mevzular derin
#1
İlkokuldayken milli bayramlarda okulun önünde gösteri yapacak olduğumuz zaman, hep düşünürdüm ; acaba bu en öne koyulan çocuklar heyecan yapıyor mudur diye. Bu soruya hiçbir zaman cevap bulamadım çünkü sağolsunlar beni hiç en öne koymadılar.. Ama şimdi fanzinin ilk 2 sayfasına başlangıç temalı bir yazı yazmam gerektiğinde anladım onları. Ben de elimden geldiğince bu 2 sayfanın hakkını vermeye çalışacağım. Fanzinimiz bu sayısında ben de dahil olmak üzere 12 yazar ve 1 çizerin katkılarıyla sizlere ulaştı. Yaklaşık 10-15 gün içinde bütün işleri halledip baskıya aşamasına geçtik. Birbirinden kaliteli yazar arkadaşlarımız fanzinimizde yer almayı kabul etti. Bu sayede sizlere dolu dolu bir ilk sayı hazırlayabildik. Kapak konumuz, dolar ve euro‟nun karşısında değer kaybeden Türk lirası. Kapak konumuzla ilgili bir bölüm ayırdık ama onun dışında ekonomiyle alakalı pek bir şeyler göreceğinizi düşünmüyoruz bu sayıda. Mevzular Derin ismi üzerine çok düşündük, bulduğumuz bir çok isim bizi tatmin etmedi. En sonunda bütün ekibimizin oy birliğiyle bu isimde karar kıldık. Güzel bir isim olduğuna inanıyoruz ve sizden de gelen yorumlar bizi son derece memnun etti. Sizden gelen yorumlar demişken, çok güzel geri dönüşler aldık şimdiden ve bize destek olup bize inanan herkese çok teşekkür ederiz. İndigo‟nun bir şarkısında geçiyordu, Almanlar, „‟Her başlangıç zordur‟‟ demiş. Ben bunu da şuan şu satırları yazarken yaşayarak öğrendim. Önsöz yazmayalım dedik ondan böyle bir şeyler çıkarttık ortaya. Size layık değil fakat, önümüzdeki sayılar için daha güzel şeyler ortaya çıkaracağıma kendi adıma söz verebilirim. Bu arada önümüzdeki sayılarda fanzinimizde yazılarının çıkmasını isteyenler bize gmail yoluyla ulaşabilirler. Biraz içerikten bahsedeyim. Bu sayıda çeşitli konulara değindik, bunun yanında bir konuya değinmeden sanat için sanat anlayışıyla yazan arkadaşlarımız da oldu. Öykü, deneme, şiir gibi türlerde eserler vermeye çalıştık. Bu sayıda çok fazla şiir yok ama sakın şiir sevmediğimizi veya diğerlerinden daha az verdiğimizi falan düşünmeyin, sadece bu sayıda öyle denk gelmiş.
Unutmadan, 3 sene önce bu zamanlarda, Neşet Ertaş, yaşamını yitirdi. Onu saygıyla anıyorum. Ona değil 1 sayfa, ansiklopediler ayırsak yetmez ama ben kendimi onun hakkında yazabilecek kadar nitelikli biri olarak görmediğim için sadece anmakla yetineceğim.
Biraz amaçlarımızdan bahsedeyim. Bizim fanzin olarak spesifik bir amacımız yok. Yani insanları dolduruşa getirelim, örgütleyelim falan gibi bir amacımız yok. Tek isteğimiz yazdıklarımızın nitelikli insanlar tarafından okunması ve iyi insanlarla tanışmak. Biz daha basılmadan sizi çok sevdik umarız siz de bizi seversiniz. Şimdi ben sözü diğer arkadaşlarıma bırakıp sizlere fanzini okuduğunuz süre boyunca iyi vakit geçirmenizi diliyorum. Tekrar görüşmek dileğiyle, hoşçakalın..
İletişim için :
www.twitter.com/mevzularderinf www.facebook.com/mdfanzin mevzularderinfanzin@gmail.com
Yalım Aydın
“En iyi planları farelerin ve insanların/Sıkça ters gider” -R.Burns 2001 Ekonomik Krizi’nin önümüze çıkardığı sonuçlar vasıtasıyla iktidara gelen siyasilerimizin de Türkiye Ekonomisi’ni düzeltmek için uygulayacaklarını iddia ettiği iyi planları vardı. Zira hiç kimse doğup büyüdüğü toprakları tekrar bir ekonomik bunalıma, durgunluğa veya krize sokmak istemez(öyle umuyorum). Fakat Türkiye’nin o dönemden bu sene başına kadarki toplu durumuna bakarsak net bir düşüş görmemekle birlikte, bu günlerdeki halimizde ise sert bir çakılış olduğunu fark etmemiz zor değil. Dolar yılbaşından beri yüzde 23 arttı. Bu süreçte ise Türk Lirası Brezilya Reali’'nin ardından en fazla değer kaybeden ikinci para birimi oldu. Sizlere söylediğim bu veriler elbet pek iç açıcı değil fakat yarattığı etkiler bir teknenin alabora olmasına neden olan bir fırtına kadar gerçek. Neredeyse 3 aydır ülkemizde bir hükumet yok ve 1 Kasım’da tekrar erken seçime gidiyoruz. Bunun Türkçesi koca bir belirsizlik demek. Amerika nezdinde ise FED’in (Amerika Merkez Bankası) faiz arttırması bekleniyor ki bu Dolar’ın rekorlar kırmasının sebeplerinden biridir. Bu gibi bilgilerin sentezini yaptığımızda karşımıza 3.00 seviyelerine daha önce gelmiş, şimdilerde de tekrar göz kırpan bir dolar/tl kuru çıkıyor ki bu cidden çöpe atılacak ya da unutulacak son konu. Kullandığımız kapak aracılığıyla da bizler size bunları anlatmaya çalıştık. Temel yazar kadromuz olarak da hepimiz öğrenciyiz. Aramızda ne bir ekonomist ne de bir ‘ülkenin geleceğini tamamen öngören kahve abisi’ var. Fakat hepimiz ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik durumun iyi olmadığının farkında olan ve bunun geniş kitlelere doğru şekilde hitap edilmesini isteyen bilinçli gençleriz. Bizlerin bu konudaki hassaslığı yayılmak zorunda. Çünkü ancak o zaman oyunu kullanırken her durumu göz önünde bulunduran bir seçmen kitlesi yaratabiliriz Ancak o zaman ‘iyi planların’ sıkça ters gittiğini fark edebiliriz.
