Mevzular Derin Fanzin Sayı : 8

Page 1


Otopark Yalım Aydın otoparka indiğimizde bir sigara yaktı. bıraktığını sanıyordum. halbuki onunla daha önce hiç konuşmamıştık. sadece denk geldikçe beni tanıdığını ima eden mimikler takınır, selamlaşmaya yakın ama o kadar da samimi olmayan bir hareket yapardı. buna rağmen beraber aşağı inme isteğimi reddetmedi. sigarasından bir nefes çektikten sonra, onu buraya neden davet ettiğimi sordu. planım hazırdı. kitaplar okuduğunu öğrenmiştim. birtakım kitaplar. şu çok satanlardan. ergen kız kitapları yani. ''ucuz romanlar''. edindim hepsini, tek kuruş bile vermedim çünkü onlarla kıçımı silmeye bile tenezzül edemem. bu ergen boklarını okuyan kim varsa ona gidip iki üç güzel söz söyledim. yaklaşık on kitabı ödünç alıp hepsini tahlil etmeye çalışarak okudum. çalışarak diyorum çünkü tahlil edilecek bir şey yoktu. ayrıca ilk kitaptan sonra tahlil çok da zor olmuyordu. tüm ucuz romanlar gibi bunların da olay örgüsü aldatma ve hile üzerine dayandığı için, genellemeler yapabilmiştim. karşımdaki sigarasını yarıladığında, ben onun sorusuna hala cevap vermemiştim. sorusuna bir buçuk dakika cevap alamayan bir kadının mekanı terketmemesi nasıl yorumlanırdı? bunu hiç bilmiyorum çünkü daha önce cevapsız bıraktığım tüm kadınlar siktiri çekip gitmişti. ben de daha fazla beklemedim. sıraladım. ilk başta çok satanların ilk kitabını saydım, olay örgüsünü, kitabın ufak bir eleştirisini falan. entellik tasladım yani. ardından ikinci kitaba geçtim, ardından üç, dört, beş... ağzı açık beni izliyordu ve ben de yazı yazarken hissettiğim gibi hissediyordum kendimi. hissetmiyordum yani. yazı yazarken de böyle olur, kelimeler, harfler, cümleler, noktalama işaretleri ve bilumum dil bilgisi kuralları böyle uygulanır tarafımdan. beşinciden sonra derin bir nefes aldım. konuşma sırasının ona geçtiğini ima ettim. kafası çalışan biriydi, sazı eline alıp konuşmaya başladı. mimiklerinde şaşkınlığını yeterince gösterdiğine inanıyordu, o yüzden kurduğu cümlelerden şaşkınlıktan eser yoktu. sanki az önce on dakikada beş best seller kitabı yorumlayan kişiyle konuşuyormuş değil de, kahvehanede faruk abiye çay söylüyormuş gibi konuşuyordu benimle. bu sefer ben de ağzım açık onu izlemeye başladım. zaten karşımda durması başlı başına bir sanatçı için ilham meselesiyken, her ne kadar değersiz de olsa bir sanatla ilgili konuşuyor olması, tüm ilham perilerini kıskandırıyordu. sözünü kestim.''neden bu ucuz kitapları okuyorsun?'' dedim. sanırım bütün her şeyi bok edecek bir cümleydi bu ama umrumda değildi. kendisinin her ne kadar hayranı olsam da edebiyat duruşumu bozamazdım. bir haftada on tane popüler kitap okuyunca bozuluyor muydu bukowski okumuşluğumuz? hahha. silindi mi sanki ekmek arası hafızamdan. neyse canım. ''ben bunlardan keyif alıyorum, sence bunlar değersiz mi?'' dedi. ve dünyanın tüm sahne ışıkları üzerime çullandı. vesselam kalakaldım öyle. güzel bir orta yapmıştı sağ kanattan ve benim kafa vuruşlarım iyi değildi. halbuki her zaman kendisine yerden orta yapmasını söylerdim. aslında bakarsanız bu ilk diyalogumuzdu ve sigarasını bitirmişti. yeni bir sigara çıkarırken bana da bir tane uzattı. aldım. ''bence ucuz romanlar, hatta roman bile diyesim gelmiyor bazen. hani süpermarketlerden kitap alan tipler olur ya, onlardan biri olduğunu düşünmek bana koyuyor.'' ''neden?'' ''çünkü ben..''


''çünkü sen ne?'' ''bunu sonra söyleyeceğim.'' ''pekala, ama şunu unutma ki ben de senin söylediklerini dikkate alıyorum.'' ''neden?'' ''çünkü ben de...'' ''sen de ne?'' ''bunu sonra söyleyeceğim.'' ''ama bu haksızlık'' ''seninki de öyle''

bu konuşmadan sonra sigaralarımızı içmeye devam ettik. sonra ani bir hayvani içgüdüyle elinden tuttum. yürümeye başladık. bütün sahil boyunca yürüdükten sonra bir kitabevi gördük. girdik ve ona dikkate alacağı şeyler söyledim orada. onu seviyordum ama bunu itiraf etmenin zamanı değildi. bütün modern sinemayı kıskandıracak bir kurguyla yapacaktım bunu.

Transparan Fiyasko Sarı sokak lambalarına bakarak, kalbimizin de ürpertisiyle; Dudaklarımız yanıncaya kadar çekmişiz sigaralarımızı içimize Bitmişiz biz, harap olmuşuz Dökülmüş, kırılmışız Oysa ki inandık iyi insanlar olduğumuza Yan gözle bakıldı benliğimize Referans gösteremedik hiç bir bedeni sevişmelerimize. Derecelendi cennet dertlerimizin şerefine! Mumlarımız söndü Oysaki saat On'u On geçiyordu daha, Subliminal bir güleryüz gibi... Yüz liramız olsa gülerdi yüzümüz, Cepkenimizde ağırlık yaptı kurşun. Biz de isterdik afilli cümlelerimiz olsun, Durduk yere sıkabilelim Sıkalım ki fiyakamız olsun! Ama bizimkiler kamyon arkası yazılar gibi olurdu, Sıktık ki fiyaskomuz olsun, Teyplerde çalınsın! Entel bir Meksikalı gibi - tıpkı onun dediği gibi yani Tarhanayı Jalapeno biberli severiz, Bobby Dilara dinler, Fransız kesim fötr şapkalar takarız. Kadife ellerimiz özelleştirilir, Ahlakımız transparan olmaya karar verir ve Şeffaflık kazanır tırnaklarımız Çünkü ancak böyle ölünürdü taksitle...

Mert Topuz


fili asmak Eren Burhan

Hala elekten geçemeyen bir taş parçasına takılı beynim Toprağa akıtılan hayvanın boynunun tuncu kırmızı Zincirle büyütülen çocuk şimdi daha çocuk Yalnızlık bir harman yerinde un ufak dağıtılmış renk-sarı Hala parasını ödeyemediğim dünyaya Isıttığım suya, içtiğim yağmura,izlediğim güneşe, Hastalıklı halimle kaslarıma yedirdiğim solucan menisine, Biricik sevgilim için yangın yerinden çaldığım kanserojen kokulu taraklara Borçluyum Parasını ödediğim ne varsa sizin olsun Bir ırktan bir ırka geçerken sürtünmek mümkün Arpacık gözümde hışımla büyür Sesimden yansıyan serçeler ıslık çalarken yazıyorum Sizi yazıyorum alınlarından bal damlayanları,sokaklarda bal arayanları, Yaralananları,ölürken dili dolaşanları Ve ben karnım doyduğu gün sıyrılmış olacağım derimden Derim evrenin yüz karası-insanlık! Petrol yapıştırdığı zaman balgamını asfalta- gökkuşakları kapanır Elekten geçirilmeyen taş parçasını unuttuğumu sanmayın Ereksiyon olmuş kör bir erkek gibi bekliyorum Duman en vahşi haliyle benim olacak Sigara izmaritleri, kartonpiyerler,yağ damlatan gri poşetler Yol- üzerinde bulunduğun sürece uzundur Bu bir yalakalıksa beni yanmış bir lastikle ezin Yeşil kağıt tapınakları, yanmayan gaz lambaları Boş yük gemileri Bilinmezlikler Sonsuz bir hor görme gecesinde üstünüzden atlayıp, son yazgımı dilime kuşanıp oynatacağım Günün birinde bana acıyan dostlarım Ben de -bende Tatlı bir şiir yazacağım


Bir Fregoli Hastasının Parçalanmış Günlüğü* Alperen Yavaş

“ Bürge emekleyerek balkona çıkmaya başladığında ilkokul çağındaydım. Bir gün 6. Katın balkon demirlerinden aşağıya kayıp gittiğinde ise onlu yaşlarımın ortalarındaydım diye hatırlıyorum. O zamanlar annem evde Bürge ile yalnız kaldığımda balkon kapısını kilitlemem için beni sık sık tembih ederdi. Onun gibi sürekli koşuşturan, hayat dolu ve açık havada Güneş‟in parıltısını gülümseyen dişlerinden görebileceğiniz bir kızı böylesine baş döndürücü bir yükseklikte yalnız bırakmak doğru değildi. Yine de o yaşımda bu bilinçten çok uzakta olduğumdan annemin ve Bürge‟nin hayatını çok bencilce mahvetmiş oldum. Artık önümde kardeş katili olmanın ağır sancısıyla geçireceğim uzun-acı okul yılları vardı. Ve sonra bunların hepsi dün sabah son buldu. Ağır aksak adımlarla kütüphaneye giderken onu birdenbire hemen yanımdaki parkta kaydıraktan kayarken gördüm. Minicik elleri biraz büyümüş, ince parmakları uzamış ve gözlerindeki çocuk bir iki yaş daha olgunlaşmış olsa da şüphe yok ki bu oydu. Şaşkınla bulunduğum yere çakılıp kalmış, hareketsiz bakarken Bürge‟nin ayağı çoktan kuma değmiş ve parkın arkasına doğru koşarak gitmişti. Kendime geldiğimde şimdiden çok uzaklaşmış olduğunu tahmin ettiğimden acele etmeyerek peşinden yürümeye başladım. Bir nehir gibi neden, nasılı olmayarak boşluğa dökülen günler tekrar bir anlam kazanmıştı! Bundan sonra Bürge‟yi bulmak için her yere bakacaktım. Bürge yaşıyorsa bilmeliydi ki artık karşısında bambaşka bir abisi vardı… (ilk sayfalar) “Bürge‟yi bulunca hani her şey daha farklı olacaktı? Ama her sokak başında, her salıncakta, her okul çıkışı kalabalığında onu görmek… Bunu tahmin edebilir miydim? Kardeşim tekrar hayata dönmüştü evet, ve ona her sarılmak, her öpüp saçlarında ağlamak için yaklaştığımda beni tanımıyor, benden korkuyor ve kaçıyordu. Bürge‟yi ilk gördüğüm günden beri her gün daha sık görmeye başladım. Onu her bulduğumda sanki bana daha da yabancı oluyordu. Ben bu saçmalığa nasıl dayanacaktım peki? Ne olursa olsun kaç yıllık abisini nasıl bilmezden gelirdi? Belki bir hastalığı falan vardır diyorum ama hiçbir şey kesin değil ki…” (sayfa 15) “Neyse ki Tanrıyla bugüne kadar hiçbir alışverişim olmadı. O işler istediği gibi gitmediğinde gözyaşlarıyla dolu krizlere boğularak diz çöken, o an kendini yaşayan en büyük günahkar addedip de Kurtarıcısından el pençe divan af isteyen rezillerden asla olmadım. Bundan dolayı içimi garip bir huzur kaplıyor. Bugün tanımsız bir duygu ağrısı içinde –duygularım ağrıyor- bütün gümrüklerime kilit vurduysam, Bugün yine her yerde kardeşimi görüp yine hiçbir yerde onu bulamadıysam bununla ilgili Tanrı‟ya hiçbir sözüm yok. Eminim ki ilk bakışta cevapsız görünen ne kadar çok şey varsa hepsinin cevabı dünyaya yalnızca biraz dolanıp vakit öldürmek için gelen


