giden bir şeyler var.
10
1. Küçük dükkânın kapısı çerçevesinden ayrıldı ayrılacak. Erzak bulma umuduyla içeri giren ilk kişi olmadığımı bildiğimden adımlarımı dikkatlice atıyorum. Eşiğin hemen ardında bir karton yumurta devrilip yere saçılmış. En son buluşmadan beri gelen giden olmamış herhalde ki, etrafı yoğun bir çürük yumurta kokusu sarmış. Ancak dükkânın geri kalanı da yumurtalardan farklı değil. Raflar genelde talan edilmiş, sağda solda devrilmiş tabelalar var. Tavanın köşesindeki kamera girer girmez dikkatimi çekiyor ama kafamı kaldırıp bakmıyorum ve içeri birkaç adım atmamla birlikte genzime iğrenç bir koku hücum ediyor. Tanıdık bir koku bu; çalışmayan buzdolabının içinde bozulmaya başlamış süt ürünlerinin kokusu. Burnuma bir koku daha geliyor ama onu olabildiğince duymazdan gelip etrafı aramaya girişiyorum. İki koridorun arasına mısır cipsleri saçılmış ama birileri üzerine basıp geçmiş. Bıraktığı ayak izinden belli. Postal izine benziyor. Erkeklerden birinin herhalde ama Cooper’ın olamaz. Dediklerine bakılırsa yıllardır postal giymemiş. Julio’nun belki de. Çömelip yerden bir cips alıyorum. Hâlâ tazeyse, buradan yakın 11
Alexandra Oliva
zamanda geçtiğini öğrenmiş olurum en azından. Cipsi parmaklarımın arasında eziyorum. Taze falan değil, bayat. Bundan da bir şey çıkmadı. Cipsi yesem mi diye düşünmeye başlıyorum. Kulübeden beri, yani hastalandığımdan bu yana, boğazımdan tek bir lokma geçmedi ve bu, günler önceydi, hatta bir hafta oldu belki, bilemiyorum. O kadar açım ki artık açlığımı bile hissedemeyecek hale geldim. Yine o kadar açım ki bacaklarıma zor söz geçiriyorum. Ne zaman bir taşa veya ağaç köküne takılıp düşsem buna kendim de şaşıyorum. Yani taştır, köktür, hepsini görüyorum, üzerlerinden atlamaya da çalışıyorum, daha doğrusu üzerlerinden atlıyorum sanıyorum ama ayağım son anda takılıyor ve ben yere kapaklanıyorum. Kamera geliyor aklıma, kocamın beni yerlerden cips çöplenirken seyrettiğini hayal ediyorum. Değmez bunlara. Bana muhakkak dişe dokunur bir şeyler saklamışlardır. Cipsi bırakıp ayağa kalkıyorum ve kalkmamla birlikte başım dönmeye başlıyor. Dengem geri gelene kadar duruyorum, sonra manav kısmına doğru yürüyorum. Bir sürü çürük muz ve pörsümüş kahverengi şeyin –elma mıymış bunlar?– önünden geçiyorum. Ben onlara bakıyorum, onlar bana. İlk kez o zaman hissediyorum açlığımı. Hemen ardından, bunca yiyeceği sırf bir atmosfer yaratacaklar diye heba etmelerine kızıyorum. Nihayet alt raflardan birinde bir pırıltı görüyorum. Bakmak için çömelirken boynumda asılı pusula yere düşüyor. Yerden alıp gömleğimle sporcu sutyenimin arasında bir yere sıkıştırırken alt tarafındaki o gök mavisi noktanın neredeyse tamamen silinmiş olduğunu fark ediyorum. Kendime böyle şeylerin bir önemi olmadığını hatırlatmaktan usanmışım artık; muhtemelen al buna 12
Son