Alperen Yavaş
Merhaba Ömrüm…Nasılsın? Beni sorma halim yaman yine…Çünkü sen yoksun, yalnızlık beni yine mesken almıĢ sarıp sarmalıyor senin yerine… Merhaba Ömrüm; nefessiz kalıyorum senin olmadığın yerlerde, izimi bulabilene aĢk olsun! Sen benim neyim misin, merak mı ediyorsun? Ömrüm, sancılarım, bakıĢlarım, duyuĢlarım; çok derin ağlayıĢlarım, gözyaĢlarım…Kalbimin içinde bir türlü dile getiremediğim tekim, hepim, sonum… Merhaba Ömrüm, seni ömrümün paha biçilmezi yaptığımı bilsen bu kadar rahat davranır mıydın ki? Sanmam…Korkardın aĢkımdan fazla sevemezsin aĢkım aĢkını geçer diye pek bir hayıflanırdın… Sevebilecek asil gönlüne ’Asil’ bir seviĢ yerleĢtirmediğini düĢünerek. Olsun.. .Ömrüm; Merhaba Ömrüm…Çok yeni bir sınava tabi tuttum kendimi, seninle sınıyorum kendimi, sensizlik anlarında, söyleyemediklerimi düĢünüyorum, içimden haykırıp sana ulaĢtırmayı dileyerek. Merhaba Ömrüm; Ġlacım, sancım, muhtacım… Anlar mısın ki dizelere sığmayan bu aĢkı? Biz olur muyuz? ġimdilerde bu kadar ürkek bu kadar sancıya yenik durumdayken; mağdurken, sevebilme gücünü keĢfetmiĢ ama söyleyemezken. Ben senin neyinim? Muammaların, sorgulayıp suçlayıĢların, çözmeye çalıĢmaların, bir merak içinde arzularının esirinde kendi içinde çırpınıĢların…Ben senin neyinim? Söyle! Sığmayan dizelere, söyle bakalım… Sen benim ömrümsün, parıldayan bir güneĢ, yağan yağmurum, ayazlarda bedenimi aĢkınla ısıtan tek gerçek…Merhaba Ömrüm; Merhaba! Sana bu ilk sesleniĢ, ilk defa…Adımı anmaktan korkup gerçekleri kendine fısıldarken ben sana yalnızca “Ömrüm” diyebiliyorum, ömrüm…Merhaba çekingen ömrüm; sol yanımda geçmiĢin izleri, sağ yanımda sımsıcak sevgi ve de hasretin.. .Merhaba ÖMRÜM; sevebilirsek bize fayda etmez zulüm… Tek bir saniyede bile yıkar geçeriz her Ģeyi, herkesi; sevebildiğini sanan tüm yürekleri… Merhaba ÖMRÜM; Korkularından uzak bana yakın olmak istiyorsan haydi sen de bu sözü fısılda; MERHABA ÖMRÜM…
Dilara Aksoy
Sigaram bitmek üzere idi. Son bir nefes daha, lütfen. Ġstemsizce bir diğerini yaktım. 21 Haziran 2015. Hava sıcak, rüzgar ise hafifçe yüzümü okĢarken içimdeki endiĢe herhangi bir Ģeyi hissetmeme engel oluyordu. Bugün Pazar, umutsuz bir Pazar. YavaĢça ellerimi inceledim, titriyordu. Ġncecik ve uzun parmaklar. Uzun ve siyaha boyanmıĢ tırnaklar. Ojelerim çıkmak üzereydi, eve gidince düzeltmeliyim diye mırıldandım yavaĢça. Saat 16.18.YavaĢça kapıyı açmaya çalıĢtım. Ah, yanlıĢ anahtar. Sessizdi, terk edilmiĢçesine yalnız, çaresiz dairem. Yemek yemeliyim diye düĢündüm lakin yiyemeyecek kadar yorgundum ve sarhoĢtum. Topuklularımı çıkartıp salondaki bordo deri koltuğa attım kendimi. Salonu yavaĢça gözlerimle süzerken biriyle yaĢamamama rağmen bu deri koltuklarım için çıldırdığımı, üstünde ağırlayabileceğim bir ten olmamasına rağmen sevinçle aldığımı hatırladım. Biraz muzip ve hüzünlü bir sesle, evime sadece o gittiğinden beri tenime değen faili meçhul kiĢilerin geldiğini, onların ise ayaküstü terlemeden seviĢip bir fincan kahve, en azından ‘adettendir’ diyerek bir sigara bile yakmadığını fısıldadım kendime. Bu küçük fısıltıdan sonra, incelemeye baĢladım kendimi. Öylesine bir gece kulübünden telaĢlı adımlarla çıkmıĢ öylesine bir kadının teninde süzülen öylesine bir elbise. Titremenin yerini durgunluğa bırakmıĢ eller, saçma bir gece kulübünde dünyayı siktir edercesine dans etmiĢ ayaklar, solgun bir yüzdeki akmıĢ makyaj. Acaba öylesine bir kadın mıydım yoksa çaresizlikten çaresizliğe sürüklenmiĢ, elleri Ģiir kokan bir kadın mı?
YavaĢça hareket ederken kısa bir küfür savurdum, yorgun bedenimi sakince banyoya sürükledim. Saat 17.26.Günlerden Pazar, kirli bir pazar .Küçük adımlarla banyoya girdim, sessiz bir küfür daha savurmamak adına aynaya bakmamayı tercih ettim. Aynalardan korkuyordum, bu ilk defa yaĢadığım bir durum değildi. Peki beni korkutan ne idi? Kirli bedenim mi yoksa yüzleĢmekten korktuklarım mı? Bilmiyordum, neyse siktir et. Üstümdeki kıyafetlerin içinden sıyrılırken kedimi beslemem gerektiğini düĢündüm. Soğuk bir duĢ mu yoksa lavanta kokuları içerisinde bir banyo mu gerekli diye düĢünmeme fırsat bırakmadan küçük küvetimde yavaĢça köpürmeye baĢlayan suya ve odayı kaplayan tatlı lavanta kokusunun içerisinde buldum kendimi. Lavantayı sevmezdi ama olsun, o burada değildi sonuçta, siktirip gitmiĢti.