ruhların masaya yatırılmasında saklı. Eğer usta bir el Bürge‟ninki gibi gezgin ruhları kadraja alırsa o yüce bilimin,psikolojinin, sağaltamayacağı hiçbir yara yok.. (sayfa 34) “Daha önce de bütün bu hikayemi ardımda bırakıp kullanılmamış bir yeryüzüne adım atmamı söyleyen insanlar gördüm. Saygıdeğer velinimetlerimin dediklerine göre acılara tutunarak yaşamak oldukça yanlış bir hareketmiş. Evet, bu hayatı idare edebilmemin nedeni acılara tutunmanın verdiği melankolik haz olsaydı baylar ve bayanlar doğru tespitleri dolayısıyla benden büyük bir alkış alırdı. Fakat kaba taslak ifadeleri farklı organizmalara yapıştırıp ince detayları çer çöp ettiklerinden bihaberler ne yazık ki. Onlara demeliyim, „Size söylüyorum ki beni yarın sabaha uyandıran tek şey Bürge‟nin hayatıma dönme ihtimaline tutunmamdır. Acı, yalnızca bu ihtimalin geçici bir yan etkisidir‟ demeliyim onlara. Yoksa başka türlü kimin isyankar bir hüzün yığını kimin umutlu bir gelecek arayıcısı olduğunun farkına varamazlar. En keskin kelimelerimi gazete kağıdına sararak sabah kahvaltısında önlerine koymalı ve boş midelerini hazımsızlıkla denemeliyim. „Ben neyi yanlış yaptım ki‟ dedirtecek bir karın ağrısı olmadan kavranamayacak gerçekler söz konusu çünkü..”(sayfa 42) “Sokaklara onun ismini vermeliler. Sonrasında bulvarlar, garlar,köprüler,viyadükler, otoyollar, hastaneler ve parklar da çıkartacakları yasaya dahil olmalı. Eski evimizin çevresinde onu aradığım her seferde başı yukarıya doğru, balkonları ürkekçe tarayan bir halde buluyorum onu. Neredeyse onu görmediğim hiçbir yer kalmamasına rağmen aklın anlamaktan oldukça uzak olduğu bir mekana şapka astığı bu apartman önü, ona en sık rastladığım bölge. Belli ki içinde tamamlanmamış bir şeyler var ve o şey her ne ise bunca yıldır o alçak parmaklıkların arasından çıkamamış, Bürge ile karşılıklı bakışıp duruyor..”(sayfa 56) “Polis benim deli olduğuma hükmetmekle varabileceği en doğru karara ulaştı. Zaten onlar için benim gibi dirilmiş ölülerin peşinden koşan birinin hiçbir mantığı yok. Zira onların mesaisi daha çok kameraları kapatarak ölüşmüş dirilerin üstüne bir sır perdesi çekmeyi kapsıyor. Ama karakola gitme aptallığı tamamen şahsıma aittir. Bir nevi içgüdüsel çözüm arayışı işte..”(sayfa 62-63) “ Bürge bugün için tamamen sana yazıyorum lütfen beni dinler misin? Günlerin hiç bitmeyeceği korkusuna kapılmaya başladım artık. Biliyorsun Güneş‟e değil yalnız sana bakarak zamanımı tayin etmeye çalışıyorum. İçime düşen şüphe bana hiç abi demeyecek olman hiç birlikte


gülemeyecek olmamız hiç birlikte büyüyemeyecek olmamız hiç hiç hiç.. Bir aymazlığa düşerek asla „sana inancım tükendi‟ demeyeceğim bu satırlarda. Yalnız yüreğimin kurtları dolunay gecelerinde pek gürültülü oluyorlar. Beni anlıyorsun değil mi? Bilirim küçüklükten zeki çocuktun sen..” (sayfa 81) “Deliliğin dağlarına çıkmakta olan biri aşağıya baktığında görecektir ki bu dağın bütün yamaçları yeryüzüne dimdik uzanır. Buna rağmen iyi bir gözlemci olan kişi ayrıca iklim koşulları ne olursa olsun tepe noktasına çıkamayacak niteliksizlikte hiçbir insanın olmadığını da görebilir. Dengesinin sırrı sürpriz yumurtalardan çıkmayacak bilgiler. Öfkeye birdenbire düşeceğim. Şimdilik yazmak istemiyorum..”(sayfa 99) “Bürge‟nin görüntüsü… …hiç çözülmedik sırlara… …genlerimiz itaatsiz… …parmaklıklar kabusa çağırır… … bulu-

namayan kaydırak… … kilit… …anlayabilsek belki… …nefes vereceğim… …Leopoldo‟nun adı geçen… …tedavisi Bürge‟de olmayan sıkıntılar… …karbon monoksit intiharı… …gösterişe inanmıyorum… … yanaklarına küçük öpücükler… …köpekleşmeden yaşayabilmek gibi… …bulan kişiye öncelikle… …metamorfoz… …el sallamayı da sevmem ki… (bulunan son sayfa) Günlüğün bulunan son sayfası panik ve telaşa işaret eden özensiz bir yazıyla yazılmış. Üstü de sonradan rastgele karalanmış. Bu sebeple yalnız okunabilen kelimeleri seçebildim. Defterin kalınlığına ve sayfaların yırtılma yerine bakılırsa günlük 200-250 sayfa arası olabilir. *Fregoli Sendromu: Hastanın çevresindeki insanların hepsini tek bir kişi olarak gördüğü, sürekli aynı kişi tarafından taciz edildiğini sandığı sendrom.

*artılarla *ki *ek *tacağız Ayşenur Sulamaz Kara kaleler Milyonlarca mıcır Milyarlarca karınca Ve ben hala sıcak Ve ben hala tuzlu Ve ben hala sevgi dolu Kumdan kale düşüncesi Deli zevcesi Karamela sepeti Kadifekale ve Kız Kulesi Gözümdeki arpacıklar misali Kıtır ve çıtır

Kıpırtı ve kımıltı Kara bir tıkırtı Bireysel takım oyunu Pandora‟nın tatlı kutusu İştah kabartıcı ölüm orucum Bak kanla dolu avucum Nerde sinek kavucum Kara kediler eşeler toprağı Salyangozlar kabuğunu terkeder Sen Pierre Loti‟ye gelene de


7

kalabalıktaki çocuktan korkarım ben

gözümden düşen iki damladan birinin günahı var sen kendi içine sin her gün çiçekleri suluyorum her gün bavulumu topluyorum her gün bir şehri her an terk edecekmiş gibi yaşıyorum iyi insanlar şiir yazamaz iyilik de mutluluk gibi, kağıda yansımaz seni bir kez daha görsem âh! içimde koskoca bir âh taşıyorum çocuklar gibi küsüyorum sana bazen sonra göğsümün en ortasında! âh! çok yakın... çok derinde... bir bıçak taşıyorum "artık" dedim "şişelerle sarhoş olmayacağım." "tanımadığım yüzlere bakmayacağım... sensiz bu şehirde bir adım bile atmayacağım..." balık aldım öldü saçlarım yandı gözlerimin feri söndü göğsümün en ortasındaki bıçağı çıkarmak için çok uğraştım duy beni bir yerlerden! beni sevdiğini söyleyen kalbinden o kaldırımın taşları altında sen de ezileceksin. sen de bir gün benim gibi her gün bir şehri her an terk edecekmiş gibi her gün kendi içini söker gibi beni kendine ilmik ilmik örer gibi artık nefes alamıyormuş gibi yaşayacaksın

hiç kimse kalabalıklar kadar çirkin değil gözümde ve ben her gece, ölen masum bir çocuğu anımsar, yine kalabalıklaşırım, özümde. bazı düşünceler kaybettiriyor beni kahroluyorum, haykırıyorum kalabalıklar içinde. görüyorum ki düşünceler de insanlar kadar rutin. ben yine kayboluyorum sesimde. ne bileyim işte, bir kuşun kanadının incindiğini görsem ekmeğin yükü karıncadan ağır ise, ağlarım ben. şimdi bir çocuk susuz, bir çocuk savaşlar içinde. bu yüzden her gece biraz ağlarım ben. gözyaşlarım kalabalıklaştı yine. ve gitgide kalabalıklaştı zalimler, dünya yine çirkinleşti gözümde. şu saatlerde ağlıyor olmalı bir çocuk yine, işte dünyanın en katlanılmaz, en zifiri kalabalığı, o yerde yürüyemem, düşünemem, kaybolurum, diz çöküp bağırmaya başlarım o an. kalabalıklar karanlıkta kalsın! yalnız bırakın beni bir çocuğun gülüşüyle çünkü ikimiz de korkarız kalabalıklardan.

kendine kızma, hayata küsme beni unutma asla böyle yaşama sana kıyamıyorum

esved asuman

şirin uzay


Soru Ece Acıroğlu Herhangi biri, sokakta yaşayanlar için ağladığında diğer insan bunu garip bulur. Sokakta olan yaşam onun için normaldir. Çünkü onu yetiştirenlerde veya bulunduğu çevrede bunun anormalliğini açıklayan olmamıştır. Bu sebeple ağlayan birini gördüğünde bu durumu sorgulamayı gereksiz bulur. İşte toplumun insan üzerindeki basit ama güçlü etkisi budur. Bu bir çığdır, durdurulana kadar devam eder. Sorgulanır; yetiştirenler ve çevre, sorguları kaçamak cevaplarla tatmin edilir kılmaz ve sonucunda vazgeçilir. Bunu deneyimlemiş bir birey, kendisinden sonra gelenin -ihtimal çocuğudur- bu sorgulama süreciyle vakit kaybı yaşamasını istemediği gibi, onu kendi önceliklerine göre yönlendirme gereği bile duyar. Burada önemli olan, kişinin tatmin eşiğinin çok yukarılarda olması, çıkarabilmesidir. Ki bu tatmin olma, yanıt alma kısmı, işin "merak ediyorum" boyutudur. Bilinmelidir ki bilmek için duymak yeterli değildir. Bunun bilincine varan kişi, artık bir çok şeyin farkına varabilir. Her şeye "Neden?" sorusuyla yaklaşmayı başarabilen bir insan -ve aynı zamanda tatmin eşiğini yükseltebilmiş bir insan- asla haksız değildir. Savunduğu şeyin iyi ya da kötü oluşu artık kimseyi ilgilendirmez çünkü ona inanmıştır ve onu savunabiliyordur. İşte anca bu noktada neden sorusu ile ulaştığı sonuç, neden diyen soruları cevaplayabilir (tatmin edebilir). Gerisi altı boş bir münakaşadan ibarettir. Altı boştur çünkü başka bir insanın ulaştığı fikirle yaşamını sürdüren insan; o fikri çürütmek isteyen bir başkası ile karşılaştığında öfkelenir, kendini haklı çıkartmak ve karşısındakinin sesini bastırmak için her türlü yola başvurur. Bu tartışma, herkesin de tahmin edebileceği gibi çoğunlukla hakaret ve küfürle sonlanır. Peki bir çocuk, (ebeveynlerine ve çevresine rağmen) bir evsize üzülmeyenlere nasıl direnir? "Neden?" sorusuna hayatında en çok yer veren çocuktur çünkü tanıdığı insan sayısı azdır. Bu yüzden cevaplar da azdır. Bizler, aslında biraz da her çocuk gölgeden korksun isteriz farkında olmadan. Bunun altında öyle kötü şeyler aramamalı. Korksun isteriz çünkü onlar çocuktur. Gölgeyi güçlendiren hayalleri vardır. Dolaylı yoldan bizler her çocuğun hayalleri olsun isteriz. Peki niçin hayallerini çürütürüz? Niçin onlara "Gölgeden korkma." deriz de kendi düşüncelerini ve düşlerini kendisinin çürütmesine müsaade etmeyiz? Niçin çocukların erkenden büyümesini isteriz ve yıllara savaş açarız? Çünkü, sonunun bir yere varmayacağı öğretilmiştir. Düşler aleminde yaşanılmadığı öğretilmiştir. Büyükler hep 'Hayat' derler. Kendi hayatını kur, kendi hayatına önem ver, kendi hayatını düşün. Mühim oluşu öğretilen şeyler; kendimiz ve hayatımızdır. Bu yüzden bir çocuk, bir evsize yardım etmek istediğinde reddedilir, birisi onlar için ağladığında garip bulunur. Önemli olan öğretileni sorgulamaktır. Mühim olan tatmin eşiğinin en üstünden bakarak, bir şeyleri merak etmektir. Mühim olan kimseyi dinlememektir.