mavi bir nokta yap dedikleri stajyer çocuğa ucuz boya vermişlerdir de ondandır, ne olacak başka? Kafamı iyice yere eğip bakıyorum. Rafın altında bir fıstık ezmesi kavanozu duruyor. Kapağın hemen altından başlayan küçük bir çatlak, etiketteki ORGANİK yazısının O’sunda bitiyor. Tabii ki fıstık ezmesi bırakacaklar; fıstık ezmesinden nefret ediyorum da ondan. Yine de kavanozu sırt çantama atıyorum. Dükkânın ayakta durmayı başaran soğutma dolapları, kalan birkaç kutu biranın dışında boş. Biraz da su olsaydı bari. Mataralarımdan biri boşaldı, diğerinin de ancak çeyreği falan dolu. Diğerlerinden, buraya benden önce gelenler olmuştur herhalde ama onlar en azından sularını içmeden önce kaynatmayı akıl etmişlerdir; benim gibi ormanda tek başına günlerce kusa kusa dolaşmak zorunda kalmamışlardır. O ayak izini kim bıraktıysa –Julio mudur Elliot mıdır yoksa ismini hatırlayamadığım Asyalı oğlan mıdır, hangisiyse artık– dükkândaki sağlam şeyleri de almış belli ki. Sona kalmanın cezasıysa çatlak bir kavanoz fıstık ezmesi. İçeride bakmadığım tek bir yer kaldı. O da kasanın arkası. Fakat orada beni neyin beklediğini tahmin edebiliyorum. Unutmaya çalıştığım o koku yine vuruyor burnuma: Çürümüş et ve hayvan dışkısı. Biraz da formaldehit var sanki. İnsan ölüsü olduğunu sanayım diye koydukları koku. Gömleğimi burnuma bastırıp kasaya yaklaşıyorum. Tam da beklediğim yerde, tezgâhın arkasında sırtüstü yatmış. Bu seferkinin üstüne keten gömlek ve kanvas pantolon giydirmişler. Gömleğimi burnumdan çekmeden atlıyorum üstünden, tezgâhın arkasına geçiyorum. Ayağımı yere basmamla birlikte bir sinek sürüsü havalanıp taarruza kalkışıyorlar. Ayaklarını, kanatlarını, an13
Alexandra Oliva
tenlerini tenimde hissediyorum. Nabzım hızlanıyor, gömleğimin altından verdiğim nefesim gözlüklerimde buğu yapıyor. Bu da bir Görev. Başka bir şey değil. Yerde karışık çerez paketi görüyorum. Onu da alıp sözde cesedin üzerinden ve sineklerin arasından geri çıkıyorum. Oradan da çatırdayıp gıcırdayan kapıdan dışarı atıyorum kendimi. Ellerim dizlerimde, gözlerim kapalı, “Siktirin gidin,” diyorum fısıltıyla. Bu kısmı kesmeleri gerekecek ama gerçekten siktirip gitmelerini istiyorum. Küfür etmek kurallara aykırı değil ya. Dışarıda rüzgâr yüzüme vuruyor ama ormanın esintisini alamıyorum. Burnumda bir tek o leş kokusu var. İlkinin kokusu bunun kadar berbat değildi ama yeniydi o. Demek ki hem kulübede bulduğumun hem de bunun daha eski olmasını istemişler. Burnumu rüzgâra tutup sümkürmeye çalışıyorum ama bu kokunun saatlerce gitmeyeceğini de biliyorum. Vücudum ne kadar kaloriye gereksinim duyarsa duysun, bu his gidene kadar hiçbir şey yiyemem. Artık hareket etmem, buradan olabildiğince uzaklaşmam gerekiyor. Hem su da bulmam lazım. Kendime bunları söyleyip duruyorum ama dönüp dolaşıp aynı düşünce geliyor aklıma: kulübe ve dükkândaki o şey. Mavi kıyafetlere sardıkları oyuncak bebek. Bu aşamanın ilk gerçek Görev’i bilincimi sürekli zehirleyen bir anıya dönüşmüş durumda. Kendi kendime, düşünme bunları, diyorum. Diyorum da işe yaramıyor. Birkaç dakikaya kalmadan rüzgâr, bebeğin çığlıklarını getiriyor yine. Ve sonra… Yeterse yeter… Pes ediyorum; siyah sırt çantamı indirip çerez paketini içine koyuyorum, gözlüğümün camlarını montumun altına giydiğim mikrofiber kumaşlı tişörtüme siliyorum, çantayı omzuma atıyorum. 14
Son