Derin bir iç çektim ve küvetin içine bıraktım kendimi. Su sıcaktı, ama istediğim de buydu-böylece kendimi kirli anılarımdan arındırabileceğime inandırmıĢtım. Sıcaktan kızarmıĢ vücuduma bakarken bir yandan düĢüncelerimde boğuluyordum; tekrar, tekrar ve tekrar. Peki ya olması gereken neydi ? Sıcak bir suyun altında lavanta kokulu hızlı ve huzurlu bir ölüm müydü hak ettiğim yoksa kahrolası düĢüncelerimin arasında yavaĢ ve hüzünlü bir ölüm mü ? GözyaĢlarımın sel olduğunu fark ettiğimde yavaĢça suyun içine indim, fakat gözyaĢlarım durmuyor, giderek artıyor ve artıyordu. Tanrım, neden cehennemi indirdin ki Ģu dünyaya! Suyun altından hızlıca ilk önce baĢımı, sonra bütün bedenimi çıkartarak küvetten sıyrıldım. Bedenimi kurularken aynaya bakabilme cesaretini bulabildim kendimde. Yüzümü inceledim telaĢlı gözlerle. KızarmıĢ iri gözler, küçümen bir burun ve hala titreyen incecik dudaklar. Saçlarımı hafifçe kuruttuktan sonra hızlıca örüp odama gittim. Saat 19.06.Dolabımdan önce iç çamaĢırlarımı ,sonra kahverengi tül elbisemi çıkartarak özensiz ir Ģekilde üstüme geçirdim. Sigaramı aldım ve mutfağa geçerek kahve yapmaya koyuldum. Bir tanesini yakarken bunun son olacağını söyledim kendime; diğeri, sonraki ve sonuncusu için de.
Elleri Şiir Kokan Kadın
En büyük hayali okyanusu görmek olan insana kaba ve kırıcı davrandınız. Deniz bile görmemişse okyanus onun için kurtuluş demektir çünkü monoton hayatlardan kaçmak gerekir bazen. Herkes aynı davranıyor diye onlar gibi olman gerekir. Olmazsan dikkat çekmek için yaptığını düşünürler. En büyük hayali en yüksekte olmak isteyen insana da kaba ve kırıcı davrandınız. Hiç yükseğe çıkmamışsa onun için yükseklik huzurdur çünkü kitap okumak huzuru sağlamaz bazen. Kimsenin sizden yüksek olabileceğine inanmadınız çünkü egolarınız bunu yapmanıza izin vermedi. Destek olmak yerine aşağıladınız. Ne yükseklikler gördük yıkıldı, senin de hayallerin yıkılır dediniz. En büyük hayali başkalarının mutlu olmasını isteyen insana da kaba ve kırıcı davrandınız. Şimdi bu insanların en büyük hayali dünyanın sonunun gelmesi. Hiç dünyayı sevmemişse -sevdirememişseniz- normaldir. Ne yazık ki dünyanın sonunu biz getireceğiz ve işte o zaman İsrafil sura üfleyecek. Çok yeraltıyız değil mi? Çok yeraltındayız. Küçükken hayalini kurduğumuz şeylerin kaçını şu anda istiyormuşuz? Hevesmiş bunlar, öyle dediler. Çok kabasınız değil mi? Kaba ve kırıcısınız. Hayallerin bile sana tekmeyi koyduktan sonra insanda heves kalmaz zaten. “Balkona çık ve bir sigara daha yak. gerçekleşmeyecek hayallerin şerefine!”
Aysu*
Acıdan
gebersen
de
„Siz makine ya da hayvan değil, insansınız! İnsanlığın sevgisini yüreğinizde taşıyorsunuz! Nefret etmeyin! Sadece sevilmeyen ve normal olmayanlar nefret eder‟ Evet, bundan tam tamına 75 yıl önce gösterime giren mükemmel bir filmin mükemmel konuşmasından alınan bir kesiti paylaştım sizlerle. Charlie Chaplin ve onun Büyük Diktatör‟ü. Bu filmle ilgili elbette sayfalarca duygularımı yazabilirim sizlere ama ben şimdilik bu cümlemizi incelemeyi daha uygun görüyorum sebebi de şudur: 21. Yüzyılın ilk çeyreğine yaklaştığımız şu zamanlarda içinde bulunduğumuz toplum hala insan olduğunun farkında değil-kendini makine ya da hayvan sanıyor/sandırılıyor- hala insanlığın sevgisi yeteri düzeyde yüreklerde taşınmıyor ki günümüzdeki Ortadoğu, terör olayları ve durmak bilmeden akan kan bunun en büyük şahididir ve maalesef ki hala nefret insanların içinde taşıdığı en güçlü duygu.
Peki biz nerede yanlış yaptık? Chaplin‟i yeterince dinlemedik mi yoksa? Hayır. Yanlış yaptığımız nokta gün geçtikçe kavramların içinin boşalması konusuna müdahale etmemizdi. „insanlık‟ bugün hala tozlu raflarda bir kavram olarak duruyor, yanında „Centilmenlik‟ ve „Kibarlık‟ da var tabi ki. Peki nedir bu „insanlık‟ sokakta gördüğümüzde alkışlamamız gereken bir şey mi? Sahibi az mıdır insanlığın, özel bir kavram mıdır? Bunun cevabı da tabi ki hayır. İnsanlık: doğumumuzla birlikte içimizde var olan sadece ve sadece insan olduğumuzdan ötürü insanlara duyduğumuz sevgidir. Altını defalarca çizerek söyleyebilirim ki doğaldır, yarattığımız yapay kalıplara sığmaz. İnsanlık öğrenilmez çünkü zaten içimizde vardır tıpkı kibarlık ve centilmenlik gibi. Şimdi bu noktada bana „Hayır yanılıyorsun, bu kavramları ve anlamlarını bize toplum öğretmiştir‟ diyebilirsiniz. Bu durumda da size cevabım bazı şeyleri isim ve anlam olarak bilmesek de içimizde taşıyabileceğimiz olur. İnsanlık nedir? Kibarlık ve centilmenlik nedir ? Hepimiz tanımlamak zorunda değiliz ve zaten tanımlayamayız da fakat şu önemlidir ki bu kavramları hepimiz içimizde taşırız (Bazen saklasak, göstermesek bile).