Gazze Elif Şeyda Doğan

Hakkımda çok şey duymuşsunuzdur. Gazetelerin ilk sayfasının görünmeye en muhtaç yerinde gösteririm kendimi karış karış. Akdeniz sahilinin biraz içerisinde kurulmuş dünyanın en eski şehirlerinden biriyim. Hoş, henüz geçen sene kurulmuş olsam dahi yaradılıştan bu yana kırılmadık kemiğim kalmazdı şimdiye. Neyse. Via Maris tam kalbimden geçer. Ticaret ile hayat verdiğim canları insanlığın gözü dönene kadar mutlu mesut yaşatırdım. Bana öyle geliyor ki şahsıma yöneltilen soruların cevapları dinlenmez oluyor. Kimse bir şehrin sömürülen güzelliğini, kesilen dilini, abluka altına alınan özgürlüğünün yitimini duymak istemez. Niye mi? Sordun mu bunu? Hani olmaz ya, kendini mesuliyet altında hisseder diye. Duyacak gibi olur, kulağını tıkar, görecek gibi olur, görmemek için gerekirse gözlerini oyar. En silik katliamların anayurduyum işte. Gazzeyim. İsmimin kökeni "güçlü". Dünyanın dalga meselesiyim. Çocukların henüz canlı olduğu ülkelerin, henüz yerle bir olmamış güzide kentlerinde bir okulun sıralarına oturunca benim için denir ki; "Çocuklar, Gazze, Filistin'in Güneybatısında, Gazze Şeridi'nin en büyük şehridir. Akdeniz sahiline göre biraz içeridedir. Nüfusu yaklaşık dört yüz elli bindir. İklim şartları yazları sıcak ve kışları ılıktır." Böyle uzar gider. Lafa girip demek isterim ki: Çocuklar, adımı bilmeseniz daha mı iyi, bilmiyorum. Duyacaksanız da benden duyun. Filistin'in yüz karasıyım. İçim, siz yaşlardaki çocuklarını cansiparane korumak isteyen fakat çocuklarının gözleri önünle parçalanan anne vücutları ve babaları köle edip dört duvar arasına esir eden kahpeliklerle dolu. Gazze Şeridi'nin en büyük şehriyim işte, doğru. Hiçbir ülke sınırına sığmayacak irin, benim sınırlarımı zorlar. Öyle büyük. Akdeniz sahiline akşamüstü düşen kızıllık insanımdan akmış olacak, akdeniz ülkesine aidiyet hisseden bir şehir oluşum ancak bundan gelir. Nüfusum, sizin çevirdiğiniz başınızın görmediği katliamlar neticesinde kala kala bu kadar kalmıştır. Yoksa, kendimi daha kalabalık anımsıyorum. Güneş doğar, ısıtır toprağı sık sık. Fakat bir baksanız kanınızı donduracak bir hava hakim, itiraf edelim. Evet çocuklar. Beni tanımalı mısınız? Kan görmeye hissizleşen, sesi kısılan, gözü yıkımlara kısılan insan için çok uygun bir coğrafya Ortadoğu. Barış naralarıyla sokakları arşınlayan gençlerin de itinayla havaya uçurulması absürdlüğünden değil, bu onun en yalın gerçeği. Bilinmelidir ki; burada insan olmak için ölü sayısı en az beş yüz olan bir katliam neticesinde ismi haber metninin alt satırlarına iliştirilen bir ceset olmak gerekir. Ölmüşsündür, sana acınır artık. Bir süre adın anılır hatta. Şanslıysan fotoğrafın dolanır orda burda. Sonra bıyık altından kapkara sırıtıp savaşa meydan veren canlı yayın şeytanları bu katliamı kınar, lanetler, elleri dev gibidir ve hırsla sallar "Barış istiyoruz!" diye. Fakat ayrılmış 3 satır gazete demecinde ve sunucunun donuk ifadeyle yaşını söylediği çocuk bedeninde, üstüste birikip tepeleşen toplu mezarlarda yankılanmaya yüzü tutmaz bu riyakâr dileğin. Barış kelimesinin benim toprağımda karşılığı yok. Bunun yerine siyonizm yankılanıyor duvarlarımda.


Yeryüzüne dikildiğim günden bu yana delice hayaller kuran çocukların ayaklarının altına batan cam kırıklarıyla, beton yıkıntılarıyla, insan parçalarıyla bezenmiş toprağım nasıl olduğu kararlaştırılmayan yollarla infilak halinde. Durumu açıklamam güç. Şimdi biriniz kalkıp "Ne bu halin?" dese, "Kim yaptı? Neden?" diye üstelese sonra, elimi kalbime koyup içten bir cevap veremem. Bu kadar çok bölünmüşlük içinde dünyanın hangi yüzünün eseri olduğuma önce kendimi ikna etmeliydim çünkü. Dünyanın batısının işgüzarlığına isyan eden yüreğim önce Batı Şeria'da atar. İki bin kişiye bir doktor düşen Eriha'm, dünyanından dörtten fazla bucağı olduğu konusunda hepimize gününü gösterir. Şehrin ortası, başını alıp gitmek istiyor. Onun da bir tahammül eşiği var. Koca Filistin, Halep'e söz geçiremiyor. Son yerle bir oluşunda "İnsansız ve harap kaldım " diye bağırdı son gücüyle, siyah deri koltuk takımında oturan beyaz yakalılar duymadı. Sonra güldü. Fakat bilirsiniz ya işte siz de, aklının sınırlarını aşmış herkes ve her şey gibi, Halep'in de sinirleri bozuldu, çok güldü buna. Kesiklerle dolu ellerinin arasındaki korkulu gözlerden utanmadan. Tiz bir feryat ile kim bilir hangi bombanın etkisi altında dökülmüş dişlerini göstere göstere. Temiz giyimci beyfendilerin toplanıp Ortadoğuya insaniyet, demokrasi ve medeniyet getirmek adı altında çevrelediği masayı tiksindicerek bir görüntü bu. Aldırmadı. Doğruldu düştüğü yerden, parçalar ciğerlerine batıyor, öksürdü. İçi çürümüş bir kavanoz betona değer ve birleştirilmeyecek biçimde parçalanır hani, bir daha eski halini alamayacaktı. Paçavralar içinde bir nefes çekip tüm ölümleri ciğerlerine doldurup orada saklamak isteyen el mecbur silahlı sivillerin Beytüllahim’in kontrolü Filistin polisine bırakıldığında bıraktığı nefesi bir rüzgar olup köşeye sinen kız çocuğunun kirli saçlarında esti. Akka'dan söz edecek olursak, konuşulacak bir şey kalmadığını görürüz. İşte, maruz kaldığım zulümleri haklı çıkarmak için kirletilen yüzüme ait birer çizgi hepsi. Asfaltı kan kokan yolda koltuk altına sıkıştırdığı oyuncak tankıyla yolun başındaki sahici tankın atış menzilinde bulunan çocuk her şeyi oyun sanıyor. Oyunun kahramanları, onun için, ona gerçekçi bir oyun oynatmak isteyen yardımsever abiler olabilir. Hiç ulaşamayacağı efektli oyunların en efektlisi, kulağının dibinden geçen kurşun ile karşısında patlayıp yeri havalandıran bomba ona Tel Aviv'i anımsatır. Hiç görmedi, çok duydu, hep istedi. Siz her savaşın sonu barış sanıyorken ben, Abu 'Awdah'dan şehre bakıp henüz yeni peydah olacak enkazlarımı bekliyorum.


Delik Ayshe Ceylin Bir yanından demiryolunun, diğer tarafından fabrika duvarının sıkıştırdığı daracık kader yolunda yürüyorum. Az ötede parmaklıklarıyla yolumu kesen kapıdan içeri girince yeryüzündeki cennete ulaşacağım. Ağır demir kapıyı aralıyorum ve şehrin rahmine adım atıyorum. Şehrin kalbinin farklı yerlerde attığını söyleyebilirim ama rahmi kesinlikle bu sokak. Dükkanların önü erkenden süpürülüp, yıkanmış. Dükkan dediğim sokağa sağlı sollu sıralanmış, dışları fayans kaplı, iki üç katlı müstakil evler. Gökkuşağı yeryüzüne inmiş; inmişte yüzünü evlerin cephesine sürmüş sanki. Mavi, kırmızı, mor yanıp sönen neon ışıklarıyla erkekleri adeta karnavala çağıran boydan boya camekanlı evler. Kerhaneler orospularına benzer. Bilmesen birkaç basamakla çıkılıveren görkemli şatolar sanırsın. Oysa sıcak aile yuvası masumiyeti taşıyan tül perdelere fantezilerin kokusu bulaşır. Orospular kerhanelerine benzer. Buğulu, baygın bakışlarıyla kraliçe sanırsın. Oysa dişiliğini, işporta malı dantelli çamaşırların bayağılığı ucuzlatır. Orospular, koltuklarda bacak bacak üstüne atan orospular… Yeryüzü cennetinde gizli kalmış büyülü anları vaat ederler. Büyülü anlar, kıvrımkıvrım dallı ferforje parmaklıkların arkasında, yanlışlıkla düşmüş ve tek memeyi açıkta bırakıvermiş askının kurnazlığında gizli. Büyülü anlar, dış kapının pervazına yaslanmış bir yosmanın cömertçe açtığı, üç gün önce traşladığı koltukaltlarında gizli. Büyülü anlar, kısa eteklerin örttüğü bacakların aralanmasıyla koyukopkoyu karanlıkta gizli. Yalnızca elektrik sayaçlarının arasına saklanmış levhadaki yazı gerçeğe döndürebilir seni. "Prezervatif kullanmak zorunludur." Ama bunu zaten umursamazsın. Bugün maç var, hem de deplasman. Buraya nur yağar, birazdan. Kazandıkları ya da kaybettikleri maçın, zaferinden ya da efkarından dünyanın dibine kerhanede vurur, hovardalar. Kadınlar bugün ortalama yetmişi bulurlar. Yoğun olacak gün, yoğun. Tüm gün “gözetleme kulesi” denilen odaya yerleşip, duvardaki delikten yeni gelen kızı izleyeceğim. Vekile selam çakıp, birkaç orospudan yanak alıp üst kata çıkan döner merdiveni hızla tırmanıyorum. Daracık inimde yerimi alıyorum. Bir cigara sarıp, gömleğimi çıkarıyorum. Duvardaki afişi okşuyorum -Türkan Şoray’ı, benim “Vesikalı Yarim”i-. Leylek bacaklı bar taburesine yerleşip, afişin arkasındaki metal plakayı kaldırıyorum. Gözümü plakanın örttüğü deliğe dayıyorum. Keyifleniyorum, mesai başlamış bile. Yoğun olacak gün, yoğun. Sıra toy bir delikanlıda, her hareketinden belli “milli” olacak. Belli, daha sokağa adım atmadan kabarıp taşmaya başlamış. Kadın yatağında doğruluyor ve saçlarını öne atıyor, yüzünü deliğe çeviriyor. Saçlarının arasında şaşkınşaşkın göz olmuş delikle bakışıyor. Derinliğinde korkuyu görüyorum. Hayvansı, kısacık bir gelgit, bitti… Kulağında dayısıyla yaşıtlarının anlattıkları… Başta söylemeliydi: “Allah kurtarsın …” derken kadının kasığına takılıyor gözleri. Sözleri dökükleşiyor, kırılıyor. Kasıktaki kırmızı, küçük lekeyi eliyle yokluyor, silmeye çalışıyor, olmuyor. Elini tükürüklüyor, ovalıyor, olmuyor. Olmuyor. Kırmızı, küçük leke bir türlü çıkmıyor.


O an, çocukluğuna götürüyor. Çocukluğunun O An’ına. Herkesten gizli, en özel, sır kalan, ayıp olan O An’a. Ablasıyla birbirlerine “ora”larını gösterdikleri O An’a. Göz göze geliyorlar, bakışmaları şaşkınlık yüklü. Ağzından boğumboğum çıkan “bacım…” sözü yaralı bir kurdun iniltisine dönüveriyor. Birden sustalısını çıkarıyor. Titreyerek ağlamaya başlıyor, kadın. Bu titreyiş, bu sarsıntılar hazdan değil korkudan. Kesif bir koku yükseliyor. Kararlılığını görünce kardeşinin “Allah değil, sen kurtar beni” diyor. Kaygıdan mutluluğa koşuyor yüzü. Salyası gözyaşlarına karışıyor. Son duasına başlıyor. Oğlanın bedeni geriliyor yay gibi… Meni, tütün, kadın, idrar ve dışkı karışımı koku midesini bulandırıyor. Mavi, kırmızı, mor yanıp sönen neon ışıkları, postişler, tüller, ışıltılar başını döndürüyor. Yay gibi gerilmiş beden kasılıyor ve birden titreyerek boşalıyor. Buruşturulmuş peçeteler köşesine fırlatıp bıçağı, ablasının hıçkırıklarına sağır, ardına bakmadan çarpıp kapıyı, çıkıyor.