Sonra Kanguru gittiğinden beri ne yapıyorsam onu yapmaya başlıyorum: Yürürken etrafta İpuçları aramaya koyuluyorum. Ona Kanguru diyorum çünkü kameramanlar bize isimlerini söylemiyordu ve bunun sabah uykudan yeni uyanmış halleri zihnimde yıllar önce Avustralya’da yaptığım kamp gezisinin anılarını canlandırmıştı. Gezinin ikinci günü, sabah Jervis Körfezi’ndeki çadırdan çıkar çıkmaz, çimenlerin üstünde oturmuş bana bakan boz renkli bir bataklık kangurusuyla karşılaşmıştım. Aramızda iki metre ya vardı ya yoktu. Gece lenslerimle uyuduğum için gözlerim kaşınıyordu ama hayvanın yanağı boyunca uzanan açık renkli çizgiyi görebiliyordum. Ne de güzeldi. Ben orada hayranlık içinde kalakalmışken o da beni meraklı ve temkinli bakışlarla süzmüştü. Yaptığım benzetme pek doğru olmuyor aslında, farkındayım. Bizim insan Kanguru, o sabah gördüğüm keseli kadar yakışıklı değil ve mesela yan çadırdan biri çıkıp, “Kanguru!” diye bağıracak olsa zıplaya zıplaya gidecek de değil ama ekipten ilk karşılaştığım insan ve bir günaydın bile demeden kamerasını gözüme sokan hep o oluyordu. Ayrıca bizi grup kampında bıraktıktan sonra yeniden ortaya çıkıp hepimizin tek tek özel çekimlerini yapan da o olmuştu. Onu Solo Görevler’in üçüncü gününe kadar her sabah karşımda görmeye o kadar alışmıştım ki, güneş onsuz doğduğunda, gökyüzünü onsuz geçtiğinde ve onsuz battığında, er geç olacaktı zaten, diye düşünmüştüm. Uzun süreler tek başımıza kalacağımız ve bizi uzaktan takip edecekleri sözleşmede yazıyordu. Yani ben buna hazırlıklıydım ve işin içinde, açıkça değil de gizli kapaklı gözetlenip yargılanmak olsa bile dört gözle bekliyordum. Şimdiyse, Kanguru, ağaçların arasından çıksa da yine peşime düşse diye hayal kuruyorum. 15
Alexandra Oliva
Yalnızlıktan o kadar sıkıldım ki. Yaz sonundayız, akşamüzeri güneş inişe geçmiş. Etrafımdaki sesler katman katman: sürüyerek ilerleyen ayaklarımın sesi, bir ağaçkakanın yakında bir yerden gelen tıkırtısı, yaprakları okşayarak geçen rüzgârın hışırtısı. Sonra koroya başka bir kuş daha katılıyor, cikcikcikciiikcik diye tatlı tatlı ötmeye başlıyor. Ağaçkakanı tanımak kolaydı ama bunu çıkaramadım. Susuzluğumu biraz olsun unuturum diye kafamda canlandırmaya çalışıyorum. Küçük bir kuş olmalı. Parlak renkli bir şey. Gözümün önüne hiç var olmayan bir kuş geliyor: yumruğumdan küçük, kanatlar parlak sarı, kafası ve kuyruğu mavi, göğsü alev kırmızısı. Erkek tabii. Bunun dişisi de diğer kuş türlerinde olduğu gibi sıradan, kahverengi bir şey olmalı. Alev kuşunun cıvıltısı yavaş yavaş uzaklaşıyor, nihayet koroyu yalnız bırakıp gidiyor. Susuzluğum da var gücüyle dönüyor. Onunla birlikte şakaklarımda bir zonklama hissediyorum. Neredeyse boşalmış mataramı tutup tartıyorum, elimi kapağına sarılmış mavi bandananın üzerinde gezdiriyorum. Vücudumun birkaç gün susuz kalabileceğini biliyorum ama ağzımın kuruluğuna dayanamıyorum. Yavaşça bir yudum alıyorum, sonra dilimi, bir damlası bile ziyan olmasın diye dudaklarımın üzerinde gezdiriyorum. O an ağzıma kan tadı geliyor. Elimi dudaklarıma götürüyorum; başparmağımın içine kan bulaşmış. Sonra parmağım kurumuş üstdudağımdaki çatlağın üzerinde duruyor. Kim bilir ne kadar zamandır orada. Şu an tek önceliğim su. Saatlerdir yürüyorum herhalde. Gölgem dükkândan çıktığımdan beri uzuyor. Birkaç evin önünden geçtim ama ne bir mağazaya ne de maviyle işaretlenmiş bir binaya rastladım. Cesedin kokusuysa hâlâ burnumda. 16
Son