„Hayat yolu özgür ve mutlu olabilir, ama biz bu yolu kaybettik. Hırs insan ruhunu zehirledi, dünyada nefretle dolu barikatlar kurdu, kan dökme ve acının içine sürükledi.‟ Diye devam ediyor konuşmasına Chaplin. Aslında adını komedi ile duyurmuş bir aktörün böyle bir konuşması olması bazılarımızı şaşırtabilir. Bunun bir ironi taşıyabildiğini düşünebilirler ama şunu unutmayalım ki komedi ile dram daima iç içedir. İkisini bazen birbirinden ayırmak o kadar zordur ki bir dramı komedi, bir komediyi dram sanabiliriz. Mesela yine bir Charlie Chaplin filmi olan Modern Zamanlar‟a bakalım. Bu filmin türü her yerde aynı yazar: Dram ve komedi. Modern Zamanlar dramdır dersek komedi ağlar, komedidir dersek dram küsüp kaçar. Bu sebeple en doğrusu ikisinin birlikte olması ama artık konumuza dönsek iyi olur.
Hayat yolu gerçekten de özgür ve mutlu olabilirdi eğer güç bu kadar ölümcül ve zehirli bir olgu olmasaydı. Mutlak güç sahipleri (Ya da şöyle açık açık diktatörler diyelim) insanlık, hoşgörü ve kardeşlik gibi kavramları çöpe attılar; kendi hırs, nefret ve açgözlülüklerini bütün dünyayla paylaştılar. Güzel vaatlerle başa geçtiler, hiçbirini yapmadılar. Bugün karşımızda insanlıktan bihaber bir toplum var ise bunun en büyük sorumlularından biri de diktatörlerdir! İnsanoğluna hiçbir zaman almak istemediği bir miras bıraktılar. İster toplama kampları deyin ister kaçak saraylar! Bunların hala akıllarında veya yeryüzündeki varlığı insanın sahip olduğu saf ruhunu zehirliyor.
Ama unutmayın gelecek o kadar karanlık değil. Yarınlarını bizlerin inşa ettiği dünya çok daha güzel olabilir. O dünyada insanlık, kibarlık ve centilmenlik esas duygular olabilir. Unutmayın „İnsanların nefreti geçecek, diktatörler ölecek, halktan alınan güç tekrar halka iade edilecektir‟ diyor Chaplin. Bu sözlerle büyüksün Chaplin, hatırlattığın için teşekkürler Chaplin.
Alperen Yavaş
Yine tasvir ve etkin bir güçten çok, sezgiye ve belirsiz bir arzuya yer veren bir dünya bu diye düşünmeden edemediğim bir akşamdayım. Ne yapacağımı bilmiyorum ve bununla birlikte ne istediğimden de emin olduğum şüpheli. Belki de sonsuzluğa uzanmak istiyorum ve kendi sınırlarıma çarpıyorum. Ön yargılarımdan bahsediyorum. Benim, başkalarına karşı sergilediğim tavır. Şüphe ve güvensizlik (sevme ve sevilme korkusu). Neden şüphe ve güvensizlik iç organlarıma kanser gibi nüfuz etmiş ? _hızlı ve sancılı_ Bu benlik inşa sürecimle mi ilgili yoksa ben gerçekte de bu muyum? Kendi çizdiğim sınırlarımın ötesine geçemeyecek de olabilirim hayatim boyunca ve bu benim yaralanmamı mı engelleyecek yoksa asıl yaram bu mu? Duvarlarım git gide küçülüyor belki de. Bir süre sonra kendi bilinç altım yine kendim mi olacağım? Her şey gayet saf bir şekilde, ne hissettiysem ve hormonlarım ne diyorsa, bunları yerine getirmek için bile düşünecek hale mi geleceğim? Hatta kalbimin çalışmasına kendim yön verebilecek kadar kendi içimde mi kalacağım _ve sonrasında duvarlarımı kemirip intihar mi edeceğim_ ? Her nasıl olursa olsun bu benim mahvıma sebep olacaktır. Ve ben bunu her aklıma getirdiğimde _ki çok sık olur bu durum_ ne yazıktır ki daha o hale gelmeden ve o ruh halini henüz bilmeden oldukça mutlu ve huzurlu olmam gerektiği halde Penelope' nin öküzlerini ve domuzlarını kesip parçalayarak kızartan heyecanlı talipleri kadar bile coşkulu hissedemiyorum. Hiçbir şey umurumda değilmiş gibi davransam da aslında hepiniz biliyorsunuz ki her şeyi kafamda kat trilyonar kez bile döndürüyor olabilirim. Ya da o düşünceler beni kat trilyonar kez döndürüyorlardır kendi etraflarında. Güvensizliğim beynimi çok meşgul ediyor. Belki de "nasıl düşündüğümü" o kadar çok kafaya takmışımdır ki hayatımın "güven duymaya çalışmak" kısmını atlamışımdır veya atlıyorumdur _şu an da dahil olmak üzere_ . Kendimi bilmediğimden eminim. Kendimi dinliyor ama inanmıyor gibiyim. Ne yolumu ve çizgimi bulabiliyorum, ne de başkasının bulmama yardım etmesine fırsat tanıyorum. Kendimi kendi içime saklıyorum ve savruluyorum. _boşlukta savrulan göktaşı misali_ Bir gün başkalarının hayatlarında bir şeylere yol açar mıyım acaba? Mutlu etmek isteyip edemediğim mutlu insanlar görüyorum. Ama umursamıyorum. Ruhumdan bihaberim galiba. Mutlu etme ve mutlu olma düşüncesi yanlış geliyor belki de. Kendime bunu kodlamışım ya da bu hapı yutmamı söylemişler. Su yoksa tükürüğünle yut demişler. Ve ben sütlü simit için yolumu değiştirecek kadar temizmişim. Ya da eve daha geç gelebilmekti amacım _büyüdüğümü sanmak için_. Hiçbir zaman yeterince büyüyemeyeceğiz. Kendimiz dahil kimseyi asla tanıyamayacağız ve öylece gideceğiz ailemizden _bir yerlere ya da hiçbir yere_. Belki bir gün ölümsüzlük bulunur da en azından kendimizi tanırız. Çok isterim
Lilith
Başımı yaslamışım tren camına. Bakıyorum dışarı. Pencereye vuruyor yağmur damlaları. Yılın ilk yağmuru. Özlemişim be usta, yağmuru özlemişim. İnsanları özlemiyorum. Özlemiyorum çünkü açsan bedenimi, baksan, göremezsin hiç bir yara izi. Ama vardırlar. Dokunamazsın, sen hissedemezsin, anlatsam da anlamazsın belki. Ama ben hissederim. Hep ordaydılar. Ne zaman baksam gökyüzüne, gördüğüm yıldız sayısı iki üç tane olunca daha da çok acır canım. Ve bir tek müzik anlar derdimi. Sanki bir tek o var, insanlardan ümidi kestiğimden beri. Söylesene be usta, nasıl kesmeyim ümidimi? Köreldi duygularım. Sevmiyorum, sevemiyorum. Tanrıya, evrene, karmaya, -adını sen koy, pek fark ettiği de yok zaten- kalmadı artık inancım. Korkuyorum. Somut bir şeye beslediğim bir korku değil bu. On sene sonra "Hayallerini gerçekleştirme cesaretine sahip bir genç kızdım." cümlesini kurup aslında her günü birbirinin aynı olan sıradan birine dönüşmekten korkuyorum. Sanki ben bir çocuğun tuvale sürdüğü kırmızı bir boyaymışım. Çocuk büyüdüğü zaman siyaha boyamış tüm tuvali gibi. Mutlu değilim, mutsuz değilim, hissizim. En kötüsü de bu değil mi zaten. Öyle be usta...