Çizim : Oğul Arda Biçer


Belki de Son Kez Şiir Okuyordum - II Veysel Yılmaz Şimdiye kadar hep güzel şeyler yazmaya çalıştım. Bir kadından ilham aldım, kadının gözlerinden dökülen şiirlerden... Şimdilerde bakıyorum, ilham alabileceğim hiçbir şey kalmamış. Mavi bir defterim var. İnce ruhlu kadın, gitmeden önce vermişti bu defteri bana. Çünkü ben kadına aşıktım, çünkü kadın bana aşık değildi. "Bu defterde ben olmayacağım, defter bomboş, çünkü dolduracağın çok anın olacak, ama ben olmayacağım. Başka kadınlar olacak, çocukların kahkaha sesleri, sonbaharda ağaçlardan dökülen yapraklar olacak, ama ben olmayacağım." dedi ve bana bunun için söz verdirtti. Ben, sözümde duran bir adam olamadım hiç. Bu sözüm için de aynı şey geçerliydi. Yazmaya başlayacaktım. Ama kadın gitmişti. Kış bir türlü bitmiyordu. Çocuklar küsmüş olmalı ki hiç kahkaha atmıyorlar, diğer kadınlarsa bana acıyarak bakıyordu. Ben de defteri hiç açmadım. Defter gün geçtikçe maviliğini kaybediyor, siyah bir renge bürünüyordu. Ve ben yine yolumu kaybetmiş bir şekilde koşturmaya, kaçmaya devam ediyordum. Ama bu sefer beni bulan kimse yoktu. Bekledim, kimse gelmedi. Mavi için bekledim... Sanki kadını öpebilsem defterim ruhuna yeniden kavuşacak gibiydi ama kadının ıslak dudaklarından hep uzaktım. Kadının "ben olmayacağım." demesi, defterin üstüne bir lanet gibi çökmüştü. Kadın defterimin içinde hiç olmadı, olmamıştı. Bugün defteri elime aldım. İçini açtım. Beyaz sayfalar sararmıştı ve o boş sayfalardan çığlık sesleri geliyordu. Kendime çok kızmıştım ve defterimin acısını dindirmeliydim. Kalemimi elime alıp en ön sayfayı açtım. Sayfanın satırlarında gezinmeye başladım. Cesaretimi toplamalıydım. Derin bir nefes aldım ve yazdım; Evet, ben son kez şiir okuyordum.

Saat On İki Civarıydı, Hatırlamıyorum Ateş B. Onu ilk on iki sularında gördüm, Küçük küçük insanlar, kalabalıkta oynaşıyordu, Hatırlamıyorum Bir tren gidiyor, bir tren geliyordu, istasyondaydım Kulağımda hafif bir uğultu, Hatırlamıyorum.

Adını yeni öğrenmiştim, galiba dün geceydi. Kafamda dünden kalma şarap ağrısı, Hatırlamıyorum.

Güneş var, hava sıcak, Alsancak garındayım, Elimdeki elmanın yarısı bitmiş, hatırlamıyorum. Saat on iki civarı, simsiyah bir kız bekliyorum. Treni geldiğinde teni bembeyazdı, Onu ilk on iki sularında gördüm, hatırlıyorum. On bir trenine binmişti, bekliyordum. Sarı saçlarını koklamak istedim afalladım O gözlerini kaçırdım ben yakaladım, baktım


Asfaltı Temizleme Vakti Umut Çağın Bozacı

Asfalt karınca dolu, hepsi ilerliyor arkalarına bakmadan. Birbirlerine bakmadan, kafalarını kaldırmadan yürüyor. Niye kafalarını kaldırsınlar ki, bu yolun daimi yolcuları onlar. Her gün yemek için yürüdükleri yolda, artık ilgilerini ne çekebilir ? Yavaşça duraklarına ulaştıkça ayrılıyor ekmek yollarından karıncalar. Saatlerce yalnız bırakıyorlar onlara her gün ekmek yollarında arkadaş olan asfaltı. Güneş kaybolurken yavaşça geri dönüyorlar, onları yuvalarına taşıyan asfalta. Karıncalar bu yolda yaşlanıyor her gün ekmek uğruna. Bu, yaşadıkları hayatın zorunluluğu. Güneş binaların arkasına sallanırken saatime bakıyorum. Evet, vakit gelmiş. Şapkamı, ortağımı, alıyorum. Asfaltı temizleme vakti gelmiş. Kapıyı arkamdan kapatıp merdivenlerden inmeye başlıyorum. Yavaşça değişiyorum her adımımla. Beynim gözlerini kapatıyor, düşüncelerim bulanıklaşıyor Yeni bacaklar çıkıyor gövdemden, ufalıyorum her basamakla. Yavaşça hiçliğe gömülüyor zihnimdeki her düşünce, geride yalnız bir tanesi kalana dek: "Asfaltı temizleme vakti."

İllüstrasyon : İthaf


Deli Dublör Emirhan Evrenkaya

“Oğlum peki daha önce figüranlık bile mi yapmadın?” diyerek, hızlıca kendini ekranının arkasına sakladı yönetmen koltuğunda oturan yuvarlak gözlüklü. Etrafına sorular sorduktan veya emirler verdikten sonra hızlıca ekranın arkasına saklanıyordu yönetmen koltuğunda oturan adam. Yuvarlak çerçeveli gözlüklerinin arkasından bile gözlerini kısarak bakıyordu. “Bir klipte konser sahnesi vardı.” söyleyeceklerimi tamamlayıp tamamlamamakta kararsız kaldığım kısa müddetin ardından devam ettim. “Şarkıcı, konserinden bir anı paylaşmıştı. En arkanın üç önündeki sırada bulunan kabarık saçlı adam benim. Sayılır mı?” Yönetmen ekranın arkasına saklandığı hız ile ortaya çıktı, hızından ödün vermeden beni süzdü. “Sen nasıl dublör olacaksın? Bizim başrole benzemiyorsun.” dediğinde ilk defa konuşurken ellerini oynatmıştı ve bana baş parmağı ile arkasında oturan güneş gözlüklü adamı gösterdi. Yayıldığı koltuğun üzerinde etrafında bulunan insanlara emirler yağdıran adam bir yandan da güneş gözlüğünün üstünden bana sert sert bakıyordu. “Tufan, neymiş bu yeni yetmenin ismi?” Güneş gözlüklerinin üstünden bana bakmaya devam ederken artık ayağa kalkmış ve isminin Tufan olduğunu öğrendiğim yönetmenin yanına doğru yavaş yavaş gelmeye başlamıştı. “Murat doğru noktaya değindi genç, adın ne senin sahi?” Yönetmen, ekranın ardına saklanmak yerine ortaya çıktı. Yuvarlak çerçeveli gözlüğünü çıkartıp saçlarının arasına yerleştirdi, beni süzen tek kişi Murat değildi artık. “Benim de ismim Murat.” diyerek bir yalan sığdırdım araya. İsmimin Murat olmasının dublör seçiminde beni ileriye götüreceğini düşünüyordum. Yalanımın inandırıcı olması için destekledim cümlelerimle. “Ne tesadüf değil mi? Murat adında olan birinin dublörü olmak için geliyorum, aynı zamanda benim adım da Murat çıkıyor.” Saniyeler süren sessizlik kapladı bulunduğumuz yer olan bir apartmanın teras katını. Kuşlar bile bir yere konarak sessizliğe büründü. Sanırım yalan söylediğim fark edilecek ve kaybedeceğim bu işi düşüncesi zihnimi kapladığı sırada Tufan ve Murat aynı anda bastılar kahkahayı. “Sevdim seni Murat ama bir sette iki Murat olmaz. Bundan sonra sana Deli Dublör diyeceğim.” Az önce gülen kendisi değilmiş gibi halini tavrını ve ses tonunu ciddi hale getiren Tufan yuvarlak çerçeveli gözlüğünü yeniden takmıştı. “Ancak Deli Dublör bana benzemiyor Tufan. Montajda halletme şansımız olur değil mi?” Tufan 'bir sette iki Murat olmaz' diyerek beni aralarından biri olarak gördüğünü kanıtladığı sırada Murat neden işime tüy dikiyordu? Akşam eve ekmek götürecek paramı alacaktım hiç değilse. “Sorun değil Murat‟cığım.” dedikten sonra yeniden kamerasının arkasına girdi yönetmen Tufan. Bana yıllar gibi gelen dakikaların ardından çıktı ekranın arkasından. “Bu sahnede, arkadan çekim yapacağız. Kafasına da kapüşonlu hırka giydirdik mi tamamdır.” Paytak paytak gelen Murat, paytak adımlarıyla yeniden koltuğuna giderken yarım yamalak söylendi. “Senin işine akıl sır ermez Tufan. Sen bildiğini yap.” Yönetmen Tufan yeniden ekranın


arkasına saklanmadan yakaladım onu. “Kapüşonlu hırkam üstümde var.” dedim hızlıca. Bu aslında size maliyet çıkarmayacağım beni sevin demenin başka bir yoluydu. “Tam olarak nasıl bir sahne çekeceğiz, bir de ne zaman çekeceğiz?” Tufan ellerini iki defa birbirine çarptı ve sağa sola dağılmış olan insanlar tıpkı yem atılmış güvercinler misali bir araya geldi. “Çekimi şimdi yapıyoruz Deli Dublör. Sahnemizde ise senin sırtın kameraya dönük. İlk on saniye bekliyorsun ardından adımlarının arasında üç saniye olacak şekilde yavaş yavaş çatının ucuna yaklaşıyorsun. Çatı pervazına geldiğinde ise hiç durmadan yürümeye devam ediyorsun. Burası çok önemli, aşağı düşerken bile yürüyor imajı vermeliyiz.” Anlatırken heyecandan ağzından köpükler çıkartan Tufan'a korktuğumu belli eden ürkek bakışlar attım. “Aşağıda beni tutan birileri veya bir şey olacak değil mi?” Soruma saklandığı ekranın arkasından cevap verdi Tufan. “Deli misin Deli Dublör? Tabi ki olacak, korkmana gerek yok, atla. Sen zıp zıpın üstüne düşeceksin.” Açıkçası yönetmen Tufan'ın sözleri beni pek rahatlatmamıştı. Aşağıda yapılan bir ihmal sonucu ölme olasılığım oldukça yüksekti. Başka bir pencereden bakarsak koca set ekibi ihmalde bulunmaz, bulunamazdı. Şu an korkumu saklayıp atlarsam yumuşak zemine düşer ve paramı alırıdm ayrıca ünlü bile olabilirdim. Düşüncelerimi, aniden gelen Tufan hocanın sesi bozdu. “Ben üçten geriye sayacağım, elimi çırptığımda çekime gireceğiz ve sen Deli Dublör.” Cümlesini yarıda bırakarak kahvesinden bir yudum aldı Tufan. “Her parmak çırptığımda bir adım daha at.” Henüz ben onaylamamışken elini çırptı Tufan. Mecburen arkamı dönerek kapüşonumu giydim alelacele. Böyle zamanlarda hep tuhaf sorular gelirdi aklıma. Örneğin, sokakta deli olmak isteyen onlarca insan varken neden delileri akıllı yapmaya çalışırlar? „Şık.‟ Kulaklarıma el çırpma sesi geldiğinde büyük bir adım attım çatının ucuna doğru. Tahmini olarak iki adımda orada olurdum. Acaba Dünya'da kerevize vize alan var mıdır? „Şık.‟ Bizim mahallede ki Nuray evlenecekti. Evlenip beni düğününe çağırmadı mı acaba? „Şık.‟ Ben çatıdan atladığım sırada aşağıda zıp zıp olmayacak mıydı? Set ekibinin ihmali yüzünden beşinci kattan düştüğüm için ölür müyüm? BEN BEŞİNCİ KATTAN DÜŞERKEN “Doktor bey!” diyerek odanın kapısını çalmadan hızlıca içeriye girdi beyaz önlüklü hemşire. Aniden açılan kapının verdiği refleks ile koltuğundan zıplamıştı doktor bey. “Tüm deliler kaçmış!” dedikten sonra elini kalbine koyarak soluklandı hemşire. “Kendilerini film setinde sanıyorlar. Hepsi çatı katındalar. Daha kötü olan ise bir tanesi kendini dublör sanıp çatıdan atlamış bile.”


Tablodaki Katliam Karya Gültang Yere çakıldığım anda ellerimi yüzüme kapattım. Tarif edemediğim her yer yanıyordu. Yüz üstü döndüm ve kaldırımın yanına dizlerimi dayadım. Dizlerimin üzerine oturdum ve kaldırıma ellerimi koydum. Derin nefes aldım ve gördüğüm şeylerle bağlantı kurmaya çalıştım. Ellerimi havaya kaldırdım. Canlıydım. Heyecanla ayağa kalktım. Kaldırımın üzerine çıktım ve kafeye doğru yürüdüm. Ellerimi cama koydum ve yansıma ile yüzüme baktım. İnanamıyordum. Ben canlıydım. Mutlulukla yüzümü elledim. Yaşıyordum! Gözlerimi açtığımda kan gördüğüme yemin edebilirdim. Bedenimin boşuktaki ızdırabına kimse cevap vermemişti. Hatırlıyor muydum, yoksa kendi içimde bir yanılgıya mı düşüyordum? Bir cevap arar gibi gözlerimi sağa sola çevirdim. Gördüğüme inanmak istemedim. Kendimde hata bulmayı istedim. Sokakta yürüyen bendim. Karşıdan gelen ve acele ile kahvesinden bir yudum almaya çalışan kadın bendim. Çalan telefon sesine bir küfür savurdu. Küçük çantasından telefonunu çıkartıp konuştu. "Ah, Mehmet ben de seni arayacaktım." Gözlerini devirdi. Sanki tiyatronun ikinci perdesinde gibiydi. Sürekli olarak mimiklerini kullanıyordu. Kaldırımda öylece otururken, bedenimin içinden geçti. Bedene sahip olup, başıboş gezen hayalettim. Hızlıca ayağa kalktım ve bedenimi takip ettim. Sokakta sesli kahkahalar atıyordum. Ölmüş olduğuma göre bu günü hatırlamamam lazımdı fakat hatırlıyordum. Aciz bir ruh gibi bedenimin arkasından gittim.