Bu arada gölgemin diz kısmına basarak yürümeye çalışıyorum. Biliyorum, mümkün değil bu ama en azından kafamı dağıtmamı sağlıyor. Hatta bunda o kadar başarılı oluyor ki, yanından geçtiğim posta kutusunu bile son anda fark ediyorum. Kapı numarası renk renk pullarla yazılmış, alabalık şeklinde ahşap bir posta kutusu bu. Onun hemen yanından, akmeşelerin ve tek tük huş ağaçlarının arasından bir garaj yolu uzanıyor ama yolun sonundaki evi göremiyorum. Gitmek istemiyorum oraya. En son, gök mavisi balonlarla dikkatimi çeken o mavi, masmavi kulübeye gitmiştim; oradan beri hiçbir eve girmedim. O anda ilk aklıma gelen, kulübenin içindeki loş ışık ve beni izleyen oyuncak ayı oluyor. Yapamam. Suya ihtiyacım var. Aynı numarayı bir daha yapacak değiller ya. Nihayet garaj yolunda yürümeye başlıyorum. Adımlarım sert, ayaklarım birbirine dolanıyor. Ağaçların gövdesinde bir belirip bir kaybolan gölgem de benim kadar hızlı ve sarsak. Çok geçmeden, kirli beyaz boyası dökülmek üzere olan, Tudor tarzı kocaman bir malikâne çıkıyor karşıma. Evin hemen önündeki bahçeyi ot bürümüş. Çocuk olsam perili diyeceğim bir ev bu. Dışarı park edilmiş kırmızı renkli bir cip ön kapıyı tamamen örtmüş. O kadar uzun zamandır yayanım ki, cip gözüme başka dünyalardan gelen bir yaratık gibi görünüyor. Araba kullanmak yasak demişlerdi ve bunun rengi de mavi değil ama burada böyle durduğuna göre bir anlamı olmalı. Cipe doğru yavaşça ilerlerken, belki arkasında su falan vardır diye düşünüyorum. O zaman içine girmeme gerek de kalmaz. Arabanın her yeri kurumuş çamurla kaplı; böyle saçıldığına bakılırsa epey ıslak bir şeymiş. 17
Alexandra Oliva
Toz toprak değil yani, basbayağı kuru çamur bu. Dikkatli bakınca psikologların mürekkep lekesi testlerine benziyor ama ben şekil falan göremiyorum. Cikcikcik, sesini duyuyorum. Ciiikcik. Benim alev kuşum dönmüş. Sesin nereden geldiğini anlamak için kafamı çeviriyorum ve o anda başka bir ses daha ulaşıyor kulağıma: akan suyun şırıltısı. Bir rahatlama geliyor bana. Arabaya girmek zorunda değilim. Posta kutusunun amacı da beni dereye getirmekmiş demek. Belki o olmadan da duyardım sesini ama o kadar yorgun, o kadar susuzum ki. Dikkatimi görüntülerden seslere çekmek için o kuşa ihtiyacım varmış. Kendi etrafımda bir tur dönüp, akan suyun sesini takip etmeye başlıyorum. Kuş bir kez daha cıvıldıyor, dudaklarımı kıpırdatarak, Teşekkür ederim, diyorum. Dudağımdaki yarık sızlıyor. Dereyi bulmaya çalışırken annem geliyor aklıma. Posta kutusunun öyle ya da böyle karşıma çıkacağını düşünmüştür diyorum kendi kendime ama o buna bir yapım ekibi numarasından öte anlamlar vermiştir. Sigaradan duman altı olmuş salonunda otururken canlanıyor gözümde. Televizyonda beni seyrederken her başarımı bir tasdik etme, her düş kırıklığımı bir ders olarak yorumladığını hayal ediyorum. Hep yaptığı gibi, benim deneyimlerimden kendine de pay çıkararak tabii çünkü sonuçta o olmasa ben de olmazdım ve bu kadarı bile yeterlidir onun için. Elbette babam da geliyor aklıma; evimizin yanındaki fırınında, turistleri ikramlıkları ve taşra esprileriyle büyülerken, bir yandan da sigara kokan, otuz bir yıllık karısını unutmaya çalıştığını düşünüyorum. Beni o da izliyor mudur acaba? Sonra dereyi görüyorum; araba yolunun sağında bir yerde, 18
Son