Fille du vent
‘’Cebimizde toplamda 30 lira para var. Eğer bu parayla bara gidip içersek en fazla bir saat dururuz. Anarşistiz biz! Artık köprülerde, sokaklarda içme zamanı gelmedi mi?!’’ Bu konuşmayı bize büyük bir Fatih Terim ciddiyetinde yapan Musti’ydi. Tek derdimiz ‘’ İçmek ve Ankara’nın Mamak sokaklarına sarhoş gitmek.’’ olduğu zamanlardı. Dershanenin mola zamanı her zamanki gibi ‘’Otopark Çıkışı’’ yazan, sigaranın serbest olduğu, bu yüzden bizim için de özgürlük alanı sayılan yerde, bu konuşmayı yapıyorduk. Musti, Ayşenur ve ben. Dersleri hiç iplemeyen Musti’yle ben, dersleri ipleyen ama artık bizim yüzümüzden vazgeçmiş Ayşenur. Ailelerimizin ‘’Artık içmeyin!’’ diye her gün bağırıp, yol parası dışında para vermediği dönemlerde, biz lise ve dershane mesafesi toplamı altı kilometre kadar olan yolu yürüyor; yol parasını da biriktirip içiyorduk. Bira o zaman barda dört lira, tekelde ise üç liraydı. Şimdi ise en kötü bir barda sekiz lira. İçtiğimiz zamanlar iki bin on iki yılı. Üç yılda iki katı artan miktar, öğrencilerin içkili geçim sıkıntısı, bir bira bile içememeleri filan derken daha bir artıyor. Hesaplarımıza göre biraya bir lira az vererek neredeyse iki lira fazladan içebiliyorduk. Bu da bize daha bir cazip geliyordu. Özellikle Ayşenur’la benim sevgili olduğum düşünülürse; öpüşmeler, çok yakınsınız gibi uyarmalar olmayacaktı. Hem Anarşist olmuştuk; kim bize karışma cesareti gösterirse tiz vuracaktık kellesini! Ben kafamı sallayarak onayladım. Zaten grup birbirinden çok farklı düşünmüyordu. Ayşenur ise bizi daha da gülümseten bir teklif yaptı: ‘’Annemi arayayım; belki biraz para yollar.’’ Ben sevgilime sarıldım; Musti sevinçten her zaman yanında taşıdığı konfetiyi patlattı. Valilik okulları ‘’Ulusal Bayram’’ adı altında tatil etti; Melih Gökçek hala başgan. ‘’Anne, şey, test kitabı alcam, biraz para yollayabilir misin?’’ ‘’Tabi, kızım.’’ Ağzımız açık telefon konuşmasını dinliyorduk. Şampiyonluk maçları sonrası fotoğraf çektiren takım gibi duruyorduk Musti’yle. Cevabı duyar duymaz ‘’Vuurduu gol oldu! ‘’ diye bağırdım. Musti’yi tutmasaydık tüm dershaneye üçlü çektirecekti. Önce İş Bankası’na sonra ise en yakın köprüye gitmek üzere yola koyulduk. Mutluyduk. Bizi teselli eden tek şey ilk sene ÖSS’yi kazansak bile ikinci sene şansımızı zorlamak üzere ailelerimizin tekrar dershaneye yollayacağıydı. Bu bize fazla bir rahatlık veriyor; en fırsatta sarhoş olmak için can atıyorduk. İş Bankası önüne gelip gelen miktarı görmek içini ekranı Musti soldan, ben sağdan, Ayşenur ortada kapattık. Her an çığlık atmaya ya da üzülmeye hazırdık. Musti bana ‘’Ya beş lira yolladıysa la, boşuna seviniyoruz, duralım bi.’’ diyen bir bakış attı. Ben Musti’ye ‘’Beş lira beş liradır; bir şey olmaz.’’ der gibi bir bakış attım. Ayşenur ise bize bir bakış attı. Biz de o bakışın gittiği yönü takip edip ‘’Bakiyeniz 20TL.’’ yazısını görüp geri kalan fakirlere bir bakış attık. Sağlam bir ekiptik. Beş liranın lafı olur ama yirmi liranın olmazdı. Konur’un orada bir köprü gördük. ‘’İşte burası.’’ dedim, herkes onayladı. Elli liramızla toplam on beş bira, kalanıyla da çekirdek alıp kurulduk
köprüye. Yer buz gibiydi ve geçen ego otobüsleri kornoya basıp duruyor, bizim de moralimizi bozuyordu. Ama her şeye rağmen mutluyduk. Dördüncüleri yeni bitirdiğimizde ben tuvalet için izin istedim. Musti’ye Ayşenur’a dikkat et diyen bir bakış attım. Musti de bana ‘’La bir şey olmaz laa, az bi sakin ol.’’ diyen bir bakış attı. Biraz sallansam da yıllardır gidip nargile içtiğimiz, yeri geldiğinde paramız olmasa bile bizi içeri alan kafeyi buldum. ‘’Çaylak Kafe.’’, ‘’Muhteşem Ali Abi’nin yönetiminde benzersiz ortam.’’ Pantolonumun önünü iki elimde tutarak Ali Abi’ye bir bakış attım. Bu erkek dilinde ‘’Çişim var.’’ anlamına geliyordu. Önce yanıma gelip nasıl olup olmadığımı, deneme sınavlarımızın nasıl gittiğini sordu; tam üçüncü soruyu soracakken ‘’Abi Allah’ın adını verdim; işemek üzereyim ne olur bırak beni bi.’’ dedim. O da hemen koşmamı söyledi. Döndüğümde Ayşenur ve Musti geçen belediye otobüslerine tükürüyordu. İntikamımızı almanın yolunu bulmuşlar; bu konuda baya bir eğleniyorlardı. Hemen yanlarına koşup ben de eşlik ettim. Son biraları içip Ayşenur’la metroya gittik, Musti ise eve doğru yola çıktı. Ayşenur’u metroya bindikten sonra eve doğru yürümek üzere yola koyuldum. Biraz sarhoştum. Metrodan adımımı atar atmaz Musti’yle karşılaştım. ‘’Noluyor lan?’’ ‘’Abi son bir iş.’’ ve uzun bir sessizlik. Son bir iş eşittir bira çalmak. Kural böyleydi. Hiç de yakalanmamış; bununla uzun zamandır övünmekteydik. Önce Burger King’e gidip karton poşetlerinden aldık. Sonra da en yakın bira satan markete. Musti de ben de biraz sarhoştuk; bu bana hem rahatlık veriyor hem de gittikçe tedirgin ediyordu. Poşetin içine sırf dolu görünsün diye elimizde ne varsa koymuştuk: cüzdan, telefon, mp3 çalarlar; fazla görünsün diye limiti çoktan dolan kredi kartları, kart vizitler vs. ‘’Musti. Oğlum dur. Reyon görevlisi arkamızda, gördü bizi. Dur!’’ dedim fısıldayarak. ‘’Özgün heyecanını sikerim! Kimse görmedi!’’ dedi fısıldadığını düşünüp bariton sesiyle bağırarak. Kasaya kadar geldik. En fazla iki metrelik yol gözümde deli gibi büyümüştü. Reyon görevlisi de bizimle geldi. Biz gitsin diye cipslerin üretim tesislerinin adreslerine bakarken; o tam arkamızda duruyordu. Gitmedi. Üretim yerini beğendiğimiz bir cips alıp kasaya yöneldik. Cipsi koyduk. Hafiften titriyordum. Reyon görevlisi poşete baktı; bize baktı; kasiyere baktı; poşete baktı; bize baktı. ‘’Yalnız bir de bira vardı.’’ dedi. ‘’AA pardon unutmuşuz.’’ dedi Musti. Büyük bir ciddiyet ve toplumda insana yüklenen görevin bilincine yeni varmış bir eli yüzü düzgün aile çocuğu gibi ‘’Bir bira daha var.’’ dedim Musti’ye. Musti’nin bana attığı bakış, seri katilin kaçan kurbanına attığı bakıştan bile kötüydü. o an, o şişeyle üzerimde fanteziler kurduğuna eminim. Para da çıkışmadı. Kuruşları döküp bir cips alıp eve doğru yiyerek yola koyulduk. Musti’nin ise hala beni öldürme planları yaptığından şüphem yok.
Özgün Erbulan
Saat dört civarıydı, yataktan kalktım. Gözlerim hala açılmamak için kendince bir savaş veriyordu. İki yumurta kırıp televizyonun başına geçtim ve o kırmızı düğmeye basarak işittiğim haberden dolayı gözlerimin o ana kadar vermek olduğu savaşı kazandım. Sanki uykumda gördüğüm rüya devam etmekteydi. Gençler, insanlar öldürülmüştü. Bu olayın gerçek olduğunu bir türlü kabullenmek istemiyordum, kabullenemiyordum… Yumurtam soğumuştu. Yumurtalar kimin umrundaydı ki ? Zaten açlık desen televizyondaki patlama görüntülerinden sonra nasıl iştahlı olabilirdim? Her gün durmak bilmeyen şehit haberleri, işçi ölümleri… Bütün bu olaylardan sonra bir de 32 kişinin ölümü ve bunun üç-dört misli yaralı olduğunun haberi de gelince, insan daha da sıkıntılı bir hal alıyor. Yumurtayı bir kenara koyup, içimdeki kasveti bir nebze olsun azaltmasını umarak, bir bardak soğuk su içtim. Televizyonu kapattım, ne de olsa bu saatten sonrası biraz prosedür ayarındaydı, artık kimse o ölenleri diriltemezdi. Yumurtayı tekrardan önüme alıp baktım. İnsan hayatı çok ucuzdu fakat bu bizim fiziksel bir özelliğimiz miydi ? Yoksa çağımızın toplum yapısından dolayı ortaya çıkan bir sonuç mu ? İnsan hayatı günümüzden önce de ucuzdu ama bu daha çok bizim yapısal niteliklerimizden kaynaklanıyordu. 2000 yıl önce ağaçtan düşüp boynunu kıran biri, hala ağaçtan düşüp boynunu kırabilir. ( tabii atlayacak ağaç kalırsa ) İnsanın zaten doğası gereği var olan bu narinliğinin üstüne bir de bizim icat ettiğimiz silahlar, araçlar ; inşa ettiğimiz yapılar da binince, hayatımız bir hayli ucuzluyordu. Artık ayık olan gözlerimi yumurtadan çekip mutfakta çay demlemeye koyuldum. Sanki gözlerim dalıp gitmek için bahane arıyormuşçasına, bu sefer de çaydanlığa bakakaldım… Belki de biz birer kağıt parçalarıydık, üstümüzde yazanlara göre ya raf süsleriydik ya da şömineleri alevlendiriyor idik. Kim bilebilir ki biz kağıtlar için yanmanın bu kadar kolay olduğu bir devirde ne vakit şömineyi alevlendireceğimizi.. Çay artık demlenmişti. İnce belliyi doldurdum ve artık beklemekten buz kesmiş yumurtanın başına geçtim. İştahım artık yerine gelmişti. Hem kim bilir belki o sımsıcak çay, yumurtamın soğukluğunu giderip hayatıma yeniden bir sıcaklık katabilirdi. Yumurtamdan çatal, çayımdan ise bir yudum aldım ve hayatın akışını seyre daldım.