Yüksek topukluları ve kısa eteği ile hiçbir şey umrunda olmadan şirkete girdi. Yavaş adımlarla ve tüm gözleri kendine çekerek asansöre doğru yürüdü. Asansöre geldiğinde telefonu kapattı. Onunla birlikte asansöre bindim. Kapılar kapandığında bedenim ile yalnızdım. Dışarıdan böyle mi görünüyordum? Kendime bakmak içimden gelmiyordu bile. Arkadaki, arkaya döndü ve dudaklarının üzerinden taşan rujunu düzeltti. Dişlerinin arasında bir şey olup olmadığına baktı. Birkaç saniye aynada kendine baktı. Aynada ben de kendime baktım. Onun canlı olmasına rağmen ben daha genç duruyordum. Birden kapılar açıldı ve hızlı adımlarla yürüdü. Derin bir nefes aldı. Tasması takılmış bir köpek gibi arkasından gidiyordum. "Ahmet Bey içeride mi?" "Im, Derya Hanım yanında şu an Meltem Hanım var." Kafasını salladı ve kahvesinden bir yudum alarak Ahmet Bey'in odasına doğru yürüdü. Bunları hatırlamıyordum. Bunları yaşadığımı hatırlamıyordum. Kafayı yiyordum! Odanın içine girdiğimde genç asistanın koltukta utancından ölmüş bir şekilde oturduğunu gördü. Ahmet Bey, birden irkilerek, masasına dayadığı bedenini dikleştirdi. "Derya, gel biz de tam yeni proje hakkında konuşuyorduk." Kaşlarını çattı. Bunu beklemiyordu sanırım. "Bozkır projesi mi?" Mehtap hevesle kafasını sallıyordu. Canlı halime baktım. Yüzündeki ifadeden anlaşılıyordu ki, kızgındı. "Bakabilir miyim?"


Mehtap’ın kağıtları ona uzatmak için adım atması ile kahveyi 'yanlışlıkla' dökmesi bir oldu. Mehtap üzerinin yandığını ve kağıtların ıslandığını belli etmek için içten bir çığlık ortaya bıraktı. Derya, hiç olmadığı kadar mutlu görünüyordu. Dışarıdan kendime bakarken, iğrendim. Hırs bu kadar mı gözlerimi kör ediyordu? Mehtap, bağırarak bir şeyler anlatmaya çalışıyordu fakat Derya oralı değildi. Mehtap, kısa bir sürenin ardından odadan çıktıktan sonra patron konuştu. "Ne yaptığını sanıyorsun?" Gözlerimi ikisinden çektim ve odanın içinde dolanmaya başladım. Kadınlığını kullanarak masanın karşısındaki koltuğa oturdu. Aynı şekilde patronu da onun karşısına oturdu. Bir hayalet olmama rağmen, kalp kırıklarımı hissettim. Asla yapmam diyeceğim bir şeyi yapıyordum. Kendim adıma, hayal kırıklığına uğradım. Derya derin nefes aldı. "Projeyi bana vereceğinizi söylemiştiniz." Patron sertçe baktı. "Öyle mi demiştim?." Kendimi şaşırarak izledim. Kısa eteğimin gücü ile yavaşça bacak bacak üstüne attım ve istediğim o ilgiyi gördüm. Patron gözlerini ayırmadan tek bir noktaya baktı. Kafasını kaldırdı. Bu bir davetti ve saygılı patron bunu reddederse kahrolurdu. "Derya, bunun ne anlama geldiğini biliyorsun değil mi?" Kafasını salladı. Patron hızlıca ayağa kalktı. "İş senin, paranın yarısını bugün yatırmış olurum." Cilveli bir kalkış yaptı ve baktı. "Teşekkürler patron." Kalçasını bilerek çıkardı ve odadan çıkasıya kadar o şekilde yürüdü. Onu takip ettim. Yüzünde kalan sadece duyguları saklayan bir makyajdı. Derya odasına girdiği anda çantasını fırlattı. Gözlerime inanamıyordum. Kafasını kapıya dayadı ve ağlamaya başladı. "Özür dilerim Hakan." Bedenime baktım. Neden şimdi pişmadı? Neden şimdi kocasından özür diliyordu? Derya gözyaşlarını silmek ve hıçkırıklarını dindirmek için

çok uğraştı. Sanırım o da yaptığını kendine yakıştıramamıştı. Ötekileştiriği kişinin hayatındaydı şimdi. İyi olduğuna kanaat verdiğinde hızlıca dizlerinin üzerine çöktü. Çantadan telefonu çıkarttı ve kulağına götürdü. Birkaç saniye bekledi. "Efendim hayatım?" Derya uzunca bir düşündü ve toparlayabildi sonunda. "Mert için gerekli tedavi parasını buldum." Hakan sevinçle konuştu. "Gerçekten mi? Aldın mı projeyi?" Derya kafasını salladı. "Evet, aldım." Hakan Derya'nın sesindeki tınıdan hoşlanmamıştı. "Sorun mu var?" "Hayır sadece şu an konuşamıyorum. Akşam hesabımdan parayı çek." Hakan hızlıca konuştu. "Tamam hayatım, kolay gelsin." Derya histerik bir gülümse ile konuştu. "Teşekkürler." Hakan kapatmak üzereyken Derya kaba bir giriş yaptı. Bedenimin karşında durmuş ne yapacağımı bekliyordum. "Hakan!" Hakan güldü. "Ne oldu?" Gülümsemesini görmediği ama sesi ile mutlu olduğu adama belki son sözlerini söylemişti. Bilmeden, ona son kez içinden geçeni söylemişti. "Seni seviyorum." Hakan lise zamanlarındaki ani aşkla ona cevap vermişti. "Ben de seni seviyorum." Telefonu kapattıklarında, bedenime baktım. Buradan sonrasını hatırlıyordum. Ölümümü hatırlıyordum. Oğlum Mert'e haberi vermek için şirketten heyecanla çıkmış ve arabanın bana çarpması sonucu ölmüştüm. Ama bedenime buğulu bir şekilde bakmamın nedeni ölümüm değildi. Yaşamın gerektirmiş olduğu şeyler için gerçekten yargılanacak mıydım? Çok hatam olmuş olabilir elbette ama bu gerçekten ölçülebilir miydi? Yargılanabilir miydi? Canlı bedenime son kez baktım. Kendim için söylediğim tüm sözlerden vazgeçtim. Hata yapsam da katlanan bendim, göğüsümdeki vicdan ağırlığını çeken bendim.


Sekizinci Günah Mislina Bursal Yedi katlı bir apartmanın balkonunda bütün gün pirinç ayıklayan sefil, yapayalnız bir kadındım. Yeni öğrenmişken uçmayı, kanadımı kırıp bir kaldırım kenarına bıraktılar. Bu şehir yüzyıllardır erkektir, kadınları sevmeyi bilmez. Dilediği kadar sevişirse bir genç kız, dilemediği bir anda ölür, namusunu temizlerler. Altı katlı bir apartmanın terasında yoldan geçenleri izleyen, özgürlüğe, en çok da kendine yabancı bir kadındım. Saçlarını savurup sevdiğinin elini tutan bir başka kadın için, Yani kendi olmayı başarmış, uçabilen bir kuşa kin güden, Bastırdığı duygularını cennet vaatleriyle örten, Kucağında bebesi,

Evlendiğimde kırk dokuz kiloydum, Üç çocuk doğurdum, içime attığım ne varsa gün geldi aynalara sığmaz oldum. El âlem ne der diye evlenene kadar giyemediğim güzelim eteklerim çeyizimde, Çeyizimse giyilmeden kızımın çeyizine kaldı. Dört katlı bir apartmanın dördüncü katında, bütün gün televizyon izleyen, temizliğe gelen Ayşe Hanım’a laf anlatmaktan dilinde tüy bitmiş, yorgun fakat güçlü bir kadındım. Bir işi beceremeyen kadınların biri gider, biri gelirdi evime. Yahu şirketten temizlikçi çağıran Aysel Hanım’dan neyim eksikti? ‘’Alo Suat, yetti şu aptal kadınlardan çektiğim! Ay canım ben de yorgunum, akşam Neriman Hanımlara davetliyim konuşamayız. Bir zahmet hallediver şu işi. Çok paraysa çalışır ödersin, sağlığımız söz konusu!’’

Gülüşünde ‘’aman dikişlerim patlamasın’’ korkusu,

Üç katlı bir apartmanın tabi ki en güzel odasında kıyafet seçmeye çabalayan, göğüsleri kalkık, dudağı sarkık, başı dik, saçı güneş gibi sarı o afet bendim.

Magazin programlarını ayıplayıp, izdivaç programı izlerken uyuya kalan da bendim.

Biricik kocacığı gelene kadar o mağaza benim, şu mağaza senin gezecektim.

Beş katlı bir apartmanın o küçücük mutfağında, günün her saatini yemek yapmakla geçiren, çocuğu kadar var, evlilik fotoğraflarının üstünde biriken tozlar kadar çabuk yok olacak bir kadındım. Gözyaşlarımla büyüttüğüm menekşelerim, her fırsatta başka kadınlara koşan hayırsız, ipsiz sapsız bir kocam vardı.

Ne kadar güzel olursan, erkeğini elinde o kadar uzun süre tutarsın demişti annem. Şimdi kocam plastik bir kafesin içinde, kalbinde sahte bir sevgi, gözlerinde kendine ait olmayan bir başarının parlaklığı. Yanında dolaştırdığı küçük, sevimli bir süs köpeğiydim.


Güzeldim, kafesinin anahtarları bendeydi, fakat biliyordum. Bir gün sönecektim. İki katlı bir apartmanın neden iki katlı olduğunu sorgularken komşularıyla iç geçiren, masum hayalleri, pahalı zevkleri olan bakımlı, göz alıcı bir kadındım. Açık arttırmalarda vazoları kapışır, diğerleriyle elmas, yakut falan karşılaştırırdık. Elimizde tozlanmış diplomalarımızla desteğe ihtiyacı olan kadınlar için kurduğumuz derneklerde çalışırdık. Vicdanımız yassı, cüzdanlarımız kabarıktı. Tek katlı bir evin bahçesine hayallerini gömen yalnız, yapayalnız bir kadındım. Suratımda geçmişin geçmeyen izleri, kalbimden ciğerlerime kadar batan can kırıklarım vardı. Ağzımızın tadı bozulmasın diye kan yuttum gecelerce. Benim ağzımın tadı bozuldu da, kimsenin ruhu duymadı. Hak edeni öldürmek, günah mıdır Allah’ım? Ben, bahçeme gençliğimi gömüyorum, bütün hayatımı. Birazdan asla arkama bakmadan yürüyüp gideceğim. Yedi günah kalacak benden geriye. Yedi kadın, yedi adam, yüzlerce, binlerce hayat. Ellerimizi bırakın, o eller daha birçok hayat ekecek. Bırakın en azından birlikte girelim anahtarı olmayan kafeslerinize. Bırakın da, Kelepçe vurduğunuz yalnız kadınlığımız olsun.