cılız ama güzel bir şey. O an bütün duyularım uyanıyor, içim bu kurtuluş hissiyle dolup titriyor. Avuçlarımı birleştirip o soğuk ıslaklığı dudaklarıma götürmeye can atıyorum. Fakat önce mataramdaki sıcak sıvıyı bitireyim diyorum. Belki bu kadar beklemeyip içsem daha iyi olurmuş; suyunu sakladı diye susuzluktan ölen insanlar var ama bu, güneşin insanın iliğini kuruttuğu sıcak iklimlerde oluyor. Buralarda değil. Matarayı bitirdikten sonra, bir çamur birikintisi ya da hayvan leşi var mıdır diye bakmak için dere boyunca ilerliyorum. Yine hasta olmak istemiyorum. Böyle on dakika kadar yürüyorum, bir yandan da evden iyice uzaklaşıyorum. Çok geçmeden, hemen kenarında devrilmiş bir ağacın yattığı, sudan beş-altı metre içeride bir açıklığa geliyorum ve alışkanlık gereği çalı çırpı toplamaya koyuluyorum. Topladıklarımı dört gruba ayırıyorum. En soldakiler kurşunkalem kalınlığında, en sağdakilerse bileğim kadar. Nihayet, beni birkaç saat idare edecek kadar yığınla bir huş ağacının kurumuş kabuklarından topluyorum; bunları da çıra olarak kullanmak üzere, ince ince kıyıp sert bir kütüğün üzerine yayıyorum. Kemerime takılı karabinalardan birini çıkarırken çakmağım kayıp güneşten ve kirden kararmış elime düşüyor. Turuncu renkli bir kordona tutturulmuş çakmak, bir anahtarla bir flash diskin karışımı bir şeye benziyor. İlk Görev’de, yeteneğimle ve biraz şansla elde ettiğim zaman da aynı şeyleri düşünmüştüm ama bu, kameraların sürekli ortalıkta dolaştığı, heyecanın eksik olmadığı İlk Gün olmuştu. Birkaç kez çaktıktan sonra çıradan duman tütmeye başlıyor. Bunları yavaşça bir avcumun içine alıp üflüyorum; önce biraz daha duman çıkıyor, ardından ilk cılız alevler baş gösteriyor. Çak19
Alexandra Oliva
mağı hızla belime takıp yanan çırayı iki elimle tutuyorum ve yerde yaptığım açıklığın ortasına koyuyorum. Çıra ekledikçe alevler büyüyor, duman burun deliklerime doluyor. Alevi beslemeye en cılız dallarla başlıyorum, yavaş yavaş daha kalınlarına geçiyorum. Ateş birkaç dakika içinde topluyor gücünü. Gerçi alevler otuz santimden daha yüksek değil, yani kameraya güzel bir görüntü vermezler ama olsun, benim istediğim de işaret ateşi yakmak değil, ısınmak. Çantamdan paslanmaz çelik kupamı çıkarıyorum. Üstü çentik çentik olmuş, dibi de biraz yanmış ama hâlâ sağlam. İçine su doldurduktan sonra ateşin üstüne koyuyorum ve suyun ısınmasını beklerken, zorla da olsa, bir parmak fıstık ezmesi atıyorum ağzıma. Bunca zamandır yemek yemeyince en sevmediğim şey bile ilaç gibi gelir diye düşündüm ama yoğun, tuzlu, iğrenç bir şey bu, damağıma da yapışıp kalıyor. Onu oradan, kurumuş dilimle çıkarmaya çalışırken, köpeklerin de aynen böyle yaptığını hatırlayıp gülümsüyorum. Başvuru formuna alerjim var diye yazsaydım başka bir şey bırakmak zorunda kalırlardı. Ya da beni hiç seçmezlerdi belki. Beynim, seçilmeseydim ne değişirdi, şimdi nerede olurdum gibi şeyleri düşünemeyecek kadar yorgun. Su nihayet kaynıyor. Mikropların ölmesi için birkaç dakika daha bekledikten sonra kupayı montumun iyice yıpranmış koluyla tutup ateşten alıyorum. Kabarcıkların bitmesiyle birlikte kaynar suyu mataralardan birine boşaltıyorum. İkinci kupa daha çabuk kaynıyor ve matara üçüncü seferde doluyor. Kapağını iyice sıktıktan sonra, su seviyesi ağzına kadar gelecek şekilde derenin çamurlu ve soğuk zeminine saplıyorum. Mavi bandana suda yüzüyor. İkinci matarayı doldurana kadar ilki soğuyor. Kupayı yine doldurup ateşe koyarken, biraz da ağzıma 20
Son