Curunir
Türkiye’de zenci, Çinli, alman gibi ırk adlarını söylemek bile sokaklarda ırkçılık diye eleĢtiriliyor. ĠĢini yapan bir zenciye gülmek ya da metroya binen bir Asyalıya çaktırmadan bakmak hem onlar hem de diğer insanlar tarafından hoĢ karĢılanmıyor. Peki, bunun diğer ülkelerde çok mu farklı olduğunu sanıyorsunuz? Ġsmi bile ‘’Amerika BirleĢik Devletleri’’ olan bir ülkenin ya da spor takımlarının bile yarısının zenci olduğu Belçika ve Fransa bizden çok mu farklı sizce? Belki ABD’ye gitmedim ama o Ģanlı(!) Avrupa’nın çoğunu gezdim. Benim cevabım oldukça basit; fantezileri saymazsak herkesin üstün ırkı kendi ırkı. Geriye birkaç soru kalıyor. Madem farklı ırklar birlikte pek sağlıklı geçinemiyor neden hala çok uluslu ülkeler var? Neden hala büyük devletlerin sömürgeleri o devletler için çalıĢıyor, onlar için spor müsabakalarına katılıyor ve en ironik kısmı neden hala onlara dıĢarıda baĢkalarıyla konuĢurken tek bir kötü laf bile ettirmiyorlar? Birbirlerine ihtiyaçları var kısmını geçelim yok öyle bir Ģey. Bunun sebepleri bir elin parmak sayısını geçmez. Ya hala büyük devletin baskısı altındalar, ya tek baĢlarına yapamayacakları algısına kapılmıĢlar ya da büyük resmin o kadar dıĢındalar ki ayrılma fikri akıllarına bile gelmemiĢ. Sizin de bildiğiniz gibi bazı yerlerde küçük ya da büyük sesler çıkmaya baĢladı, uyananlar var artık ama çok güzel uyutanlar da var. Fransa gibi devler(!) azınlıklara verdiği suç iĢlememe Ģartıyla çalıĢma hakkı bu örneklerden biri. Bu tarz ülkelerde cüzdanınız çalınırsa ilk olarak bir zenciden Ģüphelenmeyin o büyük ihtimalle o anda elinde hediyelik eĢyalarla zabıtadan kaçıyordur.
ÇeĢitli
sebeplerle özgürlüğünü kazanmıĢ ülkeler de var. Vatikan gibi dini, Monaco ve San Marino gibi siyasi ya da bizim zamanında yaptığımız gibi kanla… Hazır bizden bahsetmiĢken diğer ülkelerin gözündeki imajımıza biraz bakalım. Sizce eskiden bize ait olan milletler, yavru vatan dediğimiz Kıbrıs, direksiyonu tutan baĢtaki ülkeler bizim için ne düĢünüyor? Bu konuda sadece kendi fikrimi ve tecrübelerimi yazacağım. Eskiden bizim olan Balkan ülkelerinde Avrupa Birliğine geçerken ilk bisikletini alan bir çocuğun heyecanı daha doğrusu ilk kez ayrı eve çıkan bir üniversitelinin hevesi hakimdi. Ġnanın bana Ģu an bu düĢünceden eser yok. Neredeyse hepsi(Macaristan, Sırbistan, Makedonya…) bize bakarak ‘’ Biz sizin
değerinizi bilememiĢiz’’ diye düĢünüyor ama baskıdan tam tersini dillendiriyor. Bu ülkelere gittiğimde yerel halkla bile Türkçe konuĢabilmem ve onlarda hala Türk geleneklerinin esintilerini hissedebilmem beni oldukça ĢaĢırtmıĢtı. Amma velakin hayatımda yaĢadığım en kötü olayı bu ülkelerden biri olan Macaristan’da yaĢadım. Macaristan’dan sonraki bölge Schengen bölgesi olduğu için arada hiçbir sınır kapısı yok. Yani Macaristan’a bir kez adım attığınız anda Avrupa’nın derinliklerine kadar yürüyerek bile gidebilirsiniz. Neyse ben kendi anıma döneyim. Otobüsle Macaristan sınır kapısına yaklaĢmıĢtık. Bu geçeceğimiz son sınır olduğu için hepimizde bir rahatlık vardı. Gece saat 1 gibiydi ve hepimiz oldukça yorgunduk ama Macar gümrük görevlileri hepimizi otobüsten indirip koyun gibi sıraya soktu. Tek tek pasaportlarımızı baĢtan aĢağı kontrol edip resmimizle uyuĢup uyuĢmadığımıza baktı. Bu da yetmezmiĢ gibi ülke içinde suç iĢleme ihtimalimize karĢılık parmak izlerimizi aldı. ĠĢin en kötü yanı ise bu duruma sesimizi bile çıkaramamamızdı çünkü gümrük görevlileri sınırlarda cumhurbaĢkanından bile yetkilidir yani hiçbir sebep yokken bile sizi almıyorum derse giremezsiniz. Gerçek Türk ırkçılığı asıl yanımızdan bir yunan gezi otobüsün sorunsuzca geçtiğini gördüğümde yaĢadım. Gelelim Fransa, Ġtalya ve Almanya gibi ülkelere. Gerçek Ģu ki onların gerçekten umurunda bile değiliz. Onlar bizi rekabet etmeğe bile değmeyecek diğer ülkelerin yanında görüyor. Daha doğrusu görüyorlardı. Son zamanlarda ki ekonomik gerileyiĢ kabul etmeseler de bize ihtiyaçlarının olduğunu kanıtladı. Sizin cevaplamanızı istediğim birkaç sorum var. Neden? Biz o Ģanlı ve dengeli Osmanlı politikasından sonra nasıl bu hale geldik? Neden kardeĢlerimiz doğuda olmasına karĢın onları hala batıda arıyoruz ya da batıda kardeĢ diyebildiğimiz ülkeler bir elin parmak sayısından az? Bunların cevaplarını önce biz bulduğumuz sonra da baĢkalarına öğrettiğimiz zaman bu ülke geliĢir.