Sahil İrem Eyit Ağzındaki tükürükler etrafımı sarmıştı. Yanıma geldiğindeki istekli gözlerinden bunun olacağını anlamalıydım. Kum tanecikleri üzerime yapışmıştı. Rüzgar, tükürükleri kurutup üşümeme neden oluyordu. Ağzındaki yuva hissi veren sıcaklığa kavuşmak güzel olurdu. Dilin yumuşak, ıslak dokunuşları ve dişlerin son hamleyi yapması… O gideli tahminimce yarım saat olmuştu. İçimden bir parçayı beraberinde götürmüştü. Emaneti, sahibine geri veren birinin rahatlığındaydım. Gecenin karanlığında otururken önce yakınımdaki kumlar ve sonra ben, bir süreliğine aydınlandık. İhtiyar bir adam el feneriyle sahilde yürüyordu. Benden 6-7 m uzaklaşıp oturdu. El fenerini denize doğrulttu. Bir müddet arada bir iç çekerek denize baktı. Sanki gecedeki sessizliği ve gündüzdeki aydınlığı istiyordu. El feneri ona gündüzü yaşatamaz. İnsanın doğaya özentiliğinden olan hiçbir alet, doğanın yerini dolduramaz. Ancak insanlar kıskançlıklarından doğaya zarar vererek itibarsızlaştırabilir. İhtiyarın bunu anlamış olacağına inanıyorum ki el fenerini kapattı. Beyaz ve seyrek saçları el fenerini andırıyordu. Kendi kafasıyla sınırlı olan beyaz bir alan gözüküyordu. Karanlık tüneldeki biri için sondaki ışık olabilirdi. Tabii, tepesinde olduğu için kendisine bir faydası yoktu. Kafasındaki beyazlık yavaş yavaş kayboluyordu. İki yandan uzanan büyük ellerini tepede birleştirdi. Dizlerini gövdesine doğru çekti. Başını, dizlerine yaslayıp benden tarafa çevirdi. Ardından kırışıklarını yol yapan gözyaşları süzüldü. Gözyaşları, kol kıllarının arasında yok oluvermişti ve yolun altında fosilleşeceklerdi. Ağlayışı hiç dinmeyecek bir yağmuru andırıyordu ve filizlendirecek ağaçları değil, sel bastırtacak evleri vardı. Yüzünde istemediği renge boyanmış odasını gören çocuğun mahzun ifadesi; dilindeki ipte ise yetenekli bir cambaz olan ‘Neredesin?’ sorusu vardı. Sahilde sayamayacağım kadar çok ‘Neredesin?’ sorusu birikmişti. Hepsi ya denizde boğulmuş ya da kuma gömülmüşlerdi. Böylece cevaplarına hiç ulaşamayacaklar. İhtiyar ellerini başından çekti. Yerden yardım alarak kalktı. İleriye doğru yürümeye başladı. Ben, kafasındaki beyazlık misket büyüklüğüne gelene dek onu izledim. El fenerini ise sahilde unutmuştu. Geri döner diye bekledim ama gelmedi. Muhtemelen hatırlarsa bile almak için sabah gelecekti. Benim o zamana kadar burada olmam meçhuldü. Yanımdaki kumlar ve ben yine aydınlanmıştık. Bu seferki ışık alacalıydı ve çabuk geçmişti. Beş yaşlarında bir çocuk basınca ışıkları yanan ayakkabısıyla koşarak ilerliyordu. Ardından ise otuzlu yaşlarında bir kadın ve bir adam geliyordu. Kadının üzerinde kısa sarı uçuş uçuş bir elbise vardı. Adam ise siyah bir tişört ve altına açık renk bir kot giymişti. Adam, çocuğa birkaç kez durmasını söyledi. Sanki Dünya’daki babası uzaydaki çocuğuna seslenmeye çalışıyordu. Çocuk, ayaklarını denize tam sokacaktı ki adam onu kucakladı. ‘Sana durmanı söylüyorum, sağır mısın?’, diyerek çocuğu sarstı. Çocuk, kaşlarını çattı ve dudaklarını büzdü, kafasını iki yana salladı. ‘Sağır değilim ama keşke olsaydım. Tüm gün sizin gürültünüzü dinledim. Onun verdiği oyuncaklar hiç eğlenceli değil. Annemle oynadığımız oyunlar daha güzel.’, dedi. Kadın, tedirgin oldu ve adamın omzuna hafifçe dokundu. Çocuğu yere indir, dedi. Adam, denileni yaptı. Kadın, dizlerinin üzerine oturdu ve çocukla göz kontağı kurdu. Çocuğa, ‘Bugün biz babanla iş hakkında biraz bağrışarak konuştuk, rahatsız ettiysek kusura bakma.’, dedi kadın. Çocuk hoşnutsuz bir şekilde


‘Babam iş konuşurken bağırmaz.’, dedi. Babası konuşmaya dahil oldu, ‘Ablan beni fazla sinirlendirdi oğlum.’, dedi ve pis pis güldü. Kadın, adama çorbayı servis ederken müşterinin üzerine döken bir garsonmuş gibi baktı. Ona, para olmaza da zevk veriyor ve karşılığında hizmet olmasa da güzel bir iltifat alamıyordu. Kadın tekrar çocuğa döndü ve ‘Annene çalışırken gürültülü olduğumuzu söyleme olur mu? Annenin, babanın çalıştığı şirketi ve insanları yanlış tanımasını istemem.’, dedi. Çocuk, ‘Yanlış tanısa ne olur ki? Bazen onlar da gece gürültü yapıyor, tuvalete kalktığımda duyuyorum. Annem kendisinin sahip olduğu kötü davranışı eleştirmeden önce kendisi yapmaya son verir.’, dedi. Çocuk küçük yaşına karşın etrafında olup bitenlerin farkında gibiydi. Söyledikleri bilinçsizse bile olsa ikisini de korkutmaya yetmişti,. Adam birden bire öfkelendi ve çocuğu kollarından tutarak kaldırdı. ‘Bana bak! Annene söyleme diyorsak söylemeyeceksin! Söylersen seni okulundan aldırırım. Hani o uyumsuzluğundan dolayı seni aldırdığımız okul var ya oraya geri yollarım.’, dedi. Çocuk gözyaşlarını tutamadı. Elleriyle silmek istiyor ama babası tuttuğu için yapamıyordu. Küçük ellerini sinekleri kovalayan bir dananın kuyruğu gibi sallıyordu. Babası kaşları çatık öylece ona bakıyordu. Kadın, tırnaklarını yemeye başlamıştı. Bir süre sonra çocuk çabalamayı ve ağlamayı bıraktı. Babasına, ‘Tamam, anneme söylemeyeceğim. Yeter ki oraya geri gönderme.’, dedi çocuk. Babası ‘Aferin benim oğluma.’ diyerek yere bıraktı. Kanımca çocuğun avcısını görünce ortamın rengini alan bukalemundan farkı yoktu. Eve gidince tekrar yeşil olacaktı. Annesi yanında olacağı için babası uçarken ağaç dallarına takılmış bir balona dönecekti. Hatta minik bir deliği olan sıcak hava balonuydu. Ben bunları düşünürken onlar üçü el ele tutuşmuş uzaklaşıyordu. İşte beklediğim an geldi, diye düşündüm. Rüzgar şiddetini arttırmıştı ve beni denize sürüklüyordu. İlk önce bulunduğum yerden havalandım. İleri doğru bazen taklalar atarak gidiyordum. Sonunda denize ulaştım. Belki denizi kirletiyordum ama bu benim değil, beni orada bırakanların suçu. Benim kim olduğumu merak ediyorsunuzdur. Ben bir çiğdem kabuğuyum. Herkes duvarların dili olsa da konuşsa der. Duvardan ziyade bir çiğdem kabuğunun anlatacak daha çok hikayesi vardır. Ne de olsa sohbetle bir şekilde bağdaşmışızdır. Hayat duvarların arasında değil, sokaktadır. Deniz çok güzel ve bu anın keyfini çıkarmak istiyorum. Balıklar, insanlardan daha masum gözüküyor. Eğer Yunan Adalarına çıkabilirsem görüşmek üzere…

kırık kanat savunmaları ellerinde tenin tene öfkeyle yaklaşımının izi okyanusa dönüyoruz babamın çatık kaşından hem biz şehir tabanlarına karşı, saçları küt kesik anaların rahminde tabutlaşan ceninlerden, allaha yakaran, irin saçılı evlerden geldik şuurunu yitiren yatalak yüreklerin koçanlarından noksanlığımızı örtmeye ne hacet bildiğimiz evlerde açılan bir gözüm kesik ayakta başlayan denge kırık kanada dolanan sargı yıkık köprü başlarında bir seyyar işte böyle yapışır kalır yarana dokunan her el oysa; cılız bir sesle yıldıracaktın beni hep bir ağızdan ağlayacaktık şimdi hangi kentleri vurur seninle olamamak

Mert Can Fırat


Sordum Gördüğüm İlk Şeytana; *** SakatAt

Kar beyazı örtüyü burnuna kadar indirdi kadın. Gözlerini açtığı an gürgen sütunları gördü. Burnuyla sütunlar arası aşağı yukarı 6 cm idi. “oh” dedi kadın. Neyse ki gürgenden yaptırmışlar. “Acaba mermere ne yazdırmışlardır?” Renkli olmasını istediğini de unutmadıklarını umarak yattığı yerden doğruldu. Ohh bir de çınar dibi. Daha ne olsun. Mutlu oldu. “ruzgar estikçe dinlerim artık.” Tabii ki rüzgar estikçe dinleyecek, başka işi mi var... “Sonunda o yorucu hayat sona erdi” dedi kadın. Artık anne, abla ya da en yakın arkadaş olmaması içini ferahlatmıştı. Sorumluluk yok, iş güç yok. Oh ne güzel. Çınarı dinledi. Dinledi. Her rüzgar estiğinde heyecanlandı. Buna “huzur” dedi her seferinde. Dinledi. Bütün gün çınar sesinde uyudu. Buna “rahatlık” dedi her uyanışında. İlk defa rahat olmuş gibi rahat hissettiğini söyledi kendine sürekli. Dinledi. Her geleni izledi. mutsuzluklarını anlamsız ve değersiz buldu. “kıskançlık ve gösteriş” dedi her ağlayarak geçeni gördüğünde. Bu, şu an bulunduğu durum hayatın ta kendisi diye düşündü durdu. “yaşadığınız yer cehennem. Beni kıskanıyorsunuz hepinize kıskançlığınız fazla geliyor ve dayanamayıp ağlıyorsunuz!” diye bağırdı her ağlayarak gelene ve gidene. Dördüncü gün dinlemedi. ”Cehenneme cennete bir bakayım, kimler nereleri kazanmış.

„‟Facebook var mıdır acaba buralarda nerden bulcam Gülseren Abla‟yı?” Birkaç saat uçtu gezindi. Uçmak hoş tabii. Bulutlara çıkmaya karar verdiğinde hava kararmıştı. Kapı falan bulamadı başta yükselmeye devam etti. Sol tarafta mavi (

), sağ

tarafta pembe ( ), tam karşısında da kırmızı üç kapı görene kadar yükseldi. İlginç geldi. “ulan” dedi “cinsiyetsiz tuvalet fikrine biz daha alışamadık bu tanrı cinsiyetsiz cennet cehennem mi yapmış? Kızlı erkekli mi? Peki herkes mi kabul? Yok artık. Mesela ben tanrı olsam transları almazdım buraya. Cehenneme bile almazdım sonsuza kadar insanların gözyaşlarını samimiyetsiz bularak çınar dinlesin onlar. Hani eşcinsellik günahtı? Hani yanacaklardı. E ben ondan eşcinsel olmadım. Gülseren Abla ya da boş değildim hani. Belki kızlı erkekli yanmak isteyenler buraya giriyodur. O da olabilir bak. Resmen ortam yapsın bu herifler diye araf açmışlar.” Kadın, kadın başına uğraşmak istemedi ve mavi kapıya daldı. Çikolata şelaleleri, birbirine üzüm yediren kadınlar, tablolar, kocaman kütüphaneler, ayılanlar, bayılanlar, uyuyanlar, uyananlar, horlayanlar, hortlayanlar, zortlayanlar her şey ve herkes. Herkes olmamalı ama? Olsun bakalım, anlarız birazdan. “Hoaydaaaaa! Osman Abi sen napıyon burda ya?” “Huri seçmeye geldim yeğenim, sen ne zaman geldin?”


“Abi yeni ya daha kırkım çıkmadı.” “Senin veletler nasıllar büyümüşlerdir görmeyeli. Neyse tadını çıkar.” Peki huriler burdan seçiliyorsa neresi ki burası? Neresiyse nereysi derde bak bundan iyisi Şam‟da kayısı. İlk gün ortalıkta dolandı kitap falan okudu. İkinci gün arkadaş edindi. Üçüncü gün kırmızı kapı da Şam kayısısı var mıdır acaba diye düşündü. Dördüncü gün kırmızı kapıyı aralayıp kafasını uzattı. İçerde bir gişe, birkaç koltuk, yatak ve bir de kantin var. Biliyorum. Nerden mi? Çünkü ilahi bakış açısı. Neyse. “pardon Şam kayısısı var mı?” “ha?!” “yok bi‟ şey. Nere bura?” “Araf. Biraz ilerde de cehennem var. Ama girmek için bir senelik abonelik ücreti ödemeniz lazım.” Cehennemim kartını alıp şeytanlarla beraber sohbet ede ede içeri girdi kadın. İçeri girdikçe yerin ısındığını fark edip hiç şaşırmıyordu. Cehenneme ulaşması çok da uzun sürmedi. Ne güzel de tasarlamışım ya yeri çok kolay, çok merkezi. Neyse. Evet yerin ısınmasına hiç şaşırmadı ama manzara ondan o an bir parça aldı götürdü. Osman Abiler, huriler, sıcak havuzlar, kırmızı şaraplar… Enerji sıkıntısı olmadığı için her şeyin sıcağı var. Ben yaptım. Güzel yapmışım. Neyse. “Hayatım boyunca buraya beleş girememek için mi çalıştım? Boşuna mı rüşvet almadım, boşuna mı hırsızlık yapmadım lan?! Bunlar burada bayağı keyifli. Sonsuza kadar gevşeme cezasına çarptırılmışlar bunlar herhalde!” Al işte böyle çarparlar adamı ehe. Neyse. Gördüğü ilk şeytana sordu kadın “Aga bu elemanların cezalı olması gerekmiyor mu?” “Cezalılar, kadınları eğlendiriyorlar, çok çektirmişler zamanında. Bu grup full böyle.”