yapışmış fıstık ezmelerini temizlemek için, soğumuş mataradan yüz gram kadar içiyorum. Birkaç dakika bekledikten sonra yüz gram daha içiyorum. Böyle böyle, aralarda bekleyerek bütün matarayı bitiriyorum. Kupadaki yeni su kaynarken beyin hücrelerimin suya doyduğunu hissedebiliyorum. Başımın ağrısı da azalmaya başlamış. Böyle yapmaya gerek yok belki; dere berrak ve akışkan görünüyor. Suyun temiz olma ihtimali daha güçlü olabilir tabii ama ben de sonuçta bu ihtimale bir kez güvenip kaybetmiş biriyim. Son kupayı da mataraya boşaltırken göğün yağacakmış gibi karardığını görüyorum ve kendime bir barınak yapmadığımı fark ediyorum. Işık iyice azaldı, fazla zamanım da yok. Ellerimden güç alarak ayağa kalktığımda karnımın dolu olduğunu hissediyorum. Yine ağaçların arasına dalıp beş tane kalın dal topluyorum ve bunları devrilmiş ağacın rüzgâr vurmayan tarafında, uzundan kısaya doğru, tabanı girip kıvrılabileceğim kadar geniş bir üçgen şeklinde çatıyorum. Sonra çantamdan çıkardığım siyah çöp poşetini –Tyler’dan, beklemediğim ama çok makbule geçen bir veda hediyesi– üçgenin üstüne yayıyorum. Yerden topladığım kurumuş yaprakları plastik poşetin üstüne kucak kucak yığarken hayatta kalmanın kurallarını hatırlıyorum. Üçler kuralı. Yanlış bir hareket sizi üç saniyede öldürebilir; nefessiz kaldığınız zaman üç dakikada ölebilirsiniz; soğuktan üç saatte, susuzluktan üç günde ve açlıktan üç haftada ölebilirsiniz. Üç ay mıydı yoksa? Neyse ne, açlık şu anda en son derdim. Evet, kendimi güçsüz hissediyorum ama son yemeğimden bu yana o kadar da uzun zaman geçmedi. En fazla altı-yedi gün olmuştur, ki bu bile iyi. Ayrıca, gece yağmur yağsa da öldürecek kadar soğuk olmaz herhalde. Hatta kafamı sokacak bir yer ayarlayamasaydım bile, en fazla ıslak ve sefil olurdum, ölü değil. 21
Alexandra Oliva
Ama ıslak ve sefil olmak da istemiyorum elbette. Hem ne kadar yüksek bütçe ayırmış olurlarsa olsunlar, daha yeni yaptığım bir barınağın içine kamera yerleştirmiş de olamazlar. Yaprakları kucaklayıp serperken bozuk para büyüklüğünde bir kurtörümceği montumun kolundan yukarı çıkmaya başlıyor. İrkilip kolumu aniden savurunca başım dönüyor, bir an gözlerim kararıyor. Hemen ardından toparlanıp pazıma kadar tırmanmış olan örümceğe diğer elimle bir fiske vuruyorum. Hayvan yaprak yığının arasında kaybolurken çok da endişelenmediğimi fark ediyorum. Fazla zehirli değiller çünkü. Ardından barınağımın tepesinde yirmi-otuz santim kalınlığında, içeride de bir o kadar yükseklikte döküntü ve yaprak birikecek kadar devam ediyorum taşımaya. Nihayet barınağı birkaç kalın dalla daha destekledikten sonra dönüp bakıyorum ki ateş neredeyse sönmüş, kor olmuş. Dengem iyice şaştı bu gece. Ev yüzünden, diye düşünüyorum. Ev beni hâlâ korkutuyor çünkü. Küçük dalları kırıp ateşi beslerken barınağıma bakıyorum. Her tarafından dallar ve yapraklar fırlamış, alçak boylu, eğreti bir şey oldu. Oysaki barınaklarımı ne kadar yavaş ve dikkatli yapardım. Cooper’ınkiler, Amy’ninkiler kadar güzel olsunlar isterdim. Şimdiyse işe yaradılar mı yeter benim için. Gerçi düşünüyorum da, böyle yığıntı kulübeler hep birbirine benziyorlar aslında. Amy ayrılmadan önce yaptığımız büyük barınak hariç tabii. Çatısını sepet gibi ördüğümüz, hepimize yetecek kadar büyük, güzel bir şey olmuştu o. Randy kendi başına uyuyordu ya, neyse. Yeniden hayata döndürdüğüm ateşin başında oturup biraz daha su içiyorum. Güneş ortalıktan kayboldu, ay da yüzünü utangaç utangaç göstermeye başladı. Alevlerin pırıltısı gözlüğümün kir sıçramış sağ camından bir yıldız yağmuru gibi görünüyor. Beni yalnız bir gece daha bekliyor. 22