Kıvanç Tok
Hepimizin çok yakından bildiği bir kelimeyle baĢlayalım. Ayrım. Ve yine hepimizin çok yakından bildiği diğer kelimemiz ise empati. Ġsminin Türkçe olmadığını farz edelim sayın okuyucu. Ġsmini, bilmeyen insanlara söylediğin zaman insanların sana karĢı davranıĢları tamamen değiĢiyor. Ġsmin Rojin olsun, Mehmet olsun. Farklı olan ismimiz veya bedenimiz değil, düĢüncelerimiz ve duygularımızdır. Ġnsanları ırkına göre ayırmaktansa düĢüncelerine göre ayırmak en güzelidir. Biz insanız çünkü, yaĢar ve ölürüz. Bazılarımız Ģehit olur, acısından ölür, bazılarımız ise eceli geldiğinde keyfinden. Irkçı bir metin olduğu düĢünüldüğü için andımızın kaldırıldığını hatırlıyor musunuz? Zamanında kaldırmıĢ olansa büyük ırkçıdır. FaĢizmi benimsemiĢ olup çocuklarına yavaĢ yavaĢ empoze eden aileler ve genç kitlelere faĢizmi aĢılayan diktatörler bizi yönlendirdiği sürece ırkçılığın duracağını sanmıyorum. Hangi ırktan doğmak istediğimizi seçiyor muyuz sanki? Bir insan öldüğü zaman polis mi, gezici mi, Türk mü, Kürt mü umursamadan üzülmek insan olmak demektir. ġu siyasetçilerin eline değnek verseler hiçbiri dünya barıĢı istiyorum demez. Ġnsanlar, onları o kadar yücelttiler ki yakında peygamber gibi bir Ģey ilan edecekler. Halk istediği zaman bunu durdurabileceğini unutuyor. FaĢist insanların beyin boyutları normal insanlar gibi olsa da iĢleyiĢinde problem olduğunu düĢünüyorum. Bunu aĢmamız lazım. Artık insanların faĢizmin ilkel bir ideoloji olduğunu görmelerini istiyorum. Seneler geçmiĢ ama hala ayrım yapılması size de anlamsız gelmiyor mu? Ve inanın, ırkı yüzünden dıĢlanan o kadar çok insan var ki. Sayın okuyucu, insana verilmiĢ en güzel Ģey, düĢünme yetkisidir. Bol bol düĢün ve düĢünmekten korkma. TC Anayasası’nın 10.maddesiyle yazımı bitiriyorum “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düĢünce, felsefi inanç, din, mezhep, vb. sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eĢittir.”
*Aysu
-Biliyor musun? En son biri elimi tuttuğunda Galatasaray UEFA kupasını kazanmamıştı daha. Koyun Dolly hala sekiyordu kırlarda ve ben sigaraya başlamamıştım o yıllarda. Sonra bir yüzyıl geçti üstünden. Milenyum çocukları doğduğundan beri, kimseler öpmedi beni. Taşınamayacak kadar ağırdı üstüme yıkılan çağın yükleri. O gitti ve o gittikten sonra geçen bütün zamanlar, yaşadığım hayatın sadece bir taklidiydi. Sezen Aksu dinlerken gözyaşlarımla ıslattığım cd çalarlar hatırlar o zamana dair hislerimi. Ondan sonrası, rakı sofralarında anlatılan anıların eseri. „‟Ne kadar içersen iç, başın döner gidenler değil.‟‟ Demiş büyükler. Ben gideni döndürmek için her yolu denedim kendi safımda. Ama onu aramayı aklımdan hiç geçirmedim. Gurur hakkında söyleyecek pek bir şeyim yok elbet. Fakat gidenin ardından yalvarmayı değil, yas tutmayı öğrendik abilerimizden. Ağladığını kimselere belli etmemen gerektiğini. Bir zaman sonra içime attıklarım arasında yok olup gitti sensizliğim. Hatırlanacak ne bir ses, ne bir koku bıraktı arkasında. Başka kadınların yastıklarında aradım onu hatırlamanın yollarını. Başka bedenlerin kavurucu sıcaklığında yandım, kül oldum zamanla. Sevilmek fiilinin şimdiki zamanda nasıl kullanıldığını unuttum hatta. Gittiği için sinirlenmek istediğimde, aklıma girdiği o kısacık anda bile, ne için sinirlendiğimi değil, gözlerini hayal ettim sadece. Unutmak istediklerimi tozlu raflara kaldırdım. Yanıma gelse söyleyecek bir sözüm varmış gibi, birlikte olabileceğimiz paralel evrenler yarattım kendime. Arkasında bıraktığı enkaz, depremin şiddeti hakkında bütün görenlere büyük bir ipucu verdi. Küçük bir çocuk kırdığı vazoyu nasıl yapıştırdıysa uhuyla, öyle ayakta durmaya çalıştım yıllarca. Başka bir sarsıntı oluncaya kadar –mış gibi yaptım anlatılan masallarda. Bir zaman sonra, uzaklardan onu anlatan bir rüzgâr esti usulca. Zoraki ayakta duran bedenim savruldu onun getirdiği bahar yağmuruyla. Ve “… Parçalarımı bir araya getirmeye çalışsam da bilirim, benzemeyecekti bir daha bana cesedim.” Anlatsam roman olurdu yaşadıklarımız. Ama gittiğinde ardında sayfalara sığmayacak şiirler bıraktı sadece. Farklı şehirlerde yaşayan farklı insanlar olarak kalamadık. Aynı şarkıda anımsadık belki birbirimizi, ama hiç aynı şarkıda ağlayamadık. Biz farklı şehirlerde yaşayan aynı insanlardık belki de. Sadece birbirimizi anlayamadık.
Mislina Bursal
HAPĠSHANELERE GÜNEġ DOĞMUYOR
Hapishanelere güneĢ doğmuyor Geçiyor bu ömrümde günüm dolmuyor EĢim dostum hiç yanıma gelmiyor
Yok mu hapishane beni arayan Bu zindanda ölem can gardiyan
Birer birer yoklamayı yaparlar AkĢam olur kapıları kaparlar Bitmiyor geceler olmaz sabahlar
Yok mu hapishane beni arayan Bu zindanda ölem can gardiyan
Anamdan doğalı garip kalmıĢım Acı mapushane aha genç yaĢım Benim zindanlarda ne idi iĢim
Yok mu hapishane beni arayan Bu zindanda ölem can gardiyan
NeĢet ErtaĢ
Şimdi bir sorum var. Dirilerin üzerleri toprakla örtülür mü? Ya da Siz hiç bir okyanusu dudaklarından öptünüz mü?