Merhamet Onur Aşkın Gördüğüm kabusun etkisiyle ağlayarak uyandım. Kalktığınızda, çarşafınızı, altınızda toplanmış olarak görmekten daha ıstırap verici bir şey varsa o da terden sırılsıklam olduğunuz bir sabaha uyanmaktır. Yavaşça doğrulup, rutinlerimi tekrarlamak üzere lavaboya yöneldim. Bir aydır elektriklerim kesikti. Tıraş olamadan geçen bir ay. Sakallarımı yıkayıp mutfağa gittim. Buzdolabının kapısını açıp, gördüğüm kabusun etkisinden kurtulmak için bir süre bekledim. Sanırım karşımda gördüğüm kabustan daha büyüğü olamazdı. İç geçirdim. İnsanın alışkanlıklarından vazgeçebilmesi için bir aydan daha fazlasına ihtiyacı vardı. bireysel devrim de bu olsa gerek diye düşündüm. Basit bir elektrik kesintisine alışmak bile ömrünüzden azımsanmayacak bir dilimi götürebilirdi. Kahve yapmak, haberleri takip etmek, porno film izlemek, sevdiğiniz birinden mesaj almak, gideceğimiz yere karar vermek ve daha bir çok şey için bir adaptörden fazlasına ihtiyacımız yoktu. Gelişigüzel yaşıyorduk işte. Gelişi güzel olmayan her şeyi de peşimizde sürükleyerek. Gördüğüm en devasa ağaç olsa gerekti. Gölgesinde tüm insanlık dinlenebilirdi. Kökleri bilinmez bir geçmişe kök salmış, ateş kırmızı yaprakları tohumunu atan kişiyi yad edercesine rüzgarla konuşuyordu. Dokunmak istedim. Vazgeçtim sonra. Ellerim, bütün yaşanmışlığına; gördüğü bütün savaşlara, kuraklığa, kıtlığa, şahit olduğu tüm sevişmelere, suçlara, gözyaşlarına ve kahkahalara ortak olsun istemedim. Gözlerimi ağacın tepesine diktim. En uçta küçük, beyaz bir mendil asılıydı. Çok kısa bir an, tüm dünyevî ereklerimden vazgeçmek için bir an bile düşünmeyeceğim kutsal bir ruhanî hisle doldum. Bir şeyi delicesine istemek bu olsa gerekti. Nefes almaktan, su içmekten, müzik dinlemekten, bir kadını arzulamaktan, kırmızı ışıkta beklemekten, nefret etmekten çok daha az insani bir istekti işte. Gövdesine uzandım. Parmak uçlarım, acı bir çığlığa birkaç ton uzaklıktaydı sanki. Dokundum. Uzaklaştığımı hissettim sonra. Beynim, bir kuklanın iplerini çekiştiren sanatçının elleri kadar berraktı. Her renkten düşleri birlikte görüyordum. Tüm bedenim basınçla doluyordu. Mendile uzandım. Rüzgârın hışırtısı giderek huzursuzluk veriyordu. Gövdem; ağacın azametinde iken, sonradan açılmış ve asla kapanmayacak bir parantezin içindeki cümleler gibi bütünümden ayrık bir hisle mendili aldım. “merhamet” yazıyordu. Altı çizilmemiş, parmak izi bırakılmamış ve kesme işareti kullanılmamış bir düzensizlikle... Tüm gün yalnızca gördüğüm rüyayı düşündüm. Sırılsıklam, ağlayarak uyanmama sebep olan o mendili. “merhamet”. Rüyaların gerçek olması ya da bir mesaj taşıması ile hiç ilgilenmediğim için yeterince derin düşünemiyordum belki de. Kalktım, penceremden giren ışığın, koltukta uçuşan toz zerreciklerini aydınlatmasını izlerken, bir daha anımsamamak için bir yıldır çaba gösterdiğim o an’ı yeniden yaşadım. El yordamıyla lavaboya uzandım. Musluğu açtım ve gözlerimi toz zerreciklerinden ayırmadan suyun sesini dinledim. Her şey tamamdı... Yağmurun hafif aralık pencere pervazından içeri hayalet gibi sızışını izlerken, mutlu olmanın aslında ne denli kolay olduğunu düşündüm. Bağımlılıklarımızı tatmin eden her şey, mutlu olmamızı da sağlıyordu. Omzumda yatan kadının göğüslerinin kıvrımından sızan terin ve göğüs kafesimizdeki iniltinin mutluluktan başka bir tanımı


olamazdı. Dinginlik ve bereket tanrıçası. aldığımız eroinin etkisi iyiden iyiye hissedilir olmuştu. Burun damarlarımızdaki çatlamayı ve zihnimizin keskinleştiğini hissedebiliyorduk. Korkunç bir baş ağrısı ve ardından bir küfürbaza dönüşecektik. 2 yıldır eroin kullanıyordum. Giderek artan bir ölüm isteği ile geçiyordu zamanımın çoğu. Kız arkadaşım da benim gibi bağımlıydı. Eroini temin etmek için haftanın 3 günü fahişelik yapıyordu. Para kazanmanın tek yolu buydu. Dar, kaba, asık suratlı ve tekinsiz sokaklarda, bedenini, sadakat kalpazanlarına satıyordu. Hiçbir şey hissetmiyordu onlarla sevişirken, yalnızca bedeni onlarındı, etten ve kemikten bir siluet. Bir gölge. Ruhun izdüşümü. Eroini alabilmemiz için gerekli parayı benim kazanmam konusunda çokça tartışıyorduk. Kahrolası bedenimi satmaya hazırdım ama hiç kimse gözlerinin altında koca morlukla dolaşan bir adama iş vermezdi. Oysa onun için durum farklıydı. Vajina sevicileri renklerle ilgilenmezdi. Ruhunu çarmıha teslim etmiş halde uzanan bir kadının iniltilerinin anlamını sorgulamazlardı. Kafasını hafifçe kaldırıp gözlerimin içine baktı. Bakışlarında bir anlam yoktu. Yalnızca bakıyordu. Onu seviyordum. Seviştiğimizde, ruhunun notalarını kasıklarımda duyuyordum. Tüm renkleri ile sevişiyordum bedeninin. Karşılıksız, güneş kadar cömert bir edayla açıyordu kendini bana. Her gün ve her dönümünde ayın. -Seni seviyorum bunu biliyorsun. -Evet. -Ve senin için her şeyi yapacağımı da. -Evet. Ben de senin için kadınım. -Ölümü arzuluyorum. Senli bir ölümü. Kayıtsız, yalnızca ölmek işte. Bedenimi beyaz bir uğultu ile teslim etmekten bahsediyorum. Bir daha seni asla göremeyecek olmanın en güzel halini.. Saçlarındaki kırıkları sevdim sonra. Uykuya dalmanın ve onu bir daha asla göremeyecek olmanın en güzel halini hayal ederek... Uyandığımda yanımda yoktu. Genelde hep daha önce kalkardı zaten. Yine o sadakat yeminleri ile taktıkları yüzükleri, zevklerine peşkeş çeken adamlara gitmiş olmalıydı. Onu sevmenin en zor yanı, başka adamlarla beraber olduğunu bilmek değildi. Zor olan; dağılmış saçları ve akmış rimeliyle kapıdan girdiğinde, ağladığını her seferinde anlamama rağmen ona rol yapmak zorunda olmamdı. Ona gülümsemek, bedenimin her yerine saplanmış paslı bir çividen farksızdı. Güç bela doğruldum. Onu, hatırladığım en güzel haliyle hayal ederek banyoya yöneldim. Yerde yatıyordu. Ayaklarını karnına çekmiş, sol kolu bana doğru uzanmıştı. Parmakları her zaman olduğu gibi zarifti. Bileğinden kan akıyordu. takip ettim. Ömrümün en uzun yolunu, bacaklarımda kocaman bir ağrıyla almış gibiydim. Dizlerim hükümsüz, beynim karıncalanmış gibiydi. Topyekûn bir infazın tanığı gibi yalnızca donmuş bir halde ona bakıyordum. Parmakları ne de zarifti. Ölümün en güzel haliydi parmakları ve bacaklarının arasında tükenmişliğin kayıtları tutulmuştu... “merhamet”... gördüğüm rüya olamazdı. Gerçeğin ta kendisiydi. Oracıkta duruyordu işte. Gözlerimin önünde. Penceremden sızan toz zerrecikleri kadar gerçek. Yalnızca yeterli ışıkta görülebilen bir gerçek. Benim ışığım da rüyamdı. Oradaydı. Biliyordum. Zarif parmaklarının az ötesinde. Az sonra pencereye doğru yöneldim. Işığın yansıttığı gerçekliğe. Birbirimizi bir daha asla göremeyecek olmanın en güzel haline. Pencereden sarkıp kendimi onun zarif parmaklarından aşağı bırakırken aklımda tek şey vardı: ışığın ve evrenin ihtişamına inat, yalnız onun bildiği bir geleceğe kanat çırpmak...


Hayat Dediğin, Götteki Donu Anlamaktır Seynan Konucu

Artık bir işim olmalıydı. Sigortası olmasa da parası iyi olan bir iş. Üniversiteden mezun olduktan sonra Ceren’le hemen evlenmiştik. Ne bir mesleğim ne de tecrübem yoktu. Sadece bir diplomam vardı. O da herkeste vardı. Karımın da benden farklı bir durumu yoktu. Neden evlendiğimizi anlamıyordum. Bir sevişme gelmişti, bir daha da gitmemişti Ceren’e karşı. Onu ilk öptüğümde Zeki Demirkubuz kadrajına bakıyorduk sinemada. Evin kapıları hep kındırıktı. (Yarı açık) Az çok anlamıştım ilişkimizi. Ev alana kadar babamgilde kalmamız gerektiğini anlayana kadar, gelecekle ilgili hayal kurmaktan gerçekleri göremez olmuştum. Buna o da inanmamıştı tabi ama, olsun hiç yoktan iş kurar, para kazanır, kaçarız düşüncesindeydi. Ama hiç böyle olmadı. Babam, iki defa ‘’iş kurayım, evine ekmek al, para biriktir, sağ sola düğüne gittiğinde takacak bir şeylerin olsun’’ demişti. İlkinde tantuni, döner yapan dükkan açmıştım. Hayatımda ne tantuni yapmışlığım vardı ne döner bıçağı tutmuşluğum. Yapa yapa öğreniriz dedik hanımla. O mutfak ve servis işlerine, ben de kasa ve ocağa bakacaktık. Çok güzel hayallerimiz vardı. Artık çocuk yapmak istiyorduk, arabalı çocuk odası takımı almak, büyük balkonlu ev alıp karşılıklı kahve içmek istiyorduk. Çok da büyük hayallerimiz yoktu. Ceren, dönerin çok güzel olduğunu ama tantuninin üstüne biraz çalışmamız gerektiğini söylüyordu. Ama olmadı, batırdık. Keşke herkes onun gibi düşünseydi. Ben çok üzülmemiştim, Ceren üzüldüğü için ona üzülüyordum. Paranın benim için çok bir değeri yoktu sadece Ceren’i mutlu ettiği için cebimde taşırdım. Şimdi artık cebimde de yoktu. Faturalarımızı babam ödüyordu. Bir şekilde idare ederdik ama Ceren’in gözü açtı. Doymuyordu. Üniversiteden arkadaşlarımızı eve çağırmaya utanıyordu. Mezun olduğum bölümden iş bulma ihtimalim, dönercilik işinden para kazanma ihtimalimden daha düşüktü. Ceren de artık mırın kırın etmeye başlamıştı. Bir işe girmem gerektiğini, babamgilin eline bakarak nereye kadar gideceğimizi ve çocuk yapmak istediğini söyleyip duruyordu. Babam da bunu anlamış olacaktı ki son şansın diyerek iş kurmam için sermaye vermişti. Ne iş kuracağımızı Ceren’le sabahlara kadar yatakta konuşuyorduk. Köyde sayısal loto, iddaa bayi olmadığını, herkesin şehre gittiğinde birilerine oynattığını söylediğimde yeni işimizi bulmuştuk. Loto ve iddaa makinesinin fiyatını görünce biraz çekinsek de uzun vadede paraya para demeyecektik Ceren’in sözüyle. Babam da bu fikre olumlu bakınca kolları sıvadık. Köyün merkezinde dükkan kiraladık, şehir merkezinden makinaları aldık, toptancılarla görüştük. Bir hafta içinde her şeyi hazır etmiştik. Ceren o zamanlar üniversitedeki gibiydi. Gözlerinin içi gülüyordu. Bana bakarken çocuk yapmak istediğini, yavaş yavaş çocuk odası için takımlara bakmaya başladığını söylemişti.


Dükkanın ilk bir iki haftası beklediğimizden de fazlaydı iş. Sabah 8’de açıp gece 12’de kapatıyorduk. Ceren çok mutluydu. Ben bir türlü mutlu olamıyordum. Kurduğum hiçbir iş benim öz fikrim değildi. Hep fırsatçılık üstüne kuruluydu. İnsanların zevklerini, zaaflarını kullanarak para kazanmak hoşuma gitmiyordu. Zaten dükkanda da genelde babamla Ceren duruyordu. Ben yandaki kahvede oturuyordum sürekli. Kış gelmeye başlayınca işler azalmaya başlamıştı. Köyün erkeklerinin çoğu yurt dışına çalışmaya gider, taa yazın dönerlerdi. Bunu hiç hesaba katmamıştık. Dükkanın kadınlara hitap edecek hiçbir durumu yoktu. Kışın ortalarına doğru toptancılar laf etmeye, Ceren’in gözündeki ışık sönmeye başlamıştı. Ceren’in gözlerindeki ışığı tutmak için ateşe sürekli para atmak lazımdı. Bunu yeni yeni anlıyordum. Artık giderler, gelirleri karşılamıyordu. Dükkan artık bomboştu. Sadece köyün çocukları cips, kola almaya geliyordu. Babam da inceden kahveye gelmeye başlamıştı. Dükkan batarsa benim üstüme atıp yırtacaktı. Öyle de oldu. Dükkanda durmamamı bahane ederek bana yüklendi. Demediği laf kalmadı. Emekli ikramiyesini yemişim. 27 yıllık emeğini yemişim. Ceren’le yapmışlardı her şeyi. Ceren de babam da artık benden kaçıyordu. Tek başıma kahvede oturuyor, hesabı babama yazdırıyordum. Dükkanın içindeki malzemeleri de şehirde satmış, almıştı parasını. Artık bitmiştik. Ceren benimle uyumak istemiyordu. Önceden beraber duş almayı çok severdi, şimdi ise kendi bile duş almıyordu. Hayattan bir beklentisi kalmamıştı. Her an ayrılmak istediğini söyleyebilirdi. Sigaraya da başlamıştı dükkanda dura dura. Sürekli mutfak masasında sigara içiyor yanıma gelmiyor, yanına gittiğim zamanda da yatak odasına gidiyordu. Yine böyle bir an yaşayınca sinirlenip kahveye gittim. Hava da yağmurluydu. Yağmurda yürümeyi çok severdim. Oyun oynayacak kimse yoktu kahvede. Sadece kamyoncular yağmurun durmasını beklemek için durmuş çay içiyorlardı. Kimi de kafasını masaya koymuş uyukluyordu. Tahta sandalyeyi dışarı çevirip eski dükkana bakarak oturdum. Nerede yanlış yapmıştım? Neden hiç dikiş tutturamıyordum? Ceren’i mutlu etmek için son şansım babamın makinelerden aldığı parayla yeni iş kurmaktı. Eskisi kadar olmasa da bir sermaye ederdi. Sermayesi az ama iyi para kazandıracak bir iş olmalıydı. Yağmur dinmeye başladı. Çarşı biraz kalabalıklaştı. Kahve dolmaya başlıyordu. Gelen ne yağmur yav diyerek içeri giriyordu. Sanki dışarıda sözleşmişler aynı şeyi söylemek için. Köylüler gelmeye başlayınca kamyoncular götüm götüm kalkıyordu. Hesabını ödeyen arkasına bakmadan çıktı. Bir tanesi kapının önünde göt cebinden mendili çıkarırken tarağını düşürdü. Eğilip alırken en az dört gündür çıkarmadığı mavi donunu gördüm. İstemsiz olarak suratımı ekşiterek adamın donuna baktım. Tarağını alıp kamyonuna giderken sebepsiz yere adamın götüne bakmaya devam ettim. Kahvede olduğu hatırlayıp hemen çay istedim. Bir an kendimden utandım, inşallah kimse görmemiştir. Bu saatten sonra bir de arkamdan top falan derlerse ne Ceren kalır ne de ailem. Çayla beraber, masada uyuklayan kamyoncu da kalktı. Kapıdan çıkarken öne eğildiği için gömleği yukarı çıkmış, ayağa kalktığında donunun içine girmişti. Kahvedeki herkes, adamın mavi donuna bakarak adamın çıkmasını izledi. Ben de onlara uyup baktım. Adam çıkar çıkmaz ben bakmamış havasına girip çay bardağını havaya kaldırarak çaycıya verdiği çay için küfür etmiştim. O an herkes kendinden utanmış, benim az önceki durumuma girmişti. Yüzlerinden belliydi. Çayımı içmeye devam ederken yani kuracağım işi düşünüyordum. Ama aklım hala neden adamların götüne baktığımdaydı. Çay kaşığıyla oynayıp boş boş dururken aklıma müthiş bir girişimcilik işi gelmişti. İşte yaratıcı zeka buydu. Ne öyle tantuni, sayısal loto falan. Babamgilin ve köyün gözünde bitik adamdım. Şimdi ise vurgunu gelişine gelen voleybol topuna vurur gibi vuracaktım. Bu kadar don görmem bir işaretti. Bu hayatta tantuni yemeden duran insanlar var,


sayısal loto oynamayan insanlar var ama donsuz gezen insan var mı? Sokakta yaşan insanda bile don var. Donsuz insan, eksik insandır. Doncu açacaktım. Kadın, erkek, çocuk iç çamaşırı her şey olacaktı. Eve koşarak gittim fikri Ceren’le paylaşmak için. Yine mutfakta sigara içiyordu. Heyecanla yanına gidip oturduğumda kalkmaya çalıştı. Elinden tutup beni dinlemesini istedim ve anlattım planımı. Gözlerini kül tablası olarak kullandığı bardak altlığından kaldırıp bana baktığında, ateşe atılan paraları görmüştü resmen. Bir an mutlu olduğunu hissetmiştim. Ama sonra parayı nerden bulacağımızı sorunca, babamın makinelerden aldığı parayı söyledim. Bir daha bize para vermeyeceğini bütün köy biliyor, olmuyor olmuyor diyerek bağırmaya başladı. Olmuyor Münir anla artık. Anlaa! dediğinde beni terk edeceğinin ilk sinyalini vermişti. Bana bırak diyerek aşağı babamgile indiğimde babam, kahvesini içip TV’de evlendirme programı izliyordu. Geldiğimi görmemiş gibi sanki ben orada yokmuşum gibi davranıyordu. Durumu açınca elindeki tesbihi yüzüme fırlatıp, ‘’siktir git oruspu çocuğu utanmadan hala iş kuracam diyor şerefsiz, namussuz, bir de doncu açacakmış mal mısın oğlum sen ne donu ne doncusu tövbe estağfurullah arkamızdan dalga geçtikleri yetmiyor mu?’’ cevabını vermişti. Normalde olsa çeker çıkardım ama Ceren… ‘’Ceren benden ayrılacak bu daha mı iyi? Son kez diyorum sana bu da olmazsa zaten… Lütfen baba. İki defa iş kurdum ilk defa gelip senden para istiyorum. Öbürlerinde Ceren’le sen yaptın. Bu sefer de bana bırakın. Çok düşündüm, bu sefer batmak yok, uçmak var.’’ dediğimde son kez bana baktı. ‘’Güvenmiyorum oğlum sana ananla benim kefen paramız o vermem. Git borç al, kredi çek ben yokum artık’’ dediğinde, Ceren’in bavulla evden çıkışı gözümün önüne gelmişti. Son kez ‘’Baba ne kefeni ne parası bu sefer paranın anasını ağlatacaz akşama kadar düşün akşam tekrar geleceğim’’ deyip çıktım. Çarşıda dükkanlara bakacaktım. Babamın parayı vereceğinden emindim çünkü Ceren’in gitmesini o da istemiyordu. Birkaç defa Ceren halıları yıkarken Ceren’in bacaklarına ve göğüslerine bakarken yakalamıştım onu. Benden habersiz başka bir şey yaptı mı bilmiyorum ama o parayla dükkanı kurup, parayı vurup kaçaktım. Şehre aynı dükkandan açıp, bir daha gelmeyecektim buraya. Babamgili de silecektim. Sadece Ceren, ben, çocuğumuz, evimiz ve dükkanımız olacaktı. Bir dükkanı gözüme kestirdikten sonra eve gittim. Babam parayı zarfın içine koymuştu. Hiçbir şey demeden zarfı alıp çıktım, Ceren’in yanına gittim. Yine mutfakta sigara içiyordu. Zarfı görünce ellerini saçlarından çekti sigarasını söndürdü bütün vücuduyla bana döndü. Yanına oturdum. ‘’Son şansımız bu, adam akıllı davranmamız gerekiyor, bütün işi sadece ben yapacağım siz sadece dükkan bittikten sonra satışa geleceksiniz’’ dediğimde Ceren uzun süre sonra ilk defa bana sarılmıştı. Kokusunu özlemiştim. Kulağına çocuk yapmak istediğimi söylediğimde beni birden itekleyip dükkanı açtığında bana güzel iç çamaşırı getirt o zaman yaparız dedi. Birer sigara yakıp mutfakta oturduk. Hemen ertesi gün dükkanı tuttum. Şehre gidip büyük donculara girdim baktım. Neler var neler yok not ettim. Sonra toptancılara gidip pazarlık yaptım. İki gün içinde dükkanın işi bitti. İş, artık toptancının gelmesindeydi. Babamın verdiği para ucu ucuna yetmişti. İlk bir hafta dükkan ağzına kadar dolmuştu. O hiç beğenmediğim kadınlar, sütyenlerindeki bütün paraları dökmüştü. Jartiyerler, tangalar havada uçuyordu. Kahvedeki herkes mutluydu. Tabi en çok biz. Bir jartiyer alan tekrar geliyordu. Çünkü adam bilmiyor, yırtıyormuş hayvan gibi saldırınca. Kadınlar Ceren’e anlatıyordu. Ceren de bende mutluyduk. Biz de çocuk yapmaya karar vermiştik. Parayı kazanıp babamgile haber vermeden şehirde ev tuttuk. Köydeki dükkanı satıp şehirden dükkan aldık. Köyle ilişiğimizi kesmiştik. Ne numara ne adres biliyorlardı. Artık biz olmuştuk. Çocuk yapmıştık. İşler köydeki kadar olmasa da iyiydi. Ceren’in gözleri sürekli gülüyordu. Benim de tabi.


Maşuk İlla lazım ise birine tapmak Senin endamına aşkla taparım Eğer bir günahsa senle kavuşmak Cehennemde seve seve yanarım Çekeceğim tekbir ismindir ancak Ve ibadetimdir sevişip yatmak Yakışmak sevgilim tekrar naz yapmak Gel senle tekrar tek vücut olalım

Sarhoş

Bu Petrol Gök Oğul Arda Biçer Yürüdük, yürüdük. Ta ki birbirimizin nefesinden başka bir ses duymayana dek. Parmaklarımı parmaklarına uzattım. Usulca okşadılar birbirlerini, ama sarılamadılar. Durduk.Mavi ile yeşilin kıyasıya bir savaş verdiği gözlerine baktım.Kısa kıvırcık saçlarını keşfettim.Yaklaştım,

Yürüdük, yürüdük. Sahte gök iki yanından çeşitli renklere büründü, Gürültü arttı, nefesler duyulmaz oldu.Tereddüt ettim.

-Burada olmaz, --Korkuyor musun?

Sesler arttı. Ve iğneler beynime saplanmaya başladı, kimisi sinek ısırığı gibi,kimisi ötenazi iğnesi gibi.Korktum.

Cevap vermedi. Asfalt üzerindeki yağmur damlalarıyla ışıldıyordu. Bu petrol göğü (gökyüzünü?) biraz daha yürüdük. Elimi tuttu.

-Korkmuyorum.

-Korkmuyorum.

-Korkmuyorum. Sesler azaldı, yağmur damlaları tekrar görünür oldu. Elimi bıraktı, bir sigara yaktı, göğe baktı, başını eğmeden bu sefer.


Çizim : Oğul Arda Biçer

mevzularderinfanzin@gmail.com facebook.com/mdfanzin

İletişim için :


